deneme

6 Eylül 2012 Perşembe

TP DÜNYASINDA GEZİNTİ Post-Marksizmin, Post-Marksizme karşı mücadelesi



3. makale

TP DÜNYASINDA GEZİNTİ
Post-Marksizmin, Post-Marksizme karşı mücadelesi
(Sıkça sorulan sorular)

Bu makalede elimizdeki mevcut yazılar temelinde TP dünyasında gezinti yapacağız. Gezintinin herhangi bir konu sistematiği yok. “Ezilenler” ve “ezilenlerin Marksizmi”ne varmak için bu derginin dünyasında biraz dolaşmak gerekiyor.
TP, coğrafyamızda tasfiyecilik ve demagoji bakımından ne denli “usta” olduğunu sergiliyor. Ne de olsa ona önderlik eden Althusser-düşünceleridir.

Ezilenler ve Marksizm” yazısının “giriş”inde şunları okuyoruz:
Ancak ezilenlerin fiilen safında yer almak bir Marksistin öncelikli ödevidir. Lenin’in ifadesiyle, ezilen ve sömürülen bütün küçük insanların ezenlere önsel, bütün akıllardan önce gelen kininin bir ifadesi olan ve Marksizme özgü olmayan bu fiili yer alış olmadan Marksist olunamaz”.
TP, Marksist olmanın kıstaslarını ilerici olmanın, demokrat olmanın kıstaslarıyla bilinçli olarak birbirine karıştırıyor ve bundan da Marksist olmak için ezilenlerin yanında yer almak gerekir diyor; ezilenlerle Marksizm arasında böyle bir bağ kurmaya çalışıyor. “Ezilenlerin safında yer almak” her ilericinini her demokratın ve bu arada her Marksistin de görevidir. TP bundan “öncelikli görev” sonucunu çıkartıyor. “Bir Marksistin öncelikli ödevi”, kapitalist sisteme karşı mücadelede, sosyalizm için mücadelede yer almaktır. Bir Marksistin “aklı-fikri”, eylemi, kapitalist düzene karşı mücadeledir; bu sistemi değiştirme mücadelesidir. Bir Marksist aynı zamanda ezilenlerin mücadelesi karşısında kayıtsız kalamaz; bu benim görevim değildir diyemez. TP, aradaki bu farkı görecelendirmekle kalmıyor, aynı zamanda Marksist olmanın koşulu yapıyor.


Lenin’in ifadesiyle, ezilen ve sömürülen bütün küçük insanların ezenlere önsel, bütün akıllardan önce gelen kininin bir ifadesi olan ve Marksizme özgü olmayan bu fiili yer alış olmadan Marksist olunamaz” da ne demek? Lenin'i yanlış yerde şahitliğe çağırıyor. Bir taraftan “ezilen ve sömürülen bütün küçük insanları”; yani sömürülen olarak işçi sınıfını ve ezilen olarak da emekçi yığınları, küçük burjuvaziyi ve başka nedenlerden dolayı “ezilen” kategorisinde olanları bir araya getiriyor ve bunların yanında yer almazsan Marksist olamazsın diyor. Diğer taraftan da “bu fiili yer alış” eylemini “Marksizme özgü olmayan” eylem olarak tanımlıyor.

TP, ezilenleri “yapısal” koruma altına alıyor:
Bu momentte, ezilenlerin ve onların çeşitli tür ve düzlemdeki (politik, kültürel, dinsel...) ifadelendiricilerinin tepki ve eylem tarzlarını eleştirmek bir Marksistin işi ve haddi değildir. Ezilenlerin yaptığı “yanlışlar”, ya da onların temsilcilerinin politik, dinsel, ideolojik vs. renkleri, bu momentte, sorgulamanın konusu olmaz. Sadece, hareket ve mücadele içindeki ezilenin yanı başında olunur”.

Ezilenlerin ve onların çeşitli tür ve düzlemdeki (politik, kültürel, dinsel...) ifadelendiricilerinin tepki ve eylem tarzlarını eleştirmek bir Marksistin işi ve haddi değildir” de ne demek oluyor? TP'nin görüşüne göre örneğin Alevileri, Kürtleri ve onların mücadele anlayışlarını, “ifadelendiricilerinin” (partilerinini, başkaca kuruluşlarının) “tepki ve eylem tarzlarını” eleştiremezsin; bunu “eleştirmek bir Marksistin işi ve haddi” olamaz. Neden eleştirilmesinler? Şu veya bu ezilenin mücadele ve eylem anlayış ve tarzındaki yanlışı eleştirmek; onların mücadelesini mevcut sisteme karşı mücadelenin bir bileşeni yapmak her “Marksistin işi ve haddi”dir.

TP, “Ezilenlerin yaptığı “yanlışlar”, ya da onların temsilcilerinin politik, dinsel, ideolojik vs. renkleri, bu momentte, sorgulamanın konusu olmaz” derken Althusser'in yapısalcı mantığına göre hareket etmiş oluyor; o, her ezilen yapıyı; “onların temsilcilerinin politik, dinsel, ideolojik vs. renkleri”ni olduğu gibi kabulleniyor. “Sadece, hareket ve mücadele içindeki ezilenin yanı başında olunur” derken de onları olduğu gibi kabul ederek; sisteme karşı mücadelenin bir bileşeni yapmaya yeltenmeyerek benimseyeceksin diyor. Yapısalcılığın, burada TP'nin aradığı bağlar, ilişkiler görünür ve tanımlanabilir olmalıdır. Bu nedenle ezilenleri oluşturan her bir yapının aynen kalmasını, her bir özelliğinin, ilişkilerinin görünür ve tanınabilir olmasını ilkeselleştiriyor. Bu ayanı zamanda “ezilenlerin Marksizmi”nin ilkesidir. TP, “ezilenlerin Marksizmi”ni bir bütünsellik içinde; bir bütün olarak görüyor ve bu bütünün özünü, onu oluşturan tek tek yapılardan -parçalarından ve bu parçaların bağlamlarından hareketle açıklamaya çalışıyor. Bu bakış tarzı, yapısalcılığın, dolayısıyla TP'nin biçimsel mantıkla bağını gösterir.

TP, yukarıdaki o keskin ifadelerle bir Marksisti kendi yapısalcı anlayışına mahkum ediyor; böyle olursan ancak Marksist olursun diyor. Sanırsam TP'nin hiddeti anlaşılmıştır.

Şimdi “bir Marksistin öncelikli ödevi”nin ne olduğunu bir de Lenin'den okuyalım. Bu sorunu ileride başlı başına bir yazı konusu yapacağımız için burada şu kadarını belirterek geçelim:

(Programın XI. ve XII. maddeleri) proletaryanın küçük üretici ile ilişkisini tamamen tek yanlı ve yanlış biçimde koyuyor (çünkü “emekçi ve sömürülen kitle” tam da proletarya ve küçük üreticilerden oluşmaktadır”). Bu maddeler, hem “Komünist Manifesto”nun hem de Enternasyonal Tüzüğünün en önemli ilkeleriyle çelişmekteler…halkçı, “eleştirel” ve olası bütün küçük burjuva yanlış anlamalara kapıları ardına kadar açmaktadırlar”.

TP de aynısını yapıyor; “ezilen ve sömürülen bütün küçük insanları” aynı kaba koyuyor ve aralarında sanki hiç fark yokmuş imajı uyandırmaya çalışıyor.

“…Emekçi ve sömürülen yığınının memnuniyetsizliği artmaktadır”. Bu doğru. Ama burada yapıldığı gibi, proletaryanın memnuniyetsizliğini küçük üreticinin memnuniyetsizliğiyle aynılaştırmak ve aynı kaba koymak tamamen yanlıştır. Küçük üreticinin memnuniyetsizliği çoğu kez onun çabalarına… küçük mülk sahibi olarak varlığını savunmak için, yani mevcut sistemi savunmak için ve hatta tarihin tekerleğini geriye çevirmek için çabalarına neden olur.

TP ne diyor? “Ezilen ve sömürülen bütün küçük insanların ezenlere önsel, bütün akıllardan önce gelen kinini” derken “Emekçi ve sömürülen yığınının memnuniyetsizliğinin artması”ndan bahsediyor. Ama bu memnuniyetsizliği ezilen ve sömürülenin memnuniyetsizliğiyle aynılaştırıyor, aynı kaba koyuyor ve sonra da böyle görmezsen Marksist olamazsın diye tehdit ediyor.

Genel anlamda söyleyecek olursak: Proletarya, hiç de küçük burjuvazinin “önder temsilcisi” değildir”. Lenin burada proletarya derken onun partisinden; sınıf bilinçli örgütlü hareketinden, (Marksistlerin) hareketinden bahsediyor. Ama TP aynı görüşte değil. TP, proletaryayı, bir Marksisti senin “öncelikli ödev”in “ezilenlerin fiilen safında yer almak”tır diyerek “ezilenler”in, küçük burjuvazinin “önder temsilcisi” yapıyor.

Lenin,”Uluslararası komünist hareket, ulusal çapta komünist partisi, onun nezdinde bir Marksist “emekçi ve sömürülen yığının kurtuluş hareketinin başında durmaz”, “sadece işçi sınıfının, işçi hareketinin başında” durur diyor ve bunu ilkeselleştiriyor. TP deezilenlerin fiilen safında yer almak bir Marksistin öncelikli ödevidir” diyerek bir Marksisti “ezilenler”in önderi yapıyor ve bunu ilkeselleştiriyor.

Aradaki fark: Lenin'in sorunu sınıf örgütlenmesidir; partinin bir sınıfın; proletaryanın en yüksek örgütlenmesi olduğudur; bunun ideolojisinin, dünya görüşünün de Marksizm olduğudur. Lenin bunu işliyor.
TP'nin sorunu ise sınıf örgütlenmesi değildir; partinin bir sınıfın değil de çok sınıfın; “ezilenler”in örgütlenmesi olduğudur; bunun “ideolojisi”nin, “dünya görüşü”nün de “ezilenlerin Marksizmi” olduğudur. TP de bunu işliyor.

Lenin, bir komünist partisinin, onun nezdinde bir Marksistin görevinin “ezilenler”in bir kısmını oluşturan küçük üreticilerin mücadele güçlerini örgütlemek olmadığını; “"hiçbir yerde küçük üreticilerin” (siz bunu “ezilenlerin bir bölüğü olarak okuyun) “mücadele güçlerini” örgütlemediğini; “sadece işçi sınıfının mücadele güçlerini örgütlediğini” savunuyor.

Peki, TP neyi savunuyor? “Ezilenlerin fiilen safında yer alma(yı) bir Marksistin öncelikli ödevi”diri savunuyor; Lenin'i öne sürerek “Lenin’in ifadesiyle, ezilen ve sömürülen bütün küçük insanların” yanında “fiili yer alışı” Marksist olmanın kıstası olduğunu savunuyor.
TP, “Proletaryanın sınıf mücadelesi” yerine “emekçilerin ve sömürülen kitlelerin mücadelesi”ni (Lenin) koyuyor. (Bkz.: Lenin; C. 6, s., 35-38, 45. “Plehanov’un İkinci Program Taslağı Üzerine Notlar”).
TP, bir Lenin'den iki Lenin çıkartmaya çalışıyor!

Aynı yerde devamla şöyle deniyor:
Marksizme göre, ezilenlerin çeşitli eğilimleri onların nihaî kurtuluşunu sağlayamaz...
Marksizm açısından, ezilenler hareketi ancak kapitalizmde zafer imkânına sahiptir. Dolayısıyla, “yenilgiye mahkum” ezilenler hareketi döneminde ezilenlerin eğilimlerine karşı Marksizmi tercih etmenin mantığı yoktu. (Spartaküs isyanı yenilgiye mahkumdu. O dönemde Marksizm mümkün değildi. Ancak bir ezilen yanlısı her halükârda onların genel hareketinin içinde olmakla yükümlüdür.) Diğer yandan, Marksizmin teorik ve politik imkânlılık kazandığı bir dönemde de, ezilenlerin Marksizm dışındaki yönelimlerini tercih etmenin mantığı yoktur”.

Burada bir anlayış sorunu var. Anlayış da perspektifi belirler. Burada TP, Marksizmde olmayanı Marksizme mal ederek yol alacağını sanıyor. Marksizm hiçbir zaman böyle toptancı kavramlardan hareketle somut değerlendirme yapmamıştır; farklı yapıları birleştirerek insanlık tarihinin akış yönü hakkında değerlendirmeler yapmamıştır. Marksizm sorunlara; yukarıda TP'nin belirttiği sorunlara da sınıfsal açıdan; sınıfların dünya görüşü açısından bakmıştır. “Marksizme göre, ezilenlerin çeşitli eğilimleri onların nihaî kurtuluşunu sağlayamaz” da ne demek oluyor? Marksizmde “ezilen” kavramı “ezilen sınıf” ötesinde kullanılmamıştır; bu da birkaç kez kullanılmıştır. Sorun bu kavramın ne kadar sık veya seyrek kullanıldığı değil. Sorun, Marksizmin sınıf analizini, sorunlara sınıfsal bakışını bulanıklaştırmak ve Marksizmin sorunlara bakışında ezilenlerin çıkış noktası oluşturduğu imajını vermektir.

Marksizm, “ezilenlerin çeşitli eğilimleri” ile öncelikli uğraşmamıştır. Marksizm, sınıfların ve sosyal tabakaların çıkarlarıyla, evet o kadar istiyorsanız “eğimleri” ile uğraşmıştır. Bunu yaparken de hakim sınıf karşısında onların hepsini aynı kaba koyarak toptancı bir değerlendirme yapmamıştır. Sınıfsal ayrımı insanların üretim ilişkilerindeki konumundan hareketle belirlemiştir. Örneğin köleci toplumda ana sınıf olarak köle sahiplerinden ve kölelerden bahsetmiştir; ama köleci düzenin ezilenlerinden, onları sınıf konumuna getirerek bahsetmemiştir.

Marksizm insanlığın nihai kurtuluşunu üretim araçlarının toplumsal mülkiyete geçmesinde görmüştür; hiçbir zaman üretim araçlarının özel mülkiyetinin bir biçimi ile diğer bir biçimi arasındaki mücadelede görmemiştir. Ancak, Marksizm bu mücadelenin ilerici olup olmadığı konusunda görüş açıklamıştır. Köleci düzene karşı feodalizmin; feodalizme karşı kapitalizmin (üretim araçlarının bu özel mülkiyet türlerinin) insanlığı ilerlettiğini; ileriye götürdüğünü; nihai kurtuluşun ise komünizmde olacağını ama komünizme varmak için de sosyalizm aşamasından geçilmek zorunda olunduğunu öğretmiştir.

Marksizme göre, ezilenlerin çeşitli eğilimleri onların nihaî kurtuluşunu sağlayamaz...Marksizm açısından, ezilenler hareketi ancak kapitalizmde zafer imkânına sahiptir” anlayışı tamamen saçma; Marksizmle uzaktan yakından ilişkisi olmayan bir anlayıştır.

Ezilenler” bir sınıf değil ki, “çeşitli eğilimleri” ile birlikte, ortaklaşa aynı sınıfsal hedef için; “nihai kurtuluş” için mücadele etsinler. Örneğin “ezilenler”den sayılan işçi sınıfının nihai kurtuluş anlayışı ile ulusal kurtuluş mücadelesi veren ezilen bir ulusun nihai kurtuluş anlayışı aynı olamaz. Ama Marksizm hiçbir zaman “ezilenlerin çeşitli eğilimleri” nasıl olsa yenilgiye mahkumdur toptancı değerlendirmesine göre de hareket etmemiştir. Ama her zaman ezilenin de yanında olmuştur; ezilenin ezene karşı mücadelesini desteklemiştir.

Nihai kurtuluş” görecedir; “nihai kurtuluş” için mücadele eden sınıfın yapısına; kendini köleleştiren üretim ilişkilerinin karakterine bağlıdır. Köleci düzende kölelerin, feodal düzende bağımlı köylülerin mücadelesini, “nihai kurtuluş” sınıfsız toplumdadır diye yenilgiye mahkum edemezsin.

Marksizm açısından, ezilenler hareketi ancak kapitalizmde zafer imkânına sahiptir” anlayışı Post-Marksist bir anlayıştır. Sovyet modern revizyonizminin yıkıcılığının somut göstergelerine dayanılarak işçi sınıfından umudunu kesenlerin ürettikleri “Marksizmin krizi”, Post-Marksizmin temel tezlerinden birsidir; sınıfın yerine sosyal hareketler konmuştur. TP de, sosyal hareketler demiyor ama “ezilenlerin çeşitli eğilimleri” diyor. Sosyal hareketler veya “ezilenlerin çeşitli eğilimleri” Dünya ve Avrupa Sosyal Forumlarında yuvalanmışlardır. Bu hareketlerin hiçbirisi, ama istisnasız hiçbirisi “kapitalizmde zafer imkânına sahip” değildir; her şeyden önce onların böyle bir amacı yok; kapitalizmi yıkmak, sosyalizmi kurmak mücadelesi onların anlamadıkları ve karşı oldukları bir mücadeledir. Ve TP, Post-Marksizmin böyle “beylik” bir anlayışını Marksizme mal ederek “Marksizm açısından, ezilenler hareketi ancak kapitalizmde zafer imkânına sahiptir” diyebiliyor. “Marksizm açısından, “işçi hareketi” ancak kapitalizmde zafer imkânına sahiptir” dese anlarım. Ama TP'nin amacı, kapitalizmde “ezilenler”in çıkar ortaklığına sahip olduklarını, evet aynı-sınıflaştıklarını teorileştirmektir. Aslında o, kapitalizmin alternatifi “ezilenlerin sosyalizmi”dir, bu da “ezilenlerin Marksizm”iyle donatılmış “ezilenler”den geçer demek istiyor, ama diyemiyor (belki de elimizde olmayan yazılarında diyordur), lafı eğiyor, büküyor, yamultuyor vs.

TP, demagoji yapmaksızın, olguları farklı göstermeksizin yol alamayacağını, coğrafyamızda Marksizm-Leninizmi Post-Marksistleştiremeyeceğini çok iyi biliyor. Bir kalem darbesiyle Spartaküs isyanı nezdinde köle-sömürülenlerin (TP'nin lisanında köle-”ezilenler”) mücadelesini yenilgiye mahkum ediyor ve bunun nedeni olarak da “O dönemde Marksizmin mümkün” olmamasını gösteriyor.

Sınıf mücadelesi sürekliliği olan tekil mücadelelerle doludur. Bu tekil mücadelelerin içinde hareketi doğrudan etkileyenler olabileceği gibi hareketin genel seyri açısından önemsiz olanlar da olabilir. Spartaküs isyanı Roma köleci düzenine kök söktüren, sonuçta yenilen ama köleci düzene karşı mücadelenin ileri fırlamasına yol açan bir isyandı. Sömürülen, ezilen kitlelerin, her şeyden önce de kölelerin ayaklanmaları, Roma’nın eski iktidarını temellerinden sarstı. İçten vurulan darbelere, giderek daha sık dıştan gelen darbeler eşlik etti. Bu mücadelelerin sonucunda köleci düzen yıkıldı. TP soruna böyle bakmıyor, tekil mücadeleler açısından bakıyor ve tekilin yenilgisini genelin yenilgisi olarak algılıyor ve “O dönemde Marksizm mümkün” olsaydı, “Spartaküs isyanı yenilgiye mahkum” olmazdı diyebiliyor. Tarihten, sınıf mücadelesinden, Marksizmden anladığı bu kadar.

Spartaküs isyanı yenilgiye mahkumdu. O dönemde Marksizm mümkün değildi”.

Ve TP işi bağlıyor: “Diğer yandan, Marksizmin teorik ve politik imkânlılık kazandığı bir dönemde de, ezilenlerin Marksizm dışındaki yönelimlerini tercih etmenin mantığı yoktur”.

Yani Marksizm, Marksizm olmaya başladığından bu yana Marksizmin “ezilenlerin Marksizmi” yönelimi dışında kalan yönelimlerini; yani başka Marksizmleri “tercih etmenin mantığı” kalmıyor. Bu durumda Marksizmin kurucuları Marks ve Engels ya “ezilenlerin Marksizmi”nin kurucularıdır, ya da başka bir Marksizmin kurucularıdır. Lenin de böyledir, Stalin de böyledir; bir bütün olarak Marksizm-Leninizm “ezilenlerin Marksizmi” dışında kalan yönelimlerden biridir.

Görüyoruz ki, burada, bu anlayışında TP, kaba veya ince bir biçimde Marksizmin içini boşaltmaya çalışmıyor; Marksizmi tamamen başkalaştırıyor; birçok Marksizm vardır; Marksizmler vardır ama esas Marksizm “ezilenlerin Marksizmi”dir, diğerlerini “tercih etmenin mantığı yoktur” diyar. Marksizmi, Marksizm-Leninizmi, Marks'ı, Engels'i, Lenin'i, Stalin'i böyle Post-Marksistleştiriyor; başkalaştırıyor, tanınmaz hale getiriyor.

TP, açık konuşuyor

Materyalizme ilişkin olarak, işçi sınıfı ve ezilenler ile Marksizmin farklı yönelimler içinde olduğu görülüyor. Ezilen ve sömürülenler materyalizme uzak dururken Marksizmin, materyalist ilkeyi benimsediği genellikle kabul edilir. Ancak bu oldukça ciddi sınırlamalar içeren bir kabuldür; ya da Marksizm içindeki bazı akımlar ve kişiler şahsında net bir reddir. Başta Lukacs ve Gramsci, birçok Marksist, materyalizmi ve onun —Marks’ın Kapital’inden başlayarak— Marksizmdeki “etkileri”ni açıklıkla reddetmiştir”.

Marksizm, işçi sınıfı, sınıf bilincine vardığında materyalizmi (doğrusu diyalektik materyalizmi, tarihsel materyalizmi) bilince çıkartmış; içselleştirmiş olur diye öğretiyor. “Ezilenler”in ise böyle bir sorunu hiçbir zaman olmamıştır. Onlarda sınıf olmak için ortak bir özellik yoktur; her bir ezilen bileşeninin toplumsal ve ekonomik ilişkilerindeki konumu farklıdır ve sorunlara da o konum penceresinden bakar. Bu nedenle materyalizm karşısında yönelimleri değişiktir.

TP'nin demagojisi, ortaya bir üçlü (materyalizm-işçi sınıfı-ezilenler) koyması ve sonra da bu üçlünün (bu sefer işçi sınıfından değil sömürülenlerden bahsediyor) materyalizme olan mesafesini ölçmeye çalışmasıdır. Yukarıda belirttiğimiz nedenlerden dolayı materyalizmle ezilenler arasında mesafeli bir duruşun olması veya ezilenlerin materyalizmi kendi çıkarlarına göre işçi sınıfının anladığından farklı anlaması doğaldır. Ama işçi sınıfı veya sömürülenler (herhalde işçi sınıfı kastediliyordur) sınıf bilincine “materyalizme” “uzak durarak” varamazlar. Kendi kendine işçi sınıfı, sınıf bilincinden yoksun olan işçi sınıfıdır. Ama kendisi için işçi sınıfı, sınıf bilincine varmış olan işçi sınıfıdır; materyalizm (diyalektik, tarihsel) özümsenmeden de bu bilince varılamaz.

Yukarıdaki anlayışlarıyla TP demagoji yapıyor. Ama aşağıdaki anlayışı Marksizmin tam bir reddidir. Bu reddi “üstat” Althusser'den devralmıştır.

...Marksizmin materyalist ilkeyi benimsediği genellikle kabul edilir. Ancak bu oldukça ciddi sınırlamalar içeren bir kabuldür; ya da Marksizm içindeki bazı akımlar ve kişiler şahsında net bir reddir. Başta Lukacs ve Gramsci, birçok Marksist, materyalizmi ve onun -Marks’ın Kapital’inden başlayarak- Marksizmdeki “etkileri”ni açıklıkla reddetmiştir”.
Söylenen şu:
1-Birileri Marksizm ile materyalizm arasında bir bağ kuruyormuş ve bu bağ da “genellikle kabul” ediliyormuş (TP, ısrarla materyalizm kavramını yalın kullanıyor, tarihsel materyalizm, diyalektik materyalizm kavramlarını kullanmıyor. Bir bildiği vardır!).
2- Ancak bu kabulü pek de ciddiye almamak gerekiyormuş; sınırlı bir kabulmüş.
3-Ciddiye alınmayacak kabulün karşısında ciddiye alınacak bir ret varmış.
4-”Başta Lukacs ve Gramsci, birçok Marksist, materyalizmi...reddetmiştir”.
5- Bunlar, “Marks’ın Kapital’inden başlayarak (materyalizmin) Marksizmdeki “etkileri”ni açıklıkla reddetmiştir”.

Bu görüşleri savunarak Marksist olunur mu? Olunmaz. Zaten TP de Marksistim, Marksizmi savunuyorum demiyor ki. “Ezilenlerin Marksisti”yim, “ezilenlerin Marksizmi”ni savunuyorum diyor.

TP, Marks ve Engels'i, Marksizmi anlamamakla suçluyor, safi “Marksizm”e veya kendi anladığı Marksizme materyalizmi bulaştırmış olmakla suçluyor. TP demiyor (belki başka bire yerlerde diyordur) ama baş “üstat”larından Lukacs ve yandaşları “Materyalizm ve Ampiryokritisizm“ eserini “Kaba Materyalizm“ olarak tanımlayacak kadar ileri gidebiliyorlardı. Öyle ki, Marks'ı Marks olmaktan, Kapital'i Kapital olmaktan çıkartmak için ellerinden geleni yapıyorlardı. Onların açtığı çığırda TP de yürüyor. Bütün amaç, bütün kaygı, Marks'ı Post-Markslaştırmaktır; Kapital'i Post-kapital'leştirmektir; diyalektik ve tarihsel materyalizmi, post-diyalektikleştirmek ve post-materyalizmleştirmektir. TP'nin sorunu budur.
Bu konu üzerine ilk makalede yeterli açıklama var. İsteyen o makaleye bakabilir.

İşçi sınıfı üzerine bir not” alt başlığı altında şunu okuyoruz:
Ezilenlerin tarih boyunca dünyayla ilişkilerini belirleyen “nesnel durum”, proletarya için de geçerli”.

Hiç de öyle değil. İnsanların “tarih boyunca dünyayla ilişkilerini belirleyen “nesnel durum”, onların sınıfsal konumu tarafından belirlenir. Tarih boyunca insanlık ilkel komünal toplumdan, köleci, feodal ve kapitalist toplumdan geçmiştir ve SSCB'inde sosyalist toplumu inşa etmiştir. Dolayısıyla insanlar beş farklı toplum formasyonu yaşamıştır ve bu “tarih boyunca dünyayla ilişkilerini belirleyen “nesnel durum” ları üretim ilişkilerindeki konumları tarafından belirlenmiştir. Bu da bize “tarih boyunca” “ezilenler” genellemesiyle bir yere varamayacağımızı, her bir toplumda üretim araçlarının mülkiyetinden kaynaklanan (sınıflı/sınıfsız) ayrışmaya bakmamız gerektiğini göstermektedir. Bu durumda:

İlkel komünal toplumda üretim araçlarının toplumsal mülkiyette olmasından dolayı toplum sınıfsızdı; sömüren de sömürülen de yoktu. TP'nin diliyle ifade edersek “ezen” de yoktu, “ezilen” de yoktu.

Köleci toplumda sömürücü sınıf olarak köle sahipleri, sömürülen sınıf olarak köleler, köleci toplum formasyonunun iki ana sınıfını oluşturuyorlardı.

Feodal toplumda sömürücü sınıf olarak feodal beyler, sömürülen sınıf olarak bağımlı köylüler, feodal toplum formasyonunun iki ana sınıfını oluşturuyorlardı.

Kapitalist toplumda sömürücü sınıf olarak burjuva, sömürülen sınıf olarak işçi sınıfı, kapitalist toplum formasyonunun iki ana sınıfını oluşturuyorlardı.

Sosyalist toplumda sömüren ve sömürülen sınıf yoktu.

Şüphesiz, köleci, feodal ve kapitalist toplumda bu her bir toplum formasyonuna özgü ana sınıfların yanı sıra ara sınıflar, sosyal tabakalar, yani ezilenler vardı.

TP, “ezilenler” ile bu ara sınıfları/tabakaları kastediyorsa, onların “tarih boyunca dünyayla ilişkilerini belirleyen “nesnel durum”ları hiç de “proletarya için de geçerli” değildi. Proletarya işgücünü satmak zorunda olan bire sınıftır. Köleci ve feodal toplum formasyonunda böyle bir ekonomi yoktu.

Demek ki, soruna üretim ilişkileri açısından baktığımızda -Marksizm de başka açılardan bakılamayacağını öğretiyor- TP'nin “ezilenleri”nin “tarih boyunca dünyayla ilişkilerini belirleyen “nesnel durum”larının hiç de “proletarya için de geçerli” olmadığını görüyoruz.

TP'yi anlıyorum, tarihi de “ezilenler” lehine yontmaya çalışıyor; “ezilenleri” ve proletaryayı (işçi sınıfını) aynılaştırmak için her fırsatı değerlendiriyor, ama olmuyor.

Ütopya mı Teori mi?” ara başlığı altında şunları okuyoruz:
Marksizm, iki anlamda ve iki cepheden “ütopya”laştırılıyor. Marksizm, bir yandan (artık) gerçekleşemeyecek bir ütopya olarak sunulurken, öte yandan ve “berikiler” tarafından, gerçeklikle bir ilgisi olmayan, ancak gerçekleşmesi düşlenen, istenen bir ütopyaya indirgeniyor”.

Peki, bunu kim yapıyor diye TP'ye sorsanız kendi dışındakileri; “ötekileri”, “berikileri” adres olarak verir. Yukarıdaki cümlede yer alan “bir yandan”, “öte yandan” ayrımı TP'nin amacını gizlemek için kullandığı yapay bir ayrımdır. Birileri iki koldan; “bir yandan” ve “öte yandan” Marksizmi, Marksizm olmaktan çıkartmak için saldırıya geçmiş. Bu cümleyi okuyunca, okuyanın düşünce aleminde böyle bir senaryo canlanıyor. Düşünce aleminizde böyle bir senaryoyu canlandırabiliyorsanız, TP başarılı olmuş demektir; amacını “bir yandan”, “öte yandan” Marksizme saldıranlara gerçekleştirtmiş demektir.

TP, yukarıdaki anlayışıyla Post-Marksizmin, kendisine Marksizm güneşi altında bir yuva hazırlayan “Batı-Marksizmi”nin Marksizmi, Marksizm olmaktan çıkartma “eylemi”ni başkalarına yaptırmaktadır. Marksizmi, Marksizm olmaktan çıkartmak için “bir yandan”, “öte yandan” eleştirenler TP'nin “Başta Lukacs ve Gramsci, birçok Marksist, materyalizmi ve onun -Marks’ın Kapital’inden başlayarak- Marksizmdeki “etkileri”ni açıklıkla reddetmiştir” dediği “üstat”larıdır. Tabi onların arasında Althusser “üstat” da var.

1920'lerden bu yana Marks ve Engels'in Marksizmini, ilkesizleştiren, bilinemez, tanınamaz, uygulanamaz hale getiren; yeni koşulları, gelişmeyi vb. öne sürerek yeni açılımlardan bahsederek Marksizmi değiştirmeye; başka bir “Marksizm” oluşturmaya çalışan Post-Marksizm değil mi? Şöyle düşünmek gerekir:

Post-Marksizm yukarıdaki cümlenin ikinci kısmıyla işe başlıyor ve Marksizmi “gerçeklikle bir ilgisi olmayan, ancak gerçekleşmesi düşlenen, istenen bir ütopyaya indirgiyor”. Bunun nasıl yapıldığı birinci makalede anlatıldı ve sonrakilerde de anlatılacak. İnsanların kafasında Post-Marksizm; o yenilikçiler; yeni bir Marksizm kurucuları -TP de bunlardan biridir- “ütopya”nın gerçekleşmesi için mücadele eden yenilikçiye dönüşüyor. Bu yenilikçilerin ortaya koyduğu “Marksizm”in de ne bildik Marksizmle ilişkisi var ne de uygulanabilirliği var; Post-Marksizm, “ütopya”dan “ütopya” üretiyor. Bunu kendisi yapıyor, ama başkaları yapıyor diyor.

Küçük burjuvazinin dünya görüşüne göre tabii ki, Marksizm, Marks ve Engels'in Marksizmi ve Marksizm-Leninizm bir “ütopya”dır, uygulanamaz; ona göre SSCB'indeki uygulama da uygulamanın “karikatürü”dür. Küçük burjuvazi, Marksizmi uygulanır hale getirmek için; “ütopya” olmaktan çıkartmak için değiştirmeyi, yeniden oluşturmayı düşünür. Böylece Marksizmi burjuvazinin kabul edebileceği hale getirmek ister. İşçi sınıfsız, diyalektik ve tarihsel materyalizmsiz, yöntemsiz Marksizmden, burjuva devleti yıkma yerine ele geçirmeye çalışan; sermaye karşısından hemen herkesin, yani “ezilenler”in “ideolojisi” olan bir Marksizmden hangi şaşkın burjuvazi korkar? Post-Marksizm böyle bir Marksizm oluşturmak için var; TP de böyle bir Marksizm oluşturmak istiyor.
TP, “Solduyu”ya aykırı bir Marksizm ortaya koyduk”, “Biz bir Marksizm anlayışını temsil ediyoruz” derken böyle bir Marksizmden bahsettiği bilinmelidir.

TP, Marksizmi, Marksizm olmaktan çıkartan bir Marksizmcidir, Post-Marksizmcidir.
Böylesi durumlarda Lenin'in muhatabını tarif etmek için sık sık kullandığı Philister tanımlaması TP'ye tam uygun düşüyor. Zihinsel üretimi küçümseyen, kalıplaşmış burjuva, küçük burjuva, revizyonist anlayışları, ön yargıları olduğu gibi alan ve kullanan bir tip. Bu tipi Türkçeleştirirseniz karşınıza “dar kafalı”, bağnaz, avanak küçük burjuva çıkar. Marksizme saldırı ve bu saldırıda kullandığı yöntem ve “silah”lar TP'nin bir Philister olduğunu göstermektedir.

Aşağıdaki “değerlendirme”yi okuyunca bana hak vereceksiniz:

...Marksizmi, herhangi bir sosyalist ideoloji olarak, ezilen ve sömürülen işçi sınıfının dünya görüşlerinden biri —olsa olsa en iyisi— olarak belirleyen ve böylece savunan girişimlerin derin zaafını kesin bir tutumla vurgulamak zorunlu oluyor. Marksizm, sosyalizm türlerinden, ezilenler (ya da işçi sınıfı) “ideoloji”lerinden radikal bir şekilde farklı olmak gerektir. Böyle olmayan bir Marksizmin varlığının anlamlılığını savunmak, bu bağlamda, ütopyacı Marksistlere düşüyor”.

Önce birinci cümleyi ele alalım:
1-”Marksizm herhangi bir sosyalist ideoloji”dir.
2-”Ezilen ve sömürülen işçi sınıfının dünya görüşlerinden biri”dir; “olsa olsa en iyisidir”.
3-”Marksizmi, (böyle) belirleyen ve böylece savunan girişimlerin derin zaafını kesin bir tutumla vurgulamak zorunlu oluyor”.

Güzel.
Peki, ”Marksizm(i) herhangi bir sosyalist ideoloji” olarak kim görüyor? Marksizmi çok Marksizmleştirenler; çatallaştıranlar, mezhepleştirenler görüyor. Bunlardan birisi de TP'dir.

Peki, Marksizm, ”Ezilen ve sömürülen işçi sınıfının dünya görüşlerinden biri”dir diyen kim? TP.

Peki, ”Marksizmi, (böyle) belirleyen ve böylece savunan girişimlerin derin zaafını kesin bir tutumla vurgulamak zorunlu oluyor” diyen kim? TP.

Bu durumda ya TP ne dediğini bilmiyor ya da böyle çelişkili yazmasının -kendi kendini eleştirmesinin- bir nedeni vardır.

Evet, bunun bir nedeni var:
TP, ”Marksizm(i) herhangi bir sosyalist ideoloji” olarak göstermek için; başka sosyalist ideolojiler de var, örneğin bunlardan birisi “ezilenlerin Marksizmi” demek için veya her bir “okulu” başlı başına bir ” sosyalist ideoloji” temsilcisi yapabilmek için Lenin'in Marksizmin gelişimiyle ilgili olarak “Karl Marks'ın Öğretisinin Tarihsel Yazgıları” makalesinde yer alan bir değerlendirmeyi kullanıyor. Orada Lenin'in söylediği şu:
Birinci dönemin başlangıcında -1848 Devriminden Paris Komününe (1871) kadarki dönem kastediliyor, İ. Okçuoğlu- Marksist öğreti asla hakim öğreti değildi. Sosyalizmin oldukça çok sayıdaki fraksiyonlarından veya akımlarından sadece birisidir” (Die historischen Schicksale der Lehre von Karl Marx, C. 18, s. 576).

TP bundan hangi sonucu çıkartıyor? ”Marksizm, sosyalizmin çok sayıdaki akımları arasında “herhangi bir sosyalist ideoloji”dir. En fazlasıyla (“olsa olsa”) “en iyisidir”.
İdeolojinin “iyisi”, “kötüsü” olmaz, doğrusu veya yanlışı olur!

Aynı anlayış, bu sefer işin içine “ezilenler” de katılarak sunuluyor. Bu sefer Marksizmin bir dünya görüşü olduğunu, ama sadece işçi sınıfının tek dünya görüşü olmadığını; işçi sınıfının çok sayıda “dünya görüşleri” olduğunu ve işçi sınıfının bu “dünya görüşleri”ni “ezilenler”le paylaştığını öğreniyoruz:”Ezilen ve sömürülen işçi sınıfının dünya görüşlerinden biri”dir; “olsa olsa en iyisidir”.

TP, bir taraftan Marksizmi, işçi sınıfını küçümsüyor, diğer taraftan da işin içine “ezilenleri” katarak bu kavramın Marksizm, ideoloji ve işçi sınıfı bağlamında kullanılmasını kanıksatıyor. Belki, “ezilenlerin Marksizmi”ni kabul edilebilir yapmanın bir yolu da böyle hareket etmektir!

Ve sonra TP, kendisi Marksizmi böyle belirlemesine rağmen, sanki başkaları böyle beliriliyormuş gibi davranıyor ve o başkalarını -aslında kendini- “Marksizmi, (böyle) belirleyen ve böylece savunan girişimlerin derin zaafını kesin bir tutumla vurgulamak zorunlu oluyor” diyerek eleştiriyor.

TP demagojiyi inceltiyor, Marksizmi işçi sınıfının varlığından kopartıyor:
Marksizmin bir ideoloji olarak varlığı, işçi sınıfının varlığına bağlı olmamak anlamında, epistemolojik niteliktedir”.

Bu cümlenin Türkçe anlamı şudur:
Marksizm bir ideolojidir.
İşçi sınıfının varlığına bağlı olmayan bir ideolojidir.
Bu nedenle Marksizm, epistemolojik karakterlidir (“bilgi bilimi”) karakterlidir.
Böylece Marksizm, işçi sınıfından kopartılıyor; işçi sınıfının dünya görüşü olmaktan çıkartılıyor ve işine gelenin, bu arada “ezilenler”in de sahiplenebileceği bir “bilgi bilimi”ne indirgeniyor.

TP'nin “derin” felsefesini anlayamadığım için “İşçi sınıfıyla bağlantılı olduğu kabul edilen diğer bütün akımlar, bu bakımdan Marksizme nazaran başka bir kategoriye (ontolojik) dahildir”den ne kastettiğini de anlayamıyorum. (Neyse, TP'nin Marksist felsefeden hiç bahsetmemesinin -en azından elimde olan yazılarında-, kavram olarak kullanmamasının, ama sürekli ontolojiden, epistomolojiden bahsetmenin bir nedeni vardır diye düşünelim!).

İlginç olan, aşağıdaki yorumdur:
Marksizm işçi sınıfının dışındadır. İşçi sınıfına bir ideoloji olarak görünür ve politika aracılığıyla onunla bağ kurar —kendini işçi sınıfına ve diğer ezilenlere bağlayan (ontolojik) bir düzlem oluşturur”.
Burada komünist hareketle işçi hareketinin başlangıçta ayrışık olduğu ve sonradan -”politika aracılığıyla”- komünist partisi örgütlenmesinde birleştiği/kaynaştığı anlatılmıyor. TP, Marksizmi “ontolojik” olarak işçi sınıfının dışına itiyor; işçi sınıfından bağımsız geliştiğini savunuyor. İşçi sınıfından bağımsız gelişen bir Marksizm, tam da TP'nin aradığı Marksizmdir. TP, tam da böyle bir Marksizmin işçi sınıfının ideolojisi olarak göründüğünü ve politika denen araç üzerinden işçi sınıfıyla bağ kurduğunu savunuyor. Ama bu arada işin içine birden bire “diğer ezilenler” giriyor ve Marksizmin “kendini işçi sınıfına ve diğer ezilenlere bağlayan (ontolojik) bir düzlem oluştur”muş olduğunu anlıyorsunuz. Böylelikle diğer şeylerin yanı sıra Marksizm, aynı zamanda “diğer ezilenler” adı altında işçi sınıfı dışında kalan hakim olmayan sınıf ve sosyal tabakaların da ideolojisi oluyor.

Batıda Post-Marksizm, Marksizmi hakim burjuvazi dışında herkesin; her sosyal hareketin kabul edeceği ideoloji durumuna getirmek için olmadık demagojilere baş vuruyor. Yukarıda TP'nin anlattıkları Post-Marksizmin ideolojik cephaneliğinden alınmıştır. Tek fark, TP kendine özgü bir Marksizm; “ezilenlerin Marksizmi” oluşturmak istediği için “ezilenler”in ideolojisini de tanımlamak zorundadır. O da “ezilenlerin Marksizmi”dir. Bu Marksizmin sınıfsal içeriği de işçi sınıfını da içeren “ezilenler”dir.

Geçmiş Misyon Gelecek - Ezilenlerin Marksizmi için teori ve politika” yazısıyla devam edelim:
TP'de narsizm Zeus’un kızı aşk ve güzellik tanrıçası Afrodit'i de kıskandıracak çaptadır:
Şunları okuyoruz (Saçmalık boyutlarına varan ve kendine sevdalı olmaktan ileri gitmeyen, Amerika'yı yeniden keşfeden bazı tespitlere sadece gönderme yaparak geçeceğiz):

Teori ve Politika, dünyada ve Türkiye’de Marksizmin derin ve çok boyutlu bir kriz yaşadığını ve esaslı bir parçalanmaya uğradığını saptadı. Parçalanma, hem enternasyonal nitelikte ve hegemonik etkiler yaratan bir hareketin yokluğu anlamındaydı, hem Marksizmin bilim, felsefe ve politika olarak belirlenen sektörleri nezdindeydi. Kriz, Marksizmin varlığına kast eden bir nitelik gösteriyordu. Marksizm tanınabilir niteliklerini kaybediyordu”.

Dünyada ve Türkiye’de Marksizmin derin ve çok boyutlu bir kriz yaşadığını ve esaslı bir parçalanmaya uğradığını” TP saptamadı. Bir taraftan araya araya bulduğunuz “Batı-Marksizmi”nden bahsediyorsunuz, diğer taraftan da bu krizi biz saptadık diyorsunuz. Dediğiniz krizden 1920'lerden bu yana bahsedilmektedir. Diğer taraftan Marks ve Engels dönemi Marksizmi ve sonrasında da Marksizm-Leninizm içinde ve etrafında yapılan tartışmalar, en son olarak Sovyet modern revizyonizminin ihanetinin sonuçları; uluslararası komünist hareket içindeki parçalanmalar, ulusal ve uluslararası alanda Marksist-Leninistlerin saptamasıdır. Siz bu saptamalar yeniden saptamış oluyorsunuz.

Aynı durum “Parçalanma, hem enternasyonal nitelikte ve hegemonik etkiler yaratan bir hareketin yokluğu anlamındaydı, hem Marksizmin bilim, felsefe ve politika olarak belirlenen sektörleri nezdindeydi” anlayışınız için de geçerli. Yahu, siz uluslararası komünist hareketin, dünya revizyonist hareketinin eylem ve yazın dünyasına hiç girmiyor musunuz, kim ne diyor diye karıştırmıyor musunuz? “Üstat” Althusser'in bir kısım yazılarında, o “ünlü” “provokasyonları”nda yer alan anlayışları da mı okumadınız? Sovyet modern revizyonizminin Marksizmi, uluslararası komünist hareketi “bilim, felsefe ve politika olarak belirlenen sektörleri”nde nasıl çarpıttığını da mı yok sayıyorsunuz?

Bunların hepsi aslında pek de önemli değil, en azından aşağıdaki cümlenin içerdiği anlam kadar önemli değil. Kundakçı TP, itfaiyeci oluyor ve “Kriz, Marksizmin varlığına kast eden bir nitelik gösteriyordu. Marksizm tanınabilir niteliklerini kaybediyordu” “saptama”sını yapıyor. Yahu, Marks'ı Marks olmaktan çıkartarak Marksizmi Marksizm olmaktan çıkartmaya çalışanlar sizin önderlerinizdir. Bunların en sonuncusu da Althusser “üstat”tır. Sahiplendiğiniz ant-marksist çizgi, 1920'lerden bu yana Marksizmin varlığına kasteden bir faaliyet sürdürmedi mi? Öncesinde Bernstein revizyonizmi, Marksizmin varlığına kastetmenin ifadesi değil miydi? “Mavi boncuk” dağıtırken korumaya aldığınız Troçki ve Troçkizm neyin varlığına kasteden bir nitelik taşıyordu? “Üstat”ınız Althusser, “Başta Lukacs ve Gramsci, birçok Marksist, materyalizmi ve onun —Marks’ın Kapital’inden başlayarak— Marksizmdeki “etkileri”ni açıklıkla reddetmiştir” derken bu unsurlar ve onların görüşlerini savunan siz, neyinvarlığına kasteden bir nitelik”sel eylem içindeydiniz? Bütün bu unsurlar Marksizm(in) tanınabilir niteliklerini” yok etmenin uğraşısı içinde olmadılar mı? Bütün bu uğraşının sonucu Post-Marksizm değil mi?

Tanrı katı”, “asker” arayışı ve yapısalcılık

Marksizmle, bütünsel bir yapı olarak onun her boyutuyla ayrı ayrı karşı karşıya gelebilecek uğraş özneleri yaratmak gerekiyordu. Türkiye’de pratik-politik Marksistler vardı, ama onların verili konumlarıyla Marksizmi bütünsel olarak karşılayabilme imkanlarından söz edilemezdi... O halde, Marksizmin bileşenlerine karşılık gelecek misyonlar oluşturmak zorunlu bir yükümlülük halini almıştı.
Biz bu manzarada kendimize, ‘teorik-politik’ olarak adlandırdığımız konumu yakıştırdık. Türkiye’de Marksizm için bir ‘teorik-politika misyonu’ oluşturacaktık”.

Ne söyleniyor? Birtakım yapılar var; Marksizmin şu veya bu alanında uğraşan özneler var; örneğin özne olarak “Türkiye’de pratik-politik Marksistler var”, ama bunlar “verili konumları”ndan dolayı; yani sürekli pratik içinde olduklarından dolayı onların “Marksizmi bütünsel olarak karşılayabilme imkanlarından söz edilemezdi”. Bu nedenle “Marksizmin bileşenlerine karşılık gelecek misyonlar oluşturmak”; yani yapılar oluşturmak gerekiyordu ve bu yapılar, yapılanmalar içinde TP de kendine “teorik-politik” bir konumu, yapılanmayı yakıştırıyor ve “Türkiye’de Marksizm için bir ‘teorik-politika misyon” oluşturuyor.
Anlaşıldı değil mi?

Marksizmin şu alanında, bu alanında uğraş veren yapılar var; “pratik-politik” “asker”ler var. Bu askerlerin -yani bu yapıları (kimlere “mavi boncuk” dağıttıklarını düşünelim) “teorik-politik misyon” ile; yani TP ile bira araya getirilmesi gerekiyor. TP, asker, askerdir, “aklı yetmez”, sadece koşar diyor ve kendisini de onların nasıl ve ne yönde koşacağını belirleyecek “misyon” olarak görüyor: İstikamet “ezilenlerin Marksizmi”dir.

Yolda: Teorik-politik akım” alt başlığı altında şunları okuyoruz:
Teori ve Politika, geride bıraktığımız yıllarda ortaya koyduğu özgül Marksizm anlayışıyla bir teorik-politik akımı temsil eder hale geldi. Bunu cüretle ifade ediyoruz ve başarılı olduğumuz en önemli, hatta tek belli başlı husus olarak vurguluyoruz”.

TP'nin “geride (bırakılan) yıllarda ortaya koyduğu özgül Marksizm anlayışıyla bir teorik-politik akımı temsil eder hale geldi(ği)” oldukça soru götürür. Olmayanı “cüretle ifade etmek” de bir “cüret meselesi”dir. Olsun, arkadaşların hatırını kırmayalım ve “özgül Marksizm anlayışıyla bir teorik-politik akımı temsil eder hale geldi”klerini kabul edelim. Bizi burada ilgilendiren TP'nin “cüret” ve “başarılı” olmasından ziyade “cüret” ve “başarı” ile ortaya koyduğu Marksizmin nasıl bir Marksizm olduğudur.

TP devamla şöyle diyor:
Biz bir Marksizm anlayışını temsil ediyoruz. Temsil ettiğimiz ve kurmaya çalıştığımız anlayışın felsefi bakımdan güçlü, bilimsel bakımdan geçerli ve politik bakımdan uygun olduğu, Marksizmin cari varlığı ve ihtiyaçlarını karşılama bakımından yeterliliğe en yakın konumda olduğu ve kategorik bir nitelik taşıdığı konusunda güven içindeyiz”.

1- TP, “bir Marksizm anlayışını temsil ediyor”; yani belli bir Marksizm anlayışını temsil ediyor.
2- “Felsefi bakımdan güçlü” “bir Marksizm”.
3-”Bilimsel bakımdan geçerli” “bir Marksizm”.
4-”Politik bakımdan uygun” “bir Marksizm”.
5- “Marksizmin cari varlığı ve ihtiyaçlarını karşılama bakımından yeterli” “bir Marksizm”.

TP Althusser'cidir, yapısalcıdır; O halde Marksist felsefeyi reddeden bir konumdadır. Marksist felsefe reddedilerek “felsefi bakımdan güçlü” “bir Marksizm” nasıl oluşturulur? Bunu TP'ye sormak gerekir.

Althusser yapısalcıdır, Marksizmin bilimsel geçerliliğini reddeder; aksi taktirde neden yeni bir Marksizm oluşturmaya kalkışsın ki? TP de aynı yolun yolcusudur. O halde oluşturulmak istenen, Marks ve Engels dönemi Marksizmin bilimsel olmadığını kanıtlama temelinde bir Marksizmdir.

Althusser ve Post-Marksizm, Marksizmi “politik bakımından uygun” hale getirmenin açık ifadesidir. Neden? Değişim, gelişmeler vb. derken Marksizmin burjuvazinin kabul edeceği hale getirilmesi için Marksizmde burjuvaziye “politik bakımdan” uygun olmayan ne varsa revizyona tabi tutulmuştur. TP'nin “politik bakımdan uygun”dan anladığı budur.

Bütün bunları yaptıktan sonra ortaya felsefesi, teorisi, ilkeleri, politik açılımları reddedilmiş; tamamen yenilenmiş “bir Marksizm anlayışı” çıkıyor. İşte bu; Post-Marksizm diye tanımlanan “Marksizm” TP'nin oluşturmaya çalıştığı Marksizmdir. Nam -ı diğer “ezilenlerin Marksizmi”dir.

Başta Lukacs ve Gramsci, (Althusser olmak üzere) birçok Marksist(in), materyalizmi ve onun -Marks’ın Kapital’inden başlayarak -Marksizmdeki “etkileri”ni açıklıkla reddediği” bir ortamda Post-Marksizmden başka bir şey de yeşermezdi.

TP, “Bizim karakteristik ve öne çıkan özelliğimizin, Marksizm içinde bir akımı Türkiye’de oluşturmaya çalışmamız olduğunu ifade edebiliriz” diyor. Çok doğru. Gerçekten de TP, Anadolu coğrafyasında Post-Marksizmi devrimci ve komünist hareket içinde yaymaya çalışmaktadır. Bu bakımdan haklıdır.

TP, “İşçiciliğin ve sosyalizmciliğin Marksizm içindeki nüfuzuna karşı mücadele ettim” diyor. Hayır, TP, “İşçiciliğin ve sosyalizmciliğin Marksizm içindeki nüfuzuna karşı mücadele” etmedi. “İşçiciliğin ve sosyalizmciliğin Marksizm içindeki nüfuzuna karşı mücadele” adı altında işçi sınıfının varlığına, tarihsel misyonuna ve sosyalizme karşı mücadele etti; sosyalizm ve Marksizmin işçi sınıfına özgü oluşuna karşı mücadele etti. Bu nedenle “Ezilenleri bir sıfat olmaktan çıkararak ad olarak kategorize” etmeyi esas amaç edindi ve bu nedenden dolayı “günümüzün mücadelesinin “ezilenler birleşin” şiarında yoğunlaştığını savundu”.
Demagojide TP ile kolay kolay “aşık atılamaz”! “Ezilenleri”, “ezilenlerin Marksizmi”ni bayraklaştırmak için tabii ki, işçi sınıfına ve sosyalizme karşı mücadele edecekti.

TP, “Özneciliğin Marksizmdeki yansımalarına karşı durdu ve öznesiz tarihin savunusuna girişti” derken doğru söylüyor. Gerçekten de Althusser ”üstat“ özneyi tarihten aforoz etmişti, ortalıkta tarihi değiştirecek, devrim yapacak bir güç bırakmamıştı. Her ne kadar ”üstat“, bir bütün olarak tarihi öznesiz bırakmışsa da, takipçileri tarihi çok özneli yapmaktan çekinmediler, gecikmediler. Öznesiz kalan tarih birden bire işçi sınıfı dışındaki veya artık “önemsizleşen” işçi sınıfıyla birlikte sayısız öznelerle dolup taşmaya başladı: TP bu öznelere “ezilenler” diyor.

Bir kez daha yapısalcılık:
TP, “Marksizmi bir ideoloji olarak algılamanın kategorik olarak önüne geçti. Ezilenlerle ilişkiyi bu bağlamda tanımladı. Ezilenler Marksistlerin karşısına ham maddi varlıklarıyla değil, bir bütün olarak, ideolojileri, kültürleri, görenekleri, dinleri-imanlarıyla çıkıyordu; ve Marksistler açısından ezilen, brüt-ezilendi –net değil”.

Çelişkili, karışık, demagoji dolu bir savunma. Arkadaşlar doğru söylemiyorlar. Marksizmin işçi sınıfının ideolojisi olarak algılanmasının yanlış olduğunu savunuyorsunuz. Size göre Marksizm, sınıf (bu durumda işçi sınıfı) ideolojisi değildir, ama “ezilenler”in ideolojisidir; size göre Marksizm bir sınıfın -işçi sınıfının- ideolojisi olamaz, ama birden fazla sınıfın -”ezilenler”in- ideolojisi olabilir. Savunduğunuz bu. “Marksizmi bir ideoloji olarak algılamanın kategorik olarak önüne geçti”ten anladığınız, anlatmak istediğiniz bu.

Ezilenler Marksistlerin karşısına ham maddi varlıklarıyla değil, bir bütün olarak, ideolojileri, kültürleri, görenekleri, dinleri-imanlarıyla çıkıyordu; ve Marksistler açısından ezilen, brüt-ezilendi –net değil”. TP'nin yapısalcı, dokusunu çok iyi anlatıyor. “Brüt-ezilen” hiç değişikliğe uğramamış, özelliklerini olduğu gibi koruyan “ezilen”dir. “Net ezilen” ise değişikliğe uğramış, bir çok özelliğini kaybetmiş, “inceltilmiş”, “yontulmuş”, “öğretilmiş” “ezilen”dir. “Ham maddi varlıklar” işlenebilir, değiştirilebilir, birtakım özellikleri, başka özelliklere dönüşebilir. TP bunu savunmuyor. “Bir bütün olarak, ideolojileri, kültürleri, görenekleri, dinleri-imanlarıyla” birlikte “ezilenler”i; yani “brüt-ezilenleri” ele alıyor. Her “ezilen”, ideolojisi, kültürü, görenekleri, dini ve imanı neyse onları olduğu gibi koruyarak “ezilenler”de birleşebilir. Bu yapılar değişmeden bir araya gelebilir ve bir bütünlüğü oluşturabilir. Değişmeyen yapılar toplamı = bir üst yapı toplamı.

Solduyu”ya aykırı bir Marksizm ortaya koyduk” derken haklısınız. Ortaya koyduğunuz “Marksizm”, Marksizme her bakımdan aykırı; Marks'ın Marksizmi ile, çağımızda Marksizm-Leninizm ile uzaktan yakından ilişkisi olmayan bir “Marksizm”. Aslında bu Marksizmin adı “ezilenlerin Marksizmi” değil de “yapısalcı Marksizm” olması gerekirdi. Yani bir “çakma” Marksizm.

Biraz da “Marksist Tümleyenlerin Ayrım ve İlişkisi Üzerine” makalesinden okuyalım:
Bu makalede bizi ilgilendiren, Marksizmin temellerine yapılan saldırıdır; onun bütünselliğini, kendisini tartışmalı yapmaktır. Şüphesiz ki, Marksizm tartışılmaz diye bir düşüncemiz yok. Marksizm, tartışılır, ama tartışmadan tartışmaya fark vardır. Marksizmi, öğrenmek, kavratmak ve geliştirmek için takışabileceğiniz gibi, onu başkalaştırmak için de tartışabilirsiniz. Bu yazıda Marksizmin başkalaştırılmasının; Marksizmin Marksizm olmaktan çıkartılmasının tartışmasının yapıldığı görülmektedir.

TP'deki bu yazıda “Althusser, Marksist teorinin tarihinde yaşanan “güçlüğün” bu tartışmalara yansıdığını ve tartışmalara verilen “adlar”ın da tanımlanmamış bir sorunun arazları olduğunu söyler ve bir dizi soru sorar” deniyor. Burada bizi ilgilendiren, bununla ne anlatılmak istediğinden ziyade “üstat” Althusser'in sorularıdır:

"Marksist teorinin temeli nedir? Bilim mi yoksa felsefe mi? Marksizm özünde bir felsefe midir, "praxis felsefesi mi, –peki o zaman Marx'ın ileri sürdüğü bilimsel iddialar neyin nesi?– yoksa Marksizm özünde bir bilim midir, yani tarih bilimi, tarihi maddecilik midir; peki o zaman felsefesi, diyalektik maddecilik neyin nesi? Ya da tarihi maddecilikle (bilim) diyalektik maddecilik (felsefe) arasındaki klasik ayrım hâlâ kabul ediliyorsa, bu ayrımı nasıl düşünmeli: geleneksel terimlerle mi, yeni terimlerle mi? Ya da, diyalektik maddecilikte, diyalektikle maddecilik arasındaki ilişki nedir? Ve gene, diyalektik nedir: basit bir yöntem mi, yoksa bütün olarak bir felsefe mi?" (Adı geçen makaleden).

Böylesi sorunlara; hemen hemen aynı sorulara bir zamanların sosyalist, sonra da revizyonist ülkelerinde Marksizmi, bileşenlerini, felsefesini vb. açıklamak için hazırlanmış eğitim broşürlerinde rastlarsınız. Oradaki amaç, Marksizmi, sorulan sorular çerçevesinde açıklamaktır. Ama aynı soruları koskoca “üstat” Althusser soruyorsa ve bu soruları onun taraftar ekibi TP gündeme getiriyorsa bu, Marksizm üzerine bir eğitim çabası olarak görülemez. Yukarıdaki sorular istisnasız Marksizmi tartışalım, tanıyalım adı altında onu nasıl başkalaştırırız tartışmalarına hizmet etmiştir ve etmektedir.
Üstat” "Marksist teorinin temeli”(nin) ne olduğunu bilmiyor mu? Bilmiyorsa pekala Lenin'den öğrenebilirdi.

Üstat” “damardan giriyor”; temeli tahrip ediyor ki, üzerinde yükselen bina kolaylıkla çökebilsin. "Marksist teorinin temeli nedir?”den sonra sıralanan sorular bunun ifadesidir. Marksizm, bir “Bilim mi yoksa felsefe mi?”dir ile okur bir ikilemle karşı karşıya bırakılıyor; Marksizm ya bir bilimdir ya da bir felsefedir diye düşünmek gerekiyor. Sonra “Marksizm özünde bir felsefe midir” sorusu, Marksizm bir "praxis felsefesi mi, –peki o zaman Marx'ın ileri sürdüğü bilimsel iddialar neyin nesi?”dir ile birleştiriliyor. Sonrasında yeniden “Marksizm özünde bir bilim midir, yani tarih bilimi, tarihi maddecilik midir; peki o zaman felsefesi, diyalektik maddecilik neyin nesi?”dire dönülüyor.

Üstat” yukarıdaki sorularla kafaları karıştırdıktan sonra “ölümcül darbe”yi vuruyor:
Ya da tarihi maddecilikle (bilim) diyalektik maddecilik (felsefe) arasındaki klasik ayrım hâlâ kabul ediliyorsa, bu ayrımı nasıl düşünmeli: geleneksel terimlerle mi, yeni terimlerle mi? Ya da, diyalektik maddecilikte, diyalektikle maddecilik arasındaki ilişki nedir? Ve gene, diyalektik nedir: basit bir yöntem mi, yoksa bütün olarak bir felsefe mi?"

Üstat”ın sorunu Marksist felsefenin bizzat kendisiyledir; diyalektik ve tarihsel materyalizmledir. Onun topluma uygulanışı (tarihsel materyalizm) ve doğaya uygulanışı (diyalektik materyalizm) yöntem olarak “üstat”ı rahatsız ediyor; aralarındaki “klasik ayrım hâlâ kabul ediliyorsa, bu ayrımı nasıl düşünmeli: geleneksel terimlerle mi, yeni terimlerle mi?” diyerek Stalin'in bu konuya getirdiği açıklığı reddediyor; bu ayrımın varlığını hala kabul ediyorsanız, ayrım “geleneksel terimlerle mi” (Stalin'in açıkladığı gibi mi?) yoksa “yeni terimlerle” yeniden yorumlanmalı mıdır diye yönlendiriyor. “Üstat” soruna ne kadar dışarıdan; Marksizm dışından baktığını “Ya da, diyalektik maddecilikte, diyalektikle maddecilik arasındaki ilişki nedir? Ve gene, diyalektik nedir: basit bir yöntem mi, yoksa bütün olarak bir felsefe mi?"dir sorularıyla dışa vuruyor. “Üstat”, “diyalektik maddecilikte” diyalektik materyalizmde diyalektik ve materyalizm arasında ilişkiyi sorguluyor ve yeniden yöntem olarak diyalektiğe dönüyor.

Tabii, denecektir ki, bu “üstat”ın bir özelliğidir, “kışkırtıcı” sorular sorar vb. SSCB üniversitelerinde, akademilerinde bu konular üzerine sayısız eserler yayımlanmıştır; felsefe, daha özgün biçimiyle tarihsel ve diyalektik materyalizm, tarih vb. bilim dallarında eserleri hala güncelliğini kaybetmemiş uzmanlar; Marksist filozoflar, Marksist tarihçiler yetişmiştir. “Üstat” neden onları referans almıyor? Tabii ki, onlar “Stalin dogmatizmi”nin ürünleridir denecek. Lukacs-Althusser çizgisi Stalin'e gelmeden önce Lenin'in “Gerici Felsefe Üzerine Eleştirel Yorumlar“ alt başlığını taşıyan “Materyalizm ve Ampiryokritisizm“ eserini “Kaba Materyalizm“ (Lukacs) olarak tanımlayacak kadar ileri gidebiliyorlardı.

Üstat“ “Marks İçin“ ve ”Kapital'i Okumak“ kitaplarında Marksizm-Leninizm tarafından Marksist felsefenin geliştirilmesine meydan okuyor, “Marksizm“in Stalin tarafından dondurulmasını, dogmalaştırılmasını lanetliyordu. Althusser'e göre Stalin önderliğinde Bolşevikler, diyalektik ve tarihsel materyalizmin yasal bütünlüğünden bahsetmekle bu konuyu işlemekle neredeyse cinayet işlemişlerdi. “Üstat“ bu yasal birliği paralamayı ve felsefeyi ayakları üzerine oturtmayı tarihi görev olarak görmüştü. Althusser'e göre ne de olsa “Marksizm, pratiğin felsefesi değildi, aksine felsefenin pratiğiydi“.
TP de işte bu “üstat”ın yolunda yürüyor. Onun Marksizmden, Marksist felsefeden anladığı Althusser'in anladığından farklı değilidir.

Balibar, Althusser’i izleyerek, "Marksist felsefe yoktur ve asla olmayacaktır; buna karşılık Marx'ın felsefe için önemi, asla olmadığı kadar büyüktür" tezini "paradoksal" olsa da savunacağını söylüyor” (Aynı makaleden).
Balibar, yukarıdaki soruların neden sorulduğuna yeterli açıklık getirmiyor mu? “Marksizmde felsefe yoktur ve asla olmayacaktır” deniyor, TP de buna katılıyor.

Ama felsefe, Marksizmin üç bileşeninden/kaynağından birisidir; felsefesiz Marksizm düşünülemez.

Politik ekonomi olmaksızın Marksizm düşünülemez; politik ekonomi Marksizm üç bileşeninden/kaynağından birisidir.

Bilimsel sosyalizm (teori) olmaksızın Marksizm düşünülemez; bilimsel sosyalizm Marksizmin üç bileşeninden/kaynağından birisidir.

Bana inanmayabilirsiniz, ama en azından diğerlerinden farkını belirtmek için “yükselti” dediğiniz Lenin'e inanırsınız diye düşünüyorum. Bu konuda o “yükselti” özetle şöyle düşünüyor:

Marks'ın öğretisi her şeye kadirdir, çünkü doğrudur. Kendi içinde bütünlüklü ve uyumludur, insanlara, hiçbir batıl inançla, hiçbir gericilikle, hiçbir burjuva köleliğinin savunulmasıyla uzlaşmayan bütünlüklü bir dünya görüşü verir. İnsanlığın ondokuzuncu yüzyılda Alman felsefesi, İngiliz politik ekonomisi ve Fransız sosyalizminin şahsında yaratmış olduğu en iyi şeylerin meşru mirasçısıdır.

Marksizmin felsefesi materyalizmdir. Tüm yakın tarihi boyunca Avrupa'da ve özellikle de onsekizinci yüzyılın sonunda Fransa'da, bütün ortaçağ pılıpırtısına karşı, kurumlardaki ve düşüncelerdeki köleliğe karşı tayin edici meydan savaşının verildiği bu ülkede, materyalizmin, doğa bilimlerinin bütün öğretilerine sadık kalan, batıl inançlara, ikiyüzlülüğe vs. düşman biricik tutarlı felsefe olduğu görülmüştür. O nedenle demokrasi düşmanları bütün güçleriyle materyalizmi "çürütme", baltalama, karalama gayreti içinde olmuşlar ve daima şu ya da bu biçimde dinin savunulmasına ya da desteklenmesine çıkan felsefi idealizmin çeşitli biçimlerini himaye etmişlerdir...

Ne var ki Marks, onsekizinci yüzyıl materyalizminde takılıp kalmamış, felsefeyi daha da geliştirmiştir. Marks felsefeyi, Feuerbach'ın materyalizmine yol açmış olan klasik Alman felsefesinin, özellikle de Hegelci sistemin kazanımlarıyla zenginleştirdi...
Marks'ın felsefesi, insanlığa ve özellikle de işçi sınıfına güçlü bilgi araçları veren mükemmel felsefi materyalizmdir....
Klasik politik ekonomi, Marks'tan önce İngiltere'de, en gelişmiş kapitalist ülkede ortaya çıktı. Ekonomik yapıyı araştıran Adam Smith ve David Ricardo, emek-değer teorisinin temelini yarattılar, Marks onların eserini devam ettirdi. Bu teoriyi tam olarak temellendirdi ve tutarlı bir biçimde geliştirdi...

Ne var ki ütopik sosyalizm gerçek bir çıkış yolu gösterecek durumda değildi. Ne kapitalizmde ücret köleliğinin özünü açıklayabilmiş, ne onun gelişme yasalarını keşfedebilmiş, ne de yeni bir toplumun yaratıcısı olabilecek toplumsal gücü bulabilmişti...

Tek bir kapitalist ülke bile, kapitalist toplumun çeşitli sınıfları arasında bir ölüm kalım mücadelesi vermeksizin az çok özgür, demokratik bir temelde ortaya çıkmadı. Marks'ın dehası, herkesten önce buradan dünya tarihinin öğrettiği sonucu çıkarmayı ve onu tutarlılıkla geliştirmeyi bilmiş olmasında yatar. Bu sonuç sınıf mücadelesi öğretisidir...

Bizzat bizi çevreleyen toplum içinde, eskiyi ortadan kaldıracak ve yeniyi yaratacak gücü oluşturabilecek durumda -ve toplumsal konumu nedeniyle bunu yapmak zorunda- olan güçler bulmak, onları aydınlatmak ve mücadele için örgütlemek. Sadece Marks'ın felsefi materyalizmi, proletaryaya, o zamana kadarki bütün ezilen sınıfların içinde sefil bir hayat yaşadıkları düşünsel kölelikten çıkış yolunu göstermiştir. Sadece Marks'ın iktisadi teorisi kapitalizmin genel düzeni içinde proletaryanın gerçek konumunu açığa çıkarmıştır”(Lenin; “Marksizmin Üç Kaynağı ve Üç Bileşeni” makalesinden).

"Marksizm, Marks'ın görüş ve öğretilerinin sistemidir. Marks, insanlığın en ileri üç ülkesince temsil edilen on dokuzuncu yüzyılın üç temel ideolojik akımını, yani klâsik Alman felsefesini, klâsik İngiliz ekonomi politiğini ve genel olarak Fransız devrimci öğretileriyle sarmaşmış Fransız sosyalizmini sürdüren ve tamamlayan bir deha idi. Muhalifleri tarafından da dikkat çekici tutarlılığı ve bütünlüğü teslim edilen Marks'ın görüşleri, dünyanın bütün uygar ülkelerinde işçi sınıfı hareketinin teori ve programı olarak modern materyalizmi ve modern bilimsel sosyalizmi oluşturur. Marksizmin esas içeriğinin, yani Marks'ın ekonomik öğretisinin bir sergilemesini yapmadan önce, genel olarak onun dünya görüşünün kısa bir özetini verme yükümlülüğünü duyuyoruz" (Lenin; “Karl Marks” makalesinden).

Bu anlayışa ekleyecek bir şeyim yok ama bu anlayıştan başta “üstat”ları olmak üzere TP ve benzerlerinin geriye bıraktıkları bir şey de yok.

Açık ki, Post Marksizm bize felsefesiz, teorisiz, politik ekonomisiz bir Marksizm sunuyor; Marksizm adına Marksizm olmayan bir Marksizm sunuyor. TP işte böyle “bir Marksizm anlayışı”nın savunucusudur.

Aslında TP, neden Marksist, Marksist-Leninist olmadığını ve olamayacağını çok açık olarak ifade ediyor. Althusser “üstat”tan esinlenen TP “Bugün, madde-bilinç, yapı-üstyapı, bilim-praxis (bilim-devrim) ikili kategorilerinin tümünde, Marksizmin tümeller teorisinde bir krizin varlığı saptanabilir” diyor (Aynı yazıdan). Devamla sorunu Gramsaci'ye getiriyor ve “Gramsci’nin teorik bütünlüğünün praxis felsefesi ile kurulduğu ve tarihsel Marksizmde tartışmasız olarak bir eğilimi temsil ettiği açıktır” tespitini yapıyor ve sonra da çizgisinin ne olduğunu açıklıyor: “Marx-Engels’i örten ve onlara başvurmadan hareket edebileceğimiz Lenin dışında yükselti bulunmuyor. Başka bir deyişle, Marx-Engels, bizim için hâlâ ‘sonra gelen’ ve önce gelenleri örten etkileneceğimiz ‘yakın’ öncellerimiz. Pratik-politik Marksizmin sürece tahvil olmuş bir tarihi ve teorik Marksizmin hareket noktası yapabileceğimiz bir teorik zemini var”.

Lenin, en fazlasıyla bir “yükselti” oluyor; Marksizmi geliştiren birisi değil, Marks ve Engels'ten sonra gelen bir farklılık. Lenin'in “yükselti” olduğu bir anlayışta Stalin'in ve eserlerinin, uluslararası komünist hareketin; Marksizm-Leninizmin yeri tabii ki olmayacaktır.

Bunun yerine teorik zemin dedikleri Marks ve Engels'ten başlayacaksınız, Lenin'in “kaba materyalizm”in savunucusu ilan edeceksiniz, Lukacs üzerinden o “teorik zemin”in üzerine “Batı-Marksizmi”ni koyacaksınız; böylece “zemin”i içsel krizli yapacaksınız; Marksizmi çatallandıracaksınız; mezheplerine ayıracaksınız; sonra Gramsci ve Korsch üzerinden Althusser'e varacaksınız.
Bu yol TP'nin yoludur ve bunu açıkça yazar. Bu yol, Post Marksizmin oluşma ve gelişme yoludur. Onun savunucularından birisi de TP'dir.

Paris Ayaklanması- Nasıl Tanımlamalı, Nasıl Konumlandırmalı?” makalesinden:
Bu makalede Paris ayaklanmasından hareketle işçi sınıfının tarihi misyonunun “ezilenlere” nasıl devredildiğini öğreniyoruz.

Deneyci ampirist paradigma bir şeyin kendisini nasıl dışa vurduğundan hareketle bilgi üretirken, bu yaklaşımı reddeden Marksizm..” tespiti yanlıştır. Marks deneyciliği (ampirizm) eleştirir, ama onun olumlu içeriğini reddetmez. Marks'ın deneyciliği (ampirizm) eleştirisine dayanarak, şeylerin “özü” görünümlerinde değil de “teorik pratik”te aranması gerekir anlayışında olduğu için deneyciliğin olumlu içeriğini tamamen reddeden Althusser'dir.
İnsanların “üretim araçları karşısındaki nesnel pozisyonlarına” bağlı olarak tanımlanan sınıf kavramı, bilimsel düzeye ait bir kavram olmasından ötürü, gerçek insanların verili toplumsal pozisyonlarını nasıl anlamlandırdıklarını hesaba katmaz” (Adı geçen makaleden). Marksizmin sınıf analizini çarpıtmak için bu kadar basit bir saçmalığa başvurulabiliyor. Marksizm, insanları sınıflara ayırırken onların üretim ilişkilerindeki konumuna bakıyor; işgücünü satmak zorunda olan mı, artı değer üretmek zorunda olan mı; yani üretim araçlarının mülkiyetine sahip olmayan mı yoksa üretim araçlarının mülkiyetine sahip olan ve bundan dolayı da üretime el koyan mı? Sınıf saptamasının yalın kıstası bu. Burada Marksizm, insanların üretim ilişkilerindeki konumundan bahsediyor, TP ise tek tek insanın kendisini nasıl gördüğünden hareket ediyor. Marksizm “gerçek insanların verili toplumsal pozisyonlarını nasıl anlamlandırdıklarını hesaba katmaz” derken bunu ifade ediyor. “Ezilenler”e varabilmek için böyle bir tanımlamaya ihtiyacı var.

Yukarıda saçma dediğimiz tanımlamadan sonra soruyu soruyor “Bu kavrayış bizi Paris Ayaklanması’nı da bir sınıf isyanı olarak tanımlama sonucuna götürür mü? Ya da dünyanın bir başka coğrafyasında emperyalist işgal kuvvetlerine karşı savaşan Iraklıların da sınıfsal bir direniş içinde olduğunu söyleyebilir miyiz?”.

Yani “Paris Ayaklanması’nı bir sınıf isyanı” değildir, örneğin, “emperyalist işgal kuvvetlerine karşı savaşan Iraklılar da sınıfsal bir direniş içinde” değillerdi. Söyletilmek istene bu.

TP, Marksizmin bu olguları (Paris varoşları ve Irak işgali) sınıf hareketi; Fransız işçi sınıfının ve Irak işçi sınıfının mücadelesi olarak değerlendirmediğini, değerlendiremeyeceğini çok iyi biliyor. Ama amaç başka olduğu için böyle hareket ediyor. Amacın ne oluğunu okuyalım:

Sınıf örneğinden hareket edersek, eğer tüm toplumsal temsil biçimlerini yapının bir yansıması, epifenomeni olarak kavrayacak olursak, üretim tarzından hareketle belirlenen yapısal sınıf konumlarının ve dolayısıyla sınıf mücadelelerinin, verili bir kapitalist toplumdaki temsil formlarına da kaçınılmaz olarak yansıyacağını söylememiz gerekir. Yani bu yaklaşıma göre, eğer kapitalist üretim tarzı temel olarak artı-değer sömürüsüne dayanıyorsa ve sömürü ilişkilerinin tarafları üretim araçlarına sahip olup olmamak kriterine göre belirleniyorsa, a) her kapitalist toplumda, toplumsal tabakalaşmanın ve buna bağlı olarak da politik kutuplaşmanın burjuvazi ile işçi sınıfı ve onların örgütleri arasında gerçekleşmesi, b) bu kutuplaşmada işçi sınıfının her daim devrimci, burjuvazinin de her daim karşı-devrimci kutbu temsil etmesi gerekecektir”.

Demek ki, üretim araçlarının özel mülkiyette olduğu bir toplum formasyonunda -burada kapitalizmde- iki ana sınıf vardır. Buraya kadar doğru. Bu sınıflardan birisi “her daim devrimcidir” (işçi sınıfı); diğeri ise -burjuvazi- “her daim karşı devrimcidir”.

Böylece TP, bir katakulli ile sınıfların tarihsel rolü ile politik tutumlarını sınıf mücadelesinin beraberinde getirdiği gerçekleri birbirine karıştırıyor. TP'nin bu anlayışına göre -iki ana sınıf; ya devrimci ya da karşı devrimci- reformları, sosyal kazanımları vs. açıklamak mümkün değildir.

Ama başka bir ihtimal de var!
Oysa yaşanan gerçek tarih göstermiştir ki, ne herhangi bir kapitalist ülkede ortaya çıkan toplumsal ve politik mücadeleler yalın biçimde bu iki sınıfın mücadelesinden ibaret bir içeriğe ve bir biçime sahip olmuştur, ne de kapitalizmin tarihi boyunca işçi sınıfı toplumsal ve politik olarak yegane ve tek devrimci toplumsal dinamiği temsil etmiştir. Hatta örneğin gelişmiş kapitalist devletlerde işçi sınıfı istikrarlı biçimde reformist olurken, azgelişmiş kapitalist ülkelerde ise işçi sınıfı istikrarlı bir toplumsal ve politik özne olmayı dahi çoğu kez başaramamıştır”.

TP'nin varmak istediği nokta tam da burasıydı. Demek ki, “herhangi bir kapitalist ülkede ortaya çıkan toplumsal ve politik mücadeleler -sınıf mücadeleleri kast ediliyor- yalın biçimde bu iki sınıfın mücadelesinden ibaret bir içeriğe ve bir biçime sahip” olmadıkları gibi “kapitalizmin tarihi boyunca işçi sınıfı toplumsal ve politik olarak yegane ve tek devrimci toplumsal dinamiği temsil” etmemiştir.
Öyle ki, “gelişmiş kapitalist devletlerde işçi sınıfı istikrarlı biçimde reformist olurken, azgelişmiş kapitalist ülkelerde ise işçi sınıfı istikrarlı bir toplumsal ve politik özne olmayı dahi çoğu kez başaramamıştır”.

Örneğin bir fabrikada grev, direniş; sendikal mücadele yalın bir biçimde işçi sınıfının mücadelesidir. Ama bir çevre sorunu için, toplumun hemen her kesmini ilgilendiren yasalar için; örneğin yeni anayasa için, Kürt sorunu için vb. toplumsal mücadeleler elbette ki salt işçi sınıfının bir sorunu değildir; bu mücadelelere toplumun diğer dinamikleri de katılırlar. TP, bunun böyle olduğunu bilmiyor mu? Biliyor, ama onun sorunu böylesi demagojilerden hareketle işçi sınıfının tarihsel misyonunu ve tarihsel misyon zemininde de yegane devrimci sınıf olduğunu; mevcut kapitalist sistemi yıkacak ve sosyalizmi inşa edecek yegane sınıf olduğunu karartmaktır.
Gelişmiş kapitalist ülkelerde işçi sınıfının reformistleşmesini, gelişen ülkelerde genelinde henüz etkili olacak güce sahip olmamasını başka toplumsal tabakalar lehine yontuyor.

1968 gençlik ve işçi hareketi sonrasında, takip eden yaklaşık 10 sene zarfında Avrupa işçi sınıf üzerine tartışmaların odağında TP'nin yukarıya aktardığımız anlayışı vardı. Avrupa'da, “komünist” partilerin de katıksıyla işçi sınıfı reformistleşmişti; bir şey yapmıyordu, yapacak halde değildi. Hemen bundan “Marksizmin krizi”nin bir ögesi üretildi. İşçi sınıfı yoksa sosyal hareketler vardı!

Althusser, tarihi “öznesiz” bıraktı; dolayısıyla ortalıkta tarihi değiştirecek, devrim yapacak bir güç kalmadı. Arayış devam etti; İdeoloji, sınıf (proletarya), parti, devrim, felsefe, sınıf mücadelesi, devrimin öznesi yeniden ve yeniden tartışılmak için masaya yatırıldı.

Çözüm üretenlerden biri de Foucault'ydu: “İsyanın yer belirlemesi yoktur, ayaklanmanın ruhu yoktur, ayaklanmaların veya devrimcilerin katışıksız yasasının kaynağı yoktur. Bunun yerine, her biri kendine özgü bir durum olan dirençlerin çoğulluğu vardır“. İşçi sınıfı dışında sosyal hareketler vardır; onların çoğulluğu ve çeşitliliği söz konusudur!
Çözüm üretenlerden başka birisi de N. Poulantzas'tı: “Aynı bahiste meydana çıkan sorunu” çözmek için N. Poulantzas “sınıf yerleri” ile “sınıf pozisyonları” ayrımına başvurmuştur. Poulantzas, yapısal belirlenimlerden hareketle tespit edilebilen “sınıf yerleri”nden farklı olarak “sınıf pozisyonları”nın ancak konjonktürel olarak tespit edilebilmesinin mümkün olduğunu belirtmiştir. Buna göre “sınıf pozisyonları” her zaman ideolojik, politik ve iktisadi mücadelelerin neticesinde kendisini konjontürel olarak çeşitli ittifaklar üzerinden dışa vurabilmektedir” (Aynı makaleden).

Böylece işçi sınıfının yerini alacak veya onunla birlikte özne olacak güçler bulunmuştu: Sosyal hareketler ve onlarını taşıyıcısı konumunda olan toplumun sosyal katmanları; yani “ezilenler”.
TP, burada Post-Marksizmin beylik savlarından birisini Paris varoşlarından hareketle kabul ettirmeye çalışıyor; bunun arka planı da işçi sınıfı yerine “ezilenleri” öne çıkartmaktır; ona tarihsel bir misyon yüklemektir. “Ezilenlerin Marksizmi”nin öznesi de “ezilenler” olmalıdır!

Post-Marksizmin, Post-Marksizme karşı mücadelesi

Bir parça da “Post-Marksizmin Postulatları” makalesinden okuyalım:
Enfes bir makale! Şunu-bunu okumak zorunda kalan ve bundan dolayı vakit sıkıntısı çeken birisiyseniz Post-Marksizmin tarihini en iyi bu makalede öğrenebilirsiniz. Kısa, öz, “dobra-dobr” bir anlatım. Şimdiye kadarki makalelerde olduğu gibi sağ gösterip soldan veya sol gösterip sağdan vurmuyor.

Batı Marksizminin radikal genişlemesi olan Post-Marksizm, Marksizm öncesinden beslenen bir tarih felsefesidir. Belirlemeleri Post-Marksizmden çok da farklı olmayan Gotha Programı, Marx’ın otoritesi karşısında sinmişti, ama tezlerinin ortadan kaybolmadığını görüyoruz“.
Başka türlü de formüle edilebilirdi; ”yetmez ama doğrudur” diyerek geçelim.

Post-Marksizm, iddialarının birçoğunu, tarih felsefesi ile göbek bağı hiç kesilmemiş olan Batı Marksizminden almıştır. Bu nedenle Marksizmin bunalımının/krizinin sonucu olan Batı Marksizmine dayanan bir öze dönüş teorisidir. Batı Marksizmi “Lenin dağı”nın ve Bolşevik Devriminin (teori ve pratik) araya girmesiyle, kısa sayılamayacak bir dönem için kesintiye uğradı. Daha önce II. Enternasyonal’le rahatlayan Hegelci Marksizm, SBKP 20. Kongresiyle çizilen ve kuramsal hümanizmayı da içeren yeni tabloyla kuramsal meşruiyetini kazanmış oldu. Bu meşruiyet, “Althusser’in bu Hegelci deli gömleğini çıkarıp atma” girişimine kadar sürdü“.

Katılmamak mümkün mü!

Altmış yıllık dönem boyunca teoride Marksizm arayışı bizi "Batı Marksizmi"ne ulaştırıyor. "Batı Marksizmi", başlıca olarak Lukacs, Korsch, Gramsci ve Althusser'in aralarında yer aldığı düşünürler tarafından, hem bir açmazı, hem de bir çözüm yolunu belirtmesi bakımından ortaya konmuş ve oldukça aykırı olmalarına karşın birtakım genel zeminleri paylaşan eserler bileşkesidir”.

TP, yaklaşık olarak 1935'ten bu yana (60 yıllık) teoride Marksizm aramış ve sonunda bulmuş: “Batı Marksizmi”! (“Taslak”tan).

Marksizmin krizi, Marksizm öncesi kuramı aydınlığa kavuşturuyor: Artık, Marksizmin düşmanları, Marksist kılığa girmeye zorlanamıyor. Post-Marksizm gibi ideolojiler Marksizm öncesi kanallardan rahatça gıda alabiliyorlar. Bunun yanında pratik devrimciler hiçbir şeyden etkilenmeden, ama hiçbir şeyi de etkileyemeden varolmaya devam ediyorlar“.

İşte bu olmadı. Marksizmin düşmanları hala Marksist kılığa giriyorlar ve sınıf mücadelesi devam ettiği müddetçe de burjuvazi; tasfiyeciler, şu Marksizmciler, bu Marksizmciler bunu yapacaklardır.

Post-Marksizmin hemen yanı başında, 1870'lerde kavramsallaştırılmaya başlanıldığı söylenen Post-modernizm duruyor“.

Çok doğru. Gerçekten de günümüzde bir kısım Post-Marksistlerle Post-mondernistleri; bazı alanlarda Post-Marksizmle Post-modernizmi ayırt etmek gerçekten oldukça güçtür. Örneğin Althusser, öğrencilerini hem Post-Marksist hem de Post-modernist olarak yetiştirmiştir.

Post-Marksizm, Batı Marksizminin son aşamasını ya da radikal bir yönelimini ifade ediyor: Büyük ütopik sosyalistler, (arada başka bir alanda duran Proudhon ve Bakunin'in anarşizmleri ve) II. Enternasyonal'dan başlayarak derinlik kazanan Batı Marksizminin en geniş girişimidir. Korsch, Lukacs, Gramsci ve Sartre da içlerinde olmak üzere birçok önemli düşünür Post-Marksizme önemli katkılar sağlamışlardır. Post-Marksizmle belirleyenleri arasında temel farklar bulunmasına rağmen, bu farklar, yöneliminin merkezinde yer alan tarih felsefesinin (ya da Marksizm öncesi felsefenin) ancak sınırlı alanlarını ilgilendiriyor. Gramsci'nin devrimciliği ve Lukacs'ın tarihin ilerlemesine bilerek müdahale eden proletarya ısrarı buna örnek oluşturuyor, ama söylediğimiz gibi, hiçbiri arkada duran tarih felsefesini karartmıyor“.

Şu veya bu tanımlama pek önemli değil. Önemli olan “Post-Marksizm(in), Batı Marksizminin son aşamasını ya da radikal bir yönelimini ifade ediyor” olmasıdır.

Zaten TP de“Altmış yıllık dönem boyunca teoride Marksizm arayışı (sonucunda) "Batı Marksizmi"ne ulaş(mıştı). "Batı Marksizmi", başlıca olarak Lukacs, Korsch, Gramsci ve Althusser'in aralarında yer aldığı düşünürler tarafından, hem bir açmazı, hem de bir çözüm yolunu belirtmesi bakımından ortaya konmuş ve oldukça aykırı olmalarına karşın birtakım genel zeminleri paylaşan eserler bileşkesidir”. Makalede TP'nin arayışının Post-Marksizm olduğunun açıklanması, Post-Marksizmle Batı Marksizmi arasında bu denli açık bir bağ kurulması önemsiz sayılmaz.

Marksizmin ikinci krizinin sonuçlarından olan Post-Marksizm, Marksist(-Leninist) kavramları rahatça, ama kıvırmadan, kendini saklamadan, dosdoğru bir tavırla ve hatta çarpıtmamaya gayret ederek reddediyor. Reddettiği kavramları da geriye, Gramsci'ye ve Kautsky’e giderek gerekçelendiriyor. Gramsci'nin ‘hegemonya’ ve II. Enternasyonal'in 'tarihsel zorunluluk'unu, Kautsky'nin "Bolşevizme karşı geliştirdiği, sosyalizme demokratik geçiş formülü ve her sınıf kesiminin kapitalist gelişmenin mantığı çerçevesinde özgül bir farklılık konumu işgal etmesi" düşüncesi, Post-Marksizmin üzerinden yürüdüğü belli başlı izleri oluşturuyor“.

Çok doğru. “Post-Marksizm(in), Marksist(-Leninist) kavramları rahatça, ama kıvırmadan, kendini saklamadan, dosdoğru bir tavırla ve hatta çarpıtmamaya gayret ederek reddediyor“ olması ve Kautsky ve Gramsci'yi referans alması Marksizm-Leninizmi reddettiği anlamına gelir. Siz de aynısını yapmıyor musunuz? “Marksist(-Leninist) kavramları rahatça, ama kıvırmadan, kendini saklamadan, dosdoğru bir tavırla ve hatta çarpıtmamaya gayret ederek reddediyor“sunuz ve Kautsky ve Gramsci'yi referans alıyorsunuz.
Post-Marksizmle aranızdaki fark ne? Post-Marksizmin “yapısal” özellikleri bunlardır, bizim Marksist özelliklerimiz de şunlardır diye yazabilecek durumda mısınız?

Peki, bu durumda “geleneğiniz” hiç de sizin gibi düşünmediğine, değerlerinizi reddeddiğine göre o ”geleneğiniz“e neden sürekli ”mavi boncuk“ veriyorsunuz?

Post- Marksizm, Marksizm içinde bir sapma olan revizyonizm ya da daha ileride bir reformizm olmadığını, ama "açıktan Post-Marksist" yani "Radikal, özgürlükçü ve çoğulcu bir demokrasi düşüncesine" sahip olduğunu ilan ediyor. Düşüncelerinden sakınmıyor, aksine bu düşünceleri Marksizme karşı savunmak ve genişletmek gerektiğine inanıyor”.

Çok doğru, zaten burjuvazi de hem “Marksist” hem de "Radikal, özgürlükçü ve çoğulcu bir demokrasi düşüncesine" sahip“ olanları çok seviyor; değişim, dönüşüm, gelişme, yeni koşullar adı altında Marksizmi Marksizm olmaktan çıkartmak için tartışabildiğiniz kadar tartışın diyor.

Post-Marksizmle tartışabilmenin yolu, tarih felsefesi ile göbekbağı hiç kesilmemiş olan Batı Marksizminden geçiyor“.
Doğru, Georg Lukács'ın, Antonio Gramsci'nin, Karl Korsch'un ve nihayetinde Louis Pierre Althusser'in katkıları olmaksızın ne Batı Marksizmi ne de Post-Marksizm anlaşılabilir.

Laclau ve Mouffe, "Radikal, özgürlükçü ve çoğulcu bir demokrasi için" girişmek gereken bir mücadelede Marksizmden vazgeçmenin aciliyetini şöyle açıklıyorlar: "Marksist teorinin iddialarını ve geçerlilik alanını daraltırken(...) Marksist kategorilerin günümüzde ne ölçüde geçerli olduklarını ciddiyetle tartışmak ancak bir evrensel sınıfın ontolojik olarak ayrıcalıklı konumuna dayanan her türlü epistemolojik imtiyazdan vazgeçtiğimiz takdirde olanaklı olacaktır." Post-Marksizm özgürlük ve çoğulcu demokrasisinin var olma şartını, Marksizmin varlığının ortadan kaldırılmasına dayandırıyor“.

Doğru, Post-Marksizm, Marksizmin reddidir veya burjuvazinin kabul edebileceği hale getirilmesidir.

O zaman TP de Marksist değildir, ama “ezilenlerin Marksisti“dir!

"Batı Marksizminin felsefi ve teorik formülasyonları, 'Leninizm'e meydan okuyan politik formülasyonlarla birleşti. Felsefi öznellik, bilinç ve öz etkinlik kavramları, Batı Marksistlerinin kendilerini adadıkları uğraşların yönelimi, Marksizmle yeniden kurmaya çalıştıkları ilişkinin yapısını da belirledi”.

Bu da doğru. Bunun sonucu da Post-Marksizmdir.

Post-Marksizmin, Post-modernizme karşı mücadelesi

Marksizmin Teorik Bütünlüğü ve Yeni Bir Kapitalizm Eleştirisi” makalesinin “Sonuç“ kısmından okuyoruz:
Son olarak şu noktada kesin bir kanıya vardığımı ifade etmek istiyorum: Post-modern, yeni liberal sola karşı çok ciddi bir mücadele vermek zorundayız. Buna dilci-pragmatik ekol, Alman yeni-Kantçı idealizm, Fransız yapısalcılığı (Saussür, Strauss ve Lacan) ve varoluşçu ekol (Sartre ve fenomenolojistler denilen yeni-Hegelciler), psikanalitik ekol (Freud, Lacan, Jung, From, Reich v.s.) dahildir. Bugün hem Avrupa'da ve hem de Amerika'da en revaçta olan düşünce akımı Derrida ve Deleuz'ün temsil ettiği; Foucault'nun önayak olduğu, "yapı-çözümlemeciler" (dekonstrüksiyonistler) denilen –Nietzche, Heidegger (ve biraz da Marx karıştırılmış)– ekoldür. Bu ekolün iddiası, –diğer Post-modern akımlarda olduğu gibi– bütün modern düşünce akımlarını, ve toplumsal kurumları –modern devlet, modern demokrasi, modern sanat, teknik, bilim, medya, kültür, eğitim sistemi, ekonomik yapı (yani Post-kapitalizm!) iletişim sistemi vs.– eleştirmek ve bütün modern "mitleri" yıkmak! (Bu modern mitler içinde Marx'ın "sınıf mücadelesi", Nietzche'nin "güç istemi", Freud'un "bilinçaltı"sı, Heidegger'in "varlıksal gerçekliği", Hegel'in "mutlak tin"i vs.)“.

Sorun böyle açıklanınca söylenecek fazla bir şey kalmıyor. Dokusu, yapısı anti-marksizm üzerine kurulmuş bir derginin Post-Marksizme ve Post-modernizme karşı savaş açması gerçekten ilginç.
Althusser'in etkilediği, etkilendiği ne kadar yapısalcı, Post-yapısalcı; “Post“larıyla birlikte ne kadar yapı-çözümcü/bozucu/sökümcü; “Post“larıyla bilikte ne kadar modernist unsur varsa bunların hepsine -en azından alıntıda belirtilen isimler nezdinde- savaş açılmış. Şüphe yok ki, her Marksist; her Marksist-Leninist hiç kuşku duymadan yapısalcılığa ve Post-yapısalcılığa, modernizme ve Post-modernizme; dekonstrüksiyonizme (yapı-sökümcülüğü) ve Post-destruktiyonizme karşı mücadelenin yanındadır. Ama doğrudan Althusser'cilik (yapısalcılık) ”ideolojik“ doku olarak kabul edilerek; Althusser'ciliğin etkilendiği ve etkilediği Post-modernizm ve dekonstrüksiyonizm savunularak yapısalcılığa ve Post-yapısalcılığa karşı; modernizme ve Post-modernizme karşı; dekonstrüksiyonizme karşı mücadele edilemez ki.
Bu mücadele Marksizmin Post-Marksistleştirilmesi için mücadeledir.

TP, Marksizme; Marksizm-Leninizme karşı mücadelesini “Post-modern, yeni liberal sola karşı çok ciddi bir mücadele vermek zorundayız“ diye açıklıyor. Bu, olsa olsa Post-yapısalcılar ve Post-modernistler arasında Marksizme karşı, onu Post-Marksistleştirmek için kim daha “iyi“ mücadele veriyor yarışıdır. Batı “kültür“ünü göz önünde tutarsak bu yarışta TP'nin esamesi bile okunmaz; bir hiçtir.
*

4. makale

POST-MARKSİZM, MARKSİZMİ SAVUNABİLİR Mİ?
Post-Marksizmin, Post-Marksizme karşı mücadelesi
(Sıkça sorulan sorular)

5. makale

İŞÇİ SINIFI - “EZİLENLER” ve “ÇATALLAŞAN” MARKSİZM (I)
(Anadolu coğrafyasında Post-Marksizm savunuculuğu)
(Sıkça sorulan sorular)

6. makale

ÇATALLAŞAN” MARKSİZM - “ÇAKMA” MARKSİZM (II)
(Anadolu coğrafyasında Post-Marksizm savunuculuğu)
(Sıkça sorulan sorular)


7. makale

POST-MARKSİZM - “EZİLENLERİN MARKSİZMİ”
SINIFTAN KAÇIŞIN TEORİLEŞTİRİLMESİ
(İşçi Sınıfı - “Ezilenler” ve “Çokluk”)
(Sıkça sorulan sorular)

8. makale
BİR DEMAGOGUN HEZEYANLARI

EZİLENLERİN MARKSİZMİ” - “ÇAKMA MARKSİZM”
EZİLENLERİN MARKSİZMİ” - ANTİ-SINIFÇILIK
(Sıkça sorulan sorular)