4.
makale
POST-MARKSİZM,
MARKSİZMİ SAVUNABİLİR Mİ?
Post-Marksizmin,
Post-Marksizme karşı mücadelesi
(Sıkça
sorulan sorular)
Bu
makalede de TP dünyasında gezintiye devam edeceğiz.
“Taslak”ın
çıkmasından bu yana (1995) aradan 17 sene geçmiş. TP, onuncu
yılında kendini değerlendiriyor (“Geçmiş Misyon Gelecek,
Ezilenlerin Marksizmi İçin Teori ve Politika” makalesi). Bu
derginin gönüllü okurları, “gönderildiği için” okuyanları
ve “işi gereği” okuyanları, mutlaka bir biçimde, “bu
derginin açıklanmış, açıklanmamış amacı nedir; yeni olarak
ne sunuyor veya yeni adına bu dergiden ne öğrendik” diye
kendilerine sormuşlardır.
TP'nin
anlatımına bakarsanız “güneşin şafağı” coğrafyasında
(Anadolu) Marksizmi “bataklıktan”, onun deyimiyle “Marksizmi
krizi”nden çekip çıkartacak bir “güneş” doğmuş. Sanki bu
“güneş”, İsrail oğullarını Mısır köleciliğinden
kurtarmak için “göçü”nü örgütleyen ve gerçekleştiren
Musa peygamber!
Tanrı,
Musa'ya İsrail oğullarını firavunun köleliğinden kurtarma
görevi veriyor. Musa, elinde Tanrının verdiği mucizeler yaratan
(gerektiğinde ejderha yaratan, Kızıl Deniz'i ikiye yaran, birtakım
hastalıkları iyileştiren vb.) bir asa ile yol göstericidir.
TP
de Türkiye devrimci hareketini Marksizm-Leninizmden, Maoizmden
(Marks, Engels, Lenin, Stalin, Mao, E. Hoca) kurtarmak için yol
göstericiliği yapıyor. Türkiye devrimci hareketi, “ne yaptığını
bilmeyenler”, “cahiller”, “aklı teoriye yetmeyenler”
durumunda, TP de her şeye muktedir ve vakıf olan konumunda.
Dergi
(TP) “asa” rolünü üstlenmiş; mucizeler yaratıyor, çözüm
üstüne çözüm üretiyor.
TP'nin
tanrısal gücünün kaynağı, Marsk'ı Marks olmaktan; Marksizmi
Marksizm olmaktan çıkartmaktır. Bu ilhamı da Lukacs, Gramsci,
Korsch, Althusser çizgisinden alıyor; Batı-Marksizmi üzerinden
yapısalcılığa ulaşıyor. Buraya gelince TP'nin Musa'sının
Althusser, Tevrat'ının da Althusser'in “eser”leri olduğunu
anlıyoruz.
TP,
“Tanrı katı”ndan aşağıya inmiyor. Orada durarak, elindeki
asa ile işaret ediyor. Şöyle yapmalısınız, böyle yapmalısınız;
doğru budur, yanlış şudur babından öğütlerle Türkiye
devrimci hareketini yönlendirdiğini sanıyor. TP çoban, biz de
sürüyüz! Marksizm-Leninizme inanmış günahkarlarız! Bütün
amacı bizi kurtarmak. Bu nedenle, “gönlümüzü almak için olsa
gerek”, sık sık “mavi boncuk” dağıtmayı da ihmal etmiyor.
Peki,
yeni adına ne söylüyor ne getiriyor? Yeni adına bir şey
bulamadım. Savlarını sıralayalım:
1-Marks'a,
Marksizme yönelik “eleştirileri” 1920'lerden bu yana
gündemdedir.
2-Diyalektik
ve tarihsel materyalizme yönelik “eleştirileri” 1920'lerden
beri gündemdedir.
3-“Marksizmin
krizi” anlayışı 1920'lerden beri gündemdedir.
4-“Marksizmin
çatallanması; “mezheplerine” ayrışması anlayışı
1920'lerden beri gündemdedir.
5-SSCB'ine,
Stalin nezdinde Bolşevik Partiye yönelik “eleştri”si,
1920'lerden beri gündemdedir.
6-Yapısalcılık,
sosyal hareketler bazından “ezilenler” anlayışı Althusser,
öğrencileri ve Negri tarafından 1970'lerden beri savunulmaktadır.
Kısaca:
TP, Batı Marksizmi hattından yürüyorum ve Althusser'ciyim diyor.
Ama
haksızlık etmeyelim: Yeni bir din oluşturur gibi, Taslak'ta
“çelişkileri ve çeşitlilikleriyle bütünleştirici
bir Marksizm anlayışının dünyasal egemenliğini ilan edeceği
bir dönemin öngünündeyiz” tespitini on sene sonra “Biz
bir Marksizm anlayışını temsil ediyoruz”a, “Solduyu”ya
aykırı bir Marksizm ortaya koyduk!”a çeviriyor. Elindeki
“asa” ile böyle mucizeler yaratıyor. Bu Marksizmin adı da
“ezilenlerin Marksizmi”dir. Kavram olarak yeni olan da budur.
Yeni olan kavramdır. “Ezilenlerin Marksizmi”nin sınıfsal
içeriği hiç de yeni değildir; bu anlayış da 1920'lerden beri
gündemdedir.
Peki,
bu anlayışların toplamı nedir? TP, buna Post-modernizm,
Post-Marksizm diyor. Bu durumda kendisi Post-modern, Post-Marksist
oluyor.
TP,
Türkiye'de Post-Marksizmi örgütlemeye ve Türkiye devrimci
hareketi içinde yaymaya çalışan bir dergidir.
TP'nin
yönteminde de dikkati çeken yönler vardır: Hitap ettiği kitleyi;
bu durumda “ezilenler”i örgütleme diye bir derdi yoktur. Onun
sorunu Troçkizmin “entrizmi”dir (Başka örgütlere sızma ve
ele geçirme). Bunu da o örgütlerde yönetici konumunda olanları
etkileyerek yapmaya çalışır. Bu nedenle TP, şu örgütteki, bu
örgütteki yönetici konumunda olan ne kadar tasfiyeci varsa onları
örgütlemekle uğraşır. Onun sorunu kişilerdir. Tasfiyeciliği bu
kişilere yaptırtır.
TP,
hitap ettiği yığınları, “ezilenler”i neden örgütlemiyor
sorusuyla onun “mavi boncuk” dağıtma anlayışı arasında
“diyalektik” bir bağ vardır. Neden “ezilenler”i
örgütlemiyor sorusuyla “mavi boncuk” dağıtma anlayışını
birleştirirsek ortaya şu çıkıyor: TP, “mavi boncuk”
dağıttığı örgütleri kendi çatısı altında bir araya
getireceğini sanıyor. Bu örgütlerin bir araya gelmesi demek,
TP'nin hayal gücünü de aşan bir “asker” çoğunluğuna sahip
olması demektir.
TP,
kitle çalışmasından “mavi boncuk” dağıtmayı anlıyor.
Bu,
aynı zamanda bir yöntem sorunudur; farklı yapıları, farklı
tarihsel şahsiyetleri, farklılıklarını koruyarak bir üst yapıda
bir araya getirme yöntemi: Birçok yerde bahsettiğimiz Altusser'ci
yapısalcılık budur. Çok rahatlıkla “mavi boncuk” dağıttığı
örgütleri sanal dünyasında, her birini birer yapı olarak bir
araya gelebileceğini düşünüyor; ötesinde tarihsel şahsiyetlerin
(örneğin Marks, Engels, Lenin, Stalin, Troçki, Lukacs, Korsch,
Althusse, Gramsci, son 50-60 senenin Post-Marksistler,
Post-modernistleri) şu görüşünü, bu görüşünü “deşeliyor”,
onları kendi dünya görüşü sistematiğinden kopartıyor; düşünce
tarzı ve dünya görüşü bakımından bir arada olamayacak
yapıları (kişileri) bir araya getirebiliyor.
TP,
benmerkezcilikten öte bir şey tanımıyor: Ben politikayım,
felsefeyim, bilimim, Marks'ım, Engels'im, Alhusser'im diyor.
Marksizmin geleceği, Türkiye devrimci hareketinin geleceği benden
sorulur diyor. Yeni “bir
Marksizm anlayışı temsil etmek”,
“Solduyu”ya
aykırı bir Marksizm ortaya koymak”
her babayiğidin harcı değildir diye düşünüyorum.
17
senelik dergi tarihine bakarsanız şunu görürsünüz: TP, her
şeydir, ama hiçbir şey değildir. TP yenidir, ama eskinin
yenisidir. TP, hiçbir yerde (alanda) yoktur, ama her yerde (alanda)
vardır.
TP,
tarih benimle başlar, benimle devam eder, benimle sonlanır diyor:
Türkiye devrimci hareketini dönemlere ayırır; şu zaman zarfı
içinde bunlar olacak, sonrasında şunlar olacak der ve neyin ne
zaman olacağını da kendi varlığına bağlar. Yapısal krizi TP
tespit eder, yeni bir Marksizm oluşturmayı TP tespit eder vs.
TP,
“gerçek” Marksizmi arayan ve bulandır. “Altmış
yıllık dönem boyunca teoride Marksizm arayışı bizi "Batı
Marksizmi"ne ulaştırıyor.
"Batı Marksizmi", başlıca olarak Lukacs, Korsch, Gramsci
ve Althusser'in aralarında yer aldığı düşünürler
tarafından...”.
“Batı-Marksizmi”,
Marksizmi “mezhepleri”ne ayırır, “Marksizmin krizi”ni
üretir. Sağda-solda duyduğunuz bu kavramlar “Batı-Marksizmi”nin
ürünleridir. TP de Anadolu'da Marksizmi ayrıştırır; her bir
yapıya (örgüte) “mavi boncuk” dağıtır ve var olmanın tek
yolunun kendisinde birleşmek olduğunu, “gerçek” Marksizmi
sadece kendisinin savunduğunu anlatır. “Gerçek” Marksizm de
“ezilenlerin Marksizmi”dir. TP'siz Anadolu'da devrimci yaşam,
Marksizm ölmüş demektir. TP'siz, TP'ye rağmen devrimcilik yapan
kişiler ve örgütler aslında yaşayan ölülerdir.
TP,
hiçbir zaman tanımadığı işçi sınıfının “bir numarasının
olmadığını” akıl hocaları Althusser ve öğrencilerinden;
bilumum Post-modernistlerden ve Post-Marksistlerden öğrenmiştir.
Onun yerini sosyal hareketlerin alıyor olduğunu da aynı
çevrelerden öğrenmiştir. Bir de Negri'si var. Ama
“çokluk”-“ezilen” konusunda Negri ile kendisi arasında
“diyalektik” bir bağın kurulmasından oldukça rahatsız olur.
Negri'yi eleştirir, onu sevmez.
TP,
“Marksizm,
tarihsel toplumsal varlığı bütünüyle kucaklayabilecek bir
teorik yapıdır. Marx'ın kurucusu olduğu tarih bilimi ile bu
konuda kıyaslanabilecek bir 'toplum bilimi' yoktur” der
(“Post-Marksizm ile Dar-Marksizmin Ötesinde”, TP,
Sayı: 24-25, s. 34),
ama
o “teorik
yapı”yı
tanınamayacak derecede değiştirmekten, başkalaştırmaktan da
geri kalmaz.
Marks'ın
Marksizmiyle TP'nin “ezilenlerin Marksizmi” arasında ne gibi bir
bağ var sorusunun cevabı, TP'nin Marksizme sarılarak Marksizmi
tasfiye etmeye çalışması anlatılmadan verilmiş olmaz.
TP'nin
“gerçek” Marksizmi, Marksizm olmayan Marksizmdir.
Değişerek
aynı kalmak mümkün müdür diye sorarsanız, bunun bir TP klasiği,
bir TP-felsefesi olduğunu söyleyebilirim. Aslında TP, kendi 17
senelik tarihinden bu yana “değişerek” aynı kalmıyor,
1920'lerden bu yana; en azından aradığı Marksizmi bulduğu
sürecin başlangıcından bu yana “değişerek” değişmeden
kalıyor. Ele aldığı konular bunun böyle olduğunu yeteri kadar
göstermektedir.
TP,
Türkiye devrimci hareketi içinde bir boşluğun ürünü olarak
çıkmamıştır. TP'nin çıkış nedeni “Taslak”ta
anlatılmaktadır. Bu dergi,
Türkiye devrimci hareketine akıl vereceğini sanarak çıkmıştır.
Ama Türkiye devrimci hareketi akıldan yoksun değildir, ancak
Türkiye devrimci hareketi akıldan yoksundur ve bu bir boşluk
oluşturuyor deniyorsa TP, böyle bir boşluğu doldurmak için
çıkmıştır denebilir. Ama Türkiye devrimci hareketi akıldan
yoksun değildir. Ancak,
Türkiye devrimci hareketi akıldan yosundur diyenlerde bir akıl
yoksunluğu söz konusu olabilir.
Post-Marksizmin
bütün özellikleri TP'de görülür. Post-Marksizm, Marksizmin
yenilenmesi, geliştirilmesi, yeni koşullara uygulanacak duruma
getirilmesi gerektiği iddiasındadır. Yani Marksizm eskimiştir,
yeni koşulların beraberinde getirdiği yeni gelişmelere cevap
verememektedir. Marksizmde ilkesel olan her şey gözden
geçirilmelidir. Örneğin işçi sınıfının tarihsel misyonu
tarih olmuştur; onun yerini sosyal hareketler, ezilenler almalıdır;
artı değer üretmenin olanakları kalmamıştır; kapitalizm sistem
krizi, varoluş krizi içindedir; emperyalist çağ geride
kalmıştır; Marksizmin yöntemi yanlıştır vs. vs.
Türkiye
devrimci hareketi uyurken TP, bütün bunları hepimiz adına,
abartmayalım “Marksizmin genel alanı”ına dahil ettiği,
“mavi boncuk” vermeye değer gördüğü örgütler adına
düşünen, bütün bu sorunlara çözüm arayan dergi olarak
çıkmıştır. Görevi, Marksizmin neresinde bir yetmezlik görürse
hemen onu düzeltmek için harekete geçmektir. Bu anlamda TP,
yenileyicidir, düzelticidir, geliştiricidir. Görevi, cıvataları
gevşemiş “Marksizm”in cıvatalarını yeniden sıkmaktır,
elindeki Batı-Marksizmi yağdanlığıyla yağlamaktır, eskimişse
yeni cıvatalar takmaktır. Ama bütün bunlar kendi “aklının
ürünü” değildir. Bütün bunları arayarak bulduğu
“Marksizm”den almıştır. O Marksizm, Post-Marksizmdir.
TP'nin
“Marksizmin krizi” anlayışına, Marksizmi “okul”larına
ayrıştırma anlayışına baktığımızda onun bir çekim merkezi
olma, birleştiren, bütünleştiren bir merkez olma sevdasıyla
hareket ettiğini görüyoruz. 'En iyisi, en doğrusu benim' demiyor,
bu, göreceliğin ifadesidir. 'Tek “iyi”, tek “doğru” benim'
diyor, bu da mutlaklığın ifadesidir. 'Türkiye devrimci
hareketinin yanlış tarihi sona ermelidir; tarih benimle
başlamalıdır' diyor. Bu haliyle TP, narsizm bir yansıma
biçimidir.
TP,
“ezilenler” kavramıyla yeni bir özne bulduğunu sanıyordu.
Doğru, coğrafyamızda bu kavramı kullanma ve içeriklendirme
bakımından TP, bir “yeni”nin sahibi oluyordu. Ama bu kavramın
ithal bir kavram olduğunu TP de biliyor. Avrupa'da Post-Marksizm
işçi sınıfını “ıskarta”ya çıkarmış ve yerine yeni
dinamikler bulmuştu; sosyal hareketlerin öznel taşıyıcıları!
Negri'nin “çokluk” kavramı Post-Marksizmin vazgeçilmez öznesi
olarak Türkçeye “ezilenler” diye çevrildi ve TP, bu kavram
üzerinden Post-Marksizmi yaymayı var oluş nedeni olarak gördü.
TP'nin
yazılarına bakarsanız bu derginin bir “inşaat alanı”, bir
“yapı alanı” olduğunu görürsünüz: Post-Marksist TP,
Marksizmi Marksizm olmaktan çıkartmak için onu parçalarına
bölüyor; bir şeyler çıkartıyor, bir şeyler ekliyor. Marks'ı
ikiye bölüyor; genç Marks'a sahip çıkıyor, “olgun” Marks'ı
lanetliyor. Lenin'i ikiye bölüyor; ortaya bir “işçici”, bir
de “ezilenci” Lenin çıkartıyor. Her iki Marks'ı ve Lenin'i
birbirine düşürmeye çalışıyor; genç Marks'ı “olgun”
Marks'a, “işçici” Lenin'i “ezilenci” Lenin'e karşı
kullanmaya çalışıyor. Kısaca, Marksizmi Marksizm yapan ne kadar
temel kavram ve kategori varsa hepsinin altını oyuyor, “artık
işe yaramadığı” için olsa gerek “yeniliyor”.
TP
bütün bu Post-Marksist ürünleri bizzat üretmemiştir. İthal
etmiştir. TP, coğrafyamızda görülmüş en “büyük”
Post-Marksist ürün ithalatçısıdır.
Post-Marksizmin
“kitabı”nda kapitalizmin alternatifi sosyalizm değildir, en
fazlasıyla toplumun demokratikleştirilmesidir. Bu nedenle burjuva
devleti yıkmak yerine onun farklı alanlarını (üst yapı) ele
geçirip, dönüştürmek gerekir. Nicos
Poulantzas, dediği gibi, devlet ele geçirilmelidir.
Post-Marksizm,
burjuva toplumda üretim araçlarının mülkiyet sorununu toplumun
geleceği açısından ele almaz. Onun “kitabı”nda üretim
araçlarının toplumsal mülkiyete geçmesi; burjuva sistemin
yıkılması ve yerine sosyalizmin kurulması olmadığı için,
sosyalizm üzerine söylemleri de havada kalır, sahtedir. TP,
Post-Marksizmin bu önermelerini de Türkçeleştirmiştir. Üretim
araçlarının özel mülkiyette oluşu, TP'yi işçi sınıfıyla
ilgilendiği kadar ilgilendirir. Sadece işçi sınıfı devrimci
olmadığı ve başka sosyal tabakalar da (ezilenler) devrimci olduğu
için (TP) üretim araçlarının toplumsal mülkiyete geçirilmesi
mücadelesi sözde kalır, sosyalizm sözel olmaktan ileri gitmez. TP
de biliyor ki, “ezilenler”in hepsi sosyalizmden yana değildir;
her ezilen de sömürülmüyor. TP, bu durumda olan “ezilenler”i
ürkütmek istemez; herkesin kabul edebileceği bir sosyalizmden
yanadır. Bu sosyalizmin adı da “ezilenlerin sosyalizmi”dir;
ideolojik kaynağı da “ezilenlerin Marksizmi”dir.
TP,
Batının Post-Marksizmini Türkçeye “ezilenlerin Marksizmi” ve
“demokratik toplum projesi”ni Türkçeye “ezilenlerin
sosyalizmi” olarak çevirmiştir.
TP,
Marks'ın Marksizmini kaynak olarak alır. Ama proletarya
diktatörlüğünden, işçi sınıfının sınıf diktatörlüğünden
ve onun sosyaliminden bahsetmez. Bunu reddeder. Etmek zorundadır,
en azından “ezilenler” ile proletarya diktatörlüğü
kurulmayacağını bilir. Ama onun sorunu “ezilenler”le
proletarya diktatörlüğünün kurulamayacağı değildir. Onun
sorunu işçi sınıfını devrimin öznesi olmaktan çıkartmaktır.
Bu, TP için bir varoluş sorunudur.
TP,
Marksizmin geliştirilmesine evet der. Kendisi de Marksizmi
geliştirme iddiasındadır. Ama çağımızda Marksizmin ifadesi
olan Marksizm-Leninizmi reddeder. En fazlasıyla Lenin'i, Marks ve
Engels'ten sonra gelen bir “yükselti”
olarak görür. Bu “yükselti”
Batı-Marksizminden daha yüksek değildir. “Batı Marksizmi”,
TP'nin “Marksizm-Leninizmi”dir. “Batı Marksizmi”nin
Marksizme “katkı”sı söz konusu olduğunda TP, kendinden geçer.
Ne de olsa “Altmış
yıllık dönem boyunca teoride Marksizm arayışı (onu) "Batı
Marksizmi"ne ulaştırmıştır”.
TP'de
Marksist olmanın kıstasını,
“Marksizmin genel alanı”
anlayışını ve proletarya diktatörlüğü kavramını
kullanmamasını bir araya getirdiğinizde bu derginin küçük
burjuva, sınıf uzlaşmacı karakteri görülür. TP, safları
genişletmek için “ezilenlerin
fiilen safında yer almak bir Marksistin öncelikli ödevi”dir
diyerek Marksist olmanın kıstasını ilerici olmaya indirger. Saf
genişletme anlayışını, kullandığı “Marksizmin
genel alanı”
kavramıyla da gösterir. TP, sınıfı, somutta da işçi sınıfını
ortadan kaldırır; işçi sınıfının dünya görüşü/ideolojisi
olarak Marksizmi ortadan kaldırır; işçi sınıfının
diktatörlüğü olarak proletarya diktatörlüğünü ortadan
kaldırır. Böylece Marksist (komünist) olmanın kıstasını
"... Yalnızca sınıf mücadelesinin kabulünü proletarya
diktatörlüğünün kabulüne kadar genişleten biri Marksisttir.
Marksist ile sıradan küçük (aynı zamanda büyük) burjuva
arasındaki en derin ayrımı oluşturan budur. Marksizmin gerçek
kabulü ve kavranışının üzerinde denenmesi gereken denektaşı
budur..." diye
açıklayan Lenin adlı “yükselti”den kurtulur. Bu tanımlamayı
kabul etmeyen herkes, her “okul”, Marksizmin her “mezhebi”
artık “Marksizmin
genel alanı”na
dahil edilebilir. Dahası, TP, kendini, kendi kendine bu alana dahil
edebilmek için “Marksizmin
genel alanı”
kavramını kullanır.
“Marksizmin
genel alanı” olmaksızın "bütünleştirici bir
Marksizm anlayışının dünyasal egemenliğini ilan edeceği bir
dönemin öngününde" durabilmeyi hayal etmek tabii ki
imkansızdır. TP, bunu hayal edebilmek için “Marksizmin genel
alanı” kavramını kullanıyor dersek pek de abartmış
olmayız.
Lenin'in
Marksist olmanın kıstasları tespiti, “Marksizmin
genel alanı”nı
genişletmek isteyen anlayışlara karşı mücadelenin sonucudur.
TP, hemen herkesi “Marksizmin
genel alanı”na
dahil etme mücadelesi veriyor. Bu “hemen herkes içinde”,
“Aralarındaki
çatışmanın, ardılları ve adlarına yazılan okullar
aracılığıyla hala sürdüğü bu isimler” vardır
ve TP, bu okulların
“Marksizmin genel alanında kabul edilmesinin, günümüzün
krizini atlatmayı mümkün kılacak bir tarihsel temel ve önemli
oranda yitirilmiş olan sağduyunun yeniden kazanılmasının
güvencesi olduğu düşüncesinde”dir
(“Taslak”).
Buradan
şu sonucu çıkartabiliriz: TP, hepimizin adına düşünüyor;
Türkiye devrimci hareketinin düşünmeye akıl edemediğini
düşünüyor; göremediğimizi, çok çok ilerisini görüyor ve
farklı farklı yapıları farklılıklarıyla “Marksizmin genel
alanı”na dahil ederek bunu “günümüzün krizini
atlatmayı mümkün kılacak bir tarihsel temel ...güvence”
olarak görüyor; “hemen herkesi” bu “alana” tıkmayı
“önemli oranda yitirilmiş olan sağduyunun yeniden
kazanılmasının güvencesi” olarak algılıyor. Türkiye'de
devrimci hareketin hangi bileşeninin aklına gelirdi böylesi bir
düşünce!
Peki,
bunun adını neden “Marksizmin
genel alanı” koyuyor?
Bu “alan” içinde herkesin bir yeri olacak; herkes ne ise o
haliyle bu alan içinde yer alacak. Burada Althusser “üstat”,
yapısalcılığıyla bir kez daha TP kılığında karşımıza
çıkıyor. TP, “Marksizmin
genel alanı”
bütününü, o bütünü tanımlamayan parçalardan, “yapılar”dan
oluşturuyor. TP'nin “üstat” Althusser'den öğrendiği
yapısalcılığa göre şeyler, olgular durağan, hareketsizdir.
Aranan bağlar, ilişkiler görünür ve tanımlanabilir olmalıdır.
Yapısalcılık, bir bütünün özünü onu oluşturan tek tek
yapılardan -parçalarından ve bu parçaların bağlamlarından
hareketle açıklamaya çalışır. Akıllı bir çoban sürüyü
ahıra soktuktan sonra, eksik olup olmadığını tespit etmek için
tek tek sayar. TP de akıllı bir çaban gibi hareket ediyor ve
“Marksizmin
genel alanı”
dediği yapıyı göz önünde canlandırabilmek için onu oluşturan
her bir yapıyı tanınabilir olarak görmek istiyor. Tanınabilir
olmak için de her bir yapı hiçbir özelliğini kaybetmeden o
“alan”da yer alıyor. TP'nin yapısalcı aklı ve fikri budur.
TP,
“Taslak”la başlattığı değişim, yeni gelişmeler
demagojisini ilkeselleştirmiştir. Bu da Post-Marksizmin temel bir
özelliğidir. “Taslak”ta şöyle deniyor:
“Mutlaka
ortaya çıkmış/çıkacak olan "yeni ve canlı gerçeğin
orjinalitesini incelemek yerine ezberlenmiş bir formülü ahmakça
tekrarlamak" (Lenin) tavrı radikal bir şekilde bir yana
bırakılmalıdır. Yeni nesnel gelişmeler, Marksizmin temel
tezlerini yeniden ele almayı ve yorumlamayı gerektiren, ikincil
tezlerinin eskiyenlerini iptal edip yenilerini geliştirmeyi
gerektiren nesnel değişmeler mutlaka olmuştur. Ancak biz, neyin
değiştiğini ve ne olduğunu yeterince bilmiyoruz”.
Ustaca
yapılandırılmış bir formülasyon: Türkiye devrimci hareketinin
bileşenlerini susturamayacağını bildiği için, önce Lenin'den
bir aktarmayla susturuyor; “yeni” olana, yeni gelişmelere karşı
çıkacak hal bırakmıyor veya her şeyi yeni olarak görmelisin
diyor. Formülasyonun sonuna da alçakgönüllü olmanın bir ifadesi
olarak “Ancak biz, neyin değiştiğini ve ne olduğunu
yeterince bilmiyoruz”u
ekleniyor.
Bu
durumda bir şeylerin değiştiğini, yeni olguların ortaya
çıktığını düşüneceğiz, ama bunların ne olduğunu bilecek
durumda olmamamıza rağmen “Yeni nesnel gelişmeler, Marksizmin
temel tezlerini yeniden ele almayı ve yorumlamayı gerektiren,
ikincil tezlerinin eskiyenlerini iptal edip yenilerini geliştirmeyi
gerektiren nesnel değişmeler mutlaka olmuştur”a
odaklanacağız.
Ekonomik
ve toplumsal alanda yeni gelişmelerin olduğu; cevaplandırılması
gereken yeni sorunların ortaya çıktığı tartışma götürmez
bir gerçektir. Tabii ki, komünist olma, devrimci olma iddiası
taşıyan örgütler bu gelişmeler karşısında kayıtsız
kalamazlar. Bu, sorunun bir yönü. Sorunun ikinci yönü ise, TP'nin
“neyin değiştiğini...yeterince bilmiyoruz” demesine
rağmen “neyin değiştiğini yeterince” bilmesidir:
“Üstat” Althusser gibi TP de “damardan giriyor” ve ilk elden
“Marksizmin temel tezlerini yeniden ele almayı ve
yorumlamayı,... ikincil tezlerinin eskiyenlerini iptal edip
yenilerini geliştirmeyi” öneriyor.
“Neyin
değiştiğini...yeterince bilmiyoruz” diyor ama “Marksizmin
temel tezlerini yeniden ele almayı ve yorumlamayı gerektiren,
ikincil tezlerinin eskiyenlerini iptal edip yenilerini geliştirmeyi
gerektiren nesnel değişmeler mutlaka olmuştur” tespitini
yapabiliyor. Bu yöntem Post-Marksizmin, sağlı-sollu her türden
tasfiyeciliğin temel yöntemidir. Post-Marksist yöntem neyi konu
olarak ele alıyorsa -burada Marksizm- onun “temel tezlerini”
çıkartıp atmayı
değil,”yeniden ele almayı ve yorumlamayı”
gündeme getirir. Ancak tali olan ”tezlerin iptal edilmesini,
yenilerinin geliştirilmesini” önerir. TP, çıkışından
bugüne kadar Marksizmi bu yönteme göre yorumlamıştır: Sanki
“Marksizmin ikincil tezleri”ymiş gibi onun “temel
tezlerin”den sınıfın yerine “ezilenleri” koymuştur,
proletarya diktatörlüğünü silip atmıştır, sosyalizm bir
kalemde buharlaştırmış, tanınamaz hale getirmiştir, TP'nin
yüzünden Marksizm, Marksizm-Leninizm olamamıştır ama
“ezilenlerin Marksizmi” olmuştur! Böylece TP, “Marksizmin
temel tezlerini yeniden ele almayı ve yorumlamayı” Marksizmin
reddine; “yeni "bir Marksizm anlayışı” geliştirmeye
kadar götürmüştür. Post-Marksizmin de amacı buydu. Tali
tezlerin başına gelenler üzerinde durmaya gerek yok.
TP,
onuncu yılında bir muhasebe yapma gereğini duyar. Dergi 46. ve
47/48. sayılarında bu muhasebeyi de yapar. Açık ki, üstesinden
gelemediği bir sorun var. Ama Türkiye devrimci hareketini
küçümseme, ona yukarıdan bakma, evet yer yer hakaret etme tarzına
hiç de uygun olmayan bir giriş yapar; hemen herkesi ajitatif, övgü
dolu bir dille selamlar, cömertçe “mavi boncuk” dağıtır.
(Aşağıdaki alıntılar derginin 46. sayısındaki
“Post-Devrimcilik Dönemi” yazısından alınmıştır).
Sonra
“Post-Marksizm, Marksizmin artık bir teori ve politika olarak
bittiğini söylüyordu. Post-devrimcilik, devrimciliğin artık bir
eylemli politika olarak bittiği saptamasıyla kendine varlık alanı
arıyor” tespitini “Biz, bugün, Türkiye devrimci
hareketinin, ‘post-devrimcilik dönemi’ne girdiği kanısındayız”
tespitiyle birleştirir.
Post-Marksizm,
Marksizm olmayan Marksizmdir; “çakma” Marksizmdir; burjuvazinin
kabul edeceği, devrimci içeriği iç edilmiş Marksizmdir.
Post-devrimcilik de devrimci olmayan devrimciliktir, “çakma”
devrimciliktir, burjuvazinin çizdiği yasal sınırlar içinde
kalmaktır; burjuva düzeni yıkmak yerine burjuva düzeni
eksiklerinden ve hatalarından arındırmak mücadelesidir.
Türkiye
devrimci hareketinde umduğunu bulamayan TP, bu hareketin burjuva
politikalara koşulduğunu; burjuvazinin dayattığı çerçevede
mücadele etmeye razı olduğunu tespit edebiliyor. TP'ye göre
“Marksizmin genel alanı”nın şu veya bu noktasında yer
alan şu veya bu yapı, burjuvazinin dayattığı koşullar
çerçevesinde mücadele ediyor olabilir, ama birkaç tekil
“Marksizmin genel alanı”nı karakterize etmez.
Kendi
miladına göre on yıl önce (çıkarken) devrimci örgütlere; bir
bütün olarak Türkiye devrimci hareketine “alçakgönüllü”
tepeden bakışı, akıl hocalığı yerini başka bir aşamada daha
ileri bir aşamada tasfiyeciliğe bırakmış. On yıl içinde TP'de
tasfiyecilik, birinci aşamasından ikinci aşamasına geçmiş.
“Gelişen” TP, gelişen tasfiyecilik; gelişen Post-Marksizm
demektir.
Tasfiyeciliğinin
ikinci aşamasında TP, Türkiye devrimci hareketinin içinde
bulunduğu “krizi” “Post-devrimci” aşamaya geçmek olarak
tanımlıyor. Bu aşamada “mavi boncuk” dağıtmıyor;
küçümsemenin, hakaretin, “beni dinlemediniz”in “bini bin
para”.
Yorumsuz
aktarıyoruz:
Türkiye
devrimci hareketi TP-“koordinatları“na bakarak kendi yerini
tespit edebilir.
“Türkiye’de
bugün sol hareketin bütün üyeleri, şu ya da bu ifadelerle,
hareketin kendisinin “esaslı” bir kriz yaşadığını kabul
ediyor. Devrimci hareketin, yukarıda anılan dört örgütüyle
birlikte, “devrimci duruş”unu koruduğu kabul edilebilecek olan
öteki üyeleri de krizin varlığını açıkça tartışıyor.
Ancak, yaşadığımız, her geçen gün artarak, krizin de ötesinde
bir şey olduğu izlenimi veriyor. Günümüzün ağır basan kanısı,
krizin ‘aşıldığı’, devrimci hareketin krizin altında
kaldığı yönünde oluşuyor. Türkiye devrimci hareketi, yaklaşık
kırk yıllık ömrünü tamamlama tehlikesiyle karşı karşıya.
Artık tartışma, devrimcilikten sonraki bir ‘dönem’e ya da
‘sürec’e geçip geçmediğimiz üzerine yapılmalı; ve fırtına,
bir ‘devrimcilik dönemi’ ya da ‘süreci’nin Marksist
devrimci olarak nasıl başlatılacağı üzerine kopmalıdır”.
TP,
devrimci örgütlerin “Gelişme dönemleri(ni)
ve ‘son dönem”lerini tespit ediyor:
“Türkiye
devrimci hareketinin tarihini ‘gelişme dönemleri’ne ayırarak
izleyebiliriz. ‘Devrimsel makas’ın, dört gelişme dönemini
kapsadığını görüyoruz. Bugün, devrimci hareket, ‘son
dönem’ini geride bırakmış bulunuyor.
Devrimci
hareketin birinci gelişme dönemi 1973’ün başlarında bitirildi.
1974’te başlayan ikinci dönem 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle
sona erdirildi. Devrimci hareketin ikinci gelişme döneminin zirvesi
1977-78 yıllarıydı. Bu tarihten itibaren gelişme seyri
durduruldu. Üçüncü gelişme dönemi, 1984’te ölüm orucu
eylemiyle başladı ve 1990’da durdurularak 1992’de bitirildi.
1994-2000 dördüncü gelişme dönemiydi. Bu dönemin zirvesini 1996
oluşturuyordu. Dönem, 19 Aralık 2000’deki hapishaneler
operasyonuyla bitirildi”.
“2002’den
başlayan gelişme havasının, özellikle MLKP (Marksist Leninist
Komünist Parti) nezdinde önemli birtakım “yenilikler”
barındırdığı açıktır. Fakat, bunun aynı zamanda aldatıcı
bir bahar havası olduğu açığa çıkacaktı. Bu dönemin açık
ara öndeki ve inisiyatif sahibi örgütünün MLKP olduğunu
belirtmek gerekiyor. Bir anlamda, olumlu ve olumsuz boyutlarıyla
MLKP üzerinden izlenebilecek bu yılların ‘MLKP dönemi’ olarak
değerlendirilmesi abartılı olmaz.
MLKP,
bir yandan, post-devrimcilik döneminin farkındaymış gibi hareket
ediyor ve bu dönemi sonlandırmanın devrimci yollarını arıyordu,
öte yandan bazı yönelimleriyle sanki post-devrimcilik döneminin
asli bir ögesi gibiydi. Bu örgüt bu çelişik yönler bakımından
değerlendirilmelidir.
DHKP-C,
nasıl dünyaya gözlerini kapamış ve yedi yıl boyunca ölüm
orucu eylemine kilitlenmişse, MLKP aksine gözünü her şeye dikmiş
görünüyordu. Ölüm orucu eyleminde ısrar, nasıl ‘devrimcilik
süreci’nin kapanmasına karşı çetin bir direnişi temsil ediyor
idiyse, MLKP’nin tarzı, “eski gömlekler”in bir an önce
çıkarılıp atılması ve yeni bir devrimcilik tarzına
yönelinmesini çağrıştırıyordu. Kritik olan, bugün, her iki
tarzın da başarısızlığının neredeyse kesinleşmiş oluşudur.
MLKP,
açık alanda cüretkar hareket ediyor, yeraltında da adım adım
gayet kontrollü bir şiddet politikası izliyordu. (Kuruluşunun
onuncu yılını kutlama tarz ve şekli bu cüretin iyi bir
simgesidir.) Bu örgüt, bir dönem boyunca, devrimci hareketin eğik
düzlemdeki durumuna ters bir dinamikle canlı, atak ve girişken bir
etkinlik içinde oldu. Fakat, gelişme kısa sürdü. Yalancı bahara
ya MLKP de aldanmıştı, ya da bu yıllardaki politika tarzıyla
MLKP bizzat bu yalancı baharın ürünüydü. 2005’ten itibaren
başlayan karşı-atak bu örgütü durdurdu. Devletin karşı-atağı,
MLKP’nin çeşitli kesimlerdeki, öncelikle de açık alanda olduğu
söylenen güçlerini yerinde saymaya zorladı. (Tempolu fakat
doğurgan olamayan faaliyetin, “aktivistler”i yorduğu zaten
açıkça gözleniyordu.) Aslında, “merkezi” nitelikte olduğu
bildirilen operasyona uğradığı 2006 Eylülünden önceki bir-iki
yıl boyunca MLKP’nin eylemci güçlerinin yorulduğuna ilişkin
gözlemsel veriler birikiyordu. Kendini tekrar eden bir tarzla ve
yeni kan taşınamamasının sonucuyla bir yolun tıkanmaya başladığı
görülebiliyordu”.
Sonra
devrimci hareketlerde “güçsüzlüğün stratejisi”ni
tespit ediyor:
“Türkiye
devrimci hareketi, bütün ömrü boyunca güçsüz olmuştur. Ama,
geride bırakılan dört mücadele dönemi boyunca, bu azıcık güç,
varlığını idame ettirmeye yetmiştir. Günümüzün aciliyeti,
artık mevcut gücün mücadeleyi götürmeye yetememesidir.
Peki,
güçsüzlük bir suç mudur? Evet; otuz-kırk yıllık bir hareketin
hala ve hep güçsüz olması bir ‘suç’tur! (Ters açıdan,
güçsüz olmasına karşın devrimci niteliğini koruyarak
varolabilmesi büyük bir meziyettir!) Bu hareket, büyük güçlere
ulaşmış, büyük kavgalar vermiş ve sonuç olarak bugün zayıf
düşmüş bir hareket değildir. Bu hareket, hep güçsüzdü ve
bugün güç yitimini acil aşamada sürdürmektedir. Bu hareket, hep
küçük ölçekli kavgalar verebilmiştir ve ölçeği küçülen
kavgaları büyük ölçekli algılarla ifade etmeyi halen
sürdürmektedir”.
“Dördüncü
ve üçüncü gelişme dönemi olarak andığımız yıllarda
devrimci harekete dahil olmuş sadece iki ‘yeni’ örgüt vardır.
(MLKP ve DHKP-C ile TDP [Türkiye Devrim Partisi], bu anlamda ‘yeni’
örgütler olarak kabul edilemez.) Bunlar, TKİP (Türkiye Komünist
İşçi Partisi) ve TKEP/L’dir (Türkiye Komünist Emek Partisi /
Leninist). Bu yıllarda politik şiddet eylemleriyle kendini duyuran
DHP (Devrimci Halk Partisi) ve HKG (Halk Kurtuluş Güçleri) ile
birkaç küçük grup, süreci götüremedi ve kısa sürede iz
bırakmadan ortadan kalktılar. 1980’lerin sonlarından başlayarak
1990’ların sonlarına kadar, politikleşme niyeti beyan ederek
ortaya çıkan çok sayıda oluşum, ya politikleşme aşamasına
bile ulaşamadı ya da bu aşamayı geçse de devrimcileşemedi.
(Özellikle Köz Gazetesinde, ve Kaldıraç Dergisinde temsilini
bulan oluşumlar bu bakımdan öne çıkan az sayıda örnek
arasındadır.)”
Devamla
TP, “Türkiye devrimci hareketi, genel olarak varlık ve güç
olmanın ilk aşamasında kalakalmıştır" demekten kendini
alamıyor. “Strateji’nin sayısal ön koşulu”,
“Bolşevikler” (Rusya), “Kürt Ulusal Hareketi”, “Tutsak
sayısı” (“Türkiye devrimci hareketinin politik seyrini
hapishanelerdeki sayılarla da izlemek mümkün görünüyor”, “Oy
sayısı” ve “Şiddet
eylemleri” alanlarında veya konularında bir gezinti
yaptıktan sonra “Bu örnekler, ortada yapısal bir sorun
olduğunu gösterir mahiyettedir” sonucuna varıyor.
Anlaşıldı.
Türkiye devrimci hareketinin mevcut durumu belki de “yapısal
kriz” ile açıklanmak isteniyor.
Yazıda
son olarak Türkiye devrimci hareketi ve “Stratejinin kurgusal
kaçışı” ele alınıyor ve şu değerlendirme yapılıyor:
“Devrimci
hareketin önünde, kendi bugününü mahkum etmek için kendi
geçmişi bulunuyor öncelikle.
Başarı
ve yeterlik eşiğini bu ölçüde düşük tutan bir yaklaşım,
derin bir farkındalık ve umutsuzluk besliyordur. Bu kadar abartı,
gerçeğin bu ölçüde bozulması derin bir umutsuzluk, yaygın bir
kötümserliğin ifadesi olabilir. Bu ölçüde oransızlığın
farkında olmamak mümkün değildir.
Bu
küçücük ölçeklerle yetinmeyi politik tarz haline getirmiş
örgütsel yapıların geniş bir ufku ve sorunları derinden ve
ağırlığınca yaşama olanağı olamaz. “Mücadele”nin, “hesap
sorma”nın, “direnme”nin, ve nihayet “başarı”nın bu
kadar küçük ölçeklere indirgendiği bir ortamın hayrı
olamayacağı açık olsa gerektir.
Devrimci
hareketin bu zeminde yürüyeceği yol “tarihsel olarak”
kalmamıştır. Devrimci hareketimiz kuşkusuz bu yolu “politik
olarak” kat etmeye çalışmayı sürdürecektir”.
Böylece
Türkiye devrimci hareketi, “Post-devrimcilik” dönemine girmiş
oluyor!
“Post-Devrimcilik
Dönemi – 2” yazısından:
Bu
yazıda TP, tasfiyecilik konusunda adeta coşuyor, Marksizmden geriye
hiçbir şey bırakmama çabasını sergiliyor. Post-Marksizm nedir,
ne anlama gelir diyorsanız, adı geçen yazıyı mutlaka
okumalısınız. Beraber okuyalım:
“Başarılı
bir mücadele yürütmek, devrim yapmak ve sosyalist kuruluşa
yönelmek için özel olarak Marksist olmak zorunlu değil. Ancak
biz, bu ‘iş’i Marksist
olarak
yapmayı
öznelliğimiz bakımından zorunlu görüyoruz”.
Tamam,
burada devrimin yakın tanımı yapılmadığı için demokratik
devrim de kastedilmiş olabilir ve demokratik devrimde yer alanların
hepsi de mutlaka Marksist olmak zorunda değildir. Bunu anlıyoruz.
Ama TP, “devrim
yapmak ve sosyalist kuruluşa yönelmek için özel olarak Marksist
olmak zorunlu değil”dir
diyor. Yani burada sosyalist devrim ve “sosyalist
kuruluşa yönelmek”
söz konusu. Bunu bizim anladığımız dile çevirirsek: TP,
sosyalist devrim yapmak ve sosyalizmi inşa etmek için Marksist
olmaya gerek yoktur diyor. Bunu da Türkçeleştirelim: Sosyalizm
işçi sınıfına özgü değildir, Marksizm mutlaka işçi
sınıfının ideolojisi/teorisi/dünya görüşü değildir. Ya
nedir? İşçi sınıfı dışında kalan “ezilenler” de
sosyalizm için mücadele ederler; Marksizm onların da
ideolojisidir/teorisidir/dünya görüşüdür!
TP'ye
göre “Ancak
biz, bu ‘iş’i Marksist
olarak yapmayı
öznelliğimiz bakımından zorunlu” gördüğümüz
için sosyalizmle işçi sınıfı, Marksizmle işçi sınıfı
arasında bağ kuruyoruz.
Marksizm
ve sosyalist devrim, işçi sınıfı ve sosyalizm bağlamında
tasfiye ediliyor:
“Bu
ülkede başarıya ulaşacak ya da önemli bir eşiğe gelebilecek
bir Marksist
hareket,
Marksizmin
20.
yüzyılın ilk çeyreğinde girdiği devrimci ve muktedir yola
benzer bir işlev üstlenmeye en yakın aday olacaktır. Burada dile
getirilmeye çalışılacak bütünsellikle gerçekleşirse, Marksizm
dünyanın dört bir yanında her an ve an bitimsiz mücadele yürüten
ezilenlerin yeniden bayrağı; Marksist örgütler ezilenlerin
kurmayı ve karargahı; Marksist hareketler ezilenlerin ordusu
olabilecektir”.
Şimdi
daha iyi anlıyoruz. Söylenen oldukça açık: 20. yüzyılın ilk
çeyreğinde Marksist hareketin başarısı Ekim Devrimiyle
taçlanmıştı. Ama bugün, 21. yüzyılda Marksizm veya Marksist
hareketler ancak ve ancak “ezilenler”le bağlam içinde;
“ezilenlerin kurmayı ve karargahı” olursa başarılı
olacaktır. Sağda-solda duyduğum, okuduğum benzeri anlayışların
kaynağını hep merak etmiştim. Şimdi öğrenmiş oldum.
TP,
parti olmaya hazır, ama “asker”i yok...
“Günümüzde,
‘Bütünsel Marksizm’in, bir başka deyişle, ‘Ezilenlerin
Marksist Partisi’nin varlığının önkoşulları ‘programatik’
terimlerle belirmiştir”.
Demek
ki, TP'nin on yıllık çabası sonucunda şekillenen Post-Marksist
anlayışları, “Ezilenlerin
Marksist Partisi’nin varlığının önkoşulları”nı
“programatik”
olarak oluşturmuştur. Bu, tamamen yeni bir durumdur; TP, varoluş
sürecinin ikinci dönemine partileşecek derecede güçlü giriyor
ve uluslararası komünist hareketin; Marksizm-Leninizmin tarihinde
görülmemiş bir partiden, “Ezilenlerin
Marksist Partisi”nden
ve onun varlığının önkoşulu olan programatik belirlemelerden
bahsediyor.
Böyle
bir aşamaya girdiğini de şu ifadelerle açıklıyor: “Teori
ve Politika’nın uğraşını, bir anlamda, burada dile getirmeye
yöneldiğimiz ‘program’ın öncüllerini ortaya koymak şeklinde
ifade edebiliriz. Teori
ve Politika, on küsur yıldan beri ortaya koyduğu Marksizm
anlayışının politik belirimlerinin vücut bulacağı bir döneme
girmekte olduğumuz görüşündedir”.
TP,
kendi deyimiyle varlığının ilk on yılında “Marksizmin
bileşenlerinin, önü alınamaz parçalanması”nı
kendine temel sorun edinmiş. Parçalanmayı belki engelleyememiş,
belki izlemiş ama sonunda olan olmuş ve Türkiye'de Marksizm
parçalanabileceği kadar parçalanmış; adeta atomlarına ayrışmış
ve bugün (yani TP'nin ikinci dönem başlangıcında) parçalanmanın
sınırına ulaşılmış.
“Bugüne
kadar önceliğimiz, Marksizmin bileşenlerinin, önü alınamaz
parçalanmasıydı. Marksizm, bileşenleri nezdinde parçalanmıştı.
Bileşenler hala ayrı, ama merkezkaç eğilimin sınırlarına
ulaştığı görüşündeyiz”.
Tam
da böyle bir ortamda TP,
“Marksizmin bileşenlerinin görece somut formlarda karşılaştırmaya
çalışmanın verimli olabileceği bir iklime doğru hareket halinde
olunduğunu değerlendiriyoruz” diyerek
Marksizmin
bileşenlerini -varlığının ilk on yılı boyunca yaptığı
gibi- yeniden ela almanın; onlara doğrunun-yanlışın ne olduğunu
göstermenin; onlara akıl vermenin; TP'yi dinlemezseniz bitersiniz,
zaten “Post-devrimci döneme” girdiniz demenin zamanının
geldiğini düşünmektedir.
TP,
Türkiye devrimci hareketini, “Post-Devrimcilik Dönemi”
yazısının ilkinde yok olmaya, başarısızlığa mahkum ediyor,
onun “Post-devrimci dönem”e girdiğini iddia ediyor ve sonra,
ikinci yazıda da onu kurtarmaya, ona yeniden bir can vermeye
soyunuyor ve hepsinin birleşebileceği; bütünleştirici Marksizmin
oluşturulmasının ifadesi olan bir programatik anlayışın var
olduğunu savunuyor. Bu da TP'dir:
“Sözünü
ettiğimiz gelişmeyi, somut çağrışımlar yapması bakımından
‘program’ terimiyle ifade edebiliriz. Teori ve Politika’nın
yarattığı birikimin; kapsamı, hedefi ve amacı, özgül yol ve
yöntemi olarak bir teorik programın çıkarılması için öncüller
ortaya koymaya yeteceği görüşündeyiz. Bir başka düzlemde,
politik taktik alanda, devrimci hareketin karşılaştığı ve
birçok durumda anlamlı ayrımlara vesile olan sorunların mahiyeti
ve bu sorunların politik devrimci öznelerde yol açtığı özgül
ve ayırt edilebilir soyutlama yönelimi ile, Teori ve Politika’nın
bunlara ilişkin tutum ve görüşlerinin yarattığı toplam
manzaranın, oluşturduğu birtakım değişmez unsurların yol
göstericiliğiyle, taktik uygulamaya ön gelecek bir ‘programatik’
manzume ortaya koymaya yeteceği günlerin geldiği kanısındayız.
Yani meseleleri artık programatik terimlerle ifade etme aşamasında
olduğumuza kaniyiz”.
Ama
hemen arkasından bu işin kolay kolay gerçekleşemeyeceğini,
“tarihin
her döneminde birden fazla Marksizm anlayışı oldu”,
“Teori
ve Politika (ise), bir tür Marksizmin bütünsel karşılığını
ifade etmeye çalışageldi”
tespitini yapıyor. Belki de o “birden
fazla Marksizm”ler
TP'nin “bir
tür Marksizmi”ni
kabul etmiyorlar, yanlış buluyorlar? Bu durumda ne olacak? Her
halükarda TP, karamsarlaşıyor; dağınık olmanın; TP'nin
“bütünleştirici
Marksizmi”
çatısı altında, onun “hegemonya”sını kabul ederek bir
araya gelmemenin, yani “Birden
fazla Marksist akımın ve Marksizm anlayışının aralarında
herhangi birinin hegemonyası kurulmadan ortalarda dolaşmasının
Marksizme hiçbir yararı olamaz”
görüşüne varıyor ve “görünür
gelecekte bu konuda çarpıcı olumlu gelişmelerin yaşanmayacağını
öngörü(yor)”.
TP,
varlığının ikinci döneminin başlangıcında; ilk dönemde, ilk
on yıl içinde neden “mavi boncuk” dağıttığını ve elde
ettiği sonuçları açıklıyor:
“Teori
ve Politika, toplam varlığı içinde kendinin ancak bir teorik akım
olarak yer kapladığı bu Marksizm anlayışının politik varoluşu
için de misyon ifade etmek zorundadır”.
Kendini
düşünmenin, teori oluşturmanın, ideoloji geliştirmenin
merkezinde görüyor, işin pratik-politik kısmını da devrimci
örgütlere havale ediyor. Yani teorik duruşuyla bu örgütleri
etkisi altına alacağını ve böylece teorisini güce
dönüştürebileceğini sanıyor. Yani TP, ilk on yılı boyunca
“ben düşünürüm” “sen uygularsın” mantığı
çerçevesinde Türkiye devrimci hareketiyle ilişkilenmek istemiş.
İlk on yıllık süreçte “Teorik
bir akım olarak” “politik var oluş için misyon”unu
Türkiye devrimci hareketi üzerinden gerçekleştirmeyi amaçlamış.
Bu çabasında başarılı olmadığını da şu sözlerinden
anlıyoruz:
“Ancak,
içinde bulunduğumuz dönemde, bütünsel ifadesini Teori ve
Politika’nın çabasında bulan bu Marksizm anlayışının politik
karşılıkları bulanık ve çelişik bir varlık gösteriyor. Deyim
uygunsa, Teori ve Politika’ya uygun Marksizm anlayışı, politik
olarak, devrimci örgütlerin bazılarında sınırlarına gitmeye
direnen bir eğilim olarak, bazılarında çelişik ve yanal bir öge
olarak varken, devrimci olan ya da olmayan politik çevrelerin
toplamında elle tutulamayan bir etki olarak ve zayıf bir şekilde
‘var’dır”.
Hemen
arkasından TP, birden bire cüretleniyor. “Marksizmin
teorik ve taktik özgüllüğü olarak gördüğü kendi Marksizm
anlayışını daha tok sesle ortaya koymak”tan,
“onun
politik karşılıklarını daha enerjik ve amaca yoğunlaşmış
tarzda aramak(tan)
ve yaratmaya”
çalışmaktan bahsediyor. Bahsetmekten de ileri gidiyor ve
kovarım-kovulursun diye tehdit ediyor: “Böyle
bir Marksizmin, ezenlere ait ve ezilenlere ait öteki dünya görüşü,
ideoloji, doktrin ve politika yapılarıyla bulaşık olan, hatta bu
yapıların egemen olduğu Marksizm anlayışlarına egemen olması
ya da onları kendi alanından kovması gerekmektedir”.
“Böyle
bir Marksizm” TP-Marksizmidir. Ona uymak zorundasın. Aksi
taktirde o “alan”dan kovulursun!
Bana
öyle geliyor ki TP, birilerine mesaj gönderiyor, resmen, verdiğiniz
sözü tutun dercesine azarlıyor, yeter artık diyor; yoksa ben
parti kurarım diye tehdit ediyor.
Sonra
TP, “Marksizmin teorik ayıraçları”nı açıklıyor:
“Marksizm
işçi sınıfının ideolojisi –ya da çoğu örnekte aynı
anlamda, bilimi– değildir. Bilakis, işçi ideolojilerinin
dar-görüşüne karşı mücadele içinde belirmiş ve gelişmiştir.
Marksizm, ideolojik olarak, bir din gibi kapsayıcı olmak
bakımından, ezilenlerin kurtuluş ideolojisi olarak şekillenmiştir.
Bu, bazı yerlerde işçi hareketinin, bazılarında köylülerin,
bazen ezilen bir ulusun, dinsel topluluğun, tercihen bir mücadele
birimindeki ezilenlerin tümünün kurtuluş ideolojisi olarak
belirebilir”.
Bu
ifadeler TP'nin Marksizme ne kadar uzak olduğunu gösterir. TP,
kendi Marksizmi uğruna işçi sınıfı “düşmanlığı”
yapabilmektedir. Bu, klasik bir küçük burjuva anlayıştır;
Post-Marksizmin temel savlarından birisidir ve yeni de değildir. TP
gibilerinin bütün çabası, herkesin sahiplenebileceği bir
Marksizm ortaya çıkartmak için Marksizmin işçi sınıfının
ideolojisi olduğunu, onun bilimi olduğunu reddetmektir. Marksizmi
sınıfsızlaştırmak, işçi sınıfını ideolojisizleştirmek,
bilimsizleştirtmek; işte bu TP'nin kökten tasfiyeciliğidir. Bu
coğrafyada Marks'ten, Engels'ten, Lenin'den, Stalin'den,
Marksizm-Leninizmden, proletarya diktatörlüğünden
bahsedilmesinden, Marksizmin işçi sınıfının ideolojisi, bilimi
olarak kabul edilmesinden duyduğu nefret yukarıdaki cümlelerine
yansıyor.
Batı
Post-Marksizminde TP'nin bu ısrarını pek göremezsiniz. Batı'da
Post-Marksistler, şüphesiz ki, TP'den daha az, daha basit, sıradan
demagoji yapmazlar. Ama iki sözlerinden birisi de Marksizmin işçi
sırfının ideolojisi ve bilimi olmadığını tekrarlamak olmaz.
Doğru, onların yeni bir Marksizm oluşturmak gibi, tarihi
kendileriyle başlatmak gibi bir iddiaları yoktur; bütün sorunları
en fazlasıyla Marksizmi burjuvazinin kabul edeceği bir duruma
getirmektir; “zararsız”laştırmaktır. TP öyle değil; TP,
coğrafyamızda tarih yazacağını sanıyor; Marksizmin oluşlum ve
gelişme tarihini silebileceğini, yerine kendi anlayışını
koyabileceğini sanıyor. O, bunu, Marksizmi birden çok sınıfın,
köylünün, başkaca emekçilerin, küçük burjuvazinin,
zanaatçının, ezilen ulusların, dinsel toplulukların, örneğin
“Cübbeli
Ahmet Hoca efendi”nin, Aczmendilerin;
bir bütün olarak “ezilenlerin
tümünün kurtuluş ideolojisi olarak”
görmek istiyor.
Marksist
olduğunu söyleyen TP'nin, Marksizme karşı neden bu denli acımasız
mücadele ettiğini anlayamıyorum. TP'nin düşünce yapısı
Althusser “üstat”ın düşünce yapısının tıpa tıp aynısı.
Şöyle açıklamaya çalışalım. TP,
“Marksizmin
teorik ayıraçları”ndan
bahsederken bazen yolunu şaşırıyor, bazen de kendine geliyor.
“Olgunlaşmış” Marks ve “olgunlaşmış” Marks'ın
Kapital'inden bahsedince TP'nin “cin atına” bineceğini
biliyoruz, ama olsun, buna rağmen Mark'ın Kapital'inden biraz
bahsedelim: Marks, bu yapıtında kapitalist üretim biçimini analiz
eder. Vardığı temel sonuçlardan birisi de şudur: Kapitalist
üretim biçiminden üretim araçları özel mülkiyettedir. Buna
dayalı olarak sistemin iki ana sınıfı vardır; hakim sınıf
konumunda olan burjuvazi ve işgücünü satmak zorunda olan işçiler
(işçi sınıfı). “Olgunlaşmış” Marks,
Kapital'de soyutlama yöntemiyle, özelden genele, genelden özele
gitme yöntemiyle vb. düşüncelerini (yani Marksizmi) işçi sınıfı
ile salt teorik olarak ilişkilendirmez, tersine işçi sınıfının
bu sistemi yıkacak yegane sınıf olduğunu ve neden bunun işçi
sınıfı olduğunu ve başka bir sınıfın olamayacağını
anlatır. TP'nin bir türlü kabullenemediği de budur. Ona göre
işçi sınıfı “bir
kavramdır ve kavramın, üretim güçleri içinde canlı üretim
gücü olarak ortaya konmasıyla, şu ya da bu ülkede ya da bölgede,
fabrikada eylem yapan işçiler ile bu kavramsal varlık arasında
kategorik bir ayrım vardır”.
Yani TP, kavram olarak işçi sınıfında işçiyi göremiyor. Neyi
görüyor? İşçi sınıfının elle tutulur, gözle görülür
olanını görüyor; yani “şu
ya da bu ülkede ya da bölgede, fabrikada eylem yapan işçiler”i
görüyor. Belli yapıları, belli olguları, belli gelişmeleri
görüyor.
TP,
görünüşte Marksizmi savunuyor. Onun “savunduğu” Marksizmin
kurucuları olan Marks ve Engels, Komünist Manifesto'da “Ama
burjuvazi kendisine ölüm getiren silahları yaratmakla kalmamıştır,
bu silahları kullanacak olan insanları, çağdaş işçi sınıfını,
proleterleri de yaratmıştır” diyorlar. Bu tespitin TP
açısından bir anlamı var mı? Sanmıyorum. Öyleyse geçelim!
Devamla
TP, “İşçi
sınıfı(nı)
kapitalizmin temel ezilen sınıf(ı)”
olarak niteliyor. Sömürülen değil, “ezilen” kavramını
kullanıyor. Cümlenin ikinci kısmın da ise “ama
bu sınıf bir politik konjonktürde hareket halinde olan işçi
topluluklarında somutlanmaz”
diyor. Peki, nerede somutlanır? “Bir
politik konjonktürde hareket halinde olan işçi toplulukları”
işçi sınıfı değilse işçi sınıfı nedir? TP, “bir
kavramdır” dedim diyecek. TP'ye
göre “Marksistler
dahil, herhangi bir politik hareketin bir konjonktürde, ya da bir
olaylar tarihinde ilişkileneceği bir sınıf yoktur”.
Doğrudur, “bir
politik hareket bir konjonktürde, ya da bir olaylar tarihinde”
mutlaka
birden fazla sınıfla ilişkilenir. Örneğin bir grevde işçi
sınıfının veya TP'nin deyimiyle “eylem
yapan işçiler”le
ve aynı zamanda kapitalist sınıfla veya karşı eylem anlamından
“eylem yapan” kapitalistlerle ilişkilenir. Örneğin sağlık
alanında yeni yasalar söz konusu olduğunda toplumdaki bütün
sınıflarla, sosyal tabakalarla ilişkilenir. TP, bu cümleyi oraya
neden sıkıştırmış pek anlayamadım. Ve anlıyoruz ki, TP,
işçilere karşı değil, ama işçi sınıfına karşıdır:
“Teori
ve Politika’nın işçiciliğe karşı çıkışı, herhangi bir
tarihte geçerli ama içinde bulunduğumuz tarihte geçersizleşmiş
bir sınıf anlayışına değil, kapitalizm boyunca geçerli olan ve
tamamen teorik bir yaklaşıma dayanmaktadır”.
İşçi sınıfı, “teorik” olduğu için ona karşı!
Anlaşılıyor,
TP'ye göre teoride ve kavramda işçi sınıf vardır; eylemde,
hareket halinde işçi sınıfı yoktur. Onun yerine tekil bireyler,
tekil “çalışanlar”, “ezilen”ler vardır: Eylem, hareket
halinde işçi sınıfı, sınıf olmadığı için tekil
bireylerdir, “ezilen” bireylerdir.
M.
Foucault, diyalektiği reddini hocası Althusser'den almıştır.
Onda yeni olan, nesnel gerçeğin, tanınabilir bir dünyanın
varlığının reddidir. Böylece Foucault'nun Post-yapısalcı
düşüncesi Post-modernizm için iyi bir bağlantı noktası
oluşturur.
Foucault
şöyle der: “İsyanın
yer belirlemesi yoktur, ayaklanmanın ruhu yoktur, ayaklanmaların
veya devrimcilerin katışıksız yasasının kaynağı yoktur. Bunun
yerine, her biri kendine özgü bir durum olan dirençlerin çoğulluğu
vardır“.
Böyle düşününce ortada ne ilerici bir toplum bilimi kalır ne de
devrimci özne olarak işçi sınıfı. TP de işçi sınıfını
değil de sadece “şu
ya da bu ülkede ya da bölgede, fabrikada eylem yapan işçiler”i
görüyor.
M.
Foucault ve TP aynı düşüncedeler.
Burada
TP'nin öznelciliği çok belirgin olarak görülmektedir.
Althusser,
“özneyi” tarihten aforoz etmişti. TP de “Tarihi
öznesiz bir süreç olarak ele almak Marksizmin bilim bileşeni
bakımından... zorunlu(dur)”
diyor. Ama aynı zamanda “mücadeleyi
özneli ele almak da Marksizmin politika bileşeni bakımından aynı
ölçüde zorunludur”
diyor. Ne oldu şimdi? Özneyi tarihten silmek “Marksizmin
bilim bileşeni bakımından”,
ama “mücadeleyi
özneli ele almak da Marksizmin politika bileşeni bakımından”
zorunlu
oluyor. Bu durumda bilim açısından, teorik olarak özneyi tarihten
siliyoruz, ama sorun somutlaşınca, gözle görülür, elle tutulur
olunca; yani mücadele söz konusu olduğunda öznesiz olmuyor. Bu
durumda tarih öznesiz, mücadele
ise özneli oluyor.
Komünist
Manifesto'da Marks ve Engels “Bugüne
kadarki tüm toplum tarihi, sınıf mücadeleleri tarihidir”
diyorlardı. TP'nin anlayışına göre “Bugüne
kadarki tüm toplum tarihi, sınıf mücadeleleri tarihidir”i
açıklamak biraz güç olur.
Durumun
ne çerçevede ele alındığını sonrasında gelen anlayıştan
çıkartıyoruz: “Mücadelenin
öznesi bizzat mücadelenin kendisi tarafından yaratılır ve bu
özne devrimi yapar! Zaten yapmak ya da etmek bir özneye mahsus
değil midir? Ne ezilen işçiler ne de öteki ezilenler kendinde
öznelik niteliği taşır. Mücadele eden özne olur; ve devrimi
yapar”.
TP,
şunu diyor: Kapitalizmde mücadele eden özne olur. Bir kavram
olduğu için işçi sınıfı değil, ama işçiler mücadele
ediyorlarsa özne olurlar. Eğer etmiyorlarsa özne olamazlar. Eğer
“ezilenler” mücadele ediyorlarsa onlar özne olurlar ve mücadele
eden özne aynı zamanda devrim yapan öznedir. Görünüşte pek
yanlış bir şey yok. Ama anlayışın biraz sağına soluna
bakarsak farklı şeyler görürüz. 1970'li yıllardan itibaren
Post-Marksizm özne olarak işçi sınıfından umudu kestiği için
yeni özne arayışına girişmişti ve buldu da; sosyal hareketler
ve taşıyıcıları. Yani Negri'nin “çokluk”u ve TP'nin
“ezilenler”i. Bunlar, sosyalist devrimin -emperyalist ülkelerde
başka bir devrim düşünülmeyeceği için- özneleri oluyorlar;
yani Avrupa ve Dünya Sosyal Forumundaki sosyal hareketlerin
taşıyıcıları -bunların çoğunluğu antimarksisttir- sosyalist
devrim gerçekleştirecekler. Bu anlayışın Türkiye versiyonunda
da “ezilenler” sosyalist devrimi gerçekleştiriyorlar. TP bunu
anlatıyor.
Bu
durumda ne oluyor? Örneğin Marksizme veya Marksizm-Leninizme göre
tarihsel misyonu gereği, en azından teorik olarak kapitalizmi
yıkması gereken işçi sınıfı “yan gelmiş yatıyor”, ama
“Occupy”ciler işgal diyorlar, neredeyse kapitalizmi merkezinde
yok edecekler. TP, bundan ne sonuç çıkartıyor? 'İşçi
sınıfından bir hayır gelmez, ne varsa hareket halinde olanlarda,
“seferi” olanlarda vardır; onlar da şu an için
“Occupy”cilerdir, ama yarın başkaları olabilir' diyor..
Öyleyse özne “seferi” durumda olanlardır! Bu konuda “en
Marksist”, TP'den daha akıllı; hareket halinde olanların hepsini
antikapitalist ilan ediyor. Antikapitalizm dünya çapında ortak
duygu ve düşünceye dönüşüyor diyor; böylece dünya çapında
kapitalizmi yıkacak hareket halindeki özneleri tespit etmiş
oluyor; artık ne yaparsan yap, ne düşünürsen düşün “Occupy”ci
olarak bütün eylemin, sana rağmen kapitalizme karşıdır!
TP
de her şeye karşı! Anladık, kavram olarak işçi sınıfına
karşısınız, Marksizm-Leninizme karşısınız. Lenin, en
fazlasıyla bir “yükselti”dir.
Tarih, öznesizdir vb. Ama aydınlanmacılığa neden bu kadar
karşısınız bunu bir tülü anlayamadım. TP, hem güncel hem de
tarihsel olarak aydınlanmacılığa ateş püskürüyor. Acaba TP,
varoluş tarihi boyunca kendine bir “aydınlatan” misyonu mu
biçti de yanı başında başka bir “aydınlanma” anlayışına
karşı geliyor diye düşünüyorum. Veya tarihsel olarak
baktığımıza aydınlanmacılık sürecinde sadece sınıflar söz
konusu olduğu ve genel olarak “ezilenler” söz konusu olmadı
diye mi ateş püskürüyor? Anlayamadım.
Nedir
tarihsel olarak aydınlanmacılık? Tarihsel olarak aydınlanmacılık
yükselen burjuvazinin feodalizme ve dinsel kurumlara karşı bir
emansipasyon hareketidir; ilericidir; sonuçları devrimcidir. En
gelişmiş haline Büyük Fransız Devriminde ulaşmıştır.
Yükselen burjuvazinin iktidar olmasıyla devrimci barutu bitmiş ve
onun aydınlanmacılığı da gericiliğe dönüşmüştür.
Günümüzde bu gericilik kendini nasıl ifade ediyor diye sorarsak
kısaca şunu söyleyebiliriz: Günümüzde
burjuva aydınlanmacılık, emperyalist burjuvazinin önderliğinde
insanlık tarihinde birikmiş ve tarihe mal olmuş ne kadar ilerici,
devrimci değerler varsa onların hepsinin topa tutulması,
yadsınması ve yok sayılması demektir. Kapitalizm, burjuva sistem,
Marksizm-Leninizme karşı mücadelesinde işçi sınıfının,
emekçi yığınların ve sömürge ulusların elinde kendine karşı
mücadele aracı olabilecek bütün güncel ve tarihsel ilerici
değerlere de saldırmaktadır. Bu mücadelesini günümüzde daha
sistematik, daha kapsamlı sürdürmektedir. Emperyalist burjuvazi,
insanlığı tarihsizleştirme, belleksizleştirme çabası
içindedir. Bunu tekdüze görünümlü ideolojisiyle, felsefesiyle
yapmamaktadır. Gerektiğinde Marksizme, Marksizm-Leninizme
“sarılarak”, “sol” görünerek de mücadelesini
sürdürmektedir. Örneğin Post-Marksizm bu mücadelede önemli bir
rol oynamaktadır. Örneğin “ezilenlerin Marksizmi”,
Post-Marksizmin bir yansıma biçimi olarak bu mücadelede belli bir
yere sahiptir. Açık ki, ideolojik ve felsefi açıdan emperyalist
küreselleşme ile söz konusu “post” ve “post”un da “post”u
akımlar arasında; yani Althusser'cilik, yapısalcılık, yapısalcı
Marksizm, Post-Modernizm, Post-Marksizm, “Ezilenlerin Marksizmi”
arasında derin ideolojik bir bağ vardır. Günümüzde burjuvazinin
aydınlanmacılığı budur. TP de, Post-Marksizm bağlamında bu
aydınlanmacılığın bir parçasıdır.
Aydınlanmacılığı,
devam eden süreçte burjuvaziye karşı iktidar mücadelesi veren;
kapitalizmi yıkmak sosyalizmi kurmak isteyen proletarya
devralmıştır. Proletaryanın aydınlanmacılığı da toplumsal
güçleri sermaye iktidarına karşı mücadelede harekete geçirmek
amacını güder. TP bundan neden rahatsız olur ki?
TP,
aydınlanmacılığa neden karşı olduğunu açıklıyor:
“Aydınlanmanın
en büyük tarihsel sorunu, “tarih”i kendisiyle başlatmasıdır.
İnsan ancak Aydınlanarak bilinçlenmiştir! Aydınlanmacı Marksizm
de Aydınlanmacılığın bu en büyük tarihsel sorununu aynen
devralmıştır: Tarih burjuvazi ve işçi sınıfıyla
başlamıştır!”.
Tabii
bu, maksatlı bir tarih yorumudur, anlayışıdır. Burjuva
aydınlanmacılığının ön tarihi de vardır, sonrası tarihi de
vardır. Bu anlamda burjuvazi kendi tarihini kendisi ile başlatır.
Bundan doğal bir şey de yoktur. İşçi sınıfıyla birlikte de bu
sınıfın tarihi başlar.
Ama
TP bu anlayışta değildir. Marks ve Engels'in “Bugüne
kadarki tüm toplum tarihi, sınıf mücadeleleri tarihidir“
deyişinde TP hiçbir şey anlamaz. ”Bugüne
kadarki toplum tarihi“nde
burjuvazi ve işçi sınıfı var oldukları tarihsel dönemin
belirleyici özneleri olarak kendi tarihlerini de yazmış olurlar.
TP'yi rahatsız eden de bu tarih içinde ”ezilenler“in sınıf
olmamasıdır veya ”ezilenler“in olmadığı anlayışıdır,
sınıf olarak olmadığıdır.
“Aydınlanmacı
devrimcilik, ezilenlerin kapitalizmden önceki toplumsal
formasyonlarda binlerce yıl boyunca verdiği mücadelelerin engin
deneyimine hakarettir; Aydınlanmacı devrimcilik, kapitalizme geçiş
koşullarında burjuvazinin devrimci temsilcileri ile işçilerden
başka ezilenlerin mücadelelerine hakarettir”.
Şimdi
anlaşılıyor.
“Aydınlanmacı devrimcilik, ezilenlerin kapitalizmden önceki
toplumsal formasyonlarda binlerce yıl boyunca verdiği mücadelelerin
engin deneyimine”
değer vermediği için; “Aydınlanmacı
devrimcilik, kapitalizme geçiş koşullarında burjuvazinin devrimci
temsilcileri ile işçilerden başka ezilenlerin mücadelelerine”
önem vermediği için TP, “aydınlanmacı
devrimciliği” “ezilenlerin mücadelesine”
bir “hakaret” olarak görüyor.
Ama
TP, Marksizmin insanlık tarihinde her ilerici, devrimci düşünceyi
sahiplenerek oluştuğunu ve geliştiğini; Marksizmin burjuva toplum
formasyonu öncesindeki formasyonlarda (üretim biçimlerinde);
kölecilikte ve feodalizmde o sistemlere karşı; köleci, feodal
düzene karşı mücadelenin yanında olduğunu; bu mücadeleleri
sürdüren yığınların ilericiliğini sürekli vurgulamış
olmasını bilmek ve durmak istemiyor. Marksizm bu açıdan onu
ilgilendirmiyor.
Aydınlanmacı
devrimcilikte “Söz
konusu olan, ... toplumu aydınlatma, modernleştirme mücadelesidir.
Burjuvazinin yarım bıraktığı ve gerekirse ona
karşı da onun ilkeleriyle yürütülecek bir mücadeledir. Devrimci
zamanında bu mücadelenin misyonu burjuvaziye aitti, bugün de ya
burjuvaziyle birlikte ya da ona karşı proletaryaya ait olmalıdır.
Bu anlayış, Marksizmi, burjuvazinin ilerleme mirasını devralmış
bir doktrin, politik mücadeleyi işçi sınıfının ontolojik
varlığına bağlı bir etkinlik –öteki her ontolojik gerçeğin
ikincil alındığı bir anlayış– olarak kabul eder. Ancak, eğer
burjuvazinin halletmediği, yarım bıraktığı işler varsa onları
da proletaryanın üstlenmesiyle yürünecektir”.
Şimdi
anlaşılıyor: Demek ki, aydınlatmacı devrimcilik “toplumu
aydınlatma, modernleştirme mücadelesidir”.
Bu mücadeleyi burjuvazi devrimciyken yürütmüş. Sonrasında da
devrimci barutu bittiği için bu mücadeleyi proletarya devralmış
ve onun yarı bıraktığı aydınlanmacılığı,
gerekirse ona karşı da sürdürmüştür. Bu yapılırken
“öteki her ontolojik gerçe(k)
ikincil alın(mış)”.
TP, “öteki
her ontolojik gerçek”
ile “ezilenleri” kastetmektedir.
Tarihsel
materyalizmin nesnel yasaları böyle gelişmiş ve ilerlemişse
bunun sorumlusu Marksizm mi? TP, her ne kadar tarihsel materyalizme
inanmasa da tarihin böyle gelişmesinde “olgunlaşmış” Marks
ve Engels'i sorumlu tutuyor.
Marksizmin
aydınlanmacılığı açıktır ki, işçi sınıfının tarihsel
misyonunu ön planda tutarak toplumsal tabakaların burjuva, varsa
feodal sistemlere karşı mücadelesini içerir. TP,
aydınlanmacılığın sınıfsal karakterinin olmasından rahatsız
oluyor, ama “ezilensel” karakteri olsaydı, belki de bu kadar
öfkelenmeyecekti!
“Burada
Aydınlanmacı Marksizmin iki ayrı eğilimi vardır. Biri,
burjuvaziyle birlikte bugün de birtakım yolların yürünebileceğini
savunur; öteki, burjuvaziyle yürünecek bir yol kalmadığını ve
artık mücadelenin burjuvazinin tarihsel ilkelerini edinmiş bir
proletaryanın omuzlarında, burjuvazi dahil her türden eski ilişki
ve güce karşı olduğunu savunur. Yani burjuvazinin silahları ona
karşı kullanılacak ve bu savaştan zafer beklenecektir!
Pratik-politik Marksizm alanında yer alan örgütlerin çoğunun
yaklaşımı ikincisidir”.
TP,
burada çok doğru bir değerlendirme yapıyor: Gerçekten de hangi
kapsamda olursa olsun demokratik devrim söz konusu olduğunda
emperyalizme ve yerli işbirlikçi sınıflara karşı işçi sınıfı
diğer bütün toplumsal tabakaları, TP'nin deyimiyle bütün
“ezilenler”i örgütlemek zorundadır. Sosyalist devrim söz
konusu olduğunda ise en yakın müttefiklerini örgütlemek
zorundadır.
“Türkiye’de
bugün, her iki eğilimden Aydınlanmacı Marksizm anlayışı
egemendir. Kürt Hareketine şu ya da bu gerekçeyle uzak duranların,
mücadelede işçi sınıfına önsel ontolojik ayrıcalık
bahşedenlerin, Cumhuriyetin getirdiği kazanımları –Kemalistlerle
birlikte ya da onlara da karşı– savunmayı önemseyenlerin,
laikliğin savunulması gereken bir ilke ve uygulama olduğunu
benimseyenlerin, bugün asıl mücadelenin somut devlet aygıtının
kendisine değil emperyalist güçlere karşı olması gerektiğini
ileri sürenlerin, ... tümü, şu ya da bu şekilde, her zaman
pratik-politik olarak değil ama, anlayış olarak bu Aydınlanmacı
Marksizm, ya da daha doğru ifadeyle Aydınlanmacı sosyalizm
anlayışının izleyicileridir”.
Çok
doğru, onlardan birisi de benim.
TP'nin
ruh halinde yazı boyunca inişlerin-çıkışların olduğunu
görüyoruz; yeri geliyor, karamsarlık sergiliyor, yeri geliyor öğüt
veriyor, yeri geliyor küçümsüyor, yeri geliyor cüretkarlaşıyor,
adeta meydan okuyor. Örneğin şöyle:
“Marksizmi
genel bir sosyalizm hatta solculuk içinde eritmeyeceksek, Marksist
olmak bakımından katı olmayı sürdürmeliyiz. Bu türden bir
ayrım, bugün “Marksist-Leninist” birçok örgüt ve akımı
Marksizm dışına atmaktan çekinmeyecektir”.
Burada
biraz da tehdit var. Sanki birilerine mesaj veriyor ve verdiğini
sözü tut, hizaya gel, yoksa seni de “Marksizm
dışına atmaktan”
çekinmem diyor. TP, kime mesaj veriyor acaba?
Kime
veya “mavi boncuk” dağıttığı hangi örgüte mesaj verir, onu
bilemem, ama TP, antimarksist kalmakta taviz vermemeliyiz, katı
olmalıyız, ısrarlı olmalıyız diyor. “Marksizmi
genel bir sosyalizm .... içinde eritmeyeceksek, Marksist olmak
bakımından katı olmayı sürdürmeliyiz”
sözünden başka bir şey anlamıyorum.
TP,
bunu sürdürmek, “Marksizmi
genel bir sosyalizm”
olarak görmeye devam etmek isteyenleri “Marksizm
dışına atmaktan çekinmeyece(ğim)”
diyor. Anlaşılan
o ki, Türkiye devrimci hareketi veya “Marksizm
alanının koordinatları”nda
TP'ye yakın olan örgütler; o “mavi boncuklar”la ihya edilen
örgütler bir ikilemle karşı karşıyalar: Ya “Marksizmi
genel bir sosyalizm...içinde eritmeyeceksek, Marksist olmak
bakımından katı olmayı sürdür(ecekler)”
ya
da TP, bu örgütleri “bugün
“Marksist-Leninist” birçok örgüt ve akımı Marksizm dışına
atmaktan çekinmeyecektir”.
TP,
narsizmde sınır tanımıyor. Kendini, sınırlarını belirlediği
“alan”ın merkezine yerleştirmiş ve Marksizmin geleceğini
kendi geleceğine bağlıyor: “Ortaya
koymaya çalıştığımız Marksizm anlayışı, Marksizm alanının
içinde, bugün zayıf olan ama karmaşık ve eşitsiz olarak gelişen
bir etkide ifadesini buluyor. Marksizmin geleceğinin bu etkinin
somut tarzlar alması ve galebe çalmasına bağlı olduğunu yürek
ferahlığıyla kabul ediyoruz”.
Yani 'benim önderliğimi, teorimi kabul etmeniz, ezilenlerin tarihi
misyonu için ezilenlerin ideolojisi Marksizmin ışıklı yolunda
ezilenlerin sosyalizmini kurma mücadelesi vermelisiniz' diyor. Bu
durumda TP'nin “Marksizmi
... somut tarzlar al(mış)”
oluyor. Bunu yapmadığınız durumda da TP'nin Marksizmi “galebe
çalınmış” oluyor.
Evet,
“mavi boncuk” sahipleri karar verebilirler!
Türkiye
devrimci hareketi TP-“koordinatları“na bakarak yerini bulabilir!
TP,
“Marksizm
alanının koordinatları”nı
tespit etmiş ve “Marksizm
alanının özneleri”nin
yerlerini belirlemiş. Yazıyı uzatmamak için bu soruna
girmeyeceğim. Yalnız öncelikle “mavi boncuk” dağıttığı
örgütlerin yerini, “koordinatları”n göstereceğim. Kendinizi
bu “koordinatlar” içinde bulamadıysanız, söz konusu yazıyı
okumanızı salık veririm.
“Öncelikle,
ayrımı, devrimci olan ya da devrimci duruşunu koruyan örgütler
arasında aramalıyız. Bu nitelikte, eski dönemlerde alışıldığı
kadar, çok sayıda örgüt kalmadığı biliniyor. Devrimci
örgütlerden MLKP, TKP/ML, MKP’nin politik Marksizmin genel
alanında olduğu görüşündeyiz. Önemli örgütsel varlık
sorunları yaşadığı izlenen bu öznelerin, politik etkinlik
bakımından da düşük bir profil çizmelerine rağmen, Marksizmin
genel alanının olanca politik devrimci varlıkları olduğunu kabul
ediyoruz. Bu örgütler bir varlık iddiası taşımakta ısrar
ediyor. Marksizmin genel alanının öznesel karşılığını
vurgulamak bakımından asıl önemli halka budur. Çünkü bu halka,
Marksizmin politik devrimci çağrısını yanıtlama anlamında
ülkedeki yegane ‘adres’lerden oluşmaktadır. Ancak bir başka
halka daha oluşturmak gerekmektedir. Devrimci duruşunu koruyan TKİP
ile, devrimci duruşunu koruduğu söylenebilecek ‘örgütsel
oluşumlar’ arasında ‘TKP/K’ ile TİKB’yi de Marksizmin
genel alanının daha geniş bir çerçevesinin içinde
değerlendirmek mümkündür”.
TP,
ikinci on yılının başlangıcında karşı karşıya kaldığı
sorunları şöyle anlatıyor:
“Teori
ve Politika, 10. yayın yılı dolayısıyla, 2005’in başlarında,
bir muhasebeye girdiğini ilan etmişti. Kendi yolunu ve misyonunu,
bu kadar zaman sonra gözden geçirecek, gerekiyorsa yeniden
belirleyecek ve kurgusunu bu hususu gözeterek yeniden inşa
edecekti. Ancak, gelişmeler beklendiği gibi olmadı. Teori ve
Politika, teşrih masasına kendini yatırmışken, kurgunun götürücü
unsurunun, pratik-politik Marksistlerin yaşamakta olduğu gelişmeyi
öncelikle ele almakla karşı karşıya kaldı”.
TP,
varoluşunun başından beri sanki Türkiye devrimci hareketiyle
“sonra birleşiriz” temelinde işbirliği yapmış gibi hareket
etmiş; kendisini teoride, Türkiye devrimci hareketini de “pratik
politik” işlerde (Buna pratik-politik
Marksizm
diyor) sorumlu görmüş. İlk on yıl zarfında
“pratik-politik”çiler varlıklarını yeniden üretebilecek
durumdaymışlar. İkinci dönemin başında ise TP,
“pratik-politk”çilerin artık kendilerini yeniden üretmekte
zorlandıkları tespitini yapıyor ve bu koşullarda misyonunun ne
olması gerektiğini kendine soruyor:
“Teori
ve Politika’ya göre, Türkiye’de kendine yetebilen bir
pratik-politik Marksizm, genel nitelikli bir Marksizm alanının
götürücü bileşeni olarak varlığını yeniden üretebiliyordu.
Ancak, gelinen aşamada, pratik-politik Marksizmin, yuvalandığı
devrimcilik alanıyla birlikte yeniden-üretim sorunu yaşadığı
görüldü. Teori ve Politika’nın kurgusunun temellerinden biri
zayıflamaktaydı. Biz, politik devrimciliğin ve özel bir kanal
olarak komünist devrimciliğin erime sürecinde olduğu bir ülkede
ne yapabilirdik? Bu koşullarda, Teori ve Politika gibi bir oluşumun
misyonu ne olmalıydı?”
TP'nin
varlığı da dahil her şey, belli bir plan, belli bir model,
işbölümü üzerine kurulmuş. Gerçekten çok şaşırtıcı,
dünya devrimci hareketinde, sınıf mücadelesinde ender görülen
bir durum. Şöyle düşünmek gerekiyor: Türkiye'de sınıf
mücadelesinin şurasında burasında yer alan; kendine Marksist,
Marksist-Leninist ve Maocu diyen bir dizi örgüt var. Her biri
kendine göre bir “teorik-politik misyon” oluşturmuş ve o
misyon doğrultusunda “pratik-politik” uygulama içinde. TP,
olarak birileri bu durumu gözlüyor ve şu sonuca varıyor: Biz bu
örgütlerin başında “teorik-politik
misyon oluştur”(alım);
onlar da, bizim misyon merkezi olarak düşündüklerimiz -teorimizi-
pratikte uygulasınlar. TP, ya böyle düşünüyor ya da bu
örgütlerle veya bu örgütlerden birileriyle anlaşmıştır. Her
iki olasılık da cüret gerektiren bir iştir.
TP'nin
aşağıdaki değerlendirmesi bana bu yorumu yaptırıyor:
“Başta
esas amacımız, Marksizm için bir teorik-politika misyonu
oluşturmaktı. Geçen zamandan sonra, Teori ve Politika’nın bir
teorik-politik akım olduğunu kabul ve iddia ediyoruz. Zayıf bir
teorik-politik akım. Ancak bu bir ‘ilerleme’dir. Öte yandan,
pratik-politik Marksizmin belirli bir ağırlığı kabulünden
hareket ediyorduk. Bugün bu göreli ağırlığın bir alt seviyeye
düştüğünü öngörüyoruz. Teori ve Politika, başta, tutarlı
olduğuna kanaat getirdiğimiz bir model kurmuştu. Bugün modelin
oluşturucu öğelerinin en önemlisi devreden çıkmadı ama
ağırlığını, modeli yeniden kurgulamayı gerektirecek ölçüde
azalttı”.
TP,
gelecekteki partisini de bu modele göre tasarlamış:
“Teori
ve Politika misyonunu gelecekte ortaya çıkması beklenen bir
partiyi esas alarak yürütüyor. Bunu şimdiki koşullarda,
ezilenlerin Marksist nitelikli devrimci partisi olarak ifade
ediyoruz. Bu “parti”, gerçek varoluşunun zeminini
pratik-politik Marksist örgütlerde buluyor; ideolojik grup
konumunda olan oluşumların ve Teori ve Politika gibi varoluş
tarzlarının oluşturduğu maddi varlığı yanında, bir de
giydirilmiş, ve gelecekteki bir varlığı da içeren genel bir
bünye oluşturuyordu imgelemimizde. Bu parti, özel olarak, şu an
ve yerde pratik-politika yapan bir parti değildi, ama bu işi
üstlenen bileşenleri vardı. Geçen dönemden sonra, ezilenlerin
Marksist devrimci partisinin gerçek pratik-politik ayağı zayıfladı
ve bu alanda bir boşluk oluştu. Politik Marksizmin kapsadığı
alan, Teori ve Politika’nın başlangıç yıllarına göre,
kategorik niteliğini tartışma konusu yapacak bir şekilde
küçüldü”.
Gerçekten
ilginç. Türkiye devrimci hareketi içinde yer alan örgütlerde
-muhtemelen “mavi boncuk” dağıttığı örgütler- TP'nin ya
“adamları” var ve bunlar “entrizm” yapıyorlar; yani
bulundukları örgüt saflarında “çakı gibi” mücadele ederek
TP'nin görüşleri doğrultusunda ideolojik ve teorik bulanıklıklar
yaratıyorlar ve TP'ye zemin hazırlıyorlar ya da TP, nasıl olsa
eninde sonunda “teorik-politik misyonumu” kabul edecekler diye
hareket ediyor!
Hangi
ihtimalin doğru olabileceğini bilmiyorum ama çok düşündürücü!
Sonra
sıra “Ezilenlerin Marksist devrimci akıncıları”na
geliyor:
“Teori
ve Politika, 1) Asıl olarak, Türkiye’ye, daha önce ancak parçalı
belirtileri görülen bir Marksizm anlayışını sokmuştur; 2) Bu
Marksizmi zayıf varlığında somutlayan bir teorik-politik akım
yaratmıştır; 3) Mevcudiyeti ancak görülebilecek halde,
ezilenlerin Marksizmi için, düşman topraklarında etkinlik
yürütebilen teorik-politik akıncılar yaratabilmiştir”.
Böcele
TP, varlığı boyunca yapmış olduğu işleri sıralıyor:
Türkiye'de bilinen Marksizm anlayışlarının dışında “bir
Marksizm anlayışını”
ithal ediyor; “Türkiye'ye sokmak” demek ithal etmek demektir.
Doğrudur, ithal ettiği Marksizm, Batı Marksizmidir. Bunun yerli
adı da “ezilenlerin Marksizmi”dir. TP, Batı
Marksizmi-“ezilenlerin Marksizmi” temelinde “teorik-politik
akım”ın temsilcisi veya kendisi olmuştur. Çok ilginç olan da
3. maddedir. TP, “ezilenlerin
Marksizmi için, düşman topraklarında etkinlik yürütebilen
teorik-politik akıncılar yaratabilmiştir”. Düşman
topraklarıyla kastedilen ne? Üzerinde mücadele edilen topraklar
kastediliyorsa o topraklar bir/iki ülke toprağıdır; “düşman
toprakları”
değildir. Bana öyle geliyor ki, “düşman toprakları”ıyla
“mavi boncuk” dağıttığı örgütleri kastediyor ve o örgüt
veya örgütler içinde “ezilenlerin
Marksizmi için, ... etkinlik yürütebilen teorik-politik akıncılar
yaratabilmiş” olduğunu
söylüyor. TP, şu veya bu örgütün şu veya bu aktivistini, şu
veya bu “önder”ini etikleyebilir ve onları “akıncılar”ım
diye tanımlayabilir. Ama her şeye rağmen “düşman
toprakları” kavramı
açıklanmalıdır.
Açık
ki, TP henüz “asker”den yoksun. Doğrudan örgütlediği
“pratik-politik”
“akıncıları”
yok. Bunun yerine “düşman
topraklarında”
TP için; “ezilenlerin
Marksizmi için” mücadele
eden “akıncıları”
var. Tam da bu nedenden dolayı “...ezilenlerin
Marksizminin pratik-politik akıncılarının var olduğu söylenemez”
diyor. Yani TP'nin şu veya bu örgüt içinde gizli “akıncıları”
var ama “ezilenlerin
Marksizmi için” açıktan
mücadele veren “akıncıları”
henüz
yok. Her halde bunu söylemek istiyor.
Çok
düşündürücü! Gerçekten de çok düşündürücü! Sağda-solda
sık sık “ezilenlerin
Marksizmi” kavramını duydukça insanın kafasında acaba soruları
sıklaşıyor! “N'oluyor”, “akıncı” mı oluyoruz diye insan
kendi kendine soru sorma gereğini duyuyor.
Siz
bu acaba sorularını kendinize sorma gereğini duymuyor musunuz?
Acaba
TP, “ezilenlerin
Marksizmi için” mücadele
edenlerin ama bu mücadeleyi bir türlü meşrulaştıramayanların
ideolojik önderi mi oluyor? Herhalde öyle oluyor. Yok, yok,
“herhalde” değil, gerçekten öyle oluyor. Bu durumda “yaşasın
ezilenlerin Marksizmi” derseniz, “yaşasın TP” demiş
oluyorsunuz! İdeolojik yönünüzü belirlemiş oluyorsunuz,
Marksizm-Leninizme lanet okuyorsunuz, Batı-Marksizmini,
Post-Marksizmi kutsuyorsunuz. TP veya başkaca “ezilenlerin
Marksizmcileri”, sizi var eden değerleri ayaklar altına alıyor,
sizi yok ediyor!
TP,
on yıllık varlığı sonunda, ikinci dönem başlangıcında yeni
misyonunu açıklıyor: “Misyonumuzu,
başlangıçta teorik olarak oluşturuculuk olarak ifade etmiştik.
Bugün bu misyonun oluşturulduğunu ama elbette tamamlanmadığını
kabul ediyoruz. Bütünsel Marksizm yolunda teorik-politik bir oluşum
olduk. İçinde bulunduğumuz dönemdeki misyonumuz, teorik olarak
‘kuruculuk’, politik olarak ‘oluşturuculuk’ olmalıdır.
Bütünsel Marksizm yolunda teorik-politik bir girişim olmalıyız”.
Bu
tanımlamadan ancak şunu anlayabiliyorum:
1-Başlangıçta
teorik oluşturucuyduk. Bu işi başardık, ama tamamladığımızı
söyleyemeyiz.
2-
“Bütünsel Marksizm”in temelini attık; “Bütünsel
Marksizm yolunda teorik-politik bir oluşum”
olduk.
3-İkinci
dönemde ise “misyonumuz,
teorik olarak ‘kuruculuk” ve “politik olarak ‘oluşturuculuk’
olmalıdır”.
İlk
dönemin başlangıcında misyon, teori oluşturuculuğuydu.
İkinci
dönemin başlangıcında ise misyon, “Bütünsel
Marksizm yolunda teorik-politik girişim”cilik
oluyor.
Bayağı
yol alınmış!
TP
bu tespiti iş olsun diye yapmıyor. Bir beklentisi var. Gerçekleşip
gerçekleşmeyeceğinden bağımsız olarak “Teori
ve Politika'(nın),
10. yayın yılı dolayısıyla, 2005’in başlarında” çok
açık bir parti beklentisi var. “Ezilenlerin
Marksist devrimci partisinin politik ayağının bir temel bileşenini
artık, beklenen politik girişim oluşturacaktır. Ufkumuz,
beklentimiz ve dikkatimiz bu türden inisiyatiflere de
yoğunlaşacaktır”.
“2005'in
başlarında”
TP'yi bu kadar heyecanlandıracak nasıl bir gelişmenin olduğunu
bilmiyorum. Ama mutlaka bir bilen vardır, biz bilmesek de en azından
TP -böyle yazdığına göre- mutlaka biliyor diye düşünüyorum.
Demek ki, 2005'ten bu yana TP, “Ufkunu,
beklenti ve dikkatini” “beklenen politik girişim” “türünden
inisiyatiflere” yoğunlaştırmıştır.
”beklenen
politik girişim oluşturacaktır”.
TP
gerçekten de sabırlı, aradan yedi sene geçmesine ve “birtakım”
gelişmelerin; umut bağladığı gelişmelerin kendi dışında
gerçekleşmiş olmasına rağmen sabırla bekliyor.
Ama
TP'nin “Hazreti Eyüp sabrı”yla beklediğini sınıyorsanız
fena halde yanılmış olusunuz.
“Bu
zamana kadar, kesimsel bir yerde duruyor ve bu yer kadar yükümlülük
ifade ediyorduk. Pratik-politik Marksizmin gerilemesi, doldurulamayan
bir boşluk yarattı. Şimdi, acil olarak bu alanda işlevlenmeyi,
pratik varlık göstermeyi değil, ama zaten ideolojik girdilerle
doldurulmaya çoktan girişilmiş bu alanda Marksizmin bütünsel
varlığını temsil etme mücadelesi vermeyi öngörmeliyiz”.
TP,
resmen ve düpedüz örgüt darbesinden, örgüt tasfiyesinden
bahsediyor ve bu işi “düşman
topraklarında ezilenlerin Marksizmi
için etkinlik yürüten teorik-politik akıncılar”ına
yaptırıyor.
“Şimdi,
acil olarak bu alanda işlevlenmeyi, pratik varlık göstermeyi
değil, ama zaten ideolojik girdilerle doldurulmaya çoktan
girişilmiş bu alanda Marksizmin bütünsel varlığını temsil
etme mücadelesi vermeyi öngörmeliyiz”den
başka ne anlaşılabilir?
*
5.
makale
İŞÇİ
SINIFI - “EZİLENLER” ve “ÇATALLAŞAN” MARKSİZM (I)
(Anadolu
coğrafyasında Post-Marksizm savunuculuğu)
(Sıkça
sorulan sorular)
6.
makale
“ÇATALLAŞAN”
MARKSİZM - “ÇAKMA” MARKSİZM (II)
(Anadolu
coğrafyasında Post-Marksizm savunuculuğu)
(Sıkça
sorulan sorular)
7.
makale
POST-MARKSİZM
- “EZİLENLERİN MARKSİZMİ”
SINIFTAN KAÇIŞIN TEORİLEŞTİRİLMESİ
(İşçi
Sınıfı - “Ezilenler” ve “Çokluk”)
(Sıkça
sorulan sorular)
8.
makale
BİR
DEMAGOGUN HEZEYANLARI
“EZİLENLERİN
MARKSİZMİ” - “ÇAKMA MARKSİZM”
“EZİLENLERİN
MARKSİZMİ” - ANTİ-SINIFÇILIK
(Sıkça
sorulan sorular)
9.
makale
TP'NİN
İDEOLOJİK DOKUSU POST-MARKSİZMDİR (ANTİ-MARKSİZMDİR)