IŞİD –
YARATILAN CANAVAR
“CİN
ŞİŞEDEN ÇIKTI”
4-5 Eylülde
Cardiff'te (Galler) gerçekleştirilen NATO zirvesinin gündeminde
esasen iki konu vardı. Birisi Ukrayna ve ikincisi de IŞİD eksenli
olmak üzere Ortadoğu’ydu. Ukrayna üzerine konuşuldu ve bir
biçimde NATO'nun Doğuya yönelişi, bu bağlamda yeni stratejisi
resmi olmasa da yeniden belirlenmiş oldu. Ama zirvede esas konu IŞİD
bağlamında Ortadoğu'ydu.
Sovyetler
Birliği ve revizyonist blokun dağılmasından bu yana Amerikan
emperyalizmi üçüncü Ortadoğu savaşına hazır olduğunu bu
zirvede açıklamış oldu. Bush ailesi başkanlığında Irak'a
karşı iki sefere çıkan ABD, şimdi Obama başkanlığında üçüncü
bir sefere çıkmak için gönüllüler birliği kurmaya çalışıyor.
İlk iki seferde vesile Saddam Hüseyin idi, şimdi ise IŞİD.
Başta ABD
olmak üzere Batının İngiltere, Fransa, Almanya gibi emperyalist
ülkeleri yeniden demokrasiden, IŞİD cinayetlerine karşı
ortaklaştırılmış mücadeleden bahsetmeye başladılar.
İngiltere, ABD ile IŞİD'e karşı hava saldırılarına katıldı,
Fransa hazır olduğunu açıkladı. Almanya ise Almanya'nın
çıkarlarını Afganistan'da Hindikuşu'nda savunurken şimdi de
Irak'ta savunmak için olsa gerek Peşmergeye silah yardımı yapmaya
başladı. Obama, IŞİD liderlerini öldürün emri verdi. Daha
öncesinde de Tora Bora dağlarında (Afganistan) El Kaide lideri
Usame bin Ladin'i öldürmek için sefere çıkmıştı. Şimdi de
IŞİD lideri Ebu Bekir Bağdadi'yi öldürmek için Irak ve Suriye
çöllerinde sefere hazırlanıyor.
Aslında bu
film bütün dünyaya daha önce gösterilmişti. Kendi aralarındaki
rekabette üstün gelmek ve stratejik çıkarlarını geçerli kılmak
için emperyalist ülkeler belli bir dönem kendi yarattıkları veya
teşvik ettikleri örgütler üzerinden vekalet savaşları
sürdürüyorlar ve belli bir aşamadan sonra bu örgütleri geri
çekiyorlar. Ama bu her zaman istedikleri gibi olmuyor. Savaşan bu
örgütler gelişmelerinin belli bir aşamasında bağımsız hareket
etmeye başlıyorlar. Bu durumda cin şişeden çıkmış oluyor ve o
cini yeniden şişeye tıkmak kolay olmuyor ve Taliban, El Kaide ve
IŞİD örneklerinde gördüğümüz gibi imkansızlaşıyor. Bu
durumda o örgütleri yaratanlar veya teşvik edenler o örgütlere
karşı savaşmak zorunda kalıyorlar. Taliban'ın, El Kaide'nin ve
IŞİD'in gelişme seyrine bakarsak bu gerçeği görürüz.
Hatırlayalım:
Taliban'ın
ortaya çıkışı
Sosyal
emperyalist Sovyetler Birliği, işgal ettiği (1979) Afganistan'da
Afgan halkının direnişi sonucunda çıkmak zorunda kalır. Onun
koruması altında kurulan kukla Muhammed Necibullah rejimi para ve
silah desteği kesilince 1992’de devrilir.
Artık Afgan
İslamcılarının “Gâvura karşı cihat” sorunu ortadan kalkar
ve aralarında acımasız bir iktidar savaşı başlar. Direnişte
yer alan İslami örgüt önderleri artık savaş ağalarına
dönüşmüşlerdir.
1993'te
İslami örgütler, yeni bir iktidar konusunda kendi aralarında
anlaşırlar ve Tacik asıllı Burhaneddin Rabbani Devlet Başkanı
ilan edilir. Ama iktidar savaşı devam eder.
1994'te ise Taliban hareketi kurulur.
1994'te ise Taliban hareketi kurulur.
Pakistan, B.
Rabbani'nin devlet başkanlığı döneminde çıkarları
doğrultusunda bir şey elde edemeyince yeni arayışlara girer ve
1994 yılında Peştunların çoğunluğu oluşturduğu Kandahar’da
Diyobend medresesine bağlı Molla Muhammed Ömer'in (bir din adamı)
etrafında toplanan öğrencilerden “Taliban” ismiyle anılan
yeni bir grup oluşturur. Bu oluşumda belirleyici inisiyatif
Pakistan İstihbâratı (ISI) ile Amerikan İstihbârat Teşkilâtı’nın
(CIA) elindedir. Bu, Hikmetyar'ın devrilmesi veya devirmeleri
durumunda kendi çıkarları doğrultusunda hareket edecek alternatif
bir güç oluşturma hazırlığıydı.
ABD ve
Pakistan destekli Taliban, oldukça hızlı gelişir ve 1995'te Kabil
kapılarına dayanır. 1996'da Kabil'i ele geçiren Taliban, İslam
devletini kurduğunu açıklar ve Molla Muhammed Ömer
“Halifet‘ül-Müslimin” (İslam Halifesi) olarak ilan edilir.
Açık ki,
Taliban’ın askeri olarak ortaya çıkışı tamamen ABD'nin ve
Pakistan’ın bilgisi ve desteğiyle olmuştur. Bunun nedenini Orta
Asya ülkelerinde elde edilen enerjinin (petrol) dünya pazarlarına
taşınması sorununda aramak gerekir. Afganistan Orta Asya'dan Arap
Denizi'ne inmesi gereken boru hattı üzerinde stratejik bir konuma
sahip ama istikrarsız olan bir ülkedir. Afganistan aynı zamanda
Amerikan emperyalizminin Avrasya jeopolitikası bakımından mutlaka
ele tutulması gereken bir ülkedir. Afganistan'da bakarak Rusya ve
Çin kolaylıkla izlenebilir (1).
Diğer
taraftan Taliban rejimi, Sünni Afgan Devleti olarak İran’a karşı
Orta Asya’da tampon bir devlet de olabilirdi.
İktidara
gelen Taliban ABD açısından sevimli olmuştur. ABD ile Taliban
arasında resmi olmayan ilişkiler sıklaştır (2).
Artık
Taliban “Orta Asya Satranç Tahtası”nda o büyük oyunun bir
maşası olmuştu; bu oyunun 21.yüzyıl versiyonunda bu kez
emperyalist devletlerin yanı sıra petrol şirketleri, adına
İslamcı denilen Batı destekli terör örgütleri ve tabii ki
Taliban da yer alıyorlardı.
ABD, Rusya
ve İran’ın tepkisine rağmen Taliban’a uydu desteği dahil her
türlü askeri yardım yapmaya devam eder.
Ama
iktidardaki Taliban, iktidara gelmek isteyen Taliban'dan çok farklı
olduğunu, kendi çıkarları doğrultusunda hareket edebileceğini
kısa zamanda gösterir. Söz konusu petrol boru hattının hangi
şirket tarafından inşa edileceği konusunda anlaşamamazlık
uzlaşamamaya dönüşür
ABD Taliban
meselesinde hep Pakistan ve Suudi Arabistan'ı öne sürmüştü. Hep
ikili oynamıştı, mutlaka bir B planını çekmecede saklamıştı.
Sonuçta ABD 1999'yılından itibaren Talban'dan umudunu keser,
desteklemekten vazgeçer, ama Afganistan'dan vazgeçmez. Şimdi ABD
için önemli olan, Taliban rejimini devirmek ve doğrudan kendi
uşağı olan yeni bir rejim kurmaktı. Önemli olan bu amaca hizmet
edecek bir vesilenin bulunması gerekiyordu. 11 Eylül 2001'de New
York'ta “ikiz kule”lere saldırı aranan vesile oldu ve ABD,
malum “demokrasi götürme” demagojisi eşliğinde Taliban
rejimini devirmek için Afganistan'a savaş açtı. Yeni devletin
başı Unoloc petrol şirketinin danışmanı Hamid Karzai'den
başkası değildi. Bakanların 10'u da Amerikan pasaportluydu.
El Kaide
ABD,
Afganistan'ı işgal eden Sovyetler Birliği'ne karşı savaşsınlar
diye direnişçilere para, silah ve eğitim yardımı yapıtı.
Direnişçilerin lider kadrosu daha ileri düzeyde kapsamlı bir
eğitim aldılar. ABD’nin gönderdiği yardımlar Pakistan gizli
servisi ISI tarafından iletiliyordu. 1981-1991 yılları arasında
ABD tarafından direnişçilere yapılan para yardımı 3 milyar
doları buldu.
1979'da
Afganistan'ın Sovyetler Birliği tarafından işgalinden sonra
bütün dünyada Müslümanların dikkati bu ülkeye ve Afganlı
mücahitlerin direnişine çevrildi. Başta Ortadoğu olmak üzere
Müslüman ülkelerden işgale karşı mücadele etmek isteyen
binlerce insan Afganistan'a akın etmeye başladı (3).
Sonuç
itibariyle Sovyet ordusu, 1989 yılında Afganistan’dan kademeli
olarak çekilir. Arkasında silah depoları ile 10 yıl boyunca
savaş alanlarında tecrübe kazanmış, radikalleşmiş on binlerce
direnişçi bırakır. Sovyet ordusunun çekilmesinden sonra
direnişçiler Sovyet kuklası rejimi kısa sürede devirirler.
Ülkede iç savaş başlar ve savaşan gruplar arasında hakimiyet
mücadelesi uzun yıllar devam eder. Usama Bin Ladin ise Şubat
1989'da Suudi Arabistan’a der.
Ülkelerine
geri dönen İslamcı direnişçiler idealleri uğruna mücadeleye
devam etmek isterler. Ne de olsa Sovyetler Birliği'ninkiyle
karşılaştırılamayacak derecede sınırlı silah ve insan gücüne
sahip olan direnişçiler dünyanın iki süper gücünden birini 10
yıllık bir savaş sonucunda dize getirmişlerdi. Bu onlara büyük
bir moral verir.
Afganistan’dan
ülkelerine dönen İslamcı direnişçiler çeşitli örgütler
kurdular (5).
Taliban-El
Kaide ilişkisine baktığımızda şunu görüyoruz:
İdeoloji ve
amaçta genel görüş birliği Taliban ve El Kaide'nin kısa zamanda
kaynaşmalarını beraberinde getirir. El Kaide maddi imkanlarını
ve iyi eğitim görmüş savaşçılarını Taliban’ın hizmetine
sunar. Buna karşın Taliban da El Kaide’nin serbest hareket
etmesini sağlar. Öyle ki El Kaide, Taliban’ın 1996'da
Afganistan’ın birçok bölgesinde hakim olmasından sonra
Afganistan’ın gölge hükümeti konumuna gelir.
Açık ki
El Kaide Afganistan'da İslami direnişçileri Sovyetler Birliği
işgaline ve Sovyet yanlısı kukla rejime karşı savaşında
desteklemek için kurulmuştur. Nitekim Aralık 1979'da Sovyetler
Birliği'nin Afganistan'ı işgal etmesi, Müslüman dünyasında
“gavur”un Müslüman bir ülkeyi işgal etmesi olarak algılandı
veya böyle algılanması için sonuç veren propaganda yapıldı:
Öyle ki S. Arabistan'da din adamları, Arap gençleri Afganistan'da
Sovyet işgaline karşı savaşmaları için teşvik edici,
yönlendirici hutbeler vermeye, camilerde Cuma namazlarında
Afganistan'daki İslamcı direnişçileri desteklemek için bağış
toplamaya başlarlar, gönüllü Arap gençleri Pilavur kentine
(Pakistan) akarlar ve orada eğitim görerek Afganistan'a geçerler.
El Kaide böyle kurulur.
Tabii bu
sadece S. Arabistan'da din adamlarının marifeti olarak açıklanamaz.
Afgan-Sovyet savaşı sürecinde CIA, Suudi Arabistan aracılığıyla
direnişçileri destekliyordu. Ama savaş bitiğinde, Sovyet ordusu
Afganistan'dan çekildikten sonra yabancı, ağırlıkta da Arap
İslamcı direnişçilerin işi de bitmiş oluyordu. Geri dönenler
arasında Bin Ladin de vardı.
Burada El
Kaide’yi Batılı gizli servisler mi kurdu veya yönlendirdi
tartışmasının bir anlamı yok. Açık olan şu ki, Afganistan’da
savaşan ilk gönüllülerin Sovyetler Birliği’ni engellemek
isteyen ABD, İngiltere, Suudi Arabistan, Mısır, Pakistan ve Çin
gizli servisleri tarafından teşvik edildikleri, finanse edildikleri
ve eğitildikleri bir gerçektir. Sovyet ordusunun Afganistan’ı
terk etmesinden sonra bu direnişçiler kendi başına bırakıldılar.
El Kaide de bu süreçte El Kaide olmaya başladı; bu cinin şişeden
çıkmaya başladığı süreçti.
El Kaide'nin
CIA veya başka Batılı istihbarat örgütlerinin elinde olması
illa da onlar tarafından doğrudan kurulması anlamına gelmez. Açık
ki, Suudi Arabistan, Pakistan, Mısır gibi ülkelerin gizli
servisleri, en azından kendi iç güvenlikleri kaygısıyla
Afganistan'daki “enternasyonal” direnişçileri takip etmeyi,
içlerine sızmayı ihmal etmediler. CIA'e gibi emperyalist ülkelerin
istihbarat örgütleri de Müslüman ülke istihbarat örgütleri
üzerinden El Kaide'yi yönlendirebiliyorlardı. Çok iyi savaşçı
olan, teknolojiyi çok iyi kullanan çeşitli ülkelerde (örneğin
Afganistan ve Çeçenistan’da Rusya’ya, Somali’de ABD’ye,
Bosna’da Sırplara, Keşmir’de Hindistan’a karşı) savaşan bu
İslamcı direnişçilerin varlıklarının en azından ilk
aşamasında Batılı uzmanlar tarafından her bakımdan -her türlü
gerilla eğitimi bakımından- eğitildikleri bir gerçektir. Bu
gerçeklikten dolayı başlangıcında El Kaide'nin CIA tetikçisi
bir örgüt olduğunu, Afganistan’daki emperyalist işgal döneminde
CIA ve İngiliz İstihbarat Örgütü M16 tarafından kurulduğunu ve
yönlendirildiğini söylemek yanlış olmaz. Uluslararası bir örgüt
olarak El Kaide, dünyanın pek çok İslam ülkesinden binlerce
Sünni Müslümanı savaşçı olarak toplayabilmiştir (6).
Irak Şam
İslam Devleti (IŞİD)
Irak Savaşı,
20 Mart 2003'te ABD ve İngiltere önderliğinde “Çok Uluslu
Koalisyon Güçleri”nin Irak'a saldırısıyla başlar. Terörle
mücadele, kitlesel yok etme silahlarının varlığı bahane
edilerek Irak'ta Saddam Hüseyin rejiminin yıkılması amaçlanır.
Irak kısa zamanda işgal edilir ve aynı zamanda işgale karşı
direniş de başlar ve giderek şiddetlenir. Afganistan direnişinde
olduğu gibi Irak direnişine de dışarından El Kaide savaşçıları
gelir. Bunlara Ürdün asıllı Ebu Musab El Zarkavi önderlik
ediyordu. Başlangıçta El Kaide’den bağımsız hareket eden El
Zarkavi kısa bir süre sonra El Kaide’ye bağlı olduğunu açıklar
ve örgütünün adını (“Birlik ve Cihad”) “Irak El Kaide
Örgütü” olarak değiştirir. Kısa bir zaman sonra da Bin Ladin,
Zarkavi’yi “Irak’taki El Kaide’nin prensi” olarak açıklar.
Komplo
teorilerine mi kanıyoruz, bilmiyorum. Ama bir karşılaştırma
yapmak yararlı olur. Usame bin Ladin bir CIA yetiştirmesidir,
eğitilmiş ve belli görevler için hazırlanmıştır. Zengin bir
Suudi ailesi mensubu olan Ladin, Sovyet işgaline karşı Afgan
direnişinde İslamcı örgütlerin lojistik ve finansmanından
sorumlu en önemli kişiydi.
Tesadüf
müdür bilinmez, Amerikan emperyalizminin müdahale etmek, işgal
etmek istediği hemen her yerde, hemen her bölgede bir El Kaide
tehdidi ortaya çıkmıştır. Örneğin bunu Sudan'da,Yemen’de,
Körfez’de gördük. El Kaide ortaya çıktıktan bu yana bu örgüt
ABD’nin askeri müdahalesi için her zaman bir gerekçe olmuştur.
IŞİD
meselesinde de benzer bir gelişme görüyoruz. Irak'ın işgal
edildiği dönemde Ebu Bekir El Bağdadi Samarra’da bir camide din
görevlisi olarak çalışıyordu. Amerikan Savunma akanlığının
açıklamasına göre Bağdadi, 2004 yılı boyunca ABD tarafından
Bucca kampında özel olarak kontrol altında tutulan sivillerden
birisiydi. Aralık 204'te koşulsuz olarak serbest bırakılır. Ama
Bucca hapishanesinin o zamanki komutanına göre El Bagdadi ancak
2009 yılında hapishaneden çıkar.
Ebu Bekir El
Bağdadi, Bucca kampındayken kendi El Kaide grubunu kurar. 2006
yılında 4500 mahkumla birlikte El Kaide militanları da Maliki
yönetiminin kontrolü altındaki Ebu Garib hapishanesine
nakledilirler.
ABD Irak’tan
çekilme kararı alır. Irak El Kaide lideri Abu Musab Zarkavi
Temmuz 2006'da öldürülür. Bir süre sonra Ebu Bekir El Bağdadi
Irak El Kaide’sinin yeni lideri olur. Kısa bir zaman sonra
yaklaşık bin kadar El Kaide savaşçısı da 2013 yazında
hapishanelerden serbest bırakılır ve Irak El Kaidesine katılır.
CIA'nin eksi
şefi Graham Fuller de, IŞİD'in esas yaratıcılarından birinin
ABD olduğunu söylüyor.
“ABD’nin
bu örgütün ana yaratıcılarından biri olduğunu düşünüyorum.
IŞİD’i yaratmak gibi bir emeli yoktu ama Ortadoğu’daki yıkıcı
müdahaleleri ve Irak Savaşı IŞİD’in oluşmasındaki temel
nedenler oldu. Zaten hatırlarsanız, bu örgütün çıkış noktası
ABD’nin Irak işgalini protesto etmekti. O günlerde İslamcı
olmayan bir çok Sünni tarafından da desteklenmişti çünkü Irak
Savaşı karşıtlığının ortak cephesiydi. Sonra bir canavara
dönüştü” (Ezgi Başaran'ın Graham Fuller ile söyleşisi,
01.09.204 tarihli Radikal gazetesi).
IŞİD'İ
İŞİD yapan tabii ki, doğrudan veya dolaylı olarak başta ABD
olmak üzere emperyalist ülkelerin desteği, teşviki, yönlendirmesi
veya göz yumması değildir; bunda Irak’ta Amerikan işgaline
karşı mücadele eden Baas kadrolarının katkısı da küçümsenemez.
Nasıl ki El
Kaide'nin tohumları Afganistan direnişinde atıldıysa IŞİD'in
tohumları da ABD'nin 2003’te Irak işgaliyle atıldı. Afganistan
direnişinde yetişmiş olan Ürdünlü Ebu Musa Zerkavi 2004’te
‘Tevhid ve Cihad Cemaati’ adlı bir örgüt kurar. Bu örgüt
Zerkavi'nin El Kaide lideri Usame bin Ladin’e biat etmesinden sonra
‘Mezopotamya’daki Cihad Kaidesi’ adını alır. 2006’da
Zerkavi, Sünni bir isyan başlatmak için birkaç örgütü
‘Mücahitler Şurası Konseyi’nde birleştirir. Aynı yıl içinde
Zerkavi ABD tarafından öldürülür. Halefleri Mısırlı Ebu
Eyyüb (Ebu Hamza el Muhacir) ve Ebu Ömer el Bağdadi konseyi Iraklı
aşiretlerle genişleterek Irak İslam Devleti’ni (IİD) kurarlar
ve 10 bakandan oluşan bir de kabine oluştururlar. 2010 yılında
Ebu Ömer ve Ebu Hamza öldürülünce sahneye Ebubekir El Bağdadi
çıkar.
IŞİD'in
amacı Irak'ta Sünni bir devlet kurmak olabilir. Ama
yönlendiricilerinin, destekleyenlerin amacı farklıdır. Bugün
bildiğimiz IŞİD militanları Ürdün'de CIA tarafından
eğitilirler, Esad rejimine karşı savaşmaları için Suriye'ye
gönderilirler.
IŞİD'in
öne sürülmesinde temel iki neden var: Bunlardan birisi Irak'ta
Maliki iktidarını devirmek ve aynı zamanda Irak'ın üçe
bölünmesinin temelini atmak. İkinci neden ise Suriye'de Esad
rejimini devrime mücadelesinde sonuç almak. Bu nedenlerden dolayı
IŞİD özellikle ABD, S. Arabistan ve Türkiye tarafından
desteklenmiş ve silahlandırılmıştır.
Ama İŞİD,
Irak'taki başarılarından sonra Amerikan çıkarlarına yönelince
ve Suriye'de istenilen amaca ulaşılamayınca Taliban ve El
Kaide'nin kaderini paylaşma sürecine girmiştir; Irak'ta görevi
biten ve Suriye'de istenilen sonucu alamayan ve kendi başına
hareket etmeye başlayan IŞİD bombalanmaya, o zamana kadar
“bilenmeyen” vahşeti sergilenmeye başlanmıştır.
IŞİD
olmazsa, başka bir ad altında “yeni” bir örgüt öne sürülerek
Ortadoğu'nun balkanlaştırılması, devletçiklere bölünmesi ve
bunlar üzerinde emperyalist hegemonyanın gerçekleştirilmesi devam
eder. Irak'ın fiilen üçe bölünmüşlük durumu ve Suriye'nin de
Rojava hariç mezheplere göre ayrışmışlığı bunu
göstermektedir.
Başta ABD
olmak üzere Batılı emperyalist güçler, özellikle de İngiltere,
Fransa ve Almanya, Ortadoğu'yu balkanlaştırma sürecini bölgede
istikrarsızlığı sürekli kılarak gerçekleştirmek istiyorlar.
Böylece, sürekli istikrarsızlıkla bölgede askeri varlıklarına
bir neden bulmuş oluyorlar. Bu istikrarsızlık sürecinde devletsel
yapılar yıkılacak, güçlü direniş odaklarının oluşumu
engellenecek ve süreklilik kazandırılan göçler ve “yardım”larla
bağımlılık ilişkileri sürekli kılınacaktır.
IŞİD ve
benzeri örgütler bu planın sahada uygulayıcısı durumundalar.
Libya'da öyle oldu. El Kaide'ye karşı mücadele eden ABD ve diğer
Batılı güçler, Libya'yı havadan bombalarken sahada Gaddafi
rejimine karşı El Kaide ve başkaca İslamcı örgütler mücadele
ediyorlardı. Bunların Libya'da işleri bitince Ortadoğu'ya; Suriye
ve Irak'a kaydırıldılar. Dün Libya'da Batılı emperyalist
ülkelerin maşası olan bu örgütler, bugün de Ortadoğu'da aynı
ülkelerin maşası durumundalar.
Açık ki
IŞİD, ideolojisi bakımından değil, ama eylemlerinin emperyalist
çıkarlara hizmet etmesi, eğitimi, desteklenmesi, lojistik
olanaklar sağlanması ve gerektiği zaman harekete geçirilmesi
bakımından bağımsız bir örgüt değildir; ipleri ABD ve Batılı
emperyalist ülkelerinin elindedir. IŞİD, Odtadoğu'nun
balkanlaştırılması, devletçiklere bölünmesi projesinin bir
aracıdır. Amerikan emperyalizminin Irak politikası iki yönlüdür;
bir yönü Irak'ın parçalanmamasıysa, diğer yönü de Irak'ın
parçalanması, üçe bölünmesidir. ABD'nin Irak politikası bu her
iki ihtimal üzerine kurumuştur. Çıkarlarına uygunsa Irak'ın
merkezi hükümetinin güçlendirilmesinden, değilse
parçalanmasından yana tavır koyabiliyor. Nitekim bu her iki
ihtimali dile getiren sayısız Amerikan kaynaklı yazılar ve
haritalar var. Irak'ın üçe bölünme meselesi bugünden yarına
gerçekleştirilecek bir plan değildir; uzun vadede ele alınan,
etnik ve mezhepsel sınırlar içinde gerçekleşecek bir bölmedir.
Amerikan
emperyalizmi Suriye ve Irak'ta hareket halindeki IŞİD'in her iki
ülkedeki faaliyetini daha iyi koordine etmek ve kontrolden çıkmasını
engellemek sorunuyla da karşı karşıyaydı. IŞİD'in Sünni bir
devlet kurma amacı, ABD'nin planına ters düşmüyordu. Irak'ta
Sünni bir devlet veya IŞİD'in tanımlamasıyla bir Halifelik
kurmak bu ülkenin fiilen üçe bölünmesi anlamına gelmektedir:
Bir taraftan Şii bir devlet, diğer taraftan Kürdistan ve Sünni
bir devlet.
“Irak
İslam Devleti” Nisan 2013'te “Irak ve Suriye İslam Devleti”
adını alıyor. Böylece hedef büyütülmüş oluyor. Bu isim
değişimi aslında jeopolitik bir anlam taşımaktadır. Bu değişim,
Suriye'de Esad rejiminin İslami örgütler karşısında aldığı
başarıdan, onları geriletmesinden sonra gündeme geliyor. Aslında
bu, ABD ve müttefiklerinin Esad rejimi karşısında bir yenilgisi
olarak da görülebilir. Suriye'de IŞİD ve Irak'da IŞİD, her iki
ülkeden Sünnilerden oluşan bir Sünni devleti demektir. Bugün
IŞİD'in kontrol ettiği alan bu “devlet”in sınırlarını
oluşturmaktadır.
[Irak ve
Suriye coğrafyasına baktığımızda şunu görüyoruz: Bu
coğrafyada ilk devletsel yapı İslam dini ile birlikte
oluşturulmaya başlamıştır. Muhammen sadece bir peygamber değil,
aynı zamanda bir devlet adamıydı; Müslümanlık doğuşuyla
birlikte devletleşen bir din olarak gelişmiştir. Suriye ve Irak
coğrafyası Muhammed sonrasında dört Halife döneminde (632-661);
Emeviler döneminde (661-750); Abbasiler döneminde (750-1258); Büyük
Selçuklu Devleti döneminde (1038-1157)
ve Osmanlı devleti döneminde feodal düzenin vasalı, sömürgesi
olarak kalmış ve kendi başına devletleşme imkanı olmamıştır.
Osmanlı devleti dağılırken, I. Dünya Savaşı sürecide ise
Fransa ve İngiltere arasında imzalanan Sykes-Picot
anlaşmasına (1916) göre bu coğrafya yapay olarak parçalanmıştır.
Uluslaşma süreci oldukça geç başlayan bu coğrafyada Suriye
ulusu, Irak ulusu formlaşmasının yerine dinsel ve etnik
farklılıklar sürekli ön planda olmuştur. Bu gerçeklikten dolayı
yukarıdaki ve aşağıdaki haritalarda sınır belirlemesi keyfi
değil, etnik ve dinsel farklılıkları ifade eden bir olgudur. Bu
bakımdan da belli bir çözülme -devletçiklere ayrışma durumunda
ciddiye alınması gerekir.]
IŞİD
sadece ABD-NATO tarafından değil, aynı zamanda Türkiye, S.
Arabistan, Katar tarafından da kullanılan bir araç durumundadır.
Veya Suriye ve Irak'a planlı bir şekilde müdahale eden hemen her
güç IŞİD kartıyla hamle yapmak durumunda. En azından bugün
durum böyle.
Ortadoğu'da
taşlar yerinden oynatıldı, geriye, eski hale dönülmesi artık
mümkün olmayan bir süreç işlemektedir. Bu süreçte bugün IŞİD
var, yarın başka bir adla olabilir veya hiç olmayabilir. Ama
yerini başka bir örgüt alabilir. Her halükarda Batılı
emperyalistler Rusya, Çin ve İran'a karşı bölgedeki hegemonya
mücadelesinde üstün gelmek ve enerji kaynaklarını ve sevkıyatını
kontrol etmek için bölgeyi yeniden yapılandırmada ısrarlı
olacaklardır. Bunu anlamak için IŞİD olgusunun arkasında yatan
jeopolitik gerçekliği görmek gerekir.
IŞİD ve
Jeopolitik Gerçeklik
IŞİD,
başta ABD olmak üzere Batılı emperyalist devletlerin ve bölgedeki
Türkiye, S. Arabistan gibi ülkelerin Rusya, Çin, Suriye, Irak ve
İran ekseninin etkisini parçalamalarında bugün için tek
belirleyici güç olmuştur. Bu bakımdan IŞİD Ortadoğu'nun
Osmanlıdan sonraki jeopolitiğini değiştiren, en azından bugün
için soru götürür hale getiren fiili güçtür. Her şeyden önce
İran'ın Irak-Suriye-Lübnan üzerinden Akdeniz'e açılmasını, o
“Şii hilali”ni Irak-Suriye sahasında parçalamıştır. Bundan
kimin çıkarı var diye sorsak, karşımıza Batılı emperyalist
ülkelerin yanı sıra bölgede Türkiye ve Arabistan gibi ülkeler
çıkmaktadır. Veya İran'la rekabet içinde olan her ülkenin
bundan çıkarı vardır. Bölgede Rusya, Çin ve İran'ın hegemonik
çıkarları ve açılımları göz önüne alınmadan IŞİD
anlaşılamaz.
IŞİD'in
şimdiye kadar, daha doğrusu Irak'ta Amerikan şirketlerinin petrol
çıkarma alanlarına doğrudan saldıracak mesafeye kadar
ilerlediği, Güney Kürdistan'a yöneldiği zamana kadar yaptığı
tamamen Amerikan emperyalizminin, Türkiye ve S. Arabistan'ın veya
İran'la çelişki içinde olan bölge ülkelerinin çıkarları
doğrultusundaydı. Rusya ve Çin'in doğrudan desteklediği
İran-Irak-Suriye-Lübnan (Hizbullah) eksenini parçaladı.
Suriye'nin doğusuyla, Irak'ın batısının IŞİD kontrolüne
girmesi fiziki olarak “Şii hilali”ni parçalamış, Suriye'nin
İran ile fiziki bağını kopartmıştır. Bunu yukarıdaki haritada
görüyoruz.
Bunun
ötesinde IŞİD'in Irak ve Suriye'de Sünnileri birleştiren bir
Sünni devlet kurma projesi de Batılı emperyalistlerin ve
Türkiye'nin çıkarına ters düşmemektedir. Devletçiklere
bölünmüş Suriye ve Irak'ın yanı sıra Suriye-Irak ortak
coğrafyasında -Sünnilerin yaşadıkları bölgede- adı ne olursa
olsun bir Sünni devlet, ABD, Türkiye ve S. Arabistan'ın
çıkarlarına ters düşmez. Bu, İran'ın açılımlarına karşı
bir tampon güç oluşturur. Böyle bir IŞİD, bölgede İran'a
karşı ABD, Türkiye, S. Arabistan ve Körfez'in diğer ülkeleri
açısından önemli bir sigorta olur. IŞİD Irak'ta Amerika'nın
kırmızı çizgilerini aşmasaydı, nereye kadar ilerlemesi
gerekiyorsa oraya kadar ilerleseydi, belki de ABD'nin hışmına
uğramazdı, yani cin şişeden çıkmamış olurdu ve IŞİD de
Sünnilere dayanan devleti kuracak bir güç olarak hala ABD'ye
hizmet ediyor olabilirdi.
Ama
görüldüğü gibi IŞİD artık kontrol altında olan bir güç
olmaktan çıkmıştır. Aksi taktirde neden ona karşı yok etme
seferberliği ilan edilmiş olsun ki?
“IŞİD
görevini yerine getirdi, IŞİD gidebilir”
IŞİD,
ABD'nin Suriye'ye saldırması için bir vesile oluyor
Amerikan
emperyalizmi Suriye'ye saldırmak ve Esad rejimini yıkmak için
IŞİD'den kaynaklı Irak'taki krizi vesile olarak kullanmak
niyetinde. Tabii bunu AB'nin emperyalist ülkeleriyle birlikte
ABD'nin sadece Esad'ı devirme anlayışıyla sınırlandırmak
oldukça yanlış olur. Burada söz konusu olan, Suriye, Esad rejimi
nezdinde Rusya, Çin ve İran'a karşı bir mücadeledir. Rusya'nın
ve İran'ın doğrudan ve güçlü olarak Esad rejimini desteklemiş
olması başta ABD olmak üzere Batılı emperyalist ülkeleri
frenlemişti. Şimdi durum tersine dönmüşe benziyor; Ukrayna'daki
gelişmelerden dolayı sıkışan Rusya Batılı emperyalistlerin
IŞİD'a karşı savaşında ve Esad rejimine karşı olası saldırı
açıklamaları karşısında sessiz kalmaktadır.
Şu hale, şu
çelişkiye bakın: Afganistan'da Talibancı İslamcılara karşı
mücadele eden ABD ve Batılı emperyalist ülkeler, Suriye'de Esad
rejimini yıksın diye aynı ideolojiden İslamcılara destekliyor;
bunların Iraka'a girmesine ve Sünni bölgelere yerleşmesine göz
yumuyor ve “belirlenen” sınırları aşınca bombalanıyor.
Şimdi aynı IŞİD, dün iyiyken, desteklenmeye, eğitilmeye değer
güç iken bugün Irak'taki faaliyetinden dolayı Suriye'nin olası
bombalanmasının da doğrudan bir vesilesi oluyor.
Şengal'de
Ezidi katliamı sürerken ABD'nin ve bugün Kürtlere yardım için
Erbil yollarına düşen İngiltere, Fransa ve Almanya'nın kılı
bile kıpırdamamıştı. O dönem “insanlık” yoktu. Ancak
IŞİD, çizmeyi açıp Erbil'e, Bağdat'a, Amerikan şirketlerinin
petrol çıkardıkları alanlara yönelince Ezidi katliamı
hatırlanır, insani yardımdan bahsedilir oldu ve IŞİD'a karşı
havadan bombalamalar başladı. Ama hepsi bu kadar. Ne zaman ki
IŞİD, kesilmiş kelleleri gösterdi, işte o zaman “teröre karşı
savaş” anlayışı Batılı emperyalistler tarafından Suriye'ye
saldırmak için kamuoyu oluşturmanın bir vesilesi oldu. Başarısız
oldukları da söylenemez. Desteklediği, finanse ettiği, eğittiği
IŞİD, kendi vatandaşının kellesini kesince ABD, Suriye'ye
saldırmak istiyor. Kim bilir, Suriye'de Esad rejimi devrilince sıra
belki de İran'a gelir.
NATO
zirvesinde IŞİD'e karşı alınan karar ve gelinen nokta
4 Eylül’deki
Nato zirvesinde Ortadoğu bağlamında alınan kararları
hatırlayalım. Zirvede “Çekirdek Koalisyon” kurmak için
pazarlık yapıldı. Yine gönüllüler arandı; İngiltere, Fransa,
Almanya, İtalya, Danimarka, Polonya, Kanada, Arnavutluk, Türkiye,
Avustralya IŞİD'e karşı mücadelede gönüllüleri
oluşturuyorlardı. NATO Genel Sekreteri A. F. Rasmussen IŞİD’e
karşı “Uluslararası toplum, bu tehlikeli örgütü durdurmak
için elinden geleni yapmakla yükümlüdür” diyordu. Diğer
taraftan NATO da, “Irak hükümeti talep ederse, Irak’ta
savunma kapasitesi geliştirme misyonu oluşturmayı değerlendirmek
için hazır“ olduğunu açıklıyordu. Açık ki bu kararlar
Irak merkezi hükümeti güçlendirilmek istenmektedir.
IŞİD
bağlamında ikinci toplantı 11 Eylülde S. Arabistan'ın Cidde
şehrinde yapıldı ve bu toplantıya ABD ve Türkiye dışında 10
Arap ülkesi (Suudi Arabistan, Türkiye, Bahreyn, Mısır, Irak,
Ürdün, Kuveyt, Lübnan, Umman, Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri)
katıldı. Ortak açıklamaya Türkiye imza atmadı. Toplantıda
IŞİD'i yok etme stratejisinin tüm Irak ve Suriye'yi kapsayıp
kapsamayacağı tartışılmış ve açıklamaya imza atan ülkeler
IŞİD'e para ve militan akışını durdurmak konusunda anlaşmışlar.
Ayrıca koordineli bir askeri operasyona destek verilebileceği de
dile getirilmiş.
IŞİD'e
karşı mücadele bağlamında son olarak 15 Eylülde Paris’te IŞİD
zirvesi yapıldı. Toplantıya Fransa, ABD, Almanya, Birlemiş Arap
Emirlikleri, Danimarka, Türkiye, Hollanda, Irak, İngiltere,
İspanya, İtalya, Kanada, Katar, Kuveyt, Lübnan, Mısır, Norveç,
Rusya Federasyonu, Suudi Arabistan, Oman, Bahreyn, Japonya, Ürdün,
Arap Birliği, AB ve BM temsilcileri katıldı.
Toplantının
sonuç bildirisinde, IŞİD'in yalnızca Irak için değil, tüm
uluslararası toplum için tehdit olduğu belirtiliyor, sivillere
yönelik saldırıların insanlığa yapıldığı vurgulanıyor, bu
suçların cezasız kalmayacağı ve İnsan Hakları Yüksek
Komiserliği tarafından yürütülen soruşturmalara destek
verileceği açıklanıyor.
Katılımcılar,
IŞİD'in Irak'taki varlığına ivedilikle son verilmesi gerektiği
konusunda hemfikirler. Bunu gerçekleştirebilmek için de Irak'taki
yeni hükümete kendi talepleri doğrultusunda ve uluslararası
hukuka uygun şekilde askeri destek de dahil gereken yardımın
yapılacağı belirtiliyor.
Bu toplantı
sonucunda yayımlanan bildiride “Yeni Irak hükümetine ihtiyaç
duyulan her şekilde yardım edilecektir. Bunun içinde uygun askeri
yardım da var. Yardım, uluslararası hukuk ve sivil güvenliğine
uygun olarak Iraklı yetkililerin bildirdiği ihtiyaçlar
doğrultusunda yapılacaktır”deniyor.
Her üç
toplantıda da başta ABD olmak üzere Batılı emperyalist ülkeler
NATO çerçevesinde, Arap ülkelerini de katarak IŞİD'e karşı
savaş ilan ediyorlar, merkezi Irak hükümetinin ve Güney Kürdistan
yönetiminin güçlendirilmesi esas alınıyor. Açık ki, havadan
saldırılara karada Peşmerge güçlerinin ve Irak ordusunun eşlik
etmesi esas alınıyor. ABD, Fransa, İngiltere IŞİD'i havadan,
Peşmerge güçleri ve Irak ordusu da karadan vuracaklar, Almanya ise
kesinlikle askeri operasyonlara, yani savaşa katılmayacak, ama
silah yardımı yapacak.
Ayrıca,
IŞİD'i yok etmek için hava saldırıları Suriye üzerinde de
sürdürülecek. Suriye'nin saldırması durumunda buna ABD karşılık
verecek.
Peki arka
arkaya düzenlenen bu üç toplantıdan çıkartılması gereken
sonuç nedir?
IŞİD'e
karşı mücadele açısından:
Taliban ve
El Kaide örneğinde de böyle olmuştu. Önce desteklediler,
eğittiler, silahlandırdılar ve kendi amaçları için mücadele
etsinler diye sahaya sürdüler. Ama ne zaman ki, bu örgütler kendi
çıkarları doğrultusunda hareket etmeye veya kendileri için
belirlenen amacın dışına çıkmaya başladılar, işte o zaman
işledikleri cinayetler, yaptıkları katliamlar anlatılmaya
başlandı. Bu katliamcı örgütlere karşı demokrasinin
savunucuları olarak dünyanın en güçlü orduları, sayısız ülke
seferber oldular. “Terörizme karşı küresel savaş” ilan
edildi. IŞİD de aynı kaderi paylaşıyor. IŞİD, yakıp yıkarken,
katliamlar yaparken, Ezidileri soykırımından geçirirken başta
ABD olmak üzere Batılı emperyalist ülkelerin kılı kıpırdamadı.
Batılı emperyalist ülkelerin ve bölgedeki devletlerin doğrudan
veya dolaylı desteğiyle kurulan, eğitilen ve silahlandırılan
IŞİD, Irak'ta kendine biçilen misyonun ötesine geçince “kötü”
oldu, katliamcı, soykırımcı oldu, yok edilmesi gereken canavar
oldu. IŞİD, Irak'ta Amerikan çıkarlarını ve politikasını
tehdit etmeye başladığında düşman ilan edildi. Suriye'de Rojava
devrimini boğmaya çalışırken, köylerde katliamlar düzenlerken
bu ülkelerin hiçbirisi sesini çıkartmadı. Şengal'de binlerce
Ezidiyi katlederken de bu ülkeler seyirci kaldılar. Ne zaman ki,
IŞİD Irak'ta Erbil ve Bağdat'a yöneldi, ne zaman ki, Amerikan
şirketlerinin petrol sahalarını vuracak mesafeye geldi, işte o
zaman bu örgütün katliamlarından, durdurulması gerektiğinden
bahsedilmeye başlandı. Açık ki, Batılı emperyalist ülkelerin
ve bölge devletlerinin IŞİD'e karşı savaşının; NATO
zirvesinde, Cidde'de ve Paris'te aldıkları kararların bu örgütün
katliamlarıyla bir ilgisi yoktur. Bu, işin sadece ve sadece
vesilesidir.
Batılı
emperyalist güçlerin, özellikle de ABD'nin IŞİD'i yok etme diye
bir derdi yoktur. IŞİD, IŞİD olarak yok edilmek isteniyorsa bu
yapılır, ama başka bir yapılanma tarafından devam eder.
Ortadoğu'da emperyalistler ülkeler (bir taraftan ABD, AB ve diğer
taraftan da Rusya-Çin) ve bölgesel güçler (bir taraftan Türkiye,
S. Arabistan, Katar, diğer taraftan İran, Suriye) arasındaki
rekabet bütün şiddetiyle devam etmektedir. Bu koşullarda IŞİD
veya benzeri örgütlere emperyalistlerin ihtiyacı vardır. Bu
türden örgütlerin işi henüz bitmemiştir. Ortadoğu'nun yeniden
dizayn edilmesinde bu türden örgütler kullanılmak istenmektedir.
Kara
savaşını sürdürecekler açısından:
IŞİD'e
karşı savaş bağlamında yapılan açıklamalara bakılırsa
emperyalist ülkeler sadece havadan vuracaklar, karada ise başka
güçler savaşacaklar. Irak'ta karada savaşacak güçler arasında
Irak ordusu, bu orduyla beraber hareket eden Şii milisleri, Peşmerge
güçleri, YPG ve HPG var. Verilen silahların kullanımı ve
taktiksel sorunlar bağlamında kara savaşlarında sadece eğiti
için az sayıda güç tahsis edecekler. Açık ki, ABD Irak'ta kara
savaşını taşerona vermek istiyor. Hangi ülkelerin taşeronluk
yapacağı belli değil. "IŞİD'e karşı mücadele, Irak ile
Suriye halkına yardım için uluslararası girişim" başlıklı
listede şu ülkeler var: Arnavutluk, Arap Ligi, Avustralya,
Avusturya, Belçika, Bulgaristan, Kanada, Hırvatistan, Çek
Cumhuriyeti, Danimarka, Mısır, Estonya, Finlandiya, Fransa,
Gürcistan, Almanya, Yunanistan, Macaristan, Irak, İrlanda, İsrail,
İtalya, Japonya, Ürdün, Kuveyt, Lüksemburg, Hollanda, Yeni
Zelanda, Norveç, Umman ve Katar. Hangi ülkelerin karada savaşacağı
belli değil, ama Obama'nın açıklamasına göre Amerikan askeri
karada savaşmayacak, sadece havadan saldıracak. 18 Eylül 2014
itibariyle basına yansıyan açıklaması şöyle: "Bazı
müttefiklerimiz havadan destek verecek bazı müttefiklerimiz karada
savaşacak. ABD askeri karada savaşmayacak“.
Açık ki,
Amerikan emperyalizmi karada savaşacak taşeronlar bulmuş.
IŞİD'e
karşı mücadele bağlamında Obama "Dünya tehdit altında,
dünyanın yardıma ihtiyacı var” diyor. Ayısını Irak'a ve
Afganistan'a saldırmak için baba-oğul Bush'lar da söylemişlerdi.
YPG ve
HPG'nin Irak'ta emperyalistlerin politikalarından bağımsız olarak
IŞİD'e karşı savaşı ayrı bir konudur.
Suriye'deki
duruma bakalım. Suriye'ye havadan saldırı durumunda karada Esad
rejimine karşı IŞİD veya benzeri örgütler dışında kim
savaşacak?
Irak'la
karşılaştırıldığında Suriye'deki durumun oldukça karmaşık
olduğunu görüyoruz. Gelişmelerin de gösterdiği gibi Irak'ta
IŞİD'e karşı mücadelede bir ortaklık kurulabiliyor. Ama aynı
durum Suriye için geçerli değil. ABD, Suriye'de IŞİD'e karşı
savaşında Esad rejimini doğrudan hedef almayacağını, ama
müdahale ederse onu da vuracağını açıkladı. Buna karşın Esad
rejimi de ABD bizden izinsiz hava saldırısı düzenlerse karşılık
vereceğini açıkladı. Bu türden karşılıklı açıklamalar kısa
zamanda unutulabilir ve ABD gerekirse IŞİD'e karşı Esad rejimiyle
ortak hareket edebilir. Bunun için bir anlaşma yapmaya da gerek
yok. Ama esas sorun bundan ziyade ABD'nin Suriye'de kara savaşını
kimlerle yürüteceğidir. Bu bağlamda Suriye'de Esad rejimine
karşı mücadele eden muhalif güçler gündeme gelmektedir ki,
bunların hemen hepsi El Kaide veya IŞİD türünden örgütlerdir.
Bunların bir kısmı ABD ve Türkiye, S. Arabistan ve Katar
tarafından 2011'den bu yana desteklendiler, eğitildiler,
silahlandırıldılar. Ama Esad rejimine karşı istenilen sonuçlar
alınamadı. Anlaşılan o ki, şimdi ABD bu güçleri yeniden
biçimlendirecek, eğitecek, silahlandıracak ve sahaya sürecek.
ABD, Suriye'de Rusya ve İran karşısında, dolayısıyla Esad
rejimi karşısında yenilgiyi kabullenmek istemiyorsa böyle hareket
etmek zorundadır. Bu durumda Irak'ta işbirliği içinde olduğu
İran ile Suriye'de karşı karşıya gelecek.
ABD'nin
IŞİD'e karşı Suriye'de kara savaşı için örgütlemek zorunda
olduğu güçler yeni sorunları, yeni IŞİD'leri mayalayan
güçlerdir (7).
Irak ve
Suriye üzerinden Ortadoğu'nun yeniden dizayn edilmesi bakımından:
1916'da
İngiltere ve Fransa arasında Ortadoğu'nun haritasını belirleyen
Sykes-Picot
anlaşmasının bugün artık bir geçerliliği kalmamıştır.
Özellikle II. Dünya Savaşından sonra ABD, Fransa ve İngiltere'yi
Ortadooğu'dan dışlamış ve kendi hakimiyetini geçerli kılmıştı.
Bu hakimiyet, o zaman belirlenen siyasi coğrafya çerçevesinde
bugüne kadar geldi. Ama mevcut haliyle devam edemeyeceği de açık.
Amerikan emperyalizmi, Ortadoğu'yu sadece Ortadoğu olarak
görmediği, bu alanı -Genişletilmiş Ortadoğu Projesi olarak da-
dünya hegemonyası anlayışının en önemli ayaklarından birisi
olarak gördüğü için bölgeyi yeniden biçimlendirmekte oldukça
kararlı gözükmektedir. Saddam döneminde bunu her iki Körfez
savaşıyla denedi; Irak'ta Saddam rejimini yıktı, ama istediği
sonucu alamadı. Suriye'de Esad rejimini yıkmak için vekalet
savaşını kışkırttı, başlattı, ama orada da istediği sonucu
alamadı. Şimdi IŞİD vesilesiyle yeni bir hamle yapmaktadır. Bu
hamlenin içeriği oldukça basit: Irak ve Suriye'yi Rusya, Çin ve
İran etkisinden kurtararak -bu ülkeleri Ortadoğu'da etkisiz hale
getirerek- tam tahakküm altına almak ve böylece bölgenin yeraltı
kaynaklarını ve stratejik konumunu elde tutmak. Saddam rejimini
yıktı, ama istediği Irak değil, İran etkisinde olan bir Irak
ortaya çıktı. Suriye'de Esad rejimini yıkamadı. İran'dan
başlayarak Lübnan'a uzanan İran etkisini kıramadı. Suriye'de
Esad rejimini var eden Rusya'yı geriletemedi. IŞİD üzerinden
Irak ve Suriye'yi tam denetim altına almak için ABD, bölgede
devletçiklerden oluşan bir siyasi harita çizmeyi amaçlıyor. Bu
bağlamda mezhep örgütlenmeleri ve savaşları ön plana çıkıyor.
Bunun sonucu da muhtemelen devletçiklerin kurulması olacaktır.
Rusya ve
İran'a karşı rekabet açısından:
Tabii
bölgeyi yeniden biçimlendirmenin arka planında ABD'nin başını
çektiği Batılı emperyalist güçler ve yerli işbirlikçileri
konumunda olan bölge ülkeleriyle, Rusya, Çin ve İran arasındaki
bölge üzerine rekabet var. Rusya'nın Ortadoğu'da tek dayanağı
Esad rejimidir. Rusya olmaksızın Suriye'de Esad rejimi, İran'ın
desteğiyle uzun dönem ayakta kalamaz. İran ise bölgesel güç
olarak öncelikle Türkiye ve S. Arabistan ile rekabet içinde ve
ABD-Rusya arasındaki rekabetten yararlanarak bölgede etkili olmaya
çalışmaktadır. Kamplaşma veya eksen oluşumu çok belirgindir:
Bir taraftan ABD'nin başını çektiği Batılı emperyalist
güçlerin ve bölgesel ülkelerin katıldığı kamp karşısında
başını Rusya'nın çektiği Çin ve bölgesel güç olarak da
İran. Bugün sürdürülen vekalet savaşlarının arka planında bu
emperyalist güçler arasındaki rekabet var. Ukrayna sorunundan
dolayı Rusya'nın geri planda olması, İran'ın Maliki hükümetinin
yıkılmasından sonra Irak üzerindeki etkisinin gerilemesi,
İran-Irak-Suriye ve Lübnan üzerinden Akdeniz'e uzanan etki
alanının (Şii hilali) IŞİD tarafından Irak-Suriye coğrafyasında
fiziki olarak parçalanması bu vekalet savaşında Batılı güçlerin
daha avantajlı konumda olduklarını göstermektedir.
“Gönüllüler”
dışında kalan Türkiye ve IŞİD:
Türkiye on
yıllardır, PKK'nin mücadelesinden dolayı Batılı dostlarına
sürekli “teröre karşı ortak mücadele” çağrısı yapmış,
Batılı emperyalist ülkelerin Somali, Afganistan, Libya seferlerine
katılmış, ama arka bahçe olarak görmeye çalıştığı Irak ve
Suriye'de teröre, IŞİD'e karşı mücadeleye katılmıyor. Olacak
iş değil, ama katılmıyor!
IŞİD
ve yeni Ortadoğu savaşı konusunda Türkiye herkesi, özellikle de
“dostları”nı yanılttı. Her üç toplantıya da katıldı. Ama
bu toplantılara pek istekli katıldığı da söylenemez. Cidde
toplantısı açıklamasına imza atmadı. Her seferinde Musul
Konsolosluğu meselesini gündeme getirdi, 49 vatandaşım IŞİD'in
elinde insani yardımın ötesinde bir şey yapamam dedi. Türk
burjuvazisinin gözünün önünde Ortadoğu yeniden
biçimlendiriliyor ve bölgesel güç olma iddiasındaki Türkiye bir
şey yapamıyor!*.
Diğer taraftan Kürtler; Batılı
emperyalist güçlerin korumasında ve desteğinde Güney Kürdistan
yönetimi ve bağımsız güç olarak YPG ve HPG nezdinde PKK,
bölgedeki gelişmelerin yönünü değiştirebilecek, stratejik
konumlu bir güç, bölgesel bir aktör olarak ortaya çıkıyor. Ve
Türk burjuvazisi bir şey yapamıyor!
Bu işin
biraz daha karışık olduğunu sanıyorum. Açık ki, Türkiye IŞİD
ve o türden örgütlere karşı savaşmak istemiyor. Bunun bir dizi
nedeni olabilir. Ama en önemlisi Türkiye'nin bu güçlere dayanarak
Suriye ve Irak politikasını geliştirmekten vazgeçmemiş
olmasıdır. “Değerli yalnızlığın” temsilcisi mevcut AKP
hükümeti bu örgütlerle ideolojik yakınlık içindedir. Batılı
güçlerin bastırmasıyla bugün yenilseler de, yok olmayacaklarını,
yarın başka bir biçimde ortaya çıkacaklarını hesap etmektedir.
Bu hesabı doğrudur.
Suriye'deki
bu türden örgütleri desteklemesi, onlarla ticaret yapması veya
militan geçişlerinde kolaylık sağlaması vb. türden gerçeklerin
o örgütler tarafından açıklanabileceğinden çekinerek sessiz
kaldığı anlayışı pek doğru değildir. Bilinenin bir daha
açıklanmasının pek önemi yoktur.
Diğer
taraftan IŞİD'in Musul Konsolosluğuna saldırısı ve 49 görevliyi
rehin alması biraz da danışıklı dövüş gibi geliyor. Açık ki
Türkiye'nin IŞİD'e karşı oluşturulan koalisyonda fiili görev
alması İslam dünyasında Sünnilere karşı savaş olarak
algılanacaktır. IŞİD ve Esad sonrasının hesabını yapan
Türkiye böyle bir algıyla karşı karşıya kalmak istememektedir.
Türkiye'yi
kaygılandıran başka bir neden de ABD'nin Esad ile anlaşması ve
bu rejimin ayakta kalmasıdır.
Rojava'da
özerk yönetim, IŞİD'e karşı Suriye'de YPG ve Irak'ta da yine
YPG, HPG ve ayrıcada Peşmerge varlığı, bunların ön plana
çıkıyor olmaları Türkiye'yi oldukça rahatsız etmektedir, ama
birşey yapacak durumda değildir.
Ama bir
konuda haklı: O da IŞİD'e karşı Amerikan planının pek tutarlı
olmamasıdır. Bu planın başarısızlığı Türkiye'yi
güçlendirecektir. Ve bu planın başarısız olacağı da gün gibi
açıktır. ABD'nin plana göre IŞİD'e karşı üç yıl içinde
nihai sonuç alınacak. Olabilir, IŞİD üç yıl içinde yok
edilebilir, ama emperyalistler sorunu çözmüyorlar, sadece ve
sadece kendi çıkarlarını koruyacak yapılar oluşturuyorlar. Bu
demektir ki, başka IŞİD'lerin ortaya çıkması için zemin var.
Bu savaşın sonunda savaşa katılmayan Türkiye yıpranmış
emperyalist ülkeler ve o koalisyonda yer alan Arap ülkeler
karşısında soruna daha güçlü müdahil olma olanakları elde
edebilir. Ama o zamana kadar koalisyona katılmamanın birtakım
faturaları da Türkiye'nin önüne konabilir.
Ortadoğu'da
bilenmeyenleri çok olan denklemde Türk burjuvazisinin yayılmacı,
hegemonyacı stratejisi açısından unutulmaması gereken en önemli
noktalardan birisi de şudur:
ABD
ve Batılı müttefikleri IŞİD'e karşı mücadelede Türkiye'nin
tavrını anlamak istemiyorlar. Suriye'de ve özellikle Rojava'da
Türkiye'nin yapmak istediğini, ama yapamadığını IŞİD
yapmaktadır. Rojava devrimini boğmak için can atan ülkelerin
başında Türkiye geliyor. IŞİD de bu devrimi boğmaya çalışıyor.
Irak'ta
Maliki rejiminin devrilmesinde IŞİD'in saldırıları belirleyici
olmuştur; Türkiye Maliki'nin devrilmesini isteyen ülkelerin
başında geliyordu.
İran'ın
Maliki-Irak'ı ve Esad-Suriyesi üzerinden Lübnan'a, Akdeniz'e
uzanan o “Şii hilali”nden en çok rahatsız olan ülkelerden
birisi de yine Türkiye'dir. Bu nüfuz alanı Irak-Suriye sınırında
fiilen parçalanmıştır. Bunu gerçekleştiren IŞİD'dir.
Türk
burjuvazisi böyle bir aracı, böyle bir maşayı, böyle bir
müttefiki ABD istedi diye karşısına alacak, ona karşı fiilen
mücadele edecek kadar düşüncesiz olamaz.
Türkiye'nin
“stratejik derinliği”nde IŞİD önemli bir yere sahiptir.
Sonuç
itibariyle:
1-Emperyalist
müttefikleriyle birlikte Amerikan emperyalizminin uluslararası
arenada sürdürdüğü “anti-terör” politikası daha önceki
örneklerinin de gösterdiği gibi hüsranla sonuçlanmıştır.
Amerikan emperyalizmi dünya hegemonyası mücadelesinde şimdilik
son silahı olan bir taraftan kendi adına savaşacak örgütler
kurmak ve aynı zamanda “terörizme” karşı mücadele adı
altında aynı örgütlere savaş açarak hakimiyetini korumak ve
genişlenmek politikasında yenilmiştir. Irak'ta yenilmiştir,
Afganistan'da da yenilmiştir. Ve şimdi Ortadoğu'da da
yenilecektir. Bugün demokrasiden ve insanlıktan bahseden ABD ve
AB'nin emperyalist ülkeleri, ama öncelikle Amerikan emperyalizmi
dün Afganistan'da Taliban'ı ve El Kaide'yi, şimdi de IŞİD ve
benzeri örgütleri doğrudan veya dolaylı olarak her bakımdan
desteklemişler, eğitmişler, silahlandırmışlar ve kendi
çıkarlarını geçerli kılmak için sahaya sürmüşlerdir. IŞİD
ve benzeri örgütler bağlamında Türkiye, Katar ve S. Arabistan'ın
da günahları saymakla bitmez (8).
2- Bu
vekalet savaşının arka planı, bölgeyi istikrarsızlaştırarak,
mezheplere ve etnik gruplara bölerek devletçikler oluşturmak ve
bir taraftan ABD-AB, diğer taraftan da Rusya-Çin arasında süren
rekabette üstün gelmek çabasıdır; esas amaç bölgede hakimiyet
ve nüfuz alanlarının yeniden paylaşılmasıdır. Bu da ise dünya
hakimiyeti için rekabetin bir parçasıdır.
3- Orada
aynı zamanda petrol şirketlerinin savaşı yapılmaktadır. Bu
anlamda aslında savaşanlar petrol tekelleridir (9).
4- Batılı
emperyalist müttefikleriyle birlikte Amerikan emperyalizmi ve
bölgedeki gerici, faşist Türkiye ve S. Arabistan gibi ülkeler
IŞİD'e karşı mücadeleyi aynı zamanda özgürlük, demokrasi ve
devrim güçlerine karşı da kullanmaya çalışıyorlar. Rojava'da
devrim ve özerk yaşamı boğmaya çalışanlar onlardır. PYD'nin
ve silahlı gücü YPG'nin mücadelesinden, kurumlaşmasından ve
çetelere karşı silahlı direnişinden rahatsız olanlar onlardır
ve özellikle de Türkiye'dir. Ortadoğu'da son gelişmelerin de
gösterdiği gibi yüksele özgürlük, demokrasi ve devrim gücü
olarak PKK'nin varlığı ve mücadelesi başta Türkiye olmak üzere
bütün iktidar odaklarını oldukça rahatsız etmektedir. Şimdiye
kadar IŞİD'e karşı esas mücadeleyi YPG ve HPG vermesine rağmen,
bu silahlı güçleri hesaba katmama, yok sayma çabası boşuna
değildir.
5-
Emperyalistlerin ve bölgedeki gerici, faşist işbirlikçi
ülkelerin bölge adına atacakları hiçbir adım Ortadoğu
halklarının çıkarına olmayacaktır. Bunun böyle olduğunu
Saddam döneminde Irak'ı işgal eden ABD gösterdi; o dönemdeki
katliamları, tecavüzleri, ülkenin talan edilişini Irak halkı
unutmamıştır. Emperyalistler istikrar adına bölgede
istikrarsızlığı örgütlemekten başka bir şey yapmamışlardır
ve yapmıyorlar; önemli olan çıkarlarıdır ve çıkarları
istikrarsızlıkla, kaosla devam ettiriliyorsa bunu da uygulamaktan
geri kalmayacaklarını defalarca göstermişlerdir.
6-Ortadoğu'nun
kurtuluşu, emperyalizm ve işbirlikçi rejimlere, bunun ötesinde
İslamcı çetelere karşı özgürlük ve demokrasi mücadelesiyle
olabilir. Ortadoğu'yu özgürleştirmek bölge halklarının,
emekçilerinin ve işçi sınıfının ortaklaştırılmış
mücadelesiyle mümkün olabilir. Bunun böyle olacağını Rojava
devrimi göstermektedir. Rojava devrimi coğrafi olarak küçük bir
alanda Kürtlerin, Arapların, Süryanilerin devrimidir. Ortadoğu
çapında bu, Arapların, Kürtlerin, Türklerin... ortaklaştırılmış
devrimi olmalıdır. Bu mücadelenin başarısı emperyalizme, yerli
işbirlikçilerine
ve İslamcı çetelere karşı mücadelenin örgütsel
ortaklaştırılasından geçmektedir.
Dipnotlar:
1)
Afganistan’ın yeraltı zenginliklerinin olduğu söyleniyor.
Amerikan emperyalizmi bu söylemlerden dolayı da Afganistan’a
saldırmadı. Afganistan’da Taliban rejiminin yıkılmasının ve
Afganistan hakim sınıflarının Amerikan çıkarlarına hizmet
edecek derecede siyasi olarak yumuşatılmasının, yani Amerikan
çıkarlarını gözeten bir hükümetin kurulmasının iki temel
nedeni var: Bu nedenlerden birisi, Afganistan’ın, Orta Asya petrol
ve doğal gazının dünya pazarlarına taşıması için güzergah
konumuna sahip ülkelerden birisi olmasıdır. Diğer neden, uzun
vadede belirleyici neden, Afganistan’ın “Avrasya satranç
tahtası”ndaki stratejik konumudur.
Afganistan,
“Avrasya satranç tahtası”nın güneyinde yer alan bir ülke.
Amerika’ya “dost” olmayan Iran ve Rusya’nın ve Çin’in
kazanmaya çalıştığı ve ABD’nin de son dönemde sıcak
ilişkiler geliştirdiği ve bizzat kendisi potansiyel dünya çapında
hegemon olacak yetenekte olan Hindistan arasında bir ülke. Bu konum
ve belirtilen ülkeler arasındaki ilişkiler, Afganistan’ı önemli
kılıyor. Türkiye’den bakıldığında Balkanlar, Ortadoğu
görülüyor, Kuzeydoğuda ise Kafkasya, en fazlasıyla Azerbaycan
görünüyor. Ama Afganistan’dan bakıldığında Orta Asya ve Çin
görülüyor. Bu durumda Afganistan, bir tarafta “Avrasya satranç
tahtası”ndaki gelişmeleri, Rusya-Çin-Hindistan arasındaki
ilişkileri ve başka jeopolitik aktörlerin hareketlerini izlemek ve
müdahale etmek için en uygun stratejik konumlanma alanıdır (Bkz.:
ibrahimokcuoglu.blogspot.com, “Barış Ödülü ve Savaş”,
06.12.2009).
2)
“ABD’de uzun zamandır beklercesine hiç vakit kaybetmeden
kolları sıvayarak 1995 Mart ayı başlarında Kongre üyesi ve
Senato Dış ilişkiler Güneydoğu Asya Alt Komitesi üyeliğini de
sürdüren Hank Brown’u bölgeye göndermiştir. Brown, (altı
yıl içinde Kabil’i ve diğer nüfuz merkezlerine sayısız
ziyaret etmiştir. Pakistan ve Suudi Arabistan dahil bütün Afgan
hiziplerini Washington’da bir araya getiren bir toplantı çağrısı
yapmak ve ABD’nin Afganistan politikasını değerlendirmek üzere
İslamabat’a gelerek ve üç önemli merkez olan Kabil, Kandahar,
ve Mezar-ı Şerif’i, daha sonra da üç Orta Asya
Cumhuriyetlerinin başkentini ziyaret etmiştir.
İlginçtir
ki bu tarihten sonra Taliban’ı ayrıca Amerika’nın en ünlü
elçilerinin, eski, yeni ve aday bakanların, Üniversite hocalarının
yer aldığı CFR (Council on Foreign Relations) da ‘Taliban’ın
radikal İslami enternasyonal ile hiçbir alakaları yoktur, hatta
onlardan nefret bile ediyorlar’ şeklinde açıkça desteklemiştir.
Böylece artık ABD Taliban’ı kutsamış ve kucağına almaya
hazırdı.
Ve
bu durumdan yararlanmak için orada güçlü ve sağlam bir hükümet
kurulmalıydı. İşte bu yüzden ABD Taliban’ı desteklemekteydi.
ABD ve Taliban ilişkilerini yürüten, CIA’nin eski müdürü ve
eski İran elçisi Richard Helms’in kızı Afgan asıllı Layla
Helms idi.
ABD
aynı amaç için 10 Nisan 1996 yılında Afgan sorununu 6 yıldan
sonra ilk kez BM’ye de getirerek Uluslararası topluluk tarafından
Afganistan’a silah ambargosu konulmasını istiyordu. ABD Başkanı
Bill Clinton bile, sadece İran’a muhalif olmasından dolayı
Taliban’ın tüm katliamlarına rağmen ona sempatiyle bakıyordu.
Hatta CIA’ nın da bu dönemde İran’da karışıklık çıkarmak
için 20 milyon dolarlık bir bütçe ayırması manidar olmakla
beraber Taliban’ın fiyatı da bu nedenle iyice artmış
oluyordu.
Taliban’ın
1996‘da Başkent Kabil’i ele geçirmesi ve Afganistan’ın
dörtte üçünü de kontrol altına alması onların tüm Dünyada
Afganistan’ının fiili hakimi olarak ABD, Suudi Arabistan ve
Pakistan tarafından Afganistan’ın resmi ve fiili hakimi olarak
tanınmasına yol açmıştı.
Bu
durumu Taliban’nın Kabil’i ele geçirmesinden sonra onlara
destek açısında ABD’nin Güney Asya ilişkilerinden sorumlu
Robin Raphel 19 Nisan 1996 da şöyle beyan etmişti. “Siyasi
istikrar oluşmazsa buradaki ekonomik olanakların elimizden
kaçmasından endişeleniyoruz”. Bu nedenle Taliban’ı
desteklemiş oluyorlardı.
Başta
ABD olmak üzere Suudi Arabistan, Pakistan, İran ve Taliban’ın
Afganistan’daki faaliyetleri yeni bir “Büyük Oyun” u
hatırlatıyordu. Gerçi rakip mücahit grupların liderlerinin
kerhen de olsa destekledikleri Burhanettin Rabbani’nin hükümeti
hala BM’de Afganistan’ının temsilcisiydi. Ama ABD’nin
Taliban’ı desteklemesi neredeyse tüm uluslararası kapıları
açıyordu. Ancak ne olursa olsun burası Afganistan’dı. Bu durumu
en iyi özetleyen BM genel sekreteri Kofi Annan’ın Genel Kurul
toplantısında 1998 yılı sonlarında söylediği sözlerdi ”
Afganistan, Büyük Oyun’un yeni bir versiyonu haline geldi”
(Bkz.: “Talebe Hareketi”nin Yükseltilişi ve Düşürülmesi “
makalesinden bir anlatım; Yrd. Doç. Dr. Hüseyin Şeyhanlıoğlu.
„Uluslararasi Ortadoğu Bariş Araştirmalari Merkezi -
International Middle East Peace Research Center“, Aralık 2013).
3)
“Sovyetler Birliği işgaline karşı direnişe başlayan Afganlar,
dünyanın dört bir yanından gönüllü olarak gelen Müslümanların
da katılmasıyla yedi büyük cephe oluşturdular. Bu cepheler ve
liderleri şöyle idi:
Cepheler
Liderleri
Hizb-i
İslami Afganistan (Gülbeddin
Hikmetyar)
Cemiyet-i
İslami Afganistan (Burhaneddin Rabbani)
Mehaz-ı
Milli İslami Afganistan (Seyyid Ahmed Gilani)
Cephe-i
Milli İslami Afganistan (Sıbgatullah Müceddidi)
Hareket-i
İnkılabi İslami (Mevlevi Muhammed Nebi
Muhammedi)
Hizb-i
İslami (Mevlevi Yunus
Halis)
İttihad-ı
İslami Bara-i İslami Afganistan (Abdurrab Resul Sayyaf)”
(Bkz.:
Asimetrik Savaşlar; “SSCB'nin Afganistan'ı İşgali ve İç
Savaş” makalesinden, 3 Nisan 2011).
5)
“Ürdün’de... Kral Hüseyin’i devirmek için “Ceyş-i
Muhammed” örgütünü ; Cezayir’de, kutsal savaşa karşı gelen
Cezayirlilere ve ordu birliklerine saldırılar düzenleyen “Silâhlı
İslâm Grubunu (GIA)”; Mısır’da Devlet Başkanı Hüsnü
Mübarek’i öldürmek için “İslâmî Cemaat” örgütünü;
Fas’ta İslâmî bir devlet kurmak maksadıyla “Fas İslâmî
Savaşçılar Grubunu”; Libya’da Muammer Kaddafi’yi devirerek
ülkede İslâmî teokrasiyi hakim kılmak için “Libya İslâmî
Savaş Cemaati”ni kurdular. Diğer ülkelerde de El Kaide ile
bağlantıları ve işbirliği seviyesi değişen diğer örgütler
türedi. Bunlar;
Ürdün’de;
Cihad, Beytül İmam Grubu
Pakistan’da;
El Hadis, Hareket el Ansar/Mücahitler, el Badar, Cihad Hareketi,
İslâm Ulemaları Cemiyeti, Mücahitler Partisi, Leşkeri Tayyiba,
Lübnan’da;
Partizanlar Ligi, Asbat el Ansar, Hizbullah,
Özbekistan’da;
İslam Hareketi,
Bangladeş’te;
Cihat grubu,
Yemen’de;
Cihat grubu,
Filipinler’de;
Moro İslami Özgürlük Cephesi, Ebu Sayyaf Grubu,
Keşmir’de;
Partizanlar Hareketi,
Somali’de;
El İttihad,
Afganistan’da;
Ulema Birliği
Cezayir
ve Mısır’da; Tekfir el Hicra örgütleriydi” (Bkz.: Asimetrik
Savaşlar; “El Kaide” makalesinden, 3 Nisan 2011).
6)
“CIA ve Pakistan İstihbarat Örgütü ISI, Sovyet Afgan Savaşında
daha fazla sayıda Arap kullanmayı amaçladı, potansiyel
militanların devşirilmesi belirgin şekilde arttı. CIA yerli Afgan
isyancıların savaşından memnun değildi (1985-1986). Avustralyalı
Gazeteci John Pilger’e göre bu sırada “CIA Başkanı William
Casey Pakistan İstihbarat Örgütü ISI ile uygulayacağı bir plan
geliştirdi; buna göre ISI Afgan Cihad’ı için tüm dünyadan
adam devşirecekti. Pakistan’da 1986-1992 arasında, CIA ve M16
tarafından 100. 000’den fazla İslamcı militan eğitildi; İngiliz
Özel Kuvvetler Birimi SAS daha sonraki El Kaide ve Taliban
militanlarını bomba yapımı ve diğer kara sanatlar alanında
eğitti. Liderleri ise Virjinya’daki CIA kampında
yetiştirildiler.” (Guardian, 20 Eylül 2003)
Sonuçta
43 ülkeden yaklaşık 35. 000 radikal Müslüman Afgan Mücahitleri
ile birlikte savaşacaktı. On binlercesi ise Pakistan’da CIA ve
ISI tarafından finanse edilen yüzlerce medresede eğitim görecekti.
Ana lojistik üs Pakistan’ın Peşaver kentiydi. (Washington Post,
19 Ağustos 1992) (Kaynak: 1986-1992: CIA and British Recruit
and Train Militants Worldwide to Help Fight Afghan War. (CIA ve
İngiltere Afgan Savaşına Yardım Amacıyla Tüm Dünyadan Militan
Devşiriyor ve Eğitiyor)” (Bkz.: Halkın Kurtuluşu Yolu; “El
Kaide-ABD İlişkileri, Kürt Sorunu ve Suriye“, 3 Eylül 2014).
7)
12.09.2014 tarihli Radikal'de Fehim Taştekin “Cehennem Arka
Kapıdan...” makalesinde bu güçler hakkında şu tespitleri
yapıyor:
“ABD'NİN
SURİYE'DE OLASI ORTAKLARI
...
ABD’nin muhatap aldığı ya da silahlandırarak yeniden çekim
merkezi haline getirmeyi hedeflediği grupların çoğu terör
listesinde yer alan Kaide’nin Suriye kolu Nusra Cephesi ile
birlikte hareket ediyor. Suud’un verdiği akılla ılımlı İslamcı
ya da seküler gruplara yanaştırılarak yeni bir ambalaja sokulan
ılımlı selefi ya da radikal selefiler de anlayış ve vaat
ettikleri bakımından Nusra’dan bir kıl geride sayılır.
Eğer
ılımlı-Selefi ya da Kaideci ayırımı gözetilmeden yardım
yapılmayacaksa sahada ABD’nin potansiyel ortaklarının kimler
olduğu sorusu hayati önem arz ediyor. Yüzlerce grup olsa da öne
çıkan birkaç çatı örgütü var.
-
Muhatap yolsuzluklara bulaşıp içinden bolca savaş ağası
çıkararak gücünü yitirmiş Özgür Suriye Ordusu (ÖSO)
Genelkurmay Başkanlığı mı?
-
Hem rejime hem İD’e karşı savaşan ama Nusra ile sorunu olmayan
ve kendini seküler olarak tanımlayan Suriye Devrimciler Cephesi mi?
-
Hem rejimle hem İD’le savaşan ve Nusra ile ortak hareket eden
selefilerin en güçlü çatı örgütü İslami Cephe mi?
-
Hem rejim hem İD’le savaşan ama Nusra’yla da paslaşan Suriye
Devrimci Genelkurmay Konseyi mi?
Nusra
dışındaki bu grupların her birinin altında onlarca örgüt var…
Bir şapkanın altında onlarca şapka…
Selefiler
ve ılımlı İslamcıların seküler gruplarla yeniden
harmanlanmasıyla ortaya çıkan yeni bir koalisyonun muhatap
alınması güçlü bir ihtimal. Bu noktada manidar bir zamanlama ile
oluşturulan Suriye Devrimci Genelkurmay Konseyi’ne dikkat çekmek
istiyorum. ÖSO Genelkurmay Başkanlığı’nın yapamadığı
sahadaki koordinasyon ve birliği sağlama hedefiyle 3 Ağustos
2014’te 18 örgütün katılımıyla oluşturulan bu konseyin
şapkası altında bakın kimler sığabildi:
-
Suud istihbaratının kontrolündeki İslam Ordusu.
-
Sene başında ABD’nin yardımlarına mazhar olan seküler kanattan
Cemal Maruf’un liderliğindeki Suriye Devrimcileri Cephesi.
-
ABD’nin TOW tanksavar füzelerini verdiği Hazm Hareketi.
-
İD’e karşı İslamcıların koalisyonu Mücahitler Ordusu.
-
İslamcı Şukur-uş Şam.
-Geçen
yıl demokratik sistemi reddeden ve şeri devlet kurmayı hedefleyen
bir deklarasyonla selefi örgütleri bir araya getiren İslami
Cephe’nin en büyük bileşeni Ahrar-uş Şam da konseye 31
Ağustos’ta katıldı”.
8)
Irak ve Suriye'de İslamcı örgütlerin güçlenmesinde esas sorumlu
olan güçlerin başında ABD, AB'nin İngiltere, Fransa ve Almanya
gibi emperyalist ülkeleri ve bölgede de Türkiye, S. Arabistan,
Katar gibi ülkeler gelmektedir. Amerikan emperyalizmi Taliban ve El
kaide örneğinde olduğu gibi aynı yöntemi kullanarak Irak ve
Suriye'de İslamcı çete örgütleninin gelişmesinin önünü
açmıştır. Taliban ve El Kaide Afganistan'da sosyal emperyalist
Sovyetler Birliği'ne karşı AMD adına vekalet savaşı
sürürmüşler. Ortadoğu'yu kontrol etmek için öncelikle bu
türden örgütleri desteklemiştir. Önümüzdeki dönemde Orta
Asya'da da bu türden örgütlerin vekalet savaşına girişmeleri
şaşırtıcı olmamalıdır.
ABD,
Batılı emperyalist güçler ve bölgede de Türkiye, S. Arabistan
ve Katar gibi ülkeler Asad rejimine karşı mücadele etsinler diye
IŞİD ve onun türünden İslamcı örgütleri her bakımdan
(politik, askeri, mali) desteklemişlerdir. Suriye'de Esad muhalifi
güçler daha G. W. Bush döneminde mali olarak destekleniyorlardı.
Onama döneminde bu destek kapsamlaştırılarak sürdürülmüştür.
Suriye'yi istikrarsızlaştırarak Esad rejimini yıkma stratejisinin
dorudan sonucu IŞİD gibi İslami örgütlerin güçlenmesi
olmuştur. 2011'de Suriye'de iç savaş başladığında CIA,
“öldürücü olmayan yardım araçları” adı altında Suriye'ye
silah sevkıyatı yapmıştır. Aynı yöntemle Türkiye de silah
göndermiştir. “Suriye Özgür Ordusu” için gönderilen bu
silahların büyük bir kısmı IŞİD'in, El Nusra'nın ve diğer
İslamcı örgütlerin eline geçmiştir. Kasım 2012 Mart 2013
arasında 3.500 tondan fazla askeri teçhizatı Türkiye ve S.
Arabistan/Ürdün üzerinde Suriye'ye sokulmasını ve dağıtımını
örgütleyen CIA'den başkası değildi.
Ayrıca
Şubat 2013'te Hırvatistan'dan Suriye'ye sokulan silahların da
büyük bir kısmı IŞİD'in eline geçmiştir.
9)
IŞİD, Irak'ta önemli petrol alanlarını ele geçirmiş
durumdadır. Bu alanlarda günlük petrol çıkarımının 8 milyon
dolar olduğu tahmin ediliyor. Böylece İŞİD, bölgedeki enerji
oyununu değiştirmiş oluyor.
Uluslararası
Enerji Ajansı’nın (IEA) 2012’de yayınladığı ‘Dünya
Enerji Görünümü’ raporuna göre, küresel enerji talebi 2035
yılına kadar en az üçte bir oranında artacak. 20 yıl içinde
petrol üretiminde öngörülen günlük beş milyon varil artışın
yüzde 45’inin Irak'ta çıkartılacağı hesaplanıyor. Yani
yapılan tahminler doğruysa Irak 2030’lu yıllarda Rusya’yı
geride bırakarak dünyanın en büyük ikinci petrol ihracatçısı
haline gelecektir. IEA raporlarına göre bölgedeki tahmini petrol
pastası beş trilyon dolardır.
Raporun
yayınlanmasının ardından iki yıl içinde, Irak’ın özellikle
kuzeyinde -Kürdistan Otonom bölgesinde- yer alan petrol
kaynakları, uluslararası petrol şirketleri tarafından hızla
paylaşıldı.
Fransız
şirketi Total, ABD şirketleri Chevron ve ExxonMobil, Çin
şirketi CNPC, İngiliz şirketi BP, Rus şirketi Lukoil ve Kanada
şirketi Oryx Irak petrolünde “aslan payı”nı kapmış
olanlardır.
*)
Bu yazının bittiğinde burjuva basında 49 rehinenin “başarılı
bir operasyon”la kurtarılmış olduğu bir “bayram” havasında
yer aldı. IŞİD'in Kobane'ye saldırılarını yoğunlaştırdığı
bir dönemde ve o bölgedeki sınır kapısında “operasyon”la
kurtarılmış rehinelerin Türkiye'ye girmeleri belki de bir
tesadüftür. Neyin ne olduğu şimdilik belli değil; bir taraftan
MİT tek başına, başka ülkelerin istihbaratına dayanmana
“başarılı” bir operasyon yapıyor, ama diğer taraftan da iş
“ikna” yöntemiyle sonuçlandırılıyor. Böylece ikna etmenin
de bir operasyon olduğunu öğrenmiş oluyoruz.
Bu
“operasyon”la İŞİD'e karşı “gönüllüler” koalisyonuna
katılmamak için Türkiye'nin öne sürdüğü en önemli neden
ortadan kalmış oldu. Bakalım bundan sonra ne yapacak. Her
halükarda Türkiye ile IŞİD arasındaki muhabbette değişen bir
şey olmayacak; Türkiye IŞİD'e karşı mücadele içinde fiilen
yer almayacak. Bu ikna “operasyon”unun karşılıksız olduğunu
düşünmek bir hata olur. Mutlaka bir karşılığı vardır. Bu
karşılık da Türkiye'nin “gönüllüler” koalisyonuna
katılmama konumunda kalması ve Kobane'nin düşmesi ve Rojava
devriminin boğulması için IŞİD'a “görünmeyen” destek ve
birtakım “kolaylıklar” sunması olabilir. Her iki taraf da bu
konuda aynı fikirde.