deneme

11 Mart 2016 Cuma

Bir Söyleşi (1)


Bir Söyleşi*

Halkın Günlüğü: Türk devletinin gerek Suriye gerekse Kuzey Kürdistan’da süregelen savaşa ilişkin sadece siyasi değil, oldukça önemli ekonomik bir ilişki içerisinde olduğu biliniyor. Hem El-Nusra vb. çetelerin eğitilip silahlandırılması, finanse edilmesi hem de Kuzey Kürdistan’da sürdürülen savaşa aktarılan ekonomik kaynak itibariyle… Bunun ülke ekonomisi içindeki payı ve önemini nasıl değerlendiriyorsunuz?


İbrahim Okçuoğlu: Bu meseleye dair burjuva ya da sol basında herhangi bir rakam açıklandı mı şimdiye kadar? Şimdi, yapılan bu savaş harcamaları sadece Milli Savunma Bakanlığı’na MSB bünyesinde yapılan harcamalar değil. Bunu hiç açıklamaz bile bakanlığın bütçesi. Resmiyette harcamaları neyse onla sınırlıyorlar, dolayısıyla bu harcamalar bilinmeyen kaynaklardan veyahut da örtülü ödenek meselelerinden karşılanıyor. Şimdiye kadar konuyla ilgili bir açıklama görmedim; yani bu harcamalardan dolayı devlet bu yükün altında kalkamayacak duruma gelmiştir, bu harcamalarda biraz daha dikkatli olmalıyız veyahut da kaynak bulmalıyız türünden açıklama yapacak durumuna geldiğini bir yerde okumadım. Bunun anlamı şudur: Türk burjuva devleti yani bildiğimiz faşist diktatörlük bu kaynakları bir biçimde bulmakta, temin etmektedir. Bana göre çok rahat bulmaktadır. Çünkü hiç sorun olmaması hatta bir biçimde burjuva gazetelerde dahi bunun tartışılıyor olmaması bu kaynaklara ne derece çabuk, kolay ulaştıklarını veyahut da ellerinde imkânları olduğunu göstermektedir. Sadece borç olarak mı veriyorlar veyahut da hibe olarak mı veriyorlar, bu olsa olsa en fazla körfez ülkelerinden bazılarından olabilir. Ama eğer bir devlet Ortadoğu’da sürekli savaş istiyorsa, orada kendi çıkarlarını savunabilmek ve ifade edebilmek için kendine en yakın örgütleri -çeteleri kastediyorum- bunları destekliyorsa bunun için yapacağı harcamaları şu devletin bu devletin vereceği destekle falan uzun vadeli sürdüremez. Demek ki bu konuda kendi imkânları vardır, bu imkânları kullanıyordur. Bu imkânlarında büyük bir kısmı Türkiye'den temin edilmektedir. Yani şunu da söyleyebilirsiniz; -eskiden söylüyorduk/söyleniyordu daha doğrusu- işte eroin ticareti yapıyor, şu ticareti yapıyor bu ticareti yapıyor, buralardan bayağı paralar geliyordu vs. yani tamam bu bir hattır, Türkiye üzerinden Afganistan’dan, İran’dan gelen, Türkiye’den Avrupa’ya geçen bir hattır. Bu doğrudur da bunu devlet mi örgütlüyor, devlet buradan para mı alıyor? Veyahut da işi kontrol eden, jandarmasına polisine varana kadar teşkilatın içerisinde bu özel mi harcanıyor, toplanıyordur, o ayrı bir sorun ama Türkiye çapında bir devletin, harcamaları çok yüksek olan veyahut da ulusal geliri belli bir seviyede olan bir ülkede birtakım harcamaların eroinden şundan bundan gelen gelirlerle temin edildiği, sağlandığı pek inandırıcı olmaz. Buradan benim çıkardığım sonuç şudur; bu ülkenin birtakım zenginlikleri örtülü ödenek adı altında, şu ad altında bu ad altında o taraflara aktarılmaktadır, bunun hesabını da tutamıyoruz. Yani devletin kendisi tutmuyor, bu hesabı bildiğini açıklamıyor adı üzerinde örtülü ödenek. Bu meseleye ben böyle bakıyorum.

H.G: Peki, Türk devleti ile AB arasında, Suriyeli göçmenler üzerinden dönen kirli bir ekonomik trafik söz konusu. Bu durum sadece ekonomiyle sınırlı kalmıyor doğal olarak, siyasetin gidiş hattını da belirliyor. AB ile içerisine girilen bu süreci nasıl görüyorsunuz?

İ.O: Bu devletin göçmenlere yaptığı harcamalar, sosyal yardım vs. adı altında var. Ki gidip dünyanın birçok bölgesinde kamplar kuruyor, yardımlarda bulunuyor. Bu meselede eskiden Türk devletinin esamisi okunmazken, şimdi bu meselede ilk sıralara yerleşmiş durumda. Bütçesine göre dünyada en çok yardım eden ülke konumunda. Bu parayı buluyor. Şimdiye kadar Suriyeli göçmenler için yapmış oldukları harcama yaklaşık 8 milyar dolar. Bu oldukça yüksek bir miktar. Bu miktarın yanında bir de AB’nin ‘Siz göçmenleri orada tutunda biz parasını verelim’ şeklinde teklif ettikleri 3 milyar avro oldukça düşük bir miktar. Ki Türk devletinin bu konuda paradan öte siyasal bir şantaj amacıyla hareket ettiğini düşünüyorum. AB göçmenler gelmesin diyor, Türk devleti de elindeki göçmen kozuyla AB’ye birçok şeyi yaptırabileceğini düşünüyor. Merkel ile Türk devleti arasındaki ilişki bunun tipik göstergesidir. Merkel Türk devletine karşı, Erdoğan başbakan olduğundan beri mesafeli duran, ülke siyaseti lehine söz söylemeyen bir pozisyondayken, son dönemlerde ise sıkı bir görüşme trafiği ve Türk devletine destek durumu var ki, AKP-Erdoğan’ı ayakta tutan önemli etkenlerden birisi de AB’dir. Dolayısıyla Türkiye’deki bu diktatörlüğü ayakta tutan unsurlardan biri olarak AB’yi sayabiliriz. Bunu elbet AKP ya da Erdoğan’ı sevdiklerinden değil; göçmen politikasından dolayı yapıyorlar. İstedikleri, sınıra yığılmış olan Suriyeli göçmenlerin Avrupa kapılarına dayanmamasıdır. Bunu engelleyecek tek ülke ise Türkiye’dir. Çünkü geçişler buradan yapılıyor. Kaldı ki 3 milyarı halen vermediler, bir proje sunacağız ondan sonra vereceğiz dediler. 3 milyarda kalmayacaktır bu, Türk devleti bu durumu sürekli şantaj haline getirip miktarı artıracaktır.

H.G: AB’den bahsetmişken, dünya ekonomisinin şimdiki durumuna dair neler söyleyeceksiniz? 2008 kriz süreci aşıldı mı?

İ.O: Eskiden Marksist-Leninistlerin bir düşünce birliği vardı; ekonomik krizlerin devresel olması, 8-10 senede bir patlak vermesi… Bunun nedenleri, bundan nasıl çıkılacağı meselesi çok klasik bir şekilde açıklanırdı ama şimdi sorun oldu bu durum. Nasıl oldu? Sermayenin uluslararasılaşması, üretimin büyük boyutlara varması, dünya çapında ekonomilerin iç içe geçmiş olması Lenin bunların hepsini yazar ama bizler bazen yüz sene sonra anlarız. Her halükarda şöyle bir durum var; bir ekonominin krizde olup olmadığının kıstası maddi değerlerin üretimidir. Yani sanayi, tarım üretimidir. Buralarda üretimin yapılıp yapılmadığı ölçü alınır. Para hareketi hiçbir zaman ölçüt alınmaz. Para hareketi sadece maddi değerlerin üretiminin türevleri, başkalaşmasıdır. Eğer sanayi üretimindeki gidişat iyiyse kriz yoktur. Negatif ise kriz vardır. Bu açıdan bakınca 2008 krizi, hem dünya ekonomisi olarak hem de tek tek ülkeler bazında 2009 bahar aylarında dibe vuruyor. Çeşitli ülkelerde çok farklı gelişiyor tabi. 2010 sonu itibariyle dünya geneli sanayi üretimine baktığınızda üretimin seviyesi 2008’in en yüksek seviyesini aşıyor. Krizin başlangıcında üretimin seviyesi diyelim ki yüzde 3 ama kriz bittiğinde diyelim seviye yüzde 3’ün üzerine çıkıp bir devamlılık sağlıyorsa denilebilir ki kriz aşılmıştır. Bu aşma durumu hızlı mı yavaş mı bu ayrı bir konu. 2010 sonu itibariyle dünya sanayi üretimi bazında dünya ekonomisi krizden çıkmıştır. Ama tek tek ülkeler bazında baktığımızda farklı eğilimler var. Misal AB’nin krizden tam olarak çıktığını söylemek zor. Ama Almanya misal kriz içerisinde değildir. Benzer durumda olan ülkeler var. Türkiye, Güney Kore, Meksika, Malezya vb. ülkeler bu durumdadır. Bugün gördüğümüz iki tane eğilim var; bu eğilimlerden birisi artık ekonomileri krizde olmayan ülkeler, birisi de ekonomileri krizden çıkmak üzere olan ülkeler. Bütün ülkeler bunların içerisinde, yalnız şöyle bir şey var; ekonomilerin krizden çıkması çok büyümeleri anlamına gelmiyor. Eğilim, ekonomisi krizde olmayan ülkelerdeki büyümenin giderek durgunluk aşamasına gelmesi yönünde. Yani büyüme yavaşlıyor; yüzde bir oluyor, yüzde iki oluyor, yüzde yarım oluyor ama krizden çıkmaya çalışan ülkelerde sıfır noktasına yaklaşıyor, yani eksiyi aşmış oluyor; eksi bir oluyor, eksi sıfır nokta beş oluyor böyle bir hat izliyorlar, dolayısı ile her iki grup ekonomileri giderek bir yerde birleşiyor. Yani krizde olmayanlarla olanlar belli bir bantta birleşiyorlar, bu bandın adına da inişli çıkışlı durgunluk diyoruz. Ekonomi bakıyorsunuz bir sene yüzde bir büyüyor, ertesi sene yüzde bir buçuk büyüyor, sonraki sene yüzde iki büyüyor, ondan sonra bakıyorsunuz yüzde bir buçuk küçülüyor. Bu şekilde inişli çıkışlı bir durgunluk durumudur. 2012’nin sonundan itibaren dünya ekonomisi böylesi bir hatta girdi. Bugün çok belirgin bir şekilde bu hatta ilerliyor. Yani ne onduruyor ne öldürüyor. Bunun istisnasını oluşturan ülkeler de var. Bu ülkelerden birisi Amerika’dır, birisi de Türkiye’dir. Buna Güney Kore’yi de dâhil edebilirsiniz, Malezya’yı da dâhil edebilirsiniz, Çin’i de dâhil edebilirsiniz, bunlar için istisnai ülkeler demeyelim de kendi dinamiklerinden dolayı farklı büyüme eğilimleri gösterebilen ülkelerdir. Yani krizden bahsetmek artık yanlış olur. Dünya ekonomisinin krizde olduğunu söylemek çok yanlış olur.

HG: AKP, 2008 kriz sürecini başarılı bir şekilde yönettiğini ve krizin kendilerini teğet geçtiğini propaganda etti sürekli. Ki Türkiye’de Yunanistan vs. ülkelerde yaşanan kriz durumu olmadı, bunu neye bağlıyorsunuz?

İ.O: Bu Erdoğan bazen doğru söylüyor, diyor ya kriz bizi teğet geçti vs... Biz güldük tabi o zaman, biz de yani devrimcilerde bir düşünce tembelliği var. Burjuvazi ne söylerse söylesin yanlıştır anlayışı. Adam bunu bilinçli mi söyledi onu bilmiyorum fakat kriz bizi teğet geçti söylemi doğrudur. Niye doğrudur, kriz Türkiye’ye geldi vurdu çıktı gitti, kuyruklu yıldız gibi… Bir sene sonra Türkiye’ye geldi, 2008’de diğer ülkelerle beraber, 2009’un Mart-Nisan ayında en ağır biçimde dibe vurdu, ondan sonra da 2010’un sonuna doğru Türkiye’de ekonominin krizde olduğunu söylemek için elli bin şahit lazım onu da bulamasınız, yani yok sanayi üretimine bakıyorsunuz tamam gelmiş kriz girmiş çekmiş gitmiş, bu sadece Türkiye’ye özgü de değil başka ülkelerde de böyle oldu. Bunu nasıl yönetti Erdoğan, paketler var ya bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de vardır bu paketler, fakat Türkiye ekonomisinin bir özelliği de bu krizde hemen bütün ülkelerde kriz bankaları, mali sektörü vurdu. Türkiye’de ise vuramadı, Türkiye’de bir tane bankanın battığını bırakın, sarsıldığını bile gösteremezsiniz. Bu çok istisnai bir durumdur. Bir ülkede kriz patlak verecek onun mali sektörü tahrip olmadan sanayide kendisini gösterecek ondan sonra krizden çıkılmış olacak. Genellikle kriz işaretlerini, göstergelerini mali sektörde falan verir ama Türkiye’de olmadı, böyle bir şey yaşanmadı o süreçte krizle ilgili bir sürü yazı yazmama rağmen bunu göremedim. Diyorlar biz çok güçlü yasalar falan hazırladık tamam bunun da etkisi olabilir, genellikle Türkiye ve Türkiye gibi ülkelerin bu krizi erken atlatmalarının nedenlerinden birisi de o dönem ABD’nin neredeyse bedava dolar dağıtmasıydı. Piyasaya pompaladığı dolar oradan çıktı Türkiye gibi ülkelere aktı, yatırım olanakları vs. Türkiye bundan epey yararlandı. Bu ekonominin canlılığını devam ettirmesinde önemli rol oynamıştır. Diğer taraftan şuna da dikkat etmek lazım; mesela Türkiye gibi ülkelerde eğer bir ülkenin ekonomisi, ulusal geliri son kertede üretime dayanıyorsa tamam ama üretim yönlendirmekle veyahut da orda yok olması gereken sabit sermaye neyse -makineler şunlar bunlar- bunların hepsi yok olduktan, hurdaya çıkarıldıktan sonra yeniden üretim aşamasına gelebilmek için modern teknoloji vs. alırsın, kapitalistler hep böyle yaparlar. Üretim varsa devam edersin yoksa makine vs. almana da gerek kalmaz. Ama Türkiye gibi ülkelerde Çin en başta, Güney Kore, Almanya’da buralarda ulusal gelire baktığımızda sanayi üretiminin payının yüksek olduğunu görürsünüz. Türkiye’de yüzde yirmi beşe kadar düşmüştür ama bu payda çok yüksektir. Mesela ABD’de bu pay yüzde on bir-on iki, İngiltere’de yüzde on bir-on ikidir sanayinin payı bu kadar geri. Dolayısı ile bu şu anlama geliyor; ya dışarıdan satın aldıklarınla ihtiyaçlarını karşılıyorsun ya da mali sektördeki elde ettiğin karla ülke ekonomisini ayakta tutmaya çalışıyorsun. Mali sektöre dayandığın zaman krizin üstesinde gelmen kolay olmaz. Ama üretim olursa bunu satabiliyorsan satarsın, tüketebiliyorsan tüketirsin, çünkü üretim artı değer demektir, kar demektir. Bu bakımdan mesela bu ülkelerin ekonomilerine dinamiklik veren sanayi üretiminin ulusal gelirdeki payının nispeten diğerlerine göre fazla olmasıdır. Bundan yararlanmıştır Türkiye. Dinamikliği budur mesela, sanayi üretiminin olduğu her yerde yani böylesi ülkelerde, ulusal gelirin nispeten yüksek olduğu yerlerde ekonomiler dinamiktir. Bu Türkiye ekonomisi içinde geçerlidir. Ve ilk krizden çıkan ülkelerden birisidir.

H.G: Türkiye-Kuzey Kürdistan önemli ekonomik kalemlerinden olan turizm sektöründe de son yıllarda yaşanan siyasal gelişmelerden dolayı büyük bir düşüş var. Bu durum nasıl etki yaratır? Birde şu meşhur sıcak para akışı meselesi var tabi… 
 
İ.O: AKP ekonomisi sıcak paraya mı dayanıyor, bu burjuvazinin ekonomik gücünü ya tanımıyoruz demektir ya da yanlış biliyoruzdur. Sıcak parayla bu savaşı sürdüremezsiniz, sıcak parayla askeriyede kullandıkları, kendi ürettikleri teknolojiyi üretemezsiniz, sıcak parayla o hızlı tren vs. yapamazsınız. Bunlar sıcak parayla olacak işler değildir. Sıcak para gelir, senin cari olarak birtakım şeylerini dövize ihtiyacın var ya onları karşılamanı sağlar bu ne kadar çok olursa senin işlerinde o kadar tıkırında olur. Ama bakıyorsunuz sıcak paranın öyle kolay korkup kaçtığı da yok. Rusya ile savaşa girme tehlikesi dediler, uçak düşürme meselesi vs. PYD mevzilerini akşam olduğu zaman her gün bombalamaları, bunların dövüldüğü yerde, o kadar göçmenin kapıya dayanmış olduğu, bombaların sağda solda patladığı bir yerde sıcak para öyle kaçması gereken boyutta kaçmadı, sanki bir kürke sarmışlar bunları sıcak sıcak duruyorlar, demek ki kolay kolay korkmuyorlar bu işlerden. Veyahut da onun korkabileceği derecede bir gelişme yok Türkiye’de. Doğrudur, sıcak para kaçar özellikle kriz dönemlerinde kaçar gider, nihayetinde amacı kar elde etmektir. Ama diğer taraftan sıcak paranın bir kısmı kaçar da bir kısmı kolay kolay kaçamaz. TL’ye çevirdiyse kendini onu yeniden dolara vs. çevirmesi gerekecek, bir sürü zarar edecek ondan dolayı kalayım der. Ve kalır. Sıcak para bundan dolayı tamamen çıkmamıştır Türkiye’den, gidiyor geliyor. Ona dayanan bir ekonomi değil fakat ondan çok yararlanan bir ekonomi. O yanlışlığa düşmemek lazım, sıcak parayla ekonomi açıklanmaz. Hiçbir kuralı yoktur bunun. Bu olsa olsa nasıl bir şey diyelim, taşıma suyuyla değirmen döndürmeye benzer.

Turizm meselesi tabi ki zarar verir. Özellikle turistik alanlarda milyonlarla ifade edilebilecek bir istihdam sorunu yaşanmaktadır. Fakat bugün yine Başbakan’ın açıkladığı 9 maddelik turizm paketi kolaylık sağlıyor, böyle çözmeye çalışıyorlar. Turizm meselesi de ekonomiye zarar verir ama belini kırmaz emin olmak lazım bundan, en fazla sıkıntıya sokar, işsizlik meselesinin turistik bölgelerde artmasına neden olur. Uzun vadede bunlar hani tur operatörleri ile turistleri getiriyorlar ya işte belli ülkeleri pazar olarak kaybedebilirler, bunlara neden olabilir, fakat ekonominin gidiş hattını değiştirmez.

H.G: Tüm bu sorunlara rağmen Türkiye’de mevcut üretimden özellikle sanayi üretiminde bir ekonomik krizden bahsedemeyiz dediniz, peki nasıl yönetiliyor, sadece üretimden gelen bir gerçeklik mi yoksa? Onun dışında tek tek farklı alanlarda yaşanan ciddi sorunlar var; Suriye, Rusya’yla yaşanan sorunlar, Kürdistan’daki savaş, turizm meselesi vs. ama tüm bunlara rağmen ayakta duran bir ekonomi var, bu nasıl oluyor?

İ.O: Diğer ülkelerde sanki çok mu farklı bu durum, Türkiye’nin Suriye politikası iflas etti de, işte her tarafımızı düşman sardı bir tane dostumuz yok, hepimiz yazıyoruz, biz de yazıyoruz, siz de yazıyorsunuzdur. Bakıyorum şimdi Türkiye’nin eskiden etrafında dost mu vardı? Daha önce daha kötüydü, Yunanistan’la aran iyi değildi, Doğu Bloku dedikleri revizyonist blok etrafını çevirmişti. Keza İran’la aran yoktu, Saddam’la neredeyse kafa kafaya geldin. Suriye zaten 900 km tamamen kapatılmıştı, o günle bugün arasında çok mu fark var? Sanki etrafımız düşmanla çevrilmişti. Burjuvaziyi böyle eleştirirsen adamların hoşuna gidiyor. Diğeri de dünya ülkelerinin ekonomilerine bakın çok mu farklı Türkiye’den, gerçekten çok büyük farkları yoktur. Ama şuna dikkat etmemiz lazım. Eğer bir ülkede burjuvazi hükümetleri aracılığı ile bunu dile getirir ‘Arkadaş üretiyoruz fakat satamıyoruz, yapamıyoruz, bu alana sıkıştırdılar bizi, tıkanmaya doğru gidiyoruz, olmadı borç alalım’ demeye başlarsa o zaman işlerin yolunda gitmediğini ifade etmiş olurlar. Şimdi bakalım her şeye rağmen hükümetin maliye bakanının, şu bakanının, bakanlar kurulunun herhangi bir kararını, eğilimini, borç meselesini tartıştığını duydunuz mu hiç. Demek ki bu çarkı ellerindeki imkânlarla hala çevirebilecek durumları var. Bu ne zaman biter orasını bilemeyiz. Ama böyle giderse bir gün bitecektir, ama o gün ne zaman olur onu bilemeyiz.

H.G: Peki, o günü yaklaştırma misyonuyla hareket eden devrimci, sosyalist güçlerin bu süreç içinde perspektifleri ve politikaları ne olmalıdır? Olası bir kriz halinde ne yapılmalı? 
 
İ.O: Bu gerçekten çok temelli ve köklü bir sorun, şu açıdan köklü bir sorun, mesela bir partinin, örgütün devrim yapma iddiasında olan bir partinin o ülkenin, nerede devrim yapmak istiyorsa esasen o ülkenin ekonomisini en az yılda birkaç defa analiz etmesi gerekir. Mesela Lenin’e bakın Lenin’de bunu görürsünüz. Her birkaç ayda bir üşenmez Rusya’nın, bir sürü tablo, rakam, sürekli ülkenin ekonomik analizini yapar. Bunun anlamı şudur: Coğrafyada şöyle bir ekonomik durumla karşı karşıyayız, buradan siyasi sonuçlar çıkartalım... Bizim de onu yapmamız lazım. Bu coğrafyada devrim iddiası ile hareket eden bütün örgütlerin önünde böyle bir görev vardır. Biz bunu yapıyor muyuz yapmıyoruz bunu da kabul etmek durumundayız. Yaptığın ekonomik analizlerden siyasal sonuçlar çıkaracaksın, nasıl siyasal sonuçlar çıkartacaksın, bir ülkenin ekonomisinin üç ay sonra, beş ay sonra gidişatına bakarak ne olacağını çıkartabilirsin. Tutmayabilir, ayrı bir sorun, yazı tura atmıyorsundur, analiz etmişsindir nihayetinde yanılmışsındır bu da olabilir. Ama bununla siyasal olarak hitap ettiğin sınıfı, kitleyi hazırlayabilirsin. Önümüzdeki dönemde şöyle sorunlarla karşılaşabiliriz, bunlar bizim önümüze şöylesi siyasal görevler koyabilir, biz buna şimdiden hazırlanmalıyız demek zorundayız. Ne yazık ki bu yapılmıyor. Yumurta bilmem nereye geldi meselesi var ya, kriz olmuş ondan sonra oturuyoruz, bunu yapmak lazım, yeni slogan bulmak lazım, geç kalmış oluyorsun, böyle yapınca kitleyi de hazırlayamıyorsun. Neye karşı mücadele ediyorsun da sadece Erdoğan’ı öne sürmekle, kahrolsun faşist diktatörlük demekle olmuyor ki, yetmiyor bu, tamam yanlış değildir bu tabi ki atacağız ama yani onun altını beslemek zorundayız. İşçi sınıfını örgütlerken bunu beslemek zorundayız. Emekçilere hitap ederken bunu beslemek zorundayız. Politikanın ekonominin yoğunlaşmış hali olduğu gerçekliğiyle bir parti kendi programını uygulamak için bununla hareket etmiş olmalı. Bunun yapılması gerekir diye düşünüyorum. Bu da maalesef yapılmıyor şimdi.

*) Halkın Gümlüğü gazetesi ile yapılan söyleşinin (sayı 116, 08.03.016) ilk bölümü.