deneme

20 Eylül 2014 Cumartesi

IŞİD – YARATILAN CANAVAR



IŞİD – YARATILAN CANAVAR
CİN ŞİŞEDEN ÇIKTI”

4-5 Eylülde Cardiff'te (Galler) gerçekleştirilen NATO zirvesinin gündeminde esasen iki konu vardı. Birisi Ukrayna ve ikincisi de IŞİD eksenli olmak üzere Ortadoğu’ydu. Ukrayna üzerine konuşuldu ve bir biçimde NATO'nun Doğuya yönelişi, bu bağlamda yeni stratejisi resmi olmasa da yeniden belirlenmiş oldu. Ama zirvede esas konu IŞİD bağlamında Ortadoğu'ydu.


Sovyetler Birliği ve revizyonist blokun dağılmasından bu yana Amerikan emperyalizmi üçüncü Ortadoğu savaşına hazır olduğunu bu zirvede açıklamış oldu. Bush ailesi başkanlığında Irak'a karşı iki sefere çıkan ABD, şimdi Obama başkanlığında üçüncü bir sefere çıkmak için gönüllüler birliği kurmaya çalışıyor. İlk iki seferde vesile Saddam Hüseyin idi, şimdi ise IŞİD.

Başta ABD olmak üzere Batının İngiltere, Fransa, Almanya gibi emperyalist ülkeleri yeniden demokrasiden, IŞİD cinayetlerine karşı ortaklaştırılmış mücadeleden bahsetmeye başladılar. İngiltere, ABD ile IŞİD'e karşı hava saldırılarına katıldı, Fransa hazır olduğunu açıkladı. Almanya ise Almanya'nın çıkarlarını Afganistan'da Hindikuşu'nda savunurken şimdi de Irak'ta savunmak için olsa gerek Peşmergeye silah yardımı yapmaya başladı. Obama, IŞİD liderlerini öldürün emri verdi. Daha öncesinde de Tora Bora dağlarında (Afganistan) El Kaide lideri Usame bin Ladin'i öldürmek için sefere çıkmıştı. Şimdi de IŞİD lideri Ebu Bekir Bağdadi'yi öldürmek için Irak ve Suriye çöllerinde sefere hazırlanıyor.

Aslında bu film bütün dünyaya daha önce gösterilmişti. Kendi aralarındaki rekabette üstün gelmek ve stratejik çıkarlarını geçerli kılmak için emperyalist ülkeler belli bir dönem kendi yarattıkları veya teşvik ettikleri örgütler üzerinden vekalet savaşları sürdürüyorlar ve belli bir aşamadan sonra bu örgütleri geri çekiyorlar. Ama bu her zaman istedikleri gibi olmuyor. Savaşan bu örgütler gelişmelerinin belli bir aşamasında bağımsız hareket etmeye başlıyorlar. Bu durumda cin şişeden çıkmış oluyor ve o cini yeniden şişeye tıkmak kolay olmuyor ve Taliban, El Kaide ve IŞİD örneklerinde gördüğümüz gibi imkansızlaşıyor. Bu durumda o örgütleri yaratanlar veya teşvik edenler o örgütlere karşı savaşmak zorunda kalıyorlar. Taliban'ın, El Kaide'nin ve IŞİD'in gelişme seyrine bakarsak bu gerçeği görürüz.
Hatırlayalım:

Taliban'ın ortaya çıkışı

Sosyal emperyalist Sovyetler Birliği, işgal ettiği (1979) Afganistan'da Afgan halkının direnişi sonucunda çıkmak zorunda kalır. Onun koruması altında kurulan kukla Muhammed Necibullah rejimi para ve silah desteği kesilince 1992’de devrilir.

Artık Afgan İslamcılarının “Gâvura karşı cihat” sorunu ortadan kalkar ve aralarında acımasız bir iktidar savaşı başlar. Direnişte yer alan İslami örgüt önderleri artık savaş ağalarına dönüşmüşlerdir.

1993'te İslami örgütler, yeni bir iktidar konusunda kendi aralarında anlaşırlar ve Tacik asıllı Burhaneddin Rabbani Devlet Başkanı ilan edilir. Ama iktidar savaşı devam eder.
1994'te ise Taliban hareketi kurulur.

Pakistan, B. Rabbani'nin devlet başkanlığı döneminde çıkarları doğrultusunda bir şey elde edemeyince yeni arayışlara girer ve 1994 yılında Peştunların çoğunluğu oluşturduğu Kandahar’da Diyobend medresesine bağlı Molla Muhammed Ömer'in (bir din adamı) etrafında toplanan öğrencilerden “Taliban” ismiyle anılan yeni bir grup oluşturur. Bu oluşumda belirleyici inisiyatif Pakistan İstihbâratı (ISI) ile Amerikan İstihbârat Teşkilâtı’nın (CIA) elindedir. Bu, Hikmetyar'ın devrilmesi veya devirmeleri durumunda kendi çıkarları doğrultusunda hareket edecek alternatif bir güç oluşturma hazırlığıydı.

ABD ve Pakistan destekli Taliban, oldukça hızlı gelişir ve 1995'te Kabil kapılarına dayanır. 1996'da Kabil'i ele geçiren Taliban, İslam devletini kurduğunu açıklar ve Molla Muhammed Ömer “Halifet‘ül-Müslimin” (İslam Halifesi) olarak ilan edilir.

Açık ki, Taliban’ın askeri olarak ortaya çıkışı tamamen ABD'nin ve Pakistan’ın bilgisi ve desteğiyle olmuştur. Bunun nedenini Orta Asya ülkelerinde elde edilen enerjinin (petrol) dünya pazarlarına taşınması sorununda aramak gerekir. Afganistan Orta Asya'dan Arap Denizi'ne inmesi gereken boru hattı üzerinde stratejik bir konuma sahip ama istikrarsız olan bir ülkedir. Afganistan aynı zamanda Amerikan emperyalizminin Avrasya jeopolitikası bakımından mutlaka ele tutulması gereken bir ülkedir. Afganistan'da bakarak Rusya ve Çin kolaylıkla izlenebilir (1).

Diğer taraftan Taliban rejimi, Sünni Afgan Devleti olarak İran’a karşı Orta Asya’da tampon bir devlet de olabilirdi.

İktidara gelen Taliban ABD açısından sevimli olmuştur. ABD ile Taliban arasında resmi olmayan ilişkiler sıklaştır (2).

Artık Taliban “Orta Asya Satranç Tahtası”nda o büyük oyunun bir maşası olmuştu; bu oyunun 21.yüzyıl versiyonunda bu kez emperyalist devletlerin yanı sıra petrol şirketleri, adına İslamcı denilen Batı destekli terör örgütleri ve tabii ki Taliban da yer alıyorlardı.

ABD, Rusya ve İran’ın tepkisine rağmen Taliban’a uydu desteği dahil her türlü askeri yardım yapmaya devam eder.

Ama iktidardaki Taliban, iktidara gelmek isteyen Taliban'dan çok farklı olduğunu, kendi çıkarları doğrultusunda hareket edebileceğini kısa zamanda gösterir. Söz konusu petrol boru hattının hangi şirket tarafından inşa edileceği konusunda anlaşamamazlık uzlaşamamaya dönüşür
ABD Taliban meselesinde hep Pakistan ve Suudi Arabistan'ı öne sürmüştü. Hep ikili oynamıştı, mutlaka bir B planını çekmecede saklamıştı. Sonuçta ABD 1999'yılından itibaren Talban'dan umudunu keser, desteklemekten vazgeçer, ama Afganistan'dan vazgeçmez. Şimdi ABD için önemli olan, Taliban rejimini devirmek ve doğrudan kendi uşağı olan yeni bir rejim kurmaktı. Önemli olan bu amaca hizmet edecek bir vesilenin bulunması gerekiyordu. 11 Eylül 2001'de New York'ta “ikiz kule”lere saldırı aranan vesile oldu ve ABD, malum “demokrasi götürme” demagojisi eşliğinde Taliban rejimini devirmek için Afganistan'a savaş açtı. Yeni devletin başı Unoloc petrol şirketinin danışmanı Hamid Karzai'den başkası değildi. Bakanların 10'u da Amerikan pasaportluydu.

El Kaide

ABD, Afganistan'ı işgal eden Sovyetler Birliği'ne karşı savaşsınlar diye direnişçilere para, silah ve eğitim yardımı yapıtı. Direnişçilerin lider kadrosu daha ileri düzeyde kapsamlı bir eğitim aldılar. ABD’nin gönderdiği yardımlar Pakistan gizli servisi ISI tarafından iletiliyordu. 1981-1991 yılları arasında ABD tarafından direnişçilere yapılan para yardımı 3 milyar doları buldu.

1979'da Afganistan'ın Sovyetler Birliği tarafından işgalinden sonra bütün dünyada Müslümanların dikkati bu ülkeye ve Afganlı mücahitlerin direnişine çevrildi. Başta Ortadoğu olmak üzere Müslüman ülkelerden işgale karşı mücadele etmek isteyen binlerce insan Afganistan'a akın etmeye başladı (3).

Sonuç itibariyle Sovyet ordusu, 1989 yılında Afganistan’dan kademeli olarak çekilir. Arkasında silah depoları ile 10 yıl boyunca savaş alanlarında tecrübe kazanmış, radikalleşmiş on binlerce direnişçi bırakır. Sovyet ordusunun çekilmesinden sonra direnişçiler Sovyet kuklası rejimi kısa sürede devirirler. Ülkede iç savaş başlar ve savaşan gruplar arasında hakimiyet mücadelesi uzun yıllar devam eder. Usama Bin Ladin ise Şubat 1989'da Suudi Arabistan’a der.

Ülkelerine geri dönen İslamcı direnişçiler idealleri uğruna mücadeleye devam etmek isterler. Ne de olsa Sovyetler Birliği'ninkiyle karşılaştırılamayacak derecede sınırlı silah ve insan gücüne sahip olan direnişçiler dünyanın iki süper gücünden birini 10 yıllık bir savaş sonucunda dize getirmişlerdi. Bu onlara büyük bir moral verir.
Afganistan’dan ülkelerine dönen İslamcı direnişçiler çeşitli örgütler kurdular (5).

Taliban-El Kaide ilişkisine baktığımızda şunu görüyoruz:
İdeoloji ve amaçta genel görüş birliği Taliban ve El Kaide'nin kısa zamanda kaynaşmalarını beraberinde getirir. El Kaide maddi imkanlarını ve iyi eğitim görmüş savaşçılarını Taliban’ın hizmetine sunar. Buna karşın Taliban da El Kaide’nin serbest hareket etmesini sağlar. Öyle ki El Kaide, Taliban’ın 1996'da Afganistan’ın birçok bölgesinde hakim olmasından sonra Afganistan’ın gölge hükümeti konumuna gelir.

Açık ki El Kaide Afganistan'da İslami direnişçileri Sovyetler Birliği işgaline ve Sovyet yanlısı kukla rejime karşı savaşında desteklemek için kurulmuştur. Nitekim Aralık 1979'da Sovyetler Birliği'nin Afganistan'ı işgal etmesi, Müslüman dünyasında “gavur”un Müslüman bir ülkeyi işgal etmesi olarak algılandı veya böyle algılanması için sonuç veren propaganda yapıldı: Öyle ki S. Arabistan'da din adamları, Arap gençleri Afganistan'da Sovyet işgaline karşı savaşmaları için teşvik edici, yönlendirici hutbeler vermeye, camilerde Cuma namazlarında Afganistan'daki İslamcı direnişçileri desteklemek için bağış toplamaya başlarlar, gönüllü Arap gençleri Pilavur kentine (Pakistan) akarlar ve orada eğitim görerek Afganistan'a geçerler. El Kaide böyle kurulur.

Tabii bu sadece S. Arabistan'da din adamlarının marifeti olarak açıklanamaz. Afgan-Sovyet savaşı sürecinde CIA, Suudi Arabistan aracılığıyla direnişçileri destekliyordu. Ama savaş bitiğinde, Sovyet ordusu Afganistan'dan çekildikten sonra yabancı, ağırlıkta da Arap İslamcı direnişçilerin işi de bitmiş oluyordu. Geri dönenler arasında Bin Ladin de vardı.
Burada El Kaide’yi Batılı gizli servisler mi kurdu veya yönlendirdi tartışmasının bir anlamı yok. Açık olan şu ki, Afganistan’da savaşan ilk gönüllülerin Sovyetler Birliği’ni engellemek isteyen ABD, İngiltere, Suudi Arabistan, Mısır, Pakistan ve Çin gizli servisleri tarafından teşvik edildikleri, finanse edildikleri ve eğitildikleri bir gerçektir. Sovyet ordusunun Afganistan’ı terk etmesinden sonra bu direnişçiler kendi başına bırakıldılar. El Kaide de bu süreçte El Kaide olmaya başladı; bu cinin şişeden çıkmaya başladığı süreçti.

El Kaide'nin CIA veya başka Batılı istihbarat örgütlerinin elinde olması illa da onlar tarafından doğrudan kurulması anlamına gelmez. Açık ki, Suudi Arabistan, Pakistan, Mısır gibi ülkelerin gizli servisleri, en azından kendi iç güvenlikleri kaygısıyla Afganistan'daki “enternasyonal” direnişçileri takip etmeyi, içlerine sızmayı ihmal etmediler. CIA'e gibi emperyalist ülkelerin istihbarat örgütleri de Müslüman ülke istihbarat örgütleri üzerinden El Kaide'yi yönlendirebiliyorlardı. Çok iyi savaşçı olan, teknolojiyi çok iyi kullanan çeşitli ülkelerde (örneğin Afganistan ve Çeçenistan’da Rusya’ya, Somali’de ABD’ye, Bosna’da Sırplara, Keşmir’de Hindistan’a karşı) savaşan bu İslamcı direnişçilerin varlıklarının en azından ilk aşamasında Batılı uzmanlar tarafından her bakımdan -her türlü gerilla eğitimi bakımından- eğitildikleri bir gerçektir. Bu gerçeklikten dolayı başlangıcında El Kaide'nin CIA tetikçisi bir örgüt olduğunu, Afganistan’daki emperyalist işgal döneminde CIA ve İngiliz İstihbarat Örgütü M16 tarafından kurulduğunu ve yönlendirildiğini söylemek yanlış olmaz. Uluslararası bir örgüt olarak El Kaide, dünyanın pek çok İslam ülkesinden binlerce Sünni Müslümanı savaşçı olarak toplayabilmiştir (6).

Irak Şam İslam Devleti (IŞİD)

Irak Savaşı, 20 Mart 2003'te ABD ve İngiltere önderliğinde “Çok Uluslu Koalisyon Güçleri”nin Irak'a saldırısıyla başlar. Terörle mücadele, kitlesel yok etme silahlarının varlığı bahane edilerek Irak'ta Saddam Hüseyin rejiminin yıkılması amaçlanır. Irak kısa zamanda işgal edilir ve aynı zamanda işgale karşı direniş de başlar ve giderek şiddetlenir. Afganistan direnişinde olduğu gibi Irak direnişine de dışarından El Kaide savaşçıları gelir. Bunlara Ürdün asıllı Ebu Musab El Zarkavi önderlik ediyordu. Başlangıçta El Kaide’den bağımsız hareket eden El Zarkavi kısa bir süre sonra El Kaide’ye bağlı olduğunu açıklar ve örgütünün adını (“Birlik ve Cihad”) “Irak El Kaide Örgütü” olarak değiştirir. Kısa bir zaman sonra da Bin Ladin, Zarkavi’yi “Irak’taki El Kaide’nin prensi” olarak açıklar.

Komplo teorilerine mi kanıyoruz, bilmiyorum. Ama bir karşılaştırma yapmak yararlı olur. Usame bin Ladin bir CIA yetiştirmesidir, eğitilmiş ve belli görevler için hazırlanmıştır. Zengin bir Suudi ailesi mensubu olan Ladin, Sovyet işgaline karşı Afgan direnişinde İslamcı örgütlerin lojistik ve finansmanından sorumlu en önemli kişiydi.

Tesadüf müdür bilinmez, Amerikan emperyalizminin müdahale etmek, işgal etmek istediği hemen her yerde, hemen her bölgede bir El Kaide tehdidi ortaya çıkmıştır. Örneğin bunu Sudan'da,Yemen’de, Körfez’de gördük. El Kaide ortaya çıktıktan bu yana bu örgüt ABD’nin askeri müdahalesi için her zaman bir gerekçe olmuştur.
IŞİD meselesinde de benzer bir gelişme görüyoruz. Irak'ın işgal edildiği dönemde Ebu Bekir El Bağdadi Samarra’da bir camide din görevlisi olarak çalışıyordu. Amerikan Savunma akanlığının açıklamasına göre Bağdadi, 2004 yılı boyunca ABD tarafından Bucca kampında özel olarak kontrol altında tutulan sivillerden birisiydi. Aralık 204'te koşulsuz olarak serbest bırakılır. Ama Bucca hapishanesinin o zamanki komutanına göre El Bagdadi ancak 2009 yılında hapishaneden çıkar.

Ebu Bekir El Bağdadi, Bucca kampındayken kendi El Kaide grubunu kurar. 2006 yılında 4500 mahkumla birlikte El Kaide militanları da Maliki yönetiminin kontrolü altındaki Ebu Garib hapishanesine nakledilirler.
ABD Irak’tan çekilme kararı alır. Irak El Kaide lideri Abu Musab Zarkavi Temmuz 2006'da öldürülür. Bir süre sonra Ebu Bekir El Bağdadi Irak El Kaide’sinin yeni lideri olur. Kısa bir zaman sonra yaklaşık bin kadar El Kaide savaşçısı da 2013 yazında hapishanelerden serbest bırakılır ve Irak El Kaidesine katılır.
CIA'nin eksi şefi Graham Fuller de, IŞİD'in esas yaratıcılarından birinin ABD olduğunu söylüyor.
ABD’nin bu örgütün ana yaratıcılarından biri olduğunu düşünüyorum. IŞİD’i yaratmak gibi bir emeli yoktu ama Ortadoğu’daki yıkıcı müdahaleleri ve Irak Savaşı IŞİD’in oluşmasındaki temel nedenler oldu. Zaten hatırlarsanız, bu örgütün çıkış noktası ABD’nin Irak işgalini protesto etmekti. O günlerde İslamcı olmayan bir çok Sünni tarafından da desteklenmişti çünkü Irak Savaşı karşıtlığının ortak cephesiydi. Sonra bir canavara dönüştü” (Ezgi Başaran'ın Graham Fuller ile söyleşisi, 01.09.204 tarihli Radikal gazetesi).

IŞİD'İ İŞİD yapan tabii ki, doğrudan veya dolaylı olarak başta ABD olmak üzere emperyalist ülkelerin desteği, teşviki, yönlendirmesi veya göz yumması değildir; bunda Irak’ta Amerikan işgaline karşı mücadele eden Baas kadrolarının katkısı da küçümsenemez.
Nasıl ki El Kaide'nin tohumları Afganistan direnişinde atıldıysa IŞİD'in tohumları da ABD'nin 2003’te Irak işgaliyle atıldı. Afganistan direnişinde yetişmiş olan Ürdünlü Ebu Musa Zerkavi 2004’te ‘Tevhid ve Cihad Cemaati’ adlı bir örgüt kurar. Bu örgüt Zerkavi'nin El Kaide lideri Usame bin Ladin’e biat etmesinden sonra ‘Mezopotamya’daki Cihad Kaidesi’ adını alır. 2006’da Zerkavi, Sünni bir isyan başlatmak için birkaç örgütü ‘Mücahitler Şurası Konseyi’nde birleştirir. Aynı yıl içinde Zerkavi ABD tarafından öldürülür. Halefleri Mısırlı Ebu Eyyüb (Ebu Hamza el Muhacir) ve Ebu Ömer el Bağdadi konseyi Iraklı aşiretlerle genişleterek Irak İslam Devleti’ni (IİD) kurarlar ve 10 bakandan oluşan bir de kabine oluştururlar. 2010 yılında Ebu Ömer ve Ebu Hamza öldürülünce sahneye Ebubekir El Bağdadi çıkar.

IŞİD'in amacı Irak'ta Sünni bir devlet kurmak olabilir. Ama yönlendiricilerinin, destekleyenlerin amacı farklıdır. Bugün bildiğimiz IŞİD militanları Ürdün'de CIA tarafından eğitilirler, Esad rejimine karşı savaşmaları için Suriye'ye gönderilirler.

IŞİD'in öne sürülmesinde temel iki neden var: Bunlardan birisi Irak'ta Maliki iktidarını devirmek ve aynı zamanda Irak'ın üçe bölünmesinin temelini atmak. İkinci neden ise Suriye'de Esad rejimini devrime mücadelesinde sonuç almak. Bu nedenlerden dolayı IŞİD özellikle ABD, S. Arabistan ve Türkiye tarafından desteklenmiş ve silahlandırılmıştır.

Ama İŞİD, Irak'taki başarılarından sonra Amerikan çıkarlarına yönelince ve Suriye'de istenilen amaca ulaşılamayınca Taliban ve El Kaide'nin kaderini paylaşma sürecine girmiştir; Irak'ta görevi biten ve Suriye'de istenilen sonucu alamayan ve kendi başına hareket etmeye başlayan IŞİD bombalanmaya, o zamana kadar “bilenmeyen” vahşeti sergilenmeye başlanmıştır.

IŞİD olmazsa, başka bir ad altında “yeni” bir örgüt öne sürülerek Ortadoğu'nun balkanlaştırılması, devletçiklere bölünmesi ve bunlar üzerinde emperyalist hegemonyanın gerçekleştirilmesi devam eder. Irak'ın fiilen üçe bölünmüşlük durumu ve Suriye'nin de Rojava hariç mezheplere göre ayrışmışlığı bunu göstermektedir.

Başta ABD olmak üzere Batılı emperyalist güçler, özellikle de İngiltere, Fransa ve Almanya, Ortadoğu'yu balkanlaştırma sürecini bölgede istikrarsızlığı sürekli kılarak gerçekleştirmek istiyorlar. Böylece, sürekli istikrarsızlıkla bölgede askeri varlıklarına bir neden bulmuş oluyorlar. Bu istikrarsızlık sürecinde devletsel yapılar yıkılacak, güçlü direniş odaklarının oluşumu engellenecek ve süreklilik kazandırılan göçler ve “yardım”larla bağımlılık ilişkileri sürekli kılınacaktır.

IŞİD ve benzeri örgütler bu planın sahada uygulayıcısı durumundalar. Libya'da öyle oldu. El Kaide'ye karşı mücadele eden ABD ve diğer Batılı güçler, Libya'yı havadan bombalarken sahada Gaddafi rejimine karşı El Kaide ve başkaca İslamcı örgütler mücadele ediyorlardı. Bunların Libya'da işleri bitince Ortadoğu'ya; Suriye ve Irak'a kaydırıldılar. Dün Libya'da Batılı emperyalist ülkelerin maşası olan bu örgütler, bugün de Ortadoğu'da aynı ülkelerin maşası durumundalar.

Açık ki IŞİD, ideolojisi bakımından değil, ama eylemlerinin emperyalist çıkarlara hizmet etmesi, eğitimi, desteklenmesi, lojistik olanaklar sağlanması ve gerektiği zaman harekete geçirilmesi bakımından bağımsız bir örgüt değildir; ipleri ABD ve Batılı emperyalist ülkelerinin elindedir. IŞİD, Odtadoğu'nun balkanlaştırılması, devletçiklere bölünmesi projesinin bir aracıdır. Amerikan emperyalizminin Irak politikası iki yönlüdür; bir yönü Irak'ın parçalanmamasıysa, diğer yönü de Irak'ın parçalanması, üçe bölünmesidir. ABD'nin Irak politikası bu her iki ihtimal üzerine kurumuştur. Çıkarlarına uygunsa Irak'ın merkezi hükümetinin güçlendirilmesinden, değilse parçalanmasından yana tavır koyabiliyor. Nitekim bu her iki ihtimali dile getiren sayısız Amerikan kaynaklı yazılar ve haritalar var. Irak'ın üçe bölünme meselesi bugünden yarına gerçekleştirilecek bir plan değildir; uzun vadede ele alınan, etnik ve mezhepsel sınırlar içinde gerçekleşecek bir bölmedir.

Amerikan emperyalizmi Suriye ve Irak'ta hareket halindeki IŞİD'in her iki ülkedeki faaliyetini daha iyi koordine etmek ve kontrolden çıkmasını engellemek sorunuyla da karşı karşıyaydı. IŞİD'in Sünni bir devlet kurma amacı, ABD'nin planına ters düşmüyordu. Irak'ta Sünni bir devlet veya IŞİD'in tanımlamasıyla bir Halifelik kurmak bu ülkenin fiilen üçe bölünmesi anlamına gelmektedir: Bir taraftan Şii bir devlet, diğer taraftan Kürdistan ve Sünni bir devlet.

“Irak İslam Devleti” Nisan 2013'te “Irak ve Suriye İslam Devleti” adını alıyor. Böylece hedef büyütülmüş oluyor. Bu isim değişimi aslında jeopolitik bir anlam taşımaktadır. Bu değişim, Suriye'de Esad rejiminin İslami örgütler karşısında aldığı başarıdan, onları geriletmesinden sonra gündeme geliyor. Aslında bu, ABD ve müttefiklerinin Esad rejimi karşısında bir yenilgisi olarak da görülebilir. Suriye'de IŞİD ve Irak'da IŞİD, her iki ülkeden Sünnilerden oluşan bir Sünni devleti demektir. Bugün IŞİD'in kontrol ettiği alan bu “devlet”in sınırlarını oluşturmaktadır.

[Irak ve Suriye coğrafyasına baktığımızda şunu görüyoruz: Bu coğrafyada ilk devletsel yapı İslam dini ile birlikte oluşturulmaya başlamıştır. Muhammen sadece bir peygamber değil, aynı zamanda bir devlet adamıydı; Müslümanlık doğuşuyla birlikte devletleşen bir din olarak gelişmiştir. Suriye ve Irak coğrafyası Muhammed sonrasında dört Halife döneminde (632-661); Emeviler döneminde (661-750); Abbasiler döneminde (750-1258); Büyük Selçuklu Devleti döneminde (1038-1157) ve Osmanlı devleti döneminde feodal düzenin vasalı, sömürgesi olarak kalmış ve kendi başına devletleşme imkanı olmamıştır. Osmanlı devleti dağılırken, I. Dünya Savaşı sürecide ise Fransa ve İngiltere arasında imzalanan Sykes-Picot anlaşmasına (1916) göre bu coğrafya yapay olarak parçalanmıştır. Uluslaşma süreci oldukça geç başlayan bu coğrafyada Suriye ulusu, Irak ulusu formlaşmasının yerine dinsel ve etnik farklılıklar sürekli ön planda olmuştur. Bu gerçeklikten dolayı yukarıdaki ve aşağıdaki haritalarda sınır belirlemesi keyfi değil, etnik ve dinsel farklılıkları ifade eden bir olgudur. Bu bakımdan da belli bir çözülme -devletçiklere ayrışma durumunda ciddiye alınması gerekir.]

IŞİD sadece ABD-NATO tarafından değil, aynı zamanda Türkiye, S. Arabistan, Katar tarafından da kullanılan bir araç durumundadır. Veya Suriye ve Irak'a planlı bir şekilde müdahale eden hemen her güç IŞİD kartıyla hamle yapmak durumunda. En azından bugün durum böyle.


Ortadoğu'da taşlar yerinden oynatıldı, geriye, eski hale dönülmesi artık mümkün olmayan bir süreç işlemektedir. Bu süreçte bugün IŞİD var, yarın başka bir adla olabilir veya hiç olmayabilir. Ama yerini başka bir örgüt alabilir. Her halükarda Batılı emperyalistler Rusya, Çin ve İran'a karşı bölgedeki hegemonya mücadelesinde üstün gelmek ve enerji kaynaklarını ve sevkıyatını kontrol etmek için bölgeyi yeniden yapılandırmada ısrarlı olacaklardır. Bunu anlamak için IŞİD olgusunun arkasında yatan jeopolitik gerçekliği görmek gerekir.

IŞİD ve Jeopolitik Gerçeklik

IŞİD, başta ABD olmak üzere Batılı emperyalist devletlerin ve bölgedeki Türkiye, S. Arabistan gibi ülkelerin Rusya, Çin, Suriye, Irak ve İran ekseninin etkisini parçalamalarında bugün için tek belirleyici güç olmuştur. Bu bakımdan IŞİD Ortadoğu'nun Osmanlıdan sonraki jeopolitiğini değiştiren, en azından bugün için soru götürür hale getiren fiili güçtür. Her şeyden önce İran'ın Irak-Suriye-Lübnan üzerinden Akdeniz'e açılmasını, o “Şii hilali”ni Irak-Suriye sahasında parçalamıştır. Bundan kimin çıkarı var diye sorsak, karşımıza Batılı emperyalist ülkelerin yanı sıra bölgede Türkiye ve Arabistan gibi ülkeler çıkmaktadır. Veya İran'la rekabet içinde olan her ülkenin bundan çıkarı vardır. Bölgede Rusya, Çin ve İran'ın hegemonik çıkarları ve açılımları göz önüne alınmadan IŞİD anlaşılamaz.

IŞİD'in şimdiye kadar, daha doğrusu Irak'ta Amerikan şirketlerinin petrol çıkarma alanlarına doğrudan saldıracak mesafeye kadar ilerlediği, Güney Kürdistan'a yöneldiği zamana kadar yaptığı tamamen Amerikan emperyalizminin, Türkiye ve S. Arabistan'ın veya İran'la çelişki içinde olan bölge ülkelerinin çıkarları doğrultusundaydı. Rusya ve Çin'in doğrudan desteklediği İran-Irak-Suriye-Lübnan (Hizbullah) eksenini parçaladı. Suriye'nin doğusuyla, Irak'ın batısının IŞİD kontrolüne girmesi fiziki olarak “Şii hilali”ni parçalamış, Suriye'nin İran ile fiziki bağını kopartmıştır. Bunu yukarıdaki haritada görüyoruz.

Bunun ötesinde IŞİD'in Irak ve Suriye'de Sünnileri birleştiren bir Sünni devlet kurma projesi de Batılı emperyalistlerin ve Türkiye'nin çıkarına ters düşmemektedir. Devletçiklere bölünmüş Suriye ve Irak'ın yanı sıra Suriye-Irak ortak coğrafyasında -Sünnilerin yaşadıkları bölgede- adı ne olursa olsun bir Sünni devlet, ABD, Türkiye ve S. Arabistan'ın çıkarlarına ters düşmez. Bu, İran'ın açılımlarına karşı bir tampon güç oluşturur. Böyle bir IŞİD, bölgede İran'a karşı ABD, Türkiye, S. Arabistan ve Körfez'in diğer ülkeleri açısından önemli bir sigorta olur. IŞİD Irak'ta Amerika'nın kırmızı çizgilerini aşmasaydı, nereye kadar ilerlemesi gerekiyorsa oraya kadar ilerleseydi, belki de ABD'nin hışmına uğramazdı, yani cin şişeden çıkmamış olurdu ve IŞİD de Sünnilere dayanan devleti kuracak bir güç olarak hala ABD'ye hizmet ediyor olabilirdi.
Ama görüldüğü gibi IŞİD artık kontrol altında olan bir güç olmaktan çıkmıştır. Aksi taktirde neden ona karşı yok etme seferberliği ilan edilmiş olsun ki?

IŞİD görevini yerine getirdi, IŞİD gidebilir”
IŞİD, ABD'nin Suriye'ye saldırması için bir vesile oluyor

Amerikan emperyalizmi Suriye'ye saldırmak ve Esad rejimini yıkmak için IŞİD'den kaynaklı Irak'taki krizi vesile olarak kullanmak niyetinde. Tabii bunu AB'nin emperyalist ülkeleriyle birlikte ABD'nin sadece Esad'ı devirme anlayışıyla sınırlandırmak oldukça yanlış olur. Burada söz konusu olan, Suriye, Esad rejimi nezdinde Rusya, Çin ve İran'a karşı bir mücadeledir. Rusya'nın ve İran'ın doğrudan ve güçlü olarak Esad rejimini desteklemiş olması başta ABD olmak üzere Batılı emperyalist ülkeleri frenlemişti. Şimdi durum tersine dönmüşe benziyor; Ukrayna'daki gelişmelerden dolayı sıkışan Rusya Batılı emperyalistlerin IŞİD'a karşı savaşında ve Esad rejimine karşı olası saldırı açıklamaları karşısında sessiz kalmaktadır.

Şu hale, şu çelişkiye bakın: Afganistan'da Talibancı İslamcılara karşı mücadele eden ABD ve Batılı emperyalist ülkeler, Suriye'de Esad rejimini yıksın diye aynı ideolojiden İslamcılara destekliyor; bunların Iraka'a girmesine ve Sünni bölgelere yerleşmesine göz yumuyor ve “belirlenen” sınırları aşınca bombalanıyor. Şimdi aynı IŞİD, dün iyiyken, desteklenmeye, eğitilmeye değer güç iken bugün Irak'taki faaliyetinden dolayı Suriye'nin olası bombalanmasının da doğrudan bir vesilesi oluyor.

Şengal'de Ezidi katliamı sürerken ABD'nin ve bugün Kürtlere yardım için Erbil yollarına düşen İngiltere, Fransa ve Almanya'nın kılı bile kıpırdamamıştı. O dönem “insanlık” yoktu. Ancak IŞİD, çizmeyi açıp Erbil'e, Bağdat'a, Amerikan şirketlerinin petrol çıkardıkları alanlara yönelince Ezidi katliamı hatırlanır, insani yardımdan bahsedilir oldu ve IŞİD'a karşı havadan bombalamalar başladı. Ama hepsi bu kadar. Ne zaman ki IŞİD, kesilmiş kelleleri gösterdi, işte o zaman “teröre karşı savaş” anlayışı Batılı emperyalistler tarafından Suriye'ye saldırmak için kamuoyu oluşturmanın bir vesilesi oldu. Başarısız oldukları da söylenemez. Desteklediği, finanse ettiği, eğittiği IŞİD, kendi vatandaşının kellesini kesince ABD, Suriye'ye saldırmak istiyor. Kim bilir, Suriye'de Esad rejimi devrilince sıra belki de İran'a gelir.

NATO zirvesinde IŞİD'e karşı alınan karar ve gelinen nokta

4 Eylül’deki Nato zirvesinde Ortadoğu bağlamında alınan kararları hatırlayalım. Zirvede “Çekirdek Koalisyon” kurmak için pazarlık yapıldı. Yine gönüllüler arandı; İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, Danimarka, Polonya, Kanada, Arnavutluk, Türkiye, Avustralya IŞİD'e karşı mücadelede gönüllüleri oluşturuyorlardı. NATO Genel Sekreteri A. F. Rasmussen IŞİD’e karşı “Uluslararası toplum, bu tehlikeli örgütü durdurmak için elinden geleni yapmakla yükümlüdür” diyordu. Diğer taraftan NATO da, “Irak hükümeti talep ederse, Irak’ta savunma kapasitesi geliştirme misyonu oluşturmayı değerlendirmek için hazır“ olduğunu açıklıyordu. Açık ki bu kararlar Irak merkezi hükümeti güçlendirilmek istenmektedir.

IŞİD bağlamında ikinci toplantı 11 Eylülde S. Arabistan'ın Cidde şehrinde yapıldı ve bu toplantıya ABD ve Türkiye dışında 10 Arap ülkesi (Suudi Arabistan, Türkiye, Bahreyn, Mısır, Irak, Ürdün, Kuveyt, Lübnan, Umman, Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri) katıldı. Ortak açıklamaya Türkiye imza atmadı. Toplantıda IŞİD'i yok etme stratejisinin tüm Irak ve Suriye'yi kapsayıp kapsamayacağı tartışılmış ve açıklamaya imza atan ülkeler IŞİD'e para ve militan akışını durdurmak konusunda anlaşmışlar. Ayrıca koordineli bir askeri operasyona destek verilebileceği de dile getirilmiş.

IŞİD'e karşı mücadele bağlamında son olarak 15 Eylülde Paris’te IŞİD zirvesi yapıldı. Toplantıya Fransa, ABD, Almanya, Birlemiş Arap Emirlikleri, Danimarka, Türkiye, Hollanda, Irak, İngiltere, İspanya, İtalya, Kanada, Katar, Kuveyt, Lübnan, Mısır, Norveç, Rusya Federasyonu, Suudi Arabistan, Oman, Bahreyn, Japonya, Ürdün, Arap Birliği, AB ve BM temsilcileri katıldı.
Toplantının sonuç bildirisinde, IŞİD'in yalnızca Irak için değil, tüm uluslararası toplum için tehdit olduğu belirtiliyor, sivillere yönelik saldırıların insanlığa yapıldığı vurgulanıyor, bu suçların cezasız kalmayacağı ve İnsan Hakları Yüksek Komiserliği tarafından yürütülen soruşturmalara destek verileceği açıklanıyor.

Katılımcılar, IŞİD'in Irak'taki varlığına ivedilikle son verilmesi gerektiği konusunda hemfikirler. Bunu gerçekleştirebilmek için de Irak'taki yeni hükümete kendi talepleri doğrultusunda ve uluslararası hukuka uygun şekilde askeri destek de dahil gereken yardımın yapılacağı belirtiliyor.
Bu toplantı sonucunda yayımlanan bildiride “Yeni Irak hükümetine ihtiyaç duyulan her şekilde yardım edilecektir. Bunun içinde uygun askeri yardım da var. Yardım, uluslararası hukuk ve sivil güvenliğine uygun olarak Iraklı yetkililerin bildirdiği ihtiyaçlar doğrultusunda yapılacaktır”deniyor.

Her üç toplantıda da başta ABD olmak üzere Batılı emperyalist ülkeler NATO çerçevesinde, Arap ülkelerini de katarak IŞİD'e karşı savaş ilan ediyorlar, merkezi Irak hükümetinin ve Güney Kürdistan yönetiminin güçlendirilmesi esas alınıyor. Açık ki, havadan saldırılara karada Peşmerge güçlerinin ve Irak ordusunun eşlik etmesi esas alınıyor. ABD, Fransa, İngiltere IŞİD'i havadan, Peşmerge güçleri ve Irak ordusu da karadan vuracaklar, Almanya ise kesinlikle askeri operasyonlara, yani savaşa katılmayacak, ama silah yardımı yapacak.
Ayrıca, IŞİD'i yok etmek için hava saldırıları Suriye üzerinde de sürdürülecek. Suriye'nin saldırması durumunda buna ABD karşılık verecek.

Peki arka arkaya düzenlenen bu üç toplantıdan çıkartılması gereken sonuç nedir?

IŞİD'e karşı mücadele açısından:
Taliban ve El Kaide örneğinde de böyle olmuştu. Önce desteklediler, eğittiler, silahlandırdılar ve kendi amaçları için mücadele etsinler diye sahaya sürdüler. Ama ne zaman ki, bu örgütler kendi çıkarları doğrultusunda hareket etmeye veya kendileri için belirlenen amacın dışına çıkmaya başladılar, işte o zaman işledikleri cinayetler, yaptıkları katliamlar anlatılmaya başlandı. Bu katliamcı örgütlere karşı demokrasinin savunucuları olarak dünyanın en güçlü orduları, sayısız ülke seferber oldular. “Terörizme karşı küresel savaş” ilan edildi. IŞİD de aynı kaderi paylaşıyor. IŞİD, yakıp yıkarken, katliamlar yaparken, Ezidileri soykırımından geçirirken başta ABD olmak üzere Batılı emperyalist ülkelerin kılı kıpırdamadı. Batılı emperyalist ülkelerin ve bölgedeki devletlerin doğrudan veya dolaylı desteğiyle kurulan, eğitilen ve silahlandırılan IŞİD, Irak'ta kendine biçilen misyonun ötesine geçince “kötü” oldu, katliamcı, soykırımcı oldu, yok edilmesi gereken canavar oldu. IŞİD, Irak'ta Amerikan çıkarlarını ve politikasını tehdit etmeye başladığında düşman ilan edildi. Suriye'de Rojava devrimini boğmaya çalışırken, köylerde katliamlar düzenlerken bu ülkelerin hiçbirisi sesini çıkartmadı. Şengal'de binlerce Ezidiyi katlederken de bu ülkeler seyirci kaldılar. Ne zaman ki, IŞİD Irak'ta Erbil ve Bağdat'a yöneldi, ne zaman ki, Amerikan şirketlerinin petrol sahalarını vuracak mesafeye geldi, işte o zaman bu örgütün katliamlarından, durdurulması gerektiğinden bahsedilmeye başlandı. Açık ki, Batılı emperyalist ülkelerin ve bölge devletlerinin IŞİD'e karşı savaşının; NATO zirvesinde, Cidde'de ve Paris'te aldıkları kararların bu örgütün katliamlarıyla bir ilgisi yoktur. Bu, işin sadece ve sadece vesilesidir.

Batılı emperyalist güçlerin, özellikle de ABD'nin IŞİD'i yok etme diye bir derdi yoktur. IŞİD, IŞİD olarak yok edilmek isteniyorsa bu yapılır, ama başka bir yapılanma tarafından devam eder. Ortadoğu'da emperyalistler ülkeler (bir taraftan ABD, AB ve diğer taraftan da Rusya-Çin) ve bölgesel güçler (bir taraftan Türkiye, S. Arabistan, Katar, diğer taraftan İran, Suriye) arasındaki rekabet bütün şiddetiyle devam etmektedir. Bu koşullarda IŞİD veya benzeri örgütlere emperyalistlerin ihtiyacı vardır. Bu türden örgütlerin işi henüz bitmemiştir. Ortadoğu'nun yeniden dizayn edilmesinde bu türden örgütler kullanılmak istenmektedir.

Kara savaşını sürdürecekler açısından:
IŞİD'e karşı savaş bağlamında yapılan açıklamalara bakılırsa emperyalist ülkeler sadece havadan vuracaklar, karada ise başka güçler savaşacaklar. Irak'ta karada savaşacak güçler arasında Irak ordusu, bu orduyla beraber hareket eden Şii milisleri, Peşmerge güçleri, YPG ve HPG var. Verilen silahların kullanımı ve taktiksel sorunlar bağlamında kara savaşlarında sadece eğiti için az sayıda güç tahsis edecekler. Açık ki, ABD Irak'ta kara savaşını taşerona vermek istiyor. Hangi ülkelerin taşeronluk yapacağı belli değil. "IŞİD'e karşı mücadele, Irak ile Suriye halkına yardım için uluslararası girişim" başlıklı listede şu ülkeler var: Arnavutluk, Arap Ligi, Avustralya, Avusturya, Belçika, Bulgaristan, Kanada, Hırvatistan, Çek Cumhuriyeti, Danimarka, Mısır, Estonya, Finlandiya, Fransa, Gürcistan, Almanya, Yunanistan, Macaristan, Irak, İrlanda, İsrail, İtalya, Japonya, Ürdün, Kuveyt, Lüksemburg, Hollanda, Yeni Zelanda, Norveç, Umman ve Katar. Hangi ülkelerin karada savaşacağı belli değil, ama Obama'nın açıklamasına göre Amerikan askeri karada savaşmayacak, sadece havadan saldıracak. 18 Eylül 2014 itibariyle basına yansıyan açıklaması şöyle: "Bazı müttefiklerimiz havadan destek verecek bazı müttefiklerimiz karada savaşacak. ABD askeri karada savaşmayacak“.
Açık ki, Amerikan emperyalizmi karada savaşacak taşeronlar bulmuş.
IŞİD'e karşı mücadele bağlamında Obama "Dünya tehdit altında, dünyanın yardıma ihtiyacı var” diyor. Ayısını Irak'a ve Afganistan'a saldırmak için baba-oğul Bush'lar da söylemişlerdi.

YPG ve HPG'nin Irak'ta emperyalistlerin politikalarından bağımsız olarak IŞİD'e karşı savaşı ayrı bir konudur.

Suriye'deki duruma bakalım. Suriye'ye havadan saldırı durumunda karada Esad rejimine karşı IŞİD veya benzeri örgütler dışında kim savaşacak?
Irak'la karşılaştırıldığında Suriye'deki durumun oldukça karmaşık olduğunu görüyoruz. Gelişmelerin de gösterdiği gibi Irak'ta IŞİD'e karşı mücadelede bir ortaklık kurulabiliyor. Ama aynı durum Suriye için geçerli değil. ABD, Suriye'de IŞİD'e karşı savaşında Esad rejimini doğrudan hedef almayacağını, ama müdahale ederse onu da vuracağını açıkladı. Buna karşın Esad rejimi de ABD bizden izinsiz hava saldırısı düzenlerse karşılık vereceğini açıkladı. Bu türden karşılıklı açıklamalar kısa zamanda unutulabilir ve ABD gerekirse IŞİD'e karşı Esad rejimiyle ortak hareket edebilir. Bunun için bir anlaşma yapmaya da gerek yok. Ama esas sorun bundan ziyade ABD'nin Suriye'de kara savaşını kimlerle yürüteceğidir. Bu bağlamda Suriye'de Esad rejimine karşı mücadele eden muhalif güçler gündeme gelmektedir ki, bunların hemen hepsi El Kaide veya IŞİD türünden örgütlerdir. Bunların bir kısmı ABD ve Türkiye, S. Arabistan ve Katar tarafından 2011'den bu yana desteklendiler, eğitildiler, silahlandırıldılar. Ama Esad rejimine karşı istenilen sonuçlar alınamadı. Anlaşılan o ki, şimdi ABD bu güçleri yeniden biçimlendirecek, eğitecek, silahlandıracak ve sahaya sürecek. ABD, Suriye'de Rusya ve İran karşısında, dolayısıyla Esad rejimi karşısında yenilgiyi kabullenmek istemiyorsa böyle hareket etmek zorundadır. Bu durumda Irak'ta işbirliği içinde olduğu İran ile Suriye'de karşı karşıya gelecek.
ABD'nin IŞİD'e karşı Suriye'de kara savaşı için örgütlemek zorunda olduğu güçler yeni sorunları, yeni IŞİD'leri mayalayan güçlerdir (7).

Irak ve Suriye üzerinden Ortadoğu'nun yeniden dizayn edilmesi bakımından:
1916'da İngiltere ve Fransa arasında Ortadoğu'nun haritasını belirleyen Sykes-Picot anlaşmasının bugün artık bir geçerliliği kalmamıştır. Özellikle II. Dünya Savaşından sonra ABD, Fransa ve İngiltere'yi Ortadooğu'dan dışlamış ve kendi hakimiyetini geçerli kılmıştı. Bu hakimiyet, o zaman belirlenen siyasi coğrafya çerçevesinde bugüne kadar geldi. Ama mevcut haliyle devam edemeyeceği de açık. Amerikan emperyalizmi, Ortadoğu'yu sadece Ortadoğu olarak görmediği, bu alanı -Genişletilmiş Ortadoğu Projesi olarak da- dünya hegemonyası anlayışının en önemli ayaklarından birisi olarak gördüğü için bölgeyi yeniden biçimlendirmekte oldukça kararlı gözükmektedir. Saddam döneminde bunu her iki Körfez savaşıyla denedi; Irak'ta Saddam rejimini yıktı, ama istediği sonucu alamadı. Suriye'de Esad rejimini yıkmak için vekalet savaşını kışkırttı, başlattı, ama orada da istediği sonucu alamadı. Şimdi IŞİD vesilesiyle yeni bir hamle yapmaktadır. Bu hamlenin içeriği oldukça basit: Irak ve Suriye'yi Rusya, Çin ve İran etkisinden kurtararak -bu ülkeleri Ortadoğu'da etkisiz hale getirerek- tam tahakküm altına almak ve böylece bölgenin yeraltı kaynaklarını ve stratejik konumunu elde tutmak. Saddam rejimini yıktı, ama istediği Irak değil, İran etkisinde olan bir Irak ortaya çıktı. Suriye'de Esad rejimini yıkamadı. İran'dan başlayarak Lübnan'a uzanan İran etkisini kıramadı. Suriye'de Esad rejimini var eden Rusya'yı geriletemedi. IŞİD üzerinden Irak ve Suriye'yi tam denetim altına almak için ABD, bölgede devletçiklerden oluşan bir siyasi harita çizmeyi amaçlıyor. Bu bağlamda mezhep örgütlenmeleri ve savaşları ön plana çıkıyor. Bunun sonucu da muhtemelen devletçiklerin kurulması olacaktır.

Rusya ve İran'a karşı rekabet açısından:
Tabii bölgeyi yeniden biçimlendirmenin arka planında ABD'nin başını çektiği Batılı emperyalist güçler ve yerli işbirlikçileri konumunda olan bölge ülkeleriyle, Rusya, Çin ve İran arasındaki bölge üzerine rekabet var. Rusya'nın Ortadoğu'da tek dayanağı Esad rejimidir. Rusya olmaksızın Suriye'de Esad rejimi, İran'ın desteğiyle uzun dönem ayakta kalamaz. İran ise bölgesel güç olarak öncelikle Türkiye ve S. Arabistan ile rekabet içinde ve ABD-Rusya arasındaki rekabetten yararlanarak bölgede etkili olmaya çalışmaktadır. Kamplaşma veya eksen oluşumu çok belirgindir: Bir taraftan ABD'nin başını çektiği Batılı emperyalist güçlerin ve bölgesel ülkelerin katıldığı kamp karşısında başını Rusya'nın çektiği Çin ve bölgesel güç olarak da İran. Bugün sürdürülen vekalet savaşlarının arka planında bu emperyalist güçler arasındaki rekabet var. Ukrayna sorunundan dolayı Rusya'nın geri planda olması, İran'ın Maliki hükümetinin yıkılmasından sonra Irak üzerindeki etkisinin gerilemesi, İran-Irak-Suriye ve Lübnan üzerinden Akdeniz'e uzanan etki alanının (Şii hilali) IŞİD tarafından Irak-Suriye coğrafyasında fiziki olarak parçalanması bu vekalet savaşında Batılı güçlerin daha avantajlı konumda olduklarını göstermektedir.

Gönüllüler” dışında kalan Türkiye ve IŞİD:
Türkiye on yıllardır, PKK'nin mücadelesinden dolayı Batılı dostlarına sürekli “teröre karşı ortak mücadele” çağrısı yapmış, Batılı emperyalist ülkelerin Somali, Afganistan, Libya seferlerine katılmış, ama arka bahçe olarak görmeye çalıştığı Irak ve Suriye'de teröre, IŞİD'e karşı mücadeleye katılmıyor. Olacak iş değil, ama katılmıyor!
IŞİD ve yeni Ortadoğu savaşı konusunda Türkiye herkesi, özellikle de “dostları”nı yanılttı. Her üç toplantıya da katıldı. Ama bu toplantılara pek istekli katıldığı da söylenemez. Cidde toplantısı açıklamasına imza atmadı. Her seferinde Musul Konsolosluğu meselesini gündeme getirdi, 49 vatandaşım IŞİD'in elinde insani yardımın ötesinde bir şey yapamam dedi. Türk burjuvazisinin gözünün önünde Ortadoğu yeniden biçimlendiriliyor ve bölgesel güç olma iddiasındaki Türkiye bir şey yapamıyor!*. Diğer taraftan Kürtler; Batılı emperyalist güçlerin korumasında ve desteğinde Güney Kürdistan yönetimi ve bağımsız güç olarak YPG ve HPG nezdinde PKK, bölgedeki gelişmelerin yönünü değiştirebilecek, stratejik konumlu bir güç, bölgesel bir aktör olarak ortaya çıkıyor. Ve Türk burjuvazisi bir şey yapamıyor!

Bu işin biraz daha karışık olduğunu sanıyorum. Açık ki, Türkiye IŞİD ve o türden örgütlere karşı savaşmak istemiyor. Bunun bir dizi nedeni olabilir. Ama en önemlisi Türkiye'nin bu güçlere dayanarak Suriye ve Irak politikasını geliştirmekten vazgeçmemiş olmasıdır. “Değerli yalnızlığın” temsilcisi mevcut AKP hükümeti bu örgütlerle ideolojik yakınlık içindedir. Batılı güçlerin bastırmasıyla bugün yenilseler de, yok olmayacaklarını, yarın başka bir biçimde ortaya çıkacaklarını hesap etmektedir. Bu hesabı doğrudur.

Suriye'deki bu türden örgütleri desteklemesi, onlarla ticaret yapması veya militan geçişlerinde kolaylık sağlaması vb. türden gerçeklerin o örgütler tarafından açıklanabileceğinden çekinerek sessiz kaldığı anlayışı pek doğru değildir. Bilinenin bir daha açıklanmasının pek önemi yoktur.

Diğer taraftan IŞİD'in Musul Konsolosluğuna saldırısı ve 49 görevliyi rehin alması biraz da danışıklı dövüş gibi geliyor. Açık ki Türkiye'nin IŞİD'e karşı oluşturulan koalisyonda fiili görev alması İslam dünyasında Sünnilere karşı savaş olarak algılanacaktır. IŞİD ve Esad sonrasının hesabını yapan Türkiye böyle bir algıyla karşı karşıya kalmak istememektedir.

Türkiye'yi kaygılandıran başka bir neden de ABD'nin Esad ile anlaşması ve bu rejimin ayakta kalmasıdır.

Rojava'da özerk yönetim, IŞİD'e karşı Suriye'de YPG ve Irak'ta da yine YPG, HPG ve ayrıcada Peşmerge varlığı, bunların ön plana çıkıyor olmaları Türkiye'yi oldukça rahatsız etmektedir, ama birşey yapacak durumda değildir.

Ama bir konuda haklı: O da IŞİD'e karşı Amerikan planının pek tutarlı olmamasıdır. Bu planın başarısızlığı Türkiye'yi güçlendirecektir. Ve bu planın başarısız olacağı da gün gibi açıktır. ABD'nin plana göre IŞİD'e karşı üç yıl içinde nihai sonuç alınacak. Olabilir, IŞİD üç yıl içinde yok edilebilir, ama emperyalistler sorunu çözmüyorlar, sadece ve sadece kendi çıkarlarını koruyacak yapılar oluşturuyorlar. Bu demektir ki, başka IŞİD'lerin ortaya çıkması için zemin var. Bu savaşın sonunda savaşa katılmayan Türkiye yıpranmış emperyalist ülkeler ve o koalisyonda yer alan Arap ülkeler karşısında soruna daha güçlü müdahil olma olanakları elde edebilir. Ama o zamana kadar koalisyona katılmamanın birtakım faturaları da Türkiye'nin önüne konabilir.

Ortadoğu'da bilenmeyenleri çok olan denklemde Türk burjuvazisinin yayılmacı, hegemonyacı stratejisi açısından unutulmaması gereken en önemli noktalardan birisi de şudur:
ABD ve Batılı müttefikleri IŞİD'e karşı mücadelede Türkiye'nin tavrını anlamak istemiyorlar. Suriye'de ve özellikle Rojava'da Türkiye'nin yapmak istediğini, ama yapamadığını IŞİD yapmaktadır. Rojava devrimini boğmak için can atan ülkelerin başında Türkiye geliyor. IŞİD de bu devrimi boğmaya çalışıyor.

Irak'ta Maliki rejiminin devrilmesinde IŞİD'in saldırıları belirleyici olmuştur; Türkiye Maliki'nin devrilmesini isteyen ülkelerin başında geliyordu.

İran'ın Maliki-Irak'ı ve Esad-Suriyesi üzerinden Lübnan'a, Akdeniz'e uzanan o “Şii hilali”nden en çok rahatsız olan ülkelerden birisi de yine Türkiye'dir. Bu nüfuz alanı Irak-Suriye sınırında fiilen parçalanmıştır. Bunu gerçekleştiren IŞİD'dir.

Türk burjuvazisi böyle bir aracı, böyle bir maşayı, böyle bir müttefiki ABD istedi diye karşısına alacak, ona karşı fiilen mücadele edecek kadar düşüncesiz olamaz.
Türkiye'nin “stratejik derinliği”nde IŞİD önemli bir yere sahiptir.

Sonuç itibariyle:
1-Emperyalist müttefikleriyle birlikte Amerikan emperyalizminin uluslararası arenada sürdürdüğü “anti-terör” politikası daha önceki örneklerinin de gösterdiği gibi hüsranla sonuçlanmıştır. Amerikan emperyalizmi dünya hegemonyası mücadelesinde şimdilik son silahı olan bir taraftan kendi adına savaşacak örgütler kurmak ve aynı zamanda “terörizme” karşı mücadele adı altında aynı örgütlere savaş açarak hakimiyetini korumak ve genişlenmek politikasında yenilmiştir. Irak'ta yenilmiştir, Afganistan'da da yenilmiştir. Ve şimdi Ortadoğu'da da yenilecektir. Bugün demokrasiden ve insanlıktan bahseden ABD ve AB'nin emperyalist ülkeleri, ama öncelikle Amerikan emperyalizmi dün Afganistan'da Taliban'ı ve El Kaide'yi, şimdi de IŞİD ve benzeri örgütleri doğrudan veya dolaylı olarak her bakımdan desteklemişler, eğitmişler, silahlandırmışlar ve kendi çıkarlarını geçerli kılmak için sahaya sürmüşlerdir. IŞİD ve benzeri örgütler bağlamında Türkiye, Katar ve S. Arabistan'ın da günahları saymakla bitmez (8).

2- Bu vekalet savaşının arka planı, bölgeyi istikrarsızlaştırarak, mezheplere ve etnik gruplara bölerek devletçikler oluşturmak ve bir taraftan ABD-AB, diğer taraftan da Rusya-Çin arasında süren rekabette üstün gelmek çabasıdır; esas amaç bölgede hakimiyet ve nüfuz alanlarının yeniden paylaşılmasıdır. Bu da ise dünya hakimiyeti için rekabetin bir parçasıdır.

3- Orada aynı zamanda petrol şirketlerinin savaşı yapılmaktadır. Bu anlamda aslında savaşanlar petrol tekelleridir (9).

4- Batılı emperyalist müttefikleriyle birlikte Amerikan emperyalizmi ve bölgedeki gerici, faşist Türkiye ve S. Arabistan gibi ülkeler IŞİD'e karşı mücadeleyi aynı zamanda özgürlük, demokrasi ve devrim güçlerine karşı da kullanmaya çalışıyorlar. Rojava'da devrim ve özerk yaşamı boğmaya çalışanlar onlardır. PYD'nin ve silahlı gücü YPG'nin mücadelesinden, kurumlaşmasından ve çetelere karşı silahlı direnişinden rahatsız olanlar onlardır ve özellikle de Türkiye'dir. Ortadoğu'da son gelişmelerin de gösterdiği gibi yüksele özgürlük, demokrasi ve devrim gücü olarak PKK'nin varlığı ve mücadelesi başta Türkiye olmak üzere bütün iktidar odaklarını oldukça rahatsız etmektedir. Şimdiye kadar IŞİD'e karşı esas mücadeleyi YPG ve HPG vermesine rağmen, bu silahlı güçleri hesaba katmama, yok sayma çabası boşuna değildir.

5- Emperyalistlerin ve bölgedeki gerici, faşist işbirlikçi ülkelerin bölge adına atacakları hiçbir adım Ortadoğu halklarının çıkarına olmayacaktır. Bunun böyle olduğunu Saddam döneminde Irak'ı işgal eden ABD gösterdi; o dönemdeki katliamları, tecavüzleri, ülkenin talan edilişini Irak halkı unutmamıştır. Emperyalistler istikrar adına bölgede istikrarsızlığı örgütlemekten başka bir şey yapmamışlardır ve yapmıyorlar; önemli olan çıkarlarıdır ve çıkarları istikrarsızlıkla, kaosla devam ettiriliyorsa bunu da uygulamaktan geri kalmayacaklarını defalarca göstermişlerdir.

6-Ortadoğu'nun kurtuluşu, emperyalizm ve işbirlikçi rejimlere, bunun ötesinde İslamcı çetelere karşı özgürlük ve demokrasi mücadelesiyle olabilir. Ortadoğu'yu özgürleştirmek bölge halklarının, emekçilerinin ve işçi sınıfının ortaklaştırılmış mücadelesiyle mümkün olabilir. Bunun böyle olacağını Rojava devrimi göstermektedir. Rojava devrimi coğrafi olarak küçük bir alanda Kürtlerin, Arapların, Süryanilerin devrimidir. Ortadoğu çapında bu, Arapların, Kürtlerin, Türklerin... ortaklaştırılmış devrimi olmalıdır. Bu mücadelenin başarısı emperyalizme, yerli
işbirlikçilerine ve İslamcı çetelere karşı mücadelenin örgütsel ortaklaştırılasından geçmektedir. 

Dipnotlar:
1) Afganistan’ın yeraltı zenginliklerinin olduğu söyleniyor. Amerikan emperyalizmi bu söylemlerden dolayı da Afganistan’a saldırmadı. Afganistan’da Taliban rejiminin yıkılmasının ve Afganistan hakim sınıflarının Amerikan çıkarlarına hizmet edecek derecede siyasi olarak yumuşatılmasının, yani Amerikan çıkarlarını gözeten bir hükümetin kurulmasının iki temel nedeni var: Bu nedenlerden birisi, Afganistan’ın, Orta Asya petrol ve doğal gazının dünya pazarlarına taşıması için güzergah konumuna sahip ülkelerden birisi olmasıdır. Diğer neden, uzun vadede belirleyici neden, Afganistan’ın “Avrasya satranç tahtası”ndaki stratejik konumudur.
Afganistan, “Avrasya satranç tahtası”nın güneyinde yer alan bir ülke. Amerika’ya “dost” olmayan Iran ve Rusya’nın ve Çin’in kazanmaya çalıştığı ve ABD’nin de son dönemde sıcak ilişkiler geliştirdiği ve bizzat kendisi potansiyel dünya çapında hegemon olacak yetenekte olan Hindistan arasında bir ülke. Bu konum ve belirtilen ülkeler arasındaki ilişkiler, Afganistan’ı önemli kılıyor. Türkiye’den bakıldığında Balkanlar, Ortadoğu görülüyor, Kuzeydoğuda ise Kafkasya, en fazlasıyla Azerbaycan görünüyor. Ama Afganistan’dan bakıldığında Orta Asya ve Çin görülüyor. Bu durumda Afganistan, bir tarafta “Avrasya satranç tahtası”ndaki gelişmeleri, Rusya-Çin-Hindistan arasındaki ilişkileri ve başka jeopolitik aktörlerin hareketlerini izlemek ve müdahale etmek için en uygun stratejik konumlanma alanıdır (Bkz.: ibrahimokcuoglu.blogspot.com, “Barış Ödülü ve Savaş”, 06.12.2009).

2) “ABD’de uzun zamandır beklercesine hiç vakit kaybetmeden kolları sıvayarak 1995 Mart ayı başlarında Kongre üyesi ve Senato Dış ilişkiler Güneydoğu Asya Alt Komitesi üyeliğini de sürdüren Hank Brown’u bölgeye göndermiştir. Brown, (altı yıl içinde Kabil’i ve diğer nüfuz merkezlerine sayısız ziyaret etmiştir. Pakistan ve Suudi Arabistan dahil bütün Afgan hiziplerini Washington’da bir araya getiren bir toplantı çağrısı yapmak ve ABD’nin Afganistan politikasını değerlendirmek üzere İslamabat’a gelerek ve üç önemli merkez olan Kabil, Kandahar, ve Mezar-ı Şerif’i, daha sonra da üç Orta Asya Cumhuriyetlerinin başkentini ziyaret etmiştir.
İlginçtir ki bu tarihten sonra Taliban’ı ayrıca Amerika’nın en ünlü elçilerinin, eski, yeni ve aday bakanların, Üniversite hocalarının yer aldığı CFR (Council on Foreign Relations) da ‘Taliban’ın radikal İslami enternasyonal ile hiçbir alakaları yoktur, hatta onlardan nefret bile ediyorlar’ şeklinde açıkça desteklemiştir. Böylece artık ABD Taliban’ı kutsamış ve kucağına almaya hazırdı.
Ve bu durumdan yararlanmak için orada güçlü ve sağlam bir hükümet kurulmalıydı. İşte bu yüzden ABD Taliban’ı desteklemekteydi. ABD ve Taliban ilişkilerini yürüten, CIA’nin eski müdürü ve eski İran elçisi Richard Helms’in kızı Afgan asıllı Layla Helms idi.

ABD aynı amaç için 10 Nisan 1996 yılında Afgan sorununu 6 yıldan sonra ilk kez BM’ye de getirerek Uluslararası topluluk tarafından Afganistan’a silah ambargosu konulmasını istiyordu. ABD Başkanı Bill Clinton bile, sadece İran’a muhalif olmasından dolayı Taliban’ın tüm katliamlarına rağmen ona sempatiyle bakıyordu. Hatta CIA’ nın da bu dönemde İran’da karışıklık çıkarmak için 20 milyon dolarlık bir bütçe ayırması manidar olmakla beraber Taliban’ın fiyatı da bu nedenle iyice artmış oluyordu.
Taliban’ın 1996‘da Başkent Kabil’i ele geçirmesi ve Afganistan’ın dörtte üçünü de kontrol altına alması onların tüm Dünyada Afganistan’ının fiili hakimi olarak ABD, Suudi Arabistan ve Pakistan tarafından Afganistan’ın resmi ve fiili hakimi olarak tanınmasına yol açmıştı.

Bu durumu Taliban’nın Kabil’i ele geçirmesinden sonra onlara destek açısında ABD’nin Güney Asya ilişkilerinden sorumlu Robin Raphel 19 Nisan 1996 da şöyle beyan etmişti. “Siyasi istikrar oluşmazsa buradaki ekonomik olanakların elimizden kaçmasından endişeleniyoruz”. Bu nedenle Taliban’ı desteklemiş oluyorlardı.
Başta ABD olmak üzere Suudi Arabistan, Pakistan, İran ve Taliban’ın Afganistan’daki faaliyetleri yeni bir “Büyük Oyun” u hatırlatıyordu. Gerçi rakip mücahit grupların liderlerinin kerhen de olsa destekledikleri Burhanettin Rabbani’nin hükümeti hala BM’de Afganistan’ının temsilcisiydi. Ama ABD’nin Taliban’ı desteklemesi neredeyse tüm uluslararası kapıları açıyordu. Ancak ne olursa olsun burası Afganistan’dı. Bu durumu en iyi özetleyen BM genel sekreteri Kofi Annan’ın Genel Kurul toplantısında 1998 yılı sonlarında söylediği sözlerdi ” Afganistan, Büyük Oyun’un yeni bir versiyonu haline geldi” (Bkz.: “Talebe Hareketi”nin Yükseltilişi ve Düşürülmesi “ makalesinden bir anlatım; Yrd. Doç. Dr. Hüseyin Şeyhanlıoğlu. „Uluslararasi Ortadoğu Bariş Araştirmalari Merkezi - International Middle East Peace Research Center“, Aralık 2013). 
 
3) “Sovyetler Birliği işgaline karşı direnişe başlayan Afganlar, dünyanın dört bir yanından gönüllü olarak gelen Müslümanların da katılmasıyla yedi büyük cephe oluşturdular. Bu cepheler ve liderleri şöyle idi:
Cepheler Liderleri
Hizb-i İslami Afganistan (Gülbeddin Hikmetyar)
Cemiyet-i İslami Afganistan (Burhaneddin Rabbani)
Mehaz-ı Milli İslami Afganistan (Seyyid Ahmed Gilani)
Cephe-i Milli İslami Afganistan (Sıbgatullah Müceddidi)
Hareket-i İnkılabi İslami (Mevlevi Muhammed Nebi Muhammedi)
Hizb-i İslami (Mevlevi Yunus Halis)
İttihad-ı İslami Bara-i İslami Afganistan (Abdurrab Resul Sayyaf)”
(Bkz.: Asimetrik Savaşlar; “SSCB'nin Afganistan'ı İşgali ve İç Savaş” makalesinden, 3 Nisan 2011).

5) “Ürdün’de... Kral Hüseyin’i devirmek için “Ceyş-i Muhammed” örgütünü ; Cezayir’de, kutsal savaşa karşı gelen Cezayirlilere ve ordu birliklerine saldırılar düzenleyen “Silâhlı İslâm Grubunu (GIA)”; Mısır’da Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek’i öldürmek için “İslâmî Cemaat” örgütünü; Fas’ta İslâmî bir devlet kurmak maksadıyla “Fas İslâmî Savaşçılar Grubunu”; Libya’da Muammer Kaddafi’yi devirerek ülkede İslâmî teokrasiyi hakim kılmak için “Libya İslâmî Savaş Cemaati”ni kurdular. Diğer ülkelerde de El Kaide ile bağlantıları ve işbirliği seviyesi değişen diğer örgütler türedi. Bunlar;

Ürdün’de; Cihad, Beytül İmam Grubu
Pakistan’da; El Hadis, Hareket el Ansar/Mücahitler, el Badar, Cihad Hareketi, İslâm Ulemaları Cemiyeti, Mücahitler Partisi, Leşkeri Tayyiba,
Lübnan’da; Partizanlar Ligi, Asbat el Ansar, Hizbullah,
Özbekistan’da; İslam Hareketi,
Bangladeş’te; Cihat grubu,
Yemen’de; Cihat grubu,
Filipinler’de; Moro İslami Özgürlük Cephesi, Ebu Sayyaf Grubu,
Keşmir’de; Partizanlar Hareketi,
Somali’de; El İttihad,
Afganistan’da; Ulema Birliği
Cezayir ve Mısır’da; Tekfir el Hicra örgütleriydi” (Bkz.: Asimetrik Savaşlar; “El Kaide” makalesinden, 3 Nisan 2011).

6) “CIA ve Pakistan İstihbarat Örgütü ISI, Sovyet Afgan Savaşında daha fazla sayıda Arap kullanmayı amaçladı, potansiyel militanların devşirilmesi belirgin şekilde arttı. CIA yerli Afgan isyancıların savaşından memnun değildi (1985-1986). Avustralyalı Gazeteci John Pilger’e göre bu sırada “CIA Başkanı William Casey Pakistan İstihbarat Örgütü ISI ile uygulayacağı bir plan geliştirdi; buna göre ISI Afgan Cihad’ı için tüm dünyadan adam devşirecekti. Pakistan’da 1986-1992 arasında, CIA ve M16 tarafından 100. 000’den fazla İslamcı militan eğitildi; İngiliz Özel Kuvvetler Birimi SAS daha sonraki El Kaide ve Taliban militanlarını bomba yapımı ve diğer kara sanatlar alanında eğitti. Liderleri ise Virjinya’daki CIA kampında yetiştirildiler.” (Guardian, 20 Eylül 2003)

Sonuçta 43 ülkeden yaklaşık 35. 000 radikal Müslüman Afgan Mücahitleri ile birlikte savaşacaktı. On binlercesi ise Pakistan’da CIA ve ISI tarafından finanse edilen yüzlerce medresede eğitim görecekti. Ana lojistik üs Pakistan’ın Peşaver kentiydi. (Washington Post, 19 Ağustos 1992) (Kaynak: 1986-1992: CIA and British Recruit and Train Militants Worldwide to Help Fight Afghan War. (CIA ve İngiltere Afgan Savaşına Yardım Amacıyla Tüm Dünyadan Militan Devşiriyor ve Eğitiyor)” (Bkz.: Halkın Kurtuluşu Yolu; “El Kaide-ABD İlişkileri, Kürt Sorunu ve Suriye“, 3 Eylül 2014).

7) 12.09.2014 tarihli Radikal'de Fehim Taştekin “Cehennem Arka Kapıdan...” makalesinde bu güçler hakkında şu tespitleri yapıyor:

ABD'NİN SURİYE'DE OLASI ORTAKLARI
... ABD’nin muhatap aldığı ya da silahlandırarak yeniden çekim merkezi haline getirmeyi hedeflediği grupların çoğu terör listesinde yer alan Kaide’nin Suriye kolu Nusra Cephesi ile birlikte hareket ediyor. Suud’un verdiği akılla ılımlı İslamcı ya da seküler gruplara yanaştırılarak yeni bir ambalaja sokulan ılımlı selefi ya da radikal selefiler de anlayış ve vaat ettikleri bakımından Nusra’dan bir kıl geride sayılır.

Eğer ılımlı-Selefi ya da Kaideci ayırımı gözetilmeden yardım yapılmayacaksa sahada ABD’nin potansiyel ortaklarının kimler olduğu sorusu hayati önem arz ediyor. Yüzlerce grup olsa da öne çıkan birkaç çatı örgütü var.
- Muhatap yolsuzluklara bulaşıp içinden bolca savaş ağası çıkararak gücünü yitirmiş Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) Genelkurmay Başkanlığı mı?
- Hem rejime hem İD’e karşı savaşan ama Nusra ile sorunu olmayan ve kendini seküler olarak tanımlayan Suriye Devrimciler Cephesi mi?
- Hem rejimle hem İD’le savaşan ve Nusra ile ortak hareket eden selefilerin en güçlü çatı örgütü İslami Cephe mi?
- Hem rejim hem İD’le savaşan ama Nusra’yla da paslaşan Suriye Devrimci Genelkurmay Konseyi mi?
Nusra dışındaki bu grupların her birinin altında onlarca örgüt var… Bir şapkanın altında onlarca şapka…

Selefiler ve ılımlı İslamcıların seküler gruplarla yeniden harmanlanmasıyla ortaya çıkan yeni bir koalisyonun muhatap alınması güçlü bir ihtimal. Bu noktada manidar bir zamanlama ile oluşturulan Suriye Devrimci Genelkurmay Konseyi’ne dikkat çekmek istiyorum. ÖSO Genelkurmay Başkanlığı’nın yapamadığı sahadaki koordinasyon ve birliği sağlama hedefiyle 3 Ağustos 2014’te 18 örgütün katılımıyla oluşturulan bu konseyin şapkası altında bakın kimler sığabildi:
- Suud istihbaratının kontrolündeki İslam Ordusu.
- Sene başında ABD’nin yardımlarına mazhar olan seküler kanattan Cemal Maruf’un liderliğindeki Suriye Devrimcileri Cephesi.
- ABD’nin TOW tanksavar füzelerini verdiği Hazm Hareketi.
- İD’e karşı İslamcıların koalisyonu Mücahitler Ordusu.
- İslamcı Şukur-uş Şam.
-Geçen yıl demokratik sistemi reddeden ve şeri devlet kurmayı hedefleyen bir deklarasyonla selefi örgütleri bir araya getiren İslami Cephe’nin en büyük bileşeni Ahrar-uş Şam da konseye 31 Ağustos’ta katıldı”.

8) Irak ve Suriye'de İslamcı örgütlerin güçlenmesinde esas sorumlu olan güçlerin başında ABD, AB'nin İngiltere, Fransa ve Almanya gibi emperyalist ülkeleri ve bölgede de Türkiye, S. Arabistan, Katar gibi ülkeler gelmektedir. Amerikan emperyalizmi Taliban ve El kaide örneğinde olduğu gibi aynı yöntemi kullanarak Irak ve Suriye'de İslamcı çete örgütleninin gelişmesinin önünü açmıştır. Taliban ve El Kaide Afganistan'da sosyal emperyalist Sovyetler Birliği'ne karşı AMD adına vekalet savaşı sürürmüşler. Ortadoğu'yu kontrol etmek için öncelikle bu türden örgütleri desteklemiştir. Önümüzdeki dönemde Orta Asya'da da bu türden örgütlerin vekalet savaşına girişmeleri şaşırtıcı olmamalıdır.

ABD, Batılı emperyalist güçler ve bölgede de Türkiye, S. Arabistan ve Katar gibi ülkeler Asad rejimine karşı mücadele etsinler diye IŞİD ve onun türünden İslamcı örgütleri her bakımdan (politik, askeri, mali) desteklemişlerdir. Suriye'de Esad muhalifi güçler daha G. W. Bush döneminde mali olarak destekleniyorlardı. Onama döneminde bu destek kapsamlaştırılarak sürdürülmüştür. Suriye'yi istikrarsızlaştırarak Esad rejimini yıkma stratejisinin dorudan sonucu IŞİD gibi İslami örgütlerin güçlenmesi olmuştur. 2011'de Suriye'de iç savaş başladığında CIA, “öldürücü olmayan yardım araçları” adı altında Suriye'ye silah sevkıyatı yapmıştır. Aynı yöntemle Türkiye de silah göndermiştir. “Suriye Özgür Ordusu” için gönderilen bu silahların büyük bir kısmı IŞİD'in, El Nusra'nın ve diğer İslamcı örgütlerin eline geçmiştir. Kasım 2012 Mart 2013 arasında 3.500 tondan fazla askeri teçhizatı Türkiye ve S. Arabistan/Ürdün üzerinde Suriye'ye sokulmasını ve dağıtımını örgütleyen CIA'den başkası değildi.
Ayrıca Şubat 2013'te Hırvatistan'dan Suriye'ye sokulan silahların da büyük bir kısmı IŞİD'in eline geçmiştir.

9) IŞİD, Irak'ta önemli petrol alanlarını ele geçirmiş durumdadır. Bu alanlarda günlük petrol çıkarımının 8 milyon dolar olduğu tahmin ediliyor. Böylece İŞİD, bölgedeki enerji oyununu değiştirmiş oluyor.
Uluslararası Enerji Ajansı’nın (IEA) 2012’de yayınladığı ‘Dünya Enerji Görünümü’ raporuna göre, küresel enerji talebi 2035 yılına kadar en az üçte bir oranında artacak. 20 yıl içinde petrol üretiminde öngörülen günlük beş milyon varil artışın yüzde 45’inin Irak'ta çıkartılacağı hesaplanıyor. Yani yapılan tahminler doğruysa Irak 2030’lu yıllarda Rusya’yı geride bırakarak dünyanın en büyük ikinci petrol ihracatçısı haline gelecektir. IEA raporlarına göre bölgedeki tahmini petrol pastası beş trilyon dolardır.
Raporun yayınlanmasının ardından iki yıl içinde, Irak’ın özellikle kuzeyinde -Kürdistan Otonom bölgesinde- yer alan petrol kaynakları, uluslararası petrol şirketleri tarafından hızla paylaşıldı.

Fransız şirketi Total, ABD şirketleri Chevron ve ExxonMobil, Çin şirketi CNPC, İngiliz şirketi BP, Rus şirketi Lukoil ve Kanada şirketi Oryx Irak petrolünde “aslan payı”nı kapmış olanlardır. 
 
*) Bu yazının bittiğinde burjuva basında 49 rehinenin “başarılı bir operasyon”la kurtarılmış olduğu bir “bayram” havasında yer aldı. IŞİD'in Kobane'ye saldırılarını yoğunlaştırdığı bir dönemde ve o bölgedeki sınır kapısında “operasyon”la kurtarılmış rehinelerin Türkiye'ye girmeleri belki de bir tesadüftür. Neyin ne olduğu şimdilik belli değil; bir taraftan MİT tek başına, başka ülkelerin istihbaratına dayanmana “başarılı” bir operasyon yapıyor, ama diğer taraftan da iş “ikna” yöntemiyle sonuçlandırılıyor. Böylece ikna etmenin de bir operasyon olduğunu öğrenmiş oluyoruz.
Bu “operasyon”la İŞİD'e karşı “gönüllüler” koalisyonuna katılmamak için Türkiye'nin öne sürdüğü en önemli neden ortadan kalmış oldu. Bakalım bundan sonra ne yapacak. Her halükarda Türkiye ile IŞİD arasındaki muhabbette değişen bir şey olmayacak; Türkiye IŞİD'e karşı mücadele içinde fiilen yer almayacak. Bu ikna “operasyon”unun karşılıksız olduğunu düşünmek bir hata olur. Mutlaka bir karşılığı vardır. Bu karşılık da Türkiye'nin “gönüllüler” koalisyonuna katılmama konumunda kalması ve Kobane'nin düşmesi ve Rojava devriminin boğulması için IŞİD'a “görünmeyen” destek ve birtakım “kolaylıklar” sunması olabilir. Her iki taraf da bu konuda aynı fikirde.