deneme

22 Haziran 2014 Pazar

21. YÜZYILDA TÜRKİYE EKONOMİSİNİN KONJONKTÜR HAREKETİ*



21. YÜZYILDA TÜRKİYE EKONOMİSİNİN KONJONKTÜR HAREKETİ*

Bu yazıda krizde olmayan ekonominin gelişme seyrini ele alacağız. Emperyalizme bağımlı, yeni sömürge bir ülkede üretimin, işsizliğin, borçlanmanın durumunu, Türkiye ve benzeri durumda olan ülkelerle önde gelen emperyalist ülkelerin farklı açılardan karşılaştırmasını yapacağız.


Aslında bu yazının çıkış noktası, Türkiye gibi ülkelerde kapitalizmde eşitsiz gelişme yasasının sonuçlarını göstermektir. Ne var bunda diyebilirsiniz. Ama bu sorun oldukça önemli; en azından Türkiye'de kapitalizm eleştirmenlerinin soruna bakışı açısından oldukça önemlidir. Kapitalizm eleştirisi her şeyi olumsuz göstermek, çöktü, bitti, sıcak para vb. türden argümanlarla duyguları konuşturarak nesnel gerçekliğin çarpık görülmesine vesile olmak değildir. Kapitalizm eleştirisi aynı zamanda her şeyi olumlamak da değildir. O zaman iki alternatifin ortasını bulmak mı oluyor kapitalizm eleştirisi diyebilirsiniz. Hayır, bu da değil. Kapitalizm eleştirisi, kapitalizmin nesnel ekonomik yasalarından hareketle nesnel gerçekliği göstermek ve bu gerçekliğe dayanarak, bu gerçeklikten hareketle politika yapmaktır, sınıfı örgütleyebilmektir. Bu memlekette ekonomi üretmiyor, her şey dışarıdan geliyor diyen ekonomi uzmanlarından, hatta Prof. ekonomi uzmanlarından geçilmiyor. “Montajdır” diyenlerin pek sesi soluğu çıkmıyor, ama neredeyse her şeyi uluslararası “sıcak para” hareketine bağlayarak, bu para çıkarsa geriye hiçbir şey kalmaz diyenler de az değildir. Bu ve benzeri değerlendirmelerde işçi sınıfının yeri ne? Onun yerini bu değerlendirmeler ışığında bulmak çok kolay! Bu memlekette ekonomi üretmiyorsa, her şey dışarıdan geliyorsa, sağda solda gördüğünüz fabrikaları ve oralarda çalışan işçileri de yok sayacaksınız. Bu türden değerlendirme yapanların işçi sınıfı hakkındaki düşündükleri budur. Veya böyle olması gerekir. Neredeyse her şeyi uluslararası “sıcak para” hareketine bağlayarak, bu para çıkarsa geriye hiçbir şey kalmaz diyenler de işçi sınıfı hakkında pek olumlu düşünmüyorlar! En azından öyle olması gerekir. “Sıcak para” yatırım alanında değil de borsa-mali alanda faal olduğuna göre, bu paranın da işçi sınıfıyla bir ilişkisi yoktur. Ama dışarıdan gelen her para mutlaka “sıcak para” değildir. Şayet böyle düşünmüyorsanız, yabancı, yerli-yabancı ortaklık yatırımlarını, orada çalışan işçilerin varlığını açıklamakta güçlük çekersiniz. Bu ve benzeri görüşlere göre Türkiye'de işçi sınıfı sayısal olarak azalması gerekir, sayısal olarak azalan bir sınıfın da bir iddiası olmaz. Öyle değil mi?
Her şeye rağmen soruna başka açıdan bakabiliriz. Türkiye'de ekonominin seyrini Marksist-Leninist politik ekonominin öğretisi doğrultusunda analiz edebiliriz.
Bu konuda Marksist-Leninist politik ekonominin öğretisi oldukça zengin ve açıktır. Konumuz açısından bazı yönlerini hatırlatalım.

Konjonktür seyrinin aşamaları:
Konjonktür seyrinin, sermaye hareketinin aşamaları konusuna da Marksist teori açıklık getirmiştir. Marks, birbirini takip eden dört “karakteristik periyot”tan bahseder (1) ve tek tek periyotları da şöyle tanımlar:
1) Durgunluk (2), gevşeme (3) veya hareketsizlik, sessizlik (4) dönemi.
2) Açılıp serpilme (5), orta canlanma (6), artan canlanma (7) dönemi.
3) Fazla üretim ve spekülasyon (8) dönemi, aşırı gerilim (9), hızlanma (10) veya yüksek yoğunluktaki üretim (11), sahte açılıp serpilme dönemi (12).
4) Kriz (13) ve patlama (çökme) -kriz anlamında- dönemleri (14).
Veya “Modern sanayinin izlediği kendine özgü yol. ... ortalama canlılık dönemleri, yüksek yoğunlukta bir üretim, kriz ve duraklama...”dır (15). Sabit sermayenin “çevrimi sırasında işler, birbirini izleyen durgunluk, orta derecede faaliyet, hızlanma ve kriz dönemlerinden geçer” (16).
Marks ve Engels’in tespitlerinden hareketle Marksist yazında konjonktür çevriminin dört temel aşamasından bahsedilir; kriz, durgunluk, canlanma ve yükseliş. Ama açıktır ki, bu her bir aşama, birbirinden Çin Seddiyle ayrılmamıştır. Her bir aşamanın sınırları açıktır, akışkandır. Bu durum özellikle son iki aşama (canlanma ve yükseliş) için geçerlidir. Her bir aşama, bir öncekinden bir sonrakine geçişte bir köprüdür, bizzat geçiştir. Hiçbir aşama, sürekli aynı kalmaz. Örneğin canlanma aşaması, başlangıçta durgunluk özellikleri, sonunda da yükseliş özellikleri taşır.
Marks’ın, “durgunluk durumu, yükselen canlanma, açılıp serpilme, fazla üretim, kriz, durgunluk, durgunluk durumu” (17) tespiti, aşamaların iç içe geçmişliğinin bir ifadesidir.
Marks’a göre konjonktür çevrimi, durgunluk aşaması (18) ile başlar ve kriz aşaması (19) ile sonlanır. Marks’a göre konjonktür yükselişi, çevrimin açılıp serpilme ve fazla üretim aşamalarında ve konjonktür gerilemesi de çevrimin durgunluk ve kriz aşamalarında söz konusudur. Sanayi çevriminin doruk noktasını kriz aşaması, Marks’ın deyimiyle genel kriz” (20) oluşturur.
Demek oluyor ki, konjonktür aşamaları içinde kriz aşaması, belirleyici aşamadır. Kriz aşaması, konjonktürün temelini ve karakterini belirler. Durgunluk aşamasında kriz sorunları; kriz döneminde açığa çıkan/patlak veren çelişkiler çözümlenir. Çözümlenme ve yükseliş ise ufuktaki, gelen krize hazırlıktır. Klasik konjonktür aşamalarında durum böyledir.

Bugünkü, üç aşamalı konjonktürde ise kriz ve durgunluk aynı fonksiyonları yerine getirir. İnişli-çıkışlı durgunluk aşaması, ağır, sancılı, bazen mutlak küçülmeyi de içeren bir büyümenin ifadesidir: Kapitalist ekonomide II. Dünya Savaşından sonra görülen yeni olgular, konjonktür çevriminin de değişimine neden olmuştur. Öyle ki, 1970’lerden sonra, özellikle emperyalist ülke ekonomilerinde konjonktür çevriminin yükseliş aşaması yerini, inişli-çıkışlı durgunluk aşaması almıştır. Bugün konjonktür çevriminin dört aşamasından değil, üç aşamasından (inişli-çıkışlı durgunluk-kriz-canlanma bahsediyoruz) (21).

Krizin aşılması sorunu:
 
Konjonktür hareketinin en önemli aşaması olan krizin aşılması, bir çevrimin kapanması, yeni birinin başlaması anlamına gelir. Bu, bir çevrimden, yeni daha üst bir çevrime geçiş demektir. Marks, tam da bu anlamda şöyle der: “İngiliz sanayisinin on yıllık çevrimsel gelişme dönemleri boyunca (1815-1870) krizden önceki (aç. M) son açılıp serpilme azamisinin, daima, bunu izleyen açılıp serpilme asgarisi olarak tekrar göründüğünü ve bunun üzerine yeni ve çok daha yüksek bir zirveye tırmandığını...” (22).
Bir kaç sayfa öncesinde de şu tespiti yapıyor: “Genişleme dönemi boyunca üretim bir önceki çevirimde ulaştığı ve şimdi kendisi için gerekli teknik temelin kurulduğu düzeyin altına düşer. Açılıp serpilme döneminde -ara dönem- bu temel üzerinde gelişmeye devam eder. Aşırı üretim ve spekülasyon döneminde, üretim sürecinin kapitalist sınırlarını aşana kadar, üretici güçleri sonuna kadar zorlar” (23). 
 
Bunun anlamı şudur: Bir konjonktür döneminde kriz öncesi üretimin en yüksek olduğu aşama, ekonominin krizde olup olmadığının, krizden çıkıp çıkmadığının ölçüsüdür. Ekonominin krizden çıkması için bu en yüksek üretim seviyesini aşması gerekir. Gerisi teferruattır. Aksi taktirde, mali sermaye hareketine göre konjonktür hareketini belirlemeye çalışırsanız gerçekleri karartmış ve yanlış siyasi sonuçlara zemin hazırlamış olursunuz. İsterseniz bir deneme yapabilirsiniz; Marks'ın yukarıdaki anlayışını mali sermaye hareketi için uygulayabilirsiniz. Varacağınız sonuç burjuvaziyi bile şaşkına çevirir. Öyleyse: Mali sermaye şöyledir böyledir diye yazıp çizerken bu sermayenin sonuç itibariyle de olsa sanayi sermayesine bağlı olduğunu; ondan kaynaklı olduğunu, sanayi sermayesinden kopuk olmadığını unutmamak gerekir. 
 
Konjonktür çevrimine karakter veren, onu belirleyici etkileyen, yükselme aşaması değil, kriz aşamasıdır. Çevrim karakterinin nasıl şekilleneceği veya şekillenmiş olduğu yükseliş aşamasına değil, krizin kapsamına, şiddetine/derinliğine bağlıdır. Bundan dolayı, bir konjonktürel çevrimden diğerine geçişte kriz aşaması esas çıkış aşaması olarak görülmelidir. Bu nedenle de Marksist yazında hep kriz aşaması esas alınmıştır (24).


Sorun böyle konuyor. Bir hatırlatma yapmadan da geçmeyelim: Maddi değerlerin üretimi dışında kalan sektör verileri -örneğin mali sektör verileri- konjonktür hareketinin seyrini belirlemede hiçbir koşul altında belirleyici gösterge olarak alınamaz. Bunun nedeni, açıklaması, teorik temellendirilmesi birçok makalede ve bazı kitap çalışmalarımda yeteri kadar açıklandığı için burada bu not bir hipotez olarak görülmelidir. Son dönemlerde, reel sektör dışı sermayenin (mali, spekülatif vs.) ön plana çıkartılması sonucunda -kaçınılmaz olarak- bu sektörün de kendine özgü konjonktürü olduğu veya konjonktür araştırmasında belirleyici olduğu anlayışlarını ve bir “mali sektör tarafından yönlendirilen kapitalizm” veya “mali odaklı kapitalizm” kavramını ortaya atanlar olmuştur. Bunu savunanlar, şimdiki krizin de gösterdiği gibi, mali sektörün kaynağının reel sektör (sanayi) olduğunu unutuyorlar. Bu sektörde artı değer üretimi yoktur. Bu sektör, kendine özgü nesnel ekonomik yasalara göre hareket etmez. Bu türden anlayışlarla, sermaye ve üretimin uluslararasılaşma boyutlarına bakarak, maddi değerler üretiminin (sanayi) önemsizleştiği savunulmuş oluyor. Şüphesiz ki, bunu savunanları sadece kendini kandırmak isteyenler olarak göremeyiz. Bu, bir ideoloji, sınıfsal bakış meselesidir; Marksist-Leninist politik ekonomiye burjuva politik ekonominin bulaştırılması meselesidir.

Ezber bozmak” istiyorsanız, yani gerekliyse, küreselleşme, her şeye muktedir mali sermaye, emperyalizme bağımlılık, uluslararası sermaye, bağımlılık vb. türünden salvolarla kapitalizmde eşitsiz gelişme yasasını sadece ve sadece emperyalist ülke ekonomilerinde geçerli gören kendi kendine Marksistlerin anakronik “teori”lerine karşı mücadele etmek istiyorsanız veya zorundaysanız Marksist-Leninist politik ekonomi size yol gösteriyor.

İsterseniz aşağıdaki verileri bu perspektifle ele alalım, bir deneyelim, bakalım hangi sonuçlara varacağız.
(Burada bir hatırlatma yapmak istiyorum. Ekonomik krizle ilgili yazıları daha önceki yazılarla karşılaştırırsanız, bazılarında aylık bazda krizin başlangıcının veya kriz öncesinde üretimin en yüksek olduğu ayın değiştiğini görürsünüz. Bunun nedeni yeni verilerin istatistik değerlendirilmesidir. Yani her ay yeni veriler ekleniyor ve hesaplanması da yeniden yapılıyor. Bu da bazı durumlarda -özellikle de aylık bazda- değişmelere neden oluyor. Örneğin 29.07.2010 tarihli “21. Yüzyılda Türkiye Ekonomisinde Kriz Çevrimi” yazısında kriz öncesinde üretimin en yüksek olduğu ay 2008'in Mayısıydı (yüzde 123,9). Mart ayında verileri derlerken yüzde 124 idi ve hesaplamalar da buna göre yapıldı. Nisan 2013 itibariyle de kriz öncesinde üretimin en yüksek olduğu ay Ocak 2008 olmuştur. Ama bu değişim yıllık bazda bir değişime neden olmamaktadır. Yani aylık verilerdeki değişimden dolayı örneğin 2008 ve 2009 yılları kriz yılları olmaktan çıkmıyor).

1-Sanayi Üretiminin Gelişme Seyri

1.1- 2000-2012 arasında aylık sanayi üretimi

Aşağıdaki grafikte 2000=100 bazında 2001 ve 2008/2009 krizlerinden önce üretimin en yüksek olduğu ayan göre sanayi üretiminin gelişmesini görüyoruz. Grafik, kriz öncesinde üretimin en yüksek olduğu ay=100 olarak alınmış ve veriler de buna göre hesaplanmıştır.


Grafikte birisi tamamlanmış, diğeri devam eden iki konjonktür hareketi veya kriz çevrimi görüyoruz. Tamamlanmamış olan çevrim 2008'den sonrasını ve tamamlanmış olan da 2000'den 2007 sonu dönemini kapsamaktadır. Bu dönemde üretim, kriz, durgunluk canlanma/yükseliş aşamalarından geçerek 2007 sonunda sonlanıyor ve 2008 itibariyle de yeni bir çevrim başlıyor. Her çevrimin başlangıcı kriz aşamasıyla olduğu için 2008 diyoruz, çünkü üretim 2008'in ilk ayında doruk noktasına ulaşmış ve sonrasında da gerilemeye başlamıştır; bu gerileme üretimin krize girme sürecinin başlamasıdır. İkinci çevrim kriz ve durgunluk aşamalarından geçerek canlanma/yükseliş aşamasına gelmiştir. Bu sürecin birkaç sene sonra yeni bir konjonktür hareketinin başlangıcıyla, yeni bir krize girişle sonlanacağından emin olabiliriz. Böyle bir sonlanmanın olmaması için ya kapitalist sistemin kendiliğinden çökmesi ya devrimle yıkılması ya da çevrimi geçici olarak ortadan kaldıracak ve yeniden başlatacak olağanüstü siyasi, ekonomik ve askeri koşulların oluşması gerekir.

21. yüzyılda ilk konjonktür hareketi veya kriz çevrimi 2000'den 2007 sonuna 8 yıl sürmüştür. İkinci konjonktür hareketinin başlangıcından bu yana (yıl itibariyle 2008-2012) 4 sene geçmiştir. En fazlasıyla birkaç sene sonra yeni bir kriz kaçınılmaz olacaktır. Ama çok olağanüstü siyasi, ekonomik ve askeri gelişmeler, gelecek krizin erken patlak vermesine neden olabileceği gibi geciktirebilir de, ama engelleyemez.

Yukarıdaki grafikte ilk konjonktür hareketi sonunda sanayi üretiminin Ekim 2000'e göre (kriz öncesinde üretimin en yüksek olduğu seviye) konjonktür sonunda -Aralık 2007 itibariyle- yüzde 30,8 oranında büyümüş olduğunu görüyoruz.

Devam eden konjonktür sürecinde de sanayi üretimi, kriz öncesi en yüksek seviyesine göre (Ocak 2008, yüzde 24) Ocak 2013'te yüzde 7,8 oranında büyümüştür.

Aşağıdaki grafik, her iki konjonktür hareketini bir çizgi üzerinde göstermek için yukarıdaki verilerin arka arkaya eklenmesiyle oluşturulmuştur. Ama iki baz yılı var: İlki Kasım 2000 ve ikincisi de Ocak 2008.
Bu grafikte hangi konjonktür hareketinde krizin daha derin olduğunu da görüyoruz. İlk konjonktür hareketinde sanayi üretimi Mart 2001'de yüzde 21,2 oranında, ikincisinde ise Aralık 2008'de yüzde 27,8 oranında mutlak küçülüyor. Bu durumda sanayi üretiminin mutlak gerilemesi bazında şimdiki kriz 2001 krizine göre daha ağırdır. Sanayide kapasite kullanımı ve işsizlik oranlarındaki durum da bunun böyle oluğunu göstermektedir.


















 
Şimdi bir de her iki konjonktür döneminde sanayi üretimindeki gelişme eğilimini veya eğilim çizgisinin yönünü gösterelim. Hani üretilmiyor, üretim yok vb. deniyor ya!

Aşağıdaki grafik ilk konjonktür sürecinin tamamını, bütün aşamalarını gösteriyor. Verili dönem içinde; Kasım 2000'den Aralık 2007'ye sanayi üretimi kriz, durgunluk, canlanma/yükseliş aşamalarından geçerek yüzde 30,8 oranında büyüyor. Bu durumda, bu çevrim sürecinde sanayi üretiminde gelişme eğilimi veya eğilim çizgisi artan, yükselen bir sanayi üretiminin olduğunu gösteriyor.

















Bir de devam eden konjonktür hareketinde sanayi üretiminin gelişme eğilimine bakalım.















Tamamlanmamış ikinci konjonktür hareketi sürecinde, en azından şimdiye kadarki döneminde sanayi üretimi Ocak 2008'den Ocak 2013'e ancak yüzde 7,8 oranında artıyor. Birinci konjonktür hareketiyle karşılaştırıldığında büyüme oranından önemli bir küçülmenin olduğunu görüyoruz; yani sanayi üretiminde konjonktür hareketlerinin karşılaştırılması bazında belli bir yavaşlama var. Aşağıda da ayrıca göstereceğimiz gibi bu yavaşlama, eğilim özelliği taşımaktadır.

Kasım 2000'de Ocak 2013'e sanayi üretimi yüzde 59,4 oranında artıyor.
Kasım 2000'den Aralık 2007'ye yüzde 30,8 artıyor.
Ocak 2008'den Ocak 2013'e ise ancak yüzde 7,8 artıyor.

Şüphesiz ki, aylık verilere dayanarak -konjonktürün başlangıcındaki ve sonundaki verileri ele alarak- eğilim tespiti tek başına yeterli değildir. Burada eğilim çizgisi veya gelişme eğiliminin yönüne bakmak gerekir. Yukarıdaki son iki grafikte bu çizginin yükselişi gösterdiğini görüyoruz. Birincisinde, ikincisindekine nazaran daha dik bir yükselişin olması, ikinci konjonktür hareketinin şimdiye kadarki döneminde sanayi üretimi artışında bir yavaşlamanın olduğu anlamına gelir.

1.2 Yılın çeyreklerine göre sanayi üretimi ve konjonktür hareketi

Önce her iki kriz çevrimini veya konjonktür hareketini ayrı ayrı gösterelim.
Birinci konjonktür hareketi sürecinde sanayi üretiminin seyri:















Bu dönemde sanayi üretimi 2001'in ikinci çeyreğinde yüzde 12,1 oranında mutlak küçülerek dibe vuruyor ve 2002'in son çeyreğinde krizden çıkıyor. Sonrasında, çevrim sonuna kadar büyüme oranlarının nispeten yüksek olduğu bir gelişme sergiliyor; sanayi üretimi konjonktür sonunda yüzde 44,5 oranında artıyor.

İkinci konjonktür hareketi sürecinde sanayi üretiminin seyri:















Henüz tamamlanmamış ikinci kriz çevriminde sanayi üretimi 2009'un ilk çeyreğinde yüzde 21,4 oranında küçülerek dibe vuruyor ve 2010'un son çeyreğinde krizden çıkıyor. Sonrasında ise büyüme oranlarının nispeten küçüldüğü veya ilk çevrime nazaran daha yavaş büyümenin olduğu bir sürece giriyor. Bu dönem sonunda sanayi üretimi ancak yüzde 8,7 oranında artıyor.

Her iki çevrim toplamında sanayi üretimi yüzde 62,6 oranında büyüyor.
İlk çevrim sürecinde yüzde 44,5 ve ikinci çevrim sürecinde de ancak yüzde 8,7 oranında büyüyor. Bu süreç henüz tamamlanmadığı için sanayi üretiminin yeni bir kriz başlangıcına kadar nasıl bir büyüme içinde olacağını bilemeyiz. Ama şimdiye kadarki gelişme, sanayi üretiminin artışında bir yavaşlamanın olduğunu açıkça göstermektedir.

Bunun böyle olduğunu, sanayi üretiminin gelişme seyrini aşağıdaki grafikte görüyoruz; sanayi üretiminin artış hızı giderek düşmektedir.

Yılın çeyreklerine göre her iki konjonktür hareketinde büyümenin seyri (hızı):
















Şimdi bir de her iki kriz çevrimini zamansal olarak birbirine ekleyerek gösterelim.















Yukarıdaki grafikte her iki kriz çevrimi veya konjonktür hareketi arasındaki büyüme oranları ve krizin şiddeti bakımından farkları görüyoruz. Birinci konjonktürde krizden nispeten hızlı bir çıkışı, yüksek oranlarda büyümeyi; ikinci konjonktürde nispeten daha uzun bir kriz sürecini ve büyüme oranlarında küçülmeyi ve aynı zamanda ikinci konjonktürde krizin, ilkine nazaran daha ağır olduğunu görüyoruz.

1.3-Yıllara göre sanayi üretimi ve konjonktür hareketi














Yukarıdaki grafiği kriz öncesinde üretimin en yüksek olduğu yıllar bazında (2000=100 ve 2007=100) okumaya çalışalım.
İlk konjonktür sürecinde sanayi üretimi 2001'de yüzde 8,7 küçülüyor ve 2002'de krizden çıkıyor. Henüz sonlanmamış olan ikinci konjonktür sürecinde sanayi üretimi 2008'da yüzde 0,6 ve 2009'da da yüzde 10,4 oranında küçülüyor ve 2010'da krizden çıkıyor. Yıl bazında kriz, ikinci konjonktür sürecinde iki sene (2008= -0,6; 2009= -10,4) devam ediyor.
2000'den 2012'ye sanayi üretiminde yüzde 64,8 oranında bir büyüme oluyor. Yıllık bazda ilk konjonktür döneminde büyüme oranı yüzde 44,4 iken, ikinci konjonktür döneminde ancak yüzde 14,1 oranında gerçekleşiyor.

2-2000-2012 Arasında GSYİH'nın Büyüme Seyri

Şimdi bir de yıllara göre GSYİH'nın büyüme seyri açısından konjonktür hareketine bakalım.
2000 sabit fiyatlarıyla GSYİH birinci konjonktür hareketi sürecinde 2000'de 237,8 milyar dolardan 2007'de 330,6 ve 2008'de de 333,2 milyar dolara çıkıyor. Kriz öncesinde GSYİH'nın en yüksek olduğu yıl bazında 2000-2008 arasında büyüme (2000=100) yüzde 40,1 oranında gerçekleşiyor. İkinci konjonktür döneminde ise büyüme 2008'den 2011'e 333,2 milyar dolardan 375 milyar dolara çıkarak ancak yüzde 12,5 oranında oluyor.
2000-2011 arasında yüzde 57,7 oranında büyümede birinci konjonktür dönemindeki büyümenin payı oldukça belirleyici.
Aşağıdaki grafikte her iki konjonktür hareketi döneminde yıllar bazında GSYİH'nın büyüme oranlarını görüyoruz.
















Grafik GSYİH'nın 2001 kriz yılında yüzde 5,7 ve 2009 kriz yılında da yüzde 4,8 oranında küçüldüğünü gösteriyor. Sanayi üretimi bazında ise küçülmenin 2001'de yüzde 8,7 ve 2008'de 2,1 ve 2009'da da 9,6 oranlarında olduğunu biliyoruz. Yukarıdaki verilere göre 2001 krizi, sanayi üretimine göre de son kriz daha ağır olmuş oluyor. Değerlerin neden farklı çıktığını aşağıda göstereceğiz. Ama burada şunu söylemeden geçmeyelim: GSYİH, maddi değerlerin (sanayi üretimi vs.) yanı sıra hizmetleri de kapsar. Hizmet sektörünün içinde mali sektör de (örneğin bankacılık) var. Bu durumda şunu söyleyebilirsiniz: 2001 krizi döneminde Türkiye'de bankacılık sektörü batmıştı ve bu batış etkisini bütün şiddetiyle GSYİH hesaplamasına yansıttı. Bu nedenle 2001 krizinde GSYİH'nın büyümesi 5,7 oranında küçüldü. Son krizde ise tam tersi oldu, Türkiye'de bankacılık sektörü batmadı ve GSYİH değerlerine kriz normalliğinin ötesinde bir yansıması olmadı. Bu durumda GSYİH'nın 2001 krizindeki büyümesinde/küçülmesinde daha ziyade hizmet sektörü (bankacılık vs.) etkili olurken, şimdiki krizde sanayi üretimi belirleyici olmuştur. Böyle bir hesap yaparsanız veya fikir yürütürseniz, Türk ekonomisine kendi dinamikleriyle hareket eden bir özellik verdiğinizi, uluslararası sermaye hareketinden bağımsızlaştırdığınızı vb. söyleyenler olabilir. Aldırmayın. O, kendine göre “sol”, evet, evet kendine Marksist-Leninist diyen anlayışlar, kapitalizmde eşitsiz gelişme yasasının emperyalizme bağımlı, yeni sömürge ülkelerde de geçerli olduğunu hala kabullenemediğine göre yukarıdaki hesaplamayı hiç anlayamaz.

2.1-Kriz yıllarında sanayi ve GSYİH büyüme oranları

Çevrimli krizler veya fazla üretim krizleri, kapitalizmin makineli üretim aşamasına özgündür ve bu krizler belli yasallıklar doğrultusunda oluşurlar, gelişirler ve sonlanırlar. Türkiye'de kapitalizm ancak geçen yüzyılın son çeyreğinde makineli üretim aşamasında kapitalizme geçebildiği için ilk fazla üretim krizi de 1979/1980'de patlak vermiştir. Aşağıdaki grafiklerde Türkiye ekonomisinde fazla üretim krizlerinin hepsini göz önünde tutarak değerlendirme yapacağız.

GSYİH açısından:














Yukarıdaki grafik, 1980-20011 arasında GSYİH bazında konjonktür hareketinin biri ara kriz (1999) olmak üzere toplam 5 kriz sürecinden geçtiğini göstermektedir. 1980/81-1983 dünya krizi döneminde Türkiye'de GSYİH 1980'de yüzde 2,4; 1990-1994 dünya krizi sürecinde 1994'te yüzde 4,7; 1999'da ara krizde yüzde 3,4; 2000-2004 dünya krizi sürecinde 2001'de yüzde 5,7 ve devam eden dünya krizi sürecinde de 2009'da yüzde 4,8 oranında geriliyor.
Bu dönem zarfında gelişme eğilimi yükseliş yönünde; 1980'de yüzde 4'ün altından 2011'de yüzde 4'ün üstüne çıkıyor.

Sanayi üretimi açısından:
















Yukarıdaki grafikte Türk ekonomisinin ilk fazla üretim krizinden bu yana konjonktür hareketinin nasıl geliştiğini bütün çıplaklığıyla görüyoruz. Yıl bazında sanayide ilk fazla üretim krizi 1979'da patlak veriyor, 1980'de devam ediyor ve 1981'de krizden çıkılıyor. Bu kriz sürecinde sanayi üretimi 1979'da yüzde 5 ve 1980'de de yüzde 3,6 oranında mutlak küçülüyor.

Bu kriz aynı zamanda Türk ekonomisinde ilk konjonktür hareketinin, kriz çevriminin de başlangıcıdır. Türkiye'de kapitalizm bu dönemde makineli üretim aşamasına girmişti veya belirleyici olmuştu. (Daha önce de krizler oldu, ama onların fazla üretim krizi anlamında herhangi bir yasallığı yoktu).

İlk konjonktür hareketi 1993'e kadar sürüyor; 14 sene, nispeten uzun ve sıra dışı bir durum.

İkinci konjonktür hareketi veya kriz çevrimi 1994'ten 2000'e kadar sürüyor. 6 senelik bu süreç içinde bir “normal” fazla üretim krizi ve bir de ara kriz (1999) yaşanıyor. 1994 fazla üretim krizinde sanayi üretimi yüzde 5,6 ve 1999 ara krizinde de yüzde 5 oranında mutlak küçülüyor.

Üçüncü konjonktür hareketi (21. yüzyılda ilk konjonktür hareketi) 2001'den 2007'ye kadar sürüyor. Bu dönemde sanayi üretimi 2001 krizi sürecinde yüzde 8,7 oranında mutlak geriliyor.

Dördüncü konjonktür hareketi (21. yüzyılda ikinci konjonktür hareketi) 2008'de başlıyor. Devam etmekte olan bu dönemde sanayi üretimi 2008'de yüzde 2,1 ve 2009'da da yüzde 9,6 oranında mutlak küçülüyor.

Bu dört konjonktür veya kriz çevrimi döneminin ilkinde ve sonuncusunda sanayi üretiminde kriz süreci ikişer sene sürüyor: 1979-1980 ve 2008-2009. Diğer ikisinde ise birer sene sürüyor. Bu bağlamda krizler 1979/80, 2008/2009 veya 2001, 1994 krizleri diye de tanımlanabilir.

Yukarıdaki grafik söz konusu dört konjonktür hareketi boyunca yıllık sanayi üretiminde büyüme oranlarının giderek küçüldüğünü de göstermektedir. Ortalama büyüme 1977'den 20012'ye yüzde 5'in üstünden yüzde 5'in altına düşüyor. Tam tersini de GSYİH'nın büyümesinde görmüştük.
Şimdi her iki gelişme eğilimini birlikte gösterelim.














1980-2011 arasında sanayi üretiminde gelişme eğilimi sonuç itibariyle yüzde 5'in altına düşüyor. Aynı dönemde GSYİH'da gelişme eğilimi yüzde 4'ten yüzde 5'in sınırlarını zorluyor. Tabi bu gelişme eğiliminin yönünü değiştirebilirsiniz. Konjonktür hareketlerini tek tek ele alırsanız farklı sonuçlar elde edebilirsiniz. Yukarıda bunun örneklerini gösterdik. Tek tek konjonktür hareketi sürecinde ekonominin krizden çıkmasında motor rolü oynayan faktörleri bulmak için böyle bir yaklaşım doğru olur. Yukarıdaki grafikte ise bir dönem; ilk fazla üretim krizinden günümüze kadarki süreçte sanayi üretiminde ve GSYİH'da gelişmenin yönüdür söz konusu olan. Bu durumda yukarıdaki grafik, Türkiye ekonomisinin şu veya bu konjonktür döneminde değil, ama dört konjonktür dönemi ortalamasında giderek sanayi dışı faktörlere dayanarak büyüme sürecine girdiğini göstermektedir. (Bu nasıl bir iştir, nasıl izah edilir de başka bir yazının konusu olabilir).

3-Sanayi Üretiminde Kapasite Kullanım Oranının Seyri

3.1- Aylara göre imalat sanayinde kapasite kullanımı

Aşağıdaki grafikte 2007-2012 arasında aylık kapasite kullanımındaki değişimi gösterdik. Bu dönem zarfında kapasite kullanımı Mart 2007'de yüzde 83 ile en üst seviyedeydi. Aylık kapasite kullanımında verili dönem içinde bu seviye aşılmamıştır. Kriz öncesinde aylık kapasite kullanım oranı Şubat 2008'de yüzde 80,7'den aynı yılın Aralık ayında yüzde 65,8'e düşer, 2009'un Nisan ayıda ise yüzde 60,4'e geriler. Aylık kapasite kullanımında en geri seviye bu orandır. Sonraki aylarda aylık kapasite kullanım oranlarında önemli zikzaklar olmasa da inişli-çıkışlı bir yükselme olmuştur. Ama kriz öncesindeki en yüksek seviye aşılamamıştır.















Verili dönemde aylık kapasite kullanımının en yüksek seviyesiyle (Mart 2007, yüzde 83) en düşük seviyesi (Nisan 2009, yüzde 60,4) arasında 22,6 puanlık, dönemin başlangıç ayı ile (Ocak 2007, yüzde 79,8) bitiş ayı (Aralık 2012, yüzde 74,5) arasında 5,3 puanlık bir fark var.
Grafiğin de gösterdiği gibi her iki konjonktür döneminde aylık kapasite kullanımında ortalama olarak gerileme olmuştur.

3.2- Yıllara göre imalat sanayinde kapasite kullanımı

Aşağıdaki grafikte son iki konjonktür döneminde yıllar bazında kapasite kullanım oranlarını
görüyoruz.















Her iki konjonktür döneminde kapasite kullanım oranının en yüksek olduğu yıl yüzde 81,3 oranla 2007. 2001 krizi sürecinde kapasite kullanım oranı yüzde 70,9'a düşüyor ve ancak 2003'te yüzde 78,4 oranıyla kriz öncesindeki seviyesini (2000 yüzde 75,9) aşabiliyor.
Son kriz sürecinde ise kriz öncesindeki en yüksek seviyesine göre (2007 yüzde 81,8) 2008'de yüzde 78,1'e ve 2009'da da yüzde 65,2'ye düşüyor. Sonraki yıllarda artmasına rağmen 2008'deki seviyesini aşamıyor.

Her iki konjonktür seyri, yıllar bazında kapasite kullanım oranının önemsiz de olsa giderek düştüğünü göstermektedir. Bu durumda, belli oranlarda sabit sermaye kıyımının devam ettiğini söyleyebiliriz. Kapasite kullanım oranının düşmesi, mevcut işletmelerin, üretim yerlerinin kullanılmaması, buralarda sabit sermayenin yok edilmesi anlamına gelir.

4-Türkiye Ekonomisinde Sanayi Üretiminin Yeri ve Bir Karşılaştırma

Önce dünya ekonomisinde güçler dengesindeki değişim olgusuna, çöken/gerileyen ülkelere ve yükselen ülkelere bakalım.

Yaşanmakta olan ekonomik kriz dünya ekonomisinde eksen kaymasını, güçler dengesinde reddedilemez bir değişimin olduğunu göstermektedir. Aslında kriz bu süreci sadece hızlandırmış ve reddedilemez görünüme büründürmüştür. Serbest rekabetçi aşamasından bu yana kapitalizm önce Batı Avrupa merkezli, sonrasında Batı Avrupa-ABD merkezli, 1930'lu yıllardan, ama özellikle de II. Dünya Savaşından bu yana ABD-Avrupa ve 1960'lardan bu yana da ABD-Avrupa-Japonya merkezli gelişmiştir. 21. yüzyıldan itibaren bu durumun değişmeye başladığını ABD-Avrupa ekseninin (Transatlantik ekseni) yerini ABD-Asya ekseninin (Transpasifik ekseni) almaya başladığını görüyoruz.
Konuya ilişkin birçok yazıda (son olarak da “Dünya Ekonomisinin Kriz Seyri ve Güçler Dengesinde Değişim” yazısı) gösterdiğimiz gibi geçen yüzyılın son çeyreğinden itibaren klasik emperyalist ülkelerde ekonomik büyüme belli bir durgunluk sürecine girmiş, buna karşın yeni sömürge, emperyalizme bağımlı, “gelişen” diye tanımlanan ülkelerde ise ekonomik büyümede belli bir yükseliş görülmüştür. Her bir ülkede farklı boyutlarda da olsa bu yükseliş sürecinde bazı ülkeler öne çıkmışlar, belli bir sıçrama göstermişlerdir. BRICS (Brezilya, Hindistan, Çin, Güney Afrika, Rusya) ve E-7 (Çin, Hindistan, Brezilya, Rusya, Endonezya, Meksika ve Türkiye) ülkeleri veya son moda olarak MIST diye tanımlanan (Meksika, Endonezya, Güney Kore ve Türkiye) bu gelişmeye birer örnektir.

Klasik emperyalist ülkelerle bu ülkeler arasındaki ekonomik büyüklük farkı giderek kapanmaktadır. Yaşanmakta olan kriz de bu süreci hızlandırmıştır. Bu gelişmenin sonucu karşımıza şimdiye kadar geçerli olan Transatlantik ekseninin (ABD-Avrupa) yerini Transpasifik ekseninin (ABD-Asya) almaya başladığını göstermektedir. Tabi bunun böyle olmadığını, emperyalizme bağımlı ülkelerin bu bağımlılıktan kurtulamayacağını, sürekli bağımlı kalacaklarını vb. Leninist emperyalizm analizini çarpıtarak savunabilirsiniz. Bu bağnaz düşüncede olanlar için bir ülke emperyalizme bağımlıysa, yeni sömürgeyse sürekli öyle kalır; kapitalizmde eşitsiz gelişme yasası bu ülkeler için geçerli değildir.

Sorun mutlak sayılar bazında ele alınırsa gerçekten de bu ülkelerin ne denli iktisadi zayıf oldukları, uluslararası tekelci sermayeye bağımlı oldukları birçok veriyle gösterilebilir. Ama eksen değişimi sadece mutlak sayılarla açıklanamaz. Başka dinamikleri de hesaba katmak gerekir. Örneğin GSMH'da sanayi üretiminin yeri. Bu konuyu aşağıda örnekleyeceğiz. Örneğin dünyanın en güçlü 500 tekeli (“süper tekeller”) arasında bu ülkelerin sahip oldukları tekel sayısı vb. Soruna bu açıdan baktığımızda 2001 verilerine göre 500 süper tekelin 346'sının merkezinin Amerika ve Asya'da olduğunu görüyoruz. Bunların 127'sinin merkezi de Çin, G. Kore ve Hindistan'da. 2000 verilerine göre ise bu üç ülkenin sahip olduğu süper tekel sayısı sadece 35 idi. Süper tekel sayısının 35'ten 127'ye çıkması, Çin'in Japonya'dan daha fazla süper tekele sahip olması, eşitsiz gelişmenin doğrudan bir ifadesidir. 2007'den bu yana BRICS ülkelerine akan doğrudan yabancı sermaye, ABD'ye akandan ve 2012 itibariyle de AB bütününe akandan daha fazladır (25).

Bütün bu gelişmeler, olgular dünya ekonomisinde tek rekabet merkezliliğin, tek eksenli bir durumun olmadığını, bu anlamda dünya ekonomisinde bir bütünlükten bahsedilemeyeceğini, dünya ekonomisinin iki eğilime bölündüğünü göstermektedir. Bu eğilimlerden birisini yükselen ülkeler oluştururken, diğerini de gerileyen ülkeler (klasik emperyalist ülkeler) oluşturmaktadır.

Sanayide üretilen artı değerin GSMH'daki payı:

Şimdi sanayide üretilen artı değerin GSMH'daki payı bakımından ülke gruplarını karşılaştıralım.


















1970-2010 arasında söz konusu bu ülkelerde sanayide üretilen artı değerin GSYİH'daki payı küçümsenemeyecek oranlarda gerilemiştir. GSYİH'da sanayide üretilen artı değerin payı en çok İngiltere'de gerilemiştir. Bu ülkeyi Japonya, Almanya, Fransa ve ABD takip etmiştir. Böylece sanayide artı değerin GSYİH'daki payı İngiltere'de yüzde 42,1'den yüzde 23,7'ye (18,4 puanlık bir gerileme); ABD'de yüzde 35,2'den yüzde 21,8'e (13,4 puanlık bir gerileme); Japonya'da yüzde 46'dan yüzde 29,3'e (16,7 puanlık bir gerileme); Almanya'da yüzde 48,1'den yüzde 30,2'ye (17,9 puanlık bir gerileme); Fransa'da yüzde 34,9'dan yüzde 20,4'e (14,5 puanlık bir gerileme) ve dünya ortalaması olarak da yüzde 38,3'ten yüzde 27,7'ye (10,6 puanlık bir gerileme) düşmüştür. Bazı ülkelerde bu pay 1970'de neredeyse yüzde 50'den üçte bire; bazılarında üçte birden beşte bire düşmüştür. Bu ülkelerde GSYİH'da sanayide elde edilen artı değerin payı verili dönem içinde genellikle yüzde 50 bandından yüzde 30 ila yüzde 20 bandına kadar gerilemiştir.

Dünya ortalamasındaki gerileme oranının nispeten az olması, başka ülkelerde sanayi üretilen artı değerin GSMH'daki payının arttığını gösterir.

Bu kategoride ele alınan ülkelerde sanayide üretilen artı değerin GSYİH'daki payında farklı bir gelişmenin olduğunu görüyoruz. Sanayide üretilen artı değerin GSMH'daki payı Çin'de zaten yüksek ve verili dönem içinde yüzde 40,5'ten yüzde 48,6'ya çıkıyor. Hindistan'da beşte birden (yüzde 20,8) yaklaşık üçte bire (yüzde 28,8); Türkiye'de de yine yaklaşık beşte birden (yüzde 22,5) dörtte bire (yüzde 27,6) ve Kore'de dörtte birden (yüzde 26) üçte biri (yüzde 37,2) çıkıyor. Ama diğer taraftan Rusya ve Brezilya'da sanayide elde edilen artı değerin GSYİH'daki payı azalıyor. Bu azalma 1990'dan itibaren Türkiye ve Kore'de de görülmektedir. Her halükarda bu ülkelerde sanayinin GSYİH'daki payında olağanüstü bir artış olmamıştır.

Tarımda üretilen artı değerin GSYİH'daki payı:


















Bu ülkelerin yanı sıra Kanada, İtalya, Hollanda, Finlandiya, Norveç, İsveç, İsviçre, Belçika gibi ülkelerde de tarımda elde edilen artı değer, verili yıllar içinde her bir ülke için farklı oranlarda sürekli önemsizleşmiştir ve dünya GSYİH'sında tarımın payının altında kalmıştır. Dünya GSYİH'sında tarımın payı 1970'de yüzde 8,9'dan 2007'de yüzde 3'e düşmüştür; yaklaşık 3 misli bir azalma. Verili yıllar içinde tarımda elde dilen artı değerin GSYİH'daki payında azalma ABD açısında 2,7; Japonya açısından 4,6; Almanya açısında 4,1; Fransa açısında 4 ve İngiltere açısında da 4,1 misli olmuştur. Bu gelişmeyi şöyle de yorumlayabilirsiniz: Bu ülkelerde veya tarımda elde edilen artı değerin GSYİH'daki payının oldukça düşük olduğu ülkelerde devrimin köylülük; bu anlamda tarım ve tarımda kolhoz mülkiyeti diye bir sorunu pek kalmamıştır.



















Gelişen” ülkeler veya “yükselen pazarlar” diye tanımlanan ülkelerde tamamen farklı bir durumla karşı karşıyayız. Her şeyden önce bu ülkelerde de tarımda elde edilen artı değerin GSYİH'daki payı verili yıllar içinde oldukça hızlı gerilemiştir. 1960-2008 arasında bu pay Türkiye'de yüzde 40,2'den yüzde 8,6'ya (4,7 misli bir gerileme); Hindistan'da yüzde 42,3'ten yüzde 17,5'e (2,4 misli bir gerileme); Çin'de yüzde 35,2'den yüzde 11,3'e (3,1 misli bir gerileme); Kore'de yüzde 29,3'ten yüzde 2,5'e (11,7 misli bir gerileme); Brezilya'da yüzde 12,3'ten yüzde 6,7'ye (1,8 misli bir gerileme) ve Rusya'da da 1990-2008 arasında yüzde 16,6'dan yüzde 5'e (3,3 misli bir gerileme) düşmüştür. En dramatik gerileme, ekonomik yapıda en derin altüst oluş Kore'de yaşanmıştır. Tarımda elde edilen artı değerin ülke ekonomisinde oldukça hızlı bir biçimde önemsizleşmesi bunu gösteriyor. İkinci sırada Türkiye yer almaktadır. Türkiye'de de tarım nispeten hızlı bir biçimde ekonomideki önemini kaybetmeye başlamıştır.
Ama buna rağmen, bu ve hemen bütün bağımlı, yeni sömürge ülkelerde tarımın GSYİH'daki payı dünya GSYİH'sında tarımın payından daha fazla olmuştur.

Tabii bu verilere bakarak bu ülkelerde de bir köylü sorununun kalmadığını söyleyemeyiz. Bunu söyleyebilmek için bu ülkelerde nüfusun şehirleşme oranına bakmak gerekir.

Dünya çapında nüfusun şehirleşme oranı örneğin 1950'de yüzde 29,1'den 2000'de yüzde 47,1'e ve 2010'da da yüzde 51,3'e çıkmıştır. Aynı yıllarda dünya çapında kırsal nüfus da yüzde 70,9'dan yüzde 52,9'a ve yüzde 48,7'ye düşmüştür (26). Böylece son 50-60 yıl içinde dünya nüfusunun şehir-kır yapılanmasında muazzam bir değişim olmuştur.

Söz konusu ülkelere gelince: Çin'de şehirleşme oranı yüzde 37,97; Hindistan'da yüzde 27,57; Kore'de yüzde 79,89; Rusya'da yüzde 73,33; Brezilya'da yüzde yüzde 81,02 ve Türkiye'de de yüzde 62,47'dir (27). Bu veriler, Kore hariç, farklı boyutlarda da olsa bu ülkelerde hesaba katılması gereken bir tarım-köylülük sorununun olduğunu ama tarım ekonomisinden sanayi ekonomisine geçiş bakımından yapısal bir değişime uğradıklarını göstermektedir. Ayrıca bu yapısal değişim, burada belirtmememize rağmen başka bir kısım emperyalizme bağımlı, yeni sömürge ülkeler için de geçerlidir.

Türkiye gerçeği:
Aşağıda iki farklı hesaplama sonuçlarını sunacağız. İlk hesaplama GSYİH veya GSMH bazında ve ikinci hesaplama da TTÜ (Toplumsal Toplam Ürün) bazında yapılmıştır. Birisi (GSYİH) burjuva politik ekonomi, ikincisi de (TTÜ) Marksist-Leninist politik ekonomi açısından yapılmıştır. Birisi (TTÜ) doğrudan sonuçları gösteren, ikincisi (GSYİH) dolaylı bir yöntemdir. Birisi (GSYİH) mal ve hizmetleri hesaba katar, diğeri (TTÜ) sadece ve sadece maddi değerlerin üretimini hesaba katar.












Yukarıdaki grafikte 1980'li yılların başından itibaren Türk ekonomisinde yapısal değişimin gerçekleştiğini görüyoruz; Türkiye'de ekonomi bir tarım-sanayi ekonomisi olmaktan çıkarak bir sanayi-tarım ekonomisine; bu anlamda da Türkiye bir tarım-sanayi ülkesi olmaktan çıkarak bir sanayi-tarım ülkesine dönüşmüştür (28).

Soruna TTÜ hesaplaması bazında baktığımızda durumun biraz farklı olduğunu görüyoruz. Bu farkı aşağıdaki grafik göstermektedir.

1950-1995 arasında tarım ve sanayinin Toplumsal Toplam Üründeki (TTÜ) payının gelişme seyri:















Burada bir açıklama yapmak gerekli oldu: GSMH veya GSYİH, burjuva politik ekonominin bir kavramıdır. Ekonominin, Marksist politik ekonomi açısından değerlendirilmesinde önemli bir kıstas değildir. Ama bu kavram öyle bir yerleşmiş, öyle bir alışkanlık haline gelmiş ki, adeta onsuz değerlendirme yapılamıyor.

Esas olan, toplumsal toplam üründür (TTÜ). Marksist-Leninist politik ekonomi açısından ekonomik gelişmenin temel kıstası budur; TTÜ. TTÜ, bir ülkede maddi değerlerin, sadece maddi değerlerin üretimi ve bu üretimi doğrudan etkileyen sektörleri (örneğin ulaşım) kapsamına alır. TTÜ, bir ülkede ekonomik gelişmeyi göstermek için sürekli başvurulması gereken bir göstergedir (29).

TTÜ hesaplamasını Türkiye'de Kapitalizmin Gelişmesi, kitap 3'te 1995 yılına kadar yapmıştım. Sonrası yapılmadı. O nedenle 1970-2011 arası GSYİH bazında ele alındı. 1950-1995 hesaplamasında sanayinin pay oranlarının yüksek olması doğaldır. Çünkü TTÜ'de sadece maddi değerlerin üretimi hesaba katılırken, GSYİH'da hizmet sektörün de hesaba katılmaktadır. Bu nedenle de 1970-2011 hesaplamasında sanayinin pay oranları yüksek gözükmemektedir. Örneğin 2011'de sanayinin GSYİH'daki payı yüzde 28 gözüküyor. TTÜ bazında hesaplama yapılırsa bu payın çok yüksek olduğu görülür.

TTÜ hesaplaması şunu gösteriyor: TTÜ’nün bileşiminde belirleyici olan tarım ve sanayi sektörlerinin paylarını görüyoruz. Tarım sektörünün payı 1950’de %63,3’ten 1995’te %24,2’ye düşerken toplam sanayinin payı %20,2’den % 45,6’ya çıkıyor.

Bu grafikte, 1970-1980 döneminin, Türkiye ekonomisi açısından yapısal değişim dönemi olduğunu görüyoruz. Bu dönemde Türkiye, tarım-sanayi ülkesi olmaktan çıkarak sanayi-tarım ülkesi olarak gelişmiştir (30).

Her halükarda burada söylenmesi gereken şudur.
1-GSYİH veya GSMH hesaplamasına göre Türkiye'de de hizmet sektörünün “ulusal gelir”deki payı artmaktadır. Yukarıda GSMH üzerinden yapılmış hesaplamada sanayinin payı, tarıma göre yüksek ama artış hızı yavaşlamıştır. Öyle ki, 1970-2011 arasında tarımın payı sürekli azalırken sanayinin payı ortalama oran olarak yüzde 28-30 arasında kalmıştır. Aşağıdaki grafik bunu gösteriyor.















2- Türkiye ekonomisinde yapısal değişim 1970-1980 döneminde geriye dönüşümsüz süreç olarak tamamlanmış ve 1980'li yılların ilk yarısında da ülke tarım-sanayi ülkesi olmaktan çıkarak sanayi-tarım ülkesi olmuştur. Yukarıdaki TTÜ hesaplaması bunu göstermektedir. .

5- Dış Ticarette Yapısal Değişim Süreci

5.1-Dış ticaret göstergeleri

Aşağıdaki grafiği okumaya çalışalım.














1-Grafikte görülmüyor, ama hesaplamaya göre ihracatın ithalatı karşılama oranlarında önemsiz de olsa bir artış var.

2-İhracat ve ithalatın artış-eksiliş (bir yıl öncesine göre) oranları ve ihracatın ithalatı karşılama oranları ekonominin konjonktür hareketini, aşamalarını olduğu gibi yansıtmaktadır:

Ekonomi krizdeyken ithalat ve ihracat geriler düşüncesinin her kriz için geçerli olmadığını görüyoruz. Ekonomi krizdeyken ithalat her koşul altında geriler, ama ihracatın kriz sürecinde aynen ithalat gibi mutlaka gerilemediğini görüyoruz.

1994 krizinde ithalat bir sene öncesine göre 1993'te yüzde 28,7'den 1994'te yüzde 20,9'a düşüyor. Aynı dönemde ihracat 1993'te yüzde 4,3'ten 1994'te yüzde 18'e çıkıyor (artıyor). Yani 1994 krizinden ihracat etkilenmiyor.

1999 ara krizi sürecinde ithalat yüzde 11,4 oranında küçülürken, ihracat ancak yüzde 1,4 oranında daralıyor.

2001 kriz sürecinde 1994'tekine benzer bir gelişme görüyoruz: İthalat 2000'de yüzde 34 artarken 2001'de yüzde 24 oranında geriliyor. Ama aynı dönemde ihracat 2000'de yüzde 4,5 oranında ve 2001'de de yüzde 12,8 oranında artıyor.

2008/2009 kriz sürecinde ise 2008'da ihracat (yüzde 22,6) ve ithalat da yüzde 30,2 oranlarında geriliyor.

Tek başına alındığında ihracat ve ithalatın seyri böyleyken, dış ticaret hacminin (ihracat+ithalat) konjonktür hareketini veya kriz çevrimini olduğu gibi yansıttığını görüyoruz. Aşağıdaki grafiği bu açıdan okuyalım:














Dış ticaret hacmi içinde ihracat ve ithalatın gelişme seyri başka eğilimleri de gösterir. 1990-2012 döneminde dış ticaret hacmi en hızlı olarak 1994 kriz sürecinden çıkarken artmıştır. 1994'ten 1995'e dış ticaret yüzde 38,6 oranında artıyor. 1999 ara krizinden sonra, 1999'dan 2000'e yüzde 22,3; 2001 kriz sürecinden sonra, 2001'den 2002'ye yüzde 20,5; 2009'dan 2010'a yüzde 25,4 ve 2009'dan 2011'e de (iki sene sonucu) yüzde 54,5 oranında artmıştır.
Kriz sürecinden çıkış yıllarında ihracatın ve ithalatın artış hızını karşılaştırırsanız, ithalatın ihracata nazaran daha hızlı arttığını görürsünüz; 1994'ten 1995'e ihracat yüzde 19,5, ithalat yüzde 53,5 oranında; 1999'dan 2000'e ihracat yüzde 4,5, ithalat yüzde 34 oranında; 2001'den 2002'ye ihracat yüzde 15,1, ithalat yüzde 24,5 oranında; 2009'dan 2010'a ihracat yüzde 11,5, ithalat yüzde 31,7 oranında; 20010'dan 20011'e de ihracat yüzde 18,5, ithalat yüzde 29,8 oranında ve 2009'dan 20011'e de ihracat yüzde 32, ithalat da yüzde 70,9 oranında artmıştır.
Verilerin böyle olmasından çıkartılması gereken iki temel sonuç vardır:
Üretmek ve ihraç etmek için ithal etmek zorunluluğu önemli bir nedendir. Ama esas neden veya bundan daha önemli olan neden, her kriz sonrasında, kriz sürecinde başlayarak gerçekleştirilen sabit sermaye yok edimidir; yani işletmelerin, fabrikaların yıkılması, yenilerinin yapılması, eskiyen makinelerin atılması, modern teknolojinin alınması. Rekabet iddiası olan her işletme bunu yapmak zorundadır. Bu da yoğun ithalat demektir.

Dış ticaret verilerindeki değişim ihracatın ithalatı karşılama oranlarına doğrudan yansır. Öyle ki, ihracatın ithalatı karşılamasında sorunu olan ekonomilerde (örneğin Türkiye'de) salt karşılama oranlarının seyrine bakarak kriz sürecinde ihracat ve ithalat verilerinin hareket yönünü tespit edebilirsiniz. Karşılama oranlarının yüksek olduğu dönemlerde (kriz süreçlerinde) ihracat ve ithalat verileri ya aynı zamanda ihracatta daha az, ithalatta daha çok olarak gerilemiştir (1999 ara krizi ve 2008/2009 krizi) ya da ithalat verileri düşerken ihracat verileri yükselmiş ve ihracatın ithalatı karşılama oranları yükselmiştir (1994 krizi yüzde 77,8, 2001 krizi yüzde 75,7).

Türk ekonomisinde görülen bu dış ticaret hareketi her ekonomide görülmez. Emperyalizme bağımlı, tarımda veya sanayide tek ürüne dayanan bir ülkenin, bir dünya ekonomik kriz sürecinde o tek ürüne ihtiyaç varsa dış ticareti ihracat lehine gelişebilir. Türkiye, ekonomisi tek ürüne dayalı bir ülke değil. Bu durumda nasıl oluyor da kriz sürecinde dış ticareti ihracat lehine gelişebiliyor, nasıl oluyor da ithalatı gerilemesine rağmen ihracatı artıyor veya krizden etkilenmesi önemsiz boyutlarda kalıyor? Bunun ülke ekonomisinin “birtakım” imkanlarıyla, potansiyeliyle, sömürü yöntem ve derecesi de dahil hangi açıdan olursa olsun “birtakım” dinamikleriyle, dünya pazarına açılmışlık durumu ve açılma çabalarıyla doğrudan ilişkisi vardır.

İhracat ve ithalatın GSMH'ya oranı:















Yukarıdaki grafiği şöyle okuyabiliriz:
Türkiye ekonomisi ne kadar güçlü veya zayıf olursa olsun, ayakta kalabilmesi için ihracattan çok ithalat yapmak zorundadır. Yani bir liralık ihracat yapabilmek için bir liradan fazla bir değerde ithalat yapmak zorundadır. İthalatı bu denli önemli kılanın ne olduğunu aşağıda göreceğiz. Ama burada şu kadarını söyleyelim: İthalattan enerji değerlerini çıkartırsanız, dış ticaretin ihracat lehine geliştiğini görürsünüz. Bu anlamda ekonominin yatırım mallarına bağımlılığı, kapitalist bir ekonomide kabul edilebilir çerçevededir.

Krizin etkisi ve krizden çıkma çabaları ihracat ve ithalatın GSMH'daki oranlarını doğrudan etkilemektedir. Bazı yıllarda bu oranlar birbirine oldukça yakınlaşmakta (örneğin 1994, 18,2−14,1=4,1 puan), bazı yıllarda da her iki oran arasındaki açı açılmakta (örneğin 2011, 31,1−17,4=13,7 puan).

5.2-İhracatın yapısı (bileşimi) ve gelişme seyri

İhracat ve ithalatla ilgili aşağıdaki grafikler, ekonomideki yapısal değişim bakımından gerçekten de “ezber bozan” cinsinden.
Aşağıdaki verileri bu açıdan okumaya çalışalım.














Yıllık değişimi dikkate almadan değerlendirelim.
1)Türkiye açık ki, maden vb. ihraç eden bir ülke değildir. Madenciliğin ihracattaki payı yüzde bir ila yüzde iki arasında değişmektedir.

2)İhracatta tarım ürünlerinin payı 1990'da yüzde 15,6'dan 2012'de yüzde 3,4'e kadar düşüyor. Bu, tarımın ihracatta giderek önemsizleştiğini, ekonomide geriye dönüşümün olamayacağı yapısal değişimin gerçekleştiğini gösteren bir eğilimdir.

3)İhracatta sanayi ürünlerinin payının 1990'da yüzde 81,1'den 2012'de yüzde 93,9'a çıkması, 1990'da da ihracatta sanayinin payının oldukça yüksek olduğunu gösterir. Bu durum ekonomide yapısal bir değişimin 1990'dan önce gerçekleşmiş olduğunun açık ifadesidir.

Gerçekten de bir bütün olarak 1980'li yıllar, Türkiye'nin bir tarım-sanayi ülkesi olmaktan çıkarak bir sanayi-tarım ülkesine dönüşmesinin gerçekleştiği dönemdir (31).
Ama bu dönüşüm genel durumu açıklar; yapısal değişimin ayrıntısını vermez. Bunu anlamak için ihracat ve ithalatın bileşimine bakmak gerekir.

İhracatın ana mal gruplarına göre dağılımı:














Yukarıdaki grafiği yıllık değişimi dikkate almadan okuyalım.
Çok belirgin olan üç eğilim ve bir yapısal dönüşüm görüyoruz:
1) İhracatta tüketim mallarının payı 1990'da yüzde 51,1'den 2012'de yüzde 36,4'e düşüyor; 22 sene içinde 14,7 puanlık bir azalma. İhracatın diğer kalemlerindeki gelişmeyi göz önünde tutarsak bunun geriye dönüşümsüz bir eğilim, bir nitelik değişimine yol açan bir eğilim olduğunu görürüz. Artık şu söylenemez: İhracatta sadece “cıncık-boncuk” ürünleri, tekstil ürünleri veya geri teknolojiye dayalı ürünler ağırlıktadır demek artık yetmiyor. Ekonominin özellikle 21. yüzyılla birlikte yüksek teknolojinin kullanıldığı ve bu teknolojinin kullanım oranını yükseldiği bir sürece girdiğini görüyoruz.

2)Tam da bu gelişmenin doğrudan bir sonucu olarak ihracatta ara malı/hammaddenin payı 1990'da yüzde 46,7'den 2012'de yüzde 54,2'ye çıkmıştır. Burada dikkate alınması gereken nokta şudur: Türkiye'de hammadde -maden vs.- ihracı önemli olmadığına göre önemli oranda yarı mamul ürünler ihraç ediliyor demektir.

3)Yatırım mallarının ihracattaki payı 1990'da yüzde 2,2'den 2012'de yüzde 9'a çıkıyor. Yani ekonomi sabit sermaye, makine, bir bütün olarak teknoloji ihraç edebiliyor.

Gördüğüm kadarıyla ihracatın yapısındaki bu gelişme, 20. yüzyılın sonunda, 21. yüzyılın ilk yıllarında ekonomide yapısal bir değişimi beraberinde getirmiştir.
Gelişmenin böyle olduğunu ithalatın yapısındaki gelişmede de görmekteyiz. Şimdi bir de buna bakalım.

5.3-İthalatın yapısı (bileşimi) ve gelişme seyri

Aşağıdaki grafiği okumaya çalışalım:






















 
1) Verili dönem içinde ithalatta ara mal/hammadde payı yüksek; bu oran 1990'da yüzde 72,4'ten 2012'de yüzde 74'e çıkıyor. Bu kalem içinde enerji ithali ağırlıktadır. Örneğin, Türkiye’nin 2011’deki enerji faturasının 54 milyar dolardı.
Hammadde/ara mal ithalatında gelişme eğilimi yükseliş yönündedir.

2) Sanayi veya yatırım malları ithalatı 1990'da yüzde 18'den 20112'de yüzde 14,3'e düşüyor. Bu da konjonktürel gelişmenin bir sonucu değil, bir eğilimdir.
Yatırım mallarının ithalatında gelişme eğilimi gerileme yönündedir.

3)Tüketim malları ithalatı da verili dönem içinde yüzde 10 civarında kalıyor. Tüketim malları ithalatında gelişme eğilimi yükseliş yönündedir.

İthalatın bu bileşimi, ekonominin enerji dışında hammadde ve nihai ürüne dönüştürebilecek ara malı ithal eden; gelişmesine uygun, dünya pazarlarını dikkate alarak yüksek teknoloji ithal eden bir ekonomik yapıya dönüşüyor olduğunu göstermektedir.

6-İşsizlik

6.1-Yıllara göre işsizlik oranı











Yukarıdaki grafikte en fazlasıyla işsizliğin giderek artıyor olduğunu, gerçek işsizliğin boyutlarını yansıtmadığını görüyoruz. İşsizliğin konjonktürün aşamalarına göre değişimini klasik anlamda pek göremiyoruz. Klasik anlamda, ekonomi krizdeyse işsizlik artar, ekonomi krizde değilse, konjonktür hareketinin canlanma ve olası yükselme aşamalarındaysa işsizlik azalır ve bu da işsizlik oranlarına yansır. Yukarıdaki grafikte bu gelişmeyi çok belirgin olarak 2001 ve 2008/2009 krizlerinde görüyoruz. Diğer kriz yıllarında ise işsizlik oranlarında pek önemli bir değişim olmuyor. Ekonomi krizde olmamasına rağmen 2002-2007 arasında işsizlik oranlarının daha önceki yıllara göre yüksek olması ve yüzde 10'un altına düşmemesinin bir nedeni konjonktür hareketinin her aşamasında teknoloji yenilenmesinin yapılması ve buna bağlı olarak çok sayıda işçinin işsiz kalmasıdır.

DİSK-AR'ın araştırmasına göre, ülke genelinde geniş tanımlı işsizlik oranı yüzde 15,3'tir ve işsizlerin sayısı da 4,5 milyondur. Aynı araştırmaya göre “gizli işsiz olarak görülen eksik ve yetersiz istihdam edilenler de ilave edildiğinde işsizlik oranı yüzde 18,26, işsiz sayısı 5 milyon 355 bin kişi düzeyinde”dir.

6.2- Ekonomide büyüme ile işsizlik arasındaki diyalektik bağ

Aşağıdaki grafiği ekonomide büyüme ve işsizlik bağlamında okumaya çalışalım.












  

Gördüklerimiz:
GSMH ve sanayi bazında ekonominin seyriyle işsizliğin gelişmesi arasındaki bağ her kriz döneminde görülmüyor.
Örneğin 1994 kriz sürecinde GSMH yüzde 4,7 ve sanayi üretimi de yüzde 5,6 oranında düşüyor, ama buna paralel olarak işsizlik oranının da belirgin bir biçimde yükselmesi gerekirdi. Tam tersi oluyor; işsizlik oranı 1993'te yüzde 8,9'dan 1994'te yüzde 8,6'ya ve 1995'te de yüzde 7,6'ya düşüyor.

1995'ten 1996'ya sanayi üretimi yüzde 12,2 oranından yüzde 6 oranında büyümeye düşse de işsizlik oranında bir artış olmuyor, tersine yüzde 7,6'dan yüzde 6,6'ya düşüyor.

1999 ara kriz sürecinde GSMH yüzde 3,4 ve sanayi üretimi de yüzde 5 oranında geriliyor. İşsizlik oranı ise ancak yüzde 6,9'dan yüzde 7,7'ye çıkıyor (0,8 puanlık bir artış).

2001 krizi sürecinde GSMH yüzde 5,7 ve sanayi üretimi de yüzde 8,7 oranında geriliyor. İşsizlik oranı da bu gelişmeye paralel olarak yüzde 6,5'ten 8,4'e yükseliyor.

2002-2007 arasında değişik bir durum görüyoruz: Bu dönemde GSMH yüzde 4,7 ila yüzde 9,4 ve sanayi üretimi de yüzde 5,3 ila yüzde 9,5 oranları arasında büyüyor. Aynı dönemde işsizlik oranlarının düşmesi gerekirken, tam tersi oluyor ve yüzde 10,2 ila yüzde 10,8 arasında artıyor.

Böylesi gelişme konjonktür hareketinin kriz aşaması dışında da teknolojik yenilenmeye gidildiğini gösterir (kapitalizmin, krizlerin tarihinde bu gelişme nispeten yeni bir olgudur). Başka nedenler de olabilir. Örneğin kırsal alandan şehirlere göçen ve işsizlik kaydı yaptıran işgücü gerçekliği. Bu olasılıklardan hangisinin belirleyici olduğu veya ekonomik büyüme ile işsizlik arasındaki bağın neden bu şekilde geliştiği konusu doğrudan işsizlik olan bir araştırmada ele alınmalıdır.

Şimdi bir de GSMH-işsizlik, sanayi üretimi-işsizlik göstergelerini ayrı ayrı ele alalım.

6.3-Ekonomik büyüme, işsizlik, GSMH ve sanayi















Anlatılması gereken yukarıda belirtildi. Burada grafiklerin gösterdiği eğilimleri tanımlamaya çalışalım.
1) GSMH'nın gelişme eğilimi yükselme yönünde (yukarıdaki grafik).
2) Sanayi üretiminin gelişme eğilimi düşüş yönünde (aşağıdaki grafik).
3)GSMH'nın gelişme eğilimi yükseliş yönündeyken işsizlik oranı nispeten hızlı bir artış eğilimi gösteriyor (yukarıdaki grafik).
4)Sanayi üretiminin gelişme eğilimi gerileme yönündeyken, işsizlikteki artış, GSMH'da olduğuna göre daha yavaş (aşağıdaki grafik).

Sonuç: Türkiye ekonomisinde işsizlik oranlarının seyrini sanayinin yanı sıra giderek daha güçlü bir biçimde GSMH'nın seyri belirlemeye başlamıştır. Bazı kriz süreçlerinde işsizliğin etkilenmemesi de -yükselmemesi- işsizlik oranları ile sanayi üretimi arasındaki diyalektik bağın kapitalizmin, krizlerin tarihinin ilk dönemlerinde olduğu gibi olmadığını gösterir. Bunda teknolojinin, üretimde verimliliğin belirleyici rolü olduğu gibi, sabit sermaye yenilemesinin artık sadece ve sadece kriz dönemlerinde yapılmadığını da gösterir.
Konusu işsizlik olan bir araştırmada bu da ele alınmalıdır.














Son olarak bir de borçlanma durumuna bakalım.
7-Borç Sorunu
Tarihçesine girmeden son iki konjonktür hareketi döneminde, yani 21. yüzyılın başından bu yana borçlanmanın seyrine bakalım.

Zincirleme endeks bazında borçlanma belli yıllarda bir yıl öncesine göre büyük boyutlarda artmıştır. Verili dönem içinde yüksek oranda borçlanma sadece 1993'te yüzde 20,7; 2006'da keza yüzde 20,7 ve 2007'de de yüzde 20,3 oranında gerçekleşmiştir. Diğer yıllarda yıllık borç arışı genel olarak bu seviyenin çok altında kalmış, bazı yıllarda (1994, 2001 ve 2009) bir önceki yıla göre daha az borçlanılmıştır.

Aşağıdaki grafikte üç konjonktür dönemi veya kriz çevrimi görüyoruz: 1994, 2001 ve 2008/09. İlk kriz çevrimi döneminde alınan borç miktarı 1994'te 68,705 milyon dolardan 2000'de 118,602 milyon dolara çıkarak yüzde 72,6; ikincisinde, 2001'de 113,592 milyon dolardan 2007'de 249,553 milyon dolara çıkarak yüzde 119,8 ve tamamlanmamış olan son kriz çevriminde ise, 2008'de 277,005 milyon dolardan 2011'de 306,552 milyon dolara çıkarak ancak yüzde 10,7 oranında artıyor.














Yukarıdaki grafikte borç stokunun yıllara göre GSMH'ya oranını görüyoruz. Her üç kriz çevrimi sürecinde dış borçlanmanın (borç stokunun) GSMH'ya oranı farklı gelişim göstermektedir.

Borç, miktar olarak artmaktadır; 1991'den 53,623 milyon dolardan 2011'e 306,552 milyon dolara çıkarak 5,7 misli artmıştır.

Her üç kriz çevrimi sürecinde borçlanmanın GSMH'ya oranının farklı olduğunu, belli bir eğilimi göstermediğini görüyoruz.

1994-2000 kriz çevrimi sürecinde dış borç stokunun GSMH'ya oranı, bazı yıllarda yüzde 41,7'ye (1999), yüzde 44,7'ye (2000) çıksa da ortalama olarak yüzde 40'ın altında kalıyor.

İkinci kriz çevrimi döneminde, 2001-2007 arasında dış borç stokunun GSMH'ya oranı yüzde 45 civarına çıkıyor.

Tamamlanmamış son kriz çevrimi sürecinde, 2008-2011 arasında ise borçlanma oranı yüzde 40 civarına düşüyor.

Bu durumda, verili kriz çevrimleri sürecinde dış borç sürekli artıyor, ama her bir çevrimde GSMH'ya oranı değişik boyutlarda oluyor. Bunun birçok nedeni olabilir, az borçlanmadan, çok borçlanmadan bahsedilebilir. Borç stokunun GSMH'ya oranı görece bir tanımlamadır. Belli bir dönemin belli kesitlerinde veya bütün dönem boyunca olağanüstü borç alınabilir, ama aynı dönemde GSMH da yüksek oranlarda büyürse borçlanmanın GSMH'ya oranı düşebilir. Bu durumda çok borçlanılsa da az borçlanılmış gibi bir görüngü ortaya çıkabilir. Her halükarda borçlanılabilirliği sürekli kılmakta ekonominin büyüme performansı belirleyici olmaktadır.

2011 itibariyle toplam dış borcun GSMH'ya oranının Japonya’da yüzde 245, Portekiz’de yüzde 122, ABD’de yüzde 108, Almanya’da yüzde 142, Fransa’da ise yüzde 182 ve bu oranın Türkiye'de de ancak yüzde 39,7 olması, Türk ekonomisinin borçlanma konusunda nispeten daha rahat konumda olduğunu gösterir.

Vade açısından borçlanma seyri:



















  

Toplam borçlanmanın, kısa ve uzun vadeli borçlanmanın gelişme hızından hareketle bir ülkenin borçlanma kapasitesi üzerine hesaplamalar yapılmaktadır. Borcun kısa veya uzun vadeli alınışı borç alan ülkenin dış kaynaklara ne derece bağımlı olduğunu gösteren önemli bir kıstas olarak görülebilir. Şüphesiz ki, dış borçlanma başlı başına dış kaynağa bağımlılığın göstergesidir. Ama bağımlılıktan bağımlılığa da fark vardır. Kapitalizmde uzun vadeli borçlanma çevrilebilir, kabul edilebilir bir bağımlılıktır. Bu demektir ki, ekonomi anlık borç ödeme, bir “sıkışma” durumunu ortadan kaldırmak için borçlanmıyor, kendine göre uzun vadeli planlamasının gereksinimlerine göre borçlanıyor. Bu durumda borçlanma ve ödemesi de planlanmış demektir.

Alınan borç kısa vadeli olunca durum değişiyor. Toplam borçlanma sürecinde kısa vadeli borçlanmanın boyutları yüksek ise bu, söz konusu ülkenin borçlanma olanağının daraldığına açık bir işarettir Veya; toplam dış borç stoku içinde kısa vadeli borçlanma, uzun vadeli borçlanmaya göre daha hızlı artıyorsa, borçlanmada ve dolayısıyla dış kaynaklara bağımlılıkta bir sorun var demektir. Bu durumdan ekonomi, dış kaynak kullanmaksızın kendini çeviremiyor sonucu çıkar. Diğer bir ifadeyle; kısa vadeli dış borcun artış hızı, uzun vadeli olanınkinden daha hızlı olduğu durumda, söz konusu ülkenin borçlanma olanağının kalmadığı, borçlanmanın sınırına gelindiği; kısa vadeli borçların toplam borç içindeki payının artmasıyla alınan borçların geri ödenmesinde sorunlarla karşı karşıya kalınacağı anlamına gelir.

Türkiye'nin dış borçlanma seyrine bu açıdan bakalım:
Yukarıdaki grafik bu açıdan okuyalım.
Grafikte görüldüğü gibi toplam dış borç stoku, uzun ve kısa vadeli borçlar sürekli artmaktadır. Borç stoku içinde kısa vadeli borçların payı 1991'de yüzde 17'den 2001'de yüzde 27,3'e çıkmıştır.
Kısa vadeli borcun seyri Türkiye'nin yakın dönemde borcunu ödeyememe sıkıntısıyla karşı karşıya kalmayacağını gösteriyor. Genel dış borç stokunun GSMH'ya oranının da nispeten geri olması (%40 civarı) borçlanma konusunda önemli bir sıkıntının olmadığına işarettir. Ama bundan Türkiye dış borç sorunu (alımı ve ödenmesi) ile karşı karşıya kalmayacaktır sonucu çıkartılmamalıdır. Aslında ekonomi, dış borçlanmayı sürdürülebilirliğinin sınırındadır. Bu sınırlar nasıl belirlenir sorusuna burjuva politik ekonomi birçok faktörü dikkate alan kıstaslarla cevap veriyor. Bu kapsamda bir yazı için ayrıntı olacağından dolayı bu kıstasları ele almıyoruz. Ama Dünya Bankası ve IMF tarafından kabul edilen borç göstergelerinin neler olduğunu ve bu ölçeklere göre Türkiye'de borçlanmanın seviyesini belirtelim. Söz konusu olan, toplam borcun GSMH'ya; toplam borcun, borç servisinin ve faiz servisinin ihracata oranlarıdır. Bu göstergelerden üçü belli bir seviyeyi aşarsa o ülke çok borçlu olarak kabul edilmektedir.
Toplam borcun GSMH'ya oranı yüzde 50'yi; toplam dış borcun ithalata oranı yüzde 275'i; dış borç servisinin ihracata oranı yüzde 30'u ve dış borç faiz servisinin ihracata oranı yüzde 20'yi aşarsa o ülke çok borçlu olarak kabul ediliyor. Bir ülkenin orta derecede borçlu olarak kabul edilebilmesi için söz konusu değerlerin sırayla yüzde 30-50, yüzde 160-275, yüzde 18-30 ve yüzde 12-20 arasında olması gerekiyor.
Bu kıstaslara göre Türkiye'nin dış borçlanma durumu tespit etmeye çalışalım:

1-Toplam dış borç stoku/ GSMH ölçeğine göre:
Bir ülkenin dış borçluluk durumunu incelenmek için baş vurulan en yaygın ölçeklerden birisidir. Bir ülkenin kredibilitesinin ölçülmesinde, risk ve borç yükü durumunun incelenmesinde kullanılır. Bu gelişmenin seyrini aşağıdaki grafikte görüyoruz.

















Yukarıda her bir kriz çevrimi sürecinde toplam dış borçların GSMH'ya oranlarını belirtmiştik. Bu dönem zarfında sadece 2001 (% 57,7) ve 2002'de (%56,2) toplam dış borcun GSMH'ya oranı yüzde 50'yi aşmıştır. Diğer bütün yıllarda bu seviyenin altında kalmıştır. Verili dönemin son iki yılı açısında bu oran 2010 için yüzde 39,5 ve 2011 için de yüzde 39,7'dir.

2-Toplam dış borç stoku/ihracat ölçeğine göre:
Bu oran, bir ülkenin borçluluk durumunu ve dış borç ödeme kapasitesini gösterir. İhracat gelirlerinin toplam borç stoku üzerindeki uzun dönemli etkileri konusunda bilgi edinilmesinde kullanılan bir ölçektir. Aşağıdaki grafikte bu gelişmeyi görüyoruz.

















1997'den itibaren artış gösteren bu oran 2000 yılında yüzde 427,8 oranla en yüksek seviyesine çıkar. Sonraki yıllarda düşmeye başlar ve 2011 yılında da yüzde 235,2 olarak gerçekleşir. 2000-2003 arasında bu oran yüzde 427,8 ila yüzde 304,9 arasında kalır ki, bu yıllarda ve salt bu ölçek bazında Türkiye çok borçlu bir ülkedir. Sonraki yıllarda bu oranın yüzde 275'in altına düşmesi, Türkiye'nin orta derecede borçlu ülke olarak kabul edilmesinin bir kıstası olmuştur.

3-Toplam dış borç servisi/ihracat ölçeğine göre:
Bu oran, bir ülkenin dış borç yükünün değerlendirilmesinde ve az veya çok borçlu olup olmadığının ölçülmesinde kullanılır. Bu gelişmeyi aşağıdaki grafikte görüyoruz.





 












Bu oran 1988 ve 2002 yıllarında en yüksek seviyeye çıkmıştır. Sonraki yıllarda sürekli düşerek 2011'de yüzde 38,4 olarak gerçekleşmiştir. Bu oran, her ne kadar örneğin 2002'deki seviyesine göre 2011'de yarıdan fazla düşse de Türkiye'nin orta derecede borçlu kabul edilmesi için hala yüksek bir orandır. Bu ölçeğe göre Türkiye çok borçlu bir ülkedir; dış borçlanma sınırını aşmış durumdadır.

4-Toplam dış borç faiz servisi/ihracat ölçeğine göre:
Bu oran, bir ülkenin ihracat gelirlerinin ne kadarlık bölümünün yıllık borç faiz ödemelerini karşıladığını gösterir. Bu gelişmeyi aşağıdaki grafikte görüyoruz:

















 

1990’lı yılların başlarında yüzde 25 civarında olan bu oran, sonraki yıllarda yüzde 20'nin altına düşmesine rağmen 2000'de yüzde 22,7 ve 2001'de de yüzde 22,8 olarak gerçekleşmiştir. 2003-2011 arasında ise sürekli düşmüş ve 2011'de yüzde 6,1 oranında gerçekleşmiştir. Bu ölçek bazında Türkiye borçlanma konusunda oldukça istikrarlı bir görünüm sergilemektedir.
Bu verilerin toplamı Türkiye'nin orta derecede borçlu bir ülke olduğunu gösterir.

Son olarak bir de toplam iç ve dış borç miktarına, borçlananlara ve borcun vade yapısına bakalım.

Vadeye göre borç yapısı:
Toplam dış borç içinde uzun vadeli olanın payı 1991'de yüzde 83'ten 2011'de yüzde 72,7'ye düşüyor, yani kısa vadeli olanın payı da yüzde 17'den yüzde 27,3'e çıkıyor. Oranların bu değişimi borçlanmada olumsuz gelişmeye bir işaret olarak algılanmalıdır.

Dış borç miktarına, borçlananlara ve borcun vade yapısına göre dış borçlanmanın seyrini aşağıdaki tabloda görüyoruz.



















Borçlulara göre borç yapısı:
Kamu dış borç miktarı 2002'de 64,5 milyar dolardan 2012'de 103,1 milyar dolara çıkarak yüzde 59,8 oranında artıyor.
TCMB'nın toplam dış borcu da 2002'de 22 milyar dolardan 2012'de 7,7 milyar dolara düşerek yüzde 65 oranında azalıyor.
Aynı dönemde özel sektör borçlanması 43,1 milyar dolardan 226 milyar dolara çıkarak yüzde 424,4 oranında artıyor.
Dikkati çeken, bu dönem zarfında toplam kamu borçlanması artışında yavaşlamanın, TCMB borçlanmasında düşüşün ve özel sektör borçlanmasında da olağanüstü bir artışın olmasıdır.

Toplam dış borç içinde kısa vadeli borçlanmada kamunun payı 2002'de yüzde 0,7'den 2012'de yüzde 3,3'e çıkarken, özel sektörün kısa vadeli borçlanma payı yüzde 11'den yüzde 26,4'e çıkıyor.
Bu durumda toplam dış borç içinde kamunun uzun vadeli borçlanmadaki payı yüzde 49'dan yüzde 27,3'e düşüyor, aynı dönemde özel sektörün payı da 22,5'ten yüzde 40,7'ye çıkıyor.

Verili dönem içinde kısa vadeli borçların 2002'de yüzde 84,2'si ve 2012'de de yüzde 88'i ve aynı dönemde uzun vadeli borçların da 25,8'i ve yüzde 69,6'sı özel sektör borçlanmasıdır.

Dikkati çeken bir nokta da 2005'e kadar dış borç stokunda kamu borçlanmasının payı özel sektörün payından daha yüksek olmasıdır. Bu pay 2002'de yüzde 49,7'den yüzde 41,3'e düşüyor, ama aynı dönemde özel sektörün payı da yüzde 33,3'ten yüzde 67,1'e çıkıyor.

Toplam borç içinde iç borcun payı 2002'de yüzde 41,4'ten 2012'de yüzde 36,8'e düşüyor. Bu, ülke içinde tasarruf olanaklarının daraldığını gösterir. (Japonya'nın borçlanma yapısı bunun tam tersini gösterir).

Dış borçlanmanın bu yapısı, yeni bir kriz sürecinde özel sektörün borçlanma konusunda büyük sorunlarla karşı karşıya kalabileceğini göstermektedir. Bu durumda özel sektör, borç kamburunu devletin sırtına yıkarak kurtulmaya çalışacaktır. Bu da destekleme paketleri ve halkın soyulması demektir.
*

*) Bu yazı Nisan 2013'te hazırlanmıştır.

Kaynaklar:
1) Marks; “Grundrisse der Kritik der politischen Ökonomie”, s. 608, 1953.
2) Bkz.: Marks-Engels Toplu Eserleri (METE), C. 23, s. 661 (Kapital, C. I).
3) Bkz.: METE, C. 25, s. 506 (Kapital, C. III).
4) Bkz.: Agk., s. 372.
5) Agk., s. 507.
6) METE; C. 23, s. 661 (Kapital, C. I).
7) METE; C. 25, s. 372 (Kapital, C. III).
8) Agk., s. 507.
9) Agk., s. 505.
10) METE; C. 24, s. 185/186 (Kapital, C. II).
11) METE; C. 23, s. 661 (Kapital, C. I).
12) METE; C. 24, s. 409 (Kapital, C. II).
13) Örneğin, Kapital, C. I, s. 662.
14) METE; C. 25, s. 372 (Kapital, C. III).
15) METE; C. 23, s. 661 (Kapital, C. I).
16) METE; C. 24, s. 185/186 (Kapital, C. II).
17) METE; C. 25, s. 372 (Kapital, C. III).
18) Agk., s. 506, 511.
19) METE; C. 23, s. 662, 697 (Kapital, C. I); C. 25, s. 506 (Kapital, C. III); C. 26/2, s. 525 (Kapital, C. IV. İkinci kısım).
20) METE; C. 23, s. 28.
21) Bkz.: MLKP, II. Kongre Belgeleri.
22) METE; C. 25, s. 517 (Kapital, C. III).
23) Agk., s. 506/507.
24) İbrahim Okçuoğlu; “Kapitalizmin ve Ekonomik Krizlerin Tarihi” çalışmasından.
25) Bkz. UNCTAD, World Investment Report.
26) 2006, “Bundeszentrale für politische Bildung”, s. 25.
27) Bkz.:http://www.welt-in-zahlen.de/laendervergleich.phtml?indicator=20.
28) İbrahim Okçuoğlu; Türkiye'de Kapitalizmin Gelişmesi, genişletilmiş 2. baskı, s. 392.
29) İbrahim Okçuoğlu; Türkiye'de Kapitalizmin Gelişmesi, genişletilmiş 2. baskı, s. 390.
30) İbrahim Okçuoğlu; Türkiye'de Kapitalizmin Gelişmesi, genişletilmiş 2. baskı, s. 390-393.
31) İbrahim Okçuoğlu; Türkiye'de Kapitalizmin Gelişmesi, genişletilmiş 2. baskı.