Bir Söyleşi*
Halkın
Günlüğü: Türk devletinin gerek Suriye gerekse Kuzey
Kürdistan’da süregelen savaşa ilişkin sadece siyasi değil,
oldukça önemli ekonomik bir ilişki içerisinde olduğu biliniyor.
Hem El-Nusra vb. çetelerin eğitilip silahlandırılması, finanse
edilmesi hem de Kuzey Kürdistan’da sürdürülen savaşa aktarılan
ekonomik kaynak itibariyle… Bunun ülke ekonomisi içindeki payı
ve önemini nasıl değerlendiriyorsunuz?
İbrahim
Okçuoğlu: Bu meseleye dair burjuva ya da sol basında herhangi
bir rakam açıklandı mı şimdiye kadar? Şimdi, yapılan bu savaş
harcamaları sadece Milli Savunma Bakanlığı’na MSB bünyesinde
yapılan harcamalar değil. Bunu hiç açıklamaz bile bakanlığın
bütçesi. Resmiyette harcamaları neyse onla sınırlıyorlar,
dolayısıyla bu harcamalar bilinmeyen kaynaklardan veyahut da örtülü
ödenek meselelerinden karşılanıyor. Şimdiye kadar konuyla ilgili
bir açıklama görmedim; yani bu harcamalardan dolayı devlet bu
yükün altında kalkamayacak duruma gelmiştir, bu harcamalarda
biraz daha dikkatli olmalıyız veyahut da kaynak bulmalıyız
türünden açıklama yapacak durumuna geldiğini bir yerde okumadım.
Bunun anlamı şudur: Türk burjuva devleti yani bildiğimiz faşist
diktatörlük bu kaynakları bir biçimde bulmakta, temin etmektedir.
Bana göre çok rahat bulmaktadır. Çünkü hiç sorun olmaması
hatta bir biçimde burjuva gazetelerde dahi bunun tartışılıyor
olmaması bu kaynaklara ne derece çabuk, kolay ulaştıklarını
veyahut da ellerinde imkânları olduğunu göstermektedir. Sadece
borç olarak mı veriyorlar veyahut da hibe olarak mı veriyorlar, bu
olsa olsa en fazla körfez ülkelerinden bazılarından olabilir. Ama
eğer bir devlet Ortadoğu’da sürekli savaş istiyorsa, orada
kendi çıkarlarını savunabilmek ve ifade edebilmek için kendine
en yakın örgütleri -çeteleri kastediyorum- bunları destekliyorsa
bunun için yapacağı harcamaları şu devletin bu devletin vereceği
destekle falan uzun vadeli sürdüremez. Demek ki bu konuda kendi
imkânları vardır, bu imkânları kullanıyordur. Bu imkânlarında
büyük bir kısmı Türkiye'den temin edilmektedir. Yani şunu da
söyleyebilirsiniz; -eskiden söylüyorduk/söyleniyordu daha
doğrusu- işte eroin ticareti yapıyor, şu ticareti yapıyor bu
ticareti yapıyor, buralardan bayağı paralar geliyordu vs. yani
tamam bu bir hattır, Türkiye üzerinden Afganistan’dan, İran’dan
gelen, Türkiye’den Avrupa’ya geçen bir hattır. Bu doğrudur da
bunu devlet mi örgütlüyor, devlet buradan para mı alıyor?
Veyahut da işi kontrol eden, jandarmasına polisine varana kadar
teşkilatın içerisinde bu özel mi harcanıyor, toplanıyordur, o
ayrı bir sorun ama Türkiye çapında bir devletin, harcamaları çok
yüksek olan veyahut da ulusal geliri belli bir seviyede olan bir
ülkede birtakım harcamaların eroinden şundan bundan gelen
gelirlerle temin edildiği, sağlandığı pek inandırıcı olmaz.
Buradan benim çıkardığım sonuç şudur; bu ülkenin birtakım
zenginlikleri örtülü ödenek adı altında, şu ad altında bu ad
altında o taraflara aktarılmaktadır, bunun hesabını da
tutamıyoruz. Yani devletin kendisi tutmuyor, bu hesabı bildiğini
açıklamıyor adı üzerinde örtülü ödenek. Bu meseleye ben
böyle bakıyorum.
H.G:
Peki, Türk devleti ile AB arasında, Suriyeli göçmenler
üzerinden dönen kirli bir ekonomik trafik söz konusu. Bu durum
sadece ekonomiyle sınırlı kalmıyor doğal olarak, siyasetin gidiş
hattını da belirliyor. AB ile içerisine girilen bu süreci nasıl
görüyorsunuz?
İ.O:
Bu devletin göçmenlere yaptığı harcamalar, sosyal yardım vs.
adı altında var. Ki gidip dünyanın birçok bölgesinde kamplar
kuruyor, yardımlarda bulunuyor. Bu meselede eskiden Türk devletinin
esamisi okunmazken, şimdi bu meselede ilk sıralara yerleşmiş
durumda. Bütçesine göre dünyada en çok yardım eden ülke
konumunda. Bu parayı buluyor. Şimdiye kadar Suriyeli göçmenler
için yapmış oldukları harcama yaklaşık 8 milyar dolar. Bu
oldukça yüksek bir miktar. Bu miktarın yanında bir de AB’nin
‘Siz göçmenleri orada tutunda biz parasını verelim’ şeklinde
teklif ettikleri 3 milyar avro oldukça düşük bir miktar. Ki Türk
devletinin bu konuda paradan öte siyasal bir şantaj amacıyla
hareket ettiğini düşünüyorum. AB göçmenler gelmesin diyor,
Türk devleti de elindeki göçmen kozuyla AB’ye birçok şeyi
yaptırabileceğini düşünüyor. Merkel ile Türk devleti
arasındaki ilişki bunun tipik göstergesidir. Merkel Türk
devletine karşı, Erdoğan başbakan olduğundan beri mesafeli
duran, ülke siyaseti lehine söz söylemeyen bir pozisyondayken, son
dönemlerde ise sıkı bir görüşme trafiği ve Türk devletine
destek durumu var ki, AKP-Erdoğan’ı ayakta tutan önemli
etkenlerden birisi de AB’dir. Dolayısıyla Türkiye’deki bu
diktatörlüğü ayakta tutan unsurlardan biri olarak AB’yi
sayabiliriz. Bunu elbet AKP ya da Erdoğan’ı sevdiklerinden değil;
göçmen politikasından dolayı yapıyorlar. İstedikleri, sınıra
yığılmış olan Suriyeli göçmenlerin Avrupa kapılarına
dayanmamasıdır. Bunu engelleyecek tek ülke ise Türkiye’dir.
Çünkü geçişler buradan yapılıyor. Kaldı ki 3 milyarı halen
vermediler, bir proje sunacağız ondan sonra vereceğiz dediler. 3
milyarda kalmayacaktır bu, Türk devleti bu durumu sürekli şantaj
haline getirip miktarı artıracaktır.
H.G:
AB’den bahsetmişken, dünya ekonomisinin şimdiki durumuna dair
neler söyleyeceksiniz? 2008 kriz süreci aşıldı mı?
İ.O:
Eskiden Marksist-Leninistlerin bir düşünce birliği vardı;
ekonomik krizlerin devresel olması, 8-10 senede bir patlak vermesi…
Bunun nedenleri, bundan nasıl çıkılacağı meselesi çok klasik
bir şekilde açıklanırdı ama şimdi sorun oldu bu durum. Nasıl
oldu? Sermayenin uluslararasılaşması, üretimin büyük boyutlara
varması, dünya çapında ekonomilerin iç içe geçmiş olması
Lenin bunların hepsini yazar ama bizler bazen yüz sene sonra
anlarız. Her halükarda şöyle bir durum var; bir ekonominin krizde
olup olmadığının kıstası maddi değerlerin üretimidir. Yani
sanayi, tarım üretimidir. Buralarda üretimin yapılıp yapılmadığı
ölçü alınır. Para hareketi hiçbir zaman ölçüt alınmaz. Para
hareketi sadece maddi değerlerin üretiminin türevleri,
başkalaşmasıdır. Eğer sanayi üretimindeki gidişat iyiyse kriz
yoktur. Negatif ise kriz vardır. Bu açıdan bakınca 2008 krizi,
hem dünya ekonomisi olarak hem de tek tek ülkeler bazında 2009
bahar aylarında dibe vuruyor. Çeşitli ülkelerde çok farklı
gelişiyor tabi. 2010 sonu itibariyle dünya geneli sanayi üretimine
baktığınızda üretimin seviyesi 2008’in en yüksek seviyesini
aşıyor. Krizin başlangıcında üretimin seviyesi diyelim ki yüzde
3 ama kriz bittiğinde diyelim seviye yüzde 3’ün üzerine çıkıp
bir devamlılık sağlıyorsa denilebilir ki kriz aşılmıştır. Bu
aşma durumu hızlı mı yavaş mı bu ayrı bir konu. 2010 sonu
itibariyle dünya sanayi üretimi bazında dünya ekonomisi krizden
çıkmıştır. Ama tek tek ülkeler bazında baktığımızda farklı
eğilimler var. Misal AB’nin krizden tam olarak çıktığını
söylemek zor. Ama Almanya misal kriz içerisinde değildir. Benzer
durumda olan ülkeler var. Türkiye, Güney Kore, Meksika, Malezya
vb. ülkeler bu durumdadır. Bugün gördüğümüz iki tane eğilim
var; bu eğilimlerden birisi artık ekonomileri krizde olmayan
ülkeler, birisi de ekonomileri krizden çıkmak üzere olan ülkeler.
Bütün ülkeler bunların içerisinde, yalnız şöyle bir şey var;
ekonomilerin krizden çıkması çok büyümeleri anlamına gelmiyor.
Eğilim, ekonomisi krizde olmayan ülkelerdeki büyümenin giderek
durgunluk aşamasına gelmesi yönünde. Yani büyüme yavaşlıyor;
yüzde bir oluyor, yüzde iki oluyor, yüzde yarım oluyor ama
krizden çıkmaya çalışan ülkelerde sıfır noktasına
yaklaşıyor, yani eksiyi aşmış oluyor; eksi bir oluyor, eksi
sıfır nokta beş oluyor böyle bir hat izliyorlar, dolayısı ile
her iki grup ekonomileri giderek bir yerde birleşiyor. Yani krizde
olmayanlarla olanlar belli bir bantta birleşiyorlar, bu bandın
adına da inişli çıkışlı durgunluk diyoruz. Ekonomi
bakıyorsunuz bir sene yüzde bir büyüyor, ertesi sene yüzde bir
buçuk büyüyor, sonraki sene yüzde iki büyüyor, ondan sonra
bakıyorsunuz yüzde bir buçuk küçülüyor. Bu şekilde inişli
çıkışlı bir durgunluk durumudur. 2012’nin sonundan itibaren
dünya ekonomisi böylesi bir hatta girdi. Bugün çok belirgin bir
şekilde bu hatta ilerliyor. Yani ne onduruyor ne öldürüyor. Bunun
istisnasını oluşturan ülkeler de var. Bu ülkelerden birisi
Amerika’dır, birisi de Türkiye’dir. Buna Güney Kore’yi de
dâhil edebilirsiniz, Malezya’yı da dâhil edebilirsiniz, Çin’i
de dâhil edebilirsiniz, bunlar için istisnai ülkeler demeyelim de
kendi dinamiklerinden dolayı farklı büyüme eğilimleri
gösterebilen ülkelerdir. Yani krizden bahsetmek artık yanlış
olur. Dünya ekonomisinin krizde olduğunu söylemek çok yanlış
olur.
HG:
AKP, 2008 kriz sürecini başarılı bir şekilde yönettiğini ve
krizin kendilerini teğet geçtiğini propaganda etti sürekli. Ki
Türkiye’de Yunanistan vs. ülkelerde yaşanan kriz durumu olmadı,
bunu neye bağlıyorsunuz?
İ.O:
Bu Erdoğan bazen doğru söylüyor, diyor ya kriz bizi teğet geçti
vs... Biz güldük tabi o zaman, biz de yani devrimcilerde bir
düşünce tembelliği var. Burjuvazi ne söylerse söylesin
yanlıştır anlayışı. Adam bunu bilinçli mi söyledi onu
bilmiyorum fakat kriz bizi teğet geçti söylemi doğrudur. Niye
doğrudur, kriz Türkiye’ye geldi vurdu çıktı gitti, kuyruklu
yıldız gibi… Bir sene sonra Türkiye’ye geldi, 2008’de diğer
ülkelerle beraber, 2009’un Mart-Nisan ayında en ağır biçimde
dibe vurdu, ondan sonra da 2010’un sonuna doğru Türkiye’de
ekonominin krizde olduğunu söylemek için elli bin şahit lazım
onu da bulamasınız, yani yok sanayi üretimine bakıyorsunuz tamam
gelmiş kriz girmiş çekmiş gitmiş, bu sadece Türkiye’ye özgü
de değil başka ülkelerde de böyle oldu. Bunu nasıl yönetti
Erdoğan, paketler var ya bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de
de vardır bu paketler, fakat Türkiye ekonomisinin bir özelliği de
bu krizde hemen bütün ülkelerde kriz bankaları, mali sektörü
vurdu. Türkiye’de ise vuramadı, Türkiye’de bir tane bankanın
battığını bırakın, sarsıldığını bile gösteremezsiniz. Bu
çok istisnai bir durumdur. Bir ülkede kriz patlak verecek onun mali
sektörü tahrip olmadan sanayide kendisini gösterecek ondan sonra
krizden çıkılmış olacak. Genellikle kriz işaretlerini,
göstergelerini mali sektörde falan verir ama Türkiye’de olmadı,
böyle bir şey yaşanmadı o süreçte krizle ilgili bir sürü yazı
yazmama rağmen bunu göremedim. Diyorlar biz çok güçlü yasalar
falan hazırladık tamam bunun da etkisi olabilir, genellikle Türkiye
ve Türkiye gibi ülkelerin bu krizi erken atlatmalarının
nedenlerinden birisi de o dönem ABD’nin neredeyse bedava dolar
dağıtmasıydı. Piyasaya pompaladığı dolar oradan çıktı
Türkiye gibi ülkelere aktı, yatırım olanakları vs. Türkiye
bundan epey yararlandı. Bu ekonominin canlılığını devam
ettirmesinde önemli rol oynamıştır. Diğer taraftan şuna da
dikkat etmek lazım; mesela Türkiye gibi ülkelerde eğer bir
ülkenin ekonomisi, ulusal geliri son kertede üretime dayanıyorsa
tamam ama üretim yönlendirmekle veyahut da orda yok olması gereken
sabit sermaye neyse -makineler şunlar bunlar- bunların hepsi yok
olduktan, hurdaya çıkarıldıktan sonra yeniden üretim aşamasına
gelebilmek için modern teknoloji vs. alırsın, kapitalistler hep
böyle yaparlar. Üretim varsa devam edersin yoksa makine vs. almana
da gerek kalmaz. Ama Türkiye gibi ülkelerde Çin en başta, Güney
Kore, Almanya’da buralarda ulusal gelire baktığımızda sanayi
üretiminin payının yüksek olduğunu görürsünüz. Türkiye’de
yüzde yirmi beşe kadar düşmüştür ama bu payda çok yüksektir.
Mesela ABD’de bu pay yüzde on bir-on iki, İngiltere’de yüzde
on bir-on ikidir sanayinin payı bu kadar geri. Dolayısı ile bu şu
anlama geliyor; ya dışarıdan satın aldıklarınla ihtiyaçlarını
karşılıyorsun ya da mali sektördeki elde ettiğin karla ülke
ekonomisini ayakta tutmaya çalışıyorsun. Mali sektöre dayandığın
zaman krizin üstesinde gelmen kolay olmaz. Ama üretim olursa bunu
satabiliyorsan satarsın, tüketebiliyorsan tüketirsin, çünkü
üretim artı değer demektir, kar demektir. Bu bakımdan mesela bu
ülkelerin ekonomilerine dinamiklik veren sanayi üretiminin ulusal
gelirdeki payının nispeten diğerlerine göre fazla olmasıdır.
Bundan yararlanmıştır Türkiye. Dinamikliği budur mesela, sanayi
üretiminin olduğu her yerde yani böylesi ülkelerde, ulusal
gelirin nispeten yüksek olduğu yerlerde ekonomiler dinamiktir. Bu
Türkiye ekonomisi içinde geçerlidir. Ve ilk krizden çıkan
ülkelerden birisidir.
H.G:
Türkiye-Kuzey Kürdistan önemli ekonomik kalemlerinden olan
turizm sektöründe de son yıllarda yaşanan siyasal gelişmelerden
dolayı büyük bir düşüş var. Bu durum nasıl etki yaratır?
Birde şu meşhur sıcak para akışı meselesi var tabi…
İ.O:
AKP ekonomisi sıcak paraya mı dayanıyor, bu burjuvazinin ekonomik
gücünü ya tanımıyoruz demektir ya da yanlış biliyoruzdur.
Sıcak parayla bu savaşı sürdüremezsiniz, sıcak parayla
askeriyede kullandıkları, kendi ürettikleri teknolojiyi
üretemezsiniz, sıcak parayla o hızlı tren vs. yapamazsınız.
Bunlar sıcak parayla olacak işler değildir. Sıcak para gelir,
senin cari olarak birtakım şeylerini dövize ihtiyacın var ya
onları karşılamanı sağlar bu ne kadar çok olursa senin
işlerinde o kadar tıkırında olur. Ama bakıyorsunuz sıcak
paranın öyle kolay korkup kaçtığı da yok. Rusya ile savaşa
girme tehlikesi dediler, uçak düşürme meselesi vs. PYD
mevzilerini akşam olduğu zaman her gün bombalamaları, bunların
dövüldüğü yerde, o kadar göçmenin kapıya dayanmış olduğu,
bombaların sağda solda patladığı bir yerde sıcak para öyle
kaçması gereken boyutta kaçmadı, sanki bir kürke sarmışlar
bunları sıcak sıcak duruyorlar, demek ki kolay kolay korkmuyorlar
bu işlerden. Veyahut da onun korkabileceği derecede bir gelişme
yok Türkiye’de. Doğrudur, sıcak para kaçar özellikle kriz
dönemlerinde kaçar gider, nihayetinde amacı kar elde etmektir. Ama
diğer taraftan sıcak paranın bir kısmı kaçar da bir kısmı
kolay kolay kaçamaz. TL’ye çevirdiyse kendini onu yeniden dolara
vs. çevirmesi gerekecek, bir sürü zarar edecek ondan dolayı
kalayım der. Ve kalır. Sıcak para bundan dolayı tamamen
çıkmamıştır Türkiye’den, gidiyor geliyor. Ona dayanan bir
ekonomi değil fakat ondan çok yararlanan bir ekonomi. O yanlışlığa
düşmemek lazım, sıcak parayla ekonomi açıklanmaz. Hiçbir
kuralı yoktur bunun. Bu olsa olsa nasıl bir şey diyelim, taşıma
suyuyla değirmen döndürmeye benzer.
Turizm
meselesi tabi ki zarar verir. Özellikle turistik alanlarda
milyonlarla ifade edilebilecek bir istihdam sorunu yaşanmaktadır.
Fakat bugün yine Başbakan’ın açıkladığı 9 maddelik turizm
paketi kolaylık sağlıyor, böyle çözmeye çalışıyorlar.
Turizm meselesi de ekonomiye zarar verir ama belini kırmaz emin
olmak lazım bundan, en fazla sıkıntıya sokar, işsizlik
meselesinin turistik bölgelerde artmasına neden olur. Uzun vadede
bunlar hani tur operatörleri ile turistleri getiriyorlar ya işte
belli ülkeleri pazar olarak kaybedebilirler, bunlara neden olabilir,
fakat ekonominin gidiş hattını değiştirmez.
H.G:
Tüm bu sorunlara rağmen Türkiye’de mevcut üretimden
özellikle sanayi üretiminde bir ekonomik krizden bahsedemeyiz
dediniz, peki nasıl yönetiliyor, sadece üretimden gelen bir
gerçeklik mi yoksa? Onun dışında tek tek farklı alanlarda
yaşanan ciddi sorunlar var; Suriye, Rusya’yla yaşanan sorunlar,
Kürdistan’daki savaş, turizm meselesi vs. ama tüm bunlara rağmen
ayakta duran bir ekonomi var, bu nasıl oluyor?
İ.O:
Diğer ülkelerde sanki çok mu farklı bu durum, Türkiye’nin
Suriye politikası iflas etti de, işte her tarafımızı düşman
sardı bir tane dostumuz yok, hepimiz yazıyoruz, biz de yazıyoruz,
siz de yazıyorsunuzdur. Bakıyorum şimdi Türkiye’nin eskiden
etrafında dost mu vardı? Daha önce daha kötüydü, Yunanistan’la
aran iyi değildi, Doğu Bloku dedikleri revizyonist blok etrafını
çevirmişti. Keza İran’la aran yoktu, Saddam’la neredeyse kafa
kafaya geldin. Suriye zaten 900 km tamamen kapatılmıştı, o günle
bugün arasında çok mu fark var? Sanki etrafımız düşmanla
çevrilmişti. Burjuvaziyi böyle eleştirirsen adamların hoşuna
gidiyor. Diğeri de dünya ülkelerinin ekonomilerine bakın çok mu
farklı Türkiye’den, gerçekten çok büyük farkları yoktur. Ama
şuna dikkat etmemiz lazım. Eğer bir ülkede burjuvazi hükümetleri
aracılığı ile bunu dile getirir ‘Arkadaş üretiyoruz fakat
satamıyoruz, yapamıyoruz, bu alana sıkıştırdılar bizi,
tıkanmaya doğru gidiyoruz, olmadı borç alalım’ demeye başlarsa
o zaman işlerin yolunda gitmediğini ifade etmiş olurlar. Şimdi
bakalım her şeye rağmen hükümetin maliye bakanının, şu
bakanının, bakanlar kurulunun herhangi bir kararını, eğilimini,
borç meselesini tartıştığını duydunuz mu hiç. Demek ki bu
çarkı ellerindeki imkânlarla hala çevirebilecek durumları var.
Bu ne zaman biter orasını bilemeyiz. Ama böyle giderse bir gün
bitecektir, ama o gün ne zaman olur onu bilemeyiz.
H.G:
Peki, o günü yaklaştırma misyonuyla hareket eden
devrimci, sosyalist güçlerin bu süreç içinde perspektifleri ve
politikaları ne olmalıdır? Olası bir kriz halinde ne yapılmalı?
İ.O:
Bu gerçekten çok temelli ve köklü bir sorun, şu açıdan köklü
bir sorun, mesela bir partinin, örgütün devrim yapma iddiasında
olan bir partinin o ülkenin, nerede devrim yapmak istiyorsa esasen o
ülkenin ekonomisini en az yılda birkaç defa analiz etmesi gerekir.
Mesela Lenin’e bakın Lenin’de bunu görürsünüz. Her birkaç
ayda bir üşenmez Rusya’nın, bir sürü tablo, rakam, sürekli
ülkenin ekonomik analizini yapar. Bunun anlamı şudur: Coğrafyada
şöyle bir ekonomik durumla karşı karşıyayız, buradan siyasi
sonuçlar çıkartalım... Bizim de onu yapmamız lazım. Bu
coğrafyada devrim iddiası ile hareket eden bütün örgütlerin
önünde böyle bir görev vardır. Biz bunu yapıyor muyuz
yapmıyoruz bunu da kabul etmek durumundayız. Yaptığın ekonomik
analizlerden siyasal sonuçlar çıkaracaksın, nasıl siyasal
sonuçlar çıkartacaksın, bir ülkenin ekonomisinin üç ay sonra,
beş ay sonra gidişatına bakarak ne olacağını çıkartabilirsin.
Tutmayabilir, ayrı bir sorun, yazı tura atmıyorsundur, analiz
etmişsindir nihayetinde yanılmışsındır bu da olabilir. Ama
bununla siyasal olarak hitap ettiğin sınıfı, kitleyi
hazırlayabilirsin. Önümüzdeki dönemde şöyle sorunlarla
karşılaşabiliriz, bunlar bizim önümüze şöylesi siyasal
görevler koyabilir, biz buna şimdiden hazırlanmalıyız demek
zorundayız. Ne yazık ki bu yapılmıyor. Yumurta bilmem nereye
geldi meselesi var ya, kriz olmuş ondan sonra oturuyoruz, bunu
yapmak lazım, yeni slogan bulmak lazım, geç kalmış oluyorsun,
böyle yapınca kitleyi de hazırlayamıyorsun. Neye karşı mücadele
ediyorsun da sadece Erdoğan’ı öne sürmekle, kahrolsun faşist
diktatörlük demekle olmuyor ki, yetmiyor bu, tamam yanlış
değildir bu tabi ki atacağız ama yani onun altını beslemek
zorundayız. İşçi sınıfını örgütlerken bunu beslemek
zorundayız. Emekçilere hitap ederken bunu beslemek zorundayız.
Politikanın ekonominin yoğunlaşmış hali olduğu gerçekliğiyle
bir parti kendi programını uygulamak için bununla hareket etmiş
olmalı. Bunun yapılması gerekir diye düşünüyorum. Bu da
maalesef yapılmıyor şimdi.
*) Halkın
Gümlüğü gazetesi ile yapılan söyleşinin (sayı 116, 08.03.016)
ilk bölümü.