3. makale
TP
DÜNYASINDA GEZİNTİ
Post-Marksizmin,
Post-Marksizme karşı mücadelesi
(Sıkça
sorulan sorular)
Bu
makalede elimizdeki mevcut yazılar temelinde TP dünyasında
gezinti yapacağız. Gezintinin herhangi bir konu sistematiği yok.
“Ezilenler” ve “ezilenlerin Marksizmi”ne varmak için bu
derginin dünyasında biraz dolaşmak gerekiyor.
TP,
coğrafyamızda tasfiyecilik ve demagoji bakımından ne denli “usta”
olduğunu sergiliyor. Ne de olsa ona önderlik eden
Althusser-düşünceleridir.
“Ezilenler
ve Marksizm” yazısının “giriş”inde şunları okuyoruz:
“Ancak
ezilenlerin fiilen safında yer almak bir Marksistin öncelikli
ödevidir.
Lenin’in ifadesiyle, ezilen ve sömürülen bütün küçük
insanların ezenlere önsel, bütün akıllardan önce gelen kininin
bir ifadesi olan ve Marksizme özgü olmayan bu fiili yer alış
olmadan Marksist olunamaz”.
TP,
Marksist olmanın kıstaslarını ilerici olmanın, demokrat olmanın
kıstaslarıyla bilinçli olarak birbirine karıştırıyor ve bundan
da Marksist olmak için ezilenlerin yanında yer almak gerekir diyor;
ezilenlerle Marksizm arasında böyle bir bağ kurmaya çalışıyor.
“Ezilenlerin safında yer almak” her ilericinini her
demokratın ve bu arada her Marksistin de görevidir. TP bundan
“öncelikli görev” sonucunu çıkartıyor. “Bir
Marksistin öncelikli ödevi”, kapitalist sisteme karşı
mücadelede, sosyalizm için mücadelede yer almaktır. Bir
Marksistin “aklı-fikri”, eylemi, kapitalist düzene karşı
mücadeledir; bu sistemi değiştirme mücadelesidir. Bir Marksist
aynı zamanda ezilenlerin mücadelesi karşısında kayıtsız
kalamaz; bu benim görevim değildir diyemez. TP, aradaki bu farkı
görecelendirmekle kalmıyor, aynı zamanda Marksist olmanın koşulu
yapıyor.
“Lenin’in
ifadesiyle, ezilen ve sömürülen bütün küçük insanların
ezenlere önsel, bütün akıllardan önce gelen kininin bir ifadesi
olan ve Marksizme özgü olmayan bu fiili yer alış olmadan Marksist
olunamaz” da
ne demek? Lenin'i yanlış yerde şahitliğe çağırıyor. Bir
taraftan “ezilen
ve sömürülen bütün küçük insanları”;
yani sömürülen olarak işçi sınıfını ve ezilen olarak da
emekçi yığınları, küçük burjuvaziyi ve başka nedenlerden
dolayı “ezilen” kategorisinde olanları bir araya getiriyor ve
bunların yanında yer almazsan Marksist olamazsın diyor. Diğer
taraftan da “bu
fiili yer alış” eylemini
“Marksizme
özgü olmayan”
eylem olarak tanımlıyor.
TP,
ezilenleri “yapısal” koruma altına alıyor:
“Bu
momentte, ezilenlerin ve onların çeşitli tür ve düzlemdeki
(politik, kültürel, dinsel...) ifadelendiricilerinin tepki ve eylem
tarzlarını eleştirmek bir Marksistin işi ve haddi değildir.
Ezilenlerin yaptığı “yanlışlar”, ya da onların
temsilcilerinin politik, dinsel, ideolojik vs. renkleri, bu momentte,
sorgulamanın konusu olmaz. Sadece, hareket ve mücadele içindeki
ezilenin yanı başında olunur”.
“Ezilenlerin
ve onların çeşitli tür ve düzlemdeki (politik, kültürel,
dinsel...) ifadelendiricilerinin tepki ve eylem tarzlarını
eleştirmek bir Marksistin işi ve haddi değildir” de
ne demek oluyor? TP'nin görüşüne göre örneğin Alevileri,
Kürtleri ve onların mücadele anlayışlarını,
“ifadelendiricilerinin”
(partilerinini, başkaca kuruluşlarının) “tepki ve eylem
tarzlarını” eleştiremezsin; bunu “eleştirmek bir Marksistin
işi ve haddi”
olamaz. Neden eleştirilmesinler? Şu veya bu ezilenin mücadele ve
eylem anlayış ve tarzındaki yanlışı eleştirmek; onların
mücadelesini mevcut sisteme karşı mücadelenin bir bileşeni
yapmak her “Marksistin
işi ve haddi”dir.
TP,
“Ezilenlerin
yaptığı “yanlışlar”, ya da onların temsilcilerinin politik,
dinsel, ideolojik vs. renkleri, bu momentte, sorgulamanın konusu
olmaz”
derken Althusser'in yapısalcı mantığına göre hareket etmiş
oluyor; o, her ezilen yapıyı;
“onların temsilcilerinin politik, dinsel, ideolojik vs.
renkleri”ni
olduğu gibi kabulleniyor. “Sadece,
hareket ve mücadele içindeki ezilenin yanı başında olunur”
derken de onları olduğu gibi kabul ederek; sisteme karşı
mücadelenin bir bileşeni yapmaya yeltenmeyerek benimseyeceksin
diyor. Yapısalcılığın, burada TP'nin aradığı bağlar,
ilişkiler görünür ve tanımlanabilir olmalıdır. Bu nedenle
ezilenleri oluşturan her bir yapının aynen kalmasını, her bir
özelliğinin, ilişkilerinin görünür ve tanınabilir olmasını
ilkeselleştiriyor. Bu ayanı zamanda “ezilenlerin Marksizmi”nin
ilkesidir. TP, “ezilenlerin Marksizmi”ni bir bütünsellik
içinde; bir bütün olarak görüyor ve bu bütünün özünü, onu
oluşturan tek tek yapılardan -parçalarından ve bu parçaların
bağlamlarından hareketle açıklamaya çalışıyor. Bu bakış
tarzı, yapısalcılığın, dolayısıyla TP'nin biçimsel mantıkla
bağını gösterir.
TP,
yukarıdaki o keskin ifadelerle bir Marksisti kendi yapısalcı
anlayışına mahkum ediyor; böyle olursan ancak Marksist olursun
diyor. Sanırsam TP'nin hiddeti anlaşılmıştır.
Şimdi
“bir
Marksistin öncelikli
ödevi”nin
ne olduğunu bir de Lenin'den okuyalım.
Bu
sorunu ileride başlı başına bir yazı konusu yapacağımız için
burada şu kadarını belirterek geçelim:
“(Programın
XI. ve XII. maddeleri) proletaryanın küçük üretici ile
ilişkisini tamamen tek yanlı ve yanlış biçimde
koyuyor (çünkü “emekçi ve sömürülen kitle” tam da
proletarya ve küçük üreticilerden oluşmaktadır”). Bu
maddeler, hem “Komünist Manifesto”nun hem de Enternasyonal
Tüzüğünün en önemli ilkeleriyle çelişmekteler…halkçı,
“eleştirel” ve olası bütün küçük burjuva yanlış
anlamalara kapıları ardına kadar açmaktadırlar”.
TP
de aynısını yapıyor; “ezilen
ve sömürülen bütün küçük insanları”
aynı kaba koyuyor ve aralarında sanki hiç fark yokmuş imajı
uyandırmaya çalışıyor.
“…Emekçi
ve sömürülen yığınının memnuniyetsizliği artmaktadır”. Bu
doğru. Ama burada yapıldığı gibi, proletaryanın
memnuniyetsizliğini küçük üreticinin memnuniyetsizliğiyle
aynılaştırmak ve aynı kaba koymak tamamen yanlıştır. Küçük
üreticinin memnuniyetsizliği çoğu kez onun çabalarına… küçük
mülk sahibi olarak varlığını savunmak için, yani
mevcut sistemi savunmak için ve hatta tarihin tekerleğini geriye
çevirmek için çabalarına neden olur.
TP
ne diyor? “Ezilen ve sömürülen bütün küçük
insanların ezenlere önsel, bütün akıllardan önce gelen kinini”
derken “Emekçi ve sömürülen yığınının
memnuniyetsizliğinin artması”ndan bahsediyor. Ama bu
memnuniyetsizliği ezilen ve sömürülenin memnuniyetsizliğiyle
aynılaştırıyor, aynı kaba koyuyor ve sonra da böyle görmezsen
Marksist olamazsın diye tehdit ediyor.
“Genel
anlamda söyleyecek olursak: Proletarya, hiç de küçük
burjuvazinin “önder temsilcisi” değildir”.
Lenin burada proletarya derken onun partisinden; sınıf bilinçli
örgütlü hareketinden, (Marksistlerin) hareketinden bahsediyor. Ama
TP aynı görüşte değil. TP, proletaryayı, bir Marksisti senin
“öncelikli
ödev”in
“ezilenlerin
fiilen safında yer almak”tır
diyerek “ezilenler”in, küçük burjuvazinin “önder
temsilcisi”
yapıyor.
Lenin,”Uluslararası
komünist hareket, ulusal çapta komünist partisi, onun nezdinde bir
Marksist “emekçi ve sömürülen yığının kurtuluş
hareketinin başında durmaz”, “sadece işçi
sınıfının, işçi hareketinin başında” durur
diyor ve bunu ilkeselleştiriyor. TP de “ezilenlerin
fiilen safında yer almak bir Marksistin öncelikli
ödevidir” diyerek
bir Marksisti “ezilenler”in
önderi yapıyor ve bunu ilkeselleştiriyor.
Aradaki
fark: Lenin'in sorunu sınıf örgütlenmesidir; partinin bir
sınıfın; proletaryanın en yüksek örgütlenmesi olduğudur;
bunun ideolojisinin, dünya görüşünün de Marksizm olduğudur.
Lenin bunu işliyor.
TP'nin
sorunu ise sınıf örgütlenmesi değildir; partinin bir sınıfın
değil de çok sınıfın; “ezilenler”in örgütlenmesi
olduğudur; bunun “ideolojisi”nin,
“dünya görüşü”nün de “ezilenlerin Marksizmi” olduğudur.
TP de bunu işliyor.
Lenin,
bir komünist partisinin, onun nezdinde bir Marksistin görevinin
“ezilenler”in bir kısmını
oluşturan küçük üreticilerin mücadele güçlerini örgütlemek
olmadığını; “"hiçbir yerde küçük
üreticilerin” (siz bunu
“ezilenlerin bir bölüğü olarak okuyun) “mücadele
güçlerini” örgütlemediğini; “sadece işçi sınıfının
mücadele güçlerini örgütlediğini” savunuyor.
Peki,
TP neyi savunuyor? “Ezilenlerin fiilen safında yer
alma(yı) bir Marksistin öncelikli ödevi”diri
savunuyor; Lenin'i öne sürerek “Lenin’in ifadesiyle, ezilen
ve sömürülen bütün küçük insanların” yanında
“fiili yer alışı” Marksist olmanın kıstası olduğunu
savunuyor.
TP,
“Proletaryanın sınıf mücadelesi” yerine “emekçilerin
ve sömürülen kitlelerin mücadelesi”ni (Lenin) koyuyor.
(Bkz.: Lenin; C. 6, s., 35-38, 45. “Plehanov’un İkinci Program
Taslağı Üzerine Notlar”).
TP,
bir Lenin'den iki Lenin çıkartmaya çalışıyor!
Aynı
yerde devamla şöyle deniyor:
“Marksizme
göre, ezilenlerin çeşitli eğilimleri onların nihaî kurtuluşunu
sağlayamaz...
Marksizm
açısından, ezilenler hareketi ancak kapitalizmde zafer imkânına
sahiptir. Dolayısıyla, “yenilgiye mahkum” ezilenler hareketi
döneminde ezilenlerin eğilimlerine karşı Marksizmi tercih etmenin
mantığı yoktu. (Spartaküs
isyanı yenilgiye mahkumdu. O dönemde Marksizm mümkün değildi.
Ancak bir ezilen yanlısı her
halükârda onların genel hareketinin içinde olmakla yükümlüdür.)
Diğer yandan, Marksizmin teorik ve politik imkânlılık kazandığı
bir dönemde de, ezilenlerin Marksizm dışındaki yönelimlerini
tercih etmenin mantığı yoktur”.
Burada
bir anlayış sorunu var. Anlayış da perspektifi belirler. Burada
TP, Marksizmde olmayanı
Marksizme mal ederek yol alacağını sanıyor. Marksizm hiçbir
zaman böyle toptancı kavramlardan hareketle somut değerlendirme
yapmamıştır; farklı yapıları birleştirerek insanlık tarihinin
akış yönü hakkında değerlendirmeler yapmamıştır. Marksizm
sorunlara; yukarıda TP'nin belirttiği sorunlara da sınıfsal
açıdan; sınıfların dünya görüşü açısından bakmıştır.
“Marksizme göre, ezilenlerin çeşitli eğilimleri onların nihaî
kurtuluşunu sağlayamaz” da
ne demek oluyor? Marksizmde “ezilen” kavramı “ezilen sınıf”
ötesinde kullanılmamıştır; bu da birkaç kez kullanılmıştır.
Sorun bu kavramın ne kadar sık veya seyrek kullanıldığı değil.
Sorun, Marksizmin sınıf analizini, sorunlara sınıfsal bakışını
bulanıklaştırmak ve Marksizmin sorunlara bakışında ezilenlerin
çıkış noktası oluşturduğu imajını vermektir.
Marksizm,
“ezilenlerin
çeşitli eğilimleri”
ile öncelikli uğraşmamıştır. Marksizm, sınıfların ve sosyal
tabakaların çıkarlarıyla, evet o kadar istiyorsanız “eğimleri”
ile uğraşmıştır. Bunu yaparken de hakim sınıf karşısında
onların hepsini aynı kaba koyarak toptancı bir değerlendirme
yapmamıştır. Sınıfsal ayrımı insanların üretim
ilişkilerindeki konumundan hareketle belirlemiştir. Örneğin
köleci toplumda ana sınıf olarak köle sahiplerinden ve kölelerden
bahsetmiştir; ama köleci düzenin ezilenlerinden, onları sınıf
konumuna getirerek bahsetmemiştir.
Marksizm
insanlığın nihai kurtuluşunu üretim araçlarının toplumsal
mülkiyete geçmesinde görmüştür; hiçbir zaman üretim
araçlarının özel mülkiyetinin bir biçimi ile diğer bir biçimi
arasındaki mücadelede görmemiştir. Ancak, Marksizm bu mücadelenin
ilerici olup olmadığı konusunda görüş açıklamıştır. Köleci
düzene karşı feodalizmin; feodalizme karşı kapitalizmin (üretim
araçlarının bu özel mülkiyet türlerinin) insanlığı
ilerlettiğini; ileriye götürdüğünü; nihai kurtuluşun ise
komünizmde olacağını ama komünizme varmak için de sosyalizm
aşamasından geçilmek zorunda olunduğunu öğretmiştir.
“Marksizme
göre, ezilenlerin çeşitli eğilimleri onların nihaî kurtuluşunu
sağlayamaz...Marksizm açısından, ezilenler hareketi ancak
kapitalizmde zafer imkânına sahiptir” anlayışı
tamamen saçma; Marksizmle uzaktan yakından ilişkisi olmayan bir
anlayıştır.
“Ezilenler”
bir sınıf değil ki, “çeşitli eğilimleri” ile birlikte,
ortaklaşa aynı sınıfsal hedef için; “nihai kurtuluş” için
mücadele etsinler. Örneğin “ezilenler”den sayılan işçi
sınıfının nihai kurtuluş anlayışı ile ulusal kurtuluş
mücadelesi veren ezilen bir ulusun nihai kurtuluş anlayışı aynı
olamaz. Ama Marksizm hiçbir zaman “ezilenlerin
çeşitli eğilimleri”
nasıl olsa yenilgiye mahkumdur toptancı değerlendirmesine göre de
hareket etmemiştir. Ama her zaman ezilenin de yanında olmuştur;
ezilenin ezene karşı mücadelesini desteklemiştir.
“Nihai
kurtuluş” görecedir; “nihai kurtuluş” için mücadele eden
sınıfın yapısına; kendini köleleştiren üretim ilişkilerinin
karakterine bağlıdır. Köleci düzende kölelerin, feodal düzende
bağımlı köylülerin mücadelesini, “nihai kurtuluş” sınıfsız
toplumdadır diye yenilgiye mahkum edemezsin.
“Marksizm
açısından, ezilenler hareketi ancak kapitalizmde zafer imkânına
sahiptir”
anlayışı Post-Marksist bir anlayıştır. Sovyet modern
revizyonizminin yıkıcılığının somut göstergelerine
dayanılarak işçi sınıfından umudunu kesenlerin ürettikleri
“Marksizmin krizi”, Post-Marksizmin temel tezlerinden birsidir;
sınıfın yerine sosyal hareketler konmuştur. TP de, sosyal
hareketler demiyor ama “ezilenlerin
çeşitli eğilimleri” diyor.
Sosyal hareketler veya “ezilenlerin
çeşitli eğilimleri”
Dünya ve Avrupa Sosyal Forumlarında yuvalanmışlardır. Bu
hareketlerin hiçbirisi, ama istisnasız hiçbirisi “kapitalizmde
zafer imkânına sahip” değildir;
her şeyden önce onların böyle bir amacı yok; kapitalizmi yıkmak,
sosyalizmi kurmak mücadelesi onların anlamadıkları ve karşı
oldukları bir mücadeledir. Ve TP, Post-Marksizmin böyle “beylik”
bir anlayışını Marksizme mal ederek
“Marksizm açısından, ezilenler hareketi ancak kapitalizmde zafer
imkânına sahiptir” diyebiliyor.
“Marksizm
açısından, “işçi hareketi” ancak kapitalizmde zafer
imkânına sahiptir”
dese anlarım. Ama TP'nin amacı, kapitalizmde “ezilenler”in
çıkar ortaklığına sahip olduklarını, evet
aynı-sınıflaştıklarını teorileştirmektir. Aslında o,
kapitalizmin alternatifi “ezilenlerin sosyalizmi”dir, bu da
“ezilenlerin Marksizm”iyle donatılmış “ezilenler”den geçer
demek istiyor, ama diyemiyor (belki de elimizde olmayan yazılarında
diyordur), lafı eğiyor, büküyor, yamultuyor vs.
TP,
demagoji yapmaksızın, olguları farklı göstermeksizin yol
alamayacağını, coğrafyamızda Marksizm-Leninizmi
Post-Marksistleştiremeyeceğini çok iyi biliyor. Bir kalem
darbesiyle Spartaküs isyanı nezdinde köle-sömürülenlerin
(TP'nin lisanında köle-”ezilenler”) mücadelesini yenilgiye
mahkum ediyor ve bunun nedeni olarak da “O
dönemde Marksizmin mümkün”
olmamasını gösteriyor.
Sınıf
mücadelesi sürekliliği olan tekil mücadelelerle doludur. Bu tekil
mücadelelerin içinde hareketi doğrudan etkileyenler olabileceği
gibi hareketin genel seyri açısından önemsiz olanlar da olabilir.
Spartaküs isyanı Roma köleci düzenine kök söktüren, sonuçta
yenilen ama köleci düzene karşı mücadelenin ileri fırlamasına
yol açan bir isyandı. Sömürülen, ezilen kitlelerin, her şeyden
önce de kölelerin ayaklanmaları, Roma’nın eski iktidarını
temellerinden sarstı. İçten vurulan darbelere, giderek daha sık
dıştan gelen darbeler eşlik etti. Bu mücadelelerin sonucunda
köleci düzen yıkıldı. TP soruna böyle bakmıyor, tekil
mücadeleler açısından bakıyor ve tekilin yenilgisini genelin
yenilgisi olarak algılıyor ve “O
dönemde Marksizm mümkün” olsaydı,
“Spartaküs isyanı yenilgiye mahkum” olmazdı
diyebiliyor. Tarihten, sınıf mücadelesinden, Marksizmden anladığı
bu kadar.
“Spartaküs
isyanı yenilgiye mahkumdu. O dönemde Marksizm mümkün değildi”.
Ve
TP işi bağlıyor:
“Diğer yandan, Marksizmin teorik ve politik imkânlılık
kazandığı bir dönemde de, ezilenlerin Marksizm dışındaki
yönelimlerini tercih etmenin mantığı yoktur”.
Yani
Marksizm, Marksizm olmaya başladığından bu yana Marksizmin
“ezilenlerin Marksizmi” yönelimi dışında kalan yönelimlerini;
yani başka Marksizmleri “tercih etmenin mantığı” kalmıyor.
Bu durumda Marksizmin kurucuları Marks ve Engels ya “ezilenlerin
Marksizmi”nin kurucularıdır, ya da başka bir Marksizmin
kurucularıdır. Lenin de böyledir, Stalin de böyledir; bir bütün
olarak Marksizm-Leninizm “ezilenlerin Marksizmi” dışında kalan
yönelimlerden biridir.
Görüyoruz
ki, burada, bu anlayışında TP, kaba veya ince bir biçimde
Marksizmin içini boşaltmaya çalışmıyor; Marksizmi tamamen
başkalaştırıyor; birçok Marksizm vardır; Marksizmler vardır
ama esas Marksizm “ezilenlerin Marksizmi”dir, diğerlerini
“tercih etmenin
mantığı yoktur”
diyar. Marksizmi, Marksizm-Leninizmi, Marks'ı, Engels'i, Lenin'i,
Stalin'i böyle Post-Marksistleştiriyor; başkalaştırıyor,
tanınmaz hale getiriyor.
TP,
açık konuşuyor
“Materyalizme
ilişkin olarak, işçi sınıfı ve ezilenler ile Marksizmin farklı
yönelimler içinde olduğu görülüyor. Ezilen ve sömürülenler
materyalizme uzak dururken Marksizmin, materyalist ilkeyi benimsediği
genellikle kabul edilir. Ancak bu oldukça ciddi sınırlamalar
içeren bir kabuldür; ya da Marksizm içindeki bazı akımlar ve
kişiler şahsında net bir reddir. Başta Lukacs ve Gramsci, birçok
Marksist, materyalizmi ve onun —Marks’ın Kapital’inden
başlayarak— Marksizmdeki “etkileri”ni açıklıkla
reddetmiştir”.
Marksizm,
işçi sınıfı, sınıf bilincine vardığında materyalizmi
(doğrusu diyalektik materyalizmi, tarihsel materyalizmi) bilince
çıkartmış; içselleştirmiş olur diye öğretiyor. “Ezilenler”in
ise böyle bir sorunu hiçbir zaman olmamıştır. Onlarda sınıf
olmak için ortak bir özellik yoktur; her bir ezilen bileşeninin
toplumsal ve ekonomik ilişkilerindeki konumu farklıdır ve
sorunlara da o konum penceresinden bakar. Bu nedenle materyalizm
karşısında yönelimleri değişiktir.
TP'nin
demagojisi, ortaya bir üçlü (materyalizm-işçi sınıfı-ezilenler)
koyması ve sonra da bu üçlünün (bu sefer işçi sınıfından
değil sömürülenlerden bahsediyor) materyalizme olan mesafesini
ölçmeye çalışmasıdır. Yukarıda belirttiğimiz nedenlerden
dolayı materyalizmle ezilenler arasında mesafeli bir duruşun
olması veya ezilenlerin materyalizmi kendi çıkarlarına göre işçi
sınıfının anladığından farklı anlaması doğaldır. Ama işçi
sınıfı veya sömürülenler (herhalde işçi sınıfı
kastediliyordur) sınıf bilincine “materyalizme” “uzak
durarak” varamazlar. Kendi kendine işçi sınıfı, sınıf
bilincinden yoksun olan işçi sınıfıdır. Ama kendisi için işçi
sınıfı, sınıf bilincine varmış olan işçi sınıfıdır;
materyalizm (diyalektik, tarihsel) özümsenmeden de bu bilince
varılamaz.
Yukarıdaki
anlayışlarıyla TP demagoji yapıyor. Ama aşağıdaki anlayışı
Marksizmin tam bir reddidir. Bu reddi “üstat” Althusser'den
devralmıştır.
“...Marksizmin
materyalist ilkeyi benimsediği genellikle kabul edilir. Ancak bu
oldukça ciddi sınırlamalar içeren bir kabuldür; ya da Marksizm
içindeki bazı akımlar ve kişiler şahsında net bir reddir. Başta
Lukacs ve Gramsci, birçok Marksist, materyalizmi ve onun -Marks’ın
Kapital’inden başlayarak- Marksizmdeki “etkileri”ni açıklıkla
reddetmiştir”.
Söylenen
şu:
1-Birileri
Marksizm ile materyalizm arasında bir bağ kuruyormuş ve bu bağ da
“genellikle kabul” ediliyormuş (TP, ısrarla materyalizm
kavramını yalın kullanıyor, tarihsel materyalizm, diyalektik
materyalizm kavramlarını kullanmıyor. Bir bildiği vardır!).
2-
Ancak bu kabulü pek de ciddiye almamak gerekiyormuş; sınırlı bir
kabulmüş.
3-Ciddiye
alınmayacak kabulün karşısında ciddiye alınacak bir ret varmış.
4-”Başta
Lukacs ve Gramsci, birçok Marksist, materyalizmi...reddetmiştir”.
5-
Bunlar, “Marks’ın Kapital’inden başlayarak (materyalizmin)
Marksizmdeki “etkileri”ni açıklıkla reddetmiştir”.
Bu
görüşleri savunarak Marksist olunur mu? Olunmaz. Zaten TP de
Marksistim, Marksizmi savunuyorum demiyor ki. “Ezilenlerin
Marksisti”yim, “ezilenlerin Marksizmi”ni savunuyorum diyor.
TP,
Marks ve Engels'i, Marksizmi anlamamakla suçluyor, safi “Marksizm”e
veya kendi anladığı Marksizme materyalizmi bulaştırmış olmakla
suçluyor. TP demiyor (belki başka bire yerlerde diyordur) ama baş
“üstat”larından Lukacs ve yandaşları “Materyalizm ve
Ampiryokritisizm“ eserini “Kaba Materyalizm“ olarak
tanımlayacak kadar ileri gidebiliyorlardı. Öyle ki, Marks'ı Marks
olmaktan, Kapital'i Kapital olmaktan çıkartmak için ellerinden
geleni yapıyorlardı. Onların açtığı çığırda TP de yürüyor.
Bütün amaç, bütün kaygı, Marks'ı Post-Markslaştırmaktır;
Kapital'i Post-kapital'leştirmektir; diyalektik ve tarihsel
materyalizmi, post-diyalektikleştirmek ve
post-materyalizmleştirmektir. TP'nin sorunu budur.
Bu
konu üzerine ilk makalede yeterli açıklama var. İsteyen o
makaleye bakabilir.
“İşçi
sınıfı üzerine bir not” alt başlığı altında şunu
okuyoruz:
“Ezilenlerin
tarih boyunca dünyayla ilişkilerini belirleyen “nesnel durum”,
proletarya için de geçerli”.
Hiç
de öyle değil. İnsanların “tarih
boyunca dünyayla ilişkilerini belirleyen “nesnel durum”,
onların sınıfsal konumu tarafından belirlenir. Tarih boyunca
insanlık ilkel komünal toplumdan, köleci, feodal ve kapitalist
toplumdan geçmiştir ve SSCB'inde sosyalist toplumu inşa etmiştir.
Dolayısıyla insanlar beş farklı toplum formasyonu yaşamıştır
ve bu “tarih
boyunca dünyayla ilişkilerini belirleyen “nesnel durum”
ları üretim ilişkilerindeki konumları tarafından belirlenmiştir.
Bu da bize “tarih boyunca” “ezilenler” genellemesiyle bir
yere varamayacağımızı, her bir toplumda üretim araçlarının
mülkiyetinden kaynaklanan (sınıflı/sınıfsız) ayrışmaya
bakmamız gerektiğini göstermektedir. Bu durumda:
İlkel
komünal toplumda üretim araçlarının toplumsal mülkiyette
olmasından dolayı toplum sınıfsızdı; sömüren de sömürülen
de yoktu. TP'nin diliyle ifade edersek “ezen” de yoktu, “ezilen”
de yoktu.
Köleci
toplumda sömürücü sınıf olarak köle sahipleri, sömürülen
sınıf olarak köleler, köleci toplum formasyonunun iki ana
sınıfını oluşturuyorlardı.
Feodal
toplumda sömürücü sınıf olarak feodal beyler, sömürülen
sınıf olarak bağımlı köylüler, feodal toplum formasyonunun iki
ana sınıfını oluşturuyorlardı.
Kapitalist
toplumda sömürücü sınıf olarak burjuva, sömürülen sınıf
olarak işçi sınıfı, kapitalist toplum formasyonunun iki ana
sınıfını oluşturuyorlardı.
Sosyalist
toplumda sömüren ve sömürülen sınıf yoktu.
Şüphesiz,
köleci, feodal ve kapitalist toplumda bu her bir toplum formasyonuna
özgü ana sınıfların yanı sıra ara sınıflar, sosyal
tabakalar, yani ezilenler vardı.
TP,
“ezilenler” ile bu ara sınıfları/tabakaları kastediyorsa,
onların “tarih
boyunca dünyayla ilişkilerini belirleyen “nesnel durum”ları
hiç de
“proletarya için de geçerli”
değildi. Proletarya işgücünü satmak zorunda olan bire sınıftır.
Köleci ve feodal toplum formasyonunda böyle bir ekonomi yoktu.
Demek
ki, soruna üretim ilişkileri açısından baktığımızda
-Marksizm de başka açılardan bakılamayacağını öğretiyor-
TP'nin “ezilenleri”nin
“tarih boyunca dünyayla ilişkilerini belirleyen “nesnel
durum”larının
hiç de “proletarya
için de geçerli”
olmadığını görüyoruz.
TP'yi
anlıyorum, tarihi de “ezilenler” lehine yontmaya çalışıyor;
“ezilenleri” ve proletaryayı (işçi sınıfını) aynılaştırmak
için her fırsatı değerlendiriyor, ama olmuyor.
“Ütopya
mı Teori mi?” ara başlığı altında şunları okuyoruz:
“Marksizm,
iki anlamda ve iki cepheden “ütopya”laştırılıyor. Marksizm,
bir yandan (artık) gerçekleşemeyecek bir ütopya olarak
sunulurken, öte yandan ve “berikiler” tarafından, gerçeklikle
bir ilgisi olmayan, ancak gerçekleşmesi düşlenen, istenen bir
ütopyaya indirgeniyor”.
Peki,
bunu kim yapıyor diye TP'ye sorsanız kendi dışındakileri;
“ötekileri”, “berikileri” adres olarak verir. Yukarıdaki
cümlede yer alan “bir
yandan”, “öte yandan”
ayrımı TP'nin amacını gizlemek için kullandığı yapay bir
ayrımdır. Birileri iki koldan; “bir
yandan” ve
“öte yandan”
Marksizmi, Marksizm olmaktan çıkartmak için saldırıya geçmiş.
Bu cümleyi okuyunca, okuyanın düşünce aleminde böyle bir
senaryo canlanıyor. Düşünce aleminizde böyle bir senaryoyu
canlandırabiliyorsanız, TP başarılı olmuş demektir; amacını
“bir
yandan”, “öte yandan”
Marksizme saldıranlara gerçekleştirtmiş demektir.
TP,
yukarıdaki anlayışıyla Post-Marksizmin, kendisine Marksizm güneşi
altında bir yuva hazırlayan “Batı-Marksizmi”nin Marksizmi,
Marksizm olmaktan çıkartma “eylemi”ni başkalarına
yaptırmaktadır. Marksizmi, Marksizm olmaktan çıkartmak için “bir
yandan”, “öte yandan”
eleştirenler TP'nin “Başta
Lukacs ve Gramsci, birçok Marksist, materyalizmi ve onun -Marks’ın
Kapital’inden başlayarak- Marksizmdeki “etkileri”ni açıklıkla
reddetmiştir”
dediği
“üstat”larıdır.
Tabi onların arasında Althusser “üstat” da var.
1920'lerden
bu yana Marks ve Engels'in Marksizmini, ilkesizleştiren, bilinemez,
tanınamaz, uygulanamaz hale getiren; yeni koşulları, gelişmeyi
vb. öne sürerek yeni açılımlardan bahsederek Marksizmi
değiştirmeye; başka bir “Marksizm” oluşturmaya çalışan
Post-Marksizm değil mi? Şöyle düşünmek gerekir:
Post-Marksizm
yukarıdaki cümlenin ikinci kısmıyla işe başlıyor ve Marksizmi
“gerçeklikle
bir ilgisi olmayan, ancak gerçekleşmesi düşlenen, istenen bir
ütopyaya indirgiyor”.
Bunun nasıl yapıldığı birinci makalede anlatıldı ve
sonrakilerde de anlatılacak. İnsanların kafasında Post-Marksizm;
o yenilikçiler; yeni bir Marksizm kurucuları -TP de bunlardan
biridir- “ütopya”nın gerçekleşmesi için mücadele eden
yenilikçiye dönüşüyor. Bu yenilikçilerin ortaya koyduğu
“Marksizm”in de ne bildik Marksizmle ilişkisi var ne de
uygulanabilirliği var; Post-Marksizm, “ütopya”dan “ütopya”
üretiyor. Bunu kendisi yapıyor, ama başkaları yapıyor diyor.
Küçük
burjuvazinin dünya görüşüne göre tabii ki, Marksizm, Marks ve
Engels'in Marksizmi ve Marksizm-Leninizm bir “ütopya”dır,
uygulanamaz; ona göre SSCB'indeki uygulama da uygulamanın
“karikatürü”dür. Küçük burjuvazi, Marksizmi uygulanır hale
getirmek için; “ütopya” olmaktan çıkartmak için
değiştirmeyi, yeniden oluşturmayı düşünür. Böylece Marksizmi
burjuvazinin kabul edebileceği hale getirmek ister. İşçi
sınıfsız, diyalektik ve tarihsel materyalizmsiz, yöntemsiz
Marksizmden, burjuva devleti yıkma yerine ele geçirmeye çalışan;
sermaye karşısından hemen herkesin, yani “ezilenler”in
“ideolojisi” olan bir Marksizmden hangi şaşkın burjuvazi
korkar? Post-Marksizm böyle bir Marksizm oluşturmak için var; TP
de böyle bir Marksizm oluşturmak istiyor.
TP,
“Solduyu”ya aykırı bir Marksizm ortaya koyduk”, “Biz bir
Marksizm anlayışını temsil ediyoruz” derken böyle bir
Marksizmden bahsettiği bilinmelidir.
TP,
Marksizmi, Marksizm olmaktan çıkartan bir Marksizmcidir,
Post-Marksizmcidir.
Böylesi
durumlarda Lenin'in muhatabını tarif etmek için sık sık
kullandığı Philister tanımlaması TP'ye tam uygun düşüyor.
Zihinsel üretimi küçümseyen, kalıplaşmış burjuva, küçük
burjuva, revizyonist anlayışları, ön yargıları olduğu gibi
alan ve kullanan bir tip. Bu tipi Türkçeleştirirseniz karşınıza
“dar kafalı”, bağnaz, avanak küçük burjuva çıkar.
Marksizme saldırı ve bu saldırıda kullandığı yöntem ve
“silah”lar TP'nin bir Philister olduğunu göstermektedir.
Aşağıdaki
“değerlendirme”yi okuyunca bana hak vereceksiniz:
“...Marksizmi,
herhangi bir sosyalist ideoloji olarak, ezilen ve sömürülen işçi
sınıfının dünya görüşlerinden biri —olsa olsa en iyisi—
olarak belirleyen ve böylece savunan girişimlerin derin zaafını
kesin bir tutumla vurgulamak zorunlu oluyor. Marksizm, sosyalizm
türlerinden, ezilenler (ya da işçi sınıfı) “ideoloji”lerinden
radikal bir şekilde farklı olmak gerektir. Böyle olmayan bir
Marksizmin varlığının anlamlılığını savunmak, bu bağlamda,
ütopyacı Marksistlere düşüyor”.
Önce
birinci cümleyi ele alalım:
1-”Marksizm
herhangi bir sosyalist ideoloji”dir.
2-”Ezilen
ve sömürülen işçi sınıfının dünya görüşlerinden
biri”dir; “olsa olsa en iyisidir”.
3-”Marksizmi,
(böyle) belirleyen ve böylece savunan girişimlerin derin zaafını
kesin bir tutumla vurgulamak zorunlu oluyor”.
Güzel.
Peki,
”Marksizm(i)
herhangi bir sosyalist ideoloji” olarak
kim görüyor? Marksizmi çok Marksizmleştirenler; çatallaştıranlar,
mezhepleştirenler görüyor. Bunlardan birisi de TP'dir.
Peki,
Marksizm, ”Ezilen
ve sömürülen işçi sınıfının dünya görüşlerinden biri”dir
diyen kim? TP.
Peki,
”Marksizmi, (böyle) belirleyen ve böylece savunan girişimlerin
derin zaafını kesin bir tutumla vurgulamak zorunlu oluyor” diyen
kim? TP.
Bu
durumda ya TP ne dediğini bilmiyor ya da böyle çelişkili
yazmasının -kendi kendini eleştirmesinin- bir nedeni vardır.
Evet,
bunun bir nedeni var:
TP,
”Marksizm(i) herhangi bir sosyalist ideoloji”
olarak göstermek için; başka sosyalist ideolojiler de var, örneğin
bunlardan birisi “ezilenlerin Marksizmi” demek için veya her bir
“okulu” başlı başına bir ” sosyalist ideoloji” temsilcisi
yapabilmek için Lenin'in Marksizmin gelişimiyle ilgili olarak “Karl
Marks'ın Öğretisinin Tarihsel Yazgıları” makalesinde yer alan
bir değerlendirmeyi kullanıyor. Orada Lenin'in söylediği şu:
“Birinci
dönemin başlangıcında -1848 Devriminden Paris Komününe
(1871) kadarki dönem kastediliyor, İ. Okçuoğlu- Marksist
öğreti asla hakim öğreti değildi. Sosyalizmin oldukça çok
sayıdaki fraksiyonlarından veya akımlarından sadece birisidir”
(Die historischen Schicksale der Lehre von Karl Marx, C. 18, s. 576).
TP
bundan hangi sonucu çıkartıyor? ”Marksizm, sosyalizmin çok
sayıdaki akımları arasında “herhangi bir sosyalist
ideoloji”dir. En fazlasıyla (“olsa olsa”) “en
iyisidir”.
İdeolojinin
“iyisi”, “kötüsü” olmaz, doğrusu veya yanlışı
olur!
Aynı
anlayış, bu sefer işin içine “ezilenler” de katılarak
sunuluyor. Bu sefer Marksizmin bir dünya görüşü olduğunu, ama
sadece işçi sınıfının tek dünya görüşü olmadığını;
işçi sınıfının çok sayıda “dünya görüşleri”
olduğunu ve işçi sınıfının
bu “dünya görüşleri”ni
“ezilenler”le paylaştığını öğreniyoruz:”Ezilen
ve sömürülen işçi sınıfının dünya görüşlerinden
biri”dir; “olsa olsa en iyisidir”.
TP,
bir taraftan Marksizmi, işçi sınıfını küçümsüyor, diğer
taraftan da işin içine “ezilenleri” katarak bu kavramın
Marksizm, ideoloji ve işçi sınıfı bağlamında kullanılmasını
kanıksatıyor. Belki, “ezilenlerin Marksizmi”ni
kabul edilebilir yapmanın bir yolu da böyle hareket etmektir!
Ve
sonra TP, kendisi Marksizmi böyle belirlemesine rağmen, sanki
başkaları böyle beliriliyormuş gibi davranıyor ve o başkalarını
-aslında kendini- “Marksizmi, (böyle) belirleyen ve böylece
savunan girişimlerin derin zaafını kesin bir tutumla vurgulamak
zorunlu oluyor” diyerek eleştiriyor.
TP
demagojiyi inceltiyor, Marksizmi işçi sınıfının varlığından
kopartıyor:
“Marksizmin
bir ideoloji olarak varlığı, işçi sınıfının varlığına
bağlı olmamak anlamında, epistemolojik niteliktedir”.
Bu
cümlenin Türkçe anlamı şudur:
Marksizm
bir ideolojidir.
İşçi
sınıfının varlığına bağlı olmayan bir ideolojidir.
Bu
nedenle Marksizm,
epistemolojik karakterlidir
(“bilgi
bilimi”)
karakterlidir.
Böylece
Marksizm, işçi sınıfından kopartılıyor; işçi sınıfının
dünya görüşü olmaktan çıkartılıyor ve işine gelenin, bu
arada “ezilenler”in de sahiplenebileceği bir “bilgi bilimi”ne
indirgeniyor.
TP'nin
“derin” felsefesini anlayamadığım için “İşçi
sınıfıyla bağlantılı olduğu kabul edilen diğer bütün
akımlar, bu bakımdan Marksizme nazaran başka bir kategoriye
(ontolojik) dahildir”den
ne kastettiğini de anlayamıyorum. (Neyse, TP'nin Marksist
felsefeden hiç bahsetmemesinin -en azından elimde olan
yazılarında-, kavram olarak kullanmamasının, ama sürekli
ontolojiden, epistomolojiden bahsetmenin bir nedeni vardır diye
düşünelim!).
İlginç
olan, aşağıdaki yorumdur:
“Marksizm
işçi sınıfının dışındadır. İşçi sınıfına bir ideoloji
olarak görünür ve politika aracılığıyla onunla bağ kurar
—kendini işçi sınıfına ve diğer ezilenlere bağlayan
(ontolojik) bir düzlem oluşturur”.
Burada
komünist hareketle işçi hareketinin başlangıçta ayrışık
olduğu ve sonradan -”politika
aracılığıyla”-
komünist partisi örgütlenmesinde birleştiği/kaynaştığı
anlatılmıyor. TP, Marksizmi “ontolojik” olarak işçi sınıfının
dışına itiyor; işçi sınıfından bağımsız geliştiğini
savunuyor. İşçi sınıfından bağımsız gelişen bir Marksizm,
tam da TP'nin aradığı Marksizmdir. TP, tam da böyle bir
Marksizmin işçi sınıfının ideolojisi olarak göründüğünü
ve politika denen araç üzerinden işçi sınıfıyla bağ kurduğunu
savunuyor. Ama bu arada işin içine birden bire “diğer ezilenler”
giriyor ve Marksizmin “kendini
işçi sınıfına ve diğer ezilenlere bağlayan (ontolojik) bir
düzlem oluştur”muş
olduğunu anlıyorsunuz.
Böylelikle diğer şeylerin yanı sıra Marksizm, aynı zamanda
“diğer ezilenler” adı altında işçi sınıfı dışında
kalan hakim olmayan sınıf ve sosyal tabakaların da ideolojisi
oluyor.
Batıda
Post-Marksizm, Marksizmi hakim burjuvazi dışında herkesin; her
sosyal hareketin kabul edeceği ideoloji durumuna getirmek için
olmadık demagojilere baş vuruyor. Yukarıda TP'nin anlattıkları
Post-Marksizmin ideolojik cephaneliğinden alınmıştır. Tek fark,
TP kendine özgü bir Marksizm; “ezilenlerin Marksizmi”
oluşturmak istediği için “ezilenler”in ideolojisini de
tanımlamak zorundadır. O da “ezilenlerin Marksizmi”dir. Bu
Marksizmin sınıfsal içeriği de işçi sınıfını da içeren
“ezilenler”dir.
“Geçmiş
Misyon Gelecek - Ezilenlerin Marksizmi için teori ve politika”
yazısıyla devam edelim:
Şunları
okuyoruz (Saçmalık boyutlarına varan ve kendine sevdalı olmaktan
ileri gitmeyen, Amerika'yı yeniden keşfeden bazı tespitlere sadece
gönderme yaparak geçeceğiz):
“Teori
ve Politika, dünyada ve Türkiye’de Marksizmin derin ve çok
boyutlu bir kriz yaşadığını ve esaslı bir parçalanmaya
uğradığını saptadı. Parçalanma, hem enternasyonal nitelikte ve
hegemonik etkiler yaratan bir hareketin yokluğu anlamındaydı, hem
Marksizmin bilim, felsefe ve politika olarak belirlenen sektörleri
nezdindeydi. Kriz, Marksizmin varlığına kast eden bir nitelik
gösteriyordu. Marksizm tanınabilir niteliklerini kaybediyordu”.
“Dünyada
ve Türkiye’de Marksizmin derin ve çok boyutlu bir kriz yaşadığını
ve esaslı bir parçalanmaya uğradığını”
TP saptamadı. Bir taraftan araya araya bulduğunuz
“Batı-Marksizmi”nden bahsediyorsunuz, diğer taraftan da bu
krizi biz saptadık diyorsunuz. Dediğiniz krizden 1920'lerden bu
yana bahsedilmektedir. Diğer taraftan Marks ve Engels dönemi
Marksizmi ve sonrasında da Marksizm-Leninizm içinde ve etrafında
yapılan tartışmalar, en son olarak Sovyet modern revizyonizminin
ihanetinin sonuçları; uluslararası komünist hareket içindeki
parçalanmalar, ulusal ve uluslararası alanda Marksist-Leninistlerin
saptamasıdır. Siz bu saptamalar yeniden saptamış oluyorsunuz.
Aynı
durum “Parçalanma,
hem enternasyonal nitelikte ve hegemonik etkiler yaratan bir
hareketin yokluğu anlamındaydı, hem Marksizmin bilim, felsefe ve
politika olarak belirlenen sektörleri nezdindeydi”
anlayışınız için de geçerli. Yahu, siz uluslararası komünist
hareketin, dünya revizyonist hareketinin eylem ve yazın dünyasına
hiç girmiyor musunuz, kim ne diyor diye karıştırmıyor musunuz?
“Üstat” Althusser'in bir kısım yazılarında, o “ünlü”
“provokasyonları”nda yer alan anlayışları da mı okumadınız?
Sovyet modern revizyonizminin Marksizmi, uluslararası komünist
hareketi “bilim,
felsefe ve politika olarak belirlenen sektörleri”nde
nasıl çarpıttığını da mı yok sayıyorsunuz?
Bunların
hepsi aslında pek de önemli değil, en azından aşağıdaki
cümlenin içerdiği anlam kadar önemli değil. Kundakçı TP,
itfaiyeci oluyor ve “Kriz,
Marksizmin varlığına kast eden bir nitelik gösteriyordu. Marksizm
tanınabilir niteliklerini kaybediyordu”
“saptama”sını yapıyor. Yahu, Marks'ı Marks olmaktan
çıkartarak Marksizmi Marksizm olmaktan çıkartmaya çalışanlar
sizin önderlerinizdir. Bunların en sonuncusu da Althusser
“üstat”tır. Sahiplendiğiniz ant-marksist çizgi, 1920'lerden
bu yana Marksizmin varlığına kasteden bir faaliyet sürdürmedi
mi? Öncesinde Bernstein revizyonizmi, Marksizmin varlığına
kastetmenin ifadesi değil miydi? “Mavi boncuk” dağıtırken
korumaya aldığınız Troçki ve Troçkizm neyin varlığına
kasteden bir nitelik taşıyordu? “Üstat”ınız Althusser,
“Başta
Lukacs ve Gramsci, birçok Marksist, materyalizmi ve onun —Marks’ın
Kapital’inden başlayarak— Marksizmdeki “etkileri”ni
açıklıkla reddetmiştir” derken
bu unsurlar ve onların görüşlerini savunan siz,
neyin
“varlığına
kasteden bir nitelik”sel
eylem içindeydiniz?
Bütün bu unsurlar “Marksizm(in)
tanınabilir niteliklerini”
yok etmenin uğraşısı içinde olmadılar mı? Bütün bu uğraşının
sonucu Post-Marksizm değil mi?
“Tanrı
katı”, “asker” arayışı ve yapısalcılık
“Marksizmle,
bütünsel bir yapı olarak onun her boyutuyla ayrı ayrı karşı
karşıya gelebilecek uğraş özneleri yaratmak gerekiyordu.
Türkiye’de pratik-politik Marksistler vardı, ama onların verili
konumlarıyla Marksizmi bütünsel olarak karşılayabilme
imkanlarından söz edilemezdi... O halde, Marksizmin bileşenlerine
karşılık gelecek misyonlar oluşturmak zorunlu bir yükümlülük
halini almıştı.
Biz
bu manzarada kendimize, ‘teorik-politik’ olarak adlandırdığımız
konumu yakıştırdık. Türkiye’de Marksizm için bir
‘teorik-politika misyonu’ oluşturacaktık”.
Ne
söyleniyor? Birtakım yapılar var; Marksizmin şu veya bu alanında
uğraşan özneler var; örneğin özne olarak “Türkiye’de
pratik-politik Marksistler var”,
ama bunlar “verili
konumları”ndan
dolayı; yani sürekli pratik içinde olduklarından dolayı onların
“Marksizmi
bütünsel olarak karşılayabilme imkanlarından söz edilemezdi”.
Bu nedenle “Marksizmin
bileşenlerine karşılık gelecek misyonlar oluşturmak”;
yani yapılar oluşturmak gerekiyordu ve bu yapılar, yapılanmalar
içinde TP de kendine “teorik-politik”
bir konumu, yapılanmayı yakıştırıyor ve “Türkiye’de
Marksizm için bir ‘teorik-politika misyon”
oluşturuyor.
Anlaşıldı
değil mi?
Marksizmin
şu alanında, bu alanında uğraş veren yapılar var;
“pratik-politik” “asker”ler var. Bu askerlerin -yani bu
yapıları (kimlere “mavi boncuk” dağıttıklarını düşünelim)
“teorik-politik
misyon”
ile; yani TP ile bira araya getirilmesi gerekiyor. TP, asker,
askerdir, “aklı yetmez”, sadece koşar diyor ve kendisini de
onların nasıl ve ne yönde koşacağını belirleyecek “misyon”
olarak görüyor: İstikamet “ezilenlerin Marksizmi”dir.
“Yolda:
Teorik-politik akım” alt başlığı altında şunları okuyoruz:
“Teori
ve Politika, geride bıraktığımız yıllarda ortaya koyduğu özgül
Marksizm anlayışıyla bir teorik-politik akımı temsil eder hale
geldi. Bunu cüretle ifade ediyoruz ve başarılı olduğumuz en
önemli, hatta tek belli başlı husus olarak vurguluyoruz”.
TP'nin
“geride (bırakılan) yıllarda ortaya koyduğu özgül Marksizm
anlayışıyla bir teorik-politik akımı temsil eder hale geldi(ği)”
oldukça soru götürür. Olmayanı “cüretle ifade etmek” de bir
“cüret meselesi”dir. Olsun, arkadaşların hatırını
kırmayalım ve “özgül Marksizm anlayışıyla bir
teorik-politik akımı temsil eder hale geldi”klerini kabul
edelim. Bizi burada ilgilendiren TP'nin “cüret” ve “başarılı”
olmasından ziyade “cüret” ve “başarı” ile ortaya koyduğu
Marksizmin nasıl bir Marksizm olduğudur.
TP
devamla şöyle diyor:
“Biz
bir Marksizm anlayışını temsil ediyoruz. Temsil ettiğimiz ve
kurmaya çalıştığımız anlayışın felsefi bakımdan güçlü,
bilimsel bakımdan geçerli ve politik bakımdan uygun olduğu,
Marksizmin cari varlığı ve ihtiyaçlarını karşılama bakımından
yeterliliğe en yakın konumda olduğu ve kategorik bir nitelik
taşıdığı konusunda güven içindeyiz”.
1-
TP, “bir Marksizm anlayışını temsil ediyor”; yani belli bir
Marksizm anlayışını temsil ediyor.
2-
“Felsefi bakımdan güçlü” “bir Marksizm”.
3-”Bilimsel
bakımdan geçerli” “bir Marksizm”.
4-”Politik
bakımdan uygun” “bir Marksizm”.
5-
“Marksizmin cari varlığı ve ihtiyaçlarını karşılama
bakımından yeterli” “bir Marksizm”.
TP
Althusser'cidir, yapısalcıdır; O halde Marksist felsefeyi reddeden
bir konumdadır. Marksist felsefe reddedilerek “felsefi bakımdan
güçlü” “bir Marksizm” nasıl oluşturulur? Bunu TP'ye sormak
gerekir.
Althusser
yapısalcıdır, Marksizmin bilimsel geçerliliğini reddeder; aksi
taktirde neden yeni bir Marksizm oluşturmaya kalkışsın ki? TP de
aynı yolun yolcusudur. O halde oluşturulmak istenen, Marks ve
Engels dönemi Marksizmin bilimsel olmadığını kanıtlama
temelinde bir Marksizmdir.
Althusser
ve Post-Marksizm, Marksizmi “politik
bakımından uygun” hale
getirmenin açık ifadesidir. Neden? Değişim, gelişmeler vb.
derken Marksizmin burjuvazinin kabul edeceği hale getirilmesi için
Marksizmde burjuvaziye “politik
bakımdan” uygun
olmayan ne varsa revizyona tabi tutulmuştur. TP'nin
“politik bakımdan uygun”dan
anladığı budur.
Bütün
bunları yaptıktan sonra ortaya felsefesi, teorisi, ilkeleri,
politik açılımları reddedilmiş; tamamen yenilenmiş “bir
Marksizm anlayışı” çıkıyor. İşte bu; Post-Marksizm diye
tanımlanan “Marksizm” TP'nin oluşturmaya çalıştığı
Marksizmdir. Nam -ı diğer “ezilenlerin
Marksizmi”dir.
“Başta
Lukacs ve Gramsci, (Althusser
olmak üzere) birçok Marksist(in),
materyalizmi ve onun -Marks’ın Kapital’inden başlayarak
-Marksizmdeki “etkileri”ni açıklıkla reddediği” bir
ortamda Post-Marksizmden başka bir şey de yeşermezdi.
TP,
“Bizim
karakteristik ve öne çıkan özelliğimizin, Marksizm içinde bir
akımı Türkiye’de oluşturmaya çalışmamız olduğunu ifade
edebiliriz”
diyor. Çok doğru. Gerçekten de TP, Anadolu coğrafyasında
Post-Marksizmi devrimci ve komünist hareket içinde yaymaya
çalışmaktadır. Bu bakımdan haklıdır.
TP,
“İşçiciliğin
ve sosyalizmciliğin Marksizm içindeki nüfuzuna karşı mücadele
ettim”
diyor. Hayır, TP, “İşçiciliğin
ve sosyalizmciliğin Marksizm içindeki nüfuzuna karşı mücadele”
etmedi. “İşçiciliğin
ve sosyalizmciliğin Marksizm içindeki nüfuzuna karşı mücadele”
adı altında işçi sınıfının varlığına, tarihsel misyonuna
ve sosyalizme karşı mücadele etti; sosyalizm ve Marksizmin işçi
sınıfına özgü oluşuna karşı mücadele etti. Bu nedenle
“Ezilenleri
bir sıfat olmaktan çıkararak ad olarak kategorize”
etmeyi esas amaç edindi ve bu nedenden dolayı “günümüzün
mücadelesinin “ezilenler birleşin” şiarında yoğunlaştığını
savundu”.
Demagojide
TP ile kolay kolay “aşık atılamaz”! “Ezilenleri”,
“ezilenlerin Marksizmi”ni bayraklaştırmak için tabii ki, işçi
sınıfına ve sosyalizme karşı mücadele edecekti.
TP,
“Özneciliğin Marksizmdeki yansımalarına karşı durdu ve
öznesiz tarihin savunusuna girişti” derken doğru söylüyor.
Gerçekten de Althusser ”üstat“
özneyi tarihten aforoz etmişti, ortalıkta tarihi değiştirecek,
devrim yapacak bir güç bırakmamıştı. Her ne kadar ”üstat“,
bir bütün olarak tarihi öznesiz bırakmışsa da, takipçileri
tarihi çok özneli yapmaktan çekinmediler, gecikmediler. Öznesiz
kalan tarih birden bire işçi sınıfı dışındaki veya artık
“önemsizleşen” işçi sınıfıyla birlikte sayısız öznelerle
dolup taşmaya başladı: TP bu öznelere “ezilenler” diyor.
Bir kez daha yapısalcılık:
TP,
“Marksizmi bir ideoloji olarak algılamanın kategorik
olarak önüne geçti. Ezilenlerle ilişkiyi bu bağlamda tanımladı.
Ezilenler Marksistlerin karşısına ham maddi varlıklarıyla değil,
bir bütün olarak, ideolojileri, kültürleri, görenekleri,
dinleri-imanlarıyla çıkıyordu; ve Marksistler açısından
ezilen, brüt-ezilendi –net değil”.
Çelişkili,
karışık, demagoji dolu bir savunma. Arkadaşlar doğru
söylemiyorlar. Marksizmin işçi sınıfının ideolojisi olarak
algılanmasının yanlış olduğunu savunuyorsunuz. Size göre
Marksizm, sınıf (bu durumda işçi sınıfı) ideolojisi değildir,
ama “ezilenler”in ideolojisidir; size göre Marksizm bir sınıfın
-işçi sınıfının- ideolojisi olamaz, ama birden fazla sınıfın
-”ezilenler”in- ideolojisi olabilir.
Savunduğunuz bu. “Marksizmi
bir ideoloji olarak algılamanın kategorik olarak önüne geçti”ten
anladığınız, anlatmak istediğiniz bu.
“Ezilenler
Marksistlerin karşısına ham maddi varlıklarıyla değil, bir
bütün olarak, ideolojileri, kültürleri, görenekleri,
dinleri-imanlarıyla çıkıyordu; ve Marksistler açısından
ezilen, brüt-ezilendi –net değil”.
TP'nin yapısalcı, dokusunu çok iyi anlatıyor. “Brüt-ezilen”
hiç değişikliğe uğramamış, özelliklerini olduğu gibi koruyan
“ezilen”dir.
“Net
ezilen”
ise değişikliğe uğramış, bir çok özelliğini kaybetmiş,
“inceltilmiş”, “yontulmuş”, “öğretilmiş”
“ezilen”dir. “Ham
maddi varlıklar”
işlenebilir, değiştirilebilir, birtakım özellikleri, başka
özelliklere dönüşebilir. TP bunu savunmuyor. “Bir
bütün olarak, ideolojileri, kültürleri, görenekleri,
dinleri-imanlarıyla”
birlikte “ezilenler”i; yani “brüt-ezilenleri”
ele alıyor. Her “ezilen”, ideolojisi, kültürü, görenekleri,
dini ve imanı neyse onları olduğu gibi koruyarak “ezilenler”de
birleşebilir. Bu yapılar değişmeden bir araya gelebilir ve bir
bütünlüğü oluşturabilir. Değişmeyen yapılar toplamı = bir
üst yapı toplamı.
“Solduyu”ya
aykırı bir Marksizm ortaya koyduk” derken
haklısınız. Ortaya koyduğunuz “Marksizm”, Marksizme her
bakımdan aykırı; Marks'ın Marksizmi ile, çağımızda
Marksizm-Leninizm ile uzaktan yakından ilişkisi olmayan bir
“Marksizm”. Aslında bu Marksizmin adı “ezilenlerin Marksizmi”
değil de “yapısalcı
Marksizm” olması gerekirdi.
Yani bir “çakma” Marksizm.
Biraz
da “Marksist Tümleyenlerin Ayrım ve İlişkisi Üzerine”
makalesinden okuyalım:
Bu
makalede bizi ilgilendiren, Marksizmin temellerine yapılan
saldırıdır; onun bütünselliğini, kendisini tartışmalı
yapmaktır. Şüphesiz ki, Marksizm tartışılmaz diye bir
düşüncemiz yok. Marksizm, tartışılır, ama tartışmadan
tartışmaya fark vardır. Marksizmi, öğrenmek, kavratmak ve
geliştirmek için takışabileceğiniz gibi, onu başkalaştırmak
için de tartışabilirsiniz. Bu yazıda Marksizmin
başkalaştırılmasının; Marksizmin Marksizm olmaktan
çıkartılmasının tartışmasının yapıldığı görülmektedir.
TP'deki
bu yazıda “Althusser,
Marksist teorinin tarihinde yaşanan “güçlüğün” bu
tartışmalara yansıdığını ve tartışmalara verilen “adlar”ın
da tanımlanmamış bir sorunun arazları olduğunu söyler ve bir
dizi soru sorar”
deniyor. Burada bizi ilgilendiren, bununla ne anlatılmak
istediğinden ziyade “üstat” Althusser'in
sorularıdır:
"Marksist
teorinin temeli nedir? Bilim mi yoksa felsefe mi? Marksizm özünde
bir felsefe midir, "praxis felsefesi mi, –peki o zaman Marx'ın
ileri sürdüğü bilimsel iddialar neyin nesi?– yoksa Marksizm
özünde bir bilim midir, yani tarih bilimi, tarihi maddecilik midir;
peki o zaman felsefesi, diyalektik maddecilik neyin nesi? Ya da
tarihi maddecilikle (bilim) diyalektik maddecilik (felsefe)
arasındaki klasik ayrım hâlâ kabul ediliyorsa, bu ayrımı nasıl
düşünmeli: geleneksel terimlerle mi, yeni terimlerle mi? Ya da,
diyalektik maddecilikte, diyalektikle maddecilik arasındaki ilişki
nedir? Ve gene, diyalektik nedir: basit bir yöntem mi, yoksa bütün
olarak bir felsefe mi?" (Adı
geçen makaleden).
Böylesi
sorunlara; hemen hemen aynı sorulara bir zamanların sosyalist,
sonra da revizyonist ülkelerinde Marksizmi, bileşenlerini,
felsefesini vb. açıklamak için hazırlanmış eğitim
broşürlerinde rastlarsınız. Oradaki amaç, Marksizmi, sorulan
sorular çerçevesinde açıklamaktır. Ama aynı soruları koskoca
“üstat” Althusser soruyorsa ve bu soruları onun taraftar ekibi
TP gündeme getiriyorsa bu, Marksizm üzerine bir eğitim çabası
olarak görülemez. Yukarıdaki sorular istisnasız Marksizmi
tartışalım, tanıyalım adı altında onu nasıl başkalaştırırız
tartışmalarına hizmet etmiştir ve etmektedir.
“Üstat”
"Marksist teorinin temeli”(nin) ne olduğunu bilmiyor
mu? Bilmiyorsa pekala Lenin'den öğrenebilirdi.
“Üstat”
“damardan giriyor”; temeli tahrip ediyor ki, üzerinde yükselen
bina kolaylıkla çökebilsin. "Marksist
teorinin temeli nedir?”den
sonra sıralanan sorular bunun ifadesidir. Marksizm, bir “Bilim
mi yoksa felsefe mi?”dir
ile okur bir ikilemle karşı karşıya bırakılıyor; Marksizm ya
bir bilimdir ya da bir felsefedir diye düşünmek gerekiyor. Sonra
“Marksizm
özünde bir felsefe midir”
sorusu, Marksizm bir "praxis
felsefesi mi, –peki o zaman Marx'ın ileri sürdüğü bilimsel
iddialar neyin nesi?”dir
ile birleştiriliyor. Sonrasında yeniden “Marksizm
özünde bir bilim midir, yani tarih bilimi, tarihi maddecilik midir;
peki o zaman felsefesi, diyalektik maddecilik neyin nesi?”dire
dönülüyor.
“Üstat”
yukarıdaki sorularla kafaları karıştırdıktan sonra “ölümcül
darbe”yi vuruyor:
“Ya
da tarihi maddecilikle (bilim) diyalektik maddecilik (felsefe)
arasındaki klasik ayrım hâlâ kabul ediliyorsa, bu ayrımı nasıl
düşünmeli: geleneksel terimlerle mi, yeni terimlerle mi? Ya da,
diyalektik maddecilikte, diyalektikle maddecilik arasındaki ilişki
nedir? Ve gene, diyalektik nedir: basit bir yöntem mi, yoksa bütün
olarak bir felsefe mi?"
“Üstat”ın
sorunu Marksist felsefenin bizzat kendisiyledir; diyalektik ve
tarihsel materyalizmledir. Onun topluma uygulanışı (tarihsel
materyalizm) ve doğaya uygulanışı (diyalektik materyalizm) yöntem
olarak “üstat”ı rahatsız ediyor; aralarındaki “klasik
ayrım hâlâ kabul ediliyorsa, bu ayrımı nasıl düşünmeli:
geleneksel terimlerle mi, yeni terimlerle mi?” diyerek
Stalin'in bu konuya getirdiği açıklığı reddediyor; bu ayrımın
varlığını hala kabul ediyorsanız, ayrım
“geleneksel terimlerle mi” (Stalin'in
açıkladığı gibi mi?) yoksa “yeni
terimlerle”
yeniden yorumlanmalı mıdır diye yönlendiriyor. “Üstat”
soruna ne kadar dışarıdan; Marksizm dışından baktığını “Ya
da, diyalektik maddecilikte, diyalektikle maddecilik arasındaki
ilişki nedir? Ve gene, diyalektik nedir: basit bir yöntem mi, yoksa
bütün olarak bir felsefe mi?"dir
sorularıyla dışa vuruyor. “Üstat”, “diyalektik
maddecilikte”
diyalektik materyalizmde diyalektik ve materyalizm arasında ilişkiyi
sorguluyor ve yeniden yöntem olarak diyalektiğe dönüyor.
Tabii,
denecektir ki, bu “üstat”ın bir özelliğidir, “kışkırtıcı”
sorular sorar vb. SSCB üniversitelerinde, akademilerinde bu konular
üzerine sayısız eserler yayımlanmıştır; felsefe, daha özgün
biçimiyle tarihsel ve diyalektik materyalizm, tarih vb. bilim
dallarında eserleri hala güncelliğini kaybetmemiş uzmanlar;
Marksist filozoflar, Marksist tarihçiler yetişmiştir. “Üstat”
neden onları referans almıyor? Tabii ki, onlar “Stalin
dogmatizmi”nin ürünleridir denecek. Lukacs-Althusser çizgisi
Stalin'e gelmeden önce Lenin'in “Gerici Felsefe Üzerine
Eleştirel Yorumlar“ alt başlığını taşıyan “Materyalizm ve
Ampiryokritisizm“ eserini “Kaba Materyalizm“ (Lukacs) olarak
tanımlayacak kadar ileri gidebiliyorlardı.
Üstat“
“Marks İçin“ ve ”Kapital'i Okumak“ kitaplarında
Marksizm-Leninizm tarafından Marksist felsefenin geliştirilmesine
meydan okuyor, “Marksizm“in Stalin tarafından dondurulmasını,
dogmalaştırılmasını lanetliyordu. Althusser'e göre Stalin
önderliğinde Bolşevikler, diyalektik ve tarihsel materyalizmin
yasal bütünlüğünden bahsetmekle bu konuyu işlemekle neredeyse
cinayet işlemişlerdi. “Üstat“ bu yasal birliği paralamayı ve
felsefeyi ayakları üzerine oturtmayı tarihi görev olarak
görmüştü. Althusser'e göre ne de olsa “Marksizm,
pratiğin felsefesi değildi, aksine felsefenin pratiğiydi“.
TP
de işte bu “üstat”ın yolunda yürüyor. Onun Marksizmden,
Marksist felsefeden anladığı Althusser'in anladığından farklı
değilidir.
“Balibar,
Althusser’i izleyerek,
"Marksist
felsefe yoktur ve asla olmayacaktır; buna karşılık Marx'ın
felsefe için önemi, asla olmadığı kadar büyüktür"
tezini "paradoksal"
olsa da savunacağını söylüyor” (Aynı
makaleden).
Balibar,
yukarıdaki soruların neden sorulduğuna yeterli açıklık
getirmiyor mu? “Marksizmde
felsefe yoktur ve asla olmayacaktır”
deniyor, TP de buna katılıyor.
Ama
felsefe, Marksizmin üç bileşeninden/kaynağından birisidir;
felsefesiz Marksizm düşünülemez.
Politik
ekonomi olmaksızın Marksizm düşünülemez; politik ekonomi
Marksizm üç bileşeninden/kaynağından birisidir.
Bilimsel
sosyalizm (teori) olmaksızın Marksizm düşünülemez; bilimsel
sosyalizm Marksizmin üç bileşeninden/kaynağından birisidir.
Bana
inanmayabilirsiniz, ama en azından diğerlerinden farkını
belirtmek için “yükselti” dediğiniz Lenin'e inanırsınız
diye düşünüyorum. Bu konuda o “yükselti” özetle şöyle
düşünüyor:
“Marks'ın
öğretisi her şeye kadirdir, çünkü doğrudur. Kendi içinde
bütünlüklü ve uyumludur, insanlara, hiçbir batıl inançla,
hiçbir gericilikle, hiçbir burjuva köleliğinin savunulmasıyla
uzlaşmayan bütünlüklü bir dünya görüşü verir. İnsanlığın
ondokuzuncu yüzyılda Alman felsefesi, İngiliz politik ekonomisi ve
Fransız sosyalizminin şahsında yaratmış olduğu en iyi şeylerin
meşru mirasçısıdır.
Marksizmin felsefesi materyalizmdir. Tüm yakın tarihi boyunca Avrupa'da ve özellikle de onsekizinci yüzyılın sonunda Fransa'da, bütün ortaçağ pılıpırtısına karşı, kurumlardaki ve düşüncelerdeki köleliğe karşı tayin edici meydan savaşının verildiği bu ülkede, materyalizmin, doğa bilimlerinin bütün öğretilerine sadık kalan, batıl inançlara, ikiyüzlülüğe vs. düşman biricik tutarlı felsefe olduğu görülmüştür. O nedenle demokrasi düşmanları bütün güçleriyle materyalizmi "çürütme", baltalama, karalama gayreti içinde olmuşlar ve daima şu ya da bu biçimde dinin savunulmasına ya da desteklenmesine çıkan felsefi idealizmin çeşitli biçimlerini himaye etmişlerdir...
Ne
var ki Marks, onsekizinci yüzyıl materyalizminde takılıp
kalmamış, felsefeyi daha da geliştirmiştir. Marks felsefeyi,
Feuerbach'ın materyalizmine yol açmış olan klasik Alman
felsefesinin, özellikle de Hegelci sistemin kazanımlarıyla
zenginleştirdi...
Marks'ın
felsefesi, insanlığa ve özellikle de işçi sınıfına güçlü
bilgi araçları veren mükemmel felsefi materyalizmdir....
Klasik
politik ekonomi, Marks'tan önce İngiltere'de, en gelişmiş
kapitalist ülkede ortaya çıktı. Ekonomik yapıyı araştıran
Adam Smith ve David Ricardo, emek-değer teorisinin temelini
yarattılar, Marks onların eserini devam ettirdi. Bu teoriyi tam
olarak temellendirdi ve tutarlı bir biçimde geliştirdi...
Ne var ki ütopik sosyalizm gerçek bir çıkış yolu gösterecek durumda değildi. Ne kapitalizmde ücret köleliğinin özünü açıklayabilmiş, ne onun gelişme yasalarını keşfedebilmiş, ne de yeni bir toplumun yaratıcısı olabilecek toplumsal gücü bulabilmişti...
Tek
bir kapitalist ülke bile, kapitalist toplumun çeşitli sınıfları
arasında bir ölüm kalım mücadelesi vermeksizin az çok özgür,
demokratik bir temelde ortaya çıkmadı. Marks'ın dehası,
herkesten önce buradan dünya tarihinin öğrettiği sonucu
çıkarmayı ve onu tutarlılıkla geliştirmeyi bilmiş olmasında
yatar. Bu sonuç sınıf mücadelesi öğretisidir...
Bizzat
bizi çevreleyen toplum içinde, eskiyi ortadan kaldıracak ve yeniyi
yaratacak gücü oluşturabilecek durumda -ve toplumsal konumu
nedeniyle bunu yapmak zorunda- olan güçler bulmak, onları
aydınlatmak ve mücadele için örgütlemek. Sadece Marks'ın
felsefi materyalizmi, proletaryaya, o zamana kadarki bütün ezilen
sınıfların içinde sefil bir hayat yaşadıkları düşünsel
kölelikten çıkış yolunu göstermiştir. Sadece Marks'ın
iktisadi teorisi kapitalizmin genel düzeni içinde proletaryanın
gerçek konumunu açığa çıkarmıştır”(Lenin; “Marksizmin
Üç Kaynağı ve Üç Bileşeni” makalesinden).
"Marksizm,
Marks'ın görüş ve öğretilerinin sistemidir. Marks, insanlığın
en ileri üç ülkesince temsil edilen on dokuzuncu yüzyılın üç
temel ideolojik akımını, yani klâsik Alman felsefesini, klâsik
İngiliz ekonomi politiğini ve genel olarak Fransız devrimci
öğretileriyle sarmaşmış Fransız sosyalizmini sürdüren ve
tamamlayan bir deha idi. Muhalifleri tarafından da dikkat çekici
tutarlılığı ve bütünlüğü teslim edilen Marks'ın görüşleri,
dünyanın bütün uygar ülkelerinde işçi sınıfı hareketinin
teori ve programı olarak modern materyalizmi ve modern bilimsel
sosyalizmi oluşturur. Marksizmin esas içeriğinin, yani Marks'ın
ekonomik öğretisinin bir sergilemesini yapmadan önce, genel olarak
onun dünya görüşünün kısa bir özetini verme yükümlülüğünü
duyuyoruz" (Lenin; “Karl Marks” makalesinden).
Bu
anlayışa ekleyecek bir şeyim yok ama bu anlayıştan başta
“üstat”ları olmak üzere TP ve benzerlerinin geriye
bıraktıkları bir şey de yok.
Açık
ki, Post Marksizm bize felsefesiz, teorisiz, politik ekonomisiz bir
Marksizm sunuyor; Marksizm adına Marksizm olmayan bir Marksizm
sunuyor. TP işte böyle
“bir Marksizm anlayışı”nın
savunucusudur.
Aslında
TP, neden Marksist, Marksist-Leninist olmadığını ve olamayacağını
çok açık olarak ifade ediyor. Althusser “üstat”tan esinlenen
TP
“Bugün,
madde-bilinç, yapı-üstyapı, bilim-praxis (bilim-devrim) ikili
kategorilerinin tümünde, Marksizmin tümeller teorisinde bir krizin
varlığı saptanabilir”
diyor (Aynı yazıdan). Devamla sorunu Gramsaci'ye getiriyor ve
“Gramsci’nin
teorik bütünlüğünün praxis felsefesi ile kurulduğu ve tarihsel
Marksizmde tartışmasız olarak bir eğilimi temsil ettiği açıktır”
tespitini yapıyor ve sonra da çizgisinin ne olduğunu açıklıyor:
“Marx-Engels’i
örten ve onlara başvurmadan hareket edebileceğimiz Lenin dışında
yükselti bulunmuyor. Başka bir deyişle, Marx-Engels, bizim için
hâlâ ‘sonra gelen’ ve önce gelenleri örten etkileneceğimiz
‘yakın’ öncellerimiz. Pratik-politik Marksizmin sürece tahvil
olmuş bir tarihi ve teorik Marksizmin hareket noktası
yapabileceğimiz bir teorik zemini var”.
Lenin,
en fazlasıyla bir “yükselti”
oluyor; Marksizmi geliştiren birisi değil, Marks ve Engels'ten
sonra gelen bir farklılık. Lenin'in “yükselti”
olduğu bir anlayışta Stalin'in ve eserlerinin, uluslararası
komünist hareketin; Marksizm-Leninizmin yeri tabii ki olmayacaktır.
Bunun
yerine teorik zemin dedikleri Marks ve Engels'ten başlayacaksınız,
Lenin'in “kaba
materyalizm”in
savunucusu ilan edeceksiniz, Lukacs üzerinden o “teorik
zemin”in
üzerine “Batı-Marksizmi”ni koyacaksınız; böylece “zemin”i
içsel krizli yapacaksınız; Marksizmi çatallandıracaksınız;
mezheplerine ayıracaksınız; sonra Gramsci ve Korsch üzerinden
Althusser'e varacaksınız.
Bu
yol TP'nin yoludur ve bunu açıkça yazar. Bu yol, Post Marksizmin
oluşma ve gelişme yoludur. Onun savunucularından birisi de TP'dir.
“Paris
Ayaklanması- Nasıl Tanımlamalı, Nasıl Konumlandırmalı?”
makalesinden:
Bu
makalede Paris ayaklanmasından hareketle işçi sınıfının tarihi
misyonunun “ezilenlere” nasıl devredildiğini öğreniyoruz.
“Deneyci
ampirist paradigma bir şeyin kendisini nasıl dışa vurduğundan
hareketle bilgi üretirken, bu yaklaşımı reddeden Marksizm..”
tespiti
yanlıştır. Marks deneyciliği (ampirizm) eleştirir, ama onun
olumlu içeriğini reddetmez. Marks'ın deneyciliği (ampirizm)
eleştirisine dayanarak, şeylerin “özü”
görünümlerinde değil de “teorik pratik”te aranması gerekir
anlayışında olduğu için deneyciliğin olumlu içeriğini tamamen
reddeden Althusser'dir.
“İnsanların
“üretim araçları karşısındaki nesnel pozisyonlarına” bağlı
olarak tanımlanan sınıf kavramı, bilimsel düzeye ait bir kavram
olmasından ötürü, gerçek insanların verili toplumsal
pozisyonlarını nasıl anlamlandırdıklarını hesaba katmaz”
(Adı geçen makaleden). Marksizmin sınıf analizini çarpıtmak
için bu kadar basit bir saçmalığa başvurulabiliyor. Marksizm,
insanları sınıflara ayırırken onların üretim ilişkilerindeki
konumuna bakıyor; işgücünü satmak zorunda olan mı, artı değer
üretmek zorunda olan mı; yani üretim araçlarının mülkiyetine
sahip olmayan mı yoksa üretim araçlarının mülkiyetine sahip
olan ve bundan dolayı da üretime el koyan mı? Sınıf saptamasının
yalın kıstası bu. Burada Marksizm, insanların üretim
ilişkilerindeki konumundan bahsediyor, TP ise tek tek insanın
kendisini nasıl gördüğünden hareket ediyor. Marksizm “gerçek
insanların verili toplumsal pozisyonlarını nasıl
anlamlandırdıklarını hesaba katmaz” derken bunu ifade
ediyor. “Ezilenler”e varabilmek için böyle bir tanımlamaya
ihtiyacı var.
Yukarıda
saçma dediğimiz tanımlamadan sonra soruyu soruyor “Bu
kavrayış bizi Paris Ayaklanması’nı da bir sınıf isyanı
olarak tanımlama sonucuna götürür mü? Ya da dünyanın bir başka
coğrafyasında emperyalist işgal kuvvetlerine karşı savaşan
Iraklıların da sınıfsal bir direniş içinde olduğunu
söyleyebilir miyiz?”.
Yani
“Paris Ayaklanması’nı bir sınıf isyanı” değildir,
örneğin, “emperyalist işgal kuvvetlerine karşı savaşan
Iraklılar da sınıfsal bir direniş içinde” değillerdi.
Söyletilmek istene bu.
TP,
Marksizmin bu olguları (Paris varoşları ve Irak işgali) sınıf
hareketi; Fransız işçi sınıfının ve Irak işçi sınıfının
mücadelesi olarak değerlendirmediğini, değerlendiremeyeceğini
çok iyi biliyor. Ama amaç başka olduğu için böyle hareket
ediyor. Amacın ne oluğunu okuyalım:
“Sınıf
örneğinden hareket edersek, eğer tüm toplumsal temsil biçimlerini
yapının bir yansıması, epifenomeni olarak kavrayacak olursak,
üretim tarzından hareketle belirlenen yapısal sınıf konumlarının
ve dolayısıyla sınıf mücadelelerinin, verili bir kapitalist
toplumdaki temsil formlarına da kaçınılmaz olarak yansıyacağını
söylememiz gerekir. Yani bu yaklaşıma göre, eğer kapitalist
üretim tarzı temel olarak artı-değer sömürüsüne dayanıyorsa
ve sömürü ilişkilerinin tarafları üretim araçlarına sahip
olup olmamak kriterine göre belirleniyorsa, a) her kapitalist
toplumda, toplumsal tabakalaşmanın ve buna bağlı olarak da
politik kutuplaşmanın burjuvazi ile işçi sınıfı ve onların
örgütleri arasında gerçekleşmesi, b) bu kutuplaşmada işçi
sınıfının her daim devrimci, burjuvazinin de her daim
karşı-devrimci kutbu temsil etmesi gerekecektir”.
Demek
ki, üretim araçlarının özel mülkiyette olduğu bir toplum
formasyonunda -burada kapitalizmde- iki ana sınıf vardır. Buraya
kadar doğru. Bu sınıflardan birisi “her daim
devrimcidir” (işçi sınıfı);
diğeri ise -burjuvazi- “her daim karşı devrimcidir”.
Böylece
TP, bir katakulli ile sınıfların tarihsel rolü ile politik
tutumlarını sınıf mücadelesinin beraberinde getirdiği
gerçekleri birbirine karıştırıyor. TP'nin bu anlayışına göre
-iki ana sınıf; ya devrimci ya da karşı devrimci- reformları,
sosyal kazanımları vs. açıklamak mümkün değildir.
Ama
başka bir ihtimal de var!
“Oysa
yaşanan gerçek tarih göstermiştir ki, ne herhangi bir kapitalist
ülkede ortaya çıkan toplumsal ve politik mücadeleler yalın
biçimde bu iki sınıfın mücadelesinden ibaret bir içeriğe ve
bir biçime sahip olmuştur, ne de kapitalizmin tarihi boyunca işçi
sınıfı toplumsal ve politik olarak yegane ve tek devrimci
toplumsal dinamiği temsil etmiştir. Hatta örneğin gelişmiş
kapitalist devletlerde işçi sınıfı istikrarlı biçimde
reformist olurken, azgelişmiş kapitalist ülkelerde ise işçi
sınıfı istikrarlı bir toplumsal ve politik özne olmayı dahi
çoğu kez başaramamıştır”.
TP'nin
varmak istediği nokta tam da burasıydı. Demek ki, “herhangi
bir kapitalist ülkede ortaya çıkan toplumsal ve politik
mücadeleler -sınıf mücadeleleri kast ediliyor- yalın biçimde bu
iki sınıfın mücadelesinden ibaret bir içeriğe ve bir biçime
sahip” olmadıkları gibi “kapitalizmin tarihi boyunca işçi
sınıfı toplumsal ve politik olarak yegane ve tek devrimci
toplumsal dinamiği temsil” etmemiştir.
Öyle
ki, “gelişmiş kapitalist devletlerde işçi sınıfı
istikrarlı biçimde reformist olurken, azgelişmiş kapitalist
ülkelerde ise işçi sınıfı istikrarlı bir toplumsal ve politik
özne olmayı dahi çoğu kez başaramamıştır”.
Örneğin
bir fabrikada grev, direniş; sendikal mücadele yalın bir biçimde
işçi sınıfının mücadelesidir. Ama bir çevre sorunu için,
toplumun hemen her kesmini ilgilendiren yasalar için; örneğin yeni
anayasa için, Kürt sorunu için vb. toplumsal mücadeleler elbette
ki salt işçi sınıfının bir sorunu değildir;
bu mücadelelere toplumun diğer dinamikleri de katılırlar. TP,
bunun böyle olduğunu bilmiyor mu? Biliyor, ama onun sorunu böylesi
demagojilerden hareketle işçi sınıfının tarihsel misyonunu ve
tarihsel misyon zemininde de yegane devrimci sınıf olduğunu;
mevcut kapitalist sistemi yıkacak ve sosyalizmi inşa edecek yegane
sınıf olduğunu karartmaktır.
Gelişmiş
kapitalist ülkelerde işçi sınıfının reformistleşmesini,
gelişen ülkelerde genelinde henüz etkili olacak güce sahip
olmamasını başka toplumsal tabakalar lehine yontuyor.
1968
gençlik ve işçi hareketi sonrasında, takip eden yaklaşık 10
sene zarfında Avrupa işçi sınıf üzerine tartışmaların
odağında TP'nin yukarıya aktardığımız anlayışı vardı.
Avrupa'da, “komünist” partilerin de katıksıyla işçi sınıfı
reformistleşmişti; bir şey yapmıyordu, yapacak halde değildi.
Hemen bundan “Marksizmin krizi”nin bir ögesi üretildi. İşçi
sınıfı yoksa sosyal hareketler vardı!
Althusser,
tarihi “öznesiz” bıraktı; dolayısıyla ortalıkta tarihi
değiştirecek, devrim yapacak bir güç kalmadı. Arayış devam
etti; İdeoloji, sınıf (proletarya), parti, devrim, felsefe,
sınıf mücadelesi, devrimin öznesi yeniden ve yeniden tartışılmak
için masaya yatırıldı.
Çözüm
üretenlerden biri de Foucault'ydu: “İsyanın yer belirlemesi
yoktur, ayaklanmanın ruhu yoktur, ayaklanmaların veya devrimcilerin
katışıksız yasasının kaynağı yoktur. Bunun yerine, her biri
kendine özgü bir durum olan dirençlerin çoğulluğu vardır“.
İşçi sınıfı dışında sosyal hareketler vardır; onların
çoğulluğu ve çeşitliliği söz konusudur!
Çözüm
üretenlerden başka birisi de N. Poulantzas'tı: “Aynı
bahiste meydana çıkan sorunu”
çözmek için N. Poulantzas “sınıf
yerleri” ile “sınıf pozisyonları”
ayrımına başvurmuştur. Poulantzas, yapısal belirlenimlerden
hareketle tespit edilebilen “sınıf
yerleri”nden
farklı olarak “sınıf pozisyonları”nın
ancak konjonktürel olarak tespit edilebilmesinin mümkün olduğunu
belirtmiştir.
Buna göre “sınıf
pozisyonları” her zaman ideolojik, politik ve iktisadi
mücadelelerin neticesinde kendisini konjontürel olarak çeşitli
ittifaklar üzerinden dışa vurabilmektedir”
(Aynı makaleden).
Böylece
işçi sınıfının yerini alacak veya onunla birlikte özne olacak
güçler bulunmuştu: Sosyal hareketler ve onlarını taşıyıcısı
konumunda olan toplumun sosyal katmanları; yani “ezilenler”.
TP,
burada Post-Marksizmin beylik savlarından birisini Paris
varoşlarından hareketle kabul ettirmeye çalışıyor;
bunun arka planı da işçi sınıfı yerine “ezilenleri” öne
çıkartmaktır; ona tarihsel bir misyon yüklemektir. “Ezilenlerin
Marksizmi”nin öznesi de “ezilenler” olmalıdır!
Post-Marksizmin,
Post-Marksizme karşı mücadelesi
Bir
parça da “Post-Marksizmin Postulatları” makalesinden okuyalım:
Enfes
bir makale! Şunu-bunu okumak zorunda kalan ve bundan dolayı vakit
sıkıntısı çeken birisiyseniz Post-Marksizmin tarihini en iyi bu
makalede öğrenebilirsiniz. Kısa, öz, “dobra-dobr” bir
anlatım. Şimdiye kadarki makalelerde olduğu gibi sağ gösterip
soldan veya sol gösterip sağdan vurmuyor.
”Batı
Marksizminin radikal genişlemesi olan Post-Marksizm, Marksizm
öncesinden beslenen bir tarih felsefesidir. Belirlemeleri
Post-Marksizmden çok da farklı olmayan Gotha Programı, Marx’ın
otoritesi karşısında sinmişti, ama tezlerinin ortadan
kaybolmadığını görüyoruz“.
Başka
türlü de formüle edilebilirdi; ”yetmez ama doğrudur” diyerek
geçelim.
“Post-Marksizm,
iddialarının birçoğunu, tarih felsefesi ile göbek bağı hiç
kesilmemiş olan Batı Marksizminden almıştır. Bu nedenle
Marksizmin bunalımının/krizinin sonucu olan Batı Marksizmine
dayanan bir öze dönüş teorisidir. Batı Marksizmi “Lenin
dağı”nın ve Bolşevik Devriminin (teori ve pratik) araya
girmesiyle, kısa sayılamayacak bir dönem için kesintiye uğradı.
Daha önce II. Enternasyonal’le rahatlayan Hegelci Marksizm, SBKP
20. Kongresiyle çizilen ve kuramsal hümanizmayı da içeren yeni
tabloyla kuramsal meşruiyetini kazanmış oldu. Bu meşruiyet,
“Althusser’in bu Hegelci deli gömleğini çıkarıp atma”
girişimine kadar sürdü“.
Katılmamak
mümkün mü!
“Altmış
yıllık dönem boyunca teoride Marksizm arayışı bizi "Batı
Marksizmi"ne ulaştırıyor.
"Batı Marksizmi", başlıca olarak Lukacs, Korsch, Gramsci
ve Althusser'in aralarında yer aldığı düşünürler tarafından,
hem bir açmazı, hem de bir çözüm yolunu belirtmesi bakımından
ortaya konmuş ve oldukça aykırı olmalarına karşın birtakım
genel zeminleri paylaşan eserler bileşkesidir”.
TP,
yaklaşık olarak 1935'ten bu yana (60 yıllık) teoride Marksizm
aramış ve sonunda bulmuş: “Batı Marksizmi”! (“Taslak”tan).
“Marksizmin
krizi, Marksizm öncesi kuramı aydınlığa kavuşturuyor: Artık,
Marksizmin düşmanları, Marksist kılığa girmeye zorlanamıyor.
Post-Marksizm gibi ideolojiler Marksizm öncesi kanallardan rahatça
gıda alabiliyorlar. Bunun yanında pratik devrimciler hiçbir şeyden
etkilenmeden, ama hiçbir şeyi de etkileyemeden varolmaya devam
ediyorlar“.
İşte
bu olmadı. Marksizmin düşmanları hala Marksist kılığa
giriyorlar ve sınıf mücadelesi devam ettiği müddetçe de
burjuvazi; tasfiyeciler, şu Marksizmciler, bu Marksizmciler bunu
yapacaklardır.
“Post-Marksizmin
hemen yanı başında, 1870'lerde kavramsallaştırılmaya
başlanıldığı söylenen Post-modernizm duruyor“.
Çok
doğru. Gerçekten de günümüzde bir kısım Post-Marksistlerle
Post-mondernistleri; bazı alanlarda Post-Marksizmle Post-modernizmi
ayırt etmek gerçekten oldukça güçtür. Örneğin Althusser,
öğrencilerini hem Post-Marksist hem de Post-modernist olarak
yetiştirmiştir.
“Post-Marksizm,
Batı Marksizminin son aşamasını ya da radikal bir yönelimini
ifade ediyor: Büyük ütopik sosyalistler, (arada başka bir alanda
duran Proudhon ve Bakunin'in anarşizmleri ve) II. Enternasyonal'dan
başlayarak derinlik kazanan Batı Marksizminin en geniş
girişimidir. Korsch, Lukacs, Gramsci ve Sartre da içlerinde olmak
üzere birçok önemli düşünür Post-Marksizme önemli katkılar
sağlamışlardır. Post-Marksizmle belirleyenleri arasında temel
farklar bulunmasına rağmen, bu farklar, yöneliminin merkezinde yer
alan tarih felsefesinin (ya da Marksizm öncesi felsefenin) ancak
sınırlı alanlarını ilgilendiriyor. Gramsci'nin devrimciliği ve
Lukacs'ın tarihin ilerlemesine bilerek müdahale eden proletarya
ısrarı buna örnek oluşturuyor, ama söylediğimiz gibi, hiçbiri
arkada duran tarih felsefesini karartmıyor“.
Şu
veya bu tanımlama pek önemli değil. Önemli olan
“Post-Marksizm(in),
Batı Marksizminin son aşamasını ya da radikal bir yönelimini
ifade ediyor” olmasıdır.
Zaten
TP de“Altmış yıllık dönem boyunca teoride Marksizm arayışı
(sonucunda) "Batı
Marksizmi"ne ulaş(mıştı).
"Batı Marksizmi", başlıca olarak Lukacs, Korsch, Gramsci
ve Althusser'in aralarında yer aldığı düşünürler tarafından,
hem bir açmazı, hem de bir çözüm yolunu belirtmesi bakımından
ortaya konmuş ve oldukça aykırı olmalarına karşın birtakım
genel zeminleri paylaşan eserler bileşkesidir”. Makalede
TP'nin arayışının Post-Marksizm olduğunun açıklanması,
Post-Marksizmle Batı Marksizmi arasında bu denli açık bir bağ
kurulması önemsiz sayılmaz.
“Marksizmin
ikinci krizinin sonuçlarından olan Post-Marksizm,
Marksist(-Leninist) kavramları rahatça, ama kıvırmadan, kendini
saklamadan, dosdoğru bir tavırla ve hatta çarpıtmamaya gayret
ederek reddediyor. Reddettiği kavramları da geriye, Gramsci'ye ve
Kautsky’e giderek gerekçelendiriyor. Gramsci'nin ‘hegemonya’
ve II. Enternasyonal'in 'tarihsel zorunluluk'unu, Kautsky'nin
"Bolşevizme karşı geliştirdiği, sosyalizme demokratik geçiş
formülü ve her sınıf kesiminin kapitalist gelişmenin mantığı
çerçevesinde özgül bir farklılık konumu işgal etmesi"
düşüncesi, Post-Marksizmin üzerinden yürüdüğü belli başlı
izleri oluşturuyor“.
Çok
doğru. “Post-Marksizm(in),
Marksist(-Leninist) kavramları rahatça, ama kıvırmadan, kendini
saklamadan, dosdoğru bir tavırla ve hatta çarpıtmamaya gayret
ederek reddediyor“ olması ve
Kautsky ve Gramsci'yi referans alması Marksizm-Leninizmi reddettiği
anlamına gelir. Siz de aynısını yapmıyor musunuz?
“Marksist(-Leninist) kavramları rahatça, ama
kıvırmadan, kendini saklamadan, dosdoğru bir tavırla ve hatta
çarpıtmamaya gayret ederek reddediyor“sunuz
ve Kautsky ve Gramsci'yi referans alıyorsunuz.
Post-Marksizmle
aranızdaki fark ne? Post-Marksizmin “yapısal” özellikleri
bunlardır, bizim Marksist özelliklerimiz de şunlardır diye
yazabilecek durumda mısınız?
Peki,
bu durumda “geleneğiniz” hiç de sizin gibi düşünmediğine,
değerlerinizi reddeddiğine göre o ”geleneğiniz“e neden
sürekli ”mavi boncuk“ veriyorsunuz?
“Post-
Marksizm, Marksizm içinde bir sapma olan revizyonizm ya da daha
ileride bir reformizm olmadığını, ama "açıktan
Post-Marksist" yani "Radikal, özgürlükçü ve çoğulcu
bir demokrasi düşüncesine" sahip olduğunu ilan ediyor.
Düşüncelerinden sakınmıyor, aksine bu düşünceleri Marksizme
karşı savunmak ve genişletmek gerektiğine inanıyor”.
Çok
doğru, zaten burjuvazi de hem “Marksist” hem de
"Radikal, özgürlükçü ve çoğulcu bir demokrasi
düşüncesine" sahip“ olanları çok seviyor; değişim,
dönüşüm, gelişme, yeni koşullar adı altında Marksizmi
Marksizm olmaktan çıkartmak için tartışabildiğiniz kadar
tartışın diyor.
“Post-Marksizmle
tartışabilmenin yolu, tarih felsefesi ile göbekbağı hiç
kesilmemiş olan Batı Marksizminden geçiyor“.
Doğru,
Georg Lukács'ın,
Antonio Gramsci'nin,
Karl Korsch'un ve nihayetinde Louis Pierre Althusser'in katkıları
olmaksızın ne Batı Marksizmi ne de Post-Marksizm anlaşılabilir.
“Laclau
ve Mouffe, "Radikal, özgürlükçü ve çoğulcu bir demokrasi
için" girişmek gereken bir mücadelede Marksizmden
vazgeçmenin aciliyetini şöyle açıklıyorlar: "Marksist
teorinin iddialarını ve geçerlilik alanını daraltırken(...)
Marksist kategorilerin günümüzde ne ölçüde geçerli olduklarını
ciddiyetle tartışmak ancak bir evrensel sınıfın ontolojik olarak
ayrıcalıklı konumuna dayanan her türlü epistemolojik imtiyazdan
vazgeçtiğimiz takdirde olanaklı olacaktır." Post-Marksizm
özgürlük ve çoğulcu demokrasisinin var olma şartını,
Marksizmin varlığının ortadan kaldırılmasına dayandırıyor“.
Doğru,
Post-Marksizm, Marksizmin reddidir veya burjuvazinin kabul
edebileceği hale getirilmesidir.
O
zaman TP de Marksist değildir, ama “ezilenlerin Marksisti“dir!
"Batı
Marksizminin felsefi ve teorik formülasyonları, 'Leninizm'e meydan
okuyan politik formülasyonlarla birleşti. Felsefi öznellik, bilinç
ve öz etkinlik kavramları, Batı Marksistlerinin kendilerini
adadıkları uğraşların yönelimi, Marksizmle yeniden kurmaya
çalıştıkları ilişkinin yapısını da belirledi”.
Bu
da doğru. Bunun sonucu da Post-Marksizmdir.
Post-Marksizmin,
Post-modernizme karşı mücadelesi
“Marksizmin
Teorik Bütünlüğü ve Yeni Bir Kapitalizm Eleştirisi”
makalesinin “Sonuç“ kısmından okuyoruz:
“Son
olarak şu noktada kesin bir kanıya vardığımı ifade etmek
istiyorum: Post-modern, yeni liberal sola karşı çok ciddi bir
mücadele vermek zorundayız. Buna dilci-pragmatik ekol, Alman
yeni-Kantçı idealizm, Fransız yapısalcılığı (Saussür,
Strauss ve Lacan) ve varoluşçu ekol (Sartre ve fenomenolojistler
denilen yeni-Hegelciler), psikanalitik ekol (Freud, Lacan, Jung,
From, Reich v.s.) dahildir. Bugün hem Avrupa'da ve hem de Amerika'da
en revaçta olan düşünce akımı Derrida ve Deleuz'ün temsil
ettiği; Foucault'nun önayak olduğu, "yapı-çözümlemeciler"
(dekonstrüksiyonistler) denilen –Nietzche, Heidegger (ve biraz da
Marx karıştırılmış)– ekoldür. Bu ekolün iddiası, –diğer
Post-modern akımlarda olduğu gibi– bütün modern düşünce
akımlarını, ve toplumsal kurumları –modern devlet, modern
demokrasi, modern sanat, teknik, bilim, medya, kültür, eğitim
sistemi, ekonomik yapı (yani Post-kapitalizm!) iletişim sistemi
vs.– eleştirmek ve bütün modern "mitleri" yıkmak! (Bu
modern mitler içinde Marx'ın "sınıf mücadelesi",
Nietzche'nin "güç istemi", Freud'un "bilinçaltı"sı,
Heidegger'in "varlıksal gerçekliği", Hegel'in "mutlak
tin"i vs.)“.
Sorun
böyle açıklanınca söylenecek fazla bir şey kalmıyor. Dokusu,
yapısı anti-marksizm üzerine kurulmuş bir derginin Post-Marksizme
ve Post-modernizme karşı savaş açması gerçekten ilginç.
Althusser'in
etkilediği, etkilendiği ne kadar yapısalcı, Post-yapısalcı;
“Post“larıyla birlikte ne kadar yapı-çözümcü/bozucu/sökümcü;
“Post“larıyla bilikte ne kadar modernist unsur varsa bunların
hepsine -en azından alıntıda belirtilen isimler nezdinde- savaş
açılmış. Şüphe yok ki, her Marksist; her Marksist-Leninist hiç
kuşku duymadan yapısalcılığa ve Post-yapısalcılığa,
modernizme ve Post-modernizme; dekonstrüksiyonizme
(yapı-sökümcülüğü) ve Post-destruktiyonizme karşı
mücadelenin yanındadır. Ama doğrudan Althusser'cilik
(yapısalcılık) ”ideolojik“ doku olarak kabul edilerek;
Althusser'ciliğin etkilendiği ve etkilediği Post-modernizm ve
dekonstrüksiyonizm savunularak yapısalcılığa ve
Post-yapısalcılığa karşı; modernizme ve Post-modernizme karşı;
dekonstrüksiyonizme karşı mücadele edilemez ki.
Bu
mücadele Marksizmin Post-Marksistleştirilmesi için mücadeledir.
TP,
Marksizme; Marksizm-Leninizme karşı mücadelesini “Post-modern,
yeni liberal sola karşı çok ciddi bir mücadele vermek zorundayız“
diye açıklıyor. Bu, olsa olsa Post-yapısalcılar ve
Post-modernistler arasında Marksizme karşı, onu
Post-Marksistleştirmek için kim daha “iyi“ mücadele veriyor
yarışıdır. Batı “kültür“ünü göz önünde tutarsak bu
yarışta TP'nin esamesi
bile okunmaz; bir hiçtir.
*
4.
makale
POST-MARKSİZM,
MARKSİZMİ SAVUNABİLİR Mİ?
Post-Marksizmin,
Post-Marksizme karşı mücadelesi
(Sıkça
sorulan sorular)
5.
makale
İŞÇİ
SINIFI - “EZİLENLER” ve “ÇATALLAŞAN” MARKSİZM (I)
(Anadolu
coğrafyasında Post-Marksizm savunuculuğu)
(Sıkça
sorulan sorular)
6.
makale
“ÇATALLAŞAN”
MARKSİZM - “ÇAKMA” MARKSİZM (II)
(Anadolu
coğrafyasında Post-Marksizm savunuculuğu)
(Sıkça
sorulan sorular)
7.
makale
POST-MARKSİZM
- “EZİLENLERİN MARKSİZMİ”
SINIFTAN KAÇIŞIN TEORİLEŞTİRİLMESİ
(İşçi
Sınıfı - “Ezilenler” ve “Çokluk”)
(Sıkça
sorulan sorular)
8.
makale
BİR
DEMAGOGUN HEZEYANLARI
“EZİLENLERİN
MARKSİZMİ” - “ÇAKMA MARKSİZM”
“EZİLENLERİN
MARKSİZMİ” - ANTİ-SINIFÇILIK
(Sıkça
sorulan sorular)