TARİHTE
ŞAHSİYETLERİN ROLÜNÜ DEĞERLENDİRME YÖNTEMİ ÜZERİNE
Erdoğan
da Kemalist olduysa...!
Ölümünün
79. yılında M. Kemali anma törenleri ilginç gelişmelerle dolu.
AKP hükumeti dönemlerinde devlet erkanından hiçbir AKP’li
gönüllü olarak Anıtkabir’e gitmemiştir. Mecburiyetten dolayı
10 Kasım’da orada görünmüşlerdir. Ama özellikle 15 Temmuz
darbe girişiminden bu yana Erdoğan'da bir Kemalizm aşkı
alevlendi. Düne kadar iki sarhoştan biri olan M. Kemal, birdenbire
ulusal kahraman olmuştur Erdoğan ve AKP nezdinde. Öyle ki, AKP
İstanbul'dan (belki başka yerlerden de) Ankara’ya, atalarını
anmak için otobüslerle taşınır oldular.
Başta
Erdoğan olmak üzere AKP’deki bu M. Kemal aşkı ve AKP’nin
temsil ettiği muhafazakar kesim dışında kalanların (bunlara bir
kısım “sol” da dahildir)
M. Kemal değerlendirmesi, tarih nasıl değerlendirilmemeli,
tarihsel bir şahsiyet nasıl değerlendirilemez, tarihsel
materyalizm nasıl hiçe sayılır vb. konularda gerçekten eğitici
bir vesile oluşturmaktadır.
Kimi
çevrelere göre o tarih kesitinde M. Kemal, hem vardır hem de
yoktur; ne kadar “kötülük” varsa orada M. Kemal var, ama ne
kadar “iyilik” varsa orada asla yoktur. Hakimdir, kötülüklerin
kralıdır.
Kimilerine
göre Türk ulusu, kaya kovuğundan çıkmıştır; uluslaşmasının
hiçbir ilerici yönü yoktur, varsa da M. Kemal bunun dışındadır;
yani bu anlayışa göre Türkler kaya kovuğunda uluslaşmıştır,
kaya kovuğunda uluslaşırken de uluslaşması gericidir; dün de
gericidir, bugün de gericidir veya Türklerin uluslaşmasında
hiçbir ilerici yön yoktur, mahkum edilmelidir.
Oluşumu,
gelişmesi ve olgunlaşma dönemi gözetilmeksizin Kemalizm,
faşizmdir, ırkçılıktır, sömürgeciliktir vb. Böyle olduğu
için Türklerin uluslaşması da faşizmdir, ırkçılıktır,
sömürgeciliktir vs.
Bu
ve benzeri daha nice M. Kemal değerlendirmesini topladığınız
zaman karşınıza burjuva tarih değerlendirmesi çıkar; burjuva
tarih değerlendirmesi iradecidir, gericidir, tamamen özneldir...
*
TARİHTE
ŞAHSİYETLERİN ROLÜNÜ DEĞERLENDİRME YÖNTEMİ ÜZERİNE
Tarihsel
bir olayın, şu veya bu ideolojinin veya belli bir şahsiyetin
rolünün bilimsel olarak değerlendirilebilmesi için, bunların her
birinin ortaya çıkmalarına neden olan gelişmelerin, ekonomik
toplum formasyonu çerçevesinde ele alınması gerekir. Söz konusu
çağ veya dönem, söz konusu olan olayı, kişiyi ortaya çıkartan
tarihsel koşullar anlaşılmaksızın doğru değerlendirilemez.
Tarihsel
bir çağı, tarihsel olmuş bir dönemi kavrayabilmek için söz
konusu tarihsel çağda, tarihsel olmuş dönemde hangi toplumsal
ilişkilerin, güçlerin ve sınıfların hakim olduğunun bilinmesi,
devralınan mirasın tanımlanması; ölenin, yok olanın ve geleceği
temsil edenin saptanması gerekir.
Marksizm-Leninizm,
tarihsel şahsiyetleri, yaşadıkları çağın/dönemin karakterini
ve koşullarını göz önünde tutarak değerlendirir.
“Tarihsel
kazanımlar, tarihsel şahsiyetlerin, bugünün gereksinimleriyle
ölçüldüğünde ne
yapmadıklarına göre değil,
bilakis, öncülleriyle karşılaştırıldığında yeni olarak ne
yaptıkları ile değerlendirilir”
(Lenin;
C. 2, s. 180,“ Zur Charakteristik der ökonomischen Romantik”).
Demek
oluyor ki Marksizm-Leninizm, geçmiş dönemlerin insanlarını,
tarihsel şahsiyetleri, bugünün veya o günden sonrasının
koşullarını ve çağını ölçü olarak alıp değerlendirmeyi
yanlış buluyor. Geçmiş dönemde göze çarpan şahsiyetlerin,
bugün açısından yanlış, saçma olan, ama o gün için doğru
olan birçok anlayışları ve pratiği vardır.
Marksizm-Leninizm,
sadece söz konusu önde gelen bir şahsiyetin bilinç ve iradesini
belirleyen nesnel tarihsel koşulları göstermekle kalmaz, aynı
zamanda, söz konusu önder şahsiyetin bu nesnel tarihsel koşulları
öznel olarak nasıl kavradığını, nasıl anladığını, hangi
görevleri ve amaçları önüne koyduğunu, hangi toplumsal
sınıfların ve güçlerin (gerici, ilerici, devrimci) çıkarını
savunduğunu, bu çıkarın gerçekleşmesi için hareket ettiğini,
faaliyetinin sonuçlarının ne olduğunu ve bu faaliyetin nesnel
tarihsel öneminin ne olduğunu araştırır.
Marksizm-Leninizm,
seçkin tarihsel şahsiyetleri değerlendirirken onların
faaliyetlerinde esas olanı, karakteristik olanı ön plana çıkartır
ve esas ve karakteristik olanın, tali olgularla karartılmasını
yanlış bulur. Tarihsel kişilerin rolünün Marksist
değerlendirilmesi, gerçeği yansıtır, nesneldir, çünkü bu
değerlendirme, gerçeklerin somut analizinin sonuçlarını ifade
eder.
Marksizm-Leninizm,
geçmiş dönemlerin seçkin şahsiyetlerinin faaliyetinin sınıfsal
koşullarından bağımsız olmayan temellerini ortaya korken, bu
faaliyetin tarihsel sınırlılığını, bu faaliyetin reel anlamını
da belirler. Bunda abartı, idealleştirme ve küçümseme yoktur.
Materyalist
tarih anlayışına göre, toplumu ileriye doğru geliştiren yegane
güç kitlelerdir, emekçi yığınların devrimci eylemidir. Ama bu,
belli insanların; devlet adamlarının, komutanların, parti
önderlerinin vs. tarihte önemli bir rol oynamadıkları ve
oynayamayacakları anlamına gelmez.
Seçkin
şahsiyetlerin özellikleri üzerine Plechanov şunları yazıyor:
“Büyük
adam, başlayandır. Çünkü o, diğerlerinden daha
(çok) uzağı görür ve diğerlerinden daha
güçlü
olmak ister. O,
toplumun
zihni gelişmesinin geçmiş seyrinin gündeme getirdiği bilimsel
görevleri çözer; toplumsal ilişkilerin geride kalan gelişmesiyle
ortaya çıkan yeni toplumsal gereksinimleri gösterir; bu
gereksinimlerin giderilmesi için inisiyatifi ele alır. O bir
kahramandır. Şeylerin doğal seyrini durdurabildiği veya
değiştirebildiği anlamda kahraman değil, bilakis, faaliyeti, bu
zorunlu ve bilinçsiz seyrin bilinçli ve özgür ifadesi olduğu
anlamında kahraman. Onun bütün önemi, bütün gücü buradadır.
Bu ise devasa bir anlam, muazzam bir güçtür”
(G. W. Plechanow; “Über die Rolle der Persönlichkeit in der
Geschichte”, s. 62, Berlin 1946).
Demek
oluyor ki, böylesi insanların özellikleri, yetenekleri,
yaşadıkları çağın toplumsal gereksinimlerine tekabül
edebilmektir. Onlar bu gereksinimleri kavramak zorundadırlar. Bu
insanlar, yaşadıkları dönemdeki sınıfsal hareketleri,
diğerlerinden daha açık bir şekilde kavramak ve belli sınıfların
çıkarlarını en tutarlı, en açık bir şekilde başkalarından
daha güçlü savunmak zorundadırlar.
Seçkin
şahsiyetler hakkında SBKP(B)’nin tarihinde şöyle yazılıyor:
“Seçkin
şahsiyetler, toplumun ekonomik gelişmesi üzerine düşünceleri ve
istekleri zıt yönde olursa, ilerlemiş sınıfın gereksinimlerine
zıt olursa yok olurlar ve bunun tersi olarak, seçkin insanlar,
düşünceleri ve istekleri toplumun ekonomik gelişmesinin
gereksinimlerini, ilerlemiş sınıfın gereksinimlerini doğru
olarak ifade ederlerse gerçekten seçkin
şahsiyetler olabilirler”
(SBKP-B
Tarihi,
s. 21, Almanca).
Tarihsel
materyalizm, toplumun gelişme koşullarını doğru kavrayan,
düşüncelerinde ve eylemlerinde ileri sınıfın, o dönemde
toplumsal gelişmede itici güç olan sınıfın/sınıfların
gereksinimlerini doğru tespit ve ifade eden insanları seçkin
şahsiyetler olarak tanımlıyor. Seçkin şahsiyet yeteneklerini
toplumun ilerlemesi, o dönemde tarihsel olarak ilerici olan sınıfın
mücadelesi ve gerici sınıf karşısında zaferi için kullanan
kişidir.
Tarihte
şahsiyetlerin rolü ve anlamı, toplumun gelişme seyrini
ilerletmeleri ve hızlandırmalarıdır.
Onlara ilericilik, devrimcilik sıfatını veren bu özellikleridir.
Tersi durumda, toplumsal gelişmenin seyrini yavaşlatmaları veya da
geriye çevirmeye çalışmaları durumunda tarihsel gericiliğin
temsilcileri olurlar. Demek oluyor ki, ölmeye, yok olmaya yüz
tutmuş, yani tarih sahnesinde çekilme zamanı gelmiş sınıfların
temsilcileri içinde de tarihsel şahsiyetler çıkar. Bunlar da,
geriyi temsil eden sınıfların çıkarlarını ifade eden yetenekli
insanlardır. Bunlara gerici tarihsel şahsiyetler denir. Buna en
tipik örneği Churchill oluşturur.
Tarihsel
materyalizm, ilerici ve gerici burjuva politikacı, şahsiyet ayrımı
yapar.
Tarihsel
materyalizm toptancı değerlendirmeleri mahkum eder.
Yukarıda değindiğimiz noktalarda bunu göstermeye çalıştım.
“Tarihte
hiçbir sınıf hareketi, örgütleyen ve yöneten kendi siyasi
önderlerini, ilerici temsilcilerini ortaya çıkarmadan hakim
olamazlar”
(Lenin;
C. 4, s. 369 (“Die dringendsten Aufgaben unserer Bewegung”).
Burjuvazi
kendi sınıfının ve onun çıkarlarına hizmet edebilecek tarihsel
şahsiyetlerin rolünü abartır. Onları, eşsiz, yerleri
doldurulamaz, bir defaya mahsus olarak dünyaya gelmiş olanlar, her
topluma nasip olmayanlar vb. vb. olarak değerlendirir. Türk
burjuvazisinin M. Kemal’i değerlendirmesi böyledir. Ama tarih hiç
de bunu doğrulamıyor. Tarih, bir şahsiyet için toplumsal
gereksinim varsa, bu ihtiyacın giderildiğini gösteriyor.
“İnsanlar,
tarihlerini kendileri yapıyorlar, ama şimdiye kadar bütün bir
iradeyle ve bütün bir plana göre değil, belli sınırlanmış
verili bir toplumda değil. Onların çabaları birbirine karışıyor
ve bütün böylesi toplumlarda, tam da bundan dolayı, tamamlanması
ve görünüm biçimi tesadüfilik
olan zorunluluk
hakimdir. Burada bütün tesadüfilik ile kendini geçerli kılan
zorunluluk, nihai olarak tekrar ekonomiktir. Burada büyük insan
diye tanımlananlar söz konusu olurlar. Böyle birisinin ve tam da o
kişinin bu belli zamanda, bu belli ülkede ortaya çıkması, tabii
ki katışıksız tesadüftür. Ama onu yok sayarsak, yedek için
talep doğar ve bu yedek bulunur, şu veya bu şekilde. Ama zaman
içinde bulunur. Napolyon’un, tam da bu Korsikalının, savaştan
dolayı güçsüz kalmış Fransız cumhuriyetinin gerekli kıldığı
askeri
diktatör olması tesadüf idi. Ama bir Napoleon’un olmaması
durumunda onun yerini başka birinin doldurması, gerekli olduğunda
her seferinde (o) kişinin bulunmasıyla kanıtlanmıştır. Sezar,
Augustus, Crommell vs.”(Marks/Engels;
2 Ciltlik Seçilmiş Yazılar, C. II, s. 475, Berlin 1953).
Burjuva
tarih yazını, tarihte çelişkili rol oynamış olan şahsiyetlerin
değerlendirilmesinde tamamen başarısız kalmıştır. Napolyon’u
örnek alalım ve bu kişinin burjuva tarih yazımında ve edebiyatta
nasıl değerlendirildiğine bakalım. Bu şahıs üzerine uydurulan
efsanelerin, birbiriyle çelişen görüşlerin sayısı hiç de az
değildir. Onu savunanlar ve ona karşı olanlar, gerekli
gördüklerinde çıkarlarına uygun efsaneler ve mahkum etmek için
görüşler uydurmaktan geri kalmamışlardır. (Aynısı M. Kemal
için de geçerlidir). Siyasi açıdan saf olan birçok insan
açısından Napolyon, “devrimin
generali”ydi,
Fransız devriminin devam ettiricisiydi, bir köylü kralıydı. Bu
efsaneyi Fransız köylüleri arasında yayanlar ve canlı tutanlar,
bonapartçılardı.
Bu
ve benzeri efsaneler, subjektif değerlendirmeler, tarihsel
materyalist anlayışa ters düşer ve Marksizm bu anlayışları
teşhir etmiştir. Marksizm’e göre Napolyon, seçkin bir burjuva
devlet adamıdır. Çağının seçkin bir komutandır. Bu, sorunun
bir yönü. Diğer taraftan Napolyon’un hükümeti bir burjuva
hükümetti, Fransız devrimini boğan bir hükümetti.
“Napolyon
hükümeti nasıl bir hükümetti? Fransız devrimini boğazlayan ve
sadece, devrimin, büyük burjuvazi için yararlı olan sonuçlarını
yaşatan bir burjuva hükümetti” (Stalin;
C. 14, s. 124, “Über die Mängel
der Parteiarbeit”).
Eski
çağa, “ancien regime”in kalıntılarına karşı burjuva
hükümet, ama aynı zamanda devrimin emekçi yığınların çıkarına
olan sonuçlarını tırpanlayan, dev bir hükümet! Stalin, burada
Napolyon’un hem tarihsel ilerici, hem de karşı devrimci rolünü
belirtiyor. Bu, çelişkili bir roldür. Burjuva tarihçiler ise hiç
de böyle bir değerlendirme yapmıyorlar. Onlar, Napolyon’un
sadece
ilerici yönünü görüyorlar. Napolyon’u klasik burjuva yasasını
oluşturan kişi olarak değerlendiriyorlar. Tarihsel materyalist
anlayış, Napolyon’un bu yönünü reddetmiyor, tam tersine
vurguluyor, ama aynı zamanda, burjuva demokratizmi açısından
Napolyon yasalarının, devrimci burjuva-demokratik Yakobiner
diktatörlüğünün oluşturduğu yasalarla karşılaştırıldığında
geriye atılmış bir adım olduğunu da gösteriyor. Napolyon’un
yasaları, devrimci diktatörlüğün yasalarının kötü bir
kopyasıydı.
Tarihsel
materyalist anlayışa göre Napolyon’un Avrupa’daki savaşları,
çok yerde feodal, ortaçağ ilişkilerini/güçlerini silip
atmıştır. Ama aynı Napolyon, Fransız büyük burjuvazisinin
çıkarına yarayan bir burjuva-milliyetçi talan politikası gütmüş,
örneğin İspanya’daki ulusal kurtuluş hareketini baskı altına
almış ve Rusya’ya karşı bir talan savaşı örgütlemiştir.
Burjuva
tarihçiler Napolyon’un iç ve dış politikasını idealize
ediyorlar. Oysa, bütün burjuva devlet adamları gibi Napolyon da
dış politikasında her türlü entrikayı, yaltaklanmayı,
casusları vs. başarıyla kullanmıştır.
Napolyon,
seçkin bir komutandı. O, savaş önderliğinin yeni yöntemlerini
ve yeni strateji ve taktik geliştirdi. Bunlar, burjuva devrimiyle,
sanayi ve savaş tekniğinin gelişmesiyle doğan yeni koşullara
tekabül ediyorlardı.
Siyasi
alanda olduğu gibi ideolojik alanda da çelişkili durumları oluyor
tarihsel şahsiyetlerin. Bunlar, bir alanda, bir konuda olan ilerici
düşünceler savunurlarken, öyle ki devrimci olurlarken, başka bir
alanda, geçmişin kalıntı düşüncelerini savunarak gerici de
olabiliyorlar. Yani tarihsel şahsiyetlerde ilericilik, devrimcilik,
tutuculuk ve gericilik bir arada olabiliyor. Tarihsel materyalist
anlayış, burjuva tarihsel şahsiyetlerin bu özelliklerini göz
ardı etmiyor.
Tarihsel
materyalist anlayış, tarihsel şahsiyetlerin ve düşüncelerin
tarih üstü karakteri üstüne burjuva-idealist teorileri reddeder
ve bunların karakter önemini, verili zaman içinde; çağları
içinde oynadıkları rolün somut analizi temelinde ele alır ve
belirler.
Marks,
Engels, Lenin ve Stalin, buraya aktardığımız anlayışların da
gösterdiği gibi, çeşitli çağların önde gelen şahsiyetlerini,
burjuvazinin önde gelen şahsiyetlerini de tarihsel bir yaklaşımla
ele alıp değerlendirmişlerdi.
Lenin’in
şu sözleri oldukça düşündürücü olmalıdır:
“Bizde
burjuva ideoloğu kelimesi sıkça, tamamen yanlış, dar ve
antitarihsel kavranıyor. Çünkü bununla (tarihsel
çağların
farkı
gözetilmeden)
bir azınlığın egoist çıkar temsilciliği bağlamı
içinde görülüyor. Unutulmamalı ki, 18. Yy.ın aydınlatıcılarının
(bunlar, genel geçerli konuya göre burjuvazinin önderlerinden
sayılıyorlar) yazdıkları zamanda, bizim kırklı altmışlı
yıllardaki aydınlatıcılarımız yazdıkları zamanda bütün
toplumsal sorunlar serfliğe ve onun kalıntılarına karşı
mücadele ile ilgiliydi. Yeni sosyo-ekonomik ilişkiler ve
çelişkileri, o zaman henüz embriyon halindeydiler. Bundan dolayı,
o zaman, burjuva ideologlarında hiçbir
bencillik
yoktu; tam tersine, hem Batıda hem de Rusya’da tamamen dürüstçe
genel refaha inanıyorlardı ve dürüstçe bunun özlemini
çekiyorlardı, angarya hakimiyetinden doğan toplumsal düzenin
çelişkilerini gerçekten göremiyorlardı (ve kısmen göremezlerdi
de)”
(Lenin; C. 2, s. 516/517, “Auf welches Erbe Verzichten wir?”).
Demek
oluyor ki burjuva da olsa ilerici politikacıları, düşünürleri,
devlet adamlarını sömürücü sınıfların gerçekten gerici
temsilcileriyle; politikacılarıyla, düşünürleriyle aynı kefeye
koymayı ve toptancı bir değerlendirme yapmayı tarihsel
materyalist anlayış reddediyor. Bu anlayışta olmayanlar, bu
konuda tarihsel materyalizmi vulgarize etmekten başka bir iş yapmış
olmuyorlar. Böyle
bir vulgarize edişin/bayağılaştırmanın mantıksal sonucu, sınıf
mücadelesinin ve taraflılığın subjektif-idealist
kavranmasıdır. Tarihe
bakışın idealist, metafizik yöntemi, toplumsal gelişmenin
çelişkili karakterini dikkate almayan bu yöntem, kaçınılmaz
olarak, subjektif
keyfiyete; geçmiş dönemin şahsiyetlerinin önemini abartmaya veya
tamamen küçümsemeye ve mahkum etmeye götürür.
Şimdi
gelelim şu M. Kemal meselesine:
M.
Kemal’in tarihsel rolünün subjektif-idealist değerlendirilmesini
çeşitli biçimlerde görüyoruz. Dinci çevreler, önceleri Osmanlı
düzeninin devamından yana olanlar ve bugün açısından laikliğe
-Türkiye’de laikliğin olup olmamasından tamamen bağımsız
olarak- karşı olan ve hilafet düzenini; dini kurallara göre bir
yönetimi, şeriat düzenini isteyenler M. Kemal’de dinsizliği,
din düşmanlığını, somutta da İslam düşmanlığını
görüyorlar. Bu çevreler açısından ulusallık değil, ümmet
anlayışı esas olduğu için Kurtuluş Savaşı‘nın hiçbir
ilerici önemi ve rolü yoktur. Bu çevrelerin M. Kemal’e karşı
mücadeleleri, onun kişiliğini küçük düşürmek ve onun
hakkında, Müslümanların nefret edeceği, halk örf ve adetlerine
ters düşen hikayeler uydurmaktadır. Önemli olan, geniş yığınlar
nezdinde ona duyulan saygı ve sevgiyi kırmaktır.
Kürt
milliyetçileri açısından M. Kemal, Kürdistan’ı bölen,
Kürtleri katleden kişidir, bir Kürt katilidir.
Devrimci
hareketlerin M. Kemal’e bakışları oldukça çeşitlidir. Onu
faşist olarak görenlerden, devrimci olarak görenlere kadar uzanan
bir yelpazede yer alır M. Kemal.
Burjuvazi
ise M. Kemal’i idealize etmiştir. Onu kendi sınıfsal çıkarları
açısından ölümsüzleştirmiş ve o olmasaydı, Türkiye olmazdı
anlayışını sürekli işlemiştir. “Atatürkçülük”
kavramanı yaratan burjuvazi, Kemalizmi ideoloji seviyesine çekmiş
ve varlığını, olmayan bu ideoloji ile bütünleştirmiştir.
Burjuvazi açısından M. Kemal, her derde deva olan bir ilaçtır.
Tabii
M. Kemal, yaşamış ve mücadele etmiş olduğu koşullardan kopuk
olarak ele alındığı için, ipe sapa gelmez değerlendirmeler de
kolaylıkla yapılabiliyor.
Kendine
devrimci diyenler de dahil M. Kemal’i subjektif-idealist
değerlendirenler, özellikle de devrimciler, bu değerlendirme
yöntemiyle tarihi onun yaptığını, her şeyden onun sorumlu
olduğunu daha baştan kabul etmiş olduklarının farkında
değiller. Sürekli, M. Kemal’in o tarihsel gelişmeden kopuk
olarak ele alınmasının yerine, o dönemde kitlelerin oynamış
olduğu rol ön plana çıkartılsaydı; sürekli, tarihi kişilerin
değil de, emekçi yığınların yaptığı vurgulansaydı bugün M.
Kemal üzerine tartışmanın bir anlamı olmazdı. Özellikle
devrimcilerin değerlendirmesinde ondan çok şey beklendiği, ama
bekleneni yapmadığı için lanetleme, toptancı mahkum etme
anlayışı görülüyor. Burjuvaziden en fazla neyin beklenebileceği
de bir somut durum sorunudur. Bu da göz önünde tutulmuyor.
Kimdir
Mustafa Kemal?
Bir
Osmanlı subayı. Osmanlı düzeninin ömrünü doldurduğunu,
yıkılacağını, o günkü hakim sınıfların toplumsal gelişmenin
önünde engel olduğunu, ülkenin emperyalist savaşa sürüklendiğini
ve emperyalist ülkeler tarafından paylaşılacağını gören
birisidir.
Sonra,
dağılmış, işgal edilmiş imparatorluk topraklarında yeni bir
ülkenin kurulması için mücadelenin kaçınılmaz olduğunu gören
birisidir.
Bu
mücadele önündeki engellerin, işgalci emperyalist ülkeler,
İstanbul’daki Osmanlı hükümeti ve bu güçlerle işbirliği
yapan yerli sınıflar olduğunu gören birisidir.
Bu
mücadeleyi ancak ve ancak emekçi yığınların, köylülerin,
işçilerin ve şehri küçük burjuvazisinin bizzat yürüteceğini
ve bu yığınların örgütlenmesi gerektiğini gören ve ona göre
hareket eden birisidir.
Bu
mücadeleye önderlik edebilecek yegane gücün kendi sınıfı
olduğu gerçeğinden hareket eden birisidir.
Mücadelenin
başarıya ulaşması için birleşebilecek bütün güçleri yanına
çekmesini ve destek almasını başaran birisidir.
Ulusal
kurtuluş mücadelesi emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı
silahlı bir mücadeledir. Anadolu‘da antiemperyalist, ulusal
kurtuluş savaşı 2-3 sene devam etti. Bir taraftan bu mücadeleyi
antiemperyalist, ama önderini gerici ilan etmek akıl alacak bir iş
değildir. Kurulan devlet, Lozan Anlaşması (Kürdistan, 1916'da
Sykes-Picot Anlaşması ile Fransa ve İngiltere tarafından nüfuz
sahalarına bölünmüştür), Türk halkının uluslaşmak için
bütün koşulları oluşturmuş olmasının ifadesiydi. Yani bu
mücadeleye M. Kemal önderlik etti diye Türkler, suç mu işlediler?
Emperyalist işgale karşı savaşmak, bağımsızlaşmak ve
uluslaşmak suç mu? Yoksa, buna M. Kemal önderlik etti diye yanlış
mı?
M.
Kemal ve sınıfı ‘30’lu yıllara kadar ulusla “ortak
dil”
i konuşuyordu
ve “ortak
kültür”e
sahipti. M. Kemal birtakım ilerici reformist adımları atan sınıfın
önderidir. Bu sınıf, kendi çıkarlarından dolayı üretici
güçlerin karakteriyle üretim ilişkileri arasındaki uyumluluk
yasasının etkili olmasını sağlamak için koşulları oluşturmuş,
yani üretici güçlerin dizginsiz gelişmesinin önünü açmıştır.
Türkiye’de kapitalizmin, bu üretim biçimine tekabül eden
sınıfın gelişmesini sağlamıştır.
M.
Kemal, Türk ulusal burjuvazisinin bir temsilcisidir. O, bu sınıfın
temsilcisi olarak başka şeyler de yapmıştır veya uygulanan
politikayı sahiplenmiştir. O, o günün Anadolu’sunda Bolşevizmin
prestijini ve oluşturabileceği tehlikeyi erken görmüştür.
Ülkemizin seçkin komünistlerini, TKP’nin bir kısım
kadrolarını, M.
Suphi,
E.
Nejat
ve yoldaşlarını Karadeniz’de katletme komplosunun temsilcisidir.
Kürtlere,
biz kardeşiz, aramızda ayrım yok diyerek onları kurtuluş
savaşına katan ve daha savaş döneminde ihanet eden odur.
1921-1937 dönemindeki Kürt ayaklanmalarının bastırılması,
Kürtlerin katledilmesi ve yok sayılması politikası M. Kemal
dışlanarak asla düşünülemez.
M.
Kemal, işçi sınıfının, emekçi yığınların mücadelesini
bastırma, zindan, işkence politikalarının da sahibidir.
Şüphesiz
ki, M. Kemal büyük bir komutandır. Büyük bir devlet adamıdır.
Dış dünya ile, emperyalist ülkeler ile ilişkileri sorunsuz
sürdürmesini, komşu ülkeler ile görece barışçıl ilişkiler
kurmasını beceren bir politikacıdır; sosyalist Sovyetler Birliği
ile “dost” geçinmesini bilmiş, bu ülkenin yardımını
görmüştür.
M.
Kemal olmasaydı da Kurtuluş Savaşı olurdu. M. Kemal olmasaydı
başka birisi olurdu. Engels’in Napoleon değerlendirmesi M. Kemal
için neden geçerli olmasın?
Her
ulusun kendine özgü bir M. Kemal’i vardır ve bu M. Kemaller, şu
veya bu şekilde hep aynı karakterlidir, tarihsel misyonları
çelişkilidir.
M.
Kemal ne kadar antiemperyalisttir ne kadar devrimcidir ne kadar
gericidir?
O,
yarım kalmış devrimin önderidir. “Bir
devrimin,
hem dar bilimsel, hem de pratik-politik anlamıyla ilk, en önemli
temel özelliğinin devlet iktidarının, bir sınıfın, elinden
diğer bir sınıfın eline geçmesi”
(Lenin) kadar devrimcidir.
Türk
ulusal kurtuluşunun çözümünü Anadolu insanının mücadelesinde
görecek ve emperyalist ülkelere havale etmeyecek kadar
antiemperyalisttir.
M.
Kemal, sınıfsal karakteri gereği işçi sınıfını ve geniş
emekçi yığınları ezdiği, baskı altına aldığı ve demokrasi
adına gerici bir diktatörlük rejimi kurduğu kadarıyla gericidir.
M.
Kemal, Kürtleri yok etme, yok sayma, katletme politikasını
uyguladığı oranca gericidir.
M.
Kemal, emperyalizmle bağımlılık getiren siyasi, ekonomik ve
askeri ilişkiler/bağlar kurduğu oranda işbirlikçidir.
M.
Kemal, yaşadığı toplumsal koşulları kavrayan, yığınların
gereksinimlerini gören ve geriyi ve ileriyi temsil eden sınıfların
tanımını doğru saptayan bir tarihsel şahsiyettir.
O,
sınıfının çıkarlarını nesnel gerçeklik içinde aramış ve
bu çıkarları gerçekleştirirken ikili bir rol oynamıştır.
O,
toplumsal gelişmeyi ilerletirken ilerici bir rol oynamıştır.
O,
toplumsal gelişmenin önünde engel olunca gerici bir rol
oynamıştır. Onda, tarihsel gelişmede oynadığı rolde bu
çelişkili durum söz konusudur.
M.
Kemal’in
tarihsel gelişme içindeki rolünde bir aynılık
yoktur.
1918-1923’ün, 1923-1925’in, 1925-1930’un, 1930-1934’ün veya
bir bütün olarak ‘30’lu yılların M. Kemal’i bir ve aynı M.
Kemal değildir. Bu her bir dönemde onu farklı olarak görürüz. O
halde, değerlendirmenin kıstası, ne yapmak zorunda olduğu değil,
ne yaptığıdır ve ne yaptığının da toplumsal gelişmedeki
önemidir.
Bu anlamda M. Kemal, Türkiye tarihinin ve Türk ulusunun seçkin bir
şahsiyeti olarak Kurtuluş Savaşı‘nın başından itibaren
toplumsal gelişmede oynadığı ilerici rolünü sonraki dönemlerde
giderek kaybetmiş ve önderliğinde kurulan burjuva-cumhuriyetçi
rejim, gerici bir diktatörlüğe dönüşmüştür.
M.
Kemal, Atatürk olduğunda, tam anlamıyla gerici bir diktatördü.
28.12.2009