YUNANİSTAN'DA
EZİLENLERİN HÜKÜMETİ SYRIZA'NIN SONU
Bu
yazı tamamlandığında AB maliye banaklarından sonra 12 Temmuzda
AB hükümet ve devlet başkanlarının toplanacağı ve Yunanistan
sorununu ele alacağı açıklanmıştı. Sonradan AB Bölgesi devlet
ve hükümet başkanlarının toplanacağı açıklandı ve 12
Temmuzda başlayan bu toplantı 16 saatlik bir maraton pazarlıktan
sonra 13 Temmuzda sonlandı. Avro Bölgesi Yunanistan'a “demek
referandum, demek bana karşı gelmek” demeden kin ve nefretini
kustu. Özellikle Almanya, Avro Bölgesi'nin ve para birimi olarak
avronun geleceğini göz önünde tutarak, Yunanistan'dan yükselen
direnişin diğer GIIPS ülkeleri tarafından örnek alınmasını
engellemek, bir nevi ders vermek için acımasızca saldırdı ve
Yunanistan'a dayatılan koşulların ağırlaştırılması için
elinden geleni yaptı. Sonuç ortada: Yunanistan sömürge durumuna
düşürüldü. Çipras, AB diktatörlüğüne, acımasız tasarruf
tedbirlerine ve ülkenin AB komisyonu, Avrupa Merkez Bakası ve
IMF'den oluşan “Üçlü”nün yönetimine verilmesine boyun eğdi.
Böylece Yunanistan fiilen bu “Üçlü”nün sömürge
hakimiyetine girmiş oldu.
Üçünü
bir “kurtarma paketi”nin ele alınabilmesi için Çipras Çarşamba
gününe kadar Yunan parlamentosunu dayatılan paketi oylayacak ve
kabul edecek. Ancak bundan sonra paket üzerine görüşmeler
başlayacak.
Yunan
parlamentosu çarşamba gününe kadar (15 Temmuz) somut olarak şu
tedbirleri onayacak:
1-KDV'nin
oldukça artırılması.
2-Vergilendirme
tabanının genişletilmesi; oldukça yüksek vergilendirme.
3-Emekli
maaşlarında kapsamlı kesinti.
4-Ulusal
istatistik dairesinin (ELSTAT) hukuksal bağımsızlığının
garanti altına alınması.
5-Kamu
harcamalarının otomatik kesintilerinin istisnasız uygulanması.
6-Elektrik
enerjisi için nakliyat ağının özelleştirilmesi.
7-Özelleştirme
kurumu TAIPED'in bağımsızlığı.
8-Yunan
bürokrasisinin/idaresinin politikadan arındırılması.
9-AB-Komisyonu,
Avrupa Merkez Bankası ve IMF kurumlarının Atina'ya geri dönmesi.
Toplantıdan
sonra bir açıklama yapan Yunanistan Başbakanı A. Çipras şöyle
dedi “6 aydır zorlu bir mücadele verdik. Yunan halkını
ayaklarının üzerinde tutabilecek iyi bir anlaşma elde etmek için
sonuna kadar mücadele verdik. Zorlu kararlarla karşı karşıya
kaldık. Sorumlulukla hareket ettik ve zorlu bir anlaşmaya vardık.
Kamu servetinin yurtdışına aktarılmasını ve mali dar boğazın
uygulanmasını ve bankaların çöküşünü önledik. Borcun
yeniden yapılandırılmasını başardık, halk egemenliğini
yeniden kazandık. Önlemler durgunluk eğilimi yaratacak, ancak
Grexit mazide kaldı. Bugünkü anlaşma ekonominin iyileşmesine
imkan tanıyor. Önlemlerin yükü sosyal adaletle dağıtılacak.
Yine aynı kişiler bedel ödemeyecek. Yunanistan'ın köklü
reformlara ihtiyacı var. Savaşa devam edeceğiz. Bütün Avrupa'ya
onur mesajı verdik.”
Lafa
bak, “Bütün Avrupa'ya onur mesajı verdik”! Onur, kabul ettiğin
AB tarzı Duyun-u Umumiye mi, Yunanistan'ı AB idaresine,
sömürgeciliğine teslim etmek mi?
Onur
buysa referandumdan çıkan yüzde 61'lik “hayır” oynu ne?
Madem
ki, “halk egemenliği”, “yükün sosyal adaletli dağıtımı”,
Avrupa'ya verilen onur mesajı” buysa neden daha başından bu
mesajları verip şimdi dayatılan koşullardan daha hafif olan
koşulları kabul etmedin?
Aşağıdaki
makale bu yeni gelişme göz önünde tutularak okunmalıdır.
*
AB'nin
dayattığı tasarruf veya kemerleri daha da sıkma politikasına
karşı Yunan halkı verilmesi gereken cevabı verdi; halkın yüzde
61'inden fazlası 5 Temmuzda AB dayatmasına hayır dedi. “Hayır”
diyen kitle AB'nin ve Yunan burjuvazisinin tehditlerine boyun eğmedi;
ekonomik kriz ile uygulamaya konan ve giderek çekilmez olan; ülkeyi
AB protektoratına çeviren AB dayatması kemer sıkıma politikasına
karşı geldi.
Yunan
halkının, Yunanistan'da ezilenler hükümetinin bu zaferi
küçümsenmemeli, ama aynı zamanda da abartılmamalı: Neye “hayır”
dedikleri çok açık. Ama bu “hayır”dan sonra AB ile
pazarlıkların nasıl gelişeceği sayısız soru işaretleriyle
yüklüdür. O melun “Üçlü” (AB Komisyonu, AMB ve IMF) ile
sürdürülecek görüşmeler şimdiye kadar olduğundan daha da sert
olacaktır. Bu görüşmelerde açık ki, sorun Yunanistan olmasına
rağmen, sadece ve sadece onunla sınırlı kalmayacaktır. Daha
şimdiden gündemde olan Avro Alanı'ndan, hatta AB'den çıkış
tartışmaları alevlenecek veya Yunanistan AB'yi terk etmeye
zorlanacak tartışmalarının yanı sıra AB, başka ülkeler
tarafından örnek alınmasın diye Yunanistan'da kendine karşı
beklemediği bu direnişi anlamsızlaştırmak için elinden geleni
yapacaktır. Yunanistan, “Üçlü” ve özellikle de Almanya için
bulaşıcılık tehlikesi oldukça yüksek olan bir kabusa
dönüşmüştür.
AB'nin
krizden dolayı Yunanistan uygulaması, bu entegrasyonun hangi güçler
tarafından hangi amaçla kurulmuş olduğunu oldukça açık bir
biçimde göstermektedir. Burada AB-demokrasi kandırmacasını bir
kenara koymak gerekir.
Son
dünya ekonomik krizi patlak verdiğinde ve başta ABD olmak üzere
uluslararasılaşmış mali sermayeyi yönlendiren asırlık
çınarlar; bankalar batma tehlikesiyle karşı karşıya kaldığında
yapılan şu olmuştu: Sayısız “kurtarma paketleri” ile batan,
batmakta olan bankalar kurtarılmıştır. ABD'de bu yaşandı. Bu
bankaların karlarına dokunulmadı; karları özel kaldı. Ama
zararları topluma mal edildi; kamulaştırıldı. Krizde olan
ülkelerde uygulamaya konan kurtarma paket ve programlarının sayısı
herhalde oldukça kabarık olmalıdır. Bu paketlerin şekillenmesinde
hükümetlerin yanı sıra, itfaiyeci olarak gelen IMF hep baş
rollerde olmuştur. IMF'nin yaptığı ise kundakçılıktan başka
bir şey değildi.
Yunanistan'ın
bugün yaşananları bir biçimde yaşayacağı AB, IMF ve
Yunanistan'a dayatılan bu politikanın başını çeken Almanya
tarafından yıllar öncesi görülmüştü. Bu nedenle Yunanistan'ın
iflası, baştan bugüne yönetilen bir süreç olmuştur. Sorun
bilindiği için bu süreç, amacı, içeriği bakımından oldukça
başarılı yönetilmiştir. Peki sürecin amacı, içeriği neydi?
Yunanistan'ın
kamu borçları sürekli artmıştır. Örneğin bu miktara 1995'te
95 milyar avrodan 2011'de 355 milyar avroya çıkmıştır. Ancak
2012'de 304 milyar avroya düşmesine rağmen 2013'te yeniden artarak
319 milyar avroya çıkmıştır. 2014'te ise 317 miyar avroda
kalmıştır. Burada önemli olan borç miktarının 2011'den sonra
azalmaya başlaması değil, krizden dolayı AB, IMF ve AMB'nin,
“Üçlü” (Troyka) olarak müdahalesidir.
2009'da
Yunanistan'ın Avrupa bankalarına olan toplam borcu 253 milyar
dolardı. Bu miktarın 78,8 milyar dolarlık kısmı Fransa'ya, 45
milyar dolarlık kısmı da Almanya'ya aitti. 2014'e gelindiğinde
ise Yunanistan'ın Avrupa bankalarına olan toplam borcu 32 milyar
dolara geriledi. Bu miktar içinde Fransa'nın payı ancak 1,8
milyar dolarken, Almanya'nın payı 13,5 milyar dolardı.
Aşağıdaki
grafik Avrupa bankalarını kurtarma operasyonunun sonucunu
göstermektedir.
2009'dan
2014'e, yani 5 sene içinde Avrupa bankalarının Yunanistan'a
verdiği borç miktarı hemen hemen sıfırlanıyor; önemsiz bir
miktara düşüyor. AB, Yunanistan'ı kurtarma adı altında kendi
parasını kurtarma operasyonunu yönetti.
Bu
operasyon nasıl yönetildi? Aynen ABD'de olduğu gibi “kurtarma
paketleri”, mali yardım üzerinden. Yunanistan 2010-2011 arasında
“mali kurtarma paketi” adı altında AB ve IMF'den toplam 240
milyar avro tutarında bir yardım aldı. Bu yardım Avrupa
bankalarının alacakları için kullanıldı; Yunanistan'ın sadece
alacaklısı değişti; borcu sahibi özel bankalar değil, AB ve IMF
gibi kuruluşlar oldu.
Güncel
durum itibariyle: Mart itibariyle Yunanistan'ın toplam borcu 312
milyar avro. Bunun yüzde 65,7 oranlık kısmı -205 milyar avro-
AB'nin kurtarma fonu olan EFSF'ye (Avrupa Finansal İstikrar Fonu) ve
IMF'ye ait. 81 milyar avroluk tahvil borcunun dörtte üçü ülke
içinde ihraç edilmiş olan tahvillerdir. Bu tahviller, Yunan
bankaları tarafından AMB'ye (Avrupa Merkez Bankası) teminat olarak
veriliyor ELA (Acil Durum Likidite Yardımı) üzerinden avro olarak
borçlanıyorlar.
Artık
Yunanistan'a verilen özel kesim borcu falan pek kalmamıştır.
2009-2104 arasında borcun alacaklı yapısı tamamen değişmiştir;
Almanya, Fransa, İspanya, İtalya, Hollanda özel bankaları
Yunanistan'a verdikleri borcun hemen hemen tamamını AB ve IMF'nin
Yunanistan için hazırladığı “kurtarma paketleri” sayesinde
geri aldılar. Bu paketler AB ülkeleri tarafından kendi
bütçelerinden ayrılan miktarlarla doldurulmaktadır.
Kriz
süreci yönetmek böyle oluyor: Özel sektör bankaları zarar
etmesin diye alacakları, kamu borcuna çevrilerek ödeniyor; yani
borç transferi yapılıyor. Böylece AB'nin özel bankaları
Yunanistan batağından kurtarılmış oldular. Her seferinde
Yunanistan'a yardım dendi, ama sonuçta Avrupa bankaları;
Almanya'nın, Fransa'nın, İtalya'nın vs. bankaları kurtarıldı.
Kurtarılmayan ve kurtarılması amaçlanmayan Yunanistan ise ortada
kaldı.
Söylenmese
de Yunanistan iflas etmiş bir ülke konumundadır. AB, en
fazlasıyla iki açıdan Yunanistan'la ilişkilenmek zorunda
kalacaktır: Kendi prestijini kurtarmak, AB içinde krizin
derinleşmesini neredeyse sadece Alman emperyalizmine yarayan avro
para birimin kaldırılmasını ve böylece Avro Alanı'nda krizin
derinleşmesini engellemek için Yunanistan'ı “su yüzünde”
tutmaya çalışacak ve ikincisi de ekonomik bakımından
Yunanistan'dan kadar olmasa da durumu iyi olmayan Portekiz, İspanya,
İrlanda, İtalya gibi ülkelerin de Yunanistan'ı örnek almaması
için (Yunanistan dahil bu ülkelere GIIPS deniyor) “bir şeyler”
yapacak. AB, Yunanistan'ın boğulmasını engellemek, “su yüzünde”
tutmak için “yardıma” bir biçimde devam edecektir; likidite
olanaklarını arttıracaktır. Aksi taktirde, şimdi yaşanmakta
olan banka kapatmanın arkasından sermaye kontrolü gelecektir. Yurt
dışı ödemeleri, transferler, kredi kartı işlemleri kaçınılmaz
olarak sınırlandırılacaktır. Sonuçta Yunanistan “ölmemek”
için ulusal para birimi olan drahmiye geçmek zorunda kalacaktır.
AB,
kurtarmak için Yunanistan'a, “özel muamele” çekemez. Sırada
yukarıda adı geçen diğer ülkeler var. Onlar da AB'nin kapısına
dayanarak “Yunanistan'a var da bize niye yok” diyeceklerdir. Her
iki durumda da AB, kurtarıcı olamayacaktır, kendisinden de
kaynaklı krizi, siyasi ve toplumsal alanlara da yayılarak
derinleşecektir. Mevcut durum gelişmelerin bu yönde olacağını
gösteriyor.
AB,
AB olduğundan, avroya geçişten bu yana büyük bir felaket
atlatmıştır. AB'nin başını çeken Almanya ve Fransa kendi özel
bankalarını Yunanistan krizinden, süreci yöneterek
kurtarmasalardı, oradaki kayıp kendi özel bankaları ve başkaca
şirketleri için iflas anlamına gelebilirdi. Yönetilen süreçle
artık bu ülkelerin özel bankaları değil, hazineleri alacaklı
olmuştur. Diğer taraftan AB, kendi bankalarını kurtardığı
için, kıyıda, Yunanistan'ın kendini kurtarmak için nasıl
debelendiğini seyretme ve somut taviz karşılığı “el uzatma”,
yeniden yardım etme konumundadır. Önceleri, bankalarını
kurtarana kadar bugün olduğu gibi rahat değildi.
Şu
referandum sonucunu, halkçı söylemlerden, zafer-yenilgi
söylemlerden arındırarak ele almak gerekir. Tamam, “hayır”
demekle Yunanistan'da ezilenler AB karşısında büyük bir zafer
kazanmışlardır. Burası doğru. Referandum ile Yunanistan'da halk
neyin artık yapılamayacağına, daha fazla kemer sıkılamayacağına
karar verdi. Ama ne yapılması gerektiğine karar vermedi. Yani
kemer sıkma, tasarruf politikasına değil, daha fazla kemer
sıkmaya, daha fazla tasarruf politikasına hayır dedi. Böylece
Çipras önderliğinde Syriza hükümeti, mevcut kemer sıkma
dayatmalarını kabullenmiş oluyor. Ama bundan sonra ne yapılması
gerektiği konusunda hiçbir şey söylemediği gibi, AB tarafından
öne sürülebilecek yeni anlaşma koşullarına kapalı olduğunu da
dile getirmiyor.
Kemer
sıkmanın, tasarruf politikasının şu veya bu alandaki dozu
konusundaki Syriza hükümeti ile Troyka arasındaki anlaşmazlık,
önümüzdeki dönemde her iki taraf arasındaki görüşmelerin
temel konusu olacak. AB-AMZ ve IMF'nin ne yapacağı, ne yapmak
istediği belli, ama Syriza hükümetinin ne yapacağı henüz belli
değil. Bu bakımdan aslında değişen pek bir şey de yok.
Yunanistan
ekonomisinin yapısı bu görüşmelerde hükümetin elini
güçlendirmeye hiç uygun değil. Öyle ki, Yunan ekonomisi üretmeye
değil, dışarıdan borç alımına dayalıdır. Bu durumu
açıklayabilmek için Yunan ekonomisinin son yıllardaki yapısına
ve seyrine bakalım.
Yunanistan
sanayi üretimi
2000-2010
arasında sanayi üretiminin en yüksek olduğu yıl 2007.
Sonraki dönemde üretim sürekli geriliyor. 2007'yi, üretimin en
yüksek olduğu yıl olduğundan dolayı baz olarak alırsak, yıllık
üretim gerilemesinin önemli boyutlara varmış olduğunu görürüz.
Üretim 2014'te, 2007'ye göre yüzde 26,7 oranında daralıyor.
Sanayi
üretiminin gelişmesini yılın çeyrekleri bazında ele aldığımızda
üretimin en yüksek olduğu 2008'in ikinci çeyreğine göre üretim
2015'in ilk çeyreğine kadar sürekli gerilemiştir. Bu gerileme
2008'in ikinci çeyreğine gör 2015'in ilk çeyreğinde 26,7 oranına
varıyordu.
Yunan
ekonomisi üretime dayanmayan bir ekonomi; bu ekonomide maddi
değerlerin üretimi önemli değil. Dışarıdan sermaye transferine
(borç), hizmet sektöründe elde edilen kazanca dayanan bir
ekonomi. Bu anlamda da maddi değerlerin üretimine dayanan, kendi
çevrimi olmayan, doğrudan dış ekonomik gelişmelerin etkisinde
kalan bir ekonomi haline gelmiş durumda.
GSYH'da
sektörlerin payı bu gerçeği göstermektedir. Örneğin
Yunanistan'ın GSYH'sında sanayi sektörünün payı 1995'te yüzde
21,4'ten 2014'te yüzde 13,3'e düşüyor. Aynı dönemde tarım
sektörünün payı yüzde 8,1'den 3,8'e düşüyor. Ama hizmet
sektörünün payı sürekli artarak 1995'te yüzde 70,5'ten 2014'te
yüzde 82,8'e çıkıyor. Bu demektir ki, örneğin 1995 yılında
Yunanistan GSYH'sı 100 avro ise bunun 21,4 avrosu, sanayi
üretiminden, 8,1 avrosu tarım sektöründen ve 70,5 avrosu da
hizmet sektöründen kaynaklanmaktaydı. 2014'te ise sanayinin payı
13,3 avroya, tarımın payı 3,8 avroya düşerken, hizmet sektörünün
payı ise 82,8 avroya çıkmıştır.
Yukarıdaki
grafikte de görüldüğü gibi böyle bir ekonominin dış kaynak
olmaksızın ayakta durması ve bahsettiğimiz yapısından dolayı
da bu borç krizinden çıkması imkansızdır.
Yunanistan
Kıbrıs (Rum kesimi) ve St. Lucia'dan sonra GSYH'da hizmet
sektörünün payının en yüksek olduğu ülkedir. Bu oran 2014
itibariyle Kıbrıs'ta yüzde 87,1, St.Lucia'da yüzde 84,2 ve
Yunanistan'da da yüzde 82,8 idi.
Yunanistan'ın
borç kamburu
Yunan
halkı hakkında olmadık yalanlar uydurulmuş, önyargılar
oluşturulmuştur. Tembel, erken emekli oluyor, koşullarının
üstünde yaşıyor, “ayağını yorganına göre” uzatmıyor vb.
Bu türden uydurmalar AB kaynaklıdır. Yunanistan'ı AB, ama
özellikle de Avro Alanı veya Avro kriterlerine uygun olmamasına
rağmen bu entegrasyona ve para birimine kabul edenler şimdi onu bu
hale getirenlerdir. Yunan burjuvazisi, uydurma hesaplarla AB'yi
kandırmaya çalışmamıştır. AB, Yunan burjuvazisinin hazırladığı
ülkeyi “güllük gülistanlık” göstermeye hizmet eden
hesapların gerçekle ilişkisi olmadığın çok iyi biliyordu. Buna
rağmen Yunanistan Avro para birimine alındı. Şimdi sadece
kendisiyle sınırlı kalmayacak olan bir krizi tetikleyecek duruma
geldiği için, yani avro olgusunu sorgular olduğu için, dün onu
kabul edenler bugün farklı düşünebiliyorlar. Durumu bilindiği
halde Yunan ekonomisini sürekli kredi vererek ayakta tutan, sahte
bir refahın sorumluları olan AB'li sermaye çevreleri -özellikle
de Alman, Fransız bankaları şimdi yukarıda belirtilen türden
önyergıları kendi toplumlarında, kahve, birahane sohbetlerinde
yayılabilecek biçimde medyatik yapıyorlar.
Sözün
kısası, AB kapsamında Yunanistan'a sürekli sermaye akmıştır;
devlet sürekli borçlanmıştır. Ve 2008'de başlayan dünya
ekonomik krizi sürecinde Yunanistan bu borcun altında kalmış ve
resmen açıklanmasa da bugün iflas etmiş bir ülke durumundadır.
Durumun ne denli içinden çıkılmaz; yaşanmakta olan krizin ne
denli derin ve kapsamlı olduğunu aşağıdaki grafik
göstermektedir.
Maastricht
kriterine göre borçlanmanın GSYH'ya oranı en fazlasıyla yüzde
60 olmalı. Yunanistan bu oranı daha 1996/1997'de aşmış oluyor.
2014'e gelindiğinde bu borç, GSYH'dan yüzde 80 oranında daha
fazla.
GSYH,
en yüksek olduğu 2008'de 242 milyar avrodan 2014'te 179 milyar
avroya düşerek yüzde 26 oranında azalıyor. Aynı dönemde devlet
borcu 225 milyar avrodan 2011'de doruk seviyesi 355 milyar avroya
çıkıyor ve 2014'te 318 milyar avro olarak gerçekleşiyor. Bu
verilere göre kamu borcu 2006-2011 arasında yüzde 58 ve 2006-2014
arasında da yüzde 41 oranında artıyor. Bunun sonucu olarak kamu
borçlarının GSYH'ya oranı giderek yükselmiş ve Yunanistan bu
borcu ödeyemez hale gelmiştir. Bunun böyle olacağını AB, AMB ve
IMF biliyorlardı. Bu nedenle de bankaların alacaklarını,
Yunanistan'a verilen mali yardımlarla (“yardım paketleri”)
Yunanistan'a ödettiler ve özel bankaları kurtardılar.
Yunanistan,
ekonomi çarkını çevirmek için sürekli borç almak durumunda
bırakıldı. Bu çark, kriz öncesine, 2007ye kadar
döndürülebiliyordu. Ama krizin etkisiyle durum tamamen değişti.
Bu, Yunanistan ekonomisinde ve toplumunda derin iz bırakacak,
Yunanistan'da ekonomik ve toplumsal yaşamın artık eskisi gibi
olamayacağını gösteren bir değişimdir.
AK,
AMB ve IMF, Yunan ekonomisini yeniden yapılandırmak için dayattığı
koşullarla, sadece ve sadece özel bankaların alacaklarını
kurtardı. Bu “Üçlü”nün hiçbir tedbiri ekonominin kötüye
gidişini engelleyemedi; GSYH sürekli geriledi; devlet borçları
sürekli arttı. 2012'de borçların bir kısmının silinmesi de
durumu değiştirmedi.
Yunanistan
aslında çoktan beri iflas etmiş bir ülkedir. Bu “Üçlü”
Yunanistan'ı yapay olarak ayakta tutu. Bunun birçok nedeni var.
Özel bankaların verdikleri kredilerin geri ödenmesinin ötesinde
AB ve IMF, Yunanistan krizinin özellikle AB-Avro Alanı'nda mevcut
krizi şiddetlendirecek, derinleştirecek tetikleyici olmasını;
bunun da dünya mali sistemi üzerinde olumsuz etkide bulunması
olasılıklarını göz önünde tutarak Yunanistan'ı yapay olarak
ayakta tutuyor. AB ve IMF, bunun ötesinde Yunanistan krizinden
kazananları, o talancı yatırımcıları, spekülatörleri ve
bankacıları temize çıkartmak için de Yunanistan'ı yapay olarak
ayakta tutuyor. Bu “Üçlü” bunu yaparken, dayatmalarının da
gösterdiği gibi krizin bütün yükünü halkın sırtına yıkıyor.
AB
Komisyonu, AMB ve IMF'nin Yunanistan krizini, kurallarının ötesine
ele alma, istisna tedbirlere baş vurma durumu olmadığı gibi buna
niyeti de yok. AB, sırada başka üye ülkelerin beklediğini, bir
de bize istisna diyeceklerini bilmiyor ve anlamıyor olamaz. Şimdi
bir de AB'de Yunanistan olma adayı olan ülkelerin durumununa
bakalım.
Avrupa
Birliği'nde yeni Yunanistan'lar olma sırasında bekleyen adaylar
Kemer
sıkma/tasarruf politikası – PIIGS devletlerinde ekonominin durumu
ve devlet borçlanması
PIIGS
kısaltmasıyla AB'nin devlet borcu yüksek ve iflas tehlikesiyle
karşı karşıya olan ülkeleri (Portekiz, İrlanda, İtalya,
Yunanistan ve İspanya) kastedilmektedir. (Bu kavramın versiyonları
da var: PIIGS'in yanı sıra Portekiz, İspanya, İtalya ve
Yunanistan'dan oluşan (PIGS) ülke grubu ve Portekiz, İtalya,
İrlanda, Yunanistan, Büyük Britanya ve İspanya'dan oluşan
(PIIGGS) ülke grubu kastedilmektedir).
AB
Komisyonu'ndan, Avrupa Merkez Bankası'ndan ve IMF'den oluşan
“Üçlü”nün “kurtarma paketleri” adı altında krizden
dolayı ekonomisi sorunlu ülkeler için uyguladığı tasarruf
politikaları; ekonomiyi iyileştirme tedbirleri aslında geniş
anlamda AB'yi, dar ve esas anlamda da para birimi olarak avroyu
kurtarmaya yönelik adımlardır. Bu nedenle söz konusu “Üçlü”nün
“Avro kurtarıcısı” olarak tanımlanması daha doğrudur.
“Üçlü”nün
programını uygulanması durumunda söz konusu ülkelerde kamu
(devlet) borçlarından kaynaklı krizin (borçlanma krizi)
üstesinden gelineceği ve ekonominin, krizde dip noktayı aştıktan
sonra yeniden büyüme rotasına gireceği vaaz edilmektedir. Ne var
ki, bu programın uygulandığı, “Üçlü”nün eline mahkum
olmuş ülkelerin hiçbirinde söz konusu borçlanma krizinin
üstesinden gelinemediği gibi, ekonominin de yeniden büyüme
rotasına girdiği de görülmemiştir. Bu ülkelere, en son olarak
Yunanistan örneğinde görüyoruz, dayatılan kemer sıkma
politikasının veya “Üçlü”nün dayatmalarının istenilen bir
sonuç vermediğini, bu ülkelerde ekonomilerinin seyrini ele veren
birkaç paradigma temelinde gösterelim.
Devlet
borçlarının seyri ve tasarruf politikası bazında PIIGS
devletlerinde durum
Yunanistan'ı
“kurtarmak” için 110 milyar avroluk ilk “yardım paketi”
Mayıs 2010'da açıklandı. Bu pakete IMF'nin katkısı 30 milyardı.
Yunanistan'ı “kurtarmak” için “yardımların” devamı
geldi. Ama işin ilginç tarafı Yunanistan borç batağından
çıkamadı, verilen yardımlar Yunanistan'a kredi açan AB'in özel
bankalarının alacaklarını kapatmak için kullanıldı. Böylece
borçlu aynı kalırken (Yunanistan) sadece alacaklı değişmiş
oldu. Bu arada Yunan GSHY'sı 2008'den itibaren gerilemeye başladı.
2008'de kriz öncesinin en yüksek seviyesi olan 242,10 milyar
avrodan 2014'te 179,08 milyar avroya düşerek yüzde 26 oranında
daraldı. Bu daralma, yardımın verilmeye başlandığı 2010'dan
bugüne yüzde 20,8 oranına varıyordu.
Bu
arada devletin borçlanması da sıçramalı gelişti. 2006'da devlet
borcu miktarı GSYH'yı aşıyor. 2008'de 264,62 milyar avro olan
borç miktarı 2011'de 355,95 milyar avroya çıkarak yüzde 34,5
oranında arttı. 2011-2012 arasında borç miktarındaki düşüş,
dayatılan kemer sıkma politikasının sonucundan dolayı değil,
borçların bir kısmını silinmesinden dolayıdır. Nitekim
2012'den itibaren borç yeniden artmaya başlamıştır. 2012'de
304,69 miyar avrodan 2014'te 317,09 milyar avroya çıkarak yüzde
4,1 oranında artmıştır.
Paketler
Yunanistan ekonomisinde büyümeye değil, küçülmeye zemin
hazırladı; daha fazla kemer sıkma, daha fazla işsizlik, daha
fazla sefalet dayatılırken, kazanan AB'nin Yunanistan'a borç veren
özel bankaları oldu.
Bu
paketlerle iyileşmenin olacağını, Yunanistan'ın kurtulacağını
öngören IMF'nin ne denli yanıldığını kendi tahminleri
doğrulamaktadır.
Grafikte
IMF'nin şimdiye kadar hiç bir öngörüsünün gerçekleşmediğini
görüyoruz; ne 2010'da, ne 2011, 2012, 2013 ve 2014'te GSYH bazında
ekonomide iyileşme olmuştur. Tam tersi gerçekleşmiştir;
Yunanistan GSYH'sı 2007'den bu güne sürekli küçülmüştür.
İrlanda'nın
durumu
Konut
krizinden dolayı İrlanda'da ekonomik kriz 2007 itibariyle patlak
vermişti. GSYH bazında ekonomi 2007'ye kadar sürekli büyürken,
devlet borçlanmasında da 2000-2007 arasında hemen hemen önemli
bir değişim olmamıştı. Devlet borcunun miktarı 2000'de 39,09
milyar avrodan 2007'de 47,14 milyar avroya çıkarak 20,6 aranında
artmıştı. 2007'den itibaren durum değişir; GSYH 2007'de 196,75
milyar avrodan 2010'da 164,95 milyar avroya gerileyerek kriz dibe
vurur (yüzde 16,1 oranında bir daralma). Devlet borcu miktarı
2011'de GSYH'yı aşıyor. 2011'den itibaren GSYH'da artış olsa da
2014 itibariyle büyüme, 2007'deki seviyesini hala aşamamıştır.
2014'te GSYH 2007'deki seviyesinden yüzde 5,8 oranında geridedir.
Devletin
borçlanması 2008-2013 arasında sıçramalı gelişmiştir; 2008'de
79,60 milyar avro olan borç, 2013'te 215,55 milyar avroya çıkarak
yüzde 170,8 oranında artmıştır. Ancak 2013-2014 arasında borç
miktarında bir gerileme olsa da bu, İrlanda'nın ekonomik durumunda
bir şey değiştirmemektedir.
Her
iki ülkede -Yunanistan ve İrlanda- kurtarma paketlerine rağmen
GSYH ile devlet borcu arasındaki makas açıklığı kapanmamıştır.
Şüphesiz, İrlanda değerleri Yunanistan değerlerine göre daha
iyi, ama bu, İrlanda ekonomisinin düzlüğe çıktığı, yardım
paketlerinin sonuç verdiği anlamına asla gelmez.
Portekiz'in
durumu
Portekiz
ekonomisinin yardım paketleriyle düzlüğe çıktığına inanılır.
Bu ülkenin durumu her ne kadar Yunanistan'ınki gibi ağır olmasa
da düzlüğe çıkmış, yeniden yapılandırılmış bir ekonomiden
bahsedilemez. Verili dönem içinde borç miktarı sürekli artıyor.
Krizin başlangıç yılı olan 2008'den sonra ise borçlanmada
sıçramalı bir gelişme olurken, GSYH da 2010'daki artışın
dışında 2014 itibariyle de 2008'deki seviyesine ulaşamıyor.
2008-2014 arasında borçlanma yüzde 75,7 oranında artıyor ve
20111'de GSYH değerini aşıyor. Aynı dönemde GSYH yüzde 3,3
gerilemiş oluyor.
İspanya'nın
durumu
Yukarıda
ele alınan ülkelerden farklı olarak İspanya, “Üçlü”nün
dayatmasına tabi değildi. Kendi gücüne dayanarak, kendi tasarruf
politikası doğrultusunda krizden çıkmaya çalışmıştır.
Bu
çabanın sonuçlarını yukarıdaki grafikte görüyoruz. GSYH, kriz
öncesindeki (2008) seviyesine 2014'te de ulaşamamıştır. 2008'e
göre 2014'te GSYH'daki gerileme yüzde 5,1 oranında. Sanayi
üretimindeki durum daha da felaket. Örneğin sanayi üretimi kriz
öncesi en yüksek seviyesinden (2007) 2014'e yüzde 27,6 oranında
gerilemiş durumdaydı.
Krizle
birlikte devlet borçlanmasında sıçramalı bir artışın olduğunu
görüyoruz. 2000-2007 arasında devlet borcu 374,56 milyar avrodan
383,80 milyar avroya çıkarak ancak yüzde 2,5 oranında artarken
2008-2014 arasında 439,77 milyar avrodan 1033,86 milyar avroya
çıkarak 2,3 misli, yani yüzde 135,1 oranında artmıştır.
2014'te devlet borçları GSYH'nın yüzde 97,7'sine denk düşüyordu.
2008-2014
arasında GSYH geriliyor, aynı dönemde devlet borçları hızla
artıyor. Bu sürecin böyle devam etmesi durumunda -etmemesi için
bir neden yok (!)- İspanya'da devlet borçları GSYH'yı yakında
aşacaktır. İspanyol burjuvazisinin uyguladığı tasarruf
politikası yukarıdaki ülkelerde “Üçlü”nün uyguladığı
tasarruf politikasından farklı sonuçlara götürmemiştir.
İtalya'nın
durumu
Veriler,
İtalyan ekonomisinde de durumun diğerlerinden pek farklı
olmadığını göstermektedir.
Yukarıdaki
diğer ülkelerden farklı olarak İtalya'nın borçlanma sorunu daha
önceki yıllarda başlamıştır. Verili dönem içinde sadece 2007
yılında İtalyan GSYH'sı devlet borcundan biraz fazlaydı. O da
ancak yüze 0,27 oranındaydı. 2000-2007 arasında GSYH ve devlet
borçlanması büyük farklılık göstermeyen bir büyüme
sergilemişti. Ancak durum 2008'den itibaren değişmeye başlar ve
krizden dolayı GSHY'da takip eden yıllarda belli bir gerileme
olurken devlet borçları sıçramalı gelişir. 2008-2014 arasında
GSYH'da gerileme yaklaşık yüzde 1 iken, devlet borçlanmasındaki
artış yüzde 27,8 oranına varıyordu. Bu durumdan 2008-2014
arasında devlet borçlarında hızlı bir artış olurken GSYH'da
durgunluk söz konusuydu.
İtalyan
sanayi üretiminin hala derin bir krizde olduğu; 2014'te 2007'deki
en yüksek seviyesinden yüzde 23,2 oranında geride olduğu, devlet
borçlarının GSYH'ya oranının yüzde yüzün üzerinde -132,9-
olduğu göz önüne getirilirse İtalyan ekonomisinde geç başlayan
tasarruf politikasının ve reformların pek işe yaramadığı
açıkça görülür.
Muhtemel
aday Fransa'nın durumu
GIIPS
ülke grubundan olmayan Fransa'nın da durumu pek sağlam değil.
Fransa'da devlet borçlanmasının GSYH'ya oranı diğer ülkelerde
olduğu gibi yüksek değil. Ama bu ülkede de ekonomik krizin
etkisiyle devlet borçlanması 2008'den itibaren sıçramalı bir
artış göstermiştir. 2000-2007 arasında devlet borçları yüzde
43,9 oranında artarken 2007-2014 arasında bu artış yüzde 63,2
oranına varıyordu.
2000-2007
arasında GSYH'da büyüme oranı yüzde 31 iken 2007-2014 arasında
bu oran ancak yüzde 10,2'ye varıyordu.
2007-2008'de
devlet borçlarının GSYH'ya oranı yüzde 64,2 iken bu oran 2014'te
yüzde 95'e çıkıyor. Neredeyse GSYH'ya eşit bir miktar.
Fransa'da
GSYH 2009'dan itibaren sürekli artıyor; 2009-2014 arasında bu
artış oranı yüzde 10,6'ya varıyor. Ama aynı dönemde
borçlanmadaki artış yüzde 33,4 oranına varıyordu.
Fransız
sanayi üretimi kriz öncesi en yüksek seviyesine göre (2007=100)
2014'te yüzde 14,2 oranında mutlak gerilemiş durumdaydı. Yani
ekonomisi hala kriz içinde. Fransız sanayi üretiminin bu sefil
hali ekonominin kolay kolay düzelemeyeceğini, bu anlamda devlet
borçlanmasının artacağını göstermektedir.
Burjuvazi,
her kriz sonrasında, ekonomiyi yeniden yapılandırma adına kriz
sürecinde alınan kararlar doğrultusunda adımlar atar. Krizde olan
ülke dışa, emperyalizme bağımlı durumdaysa, böyle bir ülkenin
krizden çıkmak adına bağımsız program uygulaması da olmaz;
emperyalist ülkeler, sermayelerini kurtarmak ve iflas durumunda
kapitalist dünya sistemine vereceği zararları asgariye indirmek
için, kendi çıkarlarını korumak için güya o ülkenin krizden
çıkmasını sağlayacak kurtarma paketleri dayatırlar; bu
tedbirleri alırsanız krizden çıkar, ekonomiyi yeniden
yapılandırabilirsiniz derler. Daha önce, örneğin Türkiye'de
2001 krizi sürecinde Kemal Derviş nezdinde IMF'in dayatmalarını
biz yaşarken, şimdi de 2008 krizi sürecinde İrlanda, Portekiz ve
güncel olarak da Yunanistan yaşamaktadır.
Sunulan
kurtarma reçeteleri, söz konusu ülke gerçekliği ile değil,
uluslararası sermayenin çıkarıyla ilişkilidir; önemli olan, ne
pahasına olursa olsun uluslararası sermayenin zarar etmesi
engellenmelidir. Yunanistan'da olan da budur; bu ülkeye AB'nin
Almanya, Fransa gibi ülkelerinin özel bankalarının verdiği
krediler, Yunanistan'a mali yardım adı altında kurtarıldı. Bu
yapılırken Yunanistan'ın yoksullaşmasını, varlıklarının
talan edilmesini vb. temel alan kemer sıkma politikası uygulanması
için “kurtarma paketleri” dayatıldı.
Yukarıda
adı geçen diğer ülkelerde de (GIIPS) görüldüğü gibi bu
tedbirlerin hiçbiri ekonomiyi yeniden yapılandırmaya yetmedi.
Yunanistan'da ise hiç yetmeyecek. Bunun en basit nedeni bu ülke
ekonomisinin maddi değerler üretimine dayanmamasıdır. Hangi
toplum formasyonu olursa olsun, üreten ekonomi ayakta kalabilir,
krizini aşabilir. Üretim olmaksızın veya yeterli olmaksızın
borçlanma ve tasarruf politikalarıyla ekonomiyi yeniden
yapılandırmak, bağımlı ülkelerde, özgün durum (yeraltı
zenginliği vb.) yoksa olanaksızdır. PIIGS ülkelerinde devlet
borçlanması ve GSYH'nın gelişme seyri, ekonomiyi yeniden
yapılandırmak için uygulanan tasarruf politikası konseptinin ne
denli yanlış olduğunu yeteri kadar göstermiyor mu? Yukarıdaki
veriler bu ülkelerin hepsinde ekonominin güçlenmediğini, aksine
zayıfladığını, devlet borçlarının hızla arttığını
gösteriyor.
Özellikle
Alman burjuvazisinin, AB'deki ağırlığına dayanarak Yunanistan'a
dayattığı 'ya tasarruf politikasını uygularsın ya da avrodan
çıkarsın' türünden utanmazlığı, bu avro mimarı ve ondan en
çok yararlanan emperyalist ülkenin avroyu kurtarmak için ne
yapabileceğini, neyi göze alabileceğini göstermektedir. Alman
burjuvazisi, tasarruf politikasının alternatifsiz olduğunu,
mutlaka başarıya götüreceğini savunuyor. Böylece krizde olan
bir ülkenin, kendisine dayatılan tasarruf politikasının ötesinde
alternatif olacak başka yol ve yöntemlere başvurmasını
engellemiş oluyor. Yunanistan'a yapılan budur.
AB
ve IMF bu ülkeleri verecekleri kredi (borç) ve uygulayın diye
sundukları “kurtarma paketleri“ne mahkum etmek istiyorlar.
Yapılan yardımlar içinde maddi değerlerin üretimine, örneğin
sanayinin yeniden yapılandırılmasına ilişkin bir şey
bulamazsınız. Üretim olmayınca da ekonominin çarkı dışarıdan
sermaye akışıyla döner ve dışarıda bir kriz veya sermaye veren
ülkelerde bir kriz bu akışı engeller ve ülke beklenmedik bir
anda kendini krizi içinde bulur.
Aşağıdaki
sanayi üretimiyle ilgili veriler, bu türden ülkelerin neden
krizden kolay kolay çıkamayacaklarını; neden dış ekonomi
dinamiklerinin gelişmesine bağımlı kalacaklarını anlamak
bakımından önemlidir.
İrlanda
hariç diğer ülkelerde sanayi üretimin sefilliğini aşağıdaki
grafikte görüyoruz.
2007'ye,
kriz öncesinde sanayi üretiminin en yüksek olduğu seviyeye göre
2014 sonu itibariyle bu ülkelerde sanayi üretiminin yüzde 15,1 ila
yüzde 27,6 arası oranlarda küçülmüş olduğunu; 2007'deki
üretimden geri olduklarını görüyoruz. Üretim olmayınca
işsizlik devam eder; artı değer elde edilmez, yani sömürü; yeni
değer yaratımı olmaz. Kapitalist mantık böyle der ve kendisi
bakımından da haklıdır. Devlet olarak gider (harcama) geliri
aşar; çarkı döndürmek için borç alınır ve borcu veren de
koşullarını dayatır. Sonuçta alınan borç, ekonominin gücünü
aşar. GIIPS ülkelerinde olan budur.
Aşağıdaki
grafik, bu ülkeler nezdinde çoğu ülkelerde ekonominin ne türden
bir çıkmaz içinde olduğunu göstermektedir. Maastricht
Anlaşmasına göre devlet borçlanması GSYH'nın en fazla yüzde
60'ı kadar olmalıdır ve AB ülkeleri buna uymalıdır. Oran yüzde
60'ı aşınca tehlikeli bir gidiş başlıyor demektir. Ama
görüyoruz ki, bu ülkeler, (daha başka ülkeler de var) bu kurala
uygun hareket etmiyorlar veya bu kuralı tutturamıyorlar. Kriz
öncesi süreçte devlet borçlanmasının GSYH'ya oranı, örneğin
Portekiz ve Fransa'da pek de önemli olmayan boyutlarda artarken,
İspanya ve İrlanda'da geriliyor, İtalya'da ise gerileme eğilimli
olarak hemen hemen aynı kalıyor. 2000 itibariyle İtalya ve
Yunanistan hariç diğer ülkeler yüzde 60 oranını tutturmuşlar.
2000'den kriz başlangıcına kadar olan dönemde devlet
borçlanmasının GSYH'ya oranı Portekiz ve Fransa'da yüzde 60
kriterini aşma doğrultusunda gelişir ve bu oran aşılırken,
İspanya ve İrlanda'da tam tersi oluyor; bu oran giderek küçülüyor.
Ama krizle birlikte bu ülkelerin hepsinde devlet borçlanması
sıçramalı bir gelişme gösteriyor ve sonuçta bu oran 2009'da
İrlanda'da ve 2010'da da İspanya'da aşılıyor. Öyle ki, krizle
birlikte bu ülkeler “GSYH üretme” yerine sürekli ve sıçramalı
olarak devlet borcu üretiyorlar.
Syriza,
ezilenlerin Post-Marksist iktidarı ve yolun sonu
Yunan
halkının AB'ye karşı isyanı haklı bir isyandır. Bugün maruz
kaldıkları, aşağılanma, tembel olma, “siesta yapma” vb.
türünden önyargılar Avrupa burjuvazisinin uydurmasıdır. Yunan
halkı AB'ye isyan etmekte haklıdır, çünkü bugün yoksulluk,
işsizlik içinde yaşamak zorunda bırakıldıkları durumun
sorumlusu değildir. Bunun sorumlusu, AB'den akan sermaye ile ülkeyi
talan eden Yunan burjuvazisidir. Yunan halkı, onurlu bir yaşam için
AB'ye isyan etti. Ama sonuç hiç de beklediği gibi olmadı. Çünkü
bu isyanında kendine önderlik eden hükümet, çabuk teslim oldu.
Bu mücadeleyi sonuna kadar götüremedi. Referandumla “Üçlü”nün
dayatmalarına yüzde 60 üzerinde bir çoğunlukla hayır demesine
rağmen ona önderlik eden hükümet mücadeleden yan çizdi. Şimdi
AB, tam bir sömürgeci güç olarak Yunanistan'ı avucunun içine
aldı.
Syriza,
tarihin önüne koyduğu “zamanın ruhu”nu okuyamadı.
İspanya'da, Syriza'dan daha “sağ”da duran Podemos, borçların
silinmesi, avrodan çıkış talepleriyle yerel ve bölgesel
seçimlerde başarı elde ederken ve Portekiz'de halk, “Üçlü”nin
dayatmalarına adeta sessiz kalırken ve bundan dolayı da Portekiz
hükümeti bu dayatmaları dirençle karşılaşmadan uygularken,
Syriza bu ülkelerdeki, kendi politikasını doğrudan ilgilendiren
gelişmelerden ders çıkartmadı. Daha baştan AB'den, avrodan çıkma
diye bir derdinin olmadığını açıklayarak, Avro Alanı içinde
kalarak programı doğrultusunda mücadele edebileceği gafletine
düştü.
Diğer
taraftan uluslararası alanda Syriza'yı destekleyenlerin, Yunan
halkının kafasındaki, mademki teslim olacaktın, neden “radikal
demokrasi” şovu yaptın sorusu yanıt beklemektedir. Syriza birkaç
gün içinde; referandumdan sonraki bir hafta içinde “hayır”ı
“evet”e çevireceğine Yunan halkına, “yapacak bir şey yok”
diyerek boyun eğmeyi önerebilir ve parlamentoda AB'ci partilerin
oyuna dayanarak kendi kemer sıkma politikasını meşrulaştıracağına
“Üçlü”nün dayatmalarını uygulayabilirdi.
“Radikal
demokrat” Syriza, Yunan halkının direnmesinin siyasi sonuçlarını
okuyamadı; onda bunu okuyacak sınıfsal dinamik de yok. Ama AB'li
emperyalistler bu direncin ne alama geldiğini çok iyi biliyorlardı
ve korkuyorlardı da. O referandumda AB'ye; tasarruf politikasına
“hayır” demek, bunda ısrar etmek, krizin yükünü, onun
sorumlularının sırtına yıkmak anlamına gelmekteydi ve bu
“hayır” başka AB ülkelerinde örnek alınabilirdi,
yaygınlaşabilirdi. GIIPS'in diğer ülkeleri böyle bir mücadelenin
eşiğine yaklaşmıyorlar mı? AB'li emperyalistler bu tehlikeyi
gördü, ama Çipras önderliğinde Syriza göremedi; o ülkelerdeki
“hayır”a hazır güçlerle mücadeleyi uluslararasılaştırama
-abartmayalım- Avrupalılaştırma alternatifini göremedi.
Yunanistan
krizi farklı politik çevrelerin yoğun ilgisini çekti; her bir
çevre kendi ideolojik-sınıfsal duruşuna göre Yunanistan-AB
ilişki ve çelişkilerini açıklamaya yöneldiler; Yunanistan Avro
Alanı'ndan çıkmalı mı'dırdan AB'nin ne denli demokratik bir
yapılanma olduğuna; Yunan halkının nasıl devrim yapması
gerektiğinden Syriza'nın ihanetine varana kadar yazılıp çizildi.
Aynen, emperyalist burjuvazinin “Arap Baharı” diye tanımladığı
halk ayaklanmalar döneminde olduğu gibi. Sorunun bir ucu doğrudan
Alman emperyalizmini ilgilendirdiği için bu tartışmalar özellikle
Almanya'da yoğunlaşmıştır.
Gerçek
şudur ki, hangi versiyonun olursa olsun, Post-Marksizm, “radikal
demokratizm”, kısa veya uzun vadede sınıf uzlaşmacılığından
başka bir yere varmamaktadır. A. Çipras önderliğinde ezilenlerin
hükümetini kuran Syriza, “Üçlü”nün dayatmalarına ancak beş
ay dayanabildi ve sınıf karşıtlarıyla uzlaşma yolunu seçti.
Çipras, şimdi Schäuble, Dijsselbloem, Sigmar Gabriel, Jean Claude
Juncker ve bu soysuzların temsil ettiği güçlerle; Avrupalı
emperyalist burjuvazi ile, AB ve IMF ile onların dayattıkları
koşullarda masaya oturdu, uzlaştı. Bu, diz çökmekten başka
bir anlam taşımıyor. 5 Temmuzda “hayır” diyen halka,
mücadeleye hazırız, diren Çipras diyen halka, bizzat Çipras
tasarruf politikalarıyla, “kurtarma paketleri”yle seni
yoksulluğa mahkum eden, ülkenin talan eden AB önünde “diz çök”,
ona boyun eğ dedi. Yoksa demedi mi?
AB
ve özellikle de Almanya, Yunanistan'a dayattıkları programdan bir
milim sapmayacaklarını sürekli açıkladılar ve bu nedenle de
Syriza hükümetinin bu programdan sapan önerilerini reddettiler.
Öyle ki, Almanya AB politikalarına karşı gelenin nelerle
karşılaşabileceğini Yunanistan uygulamasıyla herkese göstermeye
çalışmaktadır. Bu bir tehdittir, yoldan çıkanı yola
getirmedir.
Referandumla
Yunan halkı, AB'ye burada kararları biz alırız dedi ve bunun için
de hükümete yetki verdi. Ama referandum sonrasında durum tam
tersine döndü; Yunan hükümeti 2010'dan bu yana etkisiz bir kurum
olduğunu ve Yunanistan'da “Üçlü”nün söz sahibi olduğunu
bir kez daha ve bu sefer de “radikal demokrasi”in temsilcileri
tarafından gösterdi.
Gerçekten
de, hükümet olduğundan bu yana Syriza, “Üçlü”nün
programına ilkesel olarak karşı gelmedi. Bunun tek bir örneği
gösterilemez. Birtakım insancıl kolaylaştırmalar için mücadele
etmiştir, örneğin temizlik sektöründe çalışan kadınları
yeniden işe alınmaları gibi. Örneğin, asgari ücret ve emekli
maaşlarının daha da düşürülmesini reddetmesi gibi. Ama Syriza
bunun için değil, bunların da nedeni olan tasarruf politikasının
sonladırılması sözünü verdiği için seçilmişti. Şimdi bu
politikaya evet diyor. Referandumla halk “hayır” demişti. Öyle
ki, IMF kredilerinin sonuncusu hariç daha önceki bütün
taksitlerini, emeklilik kasasına el atma pahasına da olsa geri
ödemişti.
Syriza'nın
politikası kendi ayağına dolaştı; IMF'ye ödenmesi gereken 1,4
milyar avroluk kredi taksitinin ödenemeyeceği açığa çıkınca,
“partnerlerimizin sözü verilen bütün taleplerini yerine
getireceğiz” sözü de tutulamaz oldu. Bunun üzerine “Üçlü”,
bunu yapamazsın, taksidi ödemelisin diyerek Yunan hükmetine
ültimatom verdi. Syriza hükümeti de kurtuluşu referandumda gördü.
Halkı, “Üçlü”nün dayattığı tasarruf politikasını
reddetmeye, “hayır” demeye çağırdı. Referanduma katılanların
yüzde 60'ından fazlası “hayır” dedi, ama hükümet, birkaç
gün sonra o “hayır”ı “evet”e çevirdi.
Başbakan
A. Çipras bir televizyon konuşmasında Yunan müzakerecilerinin AB
ile tasarruf politikasının görüşmek için bir araya
geleceklerini açıkladı. Böylece “hayır”, Yunan halkının
tasarruf politikasını sonlandırmak ve mücadeleye devam etmek için
cesaretini gösterirken, bu “hayır”ı hiçe sayan Çipras ve
Syriza hükümetinin iflas ve korkaklığını, mücadele
kaçkınlığını göstermiş oldu.
“U”laşan
Çipras ve Post-Marksizmin diyalektiği
“U”laşmadan
önce Çipras Avrupa Parlamentosunda konuştu, adeta esti yağı:
"Avro Bölgesi ve Yunanistan için kritik bir dönemden
geçiyoruz. Referandum sonuçları çözüm konusundaki çabaları
güçlendirdi. Yunanistan'ın sorunları beş yılı aşkın süreden
bu yana devam ediyor. Son 5 aylık dönemde yaşananların
sorumluluğu tamamıyla bana ve hükümetime aittir. Yunan halkının
cesur tercihi Avrupa ile köprüleri atmak anlamına gelmiyor.
Açıklanan programların hiçbiri Yunanistan'ınki kadar uzun ve
sert olmadı. Referandum sonuçları sosyal ve ekonomik açıdan adil
adımlar atmasını gerektiriyor. Reform programımızı uygulamaya
devam edeceğiz. Ülkem kemer sıkma laboratuvarına döndü, bunu
kabul edemeyiz" dedi.
Demesine
dedi de Yunanistan'a döner dönmez de görüşmeler için sunduğu
raporda Yunanistan'ın kemer sıkma laboratuvarına dönmüş
olmasını kabul etti.
Yunanistan
meclisi kemerleri daha da sıkma anlamına gelen 12 milyar avroluk
(referandum öncesi kredi verenlere 8 milyar avroluk bir tasarruf
paketi sunulmuştu) ‘reform’ paketini onadı. Meclisteki
konuşmasında Çipras başaramadıklarını söyledi.
Syriza
hükümetinin reform önerisi Avro Alanı'nı memnun etti. Reform
paketi ana hatlarıyla şu önerilerden oluşuyor:
“Yunanistan’ın
alacaklılara gönderdiği 13 sayfalık belgede ana hatlarıyla şu
taahhütler yer alıyor:
Vergi
gelirlerinin ülkenin Gayri Safi Yurt İçi Hasılası’nın (GSYİH)
yüzde 1’i oranında artırılması.
Bütçe
fazlasının ülkenin GSYİH’inin bu yıl yüzde 1’i, önümüzdeki
yıl yüzde 2’si, 2017’de ise yüzde 3’ü olması.
Bu
kapsamda Katma Değer Vergisi’nin (KDV) yüzde 23’e varan
oranlara yükseltilmesi (Bu oranın gıda ve su için yüzde 13, ilaç
için ise yüzde 6 olması öngörülüyor).
Yunan
Adaları için yıllardır geçerli olan yüzde 30’luk KDV
indiriminin Ekim ayından 2016 sonunda dek kademeli olarak
kaldırılması.
Kurumlar
Vergisi’nin yüzde 26’dan yüzde 28’e yükseltilmesi. Lüks
ürünlerden daha fazla vergi alınması, televizyon reklamlarına da
vergi konması.
Emeklilik
yaşının 67’de sabitlenmesi. Bu oranın 2022’ye dek sisteme 40
yıl katkı yapanlar için 62 olması.
Savunma
harcamalarının bu yıl 100, önümüzdeki yıl 200 milyon avro
azaltılması.
Ülkenin
telekom şirketi OTE’nin tamamen özelleştirilmesi, Pire ve
Selanik limanlarının özelleştirilmesinin de Ekim ayı sonuna dek
tamamlanması.
Vergi
kaçakçılığı ile etkin mücadele edilmesi, idari birimlerde
reforma gidilmesi”
(Bz: Sendika.Org, 11
Temmuz 2015)
Öneriler,
tasarruf politikasının uygulanmaya konduğu 2009'dan bu yana en
kapsamlı tasarruf tedbirlerini içermektedir.
9-10 milyar avroyu aşan kesintiler olacak; bu miktar AB tarafından
görüşmelerin başlangıcında Syriza'dan talep edilmişti.
Son
5 yılda toplam 240 milyar avroluk 2 kurtarma paketi işe yaramadı.
Daha doğrusu AB'den özel bankaların alacaklarının ödenmesi
anlamında işe yaradı. Şimdi sırada 3. paket var; yukarıdaki
tasarruf paketi karşılığında Yunanistan hükümeti, “Üçlü”den
53,5 milyar avro tutarında kredi, borçların yeniden
yapılandırılmasını talep ediyor; Yunanistan iflastan kurtulmanın
ve Avro Alanı'nda kalmanın ancak böyle olabileceğini sanmaktadır.
Referandumdan
sonra Çipras'ın bu kadar çabuk ve örnek bir “U” dönüşü
yapacağını AB dahi beklemiyordu. Çipras referandumu demokratik
hesap vermenin örneği olarak göstermişti. Şimdi de teslimiyetin
örneği olmuştur.
Her
neyse, Avro Alanı Yunanistan'ın teslimiyetinden memnun olmasına
rağmen, maliye bakanları cumartesi günkü toplantıda
Yunanistan’ının teklifini yetersiz bularak reddetti.
Yunanistan'ın kemer sıkma laboratuvarına dönmüş olmasını
reddeden Çipras, Yunanistan kemer sıkma laboratuvarı olmaya devam
etsin diye Avro Alanı'na 3 yıllık yeni bir kurtarma paketi için
başvuruyor. Avro Alanı maliye bakanları Yunanistan'ın bu
başvurusunda yer alan taahhütlerini yetersiz buluyor ve reddediyor!
Anlaşılan
o ki, Avro Alanı'nın acelesi yok, nasıl olsa artık tavizler
sıralanacak ve “Üçlü”nün talepleri eksiksiz yerine
getirilecek. Şimdi,12 Temmuzda Almanya'nın inisiyatifiyle 28 AB
ülkesi hükümet başkanları toplanarak Yunanistan'ın geleceğine
karar verecekler.
Sonuç
itibariyle:
Zirve
fatihi, radikal demokrat, radikal “sol”, belki de bazıları için
devrimci Aleskis Çipras'ta geriye ne kaldı diye sorarsanız, hiçbir
şey kalmadı diyemeyiz. Çipras'tan geriye Almanya'daki Yeşiller
Partisi önderleri kaldı. Eyalet ve federal düzeyde hükümete
ortak olanlarla aynı çapta bir politikacı kaldı.
Syriza,
AB'ye teslim olmanın, Yunan halkını AB-AMB ve IMF'ye pazarlamanın
politikasını yapan parti konumuna geldi.
Gerek
Çipras ve gerekse de Syriza açısından referandum ve arkasından
gelen teslimiyet açıkça sınıfsal bir duruşun, niteliksel bir
yönelişin ifadesi olmuştur. Bu kadar keskin bir “U”nun
taktiksel yanı yoktur. Syriza, Yunan işçi sınıfının,
emekçilerinin, evet ezilenlerin hükümeti olarak tüm ezilenlerin
çıkarlarına ihanet etmiştir. “Hayır”dan geriye hiçbir şeyin
kalmaması bunu göstermiyor mu?
Referandumdan
öncekine nazaran daha ağır tasarruf tedbirlerini referandum
sonrasında AB'ye sunan Syriza değil mi?
Syriza
ile birlikte reformizm, radikal demokratlık, radikal “sol” bir
kere daha öldü; ama reformizmiyle Syriza tümden öldü.
İnandırıcılığı kalmadı. Bunca vaadden sonra, hem de birkaç
günlük zaman zarfında tasarruf tedbirlerine karşı mücadele
cephesinden tasarruf tedbirleri için mücadele cephesine geçmek
tarihsel çapta bir yenilgiden başka bir şey olamaz. Tasarruf
tedbirlerine karşı mücadele cephesinde Syriza, Yunan halkı ve
uluslararası destekçiler yer alırken, tasarruf tedbirleri için
mücadele cephesinde AB, IMF, AB'ci Yunan partileri ve Syriza yer
alıyor. Böylece Syriza her iki cephede de yer almış oluyor.
Syriza'nın
AB, Avro Alanı ve IMF önünde boyun eğişi; 2009'dan bu yana
sürdürülen ve Yunan halkını, işçi sınıfını, emekçilerini,
işsizlerini, esnafını, öğrencisini, emeklisini yoksulluğa ve
geleceksizliğe mahkum eden tasarruf politikasını daha da
kapsamlaştırarak, ağırlaştırarak kabul etmesi artık onun
tasarruf tedbirleri için mücadele cephesinde yer aldığını
gösterir.
Syriza'nın
mevcut reformizmiyle; seçimden önceki anlayışıyla, talepleriyle
ve seçimden sonraki hükümet olarak anlayış ve talepleriyle
aslında yapacağı fazla bir şey yoktu; karşısında iki olasılık
vardı: Alacaklılara istediğini vermek ve tasarruf politikasını
uygulamaya devam etmek. “Üçlü” daha başından Syriza'ya bu
iki olasılığı göstermiştir: Borcunu öde ve tasarruf
politikasını uygula. Şimdi Syriza, AB hükümet başkanları kabul
ederse, “Üçlü”nün dayattığı koşullarda borcunu ödemeye
ve daha ağır olacak tasarruf politikasını uygulamaya devam
edecek. Yani AB emredecek, radikal demokrat, Post-Marksist Syriza da
uygulayacak.
Syriza
anlamadı; sandı ki reformlarla, diyelim ki, “sol”cu reformlarla
programını, taleplerini gerçekleştirebilir. Syriza günümüz
kapitalizmde böylesi reformlar için pek alan kalmadığını,
rüzgarın sol Keynesçilikten yana esmediğini göremedi. Syriza,
AB'yi ikna edeyim derken kendisi ikna edildi!
Syriza
“Üçlü”ye karşı mücadelesinde çok şey yapabilirdi. Hiç
kimse Syriza'dan devrim, kapitalizme karşı ve sosyalizm için
mücadele beklemiyor. Ama bu, mevcut koşullarda gerçekten radikal
bir değişimi için mücadele edilemeyeceği anlamına gelmez.
Syriza “Üçlü”ye karşı mücadelesini Avrupa çapında AB'ye
karşı mücadele olarak genişletmek için çaba harcayabilirdi; AB
ülkelerinde krizin yükünün sermayenin sırtına yıkılması için
mücadeleye önderlik edebilirdi. Şüphesiz ki, AB'ye karşı tek
başına veya Yunanistan'la sınırlı bir mücadele sonuç
vermeyecektir. Ama AB'ye karşı Avrupa çapında, devrimci,
demokratik güçleri birleştiren bir mücadele pekala sonuç
verebilirdi.
Bu
mücadelenin sonucu olarak Syriza Yunanistan'da sermayeyi “terbiye”
eden, sınırlayan, belli koşullara göre hareket etmesine izin
veren yapılanmalara gidebilirdi. En azından bunu yapmak için
mücadele edebilirdi.
“Üçlü”
nezdinde uluslararası sermaye en ufak bir tavizden yana olmadığını
gösterdi. Şüphesiz ki, uluslararası sermaye, dizginsiz sömürü
ve talanı önünde bir engel tanımayacaktır, tanımıyor da. Ama
onu bu dizginsiz sömürü ve talanında genellemek için mücadele
etmek gerekir.
Nihai
kurtuluşun sosyalizmde olması, kapitalizmi, emperyalizmi yıkmanın
ancak ve ancak onun varoluş koşullarının ortadan kaldırılmasıyla
mümkün olacağı, sosyalist devrim için mücadelenin olgulaşmasına
kadar hiçbir şey yapılmayacağı anlamına gelmez.
Sonuç
olarak ne söylesek azdır. Syriza'ya umut bağlayanların,
Türkiye'de Syriza görenlerin, onun gibi olalım diyenlerin veya
onun gibi olmayı umanların, Syriza'nın seçim zaferinden dolayı
neredeyse sevinç çığlığı atacak duruma gelenlerin sayısı
herhalde az değildir.
Syriza
bir akımdır; Post-Marksizm çerçevesinde ele alınması gereken
bir siyasal yapıdır. Bu anlamda Syriza neye muktedir olduğunu,
“radikal demokrasi”den ne anladığını; sonuç itibariyle hangi
sınıfın, toplumsal düzenin temsilcisi olduğunu göstermekte
gecikmemiştir. Syriza, reforme edilmiş, sosyal, insancıl yönü
ağır basan bir kapitalizm talep etmektedir. En fazlasıyla “sol”
Keynesçi bir anlayışın savunucusudur. Devletleştirmek ister, ama
yeni özelleştirmenin yolunu açmıştır. Emeklileri korumak ister,
ama maaşlarına göz dikmiştir, İşsize iş bulmak ister, ama
işsizliği arttırmıştır. Gençliğe umut dolu bir gelecek vaat
eder, ama gençliğin geleceğini elinden almıştır. Toplumsal
refahtan bahseder, ama toplumsal yoksulluğu derinleştiren ve
kapsamlaştıran adımlar atmıştır. Demokrasiden bahseder, ama
demokrasiyi hiçe saymıştır. Beş aylık hükümeti döneminde
dile getirdiği hemen hemen hiçbir talebini -birkaç istisna
dışında- yerine getirmemiştir. Beş aylık iktidarı döneminde
halkın kendisine bağladığı umudu, gösterdiği güveni adeta
“bozuk para harcar gibi” harcamıştır ve kurtuluşu, diklendiği
-diklendikçe de bizi sevindirdiği- AB'ye teslim olmakta görmüştür.
İşte Syriza, onun nezdinde ezilenlerin Post-Marksist iktidar budur.
Açıkça
kabul etmek gerekir ki, Syriza abartılmıştır, hem de temelsiz
abartılmıştır.
Yunanistan'da
AB diktatörlüğüne karşı direniş Syriza'dan ibaret değildir.
Bu talana, bu sömürgeci idareye, dayatılan koşullara direnenler
olacaktır. Onların yanında olmaya devam ederiz.