deneme

18 Eylül 2015 Cuma

“DÜNYANIN LANETLİLERİ” YOLLARA DÖKÜLDÜ! GÖÇ VE SORUMLULARI

DÜNYANIN LANETLİLERİ” YOLLARA DÖKÜLDÜ!
GÖÇ VE SORUMLULARI



Son dönemlerde her türden medyada yer alan haberler, resimler, Akdeniz ve Eğe'de boğulanlar, son anda kurtarılanlar, Türkiye'nin birçok kentinde, Yunan adalarında göçmen sefaleti, Sırbistan- Macaristan sınırında yaşananlar; yollara düşmüş “dünyanın lanetlileri”nin dramını yansıtmaktadır. Burjuva medya bir taraftan insanların savaştan kaçtığını açıklarken diğer taraftan da söz konusu savaşın nedenini özenle gizlemektedir. Burjuva medya insanların açlık ve sefaletini sergilerken, bu açlık ve sefaletin nedenleri üzerine susmaktadır. Öyle ki, milyonların dramı iç ve dış politikada, ekonomide acımasızca çok yönlü kullanılmaktadır. İç politikada “halinize şükredin ve susun” demek için; ırkçılığı, faşizmi, yabancı düşmanlığını körüklemek için; neredeyse bedava işgücü geliyor diyerek ücret politikasını yönetmek ve işçi sınıfını bölmek için; dışa politikada göçü jeopolitik amaçlar doğrultusunda kullanmak için göç hareketi araçsallaştırılmaktadır.

Son dönemdeki göç hareketiyle ilgili Birleşmiş Milletler veriler bir bakıma göçün nedenlerini de açıklamaktadır.
BM Göçmen Komiserliği'nin bu seneki raporuna göre 2014 sonu itibariyle göç halinde olan insan sayısı 59,5 milyon. 2013'e göre yüzde 11 oranında (19,5 milyon) bir artış var. Bunların arasında 1,8 milyonu henüz bir sonuç alamamış olan siyasi mültecilerdir.

Dünya çapında sığınmacı sayısı:
BM verilerine göre dünya çapında sığınma talebinde bulunanların sayısı son yıllar itibariyle; 2010'da 841.900'den 2011'de 864.800'e, 2012'de 929.700'e ve 2013'te de 1.067.500'e çıkarak 2010'dan 2011'e sadece 2,7 oranında, 2011'den 2012'ye yüzde 7,5 oranında ve 2012'den 2013'e de yüzde 14,8 oranında artmıştır. Bu sayı Suriye'de gerici savaşın başlamasından (2011) 2013'e ise yüzde 23,4 oranında artar.

2014 yılında dünya çapında göç halinde olan insan sayısı 50 milyondan fazlayı. En son II. Dünya Savaşı döneminde göç halindeki insan sayısı bu kadardı.
Son yıllarda göçmen sayısının artışında Suriye'deki gerici savaş önemli bir rol oynamıştır. Sadece bu ülkeden göç edenlerin sayısı 4 milyonu aşmıştır.

Tabii bu sayılar iş nedeniyle göç edenler hakkında bir bilgi vermiyor. BM'in Ekonomi ve Sosyal Meseleler bölümüne göre 2013'te yurt dışında yaşayanların sayısı 232 milyondur. Bu verilere göre dünya nüfusunun yüzde 4'ü kendi ülkesi dışında yaşıyor.
BM tahminine göre 2014'te sığınma başvurusunda bulunanların sayısı 866 bin. Bu başvuruların 625 bini AB'de yapılmış.

BM 2014 Yıllık Raporuna göre en çok göçmen Afganistan'dan geliyor. Onu Suriye ve Somali takip ediyor. Yine BM raporuna göre 2013 sonu itibariyle dünya çapında ülkesini terk etmiş olanların sayısı 16,7 milyondu.

Suriye'de gerici savaş ve Ortadoğu'daki genel durum göçün akış yönünü değiştirmiştir: BM 2014 verilerine göre en çok göç alan ülke Pakistan'dır; çoğunluğu Afganistan'dan gelen göçmen sayısı 1,6 milyon. İkinci sırada İran yer alıyor; Bu ülkedeki yine çoğunluğu Afganistan'dan gelen göçmen sayısı 857.400'dür. Lübnan'daki göçmen sayısı 856.500; Ürdün'deki göçmen sayısı 641.900 ve Türkiye'deki göçmen sayısı da 609.900'dür. Son üç ülkedeki göçmenlerin ezici çoğunluğu Suriye'den gelmektedir.
Bu ülkeler konaklama istasyonu olarak görülmektedir; göçmenlerin ezici çoğunluğu AB'ye, AB içinde de Almanya, Fransa gibi ülkelere gitmeyi amaçlıyor.
Hedefi Avrupa olan en kalabalık göçme Suriye kaynaklı. İkinci sırada Eritre var. Diğerleri Kongo Demokratik Cumhuriyeti'nden, Somali'den, Nijerya'dan, Güney Sudan'dan Libya'dan, Mali'den, Burundi'den, Afganistan, Pakistan ve Doğu Ukrayna'dan gelmektedir.
Bu yılın başından bu yana Akdeniz üzerinden AB'ye ulaşmak isteyen göçmen sayısı 224 bin. Bunların içinde 124 bini Yunanistan üzerinden AB kapılarını zorlamıştır.

Yukarıdaki veriler, dünya tarihinde görülmemiş bir göç hareketini gösteriyor. 2014 sonu itibariyle neredeyse 60 milyon insan göç halinde; on sene öncesine göre üç misli bir artış var. 2014 sonu itibariyle dünya çapında her 122 insandan birisi göçmen, iç göçe zorlanan veya sığınma başvurusu yapan konumundaydı.

Neden göç ediyorlar sorusunun cevabını savaşlarda ve yoksullukta aramak gerekir. Afganistan, Irak, Libya, Suriye emperyalist güçlerin kendi aralarındaki rekabetinden dolayı işgal edilmiş, parçalanmış, bunun sonucu olarak da milyonlarca insan evinden, işinden olmuş ve göç etmek zorunda kalmıştır. Hiçbir insan ülkesinden kopmak istemez. Ama o buna zorlanmıştır. Yaşanmakta olan göç dramının esas sorumluları bu gerici savaşlara neden olan ve bu savaşları sürdüren emperyalist ülkelerdir.

Açık ki, göçün iki temel nedeni vardır; bu nedenlerden birisi emperyalist güçlerin vekalet savaşları biçiminde sürdürdükleri talan savaşlarıdır, ikincisi de yine emperyalist ve gelişmiş kapitalist ülkelerin yerküreyi iktisadi olarak tahrip etmeleri; yaşanamaz hale getirmeleri ve bunun sonucu olarak da o bölgelerde insanların sefalete sürüklenmesidir. Bundan dolayı da kurtuluş, göçte aranmaktadır.

Yaşanmakta olan bu göç dramanın sorumlusu buna neden olan emperyalist ülkelerdir. Şimdi, onbinler kapılarına dayanınca birbirlerine düştüler, kim ne kadar göçmen alacak kavgasına tutuştular.
Göçün nedenleri üzerine susuyorlar, ama yaptıkları sadece bir trajedi değil, esasen bir cinayettir. Cinayettir çünkü göç, sürdürdükleri talan savaşlarının, işgallerin, rejim değiştirmelerin doğrudan bir sonucudur.
Afganistan ve Irak işgalleri, Libya'nın devlet olarak ortadan kaldırılması, Suriye'de sürdürülen vekalet savaşı şimdiye kadar yoksulluktan, milyonların katledilmesinden ve kaçıştan başka hangi sonuçları verdi? Afganistan'da, Irak'ta, Libya'da, Suriye'de ve Afrika'nın birçok başka ülkesinde bu savaşlar devam etmektedir. Amerikan emperyalizmi ve müttefiklerinin dünya çapında “teröre karşı savaşı” geriye şimdiye kadar milyonların katledilmesinden ve göç yollarına düşmesinden başka bir şey bırakmamıştır. İnsan hakları, demokrasi, özgürlük türünden kavramların önplana çıkartıldığı vekalet savaşları, insanlara katledilmekten veya kaçmaktan başka bir şey vermemiştir. Bu emperyalist güçler, Afganistan'da Taliban ve El Kaide'nin yanında yer alırken de özgürlük için mücadele ediyorlardı; sonra aynı güçler Taliban'a karşı mücadele ederken yine özgürlükten ve demokrasiden bahsediyorlardı. Saddam rejimini devirirken ve Irak'ı işgal ederken de demokrasiden, kitle imha silahlarını yok etmekten bahsediyorlardı; IŞİD'i örgütlerken, finanse ederken ve sahaya sürerken de demokrasi ve özgürlük bayraktarlığı yapıyorlardı ve şimdi yarattıkları canavara karşı mücadelede de demokrasiden bahsediyorlar. Bu arada bu ülkeleri yaşanamaz hale getirmeleri, toplamda milyonlarca insanı katletmeleri ve göçe zorlamaları onları pek ilgilendirmedi. Ama dünyanın lanetlileri, kale Avrupa'nın, daha doğrusu AB'nin sınır kalelerini zorlamaya ve içeri girmeye başlayınca “Batı değerler topluluğu”nu temsil eden AB, iki yüzlülüğünü göstermekte gecikmedi. Her bakımdan ikiyüzlüler: Sorunu görmek istemezken ikiyüzlülerdi. Sorunu görmek zorunda kaldıklarında da da ikiyüzlülerdi. İnsancıl olmaya çalışırlarken de ikiyüzlülerdi; göç edenler arasında seçicilik yaparken de ikiyüzlülerdi; şu kadar doktor, şu kadar mühendis, şu kadar öğretmen kabul ederiz dediler. Öyle ki, insanları etnik ve dinsel ayrıma tabi tutarak hangi etnik ve dinsel gruptan insanları kabul edecelerini açıklayacak kadar alçaldılar. Hangi ülke ne kadar göçmen alacak diye kendi aralarında kavga ederken de ikiyüzlülerdi.

Göçmen olgusu jeopolitika açısından çok amaçlı kullanılmak istenmektedir:
Türkiye'nin Suriye'den gelen göçmenleri kabul etmesi Türk burjuvazisinin, mevcut hükümetin insancıllığıyla açıklanamaz. Kendi açıklamasına göre hükümet 6 milyar dolar harcayarak yaklaşık iki milyon göçmeni Suriye sınırı boyunca kurduğu çadır kentlerde yaşamaya mahkum etmiş ya da maddi olanakları olanları ülkeye dağılmasına izin vermiştir. Bu kadar göçmenin sınırda tutulması Türkiye, ABD ve NATO'nun Suriye üzerine planlarından bağımsız değilidir; bu göçmenler jeopolitik silah olarak kullanılmak isteniyor.

Türkiye ve şimdilerde de ABD ve NATO, bu Suriyeli göçmenleri, kurmaya çalıştıkları “güvenli bölge”ye yerleştirerek bu alanda nüfuz sahibi olmak istenmekteler. Bu bölge de sonraki aşamada Esad rejimini devirmek için kullanılacak bir üs olacaktır.

Diğer taraftan Türk burjuvazisi, bu göçmenlerin en azından bir kısmını vatandaşlığa kabul ederek sırın boyunca demografik yapıyı değiştirmeyi de planlamaktadır.

Türkiye'de Suriyeli göçmen demek talan edilebilecek işgücü demektir. Normal koşullarda yerli işçinin kabul etmediği ücretle çalıştırılan Suriyeli göçmen, böylece bir taraftan ücretler üzerinde baskı rolü üstlenmiş olurken, diğer taraftan da işçi sınıf ile rekabet içinde oluyor.

Türk burjuvazisi Suriyeli göçmenleri AB'ye karşı koz olarak da kullanmaktadır. İstediği zaman onları toplayıp kamplara yeniden götürdüğü gibi, gerekli gördüğü zaman AB'ye yönlendirmekte, kaçış yollarını açık tutmakta ve böylece Batı dünyasının nasıl bir sorunla karşı karşıya kalabileceği konusunda uyarmaktadır. Belki de Türkiye kapıları tamamen açmasın diye Kürt ulusal mücadelesine saldırısına, tamamen imha ve yok etme amaçlı bombalamasına sessiz kalmaktadır.

Göçmen akımında gelişme hızlı oldu; Akdeniz ve Eğe'de binlerce göçmen boğuldu. Göçmenlerin bir ucu Kuzey Afrika ve Türkiye'deyken öncüleri çoktan AB'ye dağılmış durumda. Macaristan'ın ırkçı, faşizan tavrından dolayı Macar-Sırp sınırının kapanması göçmen akımının Balkan rotasında kesintiye uğrayacağı anlamına gelmez. Şimdilerde Hırvatistan üzerinden Avusturya ve Almanya sınırları zorlanmaktadır.

Türk burjuvazisi, ülkedeki göçmenleri AB'ye mesaj vermek için kullanmaya devam edecektir; Onların Edirne'de yollarının kesilmesi sadece bir gösteridir. Sadece Türkiye'de onbinlerce göçmen Batı'ya, göçmenler tarafından “fethedilemez” AB-kalesine doğru hareket içindedir. Bu göçmenler geçsinler diye kapıları açarım diyen bir Türkiye karşısında AB ne yapabilir?

Alman emperyalizminin de “yüksek derecede motife olmuş işgücüne” ihtiyacı var. Daimler tekelinin şefi Dieter Zetsche, gelen göçmenleri kastederek “yüksek derecede motife olmuş işgücüyle Almanya'da yeni bir ekonomik mucize“den bahsetmektedir.

En iyi durumda bu, '50'li ve '69'lı yıllarda milyonlarca misafir işçinin Federal Cumhuriyet'in yükselişine katkıda bulunduğu gibi, önümüzdeki Alman ekonomik mucizesi için bir temel de oluşturabilir” diyor Zetsche.
Belki de haklıdır. Dünya çapında göç halinde olanların toplam sayısının yarısından fazlasının (yüzde 51) 18 yaş altında olduğu düşünülürse Daimler şefinin düşüncesinin hiç de yanlış olmadığı anlaşılır.

Tabii sorun sadece “yüksek derecede motife işgücü”yle sınırlı değildir. Almanya'da veya AB'nin başka ülkelerinde iş piyasasına girecek olan bu göçmenler, bir taraftan ücretler üzerinde baskı rolü oynayabilecekleri gibi, başkaları tarafında kaçınılan çoğu iş alanlarında gerekli görülen istihdamı da karşılayacaklardır. Bu durumda örneğin Almanya'da asgari ücret talep etse dahi bir işsizin iş bulma olanağı pek kalmayacaktır.

Batının değerler topluluğu” için bu da yetmez: Göçmen yabancıdır ve yeni gelenler üzerinden ırkçılık ve faşizm kışkırtılacak, toplumun yerli-yabancı diye bölünmüşlük durumu derinleştirilerek siyasal çıkarlar için kullanılacaktır. “Batı değerleri”nin savunucuları ve koruyucuları bu konuda oldukça tecrübelidirler.
Açık ki, AB'de göçmen sorunu, bir taraftan göçmen akışı devam ederken, diğer taraftan da yeni bir aşamaya girmektedir; gelen göçmenleri ülkelere dağıtımının ötesinde her bir ülke, gelen göçmenleri iktisadi ve politik olarak azami derecede nasıl talan edeceklerini, kullanacaklarını planlamakla meşguldür.
Almanya'da sınırlarda ve mülteci kamplarında şova dönüştürülen “hoş lendin coşkusu” yerini göçmenleri azami kar ve siyasi çıkar için araçsallaşmaya bırakacaktır.
AB olarak “Batı değerler toplumu” savunucuları göçmen konusunda sürekli tartışıyorlar. Birbirlerine düşmüş durumdalar; AB Komisyonu Başkanı Juncker'in kontenjan planı hemen hiçbir AB ülkesi tarafından kabul edilmemiştir. İngiltere, Danimarka ve İrlanda bu plana katılmayacaklarını açıklarken, başta Macaristan, Slovakya ve Çek Cumhuriyeti olmak üzere Doğu Avrupa ülkeleri bu planı reddetmişlerdir. Fransa, göçmen sayısını sınırlandırmak amacıyla Juncker'in planını desteklerken, Almanya bu planın gerçekte “yeni bir mülteci politikası için ilk adımdır” görüşündedir. Önümüzdeki hafta konuya ilişkin bir zirvede buluşacak olan AB'nin hükümet ve devlet başkanlarının konuya ilişkin görüşleri bilinmektedir; mümkün olduğu kadar az sayıda göçmen kabul etmek ve kabul edilenler konusunda da seçici olmak: Doktor, mühendis, öğretmen vs. Yani bir taraftan ihtiyaç duyulan kalifiye işgücüne evet denirken, özellikle Almanya gibi ekonomisi güçlü ülkeler, göçmenleri her alanda ucuz işgücü olarak kullanmak konusunda adım atacaktır. Daimler şefinin açıklaması bunu göstermektedir.

Batı değerler topluluğu” neden olduğu bu sorundan kolay kolay kurtulamaz. Göçmenlerin kale AB kapılarına dayanmaları bir mücadeleyse, onlar binlerce ölüm pahasına da olsa bu mücadelede başarılı olmuşlardır; en azından AB'ye girişi meşrulaştırmışlardır. Gelenler, “öncü” göçmenlerdir; bu savaşlar, göçün nedenleri devam ettiği müddetçe giderek artan sayıda göçmenin AB'ye akacağından; şimdiki onbinleri yarın yüzbinlerin, milyonların takip edeceğinden “Batı değerleri” savunucularının hiç şüphesi olmasın. “Ektiğinizi biçiyorsunuz”! Afganistan'da Ortadoğu'da (Irak, Suriye), Libya'da ve Afrika'nın başka ülkelerinde doğrudan veye vekalet savaşlarıyla sürdürdüğünüz, ülke bölme, rejim değişikliği amaçlı talan ve işgal savaşları size, evsiz, işsiz, geleceksiz bırakılan insanların göçü olarak geri dönmektedir. Tabii bu kurtuluş değildir.

Göçmenlerin ekonomide ve politikada burjuvazi tarafından araçsallaştırılmasına; sınıfsal çıkarları için kullanılmasına karşı mücadelede her bir ülkede devrimci ve komünist güçlere büyük görevler düşmektedir.

Savaş kışkırtıcılarının, timsah gözyaşları dökerek göçmenleri selamlamaları ile halkın sıcak duygularla göçmenleri sınır kapılarında, yurtlarda selamlamaları ve ziyaret etmeleri arasındaki fark açıklanmalı; savaş kışkırtıcılarının bu ikiyüzlülüğü teşhir edilmelidir. Bu ikiyüzlüler, bir taraftan göçmen olarak buralara kadar gelen insanların ülkelerini talan ediyorlar, insanları evsiz, işsiz, geleceksiz bırakıyorlar ve küstahça da “hoş geldiniz” diyebiliyorlar; bu, ülkenizi yaktık, yıktık, talan ettik, insanları katlettik, sizi işsiz, aşsız bıraktık, çocuklarınızın geleceğin ellerinden aldık, bunun için hoş geldiniz demek anlamına gelir.
Unutmamak gerekir ki, “Batı değerleri” savunucuları her zaman kullanabilmek için yabancılar hakkında algı oluşturmakta oldukça maharetlidirler:
Yabancılara, şimdilerde de göçmenlere karşı halk nezdinde önyargıları canlı tutmak ve gerektiğinde kullanmak konusunda “Batı değerler topluluğu“ gerçekten profesyoneldir:
-”Göçmenler/yabancılar, kamu düzeni için tehlike oluşturmaktalar”.
-“Göçmenler/yabancılar, vergi ödeyenlere yük olmaktalar ve sosyal sistemi zora sokmaktalar“.
-“Göçmenler/yabancılar, şiddet yanlısıdırlar, krimineldirler, toplumun alt tabakalarını oluşturmaktalar”.
-“Göçmenler/yabancılar, sorunlu gruplardır ve sorunlarını toplumumuza taşımaktalar veya sorunların kaynağını oluşturmaktalar”.
-“Göçmenler/yabancılar, kendi kültürleriyle kültürümüze zarar vermekteler”.

Bu türden önyargıları Almanya'da, Danimarka'da, Belçika'da, Hollanda'da, Fransa'da vs. bir biçimde kendi toplumsal yapılarına ve göçmenlerin çoğunluğunun etnik yapılarına uygun hale getirilmiş olarak gerektiğinde yaygın olarak kullanıldığını görürüz.
Örneğin, başı örtülü, türbanlı bir kadın portresiyle kültüre ve dini inanca tamamen yabancı ve dışlanması gereken bir imaj oluşturulmaktadır. Örneğin göçmenler söz konusu olduğunda medya “çığ”, “sel” gibi kavramları kullanarak toplumda, gelen göçmenler hakkında önyargı uyandırılmaktadır; bu kavramlarla topumun göçmen akınına uğradığı, her tarafın göçmenlerle dolup taştığı; her tarafta göçmenlerden; bu “şiddet” yanlılarından kaynaklanan sorunlar oluştuğu önyargıları ile toplum yönlendirilmektedir.

Batı değerler topluluğu”nda göçün nedeni üzerine doğru bilgilendirme yapılmaz. Bu konuda manipülasyon akıl almaz derinlik ve kapsamda yürütülür; çıplak yalana başvurulabileceği gibi, A ülkesindeki gelişme sanki B ülkesinde olmuş gibi gösterilebilir; eski görseller yeni olarak sunulabilir. Bu ve benzer önyargı oluşumuna karşı mücadele etmek gerekmektedir.

Sorun sadece ve sadece göçmenlerle dayanışma değildir. Dayanışmaya evet, ama AB kalesinden içeri girmiş göçmenlerle dayanışmadan bahsetmek onlara göçmen olarak, yabancı olarak “hoş geldin” demekten farklı değildir. Unutmamak gerekir ki, göçmenlerin ezici çoğunluğu emekçidir, işçidir. Yani içinde yaşamaya başladıkları toplumda işçi sınıfı ve emekçilerinin yeni bölüklerini oluştururlar. Devrimci ve komünist güçler bu gerçeklikten hareket etmek zorundadırlar. Bu yapılmadığı müddetçe söz konusu ülkede işçi sınıfı etnik kökenine göre bölünmüş olur. Göçmenlerin ezici çoğunluğunun işçi sınıfının bir parçası olduğu gerçeğinin kavranmaması durumunda burjuvazinin işçi sınıfının yerli ve yabancı (göçmen) bölüklerini birbirine karşı kışkırtması ve kendi çıkarları için kullanılması da kavranamaz.
Yerli” işçi sınıfı, örneğin Almanya'da, Fransa'da işçi sınıfı, göçmenlerin demokratik haklarını sorgusuz savunmadan burjuva düzene karşı mücadele vermiş olamaz.
Göçün tarihi de insanlığın tarihi kadar eskidir; veya göçün yer almadığı bir insanlık tarihi yoktur. Kendi özgünlüğüyle oluşan kültürlerin, göç hareketiyle kopmaz bir bağı vardır. Bu nedenle, oluşan kültürler, bu anlamda insanlık tarihi, insan topluluklarının sürekli göçü olmaksızın imkansı olurdu. İlk insanlar göçebeydi; yerleşik yaşama geçmeleri; avcılıktan ve toplayıcılıktan tarıma ve hayvancılığa geçmeleri, şehirleşmeleri, birbirlerinden öğrenmeleri, göç eden insan topluluklarının karışımının doğrudan bir ürünüdür. Avrupa'nın ilk köylüleri çoğunlukla göçmenlerden oluşmaktaydı; Mezopotamya'da büyük medeniyetlerin, örneğin Halep, Asur gibi şehirlerin kurulması Milattan önce 4. ve 3. yüzyıllardaki göçlerle doğrudan ilişkilidir. Aynı durum Orta Asya kültürleri ve karşılıklı etkilenme için de geçerlidir.

Sermaye ve üretimin uluslararasılaşmasının önemli boyutlar aldığı günümüzde; emperyalist küreselleşme koşullarında göçsüz bir dünya toplumsallaşması düşünülemez. Ama göçün, sömürü sistemi koşullarında bir zorunluluk olduğu da göz ardı edilmemelidir. Bu nedenle, göç sorunu bu sömürü, talan, ötekileştirme, baskı sistemi var oldukça; kapitalist sistem var oldukça gündemden düşmeyecektir. Bu sorunun ortadan kaldırılması; insanların barış içinde yaşaması, etnik ve dinsel aidiyete göre ayrıştırılmaması ancak ve ancak bu küresel kapitalist sistemin yıkılması ve sosyalist dünyanın kurulmasıyla mümkün olacaktır.
Emperyalizm, böl ve yönet taktiğinin bir yansıması olan göçmen sorununu da küreselleştirmiştir.