21. YÜZYILDA TÜRKİYE EKONOMİSİNİN KONJONKTÜR
HAREKETİ*
Bu
yazıda krizde olmayan ekonominin gelişme seyrini ele alacağız.
Emperyalizme bağımlı, yeni sömürge bir ülkede üretimin,
işsizliğin, borçlanmanın durumunu, Türkiye ve benzeri durumda
olan ülkelerle önde gelen emperyalist ülkelerin farklı açılardan
karşılaştırmasını yapacağız.
Aslında
bu yazının çıkış noktası, Türkiye gibi ülkelerde
kapitalizmde eşitsiz gelişme yasasının sonuçlarını
göstermektir. Ne var bunda diyebilirsiniz. Ama bu sorun oldukça
önemli; en azından Türkiye'de kapitalizm eleştirmenlerinin soruna
bakışı açısından oldukça önemlidir. Kapitalizm eleştirisi
her şeyi olumsuz göstermek, çöktü, bitti, sıcak para vb. türden
argümanlarla duyguları konuşturarak nesnel gerçekliğin çarpık
görülmesine vesile olmak değildir. Kapitalizm eleştirisi aynı
zamanda her şeyi olumlamak da değildir. O zaman iki alternatifin
ortasını bulmak mı oluyor kapitalizm eleştirisi diyebilirsiniz.
Hayır, bu da değil. Kapitalizm eleştirisi, kapitalizmin nesnel
ekonomik yasalarından hareketle nesnel gerçekliği göstermek ve bu
gerçekliğe dayanarak, bu gerçeklikten hareketle politika
yapmaktır, sınıfı örgütleyebilmektir. Bu memlekette ekonomi
üretmiyor, her şey dışarıdan geliyor diyen ekonomi
uzmanlarından, hatta Prof. ekonomi uzmanlarından geçilmiyor.
“Montajdır” diyenlerin pek sesi soluğu çıkmıyor, ama
neredeyse her şeyi uluslararası “sıcak para” hareketine
bağlayarak, bu para çıkarsa geriye hiçbir şey kalmaz diyenler de
az değildir. Bu ve benzeri değerlendirmelerde işçi sınıfının
yeri ne? Onun yerini bu değerlendirmeler ışığında bulmak çok
kolay! Bu memlekette ekonomi üretmiyorsa, her şey dışarıdan
geliyorsa, sağda solda gördüğünüz fabrikaları ve oralarda
çalışan işçileri de yok sayacaksınız. Bu türden değerlendirme
yapanların işçi sınıfı hakkındaki düşündükleri budur.
Veya böyle olması gerekir. Neredeyse her şeyi uluslararası “sıcak
para” hareketine bağlayarak, bu para çıkarsa geriye hiçbir şey
kalmaz diyenler de işçi sınıfı hakkında pek olumlu
düşünmüyorlar! En azından öyle olması gerekir. “Sıcak para”
yatırım alanında değil de borsa-mali alanda faal olduğuna göre,
bu paranın da işçi sınıfıyla bir ilişkisi yoktur. Ama
dışarıdan gelen her para mutlaka “sıcak para” değildir.
Şayet böyle düşünmüyorsanız, yabancı, yerli-yabancı ortaklık
yatırımlarını, orada çalışan işçilerin varlığını
açıklamakta güçlük çekersiniz. Bu ve benzeri görüşlere göre
Türkiye'de işçi sınıfı sayısal olarak azalması gerekir,
sayısal olarak azalan bir sınıfın da bir iddiası olmaz. Öyle
değil mi?
Her
şeye rağmen soruna başka açıdan bakabiliriz. Türkiye'de
ekonominin seyrini Marksist-Leninist politik ekonominin öğretisi
doğrultusunda analiz edebiliriz.
Bu
konuda Marksist-Leninist politik ekonominin öğretisi oldukça
zengin ve açıktır. Konumuz açısından bazı yönlerini
hatırlatalım.
Konjonktür
seyrinin aşamaları:
Konjonktür
seyrinin, sermaye hareketinin aşamaları konusuna da Marksist teori
açıklık getirmiştir. Marks, birbirini takip eden dört
“karakteristik periyot”tan bahseder (1) ve tek tek
periyotları da şöyle tanımlar:
1)
Durgunluk (2),
gevşeme (3) veya
hareketsizlik, sessizlik
(4) dönemi.
2)
Açılıp serpilme
(5), orta canlanma
(6), artan canlanma
(7) dönemi.
3)
Fazla üretim ve spekülasyon
(8) dönemi, aşırı gerilim
(9), hızlanma
(10) veya yüksek
yoğunluktaki üretim (11),
sahte açılıp serpilme dönemi
(12).
4)
Kriz (13) ve patlama
(çökme) -kriz anlamında- dönemleri
(14).
Veya
“Modern sanayinin izlediği kendine özgü yol. ... ortalama
canlılık dönemleri, yüksek yoğunlukta bir üretim, kriz ve
duraklama...”dır (15). Sabit sermayenin “çevrimi
sırasında işler, birbirini izleyen durgunluk, orta derecede
faaliyet, hızlanma ve kriz dönemlerinden geçer” (16).
Marks
ve Engels’in tespitlerinden hareketle Marksist yazında konjonktür
çevriminin dört temel aşamasından bahsedilir; kriz,
durgunluk, canlanma ve yükseliş. Ama açıktır ki, bu
her bir aşama, birbirinden Çin Seddiyle ayrılmamıştır. Her bir
aşamanın sınırları açıktır, akışkandır. Bu durum özellikle
son iki aşama (canlanma ve yükseliş) için geçerlidir. Her bir
aşama, bir öncekinden bir sonrakine geçişte bir köprüdür,
bizzat geçiştir. Hiçbir aşama, sürekli aynı kalmaz. Örneğin
canlanma aşaması, başlangıçta durgunluk özellikleri, sonunda da
yükseliş özellikleri taşır.
Marks’ın,
“durgunluk durumu, yükselen canlanma, açılıp serpilme, fazla
üretim, kriz, durgunluk, durgunluk durumu” (17) tespiti,
aşamaların iç içe geçmişliğinin bir ifadesidir.
Marks’a
göre konjonktür çevrimi, durgunluk
aşaması (18) ile başlar ve kriz
aşaması (19) ile sonlanır. Marks’a göre konjonktür yükselişi,
çevrimin açılıp serpilme ve fazla üretim aşamalarında ve
konjonktür gerilemesi de çevrimin durgunluk ve kriz aşamalarında
söz konusudur. Sanayi çevriminin doruk noktasını kriz aşaması,
Marks’ın deyimiyle “genel
kriz” (20) oluşturur.
Demek
oluyor ki, konjonktür aşamaları içinde kriz aşaması,
belirleyici aşamadır. Kriz aşaması, konjonktürün temelini ve
karakterini belirler. Durgunluk aşamasında kriz sorunları; kriz
döneminde açığa çıkan/patlak veren çelişkiler çözümlenir.
Çözümlenme ve yükseliş ise ufuktaki, gelen krize hazırlıktır.
Klasik konjonktür aşamalarında durum böyledir.
Bugünkü,
üç aşamalı konjonktürde ise kriz ve durgunluk aynı
fonksiyonları yerine getirir. İnişli-çıkışlı durgunluk
aşaması, ağır, sancılı, bazen mutlak küçülmeyi de içeren
bir büyümenin ifadesidir: Kapitalist ekonomide II. Dünya
Savaşından sonra görülen yeni olgular, konjonktür çevriminin
de değişimine neden olmuştur. Öyle ki, 1970’lerden sonra,
özellikle emperyalist ülke ekonomilerinde konjonktür çevriminin
yükseliş aşaması yerini, inişli-çıkışlı durgunluk aşaması
almıştır. Bugün konjonktür çevriminin dört aşamasından
değil, üç aşamasından (inişli-çıkışlı
durgunluk-kriz-canlanma bahsediyoruz) (21).
Krizin
aşılması sorunu:
Konjonktür
hareketinin en önemli aşaması olan krizin aşılması, bir
çevrimin kapanması, yeni birinin başlaması anlamına gelir. Bu,
bir çevrimden, yeni daha üst bir çevrime geçiş demektir. Marks,
tam da bu anlamda şöyle der: “İngiliz sanayisinin on yıllık
çevrimsel gelişme dönemleri boyunca (1815-1870) krizden önceki
(aç. M) son açılıp serpilme azamisinin, daima, bunu
izleyen açılıp serpilme asgarisi olarak tekrar göründüğünü
ve bunun üzerine yeni ve çok daha yüksek bir zirveye
tırmandığını...” (22).
Bir
kaç sayfa öncesinde de şu tespiti yapıyor: “Genişleme
dönemi boyunca üretim bir önceki çevirimde ulaştığı ve şimdi
kendisi için gerekli teknik temelin kurulduğu düzeyin altına
düşer. Açılıp serpilme döneminde -ara dönem- bu temel üzerinde
gelişmeye devam eder. Aşırı üretim ve spekülasyon döneminde,
üretim sürecinin kapitalist sınırlarını aşana kadar, üretici
güçleri sonuna kadar zorlar” (23).
Bunun
anlamı şudur: Bir konjonktür döneminde kriz öncesi üretimin
en yüksek olduğu aşama, ekonominin krizde olup olmadığının,
krizden çıkıp çıkmadığının ölçüsüdür. Ekonominin
krizden çıkması için bu en yüksek üretim seviyesini aşması
gerekir. Gerisi teferruattır. Aksi taktirde, mali sermaye hareketine
göre konjonktür hareketini belirlemeye çalışırsanız gerçekleri
karartmış ve yanlış siyasi sonuçlara zemin hazırlamış
olursunuz. İsterseniz bir deneme yapabilirsiniz; Marks'ın
yukarıdaki anlayışını mali sermaye hareketi için
uygulayabilirsiniz. Varacağınız sonuç burjuvaziyi bile şaşkına
çevirir. Öyleyse: Mali sermaye şöyledir böyledir diye yazıp
çizerken bu sermayenin sonuç itibariyle de olsa sanayi sermayesine
bağlı olduğunu; ondan kaynaklı olduğunu, sanayi sermayesinden
kopuk olmadığını unutmamak gerekir.
Konjonktür
çevrimine karakter veren, onu belirleyici etkileyen, yükselme
aşaması değil, kriz aşamasıdır. Çevrim karakterinin nasıl
şekilleneceği veya şekillenmiş olduğu yükseliş aşamasına
değil, krizin kapsamına, şiddetine/derinliğine bağlıdır.
Bundan dolayı, bir konjonktürel çevrimden diğerine geçişte kriz
aşaması esas çıkış aşaması olarak görülmelidir. Bu nedenle
de Marksist yazında hep kriz aşaması esas alınmıştır (24).
Sorun
böyle konuyor. Bir hatırlatma yapmadan da geçmeyelim: Maddi
değerlerin üretimi dışında
kalan sektör verileri -örneğin mali sektör verileri- konjonktür
hareketinin seyrini belirlemede hiçbir koşul altında belirleyici
gösterge olarak alınamaz. Bunun nedeni, açıklaması, teorik
temellendirilmesi birçok makalede ve bazı kitap çalışmalarımda
yeteri kadar açıklandığı için burada bu not bir hipotez olarak
görülmelidir. Son dönemlerde, reel sektör dışı sermayenin
(mali, spekülatif vs.) ön plana çıkartılması sonucunda
-kaçınılmaz olarak- bu sektörün de kendine özgü konjonktürü
olduğu veya konjonktür araştırmasında belirleyici olduğu
anlayışlarını ve bir “mali sektör tarafından yönlendirilen
kapitalizm” veya “mali odaklı kapitalizm” kavramını ortaya
atanlar olmuştur. Bunu savunanlar, şimdiki krizin de gösterdiği
gibi, mali sektörün kaynağının reel sektör (sanayi) olduğunu
unutuyorlar. Bu sektörde artı değer üretimi yoktur. Bu sektör,
kendine özgü nesnel ekonomik yasalara göre hareket etmez. Bu
türden anlayışlarla, sermaye ve üretimin uluslararasılaşma
boyutlarına bakarak, maddi değerler üretiminin (sanayi)
önemsizleştiği savunulmuş oluyor. Şüphesiz ki, bunu savunanları
sadece kendini kandırmak isteyenler olarak göremeyiz. Bu, bir
ideoloji, sınıfsal bakış meselesidir; Marksist-Leninist politik
ekonomiye burjuva politik ekonominin bulaştırılması meselesidir.
“Ezber
bozmak” istiyorsanız, yani gerekliyse, küreselleşme, her şeye
muktedir mali sermaye, emperyalizme bağımlılık, uluslararası
sermaye, bağımlılık vb. türünden salvolarla kapitalizmde
eşitsiz gelişme yasasını sadece ve sadece emperyalist ülke
ekonomilerinde geçerli gören kendi kendine Marksistlerin anakronik
“teori”lerine karşı mücadele etmek istiyorsanız veya
zorundaysanız Marksist-Leninist politik ekonomi size yol gösteriyor.
İsterseniz
aşağıdaki verileri bu perspektifle ele alalım, bir deneyelim,
bakalım hangi sonuçlara varacağız.
(Burada
bir hatırlatma yapmak istiyorum. Ekonomik krizle ilgili yazıları
daha önceki yazılarla karşılaştırırsanız, bazılarında aylık
bazda krizin başlangıcının veya kriz öncesinde üretimin en
yüksek olduğu ayın değiştiğini görürsünüz. Bunun nedeni
yeni verilerin istatistik değerlendirilmesidir. Yani her ay yeni
veriler ekleniyor ve hesaplanması da yeniden yapılıyor. Bu da bazı
durumlarda -özellikle de aylık bazda- değişmelere neden oluyor.
Örneğin 29.07.2010 tarihli “21. Yüzyılda Türkiye Ekonomisinde
Kriz Çevrimi” yazısında kriz öncesinde üretimin en yüksek
olduğu ay 2008'in Mayısıydı (yüzde 123,9). Mart ayında verileri
derlerken yüzde 124 idi ve hesaplamalar da buna göre yapıldı.
Nisan 2013 itibariyle de kriz öncesinde üretimin en yüksek olduğu
ay Ocak 2008 olmuştur. Ama bu değişim yıllık bazda bir değişime
neden olmamaktadır. Yani aylık verilerdeki değişimden dolayı
örneğin 2008 ve 2009 yılları kriz yılları olmaktan çıkmıyor).
1-Sanayi
Üretiminin Gelişme Seyri
1.1-
2000-2012 arasında aylık sanayi üretimi
Aşağıdaki
grafikte 2000=100 bazında 2001 ve 2008/2009 krizlerinden önce
üretimin en yüksek olduğu ayan göre sanayi üretiminin
gelişmesini görüyoruz. Grafik, kriz öncesinde üretimin en yüksek
olduğu ay=100 olarak alınmış ve veriler de buna göre
hesaplanmıştır.
Grafikte
birisi tamamlanmış, diğeri devam eden iki konjonktür hareketi
veya kriz çevrimi görüyoruz. Tamamlanmamış olan çevrim
2008'den sonrasını ve tamamlanmış olan da 2000'den 2007 sonu
dönemini kapsamaktadır. Bu dönemde üretim, kriz, durgunluk
canlanma/yükseliş aşamalarından geçerek 2007 sonunda sonlanıyor
ve 2008 itibariyle de yeni bir çevrim başlıyor. Her çevrimin
başlangıcı kriz aşamasıyla olduğu için 2008 diyoruz, çünkü
üretim 2008'in ilk ayında doruk noktasına ulaşmış ve sonrasında
da gerilemeye başlamıştır; bu gerileme üretimin krize girme
sürecinin başlamasıdır. İkinci çevrim kriz ve durgunluk
aşamalarından geçerek canlanma/yükseliş aşamasına gelmiştir.
Bu sürecin birkaç sene sonra yeni bir konjonktür hareketinin
başlangıcıyla, yeni bir krize girişle sonlanacağından emin
olabiliriz. Böyle bir sonlanmanın olmaması için ya kapitalist
sistemin kendiliğinden çökmesi ya devrimle yıkılması ya da
çevrimi geçici olarak ortadan kaldıracak ve yeniden başlatacak
olağanüstü siyasi, ekonomik ve askeri koşulların oluşması
gerekir.
21.
yüzyılda ilk konjonktür hareketi veya kriz çevrimi 2000'den 2007
sonuna 8 yıl sürmüştür. İkinci konjonktür hareketinin
başlangıcından bu yana (yıl itibariyle 2008-2012) 4 sene
geçmiştir. En fazlasıyla birkaç sene sonra yeni bir kriz
kaçınılmaz olacaktır. Ama çok olağanüstü siyasi, ekonomik ve
askeri gelişmeler, gelecek krizin erken patlak vermesine neden
olabileceği gibi geciktirebilir de, ama engelleyemez.
Yukarıdaki
grafikte ilk konjonktür hareketi sonunda sanayi üretiminin Ekim
2000'e göre (kriz öncesinde üretimin en yüksek olduğu seviye)
konjonktür sonunda -Aralık 2007 itibariyle- yüzde 30,8 oranında
büyümüş olduğunu görüyoruz.
Devam
eden konjonktür sürecinde de sanayi üretimi, kriz öncesi en
yüksek seviyesine göre (Ocak 2008, yüzde 24) Ocak 2013'te yüzde
7,8 oranında büyümüştür.
Aşağıdaki
grafik, her iki konjonktür hareketini bir çizgi üzerinde göstermek
için yukarıdaki verilerin arka arkaya eklenmesiyle oluşturulmuştur.
Ama iki baz yılı var: İlki Kasım 2000 ve ikincisi de Ocak 2008.
Bu
grafikte hangi konjonktür hareketinde krizin daha derin olduğunu
da görüyoruz. İlk konjonktür hareketinde sanayi üretimi Mart
2001'de yüzde 21,2 oranında, ikincisinde ise Aralık 2008'de yüzde
27,8 oranında mutlak küçülüyor. Bu durumda sanayi üretiminin
mutlak gerilemesi bazında şimdiki kriz 2001 krizine göre daha
ağırdır. Sanayide kapasite kullanımı ve işsizlik oranlarındaki
durum da bunun böyle oluğunu göstermektedir.
Şimdi
bir de her iki konjonktür döneminde sanayi üretimindeki gelişme
eğilimini veya eğilim çizgisinin yönünü gösterelim. Hani
üretilmiyor, üretim yok vb. deniyor ya!
Aşağıdaki
grafik ilk konjonktür sürecinin tamamını, bütün aşamalarını
gösteriyor. Verili dönem içinde; Kasım 2000'den Aralık 2007'ye
sanayi üretimi kriz, durgunluk, canlanma/yükseliş aşamalarından
geçerek yüzde 30,8 oranında büyüyor. Bu durumda, bu çevrim
sürecinde sanayi üretiminde gelişme eğilimi veya eğilim çizgisi
artan, yükselen bir sanayi üretiminin olduğunu gösteriyor.
Bir
de devam eden konjonktür hareketinde sanayi üretiminin gelişme
eğilimine bakalım.
Tamamlanmamış
ikinci konjonktür hareketi sürecinde, en azından şimdiye kadarki
döneminde sanayi üretimi Ocak 2008'den Ocak 2013'e ancak yüzde 7,8
oranında artıyor. Birinci konjonktür hareketiyle
karşılaştırıldığında büyüme oranından önemli bir
küçülmenin olduğunu görüyoruz; yani sanayi üretiminde
konjonktür hareketlerinin karşılaştırılması bazında belli bir
yavaşlama var. Aşağıda da ayrıca göstereceğimiz gibi bu
yavaşlama, eğilim özelliği taşımaktadır.
Kasım
2000'de Ocak 2013'e sanayi üretimi yüzde 59,4 oranında artıyor.
Kasım
2000'den Aralık 2007'ye yüzde 30,8 artıyor.
Ocak
2008'den Ocak 2013'e ise ancak yüzde 7,8 artıyor.
Şüphesiz
ki, aylık verilere dayanarak -konjonktürün başlangıcındaki ve
sonundaki verileri ele alarak- eğilim tespiti tek başına yeterli
değildir. Burada eğilim çizgisi veya gelişme eğiliminin yönüne
bakmak gerekir. Yukarıdaki son iki grafikte bu çizginin yükselişi
gösterdiğini görüyoruz. Birincisinde, ikincisindekine nazaran
daha dik bir yükselişin olması, ikinci konjonktür hareketinin
şimdiye kadarki döneminde sanayi üretimi artışında bir
yavaşlamanın olduğu anlamına gelir.
1.2
Yılın çeyreklerine göre sanayi üretimi ve konjonktür hareketi
Önce
her iki kriz çevrimini veya konjonktür hareketini ayrı ayrı
gösterelim.
Birinci
konjonktür hareketi sürecinde sanayi üretiminin seyri:
Bu
dönemde sanayi üretimi 2001'in ikinci çeyreğinde yüzde 12,1
oranında mutlak küçülerek dibe vuruyor ve 2002'in son çeyreğinde
krizden çıkıyor. Sonrasında, çevrim sonuna kadar büyüme
oranlarının nispeten yüksek olduğu bir gelişme sergiliyor;
sanayi üretimi konjonktür sonunda yüzde 44,5 oranında artıyor.
İkinci
konjonktür hareketi sürecinde sanayi üretiminin seyri:
Henüz
tamamlanmamış ikinci kriz çevriminde sanayi üretimi 2009'un ilk
çeyreğinde yüzde 21,4 oranında küçülerek dibe vuruyor ve
2010'un son çeyreğinde krizden çıkıyor. Sonrasında ise büyüme
oranlarının nispeten küçüldüğü veya ilk çevrime nazaran daha
yavaş büyümenin olduğu bir sürece giriyor. Bu dönem sonunda
sanayi üretimi ancak yüzde 8,7 oranında artıyor.
Her
iki çevrim toplamında sanayi üretimi yüzde 62,6 oranında
büyüyor.
İlk
çevrim sürecinde yüzde 44,5 ve ikinci çevrim sürecinde de ancak
yüzde 8,7 oranında büyüyor. Bu süreç henüz tamamlanmadığı
için sanayi üretiminin yeni bir kriz başlangıcına kadar nasıl
bir büyüme içinde olacağını bilemeyiz. Ama şimdiye kadarki
gelişme, sanayi üretiminin artışında bir yavaşlamanın olduğunu
açıkça göstermektedir.
Bunun
böyle olduğunu, sanayi üretiminin gelişme seyrini aşağıdaki
grafikte görüyoruz; sanayi üretiminin artış hızı giderek
düşmektedir.
Yılın
çeyreklerine göre her iki konjonktür hareketinde büyümenin seyri
(hızı):
Şimdi
bir de her iki kriz çevrimini zamansal olarak birbirine ekleyerek
gösterelim.
Yukarıdaki
grafikte her iki kriz çevrimi veya konjonktür hareketi arasındaki
büyüme oranları ve krizin şiddeti bakımından farkları
görüyoruz. Birinci konjonktürde krizden nispeten hızlı bir
çıkışı, yüksek oranlarda büyümeyi; ikinci konjonktürde
nispeten daha uzun bir kriz sürecini ve büyüme oranlarında
küçülmeyi ve aynı zamanda ikinci konjonktürde krizin, ilkine
nazaran daha ağır olduğunu görüyoruz.
1.3-Yıllara
göre sanayi üretimi ve konjonktür hareketi
Yukarıdaki
grafiği kriz öncesinde üretimin en yüksek olduğu yıllar bazında
(2000=100 ve 2007=100) okumaya çalışalım.
İlk
konjonktür sürecinde sanayi üretimi 2001'de yüzde 8,7 küçülüyor
ve 2002'de krizden çıkıyor. Henüz sonlanmamış olan ikinci
konjonktür sürecinde sanayi üretimi 2008'da yüzde 0,6 ve 2009'da
da yüzde 10,4 oranında küçülüyor ve 2010'da krizden çıkıyor.
Yıl bazında kriz, ikinci konjonktür sürecinde iki sene (2008=
-0,6; 2009= -10,4) devam ediyor.
2000'den
2012'ye sanayi üretiminde yüzde 64,8 oranında bir büyüme oluyor.
Yıllık bazda ilk konjonktür döneminde büyüme oranı yüzde 44,4
iken, ikinci konjonktür döneminde ancak yüzde 14,1 oranında
gerçekleşiyor.
2-2000-2012
Arasında GSYİH'nın Büyüme Seyri
Şimdi
bir de yıllara göre GSYİH'nın büyüme seyri açısından
konjonktür hareketine bakalım.
2000
sabit fiyatlarıyla GSYİH birinci konjonktür hareketi sürecinde
2000'de 237,8 milyar dolardan 2007'de 330,6 ve 2008'de de 333,2
milyar dolara çıkıyor. Kriz öncesinde GSYİH'nın en yüksek
olduğu yıl bazında 2000-2008 arasında büyüme (2000=100) yüzde
40,1 oranında gerçekleşiyor. İkinci konjonktür döneminde ise
büyüme 2008'den 2011'e 333,2 milyar dolardan 375 milyar dolara
çıkarak ancak yüzde 12,5 oranında oluyor.
2000-2011
arasında yüzde 57,7 oranında büyümede birinci konjonktür
dönemindeki büyümenin payı oldukça belirleyici.
Aşağıdaki
grafikte her iki konjonktür hareketi döneminde yıllar bazında
GSYİH'nın büyüme oranlarını görüyoruz.
Grafik
GSYİH'nın 2001 kriz yılında yüzde 5,7 ve 2009 kriz yılında da
yüzde 4,8 oranında küçüldüğünü gösteriyor. Sanayi üretimi
bazında ise küçülmenin 2001'de yüzde 8,7 ve 2008'de 2,1 ve
2009'da da 9,6 oranlarında olduğunu biliyoruz. Yukarıdaki verilere
göre 2001 krizi, sanayi üretimine göre de son kriz daha ağır
olmuş oluyor. Değerlerin neden farklı çıktığını aşağıda
göstereceğiz. Ama burada şunu söylemeden geçmeyelim: GSYİH,
maddi değerlerin (sanayi üretimi vs.) yanı sıra hizmetleri de
kapsar. Hizmet sektörünün içinde mali sektör de (örneğin
bankacılık) var. Bu durumda şunu söyleyebilirsiniz: 2001 krizi
döneminde Türkiye'de bankacılık sektörü batmıştı ve bu batış
etkisini bütün şiddetiyle GSYİH hesaplamasına yansıttı. Bu
nedenle 2001 krizinde GSYİH'nın büyümesi 5,7 oranında küçüldü.
Son krizde ise tam tersi oldu, Türkiye'de bankacılık sektörü
batmadı ve GSYİH değerlerine kriz normalliğinin ötesinde bir
yansıması olmadı. Bu durumda GSYİH'nın 2001 krizindeki
büyümesinde/küçülmesinde daha ziyade hizmet sektörü
(bankacılık vs.) etkili olurken, şimdiki krizde sanayi üretimi
belirleyici olmuştur. Böyle bir hesap yaparsanız veya fikir
yürütürseniz, Türk ekonomisine kendi dinamikleriyle hareket eden
bir özellik verdiğinizi, uluslararası sermaye hareketinden
bağımsızlaştırdığınızı vb. söyleyenler olabilir.
Aldırmayın. O, kendine göre “sol”, evet, evet kendine
Marksist-Leninist diyen anlayışlar, kapitalizmde eşitsiz gelişme
yasasının emperyalizme bağımlı, yeni sömürge ülkelerde de
geçerli olduğunu hala kabullenemediğine göre yukarıdaki
hesaplamayı hiç anlayamaz.
2.1-Kriz
yıllarında sanayi ve GSYİH büyüme oranları
Çevrimli
krizler veya fazla üretim krizleri, kapitalizmin makineli üretim
aşamasına özgündür ve bu krizler belli yasallıklar
doğrultusunda oluşurlar, gelişirler ve sonlanırlar. Türkiye'de
kapitalizm ancak geçen yüzyılın son çeyreğinde makineli üretim
aşamasında kapitalizme geçebildiği için ilk fazla üretim krizi
de 1979/1980'de patlak vermiştir. Aşağıdaki grafiklerde Türkiye
ekonomisinde fazla üretim krizlerinin hepsini göz önünde tutarak
değerlendirme yapacağız.
GSYİH
açısından:
Yukarıdaki
grafik, 1980-20011 arasında GSYİH bazında konjonktür hareketinin
biri ara kriz (1999) olmak üzere toplam 5 kriz sürecinden geçtiğini
göstermektedir. 1980/81-1983 dünya krizi döneminde Türkiye'de
GSYİH 1980'de yüzde 2,4; 1990-1994 dünya krizi sürecinde 1994'te
yüzde 4,7; 1999'da ara krizde yüzde 3,4; 2000-2004 dünya krizi
sürecinde 2001'de yüzde 5,7 ve devam eden dünya krizi sürecinde
de 2009'da yüzde 4,8 oranında geriliyor.
Bu
dönem zarfında gelişme eğilimi yükseliş yönünde; 1980'de
yüzde 4'ün altından 2011'de yüzde 4'ün üstüne çıkıyor.
Sanayi
üretimi açısından:
Yukarıdaki
grafikte Türk ekonomisinin ilk fazla üretim krizinden bu yana
konjonktür hareketinin nasıl geliştiğini bütün çıplaklığıyla
görüyoruz. Yıl bazında sanayide ilk fazla üretim krizi 1979'da
patlak veriyor, 1980'de devam ediyor ve 1981'de krizden çıkılıyor.
Bu kriz sürecinde sanayi üretimi 1979'da yüzde 5 ve 1980'de de
yüzde 3,6 oranında mutlak küçülüyor.
Bu
kriz aynı zamanda Türk ekonomisinde ilk konjonktür hareketinin,
kriz çevriminin de başlangıcıdır. Türkiye'de kapitalizm bu
dönemde makineli üretim aşamasına girmişti veya belirleyici
olmuştu. (Daha önce de krizler oldu, ama onların fazla üretim
krizi anlamında herhangi bir yasallığı yoktu).
İlk
konjonktür hareketi 1993'e kadar sürüyor; 14 sene, nispeten uzun
ve sıra dışı bir durum.
İkinci
konjonktür hareketi veya kriz çevrimi 1994'ten 2000'e kadar
sürüyor. 6 senelik bu süreç içinde bir “normal” fazla üretim
krizi ve bir de ara kriz (1999) yaşanıyor. 1994 fazla üretim
krizinde sanayi üretimi yüzde 5,6 ve 1999 ara krizinde de yüzde 5
oranında mutlak küçülüyor.
Üçüncü
konjonktür hareketi (21. yüzyılda ilk konjonktür hareketi)
2001'den 2007'ye kadar sürüyor. Bu dönemde sanayi üretimi 2001
krizi sürecinde yüzde 8,7 oranında mutlak geriliyor.
Dördüncü
konjonktür hareketi (21. yüzyılda ikinci konjonktür hareketi)
2008'de başlıyor. Devam etmekte olan bu dönemde sanayi üretimi
2008'de yüzde 2,1 ve 2009'da da yüzde 9,6 oranında mutlak
küçülüyor.
Bu
dört konjonktür veya kriz çevrimi döneminin ilkinde ve
sonuncusunda sanayi üretiminde kriz süreci ikişer sene sürüyor:
1979-1980 ve 2008-2009. Diğer ikisinde ise birer sene sürüyor. Bu
bağlamda krizler 1979/80, 2008/2009 veya 2001, 1994 krizleri diye
de tanımlanabilir.
Yukarıdaki
grafik söz konusu dört konjonktür hareketi boyunca yıllık sanayi
üretiminde büyüme oranlarının giderek küçüldüğünü de
göstermektedir. Ortalama büyüme 1977'den 20012'ye yüzde 5'in
üstünden yüzde 5'in altına düşüyor. Tam tersini de GSYİH'nın
büyümesinde görmüştük.
Şimdi
her iki gelişme eğilimini birlikte gösterelim.
1980-2011
arasında sanayi üretiminde gelişme eğilimi sonuç itibariyle
yüzde 5'in altına düşüyor. Aynı dönemde GSYİH'da gelişme
eğilimi yüzde 4'ten yüzde 5'in sınırlarını zorluyor. Tabi bu
gelişme eğiliminin yönünü değiştirebilirsiniz. Konjonktür
hareketlerini tek tek ele alırsanız farklı sonuçlar elde
edebilirsiniz. Yukarıda bunun örneklerini gösterdik. Tek tek
konjonktür hareketi sürecinde ekonominin krizden çıkmasında
motor rolü oynayan faktörleri bulmak için böyle bir yaklaşım
doğru olur. Yukarıdaki grafikte ise bir dönem; ilk fazla üretim
krizinden günümüze kadarki süreçte sanayi üretiminde ve
GSYİH'da gelişmenin yönüdür söz konusu olan. Bu durumda
yukarıdaki grafik, Türkiye ekonomisinin şu veya bu konjonktür
döneminde değil, ama dört konjonktür dönemi ortalamasında
giderek sanayi dışı faktörlere dayanarak büyüme sürecine
girdiğini göstermektedir. (Bu nasıl bir iştir, nasıl izah edilir
de başka bir yazının konusu olabilir).
3-Sanayi
Üretiminde Kapasite Kullanım Oranının Seyri
3.1-
Aylara göre imalat sanayinde kapasite kullanımı
Aşağıdaki
grafikte 2007-2012 arasında aylık kapasite kullanımındaki
değişimi gösterdik. Bu dönem zarfında kapasite kullanımı Mart
2007'de yüzde 83 ile en üst seviyedeydi. Aylık kapasite
kullanımında verili dönem içinde bu seviye aşılmamıştır.
Kriz öncesinde aylık kapasite kullanım oranı Şubat 2008'de yüzde
80,7'den aynı yılın Aralık ayında yüzde 65,8'e düşer,
2009'un Nisan ayıda ise yüzde 60,4'e geriler. Aylık kapasite
kullanımında en geri seviye bu orandır. Sonraki aylarda aylık
kapasite kullanım oranlarında önemli zikzaklar olmasa da
inişli-çıkışlı bir yükselme olmuştur. Ama kriz öncesindeki
en yüksek seviye aşılamamıştır.
Verili
dönemde aylık kapasite kullanımının en yüksek seviyesiyle (Mart
2007, yüzde 83) en düşük seviyesi (Nisan 2009, yüzde 60,4)
arasında 22,6 puanlık, dönemin başlangıç ayı ile (Ocak 2007,
yüzde 79,8) bitiş ayı (Aralık 2012, yüzde 74,5) arasında 5,3
puanlık bir fark var.
Grafiğin
de gösterdiği gibi her iki konjonktür döneminde aylık kapasite
kullanımında ortalama olarak gerileme olmuştur.
3.2-
Yıllara göre imalat sanayinde kapasite kullanımı
Aşağıdaki
grafikte son iki konjonktür döneminde yıllar bazında kapasite
kullanım oranlarını
görüyoruz.
Her
iki konjonktür döneminde kapasite kullanım oranının en yüksek
olduğu yıl yüzde 81,3 oranla 2007. 2001 krizi sürecinde kapasite
kullanım oranı yüzde 70,9'a düşüyor ve ancak 2003'te yüzde
78,4 oranıyla kriz öncesindeki seviyesini (2000 yüzde 75,9)
aşabiliyor.
Son
kriz sürecinde ise kriz öncesindeki en yüksek seviyesine göre
(2007 yüzde 81,8) 2008'de yüzde 78,1'e ve 2009'da da yüzde 65,2'ye
düşüyor. Sonraki yıllarda artmasına rağmen 2008'deki seviyesini
aşamıyor.
Her
iki konjonktür seyri, yıllar bazında kapasite kullanım oranının
önemsiz de olsa giderek düştüğünü göstermektedir. Bu durumda,
belli oranlarda sabit sermaye kıyımının devam ettiğini
söyleyebiliriz. Kapasite kullanım oranının düşmesi, mevcut
işletmelerin, üretim yerlerinin kullanılmaması, buralarda sabit
sermayenin yok edilmesi anlamına gelir.
4-Türkiye
Ekonomisinde Sanayi Üretiminin Yeri ve Bir Karşılaştırma
Önce
dünya ekonomisinde güçler dengesindeki değişim olgusuna,
çöken/gerileyen ülkelere ve yükselen ülkelere bakalım.
Yaşanmakta
olan ekonomik kriz dünya ekonomisinde eksen kaymasını, güçler
dengesinde reddedilemez bir değişimin olduğunu göstermektedir.
Aslında kriz bu süreci sadece hızlandırmış ve reddedilemez
görünüme büründürmüştür. Serbest rekabetçi aşamasından bu
yana kapitalizm önce Batı Avrupa merkezli, sonrasında Batı
Avrupa-ABD merkezli, 1930'lu yıllardan, ama özellikle de II. Dünya
Savaşından bu yana ABD-Avrupa ve 1960'lardan bu yana da
ABD-Avrupa-Japonya merkezli gelişmiştir. 21. yüzyıldan itibaren
bu durumun değişmeye başladığını ABD-Avrupa ekseninin
(Transatlantik ekseni) yerini ABD-Asya ekseninin (Transpasifik
ekseni) almaya başladığını görüyoruz.
Konuya
ilişkin birçok yazıda (son olarak da “Dünya Ekonomisinin Kriz
Seyri ve Güçler Dengesinde Değişim” yazısı) gösterdiğimiz
gibi geçen yüzyılın son çeyreğinden itibaren klasik emperyalist
ülkelerde ekonomik büyüme belli bir durgunluk sürecine girmiş,
buna karşın yeni sömürge, emperyalizme bağımlı, “gelişen”
diye tanımlanan ülkelerde ise ekonomik büyümede belli bir
yükseliş görülmüştür. Her bir ülkede farklı boyutlarda da
olsa bu yükseliş sürecinde bazı ülkeler öne çıkmışlar,
belli bir sıçrama göstermişlerdir. BRICS (Brezilya, Hindistan,
Çin, Güney Afrika, Rusya) ve E-7 (Çin, Hindistan, Brezilya, Rusya,
Endonezya, Meksika ve Türkiye) ülkeleri veya son moda olarak MIST
diye tanımlanan (Meksika, Endonezya, Güney Kore ve Türkiye) bu
gelişmeye birer örnektir.
Klasik
emperyalist ülkelerle bu ülkeler arasındaki ekonomik büyüklük
farkı giderek kapanmaktadır. Yaşanmakta olan kriz de bu süreci
hızlandırmıştır. Bu gelişmenin sonucu karşımıza şimdiye
kadar geçerli olan Transatlantik ekseninin (ABD-Avrupa) yerini
Transpasifik ekseninin (ABD-Asya) almaya başladığını
göstermektedir. Tabi bunun böyle olmadığını, emperyalizme
bağımlı ülkelerin bu bağımlılıktan kurtulamayacağını,
sürekli bağımlı kalacaklarını vb. Leninist emperyalizm
analizini çarpıtarak savunabilirsiniz. Bu bağnaz düşüncede
olanlar için bir ülke emperyalizme bağımlıysa, yeni sömürgeyse
sürekli öyle kalır; kapitalizmde eşitsiz gelişme yasası bu
ülkeler için geçerli değildir.
Sorun
mutlak sayılar bazında ele alınırsa gerçekten de bu ülkelerin
ne denli iktisadi zayıf oldukları, uluslararası tekelci sermayeye
bağımlı oldukları birçok veriyle gösterilebilir. Ama eksen
değişimi sadece mutlak sayılarla açıklanamaz. Başka dinamikleri
de hesaba katmak gerekir. Örneğin GSMH'da sanayi üretiminin yeri.
Bu konuyu aşağıda örnekleyeceğiz. Örneğin dünyanın en güçlü
500 tekeli (“süper tekeller”) arasında bu ülkelerin sahip
oldukları tekel sayısı vb. Soruna bu açıdan baktığımızda
2001 verilerine göre 500 süper tekelin 346'sının merkezinin
Amerika ve Asya'da olduğunu görüyoruz. Bunların 127'sinin merkezi
de Çin, G. Kore ve Hindistan'da. 2000 verilerine göre ise bu üç
ülkenin sahip olduğu süper tekel sayısı sadece 35 idi. Süper
tekel sayısının 35'ten 127'ye çıkması, Çin'in Japonya'dan daha
fazla süper tekele sahip olması, eşitsiz gelişmenin doğrudan bir
ifadesidir. 2007'den bu yana BRICS ülkelerine akan doğrudan yabancı
sermaye, ABD'ye akandan ve 2012 itibariyle de AB bütününe akandan
daha fazladır (25).
Bütün
bu gelişmeler, olgular dünya ekonomisinde tek rekabet
merkezliliğin, tek eksenli bir durumun olmadığını, bu anlamda
dünya ekonomisinde bir bütünlükten bahsedilemeyeceğini, dünya
ekonomisinin iki eğilime bölündüğünü göstermektedir. Bu
eğilimlerden birisini yükselen ülkeler oluştururken, diğerini de
gerileyen ülkeler (klasik emperyalist ülkeler) oluşturmaktadır.
Sanayide
üretilen artı değerin GSMH'daki payı:
Şimdi
sanayide üretilen artı değerin GSMH'daki payı bakımından ülke
gruplarını karşılaştıralım.
1970-2010
arasında söz konusu bu ülkelerde sanayide üretilen artı değerin
GSYİH'daki payı küçümsenemeyecek oranlarda gerilemiştir.
GSYİH'da sanayide üretilen artı değerin payı en çok
İngiltere'de gerilemiştir. Bu ülkeyi Japonya, Almanya, Fransa ve
ABD takip etmiştir. Böylece sanayide artı değerin GSYİH'daki
payı İngiltere'de yüzde 42,1'den yüzde 23,7'ye (18,4 puanlık bir
gerileme); ABD'de yüzde 35,2'den yüzde 21,8'e (13,4 puanlık bir
gerileme); Japonya'da yüzde 46'dan yüzde 29,3'e (16,7 puanlık bir
gerileme); Almanya'da yüzde 48,1'den yüzde 30,2'ye (17,9 puanlık
bir gerileme); Fransa'da yüzde 34,9'dan yüzde 20,4'e (14,5 puanlık
bir gerileme) ve dünya ortalaması olarak da yüzde 38,3'ten yüzde
27,7'ye (10,6 puanlık bir gerileme) düşmüştür. Bazı ülkelerde
bu pay 1970'de neredeyse yüzde 50'den üçte bire; bazılarında
üçte birden beşte bire düşmüştür. Bu ülkelerde GSYİH'da
sanayide elde edilen artı değerin payı verili dönem içinde
genellikle yüzde 50 bandından yüzde 30 ila yüzde 20 bandına
kadar gerilemiştir.
Dünya
ortalamasındaki gerileme oranının nispeten az olması, başka
ülkelerde sanayi üretilen artı değerin GSMH'daki payının
arttığını gösterir.
Bu
kategoride ele alınan ülkelerde sanayide üretilen artı değerin
GSYİH'daki payında farklı bir gelişmenin olduğunu görüyoruz.
Sanayide üretilen artı değerin GSMH'daki payı Çin'de zaten
yüksek ve verili dönem içinde yüzde 40,5'ten yüzde 48,6'ya
çıkıyor. Hindistan'da beşte birden (yüzde 20,8) yaklaşık üçte
bire (yüzde 28,8); Türkiye'de de yine yaklaşık beşte birden
(yüzde 22,5) dörtte bire (yüzde 27,6) ve Kore'de dörtte birden
(yüzde 26) üçte biri (yüzde 37,2) çıkıyor. Ama diğer taraftan
Rusya ve Brezilya'da sanayide elde edilen artı değerin GSYİH'daki
payı azalıyor. Bu azalma 1990'dan itibaren Türkiye ve Kore'de de
görülmektedir. Her halükarda bu ülkelerde sanayinin GSYİH'daki
payında olağanüstü bir artış olmamıştır.
Tarımda
üretilen artı değerin GSYİH'daki payı:
Bu
ülkelerin yanı sıra Kanada, İtalya, Hollanda, Finlandiya, Norveç,
İsveç, İsviçre, Belçika gibi ülkelerde de tarımda elde edilen
artı değer, verili yıllar içinde her bir ülke için farklı
oranlarda sürekli önemsizleşmiştir ve dünya GSYİH'sında
tarımın payının altında kalmıştır. Dünya GSYİH'sında
tarımın payı 1970'de yüzde 8,9'dan 2007'de yüzde 3'e düşmüştür;
yaklaşık 3 misli bir azalma. Verili yıllar içinde tarımda elde
dilen artı değerin GSYİH'daki payında azalma ABD açısında 2,7;
Japonya açısından 4,6; Almanya açısında 4,1; Fransa açısında
4 ve İngiltere açısında da 4,1 misli olmuştur. Bu gelişmeyi
şöyle de yorumlayabilirsiniz: Bu ülkelerde veya tarımda elde
edilen artı değerin GSYİH'daki payının oldukça düşük olduğu
ülkelerde devrimin köylülük; bu anlamda tarım ve tarımda kolhoz
mülkiyeti diye bir sorunu pek kalmamıştır.
“Gelişen”
ülkeler veya “yükselen pazarlar” diye tanımlanan ülkelerde
tamamen farklı bir durumla karşı karşıyayız. Her şeyden önce
bu ülkelerde de tarımda elde edilen artı değerin GSYİH'daki payı
verili yıllar içinde oldukça hızlı gerilemiştir. 1960-2008
arasında bu pay Türkiye'de yüzde 40,2'den yüzde 8,6'ya (4,7
misli bir gerileme); Hindistan'da yüzde 42,3'ten yüzde 17,5'e (2,4
misli bir gerileme); Çin'de yüzde 35,2'den yüzde 11,3'e (3,1 misli
bir gerileme); Kore'de yüzde 29,3'ten yüzde 2,5'e (11,7 misli bir
gerileme); Brezilya'da yüzde 12,3'ten yüzde 6,7'ye (1,8 misli bir
gerileme) ve Rusya'da da 1990-2008 arasında yüzde 16,6'dan yüzde
5'e (3,3 misli bir gerileme) düşmüştür. En dramatik gerileme,
ekonomik yapıda en derin altüst oluş Kore'de yaşanmıştır.
Tarımda elde edilen artı değerin ülke ekonomisinde oldukça hızlı
bir biçimde önemsizleşmesi bunu gösteriyor. İkinci sırada
Türkiye yer almaktadır. Türkiye'de de tarım nispeten hızlı bir
biçimde ekonomideki önemini kaybetmeye başlamıştır.
Ama
buna rağmen, bu ve hemen bütün bağımlı, yeni sömürge
ülkelerde tarımın GSYİH'daki payı dünya GSYİH'sında tarımın
payından daha fazla olmuştur.
Tabii
bu verilere bakarak bu ülkelerde de bir köylü sorununun
kalmadığını söyleyemeyiz. Bunu söyleyebilmek için bu ülkelerde
nüfusun şehirleşme oranına bakmak gerekir.
Dünya
çapında nüfusun şehirleşme oranı örneğin 1950'de yüzde
29,1'den 2000'de yüzde 47,1'e ve 2010'da da yüzde 51,3'e çıkmıştır.
Aynı yıllarda dünya çapında kırsal nüfus da yüzde 70,9'dan
yüzde 52,9'a ve yüzde 48,7'ye düşmüştür (26). Böylece son
50-60 yıl içinde dünya nüfusunun şehir-kır yapılanmasında
muazzam bir değişim olmuştur.
Söz
konusu ülkelere gelince: Çin'de şehirleşme oranı yüzde 37,97;
Hindistan'da yüzde 27,57; Kore'de yüzde 79,89; Rusya'da yüzde
73,33; Brezilya'da yüzde yüzde 81,02 ve Türkiye'de de yüzde
62,47'dir (27). Bu veriler, Kore hariç, farklı boyutlarda da olsa
bu ülkelerde hesaba katılması gereken bir tarım-köylülük
sorununun olduğunu ama tarım ekonomisinden sanayi ekonomisine geçiş
bakımından yapısal bir değişime uğradıklarını
göstermektedir. Ayrıca bu yapısal değişim, burada belirtmememize
rağmen başka bir kısım emperyalizme bağımlı, yeni sömürge
ülkeler için de geçerlidir.
Türkiye
gerçeği:
Aşağıda
iki farklı hesaplama sonuçlarını sunacağız. İlk hesaplama
GSYİH veya GSMH bazında ve ikinci hesaplama da TTÜ (Toplumsal
Toplam Ürün) bazında yapılmıştır. Birisi (GSYİH) burjuva
politik ekonomi, ikincisi de (TTÜ) Marksist-Leninist
politik ekonomi açısından yapılmıştır. Birisi (TTÜ) doğrudan
sonuçları gösteren, ikincisi (GSYİH) dolaylı bir yöntemdir.
Birisi (GSYİH) mal ve hizmetleri hesaba katar, diğeri (TTÜ) sadece
ve sadece maddi değerlerin üretimini hesaba katar.
Yukarıdaki
grafikte 1980'li yılların başından itibaren Türk ekonomisinde
yapısal değişimin gerçekleştiğini görüyoruz; Türkiye'de
ekonomi bir tarım-sanayi ekonomisi olmaktan çıkarak bir
sanayi-tarım ekonomisine; bu anlamda da Türkiye bir tarım-sanayi
ülkesi olmaktan çıkarak bir sanayi-tarım ülkesine dönüşmüştür
(28).
Soruna
TTÜ hesaplaması bazında baktığımızda durumun biraz farklı
olduğunu görüyoruz. Bu farkı aşağıdaki grafik göstermektedir.
1950-1995
arasında tarım ve sanayinin Toplumsal Toplam Üründeki (TTÜ)
payının gelişme seyri:
Burada
bir açıklama yapmak gerekli oldu: GSMH veya GSYİH, burjuva politik
ekonominin bir kavramıdır. Ekonominin, Marksist politik ekonomi
açısından değerlendirilmesinde önemli bir kıstas değildir. Ama
bu kavram öyle bir yerleşmiş, öyle bir alışkanlık haline
gelmiş ki, adeta onsuz değerlendirme yapılamıyor.
Esas
olan, toplumsal toplam üründür (TTÜ). Marksist-Leninist politik
ekonomi açısından ekonomik gelişmenin temel kıstası budur; TTÜ.
TTÜ, bir ülkede maddi değerlerin, sadece maddi değerlerin üretimi
ve bu üretimi doğrudan etkileyen sektörleri (örneğin ulaşım)
kapsamına alır. TTÜ, bir ülkede ekonomik gelişmeyi göstermek
için sürekli başvurulması gereken bir göstergedir (29).
TTÜ
hesaplamasını Türkiye'de Kapitalizmin Gelişmesi, kitap 3'te 1995
yılına kadar yapmıştım. Sonrası yapılmadı. O nedenle
1970-2011 arası GSYİH bazında ele alındı. 1950-1995
hesaplamasında sanayinin pay oranlarının yüksek olması doğaldır.
Çünkü TTÜ'de sadece maddi değerlerin üretimi hesaba
katılırken, GSYİH'da hizmet sektörün de hesaba katılmaktadır.
Bu nedenle de 1970-2011 hesaplamasında sanayinin pay oranları
yüksek gözükmemektedir. Örneğin 2011'de sanayinin GSYİH'daki
payı yüzde 28 gözüküyor. TTÜ bazında hesaplama yapılırsa bu
payın çok yüksek olduğu görülür.
TTÜ
hesaplaması şunu gösteriyor: TTÜ’nün bileşiminde belirleyici
olan tarım ve sanayi sektörlerinin paylarını görüyoruz. Tarım
sektörünün payı 1950’de %63,3’ten 1995’te %24,2’ye
düşerken toplam sanayinin payı %20,2’den % 45,6’ya çıkıyor.
Bu
grafikte, 1970-1980 döneminin, Türkiye ekonomisi açısından
yapısal değişim dönemi olduğunu görüyoruz. Bu dönemde
Türkiye, tarım-sanayi ülkesi olmaktan çıkarak sanayi-tarım
ülkesi olarak gelişmiştir (30).
Her
halükarda burada söylenmesi gereken şudur.
1-GSYİH
veya GSMH hesaplamasına göre Türkiye'de de hizmet sektörünün
“ulusal gelir”deki payı artmaktadır. Yukarıda GSMH üzerinden
yapılmış hesaplamada sanayinin payı, tarıma göre yüksek ama
artış hızı yavaşlamıştır. Öyle ki, 1970-2011 arasında
tarımın payı sürekli azalırken sanayinin payı ortalama oran
olarak yüzde 28-30 arasında kalmıştır. Aşağıdaki grafik bunu
gösteriyor.
2-
Türkiye ekonomisinde yapısal değişim 1970-1980 döneminde geriye
dönüşümsüz süreç olarak tamamlanmış ve 1980'li yılların
ilk yarısında da ülke tarım-sanayi ülkesi olmaktan çıkarak
sanayi-tarım ülkesi olmuştur. Yukarıdaki TTÜ hesaplaması bunu
göstermektedir. .
5-
Dış Ticarette Yapısal Değişim Süreci
5.1-Dış
ticaret göstergeleri
Aşağıdaki
grafiği okumaya çalışalım.
1-Grafikte
görülmüyor, ama hesaplamaya göre ihracatın ithalatı karşılama
oranlarında önemsiz de olsa bir artış var.
2-İhracat
ve ithalatın artış-eksiliş (bir yıl öncesine göre) oranları
ve ihracatın ithalatı karşılama oranları ekonominin konjonktür
hareketini, aşamalarını olduğu gibi yansıtmaktadır:
Ekonomi
krizdeyken ithalat ve ihracat geriler düşüncesinin her kriz için
geçerli olmadığını görüyoruz. Ekonomi krizdeyken ithalat her
koşul altında geriler, ama ihracatın kriz sürecinde aynen ithalat
gibi mutlaka gerilemediğini görüyoruz.
1994
krizinde ithalat bir sene öncesine göre 1993'te yüzde 28,7'den
1994'te yüzde 20,9'a düşüyor. Aynı dönemde ihracat 1993'te
yüzde 4,3'ten 1994'te yüzde 18'e çıkıyor (artıyor). Yani 1994
krizinden ihracat etkilenmiyor.
1999
ara krizi sürecinde ithalat yüzde 11,4 oranında küçülürken,
ihracat ancak yüzde 1,4 oranında daralıyor.
2001
kriz sürecinde 1994'tekine benzer bir gelişme görüyoruz: İthalat
2000'de yüzde 34 artarken 2001'de yüzde 24 oranında geriliyor. Ama
aynı dönemde ihracat 2000'de yüzde 4,5 oranında ve 2001'de de
yüzde 12,8 oranında artıyor.
2008/2009
kriz sürecinde ise 2008'da ihracat (yüzde 22,6) ve ithalat da yüzde
30,2 oranlarında geriliyor.
Tek
başına alındığında ihracat ve ithalatın seyri böyleyken, dış
ticaret hacminin (ihracat+ithalat) konjonktür hareketini veya kriz
çevrimini olduğu gibi yansıttığını görüyoruz. Aşağıdaki
grafiği bu açıdan okuyalım:
Dış
ticaret hacmi içinde ihracat ve ithalatın gelişme seyri başka
eğilimleri de gösterir. 1990-2012 döneminde dış ticaret hacmi en
hızlı olarak 1994 kriz sürecinden çıkarken artmıştır.
1994'ten 1995'e dış ticaret yüzde 38,6 oranında artıyor. 1999
ara krizinden sonra, 1999'dan 2000'e yüzde 22,3; 2001 kriz
sürecinden sonra, 2001'den 2002'ye yüzde 20,5; 2009'dan 2010'a
yüzde 25,4 ve 2009'dan 2011'e de (iki sene sonucu) yüzde 54,5
oranında artmıştır.
Kriz
sürecinden çıkış yıllarında ihracatın ve ithalatın artış
hızını karşılaştırırsanız, ithalatın ihracata nazaran daha
hızlı arttığını görürsünüz; 1994'ten 1995'e ihracat yüzde
19,5, ithalat yüzde 53,5 oranında; 1999'dan 2000'e ihracat yüzde
4,5, ithalat yüzde 34 oranında; 2001'den 2002'ye ihracat yüzde
15,1, ithalat yüzde 24,5 oranında; 2009'dan 2010'a ihracat yüzde
11,5, ithalat yüzde 31,7 oranında; 20010'dan 20011'e de ihracat
yüzde 18,5, ithalat yüzde 29,8 oranında ve 2009'dan 20011'e de
ihracat yüzde 32, ithalat da yüzde 70,9 oranında artmıştır.
Verilerin
böyle olmasından çıkartılması gereken iki temel sonuç vardır:
Üretmek
ve ihraç etmek için ithal etmek zorunluluğu önemli bir nedendir.
Ama esas neden veya bundan daha önemli olan neden, her kriz
sonrasında, kriz sürecinde başlayarak gerçekleştirilen sabit
sermaye yok edimidir; yani işletmelerin, fabrikaların yıkılması,
yenilerinin yapılması, eskiyen makinelerin atılması, modern
teknolojinin alınması. Rekabet iddiası olan her işletme bunu
yapmak zorundadır. Bu da yoğun ithalat demektir.
Dış
ticaret verilerindeki değişim ihracatın ithalatı karşılama
oranlarına doğrudan yansır. Öyle ki, ihracatın ithalatı
karşılamasında sorunu olan ekonomilerde (örneğin Türkiye'de)
salt karşılama oranlarının seyrine bakarak kriz sürecinde
ihracat ve ithalat verilerinin hareket yönünü tespit
edebilirsiniz. Karşılama oranlarının yüksek olduğu dönemlerde
(kriz süreçlerinde) ihracat ve ithalat verileri ya aynı zamanda
ihracatta daha az, ithalatta daha çok olarak gerilemiştir (1999 ara
krizi ve 2008/2009 krizi) ya da ithalat verileri düşerken ihracat
verileri yükselmiş ve ihracatın ithalatı karşılama oranları
yükselmiştir (1994 krizi yüzde 77,8, 2001 krizi yüzde 75,7).
Türk
ekonomisinde görülen bu dış ticaret hareketi her ekonomide
görülmez. Emperyalizme bağımlı, tarımda veya sanayide tek ürüne
dayanan bir ülkenin, bir dünya ekonomik kriz sürecinde o tek ürüne
ihtiyaç varsa dış ticareti ihracat lehine gelişebilir. Türkiye,
ekonomisi tek ürüne dayalı bir ülke değil. Bu durumda nasıl
oluyor da kriz sürecinde dış ticareti ihracat lehine
gelişebiliyor, nasıl oluyor da ithalatı gerilemesine rağmen
ihracatı artıyor veya krizden etkilenmesi önemsiz boyutlarda
kalıyor? Bunun ülke ekonomisinin “birtakım” imkanlarıyla,
potansiyeliyle, sömürü yöntem ve derecesi de dahil hangi açıdan
olursa olsun “birtakım” dinamikleriyle, dünya pazarına
açılmışlık durumu ve açılma çabalarıyla doğrudan ilişkisi
vardır.
İhracat
ve ithalatın GSMH'ya oranı:
Yukarıdaki
grafiği şöyle okuyabiliriz:
Türkiye
ekonomisi ne kadar güçlü veya zayıf olursa olsun, ayakta
kalabilmesi için ihracattan çok ithalat yapmak zorundadır. Yani
bir liralık ihracat yapabilmek için bir liradan fazla bir değerde
ithalat yapmak zorundadır. İthalatı bu denli önemli kılanın ne
olduğunu aşağıda göreceğiz. Ama burada şu kadarını
söyleyelim: İthalattan enerji değerlerini çıkartırsanız, dış
ticaretin ihracat lehine geliştiğini görürsünüz. Bu anlamda
ekonominin yatırım mallarına bağımlılığı, kapitalist bir
ekonomide kabul edilebilir çerçevededir.
Krizin
etkisi ve krizden çıkma çabaları ihracat ve ithalatın GSMH'daki
oranlarını doğrudan etkilemektedir. Bazı yıllarda bu oranlar
birbirine oldukça yakınlaşmakta (örneğin 1994, 18,2−14,1=4,1
puan), bazı yıllarda da her iki oran arasındaki açı açılmakta
(örneğin 2011, 31,1−17,4=13,7 puan).
5.2-İhracatın
yapısı (bileşimi) ve gelişme seyri
İhracat
ve ithalatla ilgili aşağıdaki grafikler, ekonomideki yapısal
değişim bakımından gerçekten de “ezber bozan” cinsinden.
Aşağıdaki
verileri bu açıdan okumaya çalışalım.
Yıllık
değişimi dikkate almadan değerlendirelim.
1)Türkiye
açık ki, maden vb. ihraç eden bir ülke değildir. Madenciliğin
ihracattaki payı yüzde bir ila yüzde iki arasında değişmektedir.
2)İhracatta
tarım ürünlerinin payı 1990'da yüzde 15,6'dan 2012'de yüzde
3,4'e kadar düşüyor. Bu, tarımın ihracatta giderek
önemsizleştiğini, ekonomide geriye dönüşümün olamayacağı
yapısal değişimin gerçekleştiğini gösteren bir eğilimdir.
3)İhracatta
sanayi ürünlerinin payının 1990'da yüzde 81,1'den 2012'de yüzde
93,9'a çıkması, 1990'da da ihracatta sanayinin payının oldukça
yüksek olduğunu gösterir. Bu durum ekonomide yapısal bir
değişimin 1990'dan önce gerçekleşmiş olduğunun açık
ifadesidir.
Gerçekten
de bir bütün olarak 1980'li yıllar, Türkiye'nin bir tarım-sanayi
ülkesi olmaktan çıkarak bir sanayi-tarım ülkesine dönüşmesinin
gerçekleştiği dönemdir (31).
Ama
bu dönüşüm genel durumu açıklar; yapısal değişimin
ayrıntısını vermez. Bunu anlamak için ihracat ve ithalatın
bileşimine bakmak gerekir.
İhracatın
ana mal gruplarına göre dağılımı:
Yukarıdaki
grafiği yıllık değişimi dikkate almadan okuyalım.
Çok
belirgin olan üç eğilim ve bir yapısal dönüşüm görüyoruz:
1)
İhracatta tüketim mallarının payı 1990'da yüzde 51,1'den
2012'de yüzde 36,4'e düşüyor; 22 sene içinde 14,7 puanlık bir
azalma. İhracatın diğer kalemlerindeki gelişmeyi göz önünde
tutarsak bunun geriye dönüşümsüz bir eğilim, bir nitelik
değişimine yol açan bir eğilim olduğunu görürüz. Artık şu
söylenemez: İhracatta sadece “cıncık-boncuk” ürünleri,
tekstil ürünleri veya geri teknolojiye dayalı ürünler
ağırlıktadır demek artık yetmiyor. Ekonominin özellikle 21.
yüzyılla birlikte yüksek teknolojinin kullanıldığı ve bu
teknolojinin kullanım oranını yükseldiği bir sürece girdiğini
görüyoruz.
2)Tam
da bu gelişmenin doğrudan bir sonucu olarak ihracatta ara
malı/hammaddenin payı 1990'da yüzde 46,7'den 2012'de yüzde
54,2'ye çıkmıştır. Burada dikkate alınması gereken nokta
şudur: Türkiye'de hammadde -maden vs.- ihracı önemli olmadığına
göre önemli oranda yarı mamul ürünler ihraç ediliyor demektir.
3)Yatırım
mallarının ihracattaki payı 1990'da yüzde 2,2'den 2012'de yüzde
9'a çıkıyor. Yani ekonomi sabit sermaye, makine, bir bütün
olarak teknoloji ihraç edebiliyor.
Gördüğüm
kadarıyla ihracatın yapısındaki bu gelişme, 20. yüzyılın
sonunda, 21. yüzyılın ilk yıllarında ekonomide yapısal bir
değişimi beraberinde getirmiştir.
Gelişmenin
böyle olduğunu ithalatın yapısındaki gelişmede de görmekteyiz.
Şimdi bir de buna bakalım.
5.3-İthalatın
yapısı (bileşimi) ve gelişme seyri
Aşağıdaki
grafiği okumaya çalışalım:
1)
Verili dönem içinde ithalatta ara mal/hammadde payı yüksek; bu
oran 1990'da yüzde 72,4'ten 2012'de yüzde 74'e çıkıyor. Bu kalem
içinde enerji ithali ağırlıktadır. Örneğin, Türkiye’nin
2011’deki enerji faturasının 54 milyar dolardı.
Hammadde/ara
mal ithalatında gelişme eğilimi yükseliş yönündedir.
2)
Sanayi veya yatırım malları ithalatı 1990'da yüzde 18'den
20112'de yüzde 14,3'e düşüyor. Bu da konjonktürel gelişmenin
bir sonucu değil, bir eğilimdir.
Yatırım
mallarının ithalatında gelişme eğilimi gerileme yönündedir.
3)Tüketim
malları ithalatı da verili dönem içinde yüzde 10 civarında
kalıyor. Tüketim malları ithalatında gelişme eğilimi yükseliş
yönündedir.
İthalatın
bu bileşimi, ekonominin enerji dışında hammadde ve nihai ürüne
dönüştürebilecek ara malı ithal eden; gelişmesine uygun, dünya
pazarlarını dikkate alarak yüksek teknoloji ithal eden bir
ekonomik yapıya dönüşüyor olduğunu göstermektedir.
6-İşsizlik
6.1-Yıllara
göre işsizlik oranı
Yukarıdaki
grafikte en fazlasıyla işsizliğin giderek artıyor olduğunu,
gerçek işsizliğin boyutlarını yansıtmadığını görüyoruz.
İşsizliğin konjonktürün aşamalarına göre değişimini klasik
anlamda pek göremiyoruz. Klasik anlamda, ekonomi krizdeyse işsizlik
artar, ekonomi krizde değilse, konjonktür hareketinin canlanma ve
olası yükselme aşamalarındaysa işsizlik azalır ve bu da
işsizlik oranlarına yansır. Yukarıdaki grafikte bu gelişmeyi çok
belirgin olarak 2001 ve 2008/2009 krizlerinde görüyoruz. Diğer
kriz yıllarında ise işsizlik oranlarında pek önemli bir değişim
olmuyor. Ekonomi krizde olmamasına rağmen 2002-2007 arasında
işsizlik oranlarının daha önceki yıllara göre yüksek olması
ve yüzde 10'un altına düşmemesinin bir nedeni konjonktür
hareketinin her aşamasında teknoloji yenilenmesinin yapılması ve
buna bağlı olarak çok sayıda işçinin işsiz kalmasıdır.
DİSK-AR'ın
araştırmasına göre, ülke genelinde geniş tanımlı işsizlik
oranı yüzde 15,3'tir ve işsizlerin sayısı da 4,5 milyondur.
Aynı araştırmaya göre “gizli işsiz olarak görülen eksik ve
yetersiz istihdam edilenler de ilave edildiğinde işsizlik oranı
yüzde 18,26, işsiz sayısı 5 milyon 355 bin kişi düzeyinde”dir.
6.2-
Ekonomide büyüme ile işsizlik arasındaki diyalektik bağ
Aşağıdaki
grafiği ekonomide büyüme ve işsizlik bağlamında okumaya
çalışalım.
Gördüklerimiz:
GSMH
ve sanayi bazında ekonominin seyriyle işsizliğin gelişmesi
arasındaki bağ her kriz döneminde görülmüyor.
Örneğin
1994 kriz sürecinde GSMH yüzde 4,7 ve sanayi üretimi de yüzde 5,6
oranında düşüyor, ama buna paralel olarak işsizlik oranının da
belirgin bir biçimde yükselmesi gerekirdi. Tam tersi oluyor;
işsizlik oranı 1993'te yüzde 8,9'dan 1994'te yüzde 8,6'ya ve
1995'te de yüzde 7,6'ya düşüyor.
1995'ten
1996'ya sanayi üretimi yüzde 12,2 oranından yüzde 6 oranında
büyümeye düşse de işsizlik oranında bir artış olmuyor,
tersine yüzde 7,6'dan yüzde 6,6'ya düşüyor.
1999
ara kriz sürecinde GSMH yüzde 3,4 ve sanayi üretimi de yüzde 5
oranında geriliyor. İşsizlik oranı ise ancak yüzde 6,9'dan yüzde
7,7'ye çıkıyor (0,8 puanlık bir artış).
2001
krizi sürecinde GSMH yüzde 5,7 ve sanayi üretimi de yüzde 8,7
oranında geriliyor. İşsizlik oranı da bu gelişmeye paralel
olarak yüzde 6,5'ten 8,4'e yükseliyor.
2002-2007
arasında değişik bir durum görüyoruz: Bu dönemde GSMH yüzde
4,7 ila yüzde 9,4 ve sanayi üretimi de yüzde 5,3 ila yüzde 9,5
oranları arasında büyüyor. Aynı dönemde işsizlik oranlarının
düşmesi gerekirken, tam tersi oluyor ve yüzde 10,2 ila yüzde 10,8
arasında artıyor.
Böylesi
gelişme konjonktür hareketinin kriz aşaması dışında da
teknolojik yenilenmeye gidildiğini gösterir (kapitalizmin,
krizlerin tarihinde bu gelişme nispeten yeni bir olgudur). Başka
nedenler de olabilir. Örneğin kırsal alandan şehirlere göçen ve
işsizlik kaydı yaptıran işgücü gerçekliği. Bu olasılıklardan
hangisinin belirleyici olduğu veya ekonomik büyüme ile işsizlik
arasındaki bağın neden bu şekilde geliştiği konusu doğrudan
işsizlik olan bir araştırmada ele alınmalıdır.
Şimdi
bir de GSMH-işsizlik, sanayi üretimi-işsizlik göstergelerini ayrı
ayrı ele alalım.
6.3-Ekonomik
büyüme, işsizlik, GSMH ve sanayi
Anlatılması
gereken yukarıda belirtildi. Burada grafiklerin gösterdiği
eğilimleri tanımlamaya çalışalım.
1)
GSMH'nın gelişme eğilimi yükselme yönünde (yukarıdaki grafik).
2)
Sanayi üretiminin gelişme eğilimi düşüş yönünde (aşağıdaki
grafik).
3)GSMH'nın
gelişme eğilimi yükseliş yönündeyken işsizlik oranı nispeten
hızlı bir artış eğilimi gösteriyor (yukarıdaki grafik).
4)Sanayi
üretiminin gelişme eğilimi gerileme yönündeyken, işsizlikteki
artış, GSMH'da olduğuna göre daha yavaş (aşağıdaki grafik).
Sonuç:
Türkiye ekonomisinde işsizlik oranlarının seyrini sanayinin yanı
sıra giderek daha güçlü bir biçimde GSMH'nın seyri belirlemeye
başlamıştır. Bazı kriz süreçlerinde işsizliğin etkilenmemesi
de -yükselmemesi- işsizlik oranları ile sanayi üretimi arasındaki
diyalektik bağın kapitalizmin, krizlerin tarihinin ilk dönemlerinde
olduğu gibi olmadığını gösterir. Bunda teknolojinin, üretimde
verimliliğin belirleyici rolü olduğu gibi, sabit sermaye
yenilemesinin artık sadece ve sadece kriz dönemlerinde
yapılmadığını da gösterir.
Konusu
işsizlik olan bir araştırmada bu da ele alınmalıdır.
Son
olarak bir de borçlanma durumuna bakalım.
7-Borç
Sorunu
Tarihçesine
girmeden son iki konjonktür hareketi döneminde, yani 21. yüzyılın
başından bu yana borçlanmanın seyrine bakalım.
Zincirleme
endeks bazında borçlanma belli yıllarda bir yıl öncesine göre
büyük boyutlarda artmıştır. Verili dönem içinde yüksek oranda
borçlanma sadece 1993'te yüzde 20,7; 2006'da keza yüzde 20,7 ve
2007'de de yüzde 20,3 oranında gerçekleşmiştir. Diğer yıllarda
yıllık borç arışı genel olarak bu seviyenin çok altında
kalmış, bazı yıllarda (1994, 2001 ve 2009) bir önceki yıla göre
daha az borçlanılmıştır.
Aşağıdaki
grafikte üç konjonktür dönemi veya kriz çevrimi görüyoruz:
1994, 2001 ve 2008/09. İlk kriz çevrimi döneminde alınan borç
miktarı 1994'te 68,705 milyon dolardan 2000'de 118,602 milyon dolara
çıkarak yüzde 72,6; ikincisinde, 2001'de 113,592 milyon dolardan
2007'de 249,553 milyon dolara çıkarak yüzde 119,8 ve
tamamlanmamış olan son kriz çevriminde ise, 2008'de 277,005 milyon
dolardan 2011'de 306,552 milyon dolara çıkarak ancak yüzde 10,7
oranında artıyor.
Yukarıdaki
grafikte borç stokunun yıllara göre GSMH'ya oranını görüyoruz.
Her üç kriz çevrimi sürecinde dış borçlanmanın (borç
stokunun) GSMH'ya oranı farklı gelişim göstermektedir.
Borç,
miktar olarak artmaktadır; 1991'den 53,623 milyon dolardan 2011'e
306,552 milyon dolara çıkarak 5,7 misli artmıştır.
Her
üç kriz çevrimi sürecinde borçlanmanın GSMH'ya oranının
farklı olduğunu, belli bir eğilimi göstermediğini görüyoruz.
1994-2000
kriz çevrimi sürecinde dış borç stokunun GSMH'ya oranı, bazı
yıllarda yüzde 41,7'ye (1999), yüzde 44,7'ye (2000) çıksa da
ortalama olarak yüzde 40'ın altında kalıyor.
İkinci
kriz çevrimi döneminde, 2001-2007 arasında dış borç stokunun
GSMH'ya oranı yüzde 45 civarına çıkıyor.
Tamamlanmamış
son kriz çevrimi sürecinde, 2008-2011 arasında ise borçlanma
oranı yüzde 40 civarına düşüyor.
Bu
durumda, verili kriz çevrimleri sürecinde dış borç sürekli
artıyor, ama her bir çevrimde GSMH'ya oranı değişik boyutlarda
oluyor. Bunun birçok nedeni olabilir, az borçlanmadan, çok
borçlanmadan bahsedilebilir. Borç stokunun GSMH'ya oranı görece
bir tanımlamadır. Belli bir dönemin belli kesitlerinde veya bütün
dönem boyunca olağanüstü borç alınabilir, ama aynı dönemde
GSMH da yüksek oranlarda büyürse borçlanmanın GSMH'ya oranı
düşebilir. Bu durumda çok borçlanılsa da az borçlanılmış
gibi bir görüngü ortaya çıkabilir. Her halükarda
borçlanılabilirliği sürekli kılmakta ekonominin büyüme
performansı belirleyici olmaktadır.
2011
itibariyle toplam dış borcun GSMH'ya oranının Japonya’da yüzde
245, Portekiz’de yüzde 122, ABD’de yüzde 108, Almanya’da
yüzde 142, Fransa’da ise yüzde 182 ve bu oranın Türkiye'de de
ancak yüzde 39,7 olması, Türk ekonomisinin borçlanma konusunda
nispeten daha rahat konumda olduğunu gösterir.
Vade
açısından borçlanma seyri:
Toplam
borçlanmanın, kısa ve uzun vadeli borçlanmanın gelişme hızından
hareketle bir ülkenin borçlanma kapasitesi üzerine hesaplamalar
yapılmaktadır. Borcun kısa veya uzun vadeli alınışı borç alan
ülkenin dış kaynaklara ne derece bağımlı olduğunu gösteren
önemli bir kıstas olarak görülebilir. Şüphesiz ki, dış
borçlanma başlı başına dış kaynağa bağımlılığın
göstergesidir. Ama bağımlılıktan bağımlılığa da fark
vardır. Kapitalizmde uzun vadeli borçlanma çevrilebilir, kabul
edilebilir bir bağımlılıktır. Bu demektir ki, ekonomi anlık
borç ödeme, bir “sıkışma” durumunu ortadan kaldırmak için
borçlanmıyor, kendine göre uzun vadeli planlamasının
gereksinimlerine göre borçlanıyor. Bu durumda borçlanma ve
ödemesi de planlanmış demektir.
Alınan
borç kısa vadeli olunca durum değişiyor. Toplam borçlanma
sürecinde kısa vadeli borçlanmanın boyutları yüksek ise bu, söz
konusu ülkenin borçlanma olanağının daraldığına açık bir
işarettir Veya; toplam dış borç stoku içinde kısa vadeli
borçlanma, uzun vadeli borçlanmaya göre daha hızlı artıyorsa,
borçlanmada ve dolayısıyla dış kaynaklara bağımlılıkta bir
sorun var demektir. Bu durumdan ekonomi, dış kaynak kullanmaksızın
kendini çeviremiyor sonucu çıkar. Diğer bir ifadeyle; kısa
vadeli dış borcun artış hızı, uzun vadeli olanınkinden daha
hızlı olduğu durumda, söz konusu ülkenin borçlanma olanağının
kalmadığı, borçlanmanın sınırına gelindiği; kısa vadeli
borçların toplam borç içindeki payının artmasıyla alınan
borçların geri ödenmesinde sorunlarla karşı karşıya kalınacağı
anlamına gelir.
Türkiye'nin
dış borçlanma seyrine bu açıdan bakalım:
Yukarıdaki
grafik bu açıdan okuyalım.
Grafikte
görüldüğü gibi toplam dış borç stoku, uzun ve kısa vadeli
borçlar sürekli artmaktadır. Borç stoku içinde kısa vadeli
borçların payı 1991'de yüzde 17'den 2001'de yüzde 27,3'e
çıkmıştır.
Kısa
vadeli borcun seyri Türkiye'nin yakın dönemde borcunu ödeyememe
sıkıntısıyla karşı karşıya kalmayacağını gösteriyor.
Genel dış borç stokunun GSMH'ya oranının da nispeten geri olması
(%40 civarı) borçlanma konusunda önemli bir sıkıntının
olmadığına işarettir. Ama bundan Türkiye dış borç sorunu
(alımı ve ödenmesi) ile karşı karşıya kalmayacaktır sonucu
çıkartılmamalıdır. Aslında ekonomi, dış borçlanmayı
sürdürülebilirliğinin sınırındadır. Bu sınırlar nasıl
belirlenir sorusuna burjuva politik ekonomi birçok faktörü dikkate
alan kıstaslarla cevap veriyor. Bu kapsamda bir yazı için ayrıntı
olacağından dolayı bu kıstasları ele almıyoruz. Ama Dünya
Bankası ve IMF tarafından kabul edilen borç göstergelerinin neler
olduğunu ve bu ölçeklere göre Türkiye'de borçlanmanın
seviyesini belirtelim. Söz konusu olan, toplam borcun GSMH'ya;
toplam borcun, borç servisinin ve faiz servisinin ihracata
oranlarıdır. Bu göstergelerden üçü belli bir seviyeyi aşarsa o
ülke çok borçlu olarak kabul edilmektedir.
Toplam
borcun GSMH'ya oranı yüzde 50'yi; toplam dış borcun ithalata
oranı yüzde 275'i; dış borç servisinin ihracata oranı yüzde
30'u ve dış borç faiz servisinin ihracata oranı yüzde 20'yi
aşarsa o ülke çok borçlu olarak kabul ediliyor. Bir ülkenin orta
derecede borçlu olarak kabul edilebilmesi için söz konusu
değerlerin sırayla yüzde 30-50, yüzde 160-275, yüzde 18-30 ve
yüzde 12-20 arasında olması gerekiyor.
Bu
kıstaslara göre Türkiye'nin dış borçlanma durumu tespit etmeye
çalışalım:
1-Toplam
dış borç stoku/ GSMH ölçeğine göre:
Bir
ülkenin dış borçluluk durumunu incelenmek için baş vurulan en
yaygın ölçeklerden birisidir. Bir ülkenin kredibilitesinin
ölçülmesinde, risk ve borç yükü durumunun incelenmesinde
kullanılır. Bu gelişmenin seyrini aşağıdaki grafikte
görüyoruz.
Yukarıda
her bir kriz çevrimi sürecinde toplam dış borçların GSMH'ya
oranlarını belirtmiştik. Bu dönem zarfında sadece 2001 (% 57,7)
ve 2002'de (%56,2) toplam dış borcun GSMH'ya oranı yüzde 50'yi
aşmıştır. Diğer bütün yıllarda bu seviyenin altında
kalmıştır. Verili dönemin son iki yılı açısında bu oran
2010 için yüzde 39,5 ve 2011 için de yüzde 39,7'dir.
2-Toplam
dış borç stoku/ihracat ölçeğine göre:
Bu
oran, bir ülkenin borçluluk durumunu ve dış borç ödeme
kapasitesini gösterir. İhracat gelirlerinin toplam borç stoku
üzerindeki uzun dönemli etkileri konusunda bilgi edinilmesinde
kullanılan bir ölçektir. Aşağıdaki grafikte bu gelişmeyi
görüyoruz.
1997'den
itibaren artış gösteren bu oran 2000 yılında yüzde 427,8 oranla
en yüksek seviyesine çıkar. Sonraki yıllarda düşmeye başlar ve
2011 yılında da yüzde 235,2 olarak gerçekleşir. 2000-2003
arasında bu oran yüzde 427,8 ila yüzde 304,9 arasında kalır ki,
bu yıllarda ve salt bu ölçek bazında Türkiye çok borçlu bir
ülkedir. Sonraki yıllarda bu oranın yüzde 275'in altına düşmesi,
Türkiye'nin orta derecede borçlu ülke olarak kabul edilmesinin bir
kıstası olmuştur.
3-Toplam
dış borç servisi/ihracat ölçeğine göre:
Bu
oran, bir ülkenin dış borç yükünün değerlendirilmesinde ve az
veya çok borçlu olup olmadığının ölçülmesinde kullanılır.
Bu gelişmeyi aşağıdaki grafikte görüyoruz.
Bu
oran 1988 ve 2002 yıllarında en yüksek seviyeye çıkmıştır.
Sonraki yıllarda sürekli düşerek 2011'de yüzde 38,4 olarak
gerçekleşmiştir. Bu oran, her ne kadar örneğin 2002'deki
seviyesine göre 2011'de yarıdan fazla düşse de Türkiye'nin orta
derecede borçlu kabul edilmesi için hala yüksek bir orandır. Bu
ölçeğe göre Türkiye çok borçlu bir ülkedir; dış borçlanma
sınırını aşmış durumdadır.
4-Toplam
dış borç faiz servisi/ihracat ölçeğine göre:
Bu
oran, bir ülkenin ihracat gelirlerinin ne kadarlık bölümünün
yıllık borç faiz ödemelerini karşıladığını gösterir. Bu
gelişmeyi aşağıdaki grafikte görüyoruz:
1990’lı
yılların başlarında yüzde 25 civarında olan bu oran, sonraki
yıllarda yüzde 20'nin altına düşmesine rağmen 2000'de yüzde
22,7 ve 2001'de de yüzde 22,8 olarak gerçekleşmiştir. 2003-2011
arasında ise sürekli düşmüş ve 2011'de yüzde 6,1 oranında
gerçekleşmiştir. Bu ölçek bazında Türkiye borçlanma konusunda
oldukça istikrarlı bir görünüm sergilemektedir.
Bu
verilerin toplamı Türkiye'nin orta derecede borçlu bir ülke
olduğunu gösterir.
Son
olarak bir de toplam iç ve dış borç miktarına, borçlananlara ve
borcun vade yapısına bakalım.
Vadeye
göre borç yapısı:
Toplam
dış borç içinde uzun vadeli olanın payı 1991'de yüzde 83'ten
2011'de yüzde 72,7'ye düşüyor, yani kısa vadeli olanın payı da
yüzde 17'den yüzde 27,3'e çıkıyor. Oranların bu değişimi
borçlanmada olumsuz gelişmeye bir işaret olarak algılanmalıdır.
Dış
borç miktarına, borçlananlara ve borcun vade yapısına göre dış
borçlanmanın seyrini aşağıdaki tabloda görüyoruz.
Borçlulara
göre borç yapısı:
Kamu
dış borç miktarı 2002'de 64,5 milyar dolardan 2012'de 103,1
milyar dolara çıkarak yüzde 59,8 oranında artıyor.
TCMB'nın
toplam dış borcu da 2002'de 22 milyar dolardan 2012'de 7,7 milyar
dolara düşerek yüzde 65 oranında azalıyor.
Aynı
dönemde özel sektör borçlanması 43,1 milyar dolardan 226
milyar dolara çıkarak yüzde 424,4 oranında artıyor.
Dikkati
çeken, bu dönem zarfında toplam kamu borçlanması artışında
yavaşlamanın, TCMB borçlanmasında düşüşün ve özel sektör
borçlanmasında da olağanüstü bir artışın olmasıdır.
Toplam
dış borç içinde kısa vadeli borçlanmada kamunun payı 2002'de
yüzde 0,7'den 2012'de yüzde 3,3'e çıkarken, özel sektörün kısa
vadeli borçlanma payı yüzde 11'den yüzde 26,4'e çıkıyor.
Bu
durumda toplam dış borç içinde kamunun uzun vadeli borçlanmadaki
payı yüzde 49'dan yüzde 27,3'e düşüyor, aynı dönemde özel
sektörün payı da 22,5'ten yüzde 40,7'ye çıkıyor.
Verili
dönem içinde kısa vadeli borçların 2002'de yüzde 84,2'si ve
2012'de de yüzde 88'i ve aynı dönemde uzun vadeli borçların da
25,8'i ve yüzde 69,6'sı özel sektör borçlanmasıdır.
Dikkati
çeken bir nokta da 2005'e kadar dış borç stokunda kamu
borçlanmasının payı özel sektörün payından daha yüksek
olmasıdır. Bu pay 2002'de yüzde 49,7'den yüzde 41,3'e düşüyor,
ama aynı dönemde özel sektörün payı da yüzde 33,3'ten yüzde
67,1'e çıkıyor.
Toplam
borç içinde iç borcun payı 2002'de yüzde 41,4'ten 2012'de yüzde
36,8'e düşüyor. Bu, ülke içinde tasarruf olanaklarının
daraldığını gösterir. (Japonya'nın borçlanma yapısı bunun
tam tersini gösterir).
Dış
borçlanmanın bu yapısı, yeni bir kriz sürecinde özel sektörün
borçlanma konusunda büyük sorunlarla karşı karşıya
kalabileceğini göstermektedir. Bu durumda özel sektör, borç
kamburunu devletin sırtına yıkarak kurtulmaya çalışacaktır. Bu
da destekleme paketleri ve halkın soyulması demektir.
*
*)
Bu yazı Nisan
2013'te hazırlanmıştır.
Kaynaklar:
1)
Marks; “Grundrisse der Kritik der politischen Ökonomie”, s. 608,
1953.
2)
Bkz.: Marks-Engels Toplu Eserleri (METE), C. 23, s. 661 (Kapital, C.
I).
3)
Bkz.: METE, C. 25, s. 506 (Kapital, C. III).
4)
Bkz.: Agk., s. 372.
5)
Agk., s. 507.
6)
METE; C. 23, s. 661 (Kapital, C. I).
7)
METE; C. 25, s. 372 (Kapital, C. III).
8)
Agk., s. 507.
9)
Agk., s. 505.
10)
METE; C. 24, s. 185/186 (Kapital, C. II).
11)
METE; C. 23, s. 661 (Kapital, C. I).
12)
METE; C. 24, s. 409 (Kapital, C. II).
13)
Örneğin, Kapital, C. I, s. 662.
14)
METE; C. 25, s. 372 (Kapital, C. III).
15)
METE; C. 23, s. 661 (Kapital, C. I).
16)
METE; C. 24, s. 185/186 (Kapital, C. II).
17)
METE; C. 25, s. 372 (Kapital, C. III).
18)
Agk., s. 506, 511.
19)
METE; C. 23, s. 662, 697 (Kapital, C. I); C. 25, s. 506 (Kapital, C.
III); C. 26/2, s. 525 (Kapital, C. IV. İkinci kısım).
20)
METE; C. 23, s. 28.
21)
Bkz.: MLKP, II. Kongre Belgeleri.
22)
METE; C. 25, s. 517 (Kapital, C. III).
23)
Agk., s. 506/507.
24)
İbrahim Okçuoğlu; “Kapitalizmin
ve Ekonomik Krizlerin Tarihi” çalışmasından.
25)
Bkz.
UNCTAD, World Investment Report.
26)
2006, “Bundeszentrale für politische Bildung”, s.
25.
27)
Bkz.:http://www.welt-in-zahlen.de/laendervergleich.phtml?indicator=20.
28)
İbrahim Okçuoğlu; Türkiye'de Kapitalizmin Gelişmesi,
genişletilmiş 2. baskı, s. 392.
29)
İbrahim
Okçuoğlu; Türkiye'de Kapitalizmin Gelişmesi, genişletilmiş 2.
baskı, s. 390.
30)
İbrahim Okçuoğlu; Türkiye'de Kapitalizmin Gelişmesi,
genişletilmiş 2. baskı, s. 390-393.
31)
İbrahim Okçuoğlu; Türkiye'de Kapitalizmin Gelişmesi,
genişletilmiş 2. baskı.