IŞİD'E KARŞI SAVAŞIN JEOPOLİTİKASI - “BELALI”
COĞRAFYA!
21-23
Kasımda İstanbul'da J. Biden-A. Davutoğlu ve R.T. Erdoğan
arasında sürdürülen görüşmelerde olağanüstü denebilecek bir
durum yoktu. Bu görüşmelere ABD'nin iki numaralı temsilcisi
Türkiye'nin icraatçı bir ve iki numaralı temsilcilerine Ortadoğu
bağlamında birtakım hazırlıkların nasıl yapılabileceğini
veya ABD'nin önümüzdeki dönemde Ortadoğu'yu yeniden
şekillendirmek için önceliklerinin neler olduğunu anlatmaya
gelmiş ve bu arada Türkiye'nin de görüşlerini yeniden dinlemiş
olduğu atmosferi hakim gibi geliyor. Yani, J. Biden Fas ve
Ukrayna'dan sonra Türkiye'ye gelmeseydi, doğrudan ABD'den
Türkiye'ye gelseydi, bu görüşmeler için bu kadar uzun yol göze
alınır mıydı, göze alındığına göre açıklanmayan birtakım
sorunlar var diye düşünebilirdik.
J.
Biden gelmeden önce iki numaralı icraatçı A. Davutoğlu Irak'ı
ziyaret ederken bir numaralı icraatçı da Afrika turundaydı.
Görüşmelerin
gidişatı Türkiye ile ABD arasındaki ilişkilerin bölgesel
sorunlar -Irak, Suriye, İsrail, Kürt (Rojava), Suriye (Esad), İran,
Doğu Akdeniz (enerji) arasında sıkışıp kaldığını
göstermektedir.
Önce
iki gün ve üç görüşmede ne konuşulup konuşulmadığını
gazetelerden aktaralım:
Davutoğlu'ndan
açıklama: “... Mesud Barzani ile baş başa bütün bu güvenlik
ve IŞİD, PKK ve bölgedeki değişikleri analiz ettik. Güvenlik
boyutunda bizim kadar Kuzey Irak’ta mevcudiyeti olan yok. Mesud
Barzani’ye de söyledim, Kuzey Irak bizim için önemlidir. Musul,
Kerkük, Erbil, Süleymaniye hattı bizim ulusal güvenlik
hattımızdır. Burada olan her şey Türkiye’yi etkiler.”
Davutoğlu
ve Biden Atlantik Konseyi’nde:
J.
Biden: "Avrupa’da enerji verimliliği çok önemli. Özellikle
Türkiye’nin bölge içinde önemli yeri var ... Enerji güvenliği
artık Avrupa’nın entegre ve pazar genişletme projesinde bir
sonraki adım olmalıdır”.
J.
Biden: "Tek kaynaklı enerji uzun zamandır Avrupa’da sorun
teşkil ediyor. Fakat artık harekete geçmeliyiz ... Buradaki asıl
husus enerji güvenliğini sağlamak. Bunun için Avrupa hem enerji
yollarını, hem de enerji tedarikçilerini çeşitlendirmeli".
J.
Biden, enerji sorunu ve Kıbrıs:
"...Bütün
doğu Akdeniz bir araya gelerek çalışabilirse burası önemli bir
doğal gaz piyasası olarak küresel merkez haline gelebilir”.
"Gazı
ilk kez Hazar’dan Avrupa’ya getiriyor". "Gerçekten çok
çok önemli. Doğu Akdeniz’in enerji potansiyeli çok önemli,
ekonomik getiriler getirebilir Avrupa’ya. Bölgeye de aynı
şekilde. İsrail, Türkiye, Mısır, Yunanistan, Kıbrıs ve
umuyoruz ki Lübnan... Bu bölge içerisinde bir istikrara
konulabilir ve refah seviyesi de artırılabilir. Enerji güvenliği
artırılarak, kaynaklar çoğaltılarak bu sağlanacaktır. Türkiye
zaten petrol için çok önemli bir öneme sahipti. Şimdi gaz için
de bu durum söz konusu.
Enerji,
işbirliği, güvenlik ve istikrar için çok önemli. Enerjiyi
önemli bir işbirliği aracı olarak görmeliyiz. Enerji güvenliğini
Avrupa’da sağlamak sizin elinizde. Bu hepimiz için fayda
sağlayacak. Türkiye zaten çok önemliydi, şimdi de bu gaz
konusunda daha büyük bir rol oynama hazırlanıyor. Türkiye’nin
stratejik konumu burada çok önemli. G20’yi de zaten önümüzde
ki yıl ağırlayacak Türkiye. Zaten G20 nezrinde de enerji
verimliliği, enerji güvenliği ve iklim değişikliği gibi konular
devam ediyor. Türkiye Avrupa’nın en büyük en geniş gaz
pazarlarından birine sahip. Türkiye önümüzdeki 10 yıl
içerisinde büyümesi beklenen tek piyasa. ABD’de Türkiye’nin
bu potansiyelini yerine getirmesi için elinden gelen her şeyi
yapmaya hazır. Özel yatırımların çekilmesi gerekiyor, alt
yapıların geliştirilmesi gerekiyor. Türkiye’nin de bir doğal
gaz merkezi olabilmesi için de çalışmaya devam etmesi gerekiyor.
Yenilenebilir enerji konusunda ABD ve Türkiye çalışmaya zaten
devam ediyor".
Jeopolitikacı
ve iki numaralı icraatçı Davutoğlu:
"Özellikle
enerji ve ekonomi bağlamında Türkiye’nin etrafında uluslararası
alandaki krizlerin yoğunlaştığı bir dönemdeyiz. Dün Irak’tan
geldim, Sayın Biden, Ukrayna’dan geldi. Birlikte kuzeyden ve
güneyden gelip, iki çok ciddi iç sıkıntılar yaşayan ülkeyle
ilgili gözlemlerimizi paylaştık. Bir taraftan yoğun bir ekonomik
krizin içindeyiz, hala durgunluk ve resesyon devam ediyor... Diğer
taraftan siyasi çalkantılar ve birçok devletin yönetilme
kabiliyetini kaybettiği, kritik bir süreçten geçiyoruz.
Türkiye’nin etrafındaki birçok ülke efektif yönetim
kabiliyetini maalesef kaybetmiş durumda. Suriye, en çarpıcı
örneği."
Erdoğan
ile Biden görüşmesinden:
Bir
numaralı icraatçı:
“ABD
ile fikir birliği içindeyiz. Birinci derecede Suriye ve Irak’ta
yaşanan gelişmeler ile DEAŞ tehdidi konusunda etraflıca bir
görüşme imkanımız oldu. Kıbrıs, Ukrayna, Kafkaslar,
Afganistan ortaya çıkan bütün bu bölgedeki güncel gelişmeleri,
karşı karşıya bulunduğumuz sorunları ele alma imkanımız oldu.
İstişare ettiğimiz pek çok konuda ABD ile fikir birliği içinde
olduğumuzu da memnuniyetle gördüğümüzü ifade etmek isterim. Bu
stratejik ortamda Türkiye ile ABD arasındaki işbirliği ve
dayanışma daha büyük bir anlam ve önem kazanıyor”.
“Türkiye,
ABD ... ortak ve dost olarak stratejik ortaklıktan model ortaklığa
bir geçiş sürecini başarmış olan iki ülke, Ortadoğu’dan
Afganistan’a Balkanlar’dan Doğu Akdeniz ve Kafkaslara kadar
uzanan geniş bir coğrafyada yakın işbirliği içindedir. Bu
işbirliği uluslararası barış ve istikrarın muhafazası, terör
ve aşırıcılıkla mücadele, enerji güvenliği ve kitle imha
silahlarının yayılmasının önlenmesi gibi birçok önemli
meseleyi çerçevelemekte ve bunlara karşı mücadeleyi
gerektirmektedir. ABD ile işbirliğimizi güçlendirerek devam
ettirmek istiyoruz. Biden ile ... konularımızı el alma fırsatımız
oldu”.
“ABD
ile yakın işbirliği ve eş güdüm içerisinde atacağımız bu
adımlar, hem bölgemizde hem ötesinde yaşanan gelişmelerin yönünü
tayin edecek niteliktedir. Bölgesel ve uluslararası barış ve
güvenliğin korunması için ABD ile işbirliğimizi derinleştirerek
daha da etkin kılmaya kararlıyız”.
J.
Biden: “Neredeyse 4 saat süren bir görüşmemiz oldu. Bizim
Türkiye’ye ihtiyacımız var, sanırım Türkiye de bize ihtiyacı
olduğunu düşünüyor. IŞİD’i zayıflatmak ve yenmek için
çalışmalarımızdan bahsettik. Başkan ile Irak ve Suriye
konularında uzun zamandan beri görüşüyoruz. Bugün yine
uluslararası bir koalisyonun bir parçası olarak IŞİD’i
zayıflatmak ya da DEAŞ’ı zayıflatmak ve yenmek için
uluslararası koalisyonun bir parçası olarak çalışmalarımızdan
bahsettik. Müttefiklerin yapması gerektiği gibi ortak stratejiler
geliştirdik. Dün akşam ve bu sabah başbakan ile görüşme
fırsatı... Bu konuda aynı fikirdeyiz. Irak ile ilgili aynı
görüşlere sahibiz. Cumhurbaşkanına da söylediğim gibi yeni
Irak hükümeti ile ilgili çok memnun olduğumu söyledim. Abadi ile
konuşmaları ile ilgili Türkiye bu konuda çok ciddi bir liderlik
gösterdi. Suriye konusunda derin bir şekilde çeşitli konular ve
alternatifleri görüştük”.
“IŞİD’i
zayıflatmak ve yenmek konusuna ilave olarak aynı zamanda Suriye
muhaliflerini güçlendirmek ve siyasi geçiş sürecini desteklemek
... bu siyasi geçiş süreci Esad rejiminden uzaklaşacak şekilde
olmalıdır. Ilımlı Suriye muhaliflerini eğitmek ve donatmak
konusundaki çabalarımızdan bahsettik. Kıbrıs’tan da bahsettik.
Biz ABD olarak BM liderliğindeki adanın iki toplumlu bir federasyon
olarak birleştirilmesi konusundaki çabalarını desteklemektedir.
Bugün, eğer siyasi irade varsa, Türkiye’de dahil hem bölgede
hem de adadaki tüm halkın çıkarına uygun olacak bir çözüm
için potansiyel vardır. Bunun gerçekleşmesi için gerginliğin
düşürülmesi ve müzakere masasına dönülmesine odaklanmak
gerekmektedir. Doğu Akdeniz’deki ciddi enerji potansiyeli göz
önüne alındığında iki toplumun işbirliği içinde bir gelecek
oluşturmasının her iki toplum için de sağlayacağı ödüller
çok yüksektir ”.
Beyaz
Saray yetkilisinden: “Bu görüşmelerden (Türk yetkililerle)
ortaya çıkan, bu konularda anlaşmazlığımızdan çok, daha fazla
ortak yönlerimiz olduğuna ikna olduk. IŞİD'in yenilgiye
uğratılması noktasında mutabıkız. Örgütün sadece ABD ve
bölgedeki müttefikleri için değil aynı zamanda Türkiye'nin de
sınırına tehdit oluşturuyor ve Türkiye bu tehdidi çok ciddiye
alıyor.
Irak'taki
gibi hava saldırılarının yanında sahada etkili bir güvenlik
gücü olmadan IŞİD Suriye'de zayıflatılıp yok edilmez. Ankara
ve Washington yönetimleri bu noktada Suriye'de alanda uygun gücün
Esad olmadığı noktasında fikir birliği içindeler. Özgür
Suriye Ordusu'nun (ÖSO) IŞİD ile mücadele kapsamında sahadaki
güvenilir güçtür. ÖSO'nun daha hızlı ve etkili eğitilip
donatılması için Türkiye ile işbirliğinin artırılıp
artırılmayacağı konusunda kesinleşmiş bir karar yok. Türklerle
görüşmelerimizden gerçekten memnunuz".
İncirlik
üssüyle bağlam içinde: "Irak ve Suriye'de IŞİD ile
mücadele etmek için birlikte nasıl hareket edebileceğimize dair
bu üst düzey görüşmelere devam ettiğimiz sürece, koalisyon
uçaklarının ve diğer varlıklarının Türk tesislerini
kullanabilmelerine yönelik görüşmelerimizi sürdüreceğiz.
Türkler platformlarını biraz daha (kullanıma) açmadan önce
bizimle tamamen aynı fikirde olmak istediklerinde net oldular. Bu
noktada ilerleme kaydettiğimizi söylemek isterim, sona geldiğimizde
eğer hepimiz mutabık kalırsak, koalisyon için Türkiye'de
genişletilmiş kullanıma sahip olacağız. Tabii ki bu Türklere
bağlı olacak."
Bu
görüşmelerden her iki taraf bazı konularda ayrılsak da yola
devam anlayışında olduğunu ifade etmiş oluyor. Açık ki,
anlaşamadıkları tek konu, IŞİD'e karşı mücadelenin aynı
zamanda Esad' karşı mücadele olması gerektiğidir. ABD,
Türkiye'nin bu anlayışını kabul etmiyor. Bu konuda anlaşma
olmadığı için de Türkiye IŞİD'e karşı mücadelede ancak
yardımcı olabileceğini yani sorunu taktik” düzeyde ele
alabileceğini; “yabancı savaşçılar” konusunda istihbarat
paylaşımı yapacağını, Kobane'ye “yardım” edeceğini, ama
“stratejik” bir ortaklaşmanın olmayacağını, bu anlamda
İncirlik üssünün kullanılmayacağını, Türk hava sahasının
IŞİD'e karşı mücadele bağlamında askeri uçuşlara
açılmayacağını, Türk hava kuvvetlerinin IŞİD'i vurmaya
katılmayacağını açıklamış oluyor.
Esad
rejimine karşı ABD'nin çekincesinde İran'ın tavrının
belirleyici bir rol oynadığı anlaşılıyor. IŞİD'e karşı
mücadeleyi Esad rejimine karşı mücadele ile aynı seviyede ele
almak, İran'ın Irak'ı yeniden karıştırabileceği, nükleer
görüşmelerden çekilebileceği düşüncesini güçlendirmektedir.
Bu gerçekten de mümkündür. Çünkü Suriye, İran'ın Akdeniz'e
açılış kapısıdır, Lübnan'da kendi çizgisinde olan Hizbullah
ile doğrudan bağını sağladığı coğrafi alandır. Bu alanda
Esad rejiminin yıkılması, İran-Akdeniz, İran-Hizbullah bağını
kopartacaktır. Şimdi bir de Doğu Akdeniz'de yeni enerji kaynakları
üzerine rekabetin keskinleşiyor olduğu bir dönemde bu bağın
kompası İran açısından önemli bir konum kaybına yol açabilir.
Suriye
konusunda durum böyleyken, Irak konusunda tarafların görüşleri
ortaklaşmış gözüküyor. Ne de olsa IŞİD vasıtasıyla
istenmeyen Maliki iktidardan alındı, her iki tarafın kabul ettiği
yeni bir hükümet işbaşında. Basına yansıdığı kadarıyla
yeni hükümetle Türkiye-Irak, Güney Kürdistan-Irak arasındaki
sorunlar hemen hemen ortadan kalkmış gözükmektedir.
25
Kasım itibariyle gazete haberlerine göre Suriye'de hem Esad
rejimine hem de IŞİD'e karşı mücadele edeceği düşünülen
“ılımlı güçler”in, somutta da ÖSO'nun eğitimi ve donatımı
için uzlaşıldığı anlaşılıyor. Uzlaşmaya göre, Esad rejimi
ile IŞİD'e karşı savaşacak Suriye'deki ılımlı muhalif
güçlerin donatımını ABD ordusu, bu güçlerin (ÖSO)
eğitimini ise Türkiye üslendi. İlk aşamada 2 bin Suriyeli
muhalif, Türk subayları tarafından eğitilecek. Toplamda 5 bin
Suriyeli silahlı muhalife güce eğitim verilecek.
Söz
konusu bu görüşmelerde ele alınan konuların sadece IŞİD ve
Esad rejimine karşı mücadele ile sınırlı olmadığını;
Türkiye-ABD arasında temel bazı sorunların ele alındığını;
IŞİD'e karşı mücadelenin; Ortadoğu'da sorunların/çelişkilerin
aslında kompleks; birbiriyle bağlantılı olan bir bütünü
oluşturduğunu görüyoruz.
Bu
kompleks bütünü oluşturan parça sorunlar nedir? Bunların
başlıcası şunlardır: 1) Kürt sorunu. 2) Kıbrıs sorunu. 3)
Ukrayna sorunu. 4) Kafkaslar sorunu. 5) Afganistan sorunu. 6) Enerji
sorunu.
Bu
sorunların hepsini bu yazıda ele almak bir kitapçık yazmak
anlamına gelir. Ama bunları ortaklaştırabileceğimiz birkaç
noktaya indirgeyerek ele alabiliriz. Bu anlamda Kürt sorunu, Suriye,
sorunu, Doğu Akdeniz (enerji) ve Kafkasya enerji sorunu önplana
çıkmaktadır.
1-
IŞİD'e karşı savaş ve Kürt sorunu (Kobane direnişi)
-Rojava
devriminin doğrudan sonucu, kantonlarda demokratik halk yönetiminin
oluşturulmasıdır. Bu yönetimde orada yaşayan halklar, etnik ve
dinsel gruplar kendi kaderlerini bizzat belirlemekteler. Rojava
devrimi ve kurduğu yönetim Ortadoğu'da örnekleşmiştir; bu
devrim ve yönetim Ortadoğu halklarının emperyalizme ve yerel
işbirlikçilerine baş kaldırabileceklerini, kendi yönetimlerini
kurabileceklerini göstermiştir. Bu nedenle Rojava devrimi ve
yönetimi emperyalist ülkeleri, bölgedeki gerici rejimleri oldukça
rahatsız ve tedirgin etmiştir.
-Rojava
devrimi ve özellikle Şengal ve Kobane direnişi, parçalanmış
Kürdistan'da Kürt ulusal birliğinin gelişmesine önemli bir ivme
kazandırmıştır. Bu birliğin yapısallaşması emperyalist
ülkeleri ve bölgenin sömürgeci ülkelerini, özellikle de Türkiye
ve İran'ı tedirgin etmektedir.
-Kobane
direnişi devrim ile karşı devrim arasındaki bir mücadeledir, bir
direniştir. Bu direnişte söz konusu olan sadece IŞİD ile YPG
arasındaki bir savaş değildir; burada bir taraftan IŞİD, Türkiye
ve destekçileri, diğer taraftan da PKK, HPG, YPG güçleri
savaşmaktadır. Aslında bu sömürgeci Türkiye ile PKK arasında
bir mücadeledir. Türkiye, Rojava devrimini boğma ve yok etme
görevini IŞİD'e havale etmiş ve “ha düştü ha düşecek”
diyerek beklemiştir. Ama oluşan kamuoyu ve Kobane'de direniş
sonucunda yardım koridorunu açmak zorunda kalmıştır. Yenilen,
Kobane politikasıyla Türk burjuva sömürgeci devlet olmuştur.
-IŞİD'in
kontrolden çıkması, Kobane direnişi ve bu direnişin oluşturduğu
kamuoyu emperyalist ülkeleri ve Türkiye'yi politikalarında
değişime zorlamış ve bunun sonucu olarak IŞİD çetelerinin
Kobane'deki mevzileri de havadan bombalanmış, silah indirilmiş ve
Peşmerge Kobane'ye geçmiştir.
-Kobane
direnişi, IŞİD olgusu Ortadoğu'da güç ilişkilerinin, örneğin
Esad rejimine karşı ittifak ilişkilerinin değişmesine neden
olmuştur.
-Kobane
direnişi, Kürt ulusal hareketinin; bir bütün olarak Kürt
ulusunun Ortadoğu'da artık hesaba katılması gereken bir güç
olarak ortaya çıkışını perçinlemiştir.
-Rojava
devrimi ve Kobane direnişi Ortadoğu'da bölgesel devrim anlayışını
güçlendirmiştir.
2-
IŞİD ve Suriye'ye karşı savaşın jeopolitiği
Esad
rejimine karşı kurulan koalisyon ve farklı görüşler:
Suriye'de
Esad rejimini yıkmak amacıyla kurulan koalisyon, bu savaşa faklı
yaklaşımlardan dolayı işlevsizleşirken, IŞİD'e karşı
mücadelenin önplana çıkması Suriye'de durumu olduğundan daha da
karmaşıklaştırmıştır.
Suriye'de
gerici savaşla bağlam içinde iki koalisyon oluşturuldu. Bunlardan
ilki Esad rejimini yıkmak amacıyla kurulan koalisyondur. Temmuz
2012'de Esad rejimine karşı kurulan “Suriye'nin Dostları
Koalisyonu” 11 üyeden oluşuyor ve yaklaşık 100 devlet ve
uluslararası kurum tarafından destekleniyordu. İkincisi ise IŞİD'e
karşı kurulan koalisyondur. Gelinen noktada her iki koalisyon da,
kuruluş amaçları göz önünde tutulursa birer fiyasko olmuştur.
Her iki koalisyonda yer alan ülkelerin stratejik amaçlarının
farklı olması, sonuç almanın önündeki en büyük engel olarak
ortaya çıkmıştır.
Esad
rejimini devirme konusunda koalisyon oluşturan ülkeler arasında
esasa ilişkin bir görüş ayrılığı yok. Ama Esad'dan sonraki
Suriye ve bu bağlamda da Ortadoğu'nun yeniden şekillendirilmesi
konusunda koalisyonda yer alan belli başlı ülkeler arasında
farklı çıkarlar var.
Amerikan
emperyalizmi için önemli olan bölgenin enerji kaynaklarını
(Örneğin Irak'ta petrol, Suriye'de yeni keşfedilen doğal gaz)
kontrol etmek, rekabet içinde olduğu Rusya, Çin gibi ülkeleri bu
kaynakların çıkarım ve pazarlanmasında uzak tutmak değil, aynı
zamanda Ortadoğu'yu, “Genişletilmiş Ortadoğu Projesi” olarak
dünya hakimiyeti jeopolitikasının vazgeçilmez bir parçası
olarak yeniden şekillendirmektir. “Genişletilmiş Ortadoğu
Projesi”, Ortadoğu'yu yeniden şekillendirmek aynı zamanda mevcut
sınırlar üzerinde oynamak, devletçikler oluşturmak, bölgeyi
etnik ve mezhepsel farklılıklar temelinde ayrıştırmak anlayışını
da içermektedir. Bölgeyle ilgili daha önceki yazılarda yer alan
haritalar Amerikan emperyalizminin bu yönlü düşüncelerini açıkça
ortaya koymaktadır.
İsrail,
ABD'nin hegemonal şemsiyesi altında belirlenmemiş sınırlarını
genişletmiş, defalarca Filistin halkına saldırmış ve katliamlar
gerçekleştirmiştir. Şüphesiz ki, İsrail'in tek sorunu Filistin
toprakları değil; bunun ötesinde bölgeyi kontrol edebilmek ve
kendisiyle rekabet edecek güçleri engellemek için Fırat ve Dicle
alanını; yani Mezopotamyayı; buranın su ve enerji kaynaklarını
kontrolü altına almak da İsrail'in vazgeçilmez amaçlarından
birisidir. Aynı zamanda Güney Kürdistan petrolünün Rojava
üzerinden Akdeniz'e sevkıyatından da çok memnun olacaktır. Bu
nedenle de Suriye'nin devletçiklere parçalanması gerekmektedir.
Parçalanmış bir Suriye aynı zamanda İsrail için merkezi bir
tehdit olmaktan çıkacaktır; bu anlamda İran uzakta kalacak,
Lübnan'da İran etkisi (Hizbullah) kırılacaktır. Dahası, İran'ın
Irak-Suriye-Lübnan hattı üzerinden Akdeniz'e açılması, Doğu
Akdeniz'de yeni keşfedilen doğal gaz kaynakları üzerinde Suriye
üzerinden müdahil olması engellenmiş olacaktır.
Türkiye,
Ortadoğu'nun yeniden şekillendirilmesinde sadece bir Amerikan
destekçisi olmayacağını, soruna doğrudan müdahil olduğunu,
öyle ki, Suriye sorununu bir iç sorun olarak gördüğünü
açıklamıştır. Türk burjuvazisi, bölgesel güç olarak
Ortadoğu'da “oyu kurucusu” olmak istediğini, önemli bir aktör
olarak görülmesi gerektiğini açıklamakta ve ona göre de hareket
etmektedir. (Türkiye'nin bu yönlü görüş ve pratiğini salt
Suriye ile sınırlı olarak ele almak oldukça yanlış olur. Bu
konuyu Türk burjuvazisinin jeopolitik anlayışının bir parçası
olarak görmek gerekir. Bu nedenle ayrıca ele alınması gereken bir
konudur).
S.
Arabistan, Katar gibi ülkeler, varlıklarını Amerikan
emperyalizmine hizmet etmekle sürdürebilecekleri doğrultusunda
hareket etmekteler.
Irak
fiilen üç parçaya bölünmüş durumda. IŞİD sayesinde
Maliki'nin iktidardan alınması da bu de fackto üçe bölünmüşlüğü
ortadan kaldırmamıştır. Irak'da IŞİD'e karşı sürdürülen
savaş, aslında Irak'ın resmen bölünmesi durumunda sınırları
belirleme savaşından başka bir şey değildir. IŞİD'i havadan
bombalayan emperyalist güçler ve karada savaşan Irak merkezi
ordusu ve Peşmerge güçleri IŞİD güçlerini belli alanlardan
çıkmaya zorlamaktadır.
Irak'ta
Sünni toplumun merkezi hükümetle Şii topluma eşit mesafede
ilişki içinde olması mümkün gözükmemektedir. Bu olgudan dolayı
Irak'ın de facto bölünmüşlüğü devam edecektir. Bu da Sünni
toplumun IŞİD veya başka bir oluşum tarafından temsil
edileceğini gösterir.
Ukrayna
sorunundan dolayı Batılı güçlerin baskısı ve ambargosu
nedeniyle hareket alanı sınırlanmış olan Rusya'nın Ortadoğu'da
varlığını sürdürmekten vazgeçebileceğini düşünmek, Rus
emperyalizmini tanımamak anlamına gelir. Rusya, Esad rejimini
desteklemeye devam etmektedir ve sonuna kadar da desteleyecektir. Rus
emperyalizmi bölgenin enerji kaynaklarına sahip olmaktan ziyade
Amerikan emperyalizminin oyununu bozmak için Ortadoğu oyununda yer
almaktadır. Bunun ötesinde Doğu Akdeniz'de keşfedilen enerji
kaynakları bu bölgede farklı güçler arasında çelişkilerin
keskinleşeceğini göstermektedir. Bu farklı güçlerin bir
tarafında ABD yer alıyorsa, diğer tarafında da Rusya yer alıyor.
Ama
IŞİD söz konusu olduğunda bütün emperyalist güçlerin
gönüllü-gönülsüz belli bir ittifak ilişkileri içinde hareket
ettiklerini görüyoruz; Rusya ve Çin de IŞİD'in
etkisizleştirilmesinden yanadırlar. Dün Çeçenistan'da,
Dağıstan'da, Afganistan'da, Bosna'da savaşan cihatçıların yarın
yeniden Kafkasya'da ve Doğu Türkistan'da (Sincan)
savaşmayacaklarının hiçbir garantisi yoktur. Kafkasya ve Doğu
Türkistan'da savaş, Rusya ve Çin'e karşı savaş demektir.
IŞİD'in
Irak'ta Musul'un işgaliyle güçlü bir biçimde sahaya sürülmesi
Suriye'ye karşı kurulmuş olan koalisyonu neredeyse tamamen
etkisizleştirmiştir; en azından Esad rejimine karşı mücadelenin
geri plana itilmesi bakımından. Onun yerini ise IŞİD'e karşı
kurulmuş olan koalisyon almıştır. ABD bunun böyle olduğunu
defalarca dile getirmiştir. Örneğin ABD Genelkurmay Başkanı
Martin Dempsey, “Bana verilen görev IŞİD ve ben buna odaklanmış
durumdayım. Bana verilen görev Suriye rejimini devirmek değil".
“Askeri stratejileri açısından Irak'ın önceliklidir. Iraklı
yerel güçlerin, koalisyon ülkelerinin de yardımıyla daha da
güvenilir bir ortağa dönüştü. Irak'ta bizi tutarlı bir askeri
stratejiye götürecek koşulları ayarladık, Ancak Suriye'de bazı
koşullar hâlâ olgunlaştırılmadı" açıklamasını
yapıyor.
Türkiye'nin
Suriye'de tampon bölge oluşturma düşüncesiyle ilgili olarak da
"Türkiye koalisyon ülkelerinden biri, ayrıca NATO üyesi. Bir
müttefikin önerisini elbette göz ardı etmiyoruz. Orada çalışan
ekiplerimiz var. Böyle bir karar alınırsa, kampanyayı ona göre
biçimlendiririz ancak şu an öyle bir durum yok" diyor.
ABD
ve koalisyon güçlerinin tüm IŞİD faaliyetlerini koordine
etmekten sorumlu John Allen de benzer açıklamalar yapıyor. Bu
emekli general “Her zaman stratejimizi gözden geçiriyoruz, Suriye
politikamızda da. ABD nihayetinde Suriye halkının temsil edildiği
bir siyasi çözüm olmasını temenni ediyor ki, bu tabloda Beşar
Esad yok. Ama bu Esad’ı devirmeye karar verdiniz anlamına
gelmiyor... Tekrar söylemek gerekirse, Cenevre 2 bildirgesi
çerçevesinde tanımlanan siyasi müzakereleri hedefleyen
politikamıza devam edeceğiz ve bu, Beşar Esad’ı kapsamıyor.
Tabii ki IŞİD’le uğraşıyoruz. IŞİD, sadece Türkiye ve ABD
için değil, bütün bölge için bir tehdit. Buna yönelik
strateji de 60 ülkeden oluşan koalisyonun nihayetinde IŞİD’i
yenmek için angaje olmasıdır. Benim rolüm de bu. Ama tabii siyasi
maksadımız Beşar Esad’ın olmadığı bir siyasi çözüm”.
Bu
açıklamaları şöyle de okuyabiliriz: IŞİD'i yok etmek Esad
rejimiyle ittifak etmekten geçiyorsa, bunu gerçekleştirmek için
hiçbir güç bizi engelleyemez!
Sonuç
itibariyle, “İslam Devleti” (İD), Amerikan emperyalizminin
elinde sadece şu veya bu sorunda, örneğin Suriye'de Esad rejimini
yıkma sorununda kullanılan bir terör aracı olmaktan çıkmıştır.
İD, IŞİD'a (Irak Şam İslam Devleti) (1) dönüşmekle kontrolden
çıktığını da göstermiş oluyordu. Irak'a saldırmakla IŞİD,
artık istenmeyen Maliki iktidarının devrilmesine vesile olmuş ve
onun yerine kurulan merkezi Irak rejimi ile ABD, Türkiye ve Güney
Kürdistan'da otonom yönetimin nispeten sorunsuz işbirliğinin önü
açılmıştı. Maliki'nin gitmesine ve yeni hükümetin kurulmasına
İran da razı olmak zorunda kalmıştı.
Amerikan
emperyalizmi Ortadoğu'yu siyasi olarak yeniden şekillendirmede
IŞİD'i kullanmıştır. Bu anlamda IŞİD, İngiliz ve Fransız
emperyalizminin çıkarlarını ifade eden ve Ortadoğu'yu bu iki
ülkenin çıkarlarına göre siyasal olarak şekillendirilen
Sykes-Picot anlaşmasını (1916) geçersiz kılan adımlar atmıştır.
Örneğin Suriye-Irak sınırının geçersiz kılınması, Kuzeyde
gelişen Kobane direnişinden dolayı Türkiye-Suriye sınırının
delik deşik olması bunun açık yansımasıdır.
3-
Doğu Akdeniz (enerji) sorunu
Kendi
başına ve Ortadoğu sorunuyla da bağlam içinde oldukça güncel
olan Doğu Akdeniz enerji (petrol ve doğal gaz) sorunu üzerine
başlı başına bu konuyu ele alan bir yazıda yoğunlaşmak
gerekir. Burada sorunu ana hatlarıyla belirtmekle yetineceğiz.
Doğu
Akdeniz'i Türk hükümeti iki açıdan dillendiriyor; birisi Osmanlı
İmparatorluğu'nun eski egemenlik alanı olan Suriye, Lübnan,
İsrail, Filistin gibi ülkeleri, yani Levant diye tanımlanan
bölgeyi ifade etmesi. İkincisi de coğrafi olarak doğrudan Türkiye
ile sınırdaş bir bölge olmasıdır. Türkiye'de bir ve iki
numaralı icraatçılara göre Doğu Akdeniz Türkiye'nin bir “arka
bahçesi”dir ve hiçbir koşul altında vazgeçilemez.
Doğu
Akdeniz'de (genel olarak Kıbrıs adası civarında) bulunan petrol
ve doğal gaz kaynakları, bölgenin stratejik önemini arttırmış,
ittifakların yeniden şekillenmesine neden olmuştur.
Bu
kaynaklar sadece Levant havzası ülkeleri (Filistin, İsrail,
Kıbrıs, Türkiye, Suriye ve Lübnan) arasında değil, emperyalist
ülkeler arasında da rekabete yol açmıştır. Sorun sadece
münhasır ekonomik bölgelerin paylaşımı bazında bölge ülkeleri
arasındaki rekabetle sınırlı değildir. Türkiye hariç diğer
ülkelerin münhasır ekonomik bölge sınırlarını tespitinde
uluslararası enerji tekelleri ve onlarla bağlam içinde farklı
emperyalist güçler belirleyici bir rol oynamaktalar. Dolayısıyla,
enerji kaynaklarının daha işlenmediği bu dönemde ortaya çıkan
rekabet bölgenin paylaşımıyla ilgilidir.
Doğu
Akdeniz’de Türkiye-Güney Kıbrıs Rum kesimi-Yunanistan ve Mısır
arasında; Türkiye-İsrail arasında; İsrail-Lübnan arasında;
İsrail-Mısır arasında; Suriye-İsrail; İsrail-Filistin arasında
bu enerji sahasının paylaşılması üzerine açık, kapalı
rekabet sürmektedir. İsrail-Suriye, İsrail-Filistin arasındaki
rekabet bugün görünmese de gelecekte patlak verecektir.
Akdeniz
ve Doğu Akdeniz sadece bu enerji kaynaklarının keşfedilmesinden
sonra bu denli önemli olmamıştır. Bu bölgenin stratejik önemi
de küçümsenmemelidir:
1-
Doğu Akdeniz, Avrupa-Asya-Afrika kıtalarını birbirine bağlayan
bir kavşak konumundadır.
2-Doğu
Akdeniz aynı zamanda, Kuzey-Güney, Doğu-Batı yönlerinde dünyanın
önemli bir kavşağıdır ve bu anlamda stratejik önemi olan bir
bölgedir.
3-Doğu
Akdeniz, Çanakkale boğazı, Marmara Denizi ve İstanbul Boğazı
üzerinden Karadeniz'e; Cebelitarık Boğazı üzerinden Atlantik
Okyanusu ve Süveyş Kanalı üzerinden de Hint Okyanusu’na açılan
ve böylece önemli kara bölgelerini ve deniz alanlarını
birleştiren bölgedir.
4-Bu
coğrafi konumundan dolayı Doğu Akdeniz, dünya ticaretinde önemli
bir merkez durumundadır; Avrupa ticaretinin yüzde 40'ının;
Bağımsız Devletler Topluluğu ithalatının yaklaşık yüzde
60'ının ve ihracatının da yüzde 50'sinin bu bölgeden geçmesi
bu bölgenin önemini göstermektedir (Bkz.:Doğan Yaşar ve Dursun
Yıldız; Doğu Akdeniz’de Küresel Satranç, s. 309).
5-Dünya
ticaret trafiği açısından baktığımızda ise şunu görüyoruz:
Dünya deniz ticaretinin yüzde 30'u; deniz yoluyla yapılan dünya
petrol ticaretinin yüzde 25'i Doğu Akdeniz'den geçmektedir
(Bkz.:UNEP, United Nations Environment Programme, Mediterranean
Action Plan, 2012).
6-Doğu
Akdeniz, doğrudan Levant'e (Suriye, Lübnan, İsrail ve Filistin) ve
Ortadoğu'ya açılan deniz kapısıdır.
7-Bu
özelliklerinden dolayı Doğu Akdeniz bölge ülkeleri ve
emperyalist ülkeler arasında rekabet edilmesi gereken oldukça
önemli bir stratejik konuma sahiptir. Doğu Akdeniz kontrol
edilmeksizin, Suveyş Kanalı deniz trafiği kontrol edilemez; Doğu
Akdeniz kontrol edilmeksizin Orta Doğu'nun kontrolü etkisiz kalır.
Türkiye
açısından bakarsak:
Türkiye'nin
257 milyon ton ihracat ve ithalat işlemlerinin yaklaşık yüzde
25'i Doğu Akdeniz'de yapılmaktadır. (Botaş (Ceyhan), Mersin ve
İskenderun limanları (Bkz.:Denizcilik Müsteşarlığı,
Deniz
Ticareti İstatistikleri, 2010, s. 28).
Doğu
Akdeniz, Türk burjuvazisinin hakimiyet alanı olarak gördüğü en
önemli bölgelerden birisidir. Bu stratejik önemine şimdi de
ekonomik önemi (enerji) eklenmiştir.
Rekabet
eden güçlere ve odaklara baktığımızda Mısır-Yunanistan ve
Güney Kıbrıs'ın Türkiye'yi dışlayan bir işbirliği sürdürdüğü
ve Doğu Akdeniz'de enerji oyununda Türkiye'nin oyun dışı
kalması gereken bir güç olarak algılanmak istendiği açık. Ama
pasta büyük, çıkarılacak enerjinin dünya pazarlarına,
özellikle de Avrupa'ya taşınması konusunda Türkiye'nin
dışlanması pek akıl karı değil ve bölgenin stratejik önemi de
göz ardı edilemez. Bu nedenle ABD, rekabet eden bölge ülkelerine
işbirliği önermektedir. Türkiye ziyaretinde Doğu Akdeniz'i
bir ve iki numaralı icraatçılarla ele alan Biden, Türkiye'yi
dışlayan bir yaklaşıma karşı olduğunu bir biçimde açıklıyor:
A. Davutoğlu ile birlikte Atlantik Konseyi Enerji ve Ekonomi
Zirvesi'nin kapanış oturumuna katılan J. Biden “Bütün Doğu
Akdeniz'in hep birlikte gaz pazarları için bir merkez olmasından
herkesin istifade edebileceği açık". “Kıbrıs - Lübnan
işbirliği yeni enerji kaynakları getirir, Doğu Akdeniz'de İsrail,
Türkiye, Mısır, Yunanistan, "Kıbrıs" ve Lübnan'ın iş
birliğinin de Avrupa'ya yeni enerji kaynaklar getirme potansiyeline
sahiptir. Enerji işbirliği, istikrar, refah ve güvenlik için bir
araç olarak işleyebilir ve işlemeli de" diyordu.
J.
Biden, bir numaralı icraatçı ile görüşmesinde Kıbrıs'ı kast
ederek "Amerika, BM liderliğindeki, adanın, iki toplumun,
iki bölgeli bir federasyon olarak birleştirilmesi konusunda
çabaları desteklemektedir. Bugün eğer siyasi irade varsa Türkiye
de dahil, hem bölgede hem de adadaki tüm halkın çıkarına uygun
olacak bir çözüm için bir potansiyel vardır. Bunun gerçekleşmesi
için gerginliğin düşürülmesi ve müzakere masasına dönülmesine
odaklanmak gerekmektedir" diyordu.
Esad
rejiminin devrilmesi konusunda ortak düşünemeyen ABD ve Türkiye,
Doğu Akdeniz konusunda ortak düşünebiliyorlar; Bölgenin enerji
kaynaklarını ve stratejik konumunu, Güney Kıbrıs ve Yunanistan
üzerinden AB'ye kaptırmaya; Suriye üzerinden bölgede İran ve
Rusya'nın etkili olmasını engellemeye çalışan ABD, bu konuda en
sağlam müttefikinin Türkiye olduğundan hareket ediyor. Tek başına
İsrail'in böyle bir rolü üstlenemeyeceği ve Türk burjuvazisinin
bölgeye atfettiği jeopolitik önem gerçeği de ABD'nin bu tavrında
önemli bir yer tutmaktadır.
4-
Kafkasya enerji sorunu
J.
Biden ve bir ve iki numaralı icraatçılar arasındaki görüşmelerde
enerji eksenli konuşmalar sadece Doğu Akdeniz'deki kaynakların
paylaşımıyla sınırlı kalmamıştır. Hazar Havzası ve Orta
Asya kaynaklı enerjinin dünya pazarlarına taşınması da gündeme
gelmiştir. Rusya'yı dışlayan bir gaz boru hattı ve bu ülkenin
enerji konusunda tehdit olgusunu önemsileştirmek için
Türkiye-Azerbaycan arasında yapımı kararlaştırıla TANAP
üzerine de konuşulmuştur. Bu konuda Amerikan emperyalizmiyle
görüşleri aynılaşan Türkiye, Nabucco'nun başına gelenin
TANAP'ın (Trans Anadolu Doğal Gaz Boru Hattı) başına gelmemesi
için bu hattın inşasında inisiyatifi ele almış durumdadır. (2)
5-”Belalı”
Coğrafya
Türkiye
coğrafyası veya Misak-ı Milli sınırlarını kapsayan coğrafya,
dünya coğrafyasında eşi olmayan bir coğrafyadır. Yerküreyi
göz önüne getirelim; kıtaların yer aldığı bir haritaya
bakalım veya her bir ülkeye ve kıtalara, bölgelere bakalım.
Hiçbir yerde coğrafyamızın sahip olduğu stratejik önemde başka
bir kara parçası bulamazsınız. Bu coğrafyayı bu denli önemli
yapan, onun önemli olmasını güçlendiren ve bu anlamda coğrafya
ile politikanın birleşmesinin sonucu olarak ortaya çıkan,
etrafını sarmalayan ülkelerin ve dünya hegemonyası iddiasında
olan güçlerin rekabeti veya bu rekabette coğrafyamızın sahip
olduğu önemdir.
Açıklayalım:
1-Türkiye
coğrafyasını merkez alırsanız doğrudan üç kıtaya (Avrupa,
Asya ve Afrika) ulaşabilirsiniz.
2-Türk
burjuvazisi, jeopolitika oluşturmasında hakimiyet alanı olarak
gördüğü bölgelere doğrudan ulaşabilmektedir (Ortadoğu, Hazar
Havzası ve Balkanlar).
3-
Türkiye coğrafyası, emperyalistler arası çelişkilerin
keskinleştiği bölgeler, dünya hegemonyası iddiasında olan
emperyalist ülkelerin geliştirdikleri jeopolitik açılım
bakımından ateş çemberinin veya Hazar Havzası, Ortadoğu ve
Balkanlar'dan oluşan üçgenin ortasında yer almaktadır:
-Balkanlarda
AB-Rusya, ABD-Rusya, AB-ABD ve Türkiye arasındaki çelişkiler, her
ne kadar bugün uyutuluyorsa da biraz kaşımakla her an patlak
verebilir ve keskinleşebilir özellikte olan çelişkilerdir.
-Kafkasya/Hazar
Havzasında ABD-Rusya, AB-Rusya, Türkiye-İran arasındaki rekabet
sonlanmamıştır. Çeçenistan-Rusya ve Gürcistan-Rusya
savaşlarından sonra bu bölgedeki rekabet “barışçıl”
yöntemlerle sürdürülmektedir. Bu bölgede emperyalistler arası
hesaplaşma sonlanmış olmaktan çok uzaktır.
-Ortadoğu'nun
durumu belli; ABD-Rusya, ABD-İran, Türkiye-İran ve diğer bölge
ülkeleri arasındaki çıkar çatışmaları vekalet savaşı
boyutlarında sürmektedir. Ortadoğu'nun haritası bu
çelişkilerin/çatışmaların nasıl sonuçlanacağına bağlı
olarak yeniden şekillendirilecektir.
4-Türkiye
coğrafyası Türk burjuvazisinin üç kıtaya doğrudan ulaşmasına
imkan vermesinin ötesinde Okyanuslara açılmasını da mümkün
kılan bir coğrafyadır. Cebelitarık Boğazı üzerinden
Atlantik
Okyanusu'na ve Süveyş Kanalı üzerinden de Hint Okyanusu’na
açılan bir coğrafya.
5-Ticari
ulaşım bakımından:
Türkiye
coğrafyası doğuyu batıya (Asya'yı Avrupa'ya) kuzeyi güneye
(Rusya'yı Akdeniz'e ve okyanuslara) bağlayan kavşaktır. Burada
söz konusu olan, özellikle kara ve deniz yollarıdır (karayolu,
demiryolu, deniz ulaşımı ve boru hatları).
Dünya
çapında enerji (petrol ve doğal gaz) kaynaklarının % 70’i
Türkiye coğrafyasının etrafında yer almaktadır. Bu enerjinin
çıkarımı ve dünya pazarlarına sevkıyatı üzerine rekabet
henüz sonlanmamıştır. Sevkıyat konusunda emperyalistler arası
rekabet; Rus emperyalizmini dışlayarak bu enerjiyi dünya
pazarlarına ulaştırma çabaları Türkiye'yi önemli kılmaktadır.
Mevcut boru hatları ve yapımı planlananlar (Azerbaycan,
Türkmenistan doğal gazı, Irak petrol ve doğal gazı vs.).
5-
İşbirliği veya müttefiklik ilişkilerinin olmadığı koşullarda
Türkiye coğrafyası Rusya'nın Güneye (Akdeniz yönü) açılması
önünde fiziki bir engeldir. Aynı zamanda AB'nin (üyesi olan
Almanya, Fransa ve İngiltere gibi emperyalist ülkelerin) Balkanlar
üzerinden Ortadoğu ve Kafkasya/Hazar Havzasına açılması önünde
fiziki bir engeldir.
6-Doğu
Akdeniz'de bulunan enerji kaynakları üzerine rekabet de Türkiye
coğrafyasını önemli kılmaktadır. Kaynakların paylaşılması
üzerine rekabetin yanı sıra üretilen enerjinin Avrupa pazarlarına
taşınması bakımından Türkiye coğrafyası tartışmasız
avantajlara sahiptir.
Bütün
bu nedenler Türkiye coğrafyasını benzersiz “belalı” bir
coğrafya yapmaktadır. Ne İran ne Yunanistan, bağımsız olsa ne
Kürdistan ve ne de Suriye bu özelliklere sahiptir.
Stratejik
derinliği olan bu coğrafyada Türk burjuvazisi var olabilmek için
AKP iktidarına kadar iki yol izlemiştir.
Birinci
yol: Kemalist burjuvazinin iktidar olduğu dönemde devletin,
hiçbir ülkeyle bağımlılık ilişkisini beraberinde getiren
ekonomik, siyasi ve askeri anlaşma imzalamadığını görüyoruz.
(3)
Bu
anlaşmalar teker teker incelenirse, bağımlılığı beraberinde
getiren maddelerin olmadığı görülür (Bkz.: İbrahim Okçuoğlu;
Türkiye'de Kapitalizmin Gelişmesi, kitap 2, s. 456-478).
İkinci
yol: II. Dünya Savaşından sonra dünya koşulları yeniden
değişti ve Türkiye, Sovyet “tehdidi”ne karşı varlığını
Batı ittifakında yer almakta gördü. Yaklaşık 2000'e kadar devam
eden bu süreçte Türk burjuvazisi, dünya politikasında,
ekonomisinde ve askeriyesinde Batılı müttefiklerine yaslanarak,
onların çıkarlarını savunarak veya onların çıkarlarından
farklı düşünmeyerek ayakta kaldı.
Üçüncü
yol: AKP'nin iktidara gelmesi ve ekonomik alanda Türk
burjuvazisinin kendini güçlü hissetmesi, en azından bölgesel güç
olmasının kabul görmesi, sonuç itibariyle Türk burjuvazisinde
jeopolitik eğilimlerin gelişmesini beraberinde getirmiştir.
Örneğin iki numaralı icraatçı A. Davutoğlu'nun bu alandaki
çalışması (Stratejik Derinlik) Tür burjuvazisinin jeopolitik
açılımı için bir örnektir.
AKP
ile Türkiye-Batı arasındaki siyasi, ekonomik, askeri ilişkiler,
eskisi gibi -ikinci yol- dönemindeki gibi yürümemeye başlamıştır.
Örneğin üç konuda aynı görüşte olsalar, bir veya iki konuda
farklı görüşte oluyorlar ve bunu da açıkça dile getiriyorlar.
Bu bir çıkarlar çatışmasıdır. Bu dönemde Türkiye,
emperyalizme bağımlılığı, müttefiklik ilişkilerini farklı
yorumlamaya başlıyor.
Bu
değişimin adını ne koyarsak koyalım; isterseniz buna “yalancı
pehlivanlık”, “adamın burnunu sürterler”, “emperyalizm
buna asla müsaade etmez”, “bir defa bağımlı sürekli bağımlı”
diyelim veya başka tanımlamalar kullanalım. Esas olan şudur: Türk
burjuvazisi ve sermayesi II. Dünya Savaşı sonrasında oluşturulan
siyasi ve ekonomik kalıplar çerçevesinde salt Batılı emperyalist
ülkelerin ve sermayesinin çıkarları doğrultusunda hareket etme
anlayışında değil ve söz konusu Türkiye-Batı arasındaki şu
veya bu konuda sık sık gündeme gelen anlaşamamazlıklar,
çelişkiler, “hır-gür”ler bunun açık bir ifadesidir. (Tarihi
boyunca Türk burjuvazisinin -diyelim ki Osmanlı devletinin
parçalanmasından bugüne kadar- jeopolitik anlayışı üzerine
kapsamlı bir çalışmanın gerekli olduğunu belirtelim. Böyle bir
çalışma neden gereklidir diye soracak olursak, bunun cevabı
devrim yapma iddiasında aranmalıdır. Yani yıkmayı hedeflediğin
gücün durumunu genel olarak emperyalizme bağımlılıkla açıklamak
ve bu anlayış üzerine devrim mücadelesini inşa etmek sonuç
vermez. Peki bu genel olarak bağımlılık özelleştirilse ve bu
özel olarak bağımlılık ayrıntılaştırılsa ve ona gör bir
mücadele hattı oluşturulsa nasıl olur?).
“Belalı”
coğrafyanın özelliklerini neden belirtmek zorunda kaldım? Şundan
dolayı: Burjuva medya ve aynı zamanda “sol” basında da
fotoğrafın bütününe bakılmaksızın “yendi-yenildi”, “bu
işte kim kazançlı çıkar-kim çıkmaz” hesabı ve hakemliği
yapılıyor. Türk burjuvazisinin şu veya bu konudaki politikasının,
örneğin Suriye, Kobane politikasının fiyasko olduğunu analiz
ediyoruz, etmek zorundayız da. Ama bu fiyasko, Irak ve Güney
Kürdistan petrolünün Türkiye üzerinden dünya pazarlarına
sevkıyatını engellemiyor. Yani sağda fiyasko-solda fiyako iyi de,
şu TANAP'ın inşasını nasıl açıklayacağız? Bu bir politik
fiyasko ürünü mü? Veya Doğu Akdeniz enerji kaynakları üzerine
rekabette ABD'nin Türkiye yanlısı politikası nasıl izah
edilmeli? Yani ABD, Türkiye'ye 'Ortadoğu politikama bayağı karşı
geldin, beni dünya kamuoyu önünde isim vererek açıkça
eleştirdin, bu nedenle seni Doğu Akdeniz enerji kaynaklarının
paylaşımı konusunda ödüllendiriyorum mu demek istiyor?
Türkiye
üzerine değerlendirmelerde coğrafyanın stratejik özelliği ve
Türk burjuvazisinin/ekonomisinin gelişmişlik durumu göz önünde
tutulmalıdır. Kapitalizm; rekabet, eşitsiz gelişme koşullarında
coğrafyamızın bahsettiğim bu özelliği değişmez. Rekabet eden
güçlerin değişmesi de bu coğrafyanın özelliğini yitirmesine
neden olmaz.
Emperyalist
güçler Türkiye ile ilişkilerin 1950'lerden bu yana süregelen
bağımlılık ilişkileri çerçevesinde sürüdürülemeyeceğini
biliyorlar. Türk burjuvazisi de eskisi gibi her şeye boyun eğmiyor.
Bunun Erdoğan'ın çıkışlarıyla, “kükremesi”yle bir
ilişkisi yok. Başka birisi de olsa, Türk sermayesinin çıkarlarını
savunmak zorunda kalacaktı, aksi taktirde iktidar olamaz.
Dolayısıyla sorun olan, yeni bir düzeyde bağımlılık
ilişkilerinin şekillendirilmesidir. Çatışmanın; Türkiye-ABD,
Türkiye-AB ilişkilerinde bazı konularda farklı yerlerde durmanın
nedeni budur. Tam da bu, örneğin Suriye politikasında fiyasko
yaşanırken, Irak politikasında yeni bir başlangıcı, petrol
sevkıyatını engellemediği gibi (Kürt petrolünün Türkiye
üzerinden dünya pazarlarına sevkıyatı konusunda ABD'nin tavrını
düşünelim), ABD ile IŞİD-Suriye-İsrail-Filistin-Mısır eksenli
görüş ayrılıkları, Doğu Akdeniz enerji kaynaklarının
paylaşımı konusunda AB ve Rusya'ya karşı Türkiye'nin yanında
yer almasını engellemiyor. Veya ABD'nin Hazar Havzası/Orta Asya
petrol ve doğal gazının, örneğin TANAP ile Türkiye üzerinden
sevkıyatına destekçi çıkmasını engellemiyor.
Tek
başına İran, tek başına birleşmiş Kürdistan coğrafyaları bu
“belalı” özelliğe sahip değildir, ama Türkiye-Kuzey
Kürdistan coğrafyası sahiptir.
Kısaca:
Türkiye coğrafyasının ve Türk burjuvazisinin bu özellikleri
dikkate alınmaksızın emperyalizme bağımlılık, sınıf
mücadelesinde düşman tarafının somut analizi havada kalır.
*
1)
“Irak Şam İslam Devleti” kavramında yer alan Şam ile
Suriye'nin başkenti Şam kastedilmemektedir. İslam tarihinde Şam
(Bilad-ı Şam) Filistin, Ürdün, Lübnan ve Suriye olmak üzere
dört ülkeyi içine alan geniş coğrafyaya verilmiş isimdir.
Dolayısıyla IŞİD, adı üzerinde Irak'tan Suriye,
Filistin/İsrail, Ürdün ve Lübnan topraklarına uzanan bir alanda
devlet kurduğunu açıklamış oluyor. Bilad-i Şam Batıda Levant
olarak tanımlanmaktadır. Levant Filistin/İsrail, Ürdün, Hatay,
Lübnan, Suriye ve Sina yarımadası topraklarını kapsar.
Harita
üzerinde Levant veya Bilad-i Şam:
Amerikan
emperyalizminin El Kaide, Taliban ve şimdi de IŞİD ile ilişkileri
veya genel anlamda ifade edersek ABD'nin kendi çıkarları için
kullanma amacıyla kurulmasına katkıda bulunduğu ve yönlendirdiği
örgütlerle ilişkisi bir nevi “aşk ve kin” ilişkisine benzer.
Bu türden örgütlerin kurulmasını dolaylı-dolaysız
destekler, kendi politikası doğrultusunda faaliyet sürdürmesi
için eğitir, silahlandırır ve sahaya sürer. İşi bitince veya
kontrolden çıkınca ona karşı mücadeleyi acımasızca sürüdür.
Taliban, El Kaide ve şimdi de IŞİD bu Amerikan politikasının
tipik örnekleridir.
Pakistan'da
eğitim kampları kurup 1982-1992 arasında 43 İslam ülkesinden
getirilen (veya gelen) yaklaşık 35 bin cihatçıyı eğitip,
Afganistan'da istilacı Sovyet ordusuna karşı savaşa süren
ABD'den (CIA) başkası değildi.
R.
Reagan döneminden beri İslamcı terör örgütlerini “özgürlük
savaşçıları” diye tanımlayan, “iyi bir dava için”
mücadele ettiklerinden dolayı onları sürekli mali-askeri olarak
destekleyen ABD'den başkası değildi.
1980'li
yıllarda El Kaide'nin ve önderi Osama Bin Ladin'in ortaya çıkışı
ve sonrasında işi bitince acımasızca ABD tarafından yok edilmeye
çalışılması, IŞİD'in ortaya çıkışı, kullanılış ve
sonra da yok edilmeye çalışılması aynı anlayış ve yöntemin
sonucudur:
IŞİD'in
öncelikle Amerikan gizli istihbarat kurumlarının bir yaratığı
olduğu gerçeği tartışma götürmez. ABD, “teröre karşı
mücadele” adı altında teröristler ve terör örgütleri
kurmaktan ve bu politikayla kendi çıkarlarını savunmaktan başka
bir şey yapmamaktadır. IŞİD ABD ve müttefikleri, örneğin
Türkiye tarafından açıkça korunmaktadır; Türkiye Kobane düştü
düşecek diye beklerken, ABD Kobane'de IŞİD mevzilerini vururken,
oraya gelen konvoyları vurmuyor veya IŞİD'in Irak ve Suriye'de
hareketini engelleme amaçlı asker harekat yapmıyor.
1979'da
o zaman henüz 22 yaşında olan Osama Bin Ladin'i El Kaide'yi kurmak
için görevlendiren, CIA'nin finanse ettiği eğitim kampında
gerilla olarak yetiştiren ve sahaya süren ABD'den başkası
değildi.
IŞİD'in
kurulmasında, eğitimi ve sahaya sürülmesinde ABD'nin (CIA),
İngiltere'nin (M16), İsrail'in (Mosad), S. Arabistan'ın (DMG),
Pakistan'ın (ISI), Türkiye'nin (MİT) katkısı; doğrudan
yönlendirmesi belirleyici olmuştur.
IŞİD
saflarında Batılı emperyalist ülkelerin ve bölgede Türkiye, S.
Arabistan gibi ülkelerin ajanlarının ve özel eğitimli
askerlerinin savaştığı bilinmiyor değil.
El
Kaide, IŞİD türünden örgütler Yemen (Ensaru'ş Şeria), Mali
(Al Qaeda in the Islamic Maghreb AQIM), Orta Afrika Cumhuriyeti,
Nijer, Nijerya (Boko Haram), Somali (El Şabab), Libya (Libya Islamic
Fighting Group LIFG), Cezayir , Çin (Doğu Türkistan), Endonezya
gibi ülkelerde Batı emperyalizmi destekli olarak mücadele
etmekteler.
Daha
öncesinde de Endonezya'da Ahmet Sukarno'ya (1901-1970) karşı
“Sarekat İslam”ı, Pakistan'da Zülfikar Ali Butto'ya
(1928-1979) karşı “Jamaat-e-Islami“ destekleyen ABD'den başkası
değildi.
2)
“Avrupa’nın ve Türkiye’nin
doğal gaz ihtiyacını karşılamayı bunun yanı sıra bölgede gaz
çeşitliliğinin sağlanmasını hedefleyen proje öncesinde dev
yatırımlara imza atan iki kardeş ülkenin, enerji alanında
Bakü-Tiflis-Ceyhan Petrol Boru Hattı ve Bakü-Tiflis-Erzurum Doğal
Gaz Boru Hattı Projeleri ile ivme kazanan stratejik iş birlikleri,
2008 yılında PETKİM’in SOCAR tarafından satın alınmasıyla
daha da kapsamlı hâle gelmiştir.
26
Aralık 2011’de mutabakat zaptı imzalanan, 26 Haziran 2012’de de
Hükümetler arası imzaların atıldığı TANAP, Türkiye ve
Avrupa’nın doğal gaz arzına, Azerbaycan Şah Deniz-2 sahası ve
ilave kaynaklardan doğal gaz tedariğiyle büyük katkı
sağlayacaktır.
Giriş
noktası Azerbaycan, Türkiye sınırı Türkgöz girişi olan 56
inçlik hattın, Avrupa’ya çıkış noktaları Yunanistan ve
Bulgaristan sınırları, Türkiye içi çıkış noktaları ise
Eskişehir ve Trakya bölgesi olacaktır. TANAP Projesi için
öngörülen 4 aşamanın ilki 2018’de ilk gaz akışıyla
gerçekleşecek. 2020’de yıllık 16 milyar metre küp olacak
kapasitenin, 2023’te 23 milyar metre küp, 2026’da ise 31 milyar
metre küp seviyesine kadar ulaşması hedeflenmektedir.
Türkiye
Ulusal İletim Hattı’nın batı girişini besleyerek, batı
bölgesi arz güvenliğini kuvvetlendirecek olan TANAP projesi,
Türkiye ve Avrupa için tanımlanmış doğal gaz kapasitesiyle arz
güvenliğini desteklerken, Azerbaycan’ın sahip olduğu doğal gaz
kaynaklarının yeni pazarlara ulaştırılması gibi büyük
kazanımları da beraberinde getirecektir”
(http://www.tanap.com/tanap-nedir).
3)Türkiye'nin
1923-1950 arasında imzaladığı bütün siyasi-ticari ve askeri
antlaşmaların listesi Türkiye'de Kapitalizmin Gelişmesi, kitap
2'de (s. 456-478) var. Bu anlaşmalar 1923-1934, 1934-1945 ve
1945-1950 diye dönemlere ayrılmıştır.
1923-1934
arasında Türkiye hiçbir emperyalist ülke ile bağımlılığı
beraberinde getiren bir anlaşma imzalamamıştır.
1934-1945
dönemi içinde belirtilen Balkan Paktı (9 Şubat 1934) Türkiye'nin
uluslararası alanda emperyalist çıkarlara doğrudan alet oluşunun
ilk örneğini gösterir.
1934-1945
dönemindeki antlaşmalar Türkiye'nin giderek emperyalist ülkelere
yakınlaştığını gösteren bir geçiş dönemi karakteri arz
etmekteler.
1945-1950
arasındaki antlaşmalar ise açıktan bağımlılık ilişkilerini
ifade etmekteler.