ORTADOĞU'DA
JEOPOLİTİK ALGILAMA OYUNLARI -
GÜÇLER DENGESİ VE “İT DALAŞI”
Mayıs
ayında hazırlanan bu yazıyı Mısır'daki gelişmeler üzerine bir
not ekleyerek yayımlıyorum.
Mısır'da
ne oldu da halk yeniden ayaklandı? Açık ki Mübarek'in
devrilmesinden sonra iktidara gelen Müslüman Kardeşler, Mısır
halkının taleplerini yerine getiremedi. Gelir dağılımındaki
korkunç farklılaşmayı engellemek, bu anlamda yoksulluğu,
işsiliği ortadan kaldırmak, “demokratikleşme” doğrultusunda
toplumsal beklentiye cevap verecek doğrultuda atımlar atamadı. Tam
tersini yaptı. Müslüman Kardeşler diktatörlüğü kurma; toplumu
ve devleti belirgin İslamlaştırma yolunda adımlar attı. Başta
ABD olmak üzere Batılı emperyalist güçlerle ilişkileri
ayaklanan halkın talepleri doğrultusunda düzenlemedi.
Mısır
halkı, taleplerini ekmek, özgürlük ve sosyal adalet sloganlarıyla
dile getirmiş ve mücadele etmiştir. Tahrir'de
halk, darbeyi değil, Mursi rejiminin yıkılmasını kutlamıştır.
Mursi rejimi, milyonlarla ifade edilen kitlenin protestolarını
durduracak durumda değildi. Ve ayn zamanda Mısır hakim sınıfları
mevcut sistemin geleceği üzerine tedirginlerdi. Bu iki nedenden
dolayı Mursi, bir sene öncesinde başta ABD olmak üzeren Batılı
emperyalist güçler tarafından iktidara gelmesi için
desteklenmesine ve darbe öncesine kadar da bu desteğin sürmesine
rağmen, artık emperyalist çıkarları savunacak durumda olmadığı
için, görünüşte halkın yanında yer alan ordu tarafından
devrildi ve bu da Batı dünyasında bir biçimde desteklendi.
Gerçek
olan, Mursi rejiminin, ordu tarafından değil, milyonlarla ifade
edilen halk yığınlarının mücadelesi sonucunda devrilmesidir.
Mısır,
Güney Afrika'dan sonra Afrika kıtasının en güçlü sanayileşmiş
ülkesidir, bölgesel bir güçtür ve özellikle de Arap dünyası
üzerinde önemli bir etkisi vardır. Bu özelliğinden ve Süveyş
Kanalı'ndan dolayı Mısır stratejik bir konuma sahiptir. Bu
nedenle de ABD ve AB için oldukça önemlidir. Mursi rejiminin halk
yığınlarının mücadelesi sonucunda yıkılmasının, hakim
sınıflar tarafından kontrol edilemez gelişmelere yol
açabileceğinin görülmesinden sonra emperyalist güçler bu
rejimin ordu tarafından devrilmesini desteklediler. Böylece
Ortadoğu'nun Mısır'daki gelişmelerden kaynaklı etkilenmesini
sınırlı tutmaya çalıştılar.
Mısır'da
ilk ayaklanma Mübarek'in devrilmesini, ikinci ayaklanma da onun
yerine gelen Mursi'nin devrilmesini beraberinde getirmiştir. Her iki
ayaklanmada da ordu, mücadelenin derinleşmesinin ve sisteme
yönelmesinin önünü almak için halktan yana gözükerek sistemin
ve emperyalistlerin çıkarlarını korumak için müdahale etmiştir.
*
ORTADOĞU'DA
JEOPOLİTİK ALGILAMA OYUNLARI -
GÜÇLER DENGESİ VE “İT DALAŞI”
Başbakan
R. T. Erdoğan'ın ABD ziyareti sona erdi. Burjuva medyada bu
ziyareti gökler çıkartanlar olduğu gibi yerin dibine de
batıranlar oldu. Kabul etmek gerekir ki, oldukça şatafatlı,
sergilenen görsellik bakımından oldukça önemli bir ziyaretti.
Nasıl karşılandığı, nerede ağırlandığı, kaç kez bir araya
geldiği, görüşmelerin kaç saat sürdüğü vb. üzerine yapılan
yorumlardan ziyaretin başarılı olduğu sonuçlarını çıkartmak
bu iş için örgütlenmiş medyanın asıl görevi oldu. Başbakan,
karşılanma çıtasını oldukça yükseltti ve bundan sonraki ABD
ziyaretlerinin başarılı görülüp görülemeyeceğinin kıstası
yaptı. Hüseyin Barack Obama Efendi, “topal ördek” olmadan önce
Türk burjuvazisini mest etmesini bildi.
Peki
görüşmenin hulâsası ne? Bunu da burjuva basının kaleminden
aktaralım:
Obama'nın
açıklamaları:
Bugün
birçok konu üzerinde durduk. Örneğin Afganistan, G-20 ve çok
önemli bir başka noktadan da bahsettik: Nükleer silah ve bölgede
nükleer silahlanma tehdidi.
Türkiye’nin
ABD’ye ihracatı 4 kat arttı. Üst düzey komite oluşturacağız,
ticaret ve yatırımı destekleyeceğiz, yenilenmeye (inovasyona)
destek olacağız. Reyhanlı'daki saldırıyı kınıyorum. Taziye
dileklerimi iletmek istiyorum. Reyhanlı’daki korkunç saldırıları
kınıyorum.
Güvenliği
karşılıklı olarak destekleme kararı aldık. Yanınızdayız,
teröre karşı mücadelenizi destekliyoruz. Hem Türkiye halkını
hem de sizi cesaretiniz için kutluyorum.
PKK
terörünü sona erdirmek için adım attınız.
B.
Esad'ın gitmesi konusunda hem fikiriz. Esad’a baskıları
artıracağız, muhalefete destek vereceğiz. Esad’ın olmadığı
demokratik bir Suriye için Başbakan da ön safta olacak. Esad’ın
gaddarlığından bağımsız bir Suriye için çalışacağız.
Güçlü
bir lider olarak burada bulunduğunuz için teşekkürler.
Başbakan
Erdoğan'ın açıklamaları:
Ev
sahipliğine özellikle şükranlarımı ifade etmek istiyorum.
Suriye'de
yeni bir yönetimin inşası için ABD ile tam bir mutabakat
içindeyiz. Ortadoğu'dan Balkanlar'a, Doğu Akdeniz'den Kafkaslar'a
terörle mücadeleden enerjiye birçok alanda güçlü işbirliği
içindeyiz. Türkiye-ABD işbirliğinin yanı sıra ortak gündeme,
bölgesel ve küresel konulara temasta bulunduk.
Serbest
Ticaret Anlaşması ile ticaretimizi güçlendirmeliyiz. 100’e
yakın iş adamı da karşıtlarıyla sektörel bazda görüşmeleri
sürdürüyor. İkili ekonomik ve ticari ilişkileri daha üst
seviyeye taşımayı amaçlıyoruz. Ticaret hacmini 10 yıl içinde 8
milyar dolardan 20 milyar dolara taşıdık. Burada yeni
anlaşmalarla, serbest ticaret anlaşmalarıyla bunu güçlendirmemiz
gerekiyor.
Suriye
1 numaralı konumuzdu. Düşüncelerimizin örtüştüğünü az önce
Başkan’ın ifadeleriyle hep birlikte dinledik. Kanlı sürecin
sonlandırılması, yeni yönetimin inşası konusunda tam mutabakat
içindeyiz. Muhalefetin desteklenmesi, Esad’ın gitmesi, kimyasal
silahların önlenmesi, azınlıkların güvenliğinin temin edilmesi
amacımızdır.
Irak
önemli bir konumuzdu. Seçimlerin şeffaf şekilde yapılmasının
ve tüm grupların seçime katılması ortak arzumuz.
Mavi
Marmara saldırısında hayatını kaybeden TC vatandaşları ve ABD
vatandaşlarına tazminat konusunda çalışmalar sürüyor. Gazze’ye
yapacağım ziyaretin Filistin'in ittifakına ve barışa önemli
katkı sağlayacağına inanıyorum.
Basın
toplantısında söylenenler özetle böyle.
ORTADOĞU'DA
ALGILAMA VE ALGILANMA SORUNLARI
Ana
hatlarıyla sorun ve aktörler:
Suriye'nin
iç siyasi çatışma potansiyeli, iç politik çelişkileri,
Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra daha çok açığa
çıkmış ve keskinleşmişti. Suriye'deki iç politik çatışma
potansiyeli ve çelişkileri, o zamana kadar sosyal emperyalist
Sovyetler Birliği'nin ekonomik ve siyasi desteğinden dolayı
yönetilebilir seviyede kalabiliyordu.
İran
devriminden (1979) sonra Suriye, İran ile stratejik ortaklık
ilişkisine girdi. Babasının ölümünden sonra iktidara gelen
(2000) B. Esad döneminde İran ile ilişkiler derinleştirildi ve
birtakım reform adımlarından bahsedildi. Ama reformların
gerçekleştirilmesi için rejim, mali ve yapısal sorunlarla karşı
karşıya kaldı. Hafız Esad'ın 1970'den beri ülkede kontrolü ve
belli bir istikrarı sağlamak ve böylece kendi konumunu
güçlendirmek için inşa ettiği rejimi aynen devam ettirmenin
olanağının kalmadığını B. Esad'ın da görmediğini
söyleyemeyiz. Ama Eylül 2001'de New York'ta “İkiz Kuleler“e
saldırıdan sonra değişen dış politik durum, Amerikan
emperyalizminin bütün Ortadoğu'yu, İran ve Afganistan'ı hedef
göstermesi, B. Esad'ın reform programını uygulamamasını
kolaylaştırmıştır.
Suriye'de
çatışmanın bölgesel zemininde Türkiye, S. Arabistan ve İran
gibi bölgesel güç konumunda olan ülkelerin bölge üzerine
hakimiyet rekabetinden kaynaklı tarihsel bir boyut vardır. Bu
rekabet her ne kadar jeopolitik kapsamlı olmasa da -belki Türkiye
açısından biraz değişik olabilir- her halükarda jeostratejik
bir rekabettir. Bu rekabet görünüşte dinsel çatışmalarla,
gerginliklerle örtülmektedir. İran'da Şii-İslami yapılanma ve
yöneliş; S. Arabistan'da Sünni-İslami yapılanma ve yöneliş
hakimdir. Türkiye'de ise “laik”, Sünni-İslami bir yapılanma
söz konusudur. Ortadoğu'da dinsel fay hattını bu ayrım
oluşturmaktadır. Suriye ise İslam dünyasındaki bu bölünmenin
kesiştiği alandır.
Batılı
emperyalist güçlerin müttefiki durumunda olan Türkiye ve yine
Batılı güçlerle sıkı ilişki içinde olan Irak ve Körfez
ülkeleri arasında sıkışıp kaldığı algılamasından dolayı
Hafız Esad, İran ile stratejik anlam taşıyan müttefikilik
ilişkileri geliştirmiştir. Bunu “laik” ve kendi deyimine göre
“sosyalist” veya Sovyet modern revizyonistlerinin tanımlamasıyla
“sosyalizme yönelik” bir ülkenin başkanı olarak yapmıştır.
S.
Arabistan ise Suriye ile İran arasındaki bu stratejik ortaklığa
sürekli kuşkulu bakmıştır. Ne de olsa İran-Suriye ilişkisi
İslam dünyasında önderliğe söz konusu olan iki modelin
geleceğini doğrudan ilgilendirmekteydi; bir taraftan Şii-İslami
oluşumuyla İran ve diğer taraftan da Sünni-İslami oluşumuyla S.
Arabistan. İran'ın aksine, Osmanlı İmparatorluğunun
yıkılmasından sonra Batılı güçlerle (ABD ve Avrupa) sıkı
ilişkiler geliştiren bölgenin Sünni-İslami güçlerinin başında
S. Arabistan gelmekteydi. Buna karşı Suriye daha o dönemde Batılı
güçlerle (Fransa ve İngiltere) sorunlu durumdaydı. Bu iki
emperyalist ülke 1916'da Sykes-Picot Anlaşması ile “Büyük
Suriye”yi (şimdiki Suriye, Filistin ve Lübnan) kendi çıkarlarına
göre bölmüşlerdi (bu bölünmeyi aşağıdaki haritada görüyoruz)
ve aynı zamanda İngiltere, Balfour-Açıklamasıyla Siyonistlere
Filistin'de “vatan oluşturmak” için toprak sözü vermişti.
Suriye'nin Batıya tepkisi başlangıç olarak bu olgulardan
kaynaklanmaktadır.
Bölge
üzerine rekabette bölgesel güç olarak İran (Şii), S. Arabistan
(Sünni) ve Türkiye (“laik”) ön plana çıkmaktadır. Görünüşte
İran'a karşı Türkiye ve S. Arabistan aynı cephede yer alıyorlar.
Aslında üçü de birbirine karşı rekabet içindedir. Suriye bu üç
bölgesel gücün çatışma alanında kalıyor. Türkiye ve S.
Arabistan'ın arkasında özellikle Amerikan emperyalizminin duruyor
olması gerçeği Suriye'nin Sovyet sosyal emperyalizmi ile sıkı
ilişkiler geliştirmesine ve bu ilişkileri, Sovyetler Birliği'nin
dağılmasından sonra Rusya ile devam ettirmesini anlaşılır
kılmaktadır.
ABD
öncülüğünde Irak'ın işgalinden ve Saddam rejiminin
yıkılmasından sonra (2003) İran bu ülkede ilişkide olduğu
Şii-İslami güçler üzerinden etki alanını genişletmiştir. Bu
yönlü gelişmeye Ürdün kralı daha 2004'te dikkat çekiyor ve
İran'dan Irak'a, Suriye ve oradan da Lübnan'a (Hizbullah) uzanan
bir Şii ekseninden bahsediyordu. O zamanın Amerikan Başkanı G.
W. Bush da bu ekseni, Ürdün kralının deyimiyle “Şii Hilali”ni
“şer ekseni” olarak tanımlıyordu.
Saddam
rejiminin yıkılmasından sonra İran ve S. Arabistan arasındaki
bölge üzerine rekabet, doğrudan karşı karşıya gelme biçiminde
değil, nüfuz altına almak veya nüfuzlarını genişletmek
istedikleri bölge ülkeleri (Suriye, Irak, Körfez ülkeleri, Yemen,
Filistin, Lübnan) üzerinden dolaylı olarak keskinleşiyordu. S.
Arabistan'ın desteklediği Wahabistlerin ve Selefilerin, İran
dinsel açılımını “dinsizlik” olarak tanımlamaları, Kahire
kaynaklı bir fetvaya göre Sünnilerin Şam'daki “dinsizlere”
karşı bütün araçları kullanarak mücadele etmek zorunda
olmaları vs. Böylece İran ve S. Arabistan arasındaki çelişkiler
din savaşı biçimine bürünmüş oluyordu. Türkiye ise Suriye
üzerinden bölge üzerindeki rekabetinde demokrasi silahını
kullanıyor.
“Arap
Baharı” ile birlikte Tunus ve Mısır'da Müslüman Kardeşler
özellikle Katar Emirliğinin maddi ve askeri yardımıyla ve basın
desteğiyle S. Arabistan'ın karşısına bir güç faktörü olarak
çıkmıştır. Müslüman Kardeşlerin bu yükselişi Türkiye'yi de
gündeme getirmiş; Müslüman Kardeşlerle daha da güçlendiğinin
hesabını yapan AKP, Türkiye'nin böle üzerinde önderlik rolünü
daha sık dillendirmeye başlamıştır. AKP'nin Mursi'nin
devrilmesine karşı çıkışının ardında yatan gerçek budur
veya kendisi için bir tehlike görmesidir. Bu nedenle Erdoğan,
Mısır'dan, darbeden bahsederken aslında Türkiye'den
bahsetmektedir.
Bahsettiğimiz
bu ilişkiler/çelişkiler yumağı, Suriye savaşından bölgesel
aktörlerin Türkiye, İran, S. Arabistan, Mısır ve Katar olduğunu
göstermektedir. Ürdün, Irak ve Lübnan gibi ülkeler, yabancı
kontrol altında lojistik destek sunan veya sunmak zorunda olan
bölgeler konumundadır. Sadece İsrail, açık tavır almamaktadır,
ama nerede durduğu bir muamma değildir. İsrail'in, Ürdün'den
gelerek, askerilikten arındırılmış Golan bölgesi üzerinden
Suriye'ye giriş yapan ayaklanmacıları, lojistik, askeri, tıbbi
olarak aktif desteklediği, bazen Suriye Ordusuna hava saldırıları
düzenlediği bilinmiyor değil.
Şimdi
hem bu görüşmelerden, hem de Ortadoğu ve dünya jeopolitikası
açısından hareketle önemli gördüğümüz bazı gelişmeleri
tespit etmeye çalışalım.
I
Türk
burjuvazisi, Balkanlar-Kafkaslar/Hazar Havzası-Ortadoğu çelişkiler
üçgeninin ortasında yer alan bir ülke olarak bu alanlarda hem
Amerikan emperyalizmiyle ortaklık çerçevesinde hem de doğrudan
kendi çıkarlarına özgü jeopolitika geliştirmekle karşı
karşıya kaldığını, daha doğrusu böyle bir politika
geliştirmeksizin var olamayacağı algılaması içindedir ve ona
göre de hareket etmektedir.
[Yukarıdaki
haritada Türkiye'nin jeopolitik önemini ve bunun nedenlerini
görüyoruz. Türkiye, emperyalistler arası rekabetin dönem dönem
keskinleştiği, dönem dönem geri planda kaldığı üç rekabet
alanının -Balkanlar, Ortadoğu ve Kafkasya- ortasında yer alıyor.
Açık ki konumundan dolayı Türkiye'nin, kapitalizm koşullarında
bu üçgen içinde olmanın beraberinde getirdiği ve getireceği
sorunlardan kurtulma şansı pek yoktur.]
Türk
burjuvazisi böyle bir politikanın bedel ödemeden
geliştirilemeyeceğinin bilincindedir. Türkiye emperyalizme
bağımlıdır, yeni sömürge bir ülkedir, geçelim bunları
diyebilirsiniz. Ben de Türkiye'yi emperyalizme bağımlı, yeni
sömürge bir ülke olarak görüyorum, ama Türkiye'nin “geçelim
bunları” küçümsemesini çok geride bırakmış bir güce sahip
olduğunu gözardı edemiyorum.
II
Başbakan
Erdoğan'ın ABD ziyareti, Ortadoğu'nun siyasi olarak yeniden
şekillendirilmesi açısından büyük bir önem taşıyor: Burada
söz konusu olan her şeyden önce Türkiye'nin bölgedeki yeni
konumu ve Amerikan hegemonyasının geleceğidir.
Tam
da bu nedenden dolayı söz konusu görüşmelerde her iki ülke
arasındaki stratejik işbirliği ve hedeflerin boyutları, sadece
ve sadece Suriye veya Ortadoğu ile sınırlı kalmamıştır.
Filistin'den Irak'a, İran'dan Afganistan'a kadar uzanan geniş bir
yelpazeyi; Ortadoğu'yu, Kafkaslar'ı, Orta Asya'yı, Güney Asya ve
Rusya'yı içine alan geniş bir alanda ortaklaşan ve ayrışan
jeopolitik çıkarlar ele alınmıştır.
Özellikle
AKP hükümetiyle birlikte ABD, Türk burjuvazinin gücünü ve
eğilimlerini de dikkate alarak Türkiye'yi yukarıda belirtilen
alanlarda dizgini elinde tutarak, kontrollü bir biçimde ön plana
çıkarmaktadır. Bu, klasik emperyalist politikayla -kırıntılar
vermek- açıklanacak bir durum değildir. Ama bu her iki ülke
arasındaki stratejik işbirliğinin eşitler arasındaki ilişkiler
temelinde yükseldiği anlamına da asla gelmez. ABD bu politikasını
sürdürürken Türkiye'ye nereye kadar gidebileceğini,
olanaklarının sınırlarını da göstermekten geri kalmıyor. Yani
ABD, Türkiye'ye şu veya bu konuda -örneğin İran, Türkiye/Güney
Kürdistan ilişkilerinde petrol merkezli gelişmeler, Türkiye'nin
Cenevre sürecine mesafeli duruşu vs.- şu veya bu biçimde farklı
görüşlerimiz olabilir, “eksen kayması” gibi tartışmalara
yol açabilirsin, İsrail karşısında “küheylan”
kesilebilirsin, ama bunun da bir sınırı var ve gücünü
abartırsan söylediklerinin altında kalırsın vs. diyor. ABD, bu
görüşmelerde bunu Türkiye'ye bir daha hatırlattı ve Türkiye'ye
kendi çıkarları doğrultusunda yeni bir ayar çekti, neyi nasıl
yapacağını adeta planladı. Bu görüşmelerde Amerikan
emperyalizmi, ABD çıkarları temelinde çıkarların
ortaklaştırılması üzerinde durarak Türkiye'nin gazını aldı.
Örneğin şunu söyledi: Suriye
konusunda aramızda temel politik hedeflerde önemli bir sorun yok,
ama sorunun çözümü için yöntem ve araçlar bakımından
farklı yerlerde durmaktayız. Erdoğan'ın görüşmeler sonrasında
Suriye ile ilgili açıklamaları bu konuda ABD'nin çıkışını
çok iyi okuduğunu göstermektedir.
Diğer
şeylerin yanı sıra şu süreci de görmek gerekir: Esasen AKP'nin
hükümet olmasından bu yana ABD-Türkiye ilişkilerinde ABD'nin
Türkiye'yi de hesaba katan bir ilişki anlayışı içinde olduğu
son ziyarette açık bir biçimde görülmüştür. Eski
görüşlemelerde ABD'nin her sözü, değerlendirmesi uyulması
gereken bir emir olarak algılanırdı. Şimdiki ilişkilerde bu
durumun biraz değiştiği görülüyor; Türkiye bütün bölgesel
sorunları ABD ile konuşuyor, işbirliğinin ve bağımlılığının
bir gereği olarak konuşmak zorunda. Ama ABD de bölgemizi içeren
sorunları Türkiye ile sadece konuşmuyor, değerlendirmesini de
Türkiye'yi hesaba katarak yapıyor. Siz bunu, İsrail dışında
dayanacağı başka güç kalmadığı için yapıyor diye
okuyabileceğiniz gibi Türkiye bölgesel güç olmuştur biçiminde
de okuyabilirsiniz. Her iki okuma tarzı burjuva medyada yer
almaktadır.
Bu
okuma tarzlarından çıkartılması gereken sonuç şudur:
Türkiye'nin bölgesel bir güç olduğu doğrudur, ama bu, bağımsız
politika geliştirip ve uygulayacak derecede bölgesel güç olmaktan
henüz uzak olduğunu da gösterir. Sadece Suriye politikasını
eline yüzüne bulaştırmış olması bunun böyle olduğunu
göstermektedir. Esad rejimi birkaç ay içinde devrilecek derken,
devreye Rusya giriyor ve açık ki, ABD'nin önerisiyle tarafların
katılacağı bir konferans kararlaştırılıyor ve Erdoğan “ipe
un sermek” anlayışından vazgeçerek bu konferansı Suriye
sorunun çözümünde atılması gereken adım olarak kabul ettiğini
açıklıyor.
Böylece
ABD, Suriye sorununun çözümünde, bölge ve bölge dışında
sadece Türkiye ile işbirliği içinde olmadığını Türk
hükümetine de göstermiş oluyor. ABD'nin bu tavrı Türkiye'nin
sınırlılıkları olan bir ortak olduğunu da gösterir. Açıkça,
“her şeye gücün yetmez, gücünün yettiği işler, gücünü
aşan işler var” deniyor.
Bu
görüşmelerde Ortadoğu bağlamında elde edilen sonuç ne?
Amerikan
emperyalizmi neyi nasıl yapacağını ve gücünün ne olduğunu
Türkiye'ye bir kez daha göstermiştir: Ortak politik hedefin
gerçekleştirilmesi için Türkiye, ABD'nin uygun gördüğü yöntem
ve araçlara bağıl kalarak hareket edecek. Bu nedenle Türk
hükümeti, Başbakanın deyimiyle “ipe un sermek”ten başka bir
şey olmayan Cenevre görüşmelerine şimdi ABD gözüyle bakmaya
başlamıştır.
Bunun
anlamı şudur: Asalım, keselin, bir an önce müdahale edilmelidir
vb. söylemler artık geride kalmıştır ve Türkiye, Suriye
krizinde Rusya tarafından ortaya konulan teze göre şekillenen
son ABD-Rusya yol haritasının dışına çıkmayacaktır. İran,
İsrail ve Filistin sorunlarında kendine göre “hot zotculuk”
yapmayacak, Amerikan çıkarlarının gerçekleştirilmesi için
daha "yapıcı" bir rol oynayacaktır.
Bu
anlamda hükümet yeni bir strateji geliştirmekle karşı karşıya
kalmıştır. Herhalde bu, Amerikan çıkarlarıyla uyumluluk içinde
hareket etme stratejisi olacaktır.
III
Amerikan
emperyalizminin Suriye sorununun çözümünde isteksiz davrandığı
türünden anlayışlar doğru değildir. Şüphesiz ki, ABD'nin
soruna aktif katılımını teşvik eden ve sınırlayan sorunlar
vardır.
ABD,
Irak işgalinden sonra, bir ülkeyi işgal etmenin o ülkede devlet
yapısını mutlaka yıkmak ve yenisini kurmak anlamına gelmediği
görüşüne varmıştır. Irak'ta ne oldu? Sadece Saddam rejimi
yıkılmadı, Irak'ın devletsel kurumları yıkıldı; Irak devlet
olarak ortadan kaldırıldı. Aynısı Afganistan'da da yapıldı.
Şimdi yeni devlet kurmanın sorunlarıyla boğuşulmakta ve yeni
devlet de ABD kontrol dışında olan güçler tarafından
kurulmaktadır; devletsel otorite boşluğu farklı güçler
tarafından doldurulmaktadır. ABD aynı hatayı Suriye'de
tekrarlamak istemediğinden dolayı, mevcut rejimin yıkılmasından
B. Esad'ın gitmesini anlamaktadır. Ama muhalefet içinde B. Esad'ın
gitmesini mevcut rejimin tamamen yıkılması olarak anlayan sesler
güçlenerek yükselmektedir.
Ama
her halükarda İran bağlamıyla Suriye sorunu, ABD açısından
Ortadoğu'da hakimiyet sorunudur. Bu nedenle ve aynı zamanda İsrail
nedeniyle Amerikan emperyalizminin kayıtsız kaldığı söylenemez.
Yeni bir Irak'la karşı karşıya kalmamak için kendisi açısından
müdahalenin olgunlaşmasını beklemektedir. Bu, bir pasif bekleyiş
değil, müttefiklerine iş yaptırmaktır.
ABD
sorunun çözümünde Rusya'yı da hesaba katarak hareket etmektedir.
IV
Cenevre
ve Türkiye'nin sınırları/gücü:
30
Haziran 2012'de yapılan ilk Cenevre zirvesine BM Güvenlik
Konseyi’nin 5 daimi üyesi ABD, Rusya, Çin, İngiltere ve
Fransa’nın yanı sıra Türkiye, Katar ve Kuveyt katılmıştı.
Bu toplantıda “barış”ın sağlanması için bir geçiş
hükümetinin kurulması konusunda uzlaşmaya varılmıştı. Ancak,
BM Suriye özel temsilcisi Kofi Annan'ın deyimiyle ”küresel
güçlerin yıkıcı rekabetinden” dolayı alınan kararlar
uygulanamamıştı.
Cenevre
girişiminde veya genel olarak Suriye sorununda taraflar sadece
Suriye'nin ortaya çıkardığı iç savaş dinamiklerinden ibaret
değildir. Bu gerici savaşın bir tarafında Rusya, Çin, İran ve
onların koruyucu şemsiyesi altında B. Esad rejimi, diğer
tarafında ise ABD'nin, AB'nin (özellikle de Fransa ve
İngiltere'nin), Türkiye'nin, Katar, S. Arabistan vb. ülkelerle
bunların destekledikleri silahlı gruplar yer almaktadır.
Dolayısıyla Mart 2011’de başlayan çatışmalar, daha başından
uluslararası boyutlara sahipti. Aşağıda ayrıca ele alacağız,
ama burada sadece Suriye ile sınırlandırıldığında Rusya'nın
bakış açısını belirtelim.
Suriye,
Rusya açısından Ortadoğu'da var olmak için mutlaka elde
tutulması gereken öneli bir üstür. Bu üs de ancak ve ancak B.
Esad rejimi ile var olabilir. Bu nedenle Rusya mevcut Suriye
rejiminin yanında yer almaktadır.
Rusya,
Esad rejiminin silahlı mücadeleyi kaybettiği anlayışında
değilidir. Savaşarak ayakta kalabilmesi için de onu silahla
desteklemektedir.
Rusya'nın
korkusu, Esad rejimi yıkılınca Suriye'yi üs olarak
kullanamayacağıyla sınırlı değildir. Esad rejiminin
yıkılmasıyla iktidara gelecek olan Sünni güçlerin Ortadoğu'da
güçlenecekleri ve bunun da Rusya'ya yansıyacağı korkusu Rusya'yı
tedirgin etmektedir. Bunların Rusya'da -Kafkaslar, Orta Asya-
Sünni-İslami güçleri tetikleyeceği göz ardı edilemez.
Sorunun
kendi kontrolü dışında çözümünü engellemek için Rusya,
tehditleri de içeren hamlelerden sonra ABD'yi ortak çözüme razı
etmiştir. Sorunun çözümünde ABD'nin Rusya'yı neden ortak
ettiği, bana göre nedeni bugün bilinmeyen bir hamle olarak
görülmelidir. Ne de olsa sorun, Ortadoğu'da hakimiyet sorunudur ve
ABD'nin bu hakimiyete Rusya'yı ortak etmesi ABD'nin Ortadoğu
jeopolitikası açısından oldukça düşündürücüdür. Bunu
açıklamak için ABD'nin Asya'ya ağırlık verdiği, Ortadoğu'dan
çekilmek istediği, Çin ile Rusya arasında çatlaklar oluşturmaya
çalıştığı türünden düşünceler de ileri sürülmektedir.
Her halükarda ADB Dışişleri Bakanının Moskova ziyaretinde
soruna ortaklaşa yaklaşım bakımında sonuç alınmıştır.
Bu
anlaşmaya göre Rusya ve ABD, A. Esad rejimini ve muhalefeti, siyasi
çözüm için bir araya gelmeye çağırıyor ve sorunun ele
alındığı bir uluslararası konferansın acilen düzenlenmesini
talep ediyor. Bu konferans, bilindiği üzere 2012’de Cenevre’de
yapılan konferansın ikincisi olarak görülmektedir.
Yakında
toplanması düşünülen 2. Cenevre konferansında ABD, Rusya, B.
Esad rejimi ve muhalefet temsilcilerini siyasi çözüm için bir
araya getirecekler. Bu noktadan sonra Türkiye'nin Esad'sız çözüm
talebinin de bir anlamı kalmamış oluyor.
2.
Cenevre toplantısında açık veya kapalı çok yönlü
pazarlıkların olacağı bir süreç olacaktır: Bir taraftan Rusya,
muhtemelen Çin ve İran Ortadoğu'daki gelecekleri için doğrudan
(Rusya) veya uzantıları vasıtasıyla (Suriye) masada olacaklar.
Nüfuz peşinde olan veya bölgesel konumlarını pekiştirmek
isteyen Katar ve S. Arabistan orada olacaklar. Güvenlik sorunu
nedeniyle İsrail bir biçimde orada olacak. Başından beri soruna
taraf olan Türkiye orada olacak. ABD doğrudan AB ve özellikle
Fransa ve İngiltere bir biçimde orada olacaklar.
Suriye'de
çözüm sorununda Türkiye'nin oldukça zorlandığı da ortaya
çıkmıştır. Bunu bizzat Erdoğan açıklamaktadır:
ABD’ye
hareket etmeden önce Esenboğa Havaalanı’nda düzenlediği basın
toplantısında bir gazetecinin sorduğu “Obama ile görüşmenizde
Suriye rejimine karşı daha agresif bir politika izlemesini
isteyecek misiniz?” sorusuna Erdoğan şu cevabı vermişti:
“Daha
aktif ne gibi adımlar atabiliriz konuşacağız. İşin siyasi
noktada atılması gereken adımlarında 1’inci Cenevre
Anlaşması’nda oradaki çalışmalarda atılan adımlar netice
vermedi. Daha sonra 2’nci Cenevre gibi yaklaşımlar, bize bunlar
ipe un sermek gibi geliyor.”
ABD'de
resmi görüşmelerden sonra Brookings Enstitüsü’ndeki
konuşmasında Erdoğan’a “Cenevre süreci için ipe un
sermek gibi olduğunu söylemiştiniz. Şimdi bu sürece nasıl
bakıyorsunuz?” diye soruldu. Başbakan bu soruya şu cevabı
verdi:
“Doğrudur,
daha önce Cenevre sürecinin ipe un sermek olduğunu söyledim.
Görüşüm değişti veya gelişti diyebilirsiniz. Ama Rusya ve
Çin’in de sürece katkı vermesini sağlayacak bir adımın
atılması için Cenevre sürecini biraz daha ilerletelim diye bir
düşünce söz konusu. Bu duruma yönelik Türkiye olarak bir
desteğimiz olabilir. Ama bu sürecin uzaması halinde Esed’e zaman
kazandırmamalı.”
ABD
Başkanı Obama 2. Cenevre’yi kastederek “Önümüzdeki
haftalarda rejimi ve muhalefeti bir araya getirdiğimizde Türkiye
önemli bir rol oynayacaktır”, “İkimiz de Esad’ın gitmesi
gerektiğinde hemfikiriz. İktidarı geçici bir hükümete
devretmesi gerekiyor. Bu, krizi çözebileceğimiz tek yoldur”
diyerek stratejik müttefikinin güç noktasında fazla
hırpalanmasının önüne geçmiş oluyor.
ABD
ve özellikle Türkiye'nin Esad'sız çözüm tezi yerini Rusya'nın
Esad'lı çözüm tezi alıyor. Cenevre konferansı Esad'lı çözüm
konferansıdır. Bu durumda Esad'sız çözüm isteyenler (ABD ve
Türkiye) Esad'lı çözüm isteyenlerin (Rusya ve İran) müzakere
çizgisine gelmişlerdir.
Açık
ki Türkiye, ABD'de Suriye konusunda umduğunu bulamamış, tamamen
dışlanmamak için de Amerikan nasihatlerine boyun eğmiştir.
Suriye
konusunda masada sadece ABD-Türkiye oturmuyordu. ABD ve Türkiye'nin
yanı sıra Rusya da üçüncü taraf olarak masada oturuyordu; bu
anlamda görüşmeler Obama-Erdoğan arasında değil,
Obama-Erdoğan-Putin arasında sürdürülüyordu.
V
Suriye
konusunda Türkiye Rusya'ya, Rusya da Türkiye'ye güvenmiyor.
Cenevre sürecinde bir çözüm aranacaksa, acil müdahaleden, bir an
öce çözüm için savaştan yana olan güçlerin -başta Türkiye
olmak üzere İsrail, Katar ve Suudi Arabistan gibi ülkelerin
kontrol altına alınması ABD'nin görevidir. Rusya böyle görüyor.
Şüphesiz
ki, Türkiye-Rusya ilişkileri uzun bir zamandır olumlu bir seyir
izliyor. Yaklaşık son iki on yıldan bu yana adım adım güçlenen
ekonomik-ticari işbirliği, turizmin, kültürel bağların ve
insani ilişkilerin de hızla gelişmesi iki ülkeyi birbirine
yakınlaştırdı. Başkan Putin‘in Aralık 2004′teki
ziyaretinden sonra siyasi ilişkiler de oldukça dinamikleşti.
İki
ülke arasındaki ilişkilerde genel çerçeve hala olumlu, ama
Suriye krizindeki görüş ayrılıklarının iki ülke arasında
soruna yol açtığı da bir gerçektir.
VI
Ortadoğu
ve komşu ülkelerle ilişkiler bağlamında Türk burjuvazisinin
kendini algılama sorunu:
Birinci
aşama:
1-2002-2010
döneminde AKP hükümeti, güçlü bir barış söylemiyle komşu
ülkelere zeytin dalı uzattı. Hükümetin bu politikasında
başarısız olduğu söylenemez. “Komşularla sıfır sorun”,
“çok boyutlu dış politika” ve “karşılıklı ekonomik
bağımlılık” gibi tezler bu dönemde geliştirildi. Ortadoğu’ya
açılım adı altında bölge ülkeleri gezildi, bolca kardeşlikten
bahsedildi. Ticari ilişkilerin geliştirilmesi için adımlar
atıldı, vizeler kaldırıldı vs. Bu çerçevesinde yürütülen
dış politika ile Türkiye’nin yakın çevresinde elde etmek
istediği amaçlar vardı: Barış ortamı oluşturulacak, bu
ortamdan yararlanılarak ekonomik ilişkiler azami geliştirilecek
ve böylece başta Ortadoğu olmak üzere komşu ülkeler üzerinde
ekonomiye ve askeri güce dayanarak Türkiye'nin nüfuzu
arttırılacak. Bu dönemde Türk burjuvazisi komşularla kavga
içinde bu amaca ulaşılamayacağının bilincinde hareket ediyordu.
“Barış”,
“dostluk”, işbirliği eksenli bu açılımına komşu ülkelerin
de olumlu cevap vermesi üzerine Türkiye, komşularıyla çok iyi
ilişkiler kuran bir ülke olarak algılanmaya başlandı. Öyle
ki, Suriye ve Irak ile yüksek düzeyli stratejik işbirliği
konseyleri çerçevesinde ortak kabine toplantıları dahi
yapılıyordu. ABD’den gelen bütün baskılara rağmen özellikle
doğal gaz alanında İran ile işbirliği yoğunlaştırıldı, bu
ülke ile dış ticaret kısa zamanda 11-12 kat artış gösterdi.
Bu
dönemde Türkiye, komşu ülkeleri aşan bir “barış
seferberliğine” çıkmıştır. Öyle ki, doğrudan kendisinin
taraf olmadığı çok sayıda bölgesel çatışmanın çözümü
konusunda arabulucu rolüne soyunuyordu.
Bu
aşamada Türkiye'nin işbirliği eksenli politikası, baş müttefiki
ABD'nin de gözünden kaçmıyordu.
İkinci
aşama:
Burjuvazi,
bölgesel güç olduğundan, bölgenin en büyük ekonomisine sahip
olduğundan hareketle sorunlara bakıyordu. Alglaması, bölgesel ve
komşusal her gelişme beni doğrudan ilgilendirir, o halde müdahil
olmam, çıkarlarımı korumam veya çıkarlarım doğrultusunda
hareket emmem gerekir eksenliydi. Öyle de oldu: Suriye'nin
içişlerine karışmaya, taraf olmaya başladı, Erdoğan'ın kadim
dostu, B. Esad ezeli düşmana, zalim bir diktatöre dönüştü.
Suriye'ye müdahale etmemenin, Ortadoğu'da silinmek, etkisizleşmek
anlamına geleceği düşüncesine göre politikalar oluşturmaya
başlandı. Böylece bölgesel sorunlar karşısında pasif duran
değil, aktif müdahil olan bir Türkiye karşımıza çıktı.
Burjuvazi kendini dev aynasında görmeye başladı. Barış için
risk almak, gerekirse çatışmak gerekiri dillendiriyordu. Bu
anlamda emperyalist ülkeleri örnek alıyordu; ABD, Rusya,
Almanya, Fransa, İngiltere vb. ülkeler gerektiğinde riskler
alarak, savaşarak küresel güç olduklarına ve küresel
çıkarlarını koruduklarına göre Türkiye de aynı yoldan
ilerleyebilirdi.
Birinci
aşama “barış”, “dostluk”, işbirliği eksenliydi, ikinci
aşama ise karşımıza yayılmacılık, tahakküm girişimi, savaş
politikası olarak çıktı.
Rusya
algılaması
VII
Değişen
dünya koşulları, derinleşen ve kapsamlaşan emperyalist ülkeler
arası rekabet, yeni ittifak arayışlar sonuçta Rusya'nın da dış
politik açılımını yenilemesini beraberinde getirmiştir. Şubat
2013'te yayımlanan Rusya dış politika belgesi, esas itibariyle
uluslararası güç dengelerindeki değişimi, emperyalist ülkeler
arasındaki rekabetin keskinleşmesini; jeopolitik hamleleri, dünya
fazla üretim krizini, başta Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgeleri
olmak üzere bölgesel istikrarsızlaşmayı esas almaktadır.
Soruna
Rusya-Türkiye bağlamında baktığımızda şunu görüyoruz: Her
iki ülkenin şu veya bu bölgede örtüşen ve örtüşmeyen
çıkarları ve bu bağlamda da rekabetleri söz konusudur. Her iki
ülkenin de Balkanlar'da, Karadeniz'de, Kafkasya'da, Hazar
Havzası'nda, Orta Asya'da, Ortadoğu'da ve bir bütün olarak
Avrasya'da tarihi bağları vardır ve bu alanlar Türkiye ve
Rusya'nın sürekli karşı karşıya geldikleri rekabet alanlarıdır.
VIII
Rusya
ve Kürt sorunu:
Rusya
emperyalist bir ülkedir ve Kürt sorununa da kendi emperyalist
çıkarları açısından yaklaşıyor. Rakipleri karşısında dönem
dönem Kürt ulusal mücadelesi karşısında takındığı “ince
taktik”ler Rusya'nın bu sorundan yararlanarak rakipleri karşısında
güçlü olmak amacını güttüğü gerçeğini karartmamalıdır.
Rusya, Kürt sorununun çözümünü, devam eden “barış
süreci”nin amaçlandığı gibi sonlanmasını istemez. Onun
mantığına göre bu sorunu çözmüş bir Türkiye daha da
güçlenmiş, güçlenecek bir Türkiye demektir. Enerjisini bu
soruna harcamayan bir Türkiye, güçlü rekabet yapma olanağı
yakalamış bir Türkiye'dir. Salt bu burjuva emperyalist mantıktan,
algılamadan dolayı Rusya, Kürt sorununun çözümünden yana
değildir.
Rusya'nın
bu algılamasını Ortadoğu'da somutlaştırırsak: Bölgemizde
oldukça önemli olan Kürt faktörünün Türkiye açısından sorun
olmaktan çıkması, Türkiye'nin bölgede daha rahat hareket
etmesine neden olacaktır. En azından karşısında olmayan Kürt
faktörü, Türkiye'nin Ortadoğu politikasını güçlendirecektir.
Ortadoğu'da güçlenen bir Türkiye, Rusya'nın çıkarlarına
tamamen ters düşmektedir. Rusya, Kürt sorununa bu emperyalist
algılama ile yaklaştığından Kürt sorununun çözümünden yana
değildir.
Ortadoğu'da
büyük-küçük bütün oyuncular, Kürtlerin bölgenin siyasi
coğrafyasını altüst edecek jeopolitik değişime neden
olabileceğinin bilincindedir.
IX
İran-Irak
ilişkileri:
ABD'nin
Irak'ı işgalinden sonra veya genel anlamda merkezi Bağdat
otoritesinin çökmesinden sonra bölgedeki hemen her ülke Irak'ın
iç işlerine karışır olmuş, kendine göre nüfuz alanı
oluşturmaya başlamıştır. Komşu ülkeler Irak’taki
etnik, dini ve siyasi farklılıkları kaşıyorlar, birbirlerinin
nüfuzunu kırmak ve kendi çıkarlarını güçlendirmek için her
türlü çarpıtmaya baş vuruyorlardı. Bu ülkelerin başında
İran, Türkiye ve S. Arabistan gelmektedir.
Bu ülkeler arasında en karlı çıkanı, en etkili olanı son
kertede İran olmuştur.
Amerikan
emperyalizminin Irak’a müdahalesinden İran, iki açıdan
yararlanmıştır: Birincisi, Saddam önderliğinde İran düşmanı
bir rejim yıkılmış, ikincisi de işgal altındaki Irak'ta İran
nüfuzuna açık bir iktidar oluşmuştur. Bunda Saddam rejimine
karşı mücadele eden Iraklı Şii ve Kürt oluşumlara İran'ın
yıllarca evsahipliği yapması ve bu güçlerin Irak'a döndüklerinde
siyasi iktidarda belirleyici güç olmaları önemli bir rol
oynamıştır.
Amerikan
askerlerinin Irak'tan çekilmesiyle (Aralık 2011) İran-Irak
ilişkileri daha hızlı gelişir ve kapsamlaşır. Örneğin
savunma, güvenlik ve ekonomi alanında işbirliği geliştirilir.
Karşılıklı ilişkilerin seviyesi bölgesel düzeye yükseltilir.
Amerikan
askerlerinin çekilmesiyle Irak, bölgede yeniden aktif bir rol
oynamaya başlar. ABD'yi rahatsız etse de Suriye sorununda B. Esad
rejimine destek veren İran ve Hizbullah yanında; dolayısıyla
Türkiye, ABD, S. Arabistan, Katar karşısında yer alır. Maliki
hükümeti, ABD'ye rağmen bölgesel sorunlarda açıktan İran
yanlısı bir konumdadır.
İran-Irak
yakınlaşmasını salt “Şii”liğe bağlamak yanlış olur.
Şüphesiz ki, her iki ülke arasındaki yakınlaşmada bu da önemli
bir faktördür. Ve bu faktör geçici olarak İran'a yaramaktadır;
“Şii”lik üzerinden bölge politikasında güçlü olmaya
çalışmaktadır. Ama bu geçicidir. İran'ın Irak üzerindeki
etkisinin kalıcı olacağının hiçbir emaresi yoktur. Her şeyden
önce son kertede ABD böyle bir gelişmeye müdahale edebilir. Diğer
taraftan bugün ele alınmayan, ama her iki ülke arasında sürekli
sorun olan sınır anlaşmazlıkları, yükselen Arap milliyetçiliği,
Irak politikasında belli bir zaman sonra gündeme gelecektir. Maliki
hükümetinin düşmesi ve sonrasındaki olası gelişmeler,
İran-Irak ilişkilerinin hangi yönde gelişeceğini gösterecektir.
Sürekli İran politikasına endekslenmiş bir Irak ne ABD ne Türkiye
ve ne de Arap dünyası tarafından uzun vadede kabul edilebilir. Bu
olgular, İran-Irak ilişkilerini sınırlandırmaktadır.
İran'ın
Irak'tan beklentisi ne olabilir veya Irak, İran için neden
önemlidir?
Irak,
İran için Ortadoğu'ya ve Akdeniz'e açılmada doğrudan bir
köprübaşıdır. İran enerji ihracatında kullandığı yolları
çeşitlendirmek istiyor. Bu amaçla İran, 25 Temmuz 2011’de Irak
ve Suriye arasında imzalanan doğal gaz boru hattına ilişkin
çalışmaları Kasım 2012’de başlattı. Açık ki niyet enerji
sevkıyatıdır. Bunun ötesinde İran siyasi nüfuzunun kesintisiz
olarak Irak üzerinden Suriye ve Lübnan'a kadar uzanmasıdır. Bu
gelişmeler kaçınılmaz olarak ABD'nin ve Türkiye'nin Irak ve
dolayısıyla da bölge üzerindeki etkisini zayıflatıcı bir rol
oynamaktadır.
X
İran'ın
Suriye algılaması:
Suriye,
İran için düşmemesi gereken son kaledir. İran, Suriye'nin
düşmesi durumunda sıranın kendine geldiğini çok iyi
bilmektedir. Bu nedenle Suriye'ye sarılmakta, bütün gücüyle Esad
rejimini desteklemektedir. Aşağıda harita üzerinde de
göstereceğimiz gibi, Suriye'nin düşmesi durumunda İran,
parçalanması güç bir çember içine alınmış olacaktır. İran
rejimi savaşla mı veya boğularak mı düşürülür veya teslim
alınır burası bilinmez, ama İran'ın düşmesi, Kuzey Afrika'dan
Pakistan'a, Afganistan'a kadar o “büyük Ortadoğu Alanı”nın
tamamen Amerikan emperyalizmi ve müttefiklerini kontrolü altına
girmesi demektir. Amerikan jeopolitik açılımının Rusya, Çin ve
Hindistan sınırlarına dayanmasıdır. Böyle bir gelişmeyi Rusya
ve Çin, hatta Hindistan sıra bize geldi olarak algılayacaktır. Bu
nedenle Rusya ve Çin ne pahasına olursa olsun sonuna kadar İran'ın
yanında yer almaktalar. “Şanghay İşbirliği Örgütü”
şekillenmesini bu açıdan da ele almak gerekir.
Şüphesiz
ki Rusya, ABD önderliğinde Batılı ülkelerin, yerel, ama Hazar
Havzası'nda, Orta Asya'da nüfuz peşinde koşan güç olarak da
Türkiye'nin bu jeopolitik hamlelerine karşı, tehlikeyi kendinden
uzaklaştırmak için uzlaşma yolunu da seçebilir. Bu durumda
ABD'nin yanı sıra Ortadoğu'da söz sahibi olan bir Rusya, Çin'in
çembere alınmasında, en azından kendi sınırları boyunca önemli
bir rol oynayabilir. 21. yüzyılda da dünya hakimiyetini devam
ettirmek isteyen ABD'nin böyle bir ilişkiye hayır demesi kendi
çıkarları bakımından mantık dışı olur. Çin, sorunun bu
yönünün de bilincindedir.
XI
Dinsel
eksen sorunu:
Bölgede
İran merkezli bir Şii ekseni oluştu. Bu eksen bugün Irak ve
Suriye üzerinden Lübnan'a (Hizbullah) kadar uzanıyor ve Akdeniz'e
açılıyor. Bu eksen Bahreyn'i zorladı. Ama iktidarı yıkamadı.
Şiilik üzerinden daha da gelişme olanağı yok; sınırları belli
bir eksen.
Buna
karşın bölgede hakim durumda olan Sünni eksendir. Ama bu eksende
bir bütünsellik yok veya giderek daha fazla farklı sesler
yükselmektedir. Amerikan emperyalizmi ve Türkiye bu eksene
sarılmaktadır. Sovyetler Birliği'ne karşı mücadelede,
Afganistan'daki anti-sovyetik mücadelede kullanmak için örgütlediği
radikal İslamcı cihatçı hareketler bütünsellik arz etmiyorlar,
Selefi akımlar, ılımlılık atfedilen Müslüman Kardeşler gibi
ana kollara ayrışıyorlar. Her bir ülkede bu hareketlerin farklı
oldukları görülebiliyor; örneğin Müslüman Kardeşlerin
Tunus'ta, Mısır'da, Suriye'de aynı olduğu pek söylenemez.
Bunların şekillenmesinde veya birbirinde farklılaşmasında
kimlerle ittifak yaptıkları ve güç dengeleri belirleyici
olmaktadır.
XII
Kürt
faktörünün algılanma sorunu:
Türkiye
ile PKK arasında başlatılan “müzakere süreci”nden bu yana
Türkiye-PKK denklemi çerçevesindeki Ortadoğu algılanmasında
değişme görülmektedir. Tabii bunun BOP'a kadar uzanan bir
tarihçesi de vardır. Ama göze batan değişim, söz konusu bu
“müzakere süreci”nden bu yana olan gelişmelerdir. Bu sürecin
sonu ne olurdan bağımsız olarak mevcut güç dengesinde önemli
değişmelere kapı açılmış, Kürtler bölge siyasi coğrafyasını
ve güçler dengesini değiştirebilecek duruma gelmişlerdir.
Suriye'deki
iç savaş sürecinde Kürtler, Batı Kürdistan'da özerk
yapılanmalarını gerçekleştirdiler. Rojava bölgede Kürt
dinamiğinin önemi bakımından başlı başına bir kavram
olmuştur. Ortadoğu coğrafyasında Kürtleri hesaba katmayanlar,
şimdi katmak zorunda kalıyorlar. Esad rejiminin yıkılmasından
sonra durum ne olurdan bağımsız olarak günümüzde Batı
Kürdistan'ın durumu böyledir.
Güneyde
federal yapı, gerekirse bağımsız devlet olma yolunda
gelişmektedir.
Türkiye'de
devam eden “müzakere süreci” daha şimdiden Kürt kimliğinin
tanınmasını artık geri alınamaz yapmıştır.
Bu
durum Ortadoğu'da güçler dengesinin değişimiyle bağlam içinde
yeni jeopolitik düşünce egzersizlerinin yapılmasına da yol
açmıştır. PYD’nin, Türkiye'de “müzakere süreci”nin
ilerlemesine paralel olarak Esad rejimi ile çatışmaya başlamasını
zamanlama bakımından anlamlı görenler, Türkiye’nin, Irak ve
Suriye’deki Kürtlerle federasyon kuracağı üzerine düşünce
egzersizi yapıyorlar. Süreç başlangıcında A. Öcalan'ın
“Misak-ı Milli” atfı kimi çevreleri heyecanlandırırken,
oluşacak bir Türk-Kürt federasyonu fikri birçok ülkenin korkulu
rüyası olmuştur. Böyle bir federasyonun gerçekleşmesi durumunda
İran, Rusya, Fransa, İngiltere, ABD ve İsrail'in bölgedeki
çıkarlarını bu federasyonun çıkarlarına uygun hale getirmek
zorunda kalacakları açıktır.
Bu nedenle bu ülkelerin hiçbiri böyle bir federasyondan yana
değillerdir. Bırakalım böyle bir federasyonu, Türkiye bağlamında
Kürt sorunun çözümünden yana değillerdir. Federasyon veya
Türkiye bağlamında Kürt sorununun çözümü, burjuva algılamaya
göre Ortadoğu'da Türkiye'nin oldukça güçlenmesi demektir.
Güçlenen Türkiye bölgedeki diğer rakiplerini, örneğin bölgesel
olarak İran'ı, İsrail'i, ötesinde emperyalist ülkeleri oldukça
rahatsız edecektir. Güney Kürdistan ile geliştirdiği ekonomik
ilişkilerden rahatsız olan ABD'nin “söz dinlemez” bir Türkiye
istemeyeceği açıktır.
Kürtlerin
farklı ülkelerde özerk statüde yaşamak istememeleri ve
birleşerek bağımsız devlet kurmaları onların en doğal
hakkıdır. Suriye'de Esad rejiminin düşmesinden ve Türkiye'de
tarafların belirledikleri doğrultuda “müzakere süreci”nin
tamamlanmasından sonra böyle bir talebin dillendirilmesi doğaldır.
Kürtlerin dillendirdiği Batı Kürdistan sınırlarının Akdeniz'e
kadar uzatılması böyle bir adımın işareti olarak görülebilir.
Geçmişte
ABD ve İsrail'in Güney Kürdistan çıkışlı, Türkiye (Kuzey
Kürdistan), İran (Doğu Kürdistan) ve Suriye (Batı Kürdistan)
katılımıyla Akdeniz'e açılan bir Kürt devletinin kurulması
için çaba harcamadıkları söylenemez.
Ortadoğu'nun siyasi
coğrafyasını ve jeopolitiğini tamamen değiştirecek bu
gelişmenin kolay kolay gerçekleşemeyeceğini görmüşlerdir. Bu
durumda ABD söz konusu bu devletlerin hepsini karşısına almak
sorunuyla karşı karşıya kalacaktı.
XIII
Ortadoğu’da
bölgesel görünen uluslararası bir saflaşmayla karşı
karşıyayız:
Görünüşte
sorun, Suriye'dir. Ama bu sorunla ilgilenenler hiç de Suriye'nin iç
güçleriyle, ülkenin dinamikleriyle sınırlı değildir. Suriye
sorununa müdahil olanlar, bölgesel görünümlü uluslararası
güçlerdir; Suriye ve onun arkasında
Rusya, Çin, Irak ve İran dururken, muhaliflerin arkasında da ABD,
Türkiye, S. Arabistan, Katar ve başka emperyalist ülkeler
durmaktadır. Bu saflaşmada Esad rejimi düşse de veya Esad'dan
vazgeçseler de bir biçimde Suriye'de etkili olmaya çalışacak
ülkelerin başında Rusya ve İran gelmektedir. İran ve Rusya
açısında Suriye, stratejik bir öneme sahiptir.
Açık
ki Suriye sorunu bölgesel saflaşmayı güçlendirmiştir.
İlişkileri zaten iyi olan Rusya ve İran, Suriye sorunundan dolayı
da daha yakın işbirliğine yönelmişlerdir. Bu anlamda Irak ile
Rusya arasındaki ilişkiler de güçlenme yönündedir. Bu ülkelerin
Türkiye'ye karşı da politikalarında, en azından Suriye
sorunundan dolayı çok belirgin bir ortaklaşama vardır. S.
Arabistan ve Katar'ın Suriye'de muhalefeti desteklemeleri bu
ülkeleri oldukça rahatsız etmektedir.
Suriye
sorununun ne denli Suriye ile sınırlı olmadığına, hatta temel
rekabet için bir vesile olduğuna da bakalım:
Irak’taki
zengin enerji (petrol) kaynakları, tarihsel bakımdan da
Ortadoğu'nun kaderini belirleyen en önemli faktör olmuştur. Bu
nedenle Irak petrollerinin Irak'a, Kürtlere ait olması sorunun
özünde fazla bir şey değiştirmemektedir. Önde gelen bütün
emperyalist ülkelerin ve Türkiye'nin de bu kaynakları ele geçirmek
için rekabetleri ve birbirleriyle savaşları söz konusudur. Bu da
göstermektedir ki, bu enerji kaynakları için mücadele, bölgesel
değil, uluslararası bir mücadeledir. Bu ülkede ve genel olarak
bölgede petrolün keşfinden ve ekonomide öneminin artmasında
sonra önde gelen hemen bütün ülkeler bütün güç unsurlarını
kullanarak bölgeye hakim olmaya çalışmışlardır ve hakim de
olmuşlardır.
XIV
Ortadoğu'da
aktörler arası mücadelede kilitlenme ve yeni çatışmalı gelişme
durumu:
Hatırlayalım:
Ortadoğu’da
2000’li yılların ortalarına gelindiğinde Filistin “barış
süreci” tıkanmış; işgal altındaki Irak'taki iç savaş bölge
devletleri arasında bir vekâlet savaşına dönüşmüş; radikal
dinci güçler yeni mücadele alanları bulmuş; Hizbullah Lübnan'da
güçlenmişti. (Hizbullah, İsrail’i istemediği bir savaşın
içine çekerek onun yenilmezlik mitini yerle bir etmişti).
Bütün
bu olgular sonuçta Ortadoğu'da devletler bazında güçler
dengesinin İran ve müttefikleri lehine değişmesini beraberinde
getirmişti.
Mevcut
durum neyi göstermektedir?
Savaşan
güçlerin coğrafi dağılımını aşağıdaki haritada görüyoruz:
Suriye’de
kısa sürede yıkılacağı beklenen rejim yıkılmamış, devam
eden iç savaş ülke dışına sıçrama aşamasına gelmiştir.
Basra
Körfezi'nde başta ABD olmak üzere Suudi Arabistan ve Katar gibi
ülkelerin çabasıyla “Arap Baharı” Bahreyn’de
bastırılmıştır.
Filistin’de
“barış süreci”, Filistin içi çelişkilerden (Hamas ve El
Fetih arasındaki çelişkiler) dolayı da tamamen tıkanmıştır.
İran’ın
sürdürdüğü nükleer çalışmalar başta İsrail ve ABD olmak
üzere Batılı emperyalist güçleri ve bu arada Türkiye'yi de
tedirgin etmeye devam etmektedir.
Bölgede
birkaç sene içinde devlet ve devlet dışı güçler bazında
ittifak ilişkilerinde önemli değişmeler olmuştur: Türkiye,
Hamas, Mısır ve Kürtler.
Türkiye
ile Suriye arasındaki dostluk düşmanlığa dönüşmüş, dün
Erdoğan'ın kadim dostu olan B. Esad bugün zalim olmuştur.
Kısa
bir zaman öncesine kadar İran ve Suriye’nin önemli müttefikleri
arasında yer alan Hamas bugün bu ülkelerden uzaklaşmıştır.
Mısır,
İsrail ile anlaşmasını bozmamasına rağmen belirgin bir
pozisyon değişimine gitmektedir.
Ortadoğu'da
Kürtler önemli bir dinamik olarak ortaya çıkmıştır. Güney
Kürdistan'daki özerk yapılanma, Batı Kürdistan'da şimdilik
devam eden özerk yönetim Türkiye'de devlet ile PKK arasında
çatışmasızlık temelinde sürdürülen “barış süreci”.
Açık
ki, Ortadoğu’da hiçbir devlet ve hegemon emperyal güçler (ABD,
Rusya, Fransa, Çin, İngiltere) mevcut durumdan, değişimin
ulaştığı bu aşamadan memnun değildir. Ortadoğu'da keskinleşen
çelişkiler, bütün bölgeyi kapsamına alacak bir bölgesel savaşa
doğru gelişmektedir.
Bütün
bölgeye yayılan bir savaşta yine savaşanların dış destekçileri
belirleyici olacaktır. Savaşın bir tarafında ABD, Batılı
emperyalist ülkeler, Türkiye, İsrail, S. Arabistan, Mısır,
Katar, diğer tarafında ise Rusya ve Çin himayesinde İran,
Hizbullah (Lübnan), bütünlüğünü korursa Suriye olacaktır.
Suriye'de
savaş bölgeselleşmektedir. İran'ın Esad rejimini açıktan
siyasi, ekonomik ve askeri olarak desteklemesi; İran'ın çabalarıyla
Lübnan'ın (Hizbullah) ve Irak'ın Esad rejimi yanında yer
almaları; Rusya'nın Esad rejimini modern silahlarla desteklemeye
devam etmesi; ABD ve AB'nin muhalefeti silahlandırma kararı bu
savaşın Ortadoğulaşmaya yüz tuttuğunun açık göstergeleridir.
Sadece
Suriye'nin kendisi değil, Suriye üzerinden Ortadoğu
balkanlaşmaktadır, Iraklaşmaktadır, Afganistanlaşmaktadır,
istiyorsanız buna Somalileşmektedir de diyebilirsiniz.
JEOPOLİTİK
SENARYOLAR...
1-Suriye'de
rejimin yıkılmaması ve İran senaryosu
İran'ın
Ortadoğu açılımı Suriye'yi oldukça önemli kılmaktadır.
İran'ın ne pahasına olursa olsun Suriye'yi elden bırakmak
istememesinin temel nedeni onun Ortadoğu'da nüfuz arama çabasında
yatmaktadır, onun bölge politikasının temel taşını
oluşturmaktadır.
Ortadoğu’da
görünüşte doğrudan Suriye'yi hedef alan geniş tabanlı bir
mücadele sürdürülmektedir. Bu mücadele aslında üstü örtülü
olarak İran’a yönelik bir mücadele özelliği taşımaktadır.
Suriye’de
rejimin yıkılması veya yıkılmaması sadece bölge ülkelerini
değil, Ortadoğu'da söz sahibi olmak isteyen emperyalist ülkeleri
de doğrudan ilgilendirmektedir. Türkiye, İran, Irak, İsrail,
Magrip ülkeleri (Fas, Cezayir, Tunus, Libya), Maşrık ülkeleri
(Mısır, Ürdün, Lübnan) ve ABD, Rusya, Fransa, İngiltere, Çin
gibi emperyalist ülkeler Suriye'deki rejimin geleceğinden doğrudan
etkileneceklerdir.
İran,
Irak, Suriye ve Lübnan'da (Hizbullah) etkilidir.
Ama İran'ı Ortadoğu'da gücü, etkisi sürekli artan, nüfuz alanı
genişleyen bir ülke olarak görmek de yanlıştır. Aslında İran,
uzun vadede kaybeden bir ülkedir. Irak'ın işgalinden sonra (2003)
İran’ın bölgede kazandığı zemin ve etki alanı, dayatılan
yaptırımlardan ve uygulanan uluslararası tecritten dolayı
daralmaya başlamıştır. Buna “Arap Baharı” denen halk
ayaklanmalarının İran İslami Devrimini örnek almamaları da
eklenmelidir. Uzun Vadede Ortadoğu'da yükselen bir İran ile değil,
kendi kabuğuna çekilmek zorunda kalacak olan bir İran ile karşı
karşıyayız. İran klerikal (dinci) faşist rejimi bu durumu pekala
görmektedir. Tam da bu nedenden dolayı Suriye rejimine
sarılmaktadır; onu kendi çıkarları için ne pahasına olursa
olsun ayakta tutmaya çalışmaktadır. Bu nedenle de açık veya
örtülü her türden desteği sunmaktadır.
Bu
durumda İran'a, onun Ortadoğu ülkeleri üzerinde nüfuz sahibi
olma çabalarına karşı olan veya bundan tedirginlik duyan her ülke
İran karşıtı cephede yer almaktadır. Bölgesel aktörler
arasında bu cephenin başını çeken de Türkiye'dir.
Bu
durumda Suriye sorunu üzerinden Türkiye ve İran eksenli
ittifaklaşmalar oluşmuş oluyor.
Bu
bölünme uluslararası bölünmeyi de beraberinde getiriyor;
bölgesel (iç) ve uluslararası (dış) güçler arasında kamplaşma
oluyor. Suriye sorunu bu kamplaşmanın aynasıdır:
Bir
taraftan Suriye'de B. Esad rejiminin devrilmesi için muhalefeti
destekleyen başta ABD olmak üzere Batılı emperyalist güçler,
bölgesel olarak da Türkiye, S. Arabistan, Katar, Ürdün, İsrail
veya “Suriye'nin dostları” olan ülkeler.
Diğer
taraftan ne pahasına olursa olsun B. Esad rejimini ayakta tutmaya
çalışan Rusya, Çin, İran gibi ülkeler.
Açık
ki Suriye'deki gelişmelere bu kamplaşmada yer alan emperyalist
ülkelerin çıkarı yön vermektedir. Yerel aktörler bir biçimde
bu çıkarlara tabi kılınmaktalar.
Suriye'de
B. Esad rejiminin yıkılmaması durumunda ne olabilir?
Olabileceklerin hepsi ABD, Türkiye, S. Arabistan ve İsrail
açısından birer kabustur.
Suriye'de
rejimin yıkılmaması durumundan en karlı çıkacak olan bölgesel
güç İran'dır. Irak'ın da İran'ın etkisi altında kalması, en
azından mevcut ilişkilerin devam etmesi durumunda İran doğrudan
Suriye'ye, Lübnan'a (Hizbullah) uzanmış ve Akdeniz'e açılmış
olacaktır. Bu durumda İran batı Afganistan'dan Akdeniz'e kadar
uzanan geniş alanda “Geniş Ortadoğu Alanı”nın en önemli
bölümünde hakim güç olacaktır. Böylece “Büyük Ortadoğu
Projesi” ve Başbakan Erdoğan'ın “BOP-Eşbaşkanlığı” boşa
çıkacaktır. Bunun nasıl bir nüfuz alanı olduğunu ve BOP
içindeki yerini haritada gösterelim.
Sınırları
kırmızı çizgi ile belirlenmiş Amerikan çıkar alanını
neredeyse ortasında ikiye bölen Suriye'yi, Lübnan'ı, Batı
Afganistan'ı -S. Arabistan'ın kuzey sınırlarından, Ürdün ve
Türkiye'nin güney sınırlarına ve Afganistan içlerine kadar
uzanan alanı- kapsayan bir İran çıkar alanı ortaya çıkmaktadır.
Bu senaryonun gerçekleşmesi durumunda bölgedeki petrol ve doğal
gaz kaynakları ve sevkıyat koridorları için rekabetin nasıl
şekilleneceğini istediğiniz gibi düşünebilirsiniz.
Bu
senaryonun gerçekleşmesi durumunda İran'ın bu bölgeyi nasıl
yöneteceği pek önemli değildir. Böyle bir durumda B. Esad veya
Suriye rejimi açık ki Arap dünyasından kopacaktır ve varlığını
İran'a borçlu olduğunu hiçbir zaman unutmayacağı için de
İran'ın çıkarları doğrultusunda hareket edecektir. Açık ki
nüfuz alanını korumak için İran, ordularını Suriye'de de
konuşlandıracaktır. Sadece bu, bölge ülkeleri Mısır'ı,
İsrail'i, S. Arabistan'ı, Türkiye'yi ayağa kaldırmaya yeter!
S.
Arabistan üzerine İran algılaması, nüfuz alanıma ordularımı
konuşlandırırsam S. Arabistan korkar, karşı koyma yerine durumu
sineye çeri içermektedir.
S.
Arabistan'ın durumu kabullenmesi ABD'nin izni olmadan mümkün
değildir. ABD'nin bu durumu kabullenmesi, en azından S. Arabistan'a
durumu kabullen demesi, Körfez'deki küçük ülkelerin düşmesi
-İran'ın nüfuzu altına girmesi- anlamına gelir.
Bu
senaryonun gerçekleşmesi, İran'ın İsrail sınırlarına
dayanması, Mısır'ı doğrudan tehdit etmesi ve Türkiye'yi
güneyden de çevrelemesi anlamına gelir.
Böyle
bir durum hem İsrail hem Türkiye ve hem de Mısır açısından
açıktan bire savaş nedeni olur. Bu savaşın başını çeken de
Amerikan emperyalizminden başkası olmayacaktır.
Böyle
bir senaryonun gerçekleşmesi durumunda Rusya'nın Ortadoğu'daki
konumunun ne olacağı İran'ın tavrına bağlı olacaktır.
Amerikan tehdidi var olduğu müddetçe ortaklık içinde hareket
etmek zorunda kalacaklardır.
Böyle
bir senaryonun gerçekleşmesini kabus olarak gören ABD, diğer
Batılı emperyalist ülkeler, Türkiye, İsrail, Mısır ve S.
Arabistan bütün güçleriyle buna karşı mücadele edeceklerdir.
Bu nedenle B. Esad rejiminin yıkılmasını talep ediyorlar.
B.
Esad rejimini bir an önce yıkmaya çalışan bölgesel
aklıevveller, bu rejimin kolay kolay yıkılmayacağını baştan
bilmeleri gerekirdi. İran'ı jeopolitik olarak doğru okumaya
çalışanlar, Suriye rejimini güçlü kılan faktörü görmeleri
gerekirdi.
İran
üzerinde baskının arttırılması, doğrudan Esad rejiminin
zayıflatılması anlamına gelir. İran'ın Irak üzerindeki
nüfuzunun kırılması veya geri püskürtülmesi, Suriye rejiminin
zayıflatılması anlamına gelir.
Suriye'de
rejim değişimini NATO'ya havale etmek ise Arap ülkeleri nezdinde
ters tepkiye neden olabilir. NATO üzerinden müdahale edilmeseydi,
Gaddafi rejiminin kolay kolay yıkamayacağını Batıl emperyalist
güçler de biliyorlardı. Ama Suriye, Libya değildir ve Ortadoğu
denkleminde Libya biraz kenarda dururken, Suriye merkezde
durmaktadır; durum daha karmaşıktır. Diğer taraftan Arap
psikolojisini de anlamak gerekir; ikinci bir Arap ülkesinde rejimin
NATO bombardımanıyla değiştirilmesini Araplar ikinci defa sineye
çekerler mi, orası bilinmez. Ve Arap ülkelerinde gerici rejimler
sıra bir gün bize de gelecek diye düşünmezler mi? Yani İran
korkusu ne denli güçlü olursa olsun, Suriye'ye NATO ile müdahale
birçok bilinmezi beraberinde getirebilir.
Bu
senaryo bağlamında Amerikan emperyalizminin önünde fazla seçenek
yok:
Bu
senaryonun gerçekleşmesi durumunda ortaya çıkacak sonuçları
kabullenmesi, Ortadoğu'da hegemon olmaktan, bir bütün olarak
BOP'tan vazgeçmesi, son kertede bölgedeki müttefiklerini kendi
haline bırakarak çekilmesi anlamına gelir. Buna İsrail de
dahildir. Bu durumda Amerikan emperyalizmi gerileyen, çöken bir güç
olduğunu bütün dünyaya ilan etmiş olur, iddiasızlaşır, dünya
hegemonyası için rekabeti kaybetmiş olur.
Geriye
tek yol kalmaktadır; Suriye'de rejimi düşürmek, Irak'ta İran
etkisini kırmak ve İran'ı boğacak derecede çembere almak ve
gerekirse savaşarak teslim almak. İkinci olasılık gerçekçi
olanıdır.
Bu
nedenle ABD, üsleriyle İran'ı çember altına almıştır.
Aşağıdaki haritada bunu görüyoruz.
Harita
İran'ın, ABD tarafından adeta çevrilmiş durumda olduğunu, ABD
tarafından ne denli kuşatıldığını gözler önüne seriyor.
İran'a
karşı olası bir savaş durumunda ABD ve muhtemelen bütün NATO,
doğuda Afganistan'daki ve Pakistan'daki üslerini kullanacaktır.
Güneyde
S. Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Bahreyn'deki üsler;
Batıda ise Irak'taki ve Türkiye'deki üsler kullanılacaktır.
2-“Sykes-Picot”
anlaşmasını tazeleme senaryosu
Fransız
gazeteci Thierry Meyssan, “Obama ve Putin Ortadoğu'yu
paylaşacaklar mı” makalesinde her iki ülke arasında
gerçekleştirilmesi düşünülen bir paylaşma planından
bahsetmektedir. Burada sorun böyle bir planın olup olmadığından
ziyade böyle bir planın yaklaşık yüz sene önce uygulamaya
konmasıdır.
Ortadoğu'da
petrolün bulunmasından ve ekonomik değerinin artmasından sonra
bölgede emperyalistler arası çelişkiler de keskinleşmeye
başlamıştı. Bunun sonucu olarak hakim olan her bir emperyalist
ülke, bölgeyi kendi kontrolünde tutabilmek için yapay sınırlar
çizmiş, yapay ülkeler oluşturmaya çalışmıştı. Taktik, “böl
ve yönet” taktiğiydi, taktiğiydir.
Fransa
1919/1920 döneminde etnik nedenlere dayanan devletçikler
oluşturmaya çalışmıştı. Fransa ve İngiltere arasında Osmanlı
topraklarını (Kürdistan ve Ortadoğu'nun Osmanlı devleti
sınırları içinde olan toprakları) paylaşmak için 16 Mayıs
1916'da yapılan Sykes-Picot Anlaşması ve
Sevr'in ön koşullarını oluşturmak için San Remo Konferansı
(1920) Ortadoğu ve emperyalist çıkarlar bağlamında
devletçiklerin kurulması “böl ve yönet” taktiğinin
uygulanmasından başka bir anlam taşımaz.
Devletçikler
oluşturma politikası Irak'ın işgalinden sonra yeniden gündeme
gelmişti. Ortadoğu, bugün de geçerli olan “Lübnanlaştırma”,
“Balkanlaştırma” veya “Iraklaştırma” kavramlarıyla ifade
edilen emperyalistler arası çatışmaların ve kışkırtmaların
merkezi olmaktan çıkmamıştır.
Söz
konusu gazetecinin yorumuna göre ABD ve Rusya 1916'dan kalma
Sykes-Picot anlaşmasını tazelemek için görüşüyorlar. Önemli
olan, böyle bir görüşmenin gerçek olup olmamasından ziyade
böyle bir planın gerçekleştirilmesinin ne anlama geleceği ve
gerçekleştirme şansının olup olmadığıdır.
Önce
böyle bir planın gerçekleştirilmesi durumunda Ortadoğu'nun
siyasi haritasının nasıl şekilleneceğine bakalım. Bunu
aşağıdaki haritada görüyoruz.
Sykes-Picot
Anlaşmasına göre Ortadoğu'nun Fransa ve İngiltere arasında
paylaşımı:
Bu
senaryonun -eski ve yeni Sykes-Picot
anlaşmasının- Kürdistan'ı ne hale getirdiğini
aşağıdaki harita ile karşılaştırarak da çıkartabilirsiniz.
Kürdistan'ı
paramparça eden 1916'dan kalma Sykes-Picot
anlaşmasının yenilenmesine Kürt ulusu boyun eğer mi? Buna
inanmak için insanın aklından zoru olması gerekir.
Aslında
ABD'nin Ortadoğu'nun siyasi haritasını yeniden çizme anlayışı
yeni değildir veya bu gazetecinin makalesiyle ortaya çıkmış bir
plan değildir. Bu niyeti açığa vuran haritalar çizilmiş,
anlayışlar ortaya atılmıştır.
Böyle
bir senaryonun uygulanması, Amerikan emperyalizminin Avrasya
jeopolitikasından, BOP'tan ve nihayetinde dünya hegemonyasından
vazgeçmesi anlamına gelir. Böyle bir senaryonun uygulanması
durumunda, dünya tarihinde geriye çekilen, gününü doldurmuş,
yerini başka güç veya güçlere bırakma sürecinde olan bir ABD
ile karşı karşıyayız demektir.
ABD'nin
böyle bir senaryonun aktörü olmasına neden olan anlayışlardan
bahsedilmektedir:
-Birinci
anlayışa göre ABD, enerji temini konusunda giderek
bağımsızlaşmaktadır. Katranlı kumdan petrol ve kaya gazı
üretimi ile bu bağımsızlık sağlanmış oluyor. Bu durumda Basra
Körfezi'nden sorunsuz petrol sağlanmasını içeren1980'den kalma
Carter-Doktrini'nin bir anlamı kalmamış oluyor.
-İkinci
anlayışa göre ABD'ye sorunsuz petrol sağlamayı garanti eden
Suudi Hanedanını korumayı amaçlayan 1945'ten kalma Quincy
anlaşmasının bir anlamı kalmıyor.
-Üçüncü
anlayışa göre ABD, çok pahalıya mal olan, uluslararası arenada
savunulacak durumu kalmamış İsrail'i birtakım anlaşmalarla kendi
haline bırakıyor.
Bu
nedenlerden dolayı Barack Obama, Amerikan emperyalizminin dünya
hegemonyası jeopolitikasını bir kenara atmak için Rusya ile
anlaşmayı, ABD'nin çıkarlarına daha uygun görmüş oluyor. Bu
durumda ABD, bütün dünyanın gözü önünde Suriye sorununda
başarısız kaldığını, herhangi bir karşılık beklemeksizin
Rusya'nın Ortadoğu'da konuşlanmasına hazır olduğunu ve bölge
üzerinde Rusya ile birlikte kontrolü üstleneceğini kategorik
olarak açıklamak zorunda kalacak.
Ortadoğu'da
bu adımları atan ABD, buradaki güçlerini Uzakdoğu'ya kaydırarak
Çin'in gelişmesini frenlemeye çalışacak ve aynı zamanda Rusya
ile anlaşmasının bir sonucu olarak da Çin-Rusya ittifakının
parçalanmasını, dolayısıyla “Şanghay İşbirliği Örgütü”nün
dağılmasını ve Rusya'nın Uzakdoğu'da aktif olmamasını
bekleyecek.
Bu
adımları atmak için ABD, Rusya ile birlikte Suriye sorununu,
sorunsuz çözmenin yollarını arayacak; yani Ortadoğu'nun siyasal
haritasını, bölgeyi kendisiyle Rusya arasında paylaşma temelinde
tamamen değiştirecek.
Bu
aynen I. Dünya Savaşı sürecinde Fransa ve İngiltere'nin
Sykes-Picot Anlaşmasıyla Ortadoğu'yu kendi aralarında
paylaşmalarına benzemektedir. Fransa ve İngiltere 1916'da bu
anlaşma için 8 ay müzakere ettiler. Anlaşmanın içeriğini ise
Bolşevikler, iktidara geldikten hemen sonra açıkladılar.
Sykes-Picot Anlaşması özellikle Türk ulusal kurtuluş mücadelesi
tarafından geçersiz kılındı.
Yaklaşık
yüz sene sonra aynı anlaşma bu sefer ABD ve Rusya tarafından
tazelenmiş olacak!
Plan
çok basit; Suriye sorununun sorunsuz çözümünden sonra, yani bu
ülke ABD-Rusya çıkarlarına göre “istikrara” kavuştuktan
sonra İsrail ve komşuları arasında kapsamlı bir barışı
sağlamak için Moskova'da uluslararası bir konferans düzenlenecek.
Filistin sorunu çözülmeden Suriye barışa yanaşmayacağı için,
yönetimi parçalanmış Filistin'i ikna etmek ve Madrid Konferansına
(1991) göre hareket etmelerini sağlamak görevi Suriye'ye
veriliyor. Bu durumda İsrail, mümkün olduğunca 1967 sınırlarına
çekiliyor ve Filistin devletini oluşturmak için Filistin
topraklarıyla Ürdün birleşiyor. Shepherdstown görüşmeleri
(1999) doğrultusunda Taberiye Gölü İsrail'e veriliyor ve İsrail
de Golan Tepelerini Suriye'ye devrediyor. Suriye, anlaşmanın
Filistin-Ürdün kesimi için garantör oluyor.
Bağımsız
bir Kürdistan'ı kurmak için Irak üçe bölünüyor. Türkiye de
Kuzey Kürdistan'a otonomi statüsü vererek federal bir devlete
dönüşüyor.
Gözden
çıkartılan S. Arabistan üçe bölünüyor; bazı bölgeleri
Filistin-Ürdün devletine veya “Şii-Irak” devletine
devrediliyor.
Böylece
ABD, Rusya'ya büyük bir nüfuz alanı verirken, kendi nüfuz
alanlarından bir şey kaybetmemiş oluyor. Bu nasıl olur orasını
bilemem, ama söz konusu plana göre Ortadoğu aşağıdaki haritada
görüldüğü gibi yeniden şekillendirilmiş oluyor.
Bu
durumda Ortadoğu'nun yeni haritası aşağıdaki gibi çizilmiş
olacak:
Ortadoğu'nun
ABD ve Rusya arasında paylaşılması üzerinde yükselen bu
siyasi-askeri anlaşma, aynı zamanda enerji eksenli bir iktisadi
anlaşmadır. Suriye ve Akdeniz'in güneyinde yeni keşfedilen doğal
gaz yatakları, Suriye ve bu bölgeyi daha da önemli kılmaktadır.
Anlaşmaya göre ordularını Suriye'de konuşlandıracak olan Rusya,
doğal gaz pazarının büyük bir kısmını kontrol edecektir.
Senaryoya
göre ABD, bunların hiçbirsini karşılıksız yapmıyor: Rusya'yı
Uzakdoğu'dan uzak tutuyor, dikkatini Ortadoğu'ya yoğunlaştırmasını
sağlıyor ve yanı sıra İsrail yükünden de kurtulmuş oluyor. Bu
şöyle oluyor: Suriye'de konuşlanan Rus orduları, Arapların
İsrail'e saldırılarını veya İsrail'in Arap ülkelerine
saldırısını engelleyen bir görev üstlenmiş oluyorlar. Böylece
ABD, İsrail'i tarafsılaştırmış ve devasa ekonomik ve siyasi bir
yükten kurtulmuş oluyor.
Bu
senaryoya göre ABD, İran'ın bölgesel rolünü tanımak zorunda
kalıyor. Buna karşın, İran'ın Latin Amerika'dan çekilmesini
garanti altına almak istiyor.
Gerçekleşmesi
durumunda bu senaryonun kaybedenleri var: Uluslararası çapta
ekonomik entegrasyon olarak AB, emperyalist ülke olarak Fransa,
İngiltere, Almanya kaybedenler listesinin başında yer alıyorlar.
Bölgesel
olarak kaybedenlerin başında İsrail, Irak, S. Arabistan
gelmektedir. İsrail, önemsileştiriliyor, Irak ve S. Arabistan
bölünüyor.
Esas
kazançlı çıkanlar ise Suriye ve Rusya oluyor.
Bu
senaryoyu engelleyecek, yeni bir “Sykes-Picot Anlaşması”nı
geçersiz kılacak iki güç hesaba katılmıyor. Türkiye ve
Kürtler. Bu senaryonun gerçekleşmesi durumunda bağımsız
Kürdistan, bütün zenginliklerine rağmen kendini çevreleyen
ülkeler -bu durumda Türkiye, Suriye, Sünni ve Şii Irak ve İran-
tarafından boğulacaktır. Bu ülkelerin hiçbiri bağımsız
Kürdistan'a dost olmayacaktır. İran, Suriye ve Irak, Kürt
topraklarını kaybettikleri için dost olmayacaklardır. Türkiye
ise otonomi verdiği Kuzey Kürdistan'ı kaybetme tehlikesinden
dolayı dost olmayacaktır. Boğulmamak, denize açılmak için
Kürtler, Türkiye ve Suriye ile savaşırlar mı, bunu bilemem. Ama
Türkiye-Kürdistan birliği bütün bu planları altüst eder. Bu
durumda yeni bir “Sykes-Picot Anlaşmasını” bozacak tek güç
Türkiye-Kürdistan birliği olabilir.
Ama
başka bir alternatif, kesinlikle gerçekleşecek olan başka bir
“senaryo” daha var. O da Ortadoğu'da devrimci mücadele ve
sonuçlarıdır. Bu da ayrı bir yazının konusu olmalıdır.