deneme

13 Aralık 2017 Çarşamba

TARİHSEL MATERYALİST YÖNTEM AYDINLATIR, HATIRATLAR VE SÖYLENTİLER YÖNTEMİ ÇARPITIR!

TARİHSEL MATERYALİST YÖNTEM AYDINLATIR, HATIRATLAR VE SÖYLENTİLER YÖNTEMİ ÇARPITIR!
“ÖKÜZÜN ALTINDA BUZAĞI ARAMAK” YÖNTEMİYLE ELEŞTİRİ YAPILMAZ

Garbis Altınoğlu, 28-30 Kasım 2017 tarihli “Atılım Teorisyeninin İttihatçılık ve Kemalizm Aşkı” yazısıyla 10 Kasım 2017 tarihli “Tarihsel şahsiyetleri değerlendirme yöntemi üzerine” yazıma cevap veriyor. Bu yazıda nasıl bir cevap olduğunu ele alacağız.
Tabii bu yazının 10 Kasımda yayınlanmış olmasının bir anlamı var.10 Kasım, Mustafa Kemal’in -burjuvazinin tapınacak insan yaptığı -hangi nedenden dolayı olursa olsun şimdi bu kervana R. T. Erdoğan da katıldı- Atatürk’ün ölümünün 79. yıldönümüdür. Bu tarih, bu coğrafya yaşanan en azından 60 milyon insanı; Türk ulusundan milyonları çok yakından ilgilendirir. Bu tarih veya Türk ulusunun, emperyalizme ve feodal gericiliğe karşı burjuva uluslaşma sürecinin önemli dönemeçleri söz konusu olduğunda Türk milliyetçiliğini ve şovenizmini körüklemek için burjuvazi boş durmaz; bu 60 milyonu sokağa dökmek için elinden geleni yapar veya o gün bütün görsel ve yazılı medya adeta çılgınlaşır; evlerde ekran başında, ev ve kahvehane sohbetlerinde o günün anlamı üzerine konuşulur. Okul çocukları “hazır kıta” olarak örgütlenir, öyle ki, hiçbir yasal zorunluluk olmamasına rağmen 10 Kasım’da saat 9’u beş gece sirenler çalınca herkes çakılmış gibi yerinde durur.

Tamam bu, burjuvazinin insan kutsamasıdır, siyasi getirisi olduğu için bu yapılıyor. Peki, bu coğrafyada düzeni değiştirme, burjuva iktidarı yıkma, devrim yapma iddiasında olanlar için bu anmaların tarihsel ve güncel politik bir anlamı yok mu da “dut yemiş bülbül” gibi susuyoruz? Bu 60 milyonun, en azından işçi ve emekçi kesimi bu coğrafyada gerçekleştirilmek istenen devrimin öznesinin bel kemiğini oluşturmuyor mu? Geniş anlamda değil de dar anlamda Türk ulusunun veya daha da sınırlandırırsak Türk ulusu kökenli işçi sınıfı ve emekçilerin bu konuda aydınlatılma hakkı yok mu? Eğer burjuvazi  bu belirli günlerde bu milyonları istediği istikamette harekete geçiriyorsa, onlara şovenizm zehrini zerk ediyorsa, Türk şovenizmiyle efsunlaştırıyorsa bunda bu coğrafyada devrim yapma iddiasında olanların hiç mi payı yok? Türk işçi sınıfı ve emekçilerinin aydınlanma, uyanma hakkı yok mu?

Bir taraftan burjuvazi M. Kemal’i tabulaştırıyor, diğer taraftan da biz, devrim yapma iddiasında olanlar başka bir açıdan tabulaştırıyoruz. Burjuvazi, M. Kemal’i dokunulmaz ilan ediyor, biz de hal ve hareketimizle, susmakla tabulaştırıyoruz.

60 milyonu ilgilendiren bir konuyu adeta tabu ilan etmekle, anmalar döneminde üzerine konuşmamakla, yazmamakla, salt faşist, gerici, kurtuluş savaşı değildi demekle sorun  çözülmüş oluyor mu? O belirli günle vesilesiyle burjuvazinin dozajını arttırdığı şovenizm bombardımanına karşı aydınlatma çalışması yapmayarak, susarak, geçiştirerek Türk ulusundan milyonlarca işçi ve emekçiyle ilişki kurma yol ve yöntemlerinden birisini değerlendirmemiş olmuyor muyuz? Bu alandaki mücadele, Türk milliyetçiliğine, şovenizmine karşı mücadele değil mi? Susmakla mı, yoksa birkaç tanımlamayla mı bu alanda ırkçılığa ve şovenizme karşı mücadele etmiş oluyoruz? Benim yaptığı bu konuya duyarlılıktan başka bir şey değildir. Bu alanda da aydınlatma görevimizi yerine getirmeliyiz.

Kemalizm, M. Kemal, Atatürkçülük, Türk ulusunun adeta genlerine işletilmiş ve buna karşı altı doldurulmayan, nesnel gerçeklikle açıklanmayan faşist, gerici veya da devrimci kavramlarıyla aydınlatma çalışması yapılmış olmaz; o günün, o dönemin nesnel gerçeklerini, uluslararası ilişkileri/çelişkileri ve bunun coğrafyamıza yansımasını; o mücadelenin öne çıkardığı sınıfsal oluşumu; o dönemde Anadolu’da yıkılanı ve yeni doğanı (Osmanlı, feodalite, kurtuluş savaşı, ulusal burjuvazi, yeni doğan devlet ve sınıfsal karakteri, gelişen kapitalizm ilişkileri vs.), bölgemizde emperyalistler arası çelişkileri, Ekim Devrimi ve sonrasında oluşmakta olan SB’yi analiz etmeden aydınlatma çalışması yapılmış olmaz. Dün başkaları bugün de Erdoğan Kemalist de olur, Atatürkçü de olur ve örgütlememiz gereken, devrimin öznesi olması gereken sınıfın unsurlarını kendi iktidarı için oy küpü olarak kullanmaya devam eder.

Altınoğlu’nun yöntemi, sorunu ele alışı doğru değil. Her şeyden önce Türk Ulusal Kurtuluş mücadelesini o dönemdeki uluslararası ilişkilerden, emperyalistler arası çelişkilerden ve bunların Anadolu’ya yansımasından -değinse de- bağımsız olarak ele almaktadır. Dönemin, bırakalım komünistlerinin, III. Enternasyonal’in değerlendirmelerini, burjuva değerlendirmeleri dahi hesaba katmıyor; adeta Türk Ulusal Kurtuluş mücadelesini değerlendirmem için bunlardan öğreneceğim bir şey yok diyor. Böyle bir yaklaşımın kaçınılmaz sonucu olarak Türk Ulusal Kurtuluş mücadelesini Anadolu’ya sıkıştırılmış halklarını birbirini boğazlaması olarak görüyor. Bu mücadelenin ve bu mücadeleye önderlik yapan sınıfın tarihsel misyonunu  tarihsel materyalist yöntemle değil, doktriner, dogma bir düşünce tarzıyla ele alıyor. Bu düşünce  tarzının en önemli, belirgin özelliği, oluşturulan düşünceden “bir milimlik sapma” dahi olamayacağıdır. Aksi taktirde “ceza” kesilir; çok kolayca, konusuna göre oportünist, revizyonist, antimarksist veya da “sosyal şoven” tanımlaması yapılır. Bu düşünce tarzı, böyle tanımlamalar yapabilmek için yeterli dayanak bulamazsa, “öküzün altında buzağı aramak”tan da geri kalmaz. G. Altınoğlu tam da bunu yapmaktadır. Veya yaptığı alıntılar bunu göstermektedir. Yazının hacminden daha kapsamlı ekler yapmamın nedeni yazarın doğru “dürüst” olmayan alıntılarından dolayıdır.

Diğer taraftan, yazar tarihi yeniden yazmak istiyorsa, bunu tabii ki yapabilir. Ama bunu yapabilmek için. D. Avcıoğlu, F. Başkaya, hatıratlar, söylentiler vb. ile başlanmaz. Önce tarih yazma yöntemine hakim olmanız gerekir. Bu yöntem de tarihsel materyalizmdir. Bu yöntem ışığında işe,  önce yazmak istediğiniz tarih döneminin kaynaklarını kullanarak başlamanız gerekir. Ama siz,  örneğin ne Fransız, İngiliz burjuva kaynakları ne de dönemin komünistlerinin ve komünist basının değerlendirmelerini kullanmışsınız. Tamam, o dönemin komünistlerinin değerlendirmeleri sizin için önemsiz olabilir, ama en azından o dönemin burjuva  yazarlarını, değerlendirmelerini, ayrıcı ve özellikle o dönemde söz konusu olan anlaşmaları değerlendirmiş olsaydınız, Türk Ulusal Kurtuluş mücadelesi hakkında böyle düşünmezdiniz.

Şimdi öküzün altında nasıl buzağı arandığına bakalım. 

Altınoğlu “Marksist” ve aynı zamanda “kendi aralarındaki önemli farklılıklara rağmen Kemalizmi eleştiren gruplara değil, Kemalizmi savunan Türk milliyetçilerine yakın duran”, “İttihatçılık ve Kemalizm Aşkı”yla coşan, “Üslubu ve yaklaşımı yer yer Türk burjuva devletini yöneten kadrolarınkine yaklaşan, Türk “ulusal kurtuluş” savaşını göklere çıkaran”,  “sosyal-şoven”, “Bütün bu söylediklerinin ışığında ... utangaç bir İttihat ve Terakki ve Mustafa Kemal hayranı”  Okçuoğlu’nun bu makalede dile getirdiği temel anlayışına katılıyor. 

“Okçuoğlu’nun bu görüşlerine ancak kısmen katılıyorum. Evet; Rum, Ermeni, Süryani, Kürt kökenli devrimci ve demokratlarda ve onlara sempati duyanlarda yer yer Turkofobiye varan bir hataya sıklıkla rastlıyoruz.  Evet; Müslüman-Türk halkının feodal/ yarı-feodal ilişkilere özgü sosyo-ekonomik koşullardan geri de olsa kapitalist ilişkilere özgü sosyo-ekonomik koşullara geçme doğrultusunda adımlar atması, üretici güçlerin ve kültürün gelişimi açısından objektif olarak ilerici bir nitelik taşır. Ve evet; üretici güçlerin ve kültürün gelişimi ise insanlığın gerçek kurtuluşunu sağlayabilecek biricik güç olan işçi sınıfının örgütlenmesi ve savaşımının maddi temelini ve koşullarını güçlendirir. Benzer bir saptamayı Türk halkının kapitalizm öncesine ait ümmet ya da dinsel topluluk zihniyetinden yavaş yavaş ulus zihniyetine geçişi için de yapabiliriz. Buna yer yer faşizme ve ırkçılığa yaklaşan ve Hristiyan ve Kürt düşmanlığıyla lekeli koyu milliyetçi bir söylem eşlik etse bile”.

“Kemalist rejimin kapitalizmin daha kısıtsız bir tarzda gelişimi için din, eğitim, hukuk, günlük yaşam, kadın hakları alanlarında yaptığı çeşitli reformlar da objektif olarak ilerici bir nitelik taşıyorlar. Bu reformların halkın geniş kesimleri açısından ciddi ya da herhangi bir anlam taşımamaları ve çeşitli milliyetlerden emekçi sınıf ve katmanların ağır sömürüsü altında ve devlet zorbalığı koşullarında gerçekleştirilmiş olması bunu değiştirmez. Evet; bu sınırlar içinde kalmak kaydıyla Okçuoğlu’nun kaba Kemalizm karşıtlarına yönelik eleştirilerinin bir haklılık payı taşıdığı söylenebilir. Özetle; İttihat ve Terakki çetesinin Müslüman/Türk-olmayan halklara yaptığı insan kıyımları ve Kemalistlerin özellikle Kürt halkına ve daha sınırlı ölçülerde olmak üzere Müslüman/Türk-olmayan halklara -ve tabiî Türk halkına da- karşı işledikleri ağır suçlar ve bu gerçekliği yadsımanın gerekçesi olamaz”.

“Öte yandan,...Kemalistlerin Türk “ulusal kurtuluş” savaşı döneminde ve 1920’li ve 1930’lu yıllarda Sovyet Rusya ile olan görece olumlu ilişkilerinin önemine de işaret etmek gerek. Kemalistler, tüm yalpalamalarına rağmen gerek Rusya İç Savaşı döneminde ve gerekse daha sonraki yıllarda işçi-köylü hükümetini devirmek için sistemli bir çaba harcayan emperyalist devletlerin abluka ve sabotaj çabalarına, esas olarak katılmadılar. Türkiye komünist hareketine ve Türkiye halklarına karşı düşmanca tutumuna, güvenilmezliğine ve emperyalist devletlerle Sovyet Rusya arasında izlediği mekik politikasına rağmen Kemalistlerin Sovyet Rusya’ya taktiksel yakınlığı, dünya devriminin çıkarları bakımından olumlu bir nitelik taşıyordu”.

 “Okçuoğlu’nun Mustafa Kemal’i büyük insanlar/ seçkin kişilikler kategorisine koymasına ciddi bir itirazım yok. Ama Kemal’in büyük bir komutan olduğu savının, Kemalist tarihyazımının ürettiği sayısız söylencelerden biri olduğu açık. Başarılı bir politikacı olan Kemal’in, zor koşullarda Türkiye’yi, Anadolu’nun ortasına sıkışmış bir devlet olmaktan kurtardığı da bir gerçek elbet. Dahası o bunu; Osmanlı devletinin ordusunun 1914-18 savaşında yenilerek dağıldığı, zaten zayıf olan ekonomisi ve altyapısının neredeyse tümden çöktüğü, halkının savaştan bıktığı, askeri ve sivil bürokrasisinin bir bölümünün kimi yurt içinde ve kimi yurt dışında bulunan İttihatçı liderlere sadık kaldığı ve en azından 1919-20 döneminde Padişah yanlısı güçlerin kendisine karşı isyanlara giriştiği koşullarda yapabilmiştir”. 

 “Kemal’in belli ölçülerde Türkiye’de kapitalizmin gelişiminin önünü açtığını da kabul edebiliriz. Bu yazının başında, “Kemalist rejimin kapitalizmin daha kısıtsız bir tarzda gelişimi için din, eğitim, hukuk, günlük yaşam, kadın hakları alanlarında yaptığı çeşitli reformlar da objektif olarak ilerici bir nitelik taşıyorlar” demiş, ancak daha sonraki paragraf ve sayfalarda gerek İttihat ve Terakki Fırkası’nın ve gerekse Kemalist rejimin Hristiyan halklarını hedef alan gerici ve kıyımcı uygulamalarının bir yandan da üretici güçlerin ve kapitalizmin gelişimini frenlediğine, hattâ yer yer baltaladığına değinmiştim. Kaldı ki 1930’ların koşullarının, iç pazarın genişlemesiyle elele giden bir sınaîleşme atılımının bir başarı olduğu kabul edilse bile başka bazı ülkelerde de uygulanan ve küçük bir azınlığın daha da zenginleşmesini esas alan bu ekonomik kalkınma modelinin işçi ve emekçi köylü yığınlarının korkunç bir sömürüsü ve sefâleti pahasına gerçekleştirildiği göz ardı edilemez. Ama bunda yadırganacak bir yan yoktu.”

Mademki bunlara katılıyorsunuz (katılmadıklarınızı ayrıca ele akacağım), katılmadığınızdan çok katıldığınız olduğuna göre sadece katılmadıklarınıza ve sadece bu konuya dayanarak Okçuoğlu’nu “antimarksist”,  “kendi aralarındaki önemli farklılıklara rağmen Kemalizmi eleştiren gruplara değil, Kemalizmi savunan Türk milliyetçilerine yakın duran”, “İttihatçılık ve Kemalizm Aşkı”yla coşan, “Üslubu ve yaklaşımı yer yer Türk burjuva devletini yöneten kadrolarınkine yaklaşan”, “Türk “ulusal kurtuluş” savaşını göklere çıkaran”,  “sosyal-şoven” ilan etmeden önce insan bir düşünür. Yazar yaptığının farkında değil; katılıyorum dediği anlayışlar, katılmadığı anlayışları ya çürütmektedir veya da farklı sorunları birbirine karıştırdığını göstermektedir. Bunun her ikisinin bir harmanlamasını yazarın makalesinde görüyoruz.

Peki, G. Altınoğlu’nu celallendiren nedir? Şimdi buna bakalım. Ama önce yöntem üzerine anlaşalım. Şöyle diyor:
“İbrahim Okçuoğlu, 10 Kasım 2017 tarih ve “Tarihsel şahsiyetleri değerlendirme yöntemi üzerine” başlıklı yazısında R. T. Erdoğan ve yakın çevresinin yeni yetme Atatürkçülüğünü değerlendirmiş. Yazar burada dikkatini gerçekten de yazının başlığının anlattığı konu, yani Marksizmin büyük kişilerin ya da liderlerin tarihin gelişiminde oynadığı rol üzerinde yoğunlaştırmış. Bu, yazarın tercihi elbet. Ama makalesinin yarısından azını Atatürk’e ve Türk “ulusal kurtuluş” savaşına ilişkin değerlendirmelerine ayıran Okçuoğlu’nun esas amacı Marksizmin tarihsel kişiliklere yaklaşımını anlatmak değil, Atatürk vb. hakkında var olduğunu düşündüğü yanlış ve “sekter”bulduğu anlayışları eleştirmek. Bu durumda onun Marks’tan vb. aktardığı alıntılar, esas anlatmak istediğini daha çekici ve alımlı kılmak için kullandığı bir ambalaj işlevi görüyor.  Oysa yazarın Atatürk’e ve Türk “ulusal kurtuluş” savaşına ilişkin görüşlerini daha/ çok daha ayrıntılı ve kapsamlı bir biçimde sunması gerekir ve beklenirdi. Olsun. Onun gerek bu yazısında söyledikleri ve gerekse bu konuya ve komşu konulara kitaplarında da -sınırlı ölçülerde- değinmiş olması, kendisinin bakış açısını anlamamız ve eleştirmemiz için yeterli olacaktır”.

Yani siz olmadık yerde, olmadık insanlardan, örneğin F. Başkaya’ya varana kadar alıntı yapacaksınız, hatıratlara dayanarak bakın görüşlerimi bu kaynaklarla doğruluyorum diyeceksiniz, yani yaptığınız “ambalaj” olmayacak, ama Okçuoğlu değerlendirmede kullandığı yöntemi açıklamak için alıntı yaparsa bunun adı “ambalaj” olacak. Altınoğlu, niyet okuyor. O yazı, tarihte şahsiyetlerin değerlendirilmesinde Marksist-Leninist yöntemin ne olduğu ve güncel olduğu için de 79. ölüm yılı vesilesiyle M. Kemal örnek gösterilmiştir.

Burada  bir M. Kemal veya Türk ulusal kurtuluş mücadelesi değerlendirmesi yapılmıyor. Burada söz konusu olan,  bu coğrafyada antiemperyalist mücadelenin  ortaya çıkardığı bir Türk ulusal burjuva önderinin, ölüm yıldönümü vesilesiyle tarihsel materyalist yöntemle tarihteki yeri ve burjuvazinin bu sorunu nasıl kullandığı üzerine notlardır. M. Kemal yerine pekala, Abdullah Öcalan’ı, Kastro’yu, Che’yi, Lubumba’yı, Mao’yu vs. de alabilirdim. Hatta Etiyopya’nın o muhteşem “Marksist-Leninist” önderlerini de alabilirdim. Ama bunlar 10 Kasımda güncel bir vesile olamazlardı.

Yazar, Türk Ulusal Kurtuluş mücadelesinin neden emperyalizme karşı bir mücadele olmadığını ve kime karşı bir mücadele olduğunu şöyle açıklıyor:

1-”1919-22 yılları arasında, Yunan işgaline ve Rum ve Ermeni halkının bir bölümünün kovuldukları topraklarına geri dönme çabalarına karşı verilen “ulusal kurtuluş”savaşı”.

2- “Özetle Türk halkının, başından beri güçlü bir Sünni İslâmî renk taşıyan uluslaşması, Anadolu’nun Hristiyan halklarının sürgünü, kıyımı ve mülksüzleştirilmesi yoluyla gerçekleştirildi”.

3-”Doğan Avcıoğlu bu dönemi, dört ciltlik yapıtında incelemektedir. Onun bu yapıtının birinci kitabının birinci bölümü “Emperyalist Devletlere Karşı Çıkmadan Antiemperyalist Bir Savaş” başlığını taşır. Bu başlık yazarın, -biraz utangaç bir biçimde de olsa- Türk “ulusal kurtuluş” savaşının Rum ve Ermeni halklarına karşı verildiğini kabul ettiğini gösterir”.

4-“Millî mücadele” sırasında İngiliz ve İtalyan birlikleriyle Türk kuvvetleri arasında herhangi bir çatışma yaşanmadı. Dolayısıyla bu savaş esas itibariyle, Türk tarafı ile işgalci Grek ordusu arasında yaşandı”.

Yazar, her ne kadar Türk Ulusal Kurtuluş mücadelesinde “Daha da önemlisi Türk halkının fazlasıyla gecikmiş olan uluslaşmasının, diğer halkların uluslaşmasından çok farklı bir rota izlemiş olmasıdır. Bunda, Birinci Dünya Savaşı ortamı ve Alman emperyalizminin yönlendirmesi de içinde olmak üzere dış koşulların yardımı ya da dayatması da önemli bir rol oynadı.” dese de bu mücadeleyi emperyalizmin hakimiyet planlarından, emperyalistler arası çelişkilerin yansımasından veya doğrudan etkisinden bağımsızlaştırıyor ve Anadolu’da Türkler-Ermeniler ve Rumlar arasında sürdürülmüş bir “köy” kavgasına dönüştürüyor. Yazar aslında dönemle ilgili dünya tarih yazımını reddediyor; bütün emperyalist ülkelerin, ama öncelikle İngiliz, Fransız, Alman, İtalyan, Amerikan emperyalistlerinin Anadolu'da sürdürülen bu mücadelede hiçbir paylarının, etkilerinin olmadığını söylüyor. Söylüyor, çünkü “Millî mücadele” sırasında İngiliz ve İtalyan birlikleriyle Türk kuvvetleri arasında herhangi bir çatışma yaşanmadı. Dolayısıyla bu savaş esas itibariyle, Türk tarafı ile işgalci Grek ordusu arasında yaşandı” demekle emperyalizme karşı mücadelenin sadece ve sadece silahlı çatışmayla sürdürülebileceğini savunuyor. Yazar açısından emperyalistler arası çelişkilerden yararlanmak, diplomasi alanında mücadele etmek; güçler dengesini doğru analiz ederek ona göre hareket etmek diye bir anlayış yok. Öyle ki, yazar bir taraftan  “Yunan işgali”nden bahsediyor, ama cümlenin gidişine  “Rum ve Ermeni halkının bir bölümünün kovuldukları topraklarına geri dönme çabalarına karşı verilen “ulusal kurtuluş”savaşı” diyerek “Yunan işgalini” kavramını anlamsızlaştırıyor.

Yazar D. Avcıoğlu’ndan medet umuyor ve biraz utanarak da olsa “Türk “ulusal kurtuluş” savaşının Rum ve Ermeni halklarına karşı verildiğini kabul ettiğini gösterir” diyebiliyor.

O dönem Anadolu ve yakın çevresi; Balkanlar, Kafkasya ve Ortadoğu dünya tarihinin yazıldığı alandır. I. Dünya Savaşı bitmiş, ama dünya tarih yazımı bölgemiz açısından bitmemiştir. Ekim Devrimi patlak vermiş, kapitalist dünya yeni ve ezeli sınıf düşmanıyla karşı karşıya kalmış. Aynı dönemde Anadolu siyasi olarak fokurdamaya başlamış ve Sevr’den elde edemediklerini elde etmek için emperyalistler, özellikle de İngiliz, Fransız ve İtalyan emperyalistleri işgale girişimlerdir. Şimdi bunları mı inkar edelim veya yok sayalım? Yazar, herhalde üniformanın içinde olanın milliyetine göre değerlendirme yapıyor; onların, giydirilen üniformayla, örneğin, Fransız veya İngiliz emperyalizmi için savaşmış olduklarını unutuyor. Emperyalizmin vaadiyle savaşanlara karşı mücadele edince, bunun adı Türklerin Ermenilere ve Rumlara karşı mücadelesi oluyor.

Unutmamak gerekir ki, emperyalizmin (bu durumda Fransız emperyalizminin) üniformasıyla gelen, Fransız sermayesinin çıkarları için gelendir; emperyalist işgale karşı mücadele edenlere karşı savaşmak için gelmiştir; elinde Fransız sermayesini savunmak için Fransız silahı vardır; işbirlikçidir. Fransız emperyalizmi için ölüme gelmiştir. Vaat edilen sadece vaatte kalmıştır.

 Altınoğlu, siz neye dayanarak “Grek ordusu”nu İngiliz emperyalizminin donattığı, sahaya sürdüğü bir ordu olarak görmüyorsunuz? “Grek ordusu” dediğiniz ordu “Anglo-Grek ordusu” değil mi? İşin “Anglo”sunu neden çıkartıyorsunuz ve Yunan ordusunu emperyalizmden, somutta da İngiliz emperyalizminden bağımsızlaştırıyorsunuz? Neden? Bana Anadolu’yu işgal eden ve Ankara’ya yürümek isteyen Yunan ordusunun arkasında duran gücün İngiliz emperyalizmi olmadığını gösteren; o dönemdeki bütün emperyalistler arası ilişkileri/çelişkileri tepetaklak eden; onca yenme-yenişme-yenişememe konferansları ve anlaşmaları yok eden, geçersiz kılan bir belge gösterebilir misiniz?

Şimdiki halini bilemem (anladığım kadarını aşağıda tanımlayacağım) ama onun bir Marksizm-Leninizm, Marksist-Leninist, üstelik bir de Marksist Leninist Komünist olma geçmişi vardır. Anlaşılan o ki, o geçmişten geriye hiçbir şey kalmamış. Hatırlatmak için belirteyim: Lenin’in bir emperyalizm analizi var; bir Ekim Devrimi gerçekleşti; bu devrimle bağlam içinde emperyalistlerin dört bir yandan yeni kurulan Sovyet devletine askeri müdahaleleri söz konusu; Ortadoğu’da bitmez tükenmez İngiliz oyunları devam ediyor; Kafkasya kaynıyor. Osmanlı yıkılmış, İstanbul işgal edilmiş ve bu arada bizzat İngilizlerin “asi” anlamda kullandıkları kavramla ifade edecek olursak Anadolu’da M. Kemal -Kemalistler- önderliğinde bir direniş örülüyor. Yazar diyor ki, örneğin Urfa, Antep, İngilizlere ve Fransızlara karşı mücadele sonucunda kurtarılmadı; buralardaki mücadele Ermenilere karşıydı veya Sakarya Savaşı Rumlara (Yunanlılara) karşıydı.

Burada açmak istemiyorum, aksi taktirde birkaç sayfalık bir yazı orta boy bir kitaba dönüşebilir. Ama belirtmekle yetineceğim. 1916-1924 arasında, diyelim ki Sykes-Picot (1916) Anlaşmasıyla Lozan Anlaşması (1924) arasında  İngiliz, Fransız, İtalyan ve kısmen de Amerikan emperyalizminin doğrudan taraf olmadığı, Osmanlı ve Anadolu’da gelişen kurtuluş mücadelesiyle bağlam içinde bir konferans, bir anlaşma gösterebilir misiniz? Gösteremezsiniz. O halde susmanız gerekir.
Hadi benim gibiler Bolşeviklerin, Lenin ve Stalin’in, III. Enternasyonal’in söz konusu dönem ve Türk Ulusal Kurtuluş mücadelesi üzerine söylediklerini, değerlendirmelerini bilmiyor, anlamıyor olabilir. Peki, siz neden onların bu konudaki anlayışlarına, değerlendirmelerine başvurmuyorsunuz veya eleştirmiyorsunuz? 
Peki, siz Altınoğlu bu konuda beni eleştireceğinize ve “Türk “ulusal kurtuluş” savaşını göklere çıkaran”,  “sosyal-şoven” Okçuoğlu diyeceğinize, “Türk “ulusal kurtuluş” savaşını göklere çıkaran”  Bolşevikleri, başta da Lenin ve Stalin’in, III. Enternasyonal’i eleştirsenize; onların yaptıkları değerlendirmeler “sosyal-şoven” değerlendirmeler diyebiliyor musunuz? Bu savaşın Türklerin Ermenilere ve Rumlara karşı mücadelesi olduğunu  Bolşevikler, başta da Lenin ve Stalin, III. Enternasyonal görememişlerdir diyebiliyor musunuz? 

Aslında eleştirmeniz lazım; eleştirmek zorundasınız; bu mücadeleyi Ermenilere ve Rumlara karşı mücadele olarak  değerlendiren ve ulusal kurtuluş olmadığı tespitini yapan sizsiniz. Soru şu:
Anadolu’da Kemalist hükümete/iktidara 10 milyon ruble (para olarak), sayısız silah, altın, başkaca maddi yaradım sunan; manevi destek veren Bolşevikler, başta da Anadolu’daki “ulusal devrimle”, “antiemperyalist mücadele” ile bizzat ve doğrudan ilgilenen Lenin ve Stalin, ayrıca III. Enternasyonal bunu, Türkler, Ermenilere ve Rumlara karşı savaşsınlar, onları boğazlasınlar diye mi yaptılar? Özellikle ulusal konuda oldukça hassas olan Bolşevikler, Lenin, Stalin söz konusu bu yardımın ne amaçla kullanılacağını bilmiyorlar mıydı? Komünist Enternasyonal Yürütme Kurulu 27 Eylül 1922’de "Türkiye'nin, tepeden tırnağa silahlı İttifak Devletlerine kendini savunmadan tamamen teslim olması  istendi. Ama Sovyet Rusya’nın mücadele eden ve zafer kazanan Kızıl Ordusundan cesaret alan Türkiye halkı, peş peşe savaşlardan bitkin düşmüş olmasına rağmen silaha sarıldı ve üç yıl süren mücadele sonunda canını kurtarmasını bildi. İngiltere'nin donattığı Yunan ordularını kaçmaya zorladı. İstanbul ve Çanakkale Boğazı dışında, tüm Anadolu'yu yabancı ordulardan temizledi" derken herhalde Türklerin Ermenilere ve Rumlara karşı savaştıklarını bilmiyordu! Bunu mu söylüyorsunuz Altınoğlu?

Marksizm-Leninizmden koptuktan sonra soruna yaklaşımınızda Sevr savunuculuğu ve Taşnak hayranlığı bayağı gelişmiş sayın Altınoğlu! Ama bundan dolayı size Sevrcisiniz, Taşnakçısınız demiyorum.

Demek öyle;“Yunan işgali”nden bahsediyor, ama cümlenin gidişine  “Rum ve Ermeni halkının bir bölümünün kovuldukları topraklarına geri dönme çabalarına karşı verilen “ulusal kurtuluş”savaşı”; yani halkların birbirlerini boğazlama savaşı; gücü gücü yetene. Bolşevikler, Lenin, Stalin ve III. Enternasyonal bu kavgayı kızıştırmak için, Türkleri destekleyerek, diğerlerini katletsin diye onca yardım sundular, desteklediler! Öyle mi Altınoğlu? 

Bu konuda sizin esin kaynağınız Bolşevikler, somutta da Lenin, Stalin ve devrimci süreç içinde kurulmakta olan SB değildir. Sizin esin kaynağınız materyalist tarih anlayışı da değildir. Türk Ulusal Kurtuluş mücadelesi ve bu mücadele üzerine dönemin Marksist-Leninist değerlendirmeleri üzerine suskunluğunuz bağlamında esin kaynağınızı Kafkasya’da aramak gerekir; o dönemde Kafkasya’da Menşeviklerin yeni doğan Türkiye ve yeni kurulan SB’ye karşı  karşıdevrimciliği bilinmiyor değil. Aynı zamanda Ermenistan’da hakim olan burjuva karşıdevrimci Taşnak partisinin, Lenin’in deyimiyle "İtilaf diplomatları (tarafından)...Türkiye ye saldırısını provoke ettikleri...Türk Hükümeti, maceracı Taşnak politikasından yararlanmayı ve Ermenistan'ın tamamını işgaline karar verdiği”,  yine yeni kurulan SB ve Türk ulusal kurtuluş mücadelesine karşı tavrı da bilinmiyor değil. 

Perspektifi belirleyen görüş açısıdır; ideolojik olarak durulan yerdir. Altınoğlu, ideolojik olarak Marksizm-Leninizmde durmuyor; görüş açısı bu değil. Aksi taktirde Türk Ulusal Kurtuluş mücadelesine ve ona önderlik eden sınıfa ve temsilcisi olan M. Kemal’e yaklaşımı o günün koşullarından kopuk olmazdı; o günün dünya koşularından, jeopolitik anlayışlarından, I. Dünya Savaşı ve Ekim Devrimi sonrasında dünyanın siyasi haritasının şekillenmesinden ayrı olarak ele alamazdı. Altınoğlu, hiç siyaset tarihi, coğrafya ile siyaset-emperyalizm, tahakküm ve ona karşı direniş tanımıyormuş gibi; hiç Lenin’i, Stalin’i, III. Enternasyonal’i, SSCB’yi tanımıyormuş gibi; bunların Anadolu’da gelişen kurtuluş mücadelesine yaklaşım ve desteklerini ve neden desteklediklerini bilmiyormuş gibi hareket ediyor. Gerçeklikten öyle kopmuş ki, hikayelerle, hatıratlarla; tarihin dedikodu sayfalarından yapılan alıntılarla; “kanıtlar”la değerlendirmeler yapabiliyor (1)

Marksizm-Leninizmin; Bolşeviklerin, Lenin, Stalin ve III. Enternasyonalin Türk Ulusal Kurtuluş savaşı perspektifini onların bakış açıları belirliyordu. Bu konuda Marksizm-Leninizmin bakış açısını ne olduğunu gösteren sayısız kaynak, doküman  vardır. Bu konuda uluslararası komünist hareketin ve benim görüşlerimi bilmenize rağmen bu yönteme başvurmasaydınız ve aşağıda ele alacağım alıntıları doğru “dürüst”  yapsaydınız bu ve diğer eklemeleri yapmak zorunda kalmazdım Söz konusu ve başka kaynaklardan buraya aktarma yapmam yazının hacmini oldukça genişletecektir. Bu nedenle  sadece birkaç kaynağı belirtmekle yetiniyorum (2).

Dolayısıyla  “Türk “ulusal kurtuluş” savaşını göklere çıkaran” Okçuoğlu  değildir;   bu, o dönemin koşullarının, eyleminin, emperyalistler arası çelişkilerin, emperyalist paylaşım anlayışının  bir sonucudur. Bu koşulları en iyi, tarihsel materyalist yöntemle değerlendirenler komünistler, Bolşevikler, Lenin, Stalin, III. Enternasyonal olmuştur. Tarihe mal olmuş bu konuda ben sadece onların takipçisiyim. Neden onları eleştirmiyorsunuz ve yaptığınız yardımlarla Ermenilerin ve Rumların Türkler tarafından ezilmesine, “savaşı” kaybetmesine, katledilmelerine neden oldunuz, “suçlu”sunuz, tarih sizi mahkum edecektir demiyorsunuz veya diyemiyorsunuz?

Şundan vazgeçmek gerekir: Öyle bir eleştiriliyor ki, sanki M. Kemal, devrimcidir, komünisttir ve bir devrimci, komünist önderden bekleneni yapmamıştır, çok farklı şeyler yapmıştır. Altınoğlu’nun M. Kemal değerlendirmesinde de bu anlayışın izleri var. Ortada bir nesnel gerçeklik var. O gerçeklik de şu:  Şartlar onu antiemperyalist mücadeleye sürüklemiştir; varoluş böyle bir mücadeleden geçiyordu ve o da bunu yaptı. M. Kemal, M. Kemal olarak, bu mücadeleye önderlik etmek istiyor idiyse, bunu ancak işgalcilere karşı mücadele ile yapabilirdi; bu, Bolşeviklerin deyimiyle “ulusal demokratik” bir “devrim”di. Kabul edelim veya da etmeyelim, koşullar onu bu “devrimi” gerçekleştirmeye zorladı ve o bu devrime önderlik etti. Eğip bükmeye gerek yok; ya gerçekten demokratsınız ve gerçekten antiemperyalistsiniz veya da koşullar sizi böyle olmaya, görünmeye veya o doğrultuda adımlar atmaya zorlar.  Bunun adı, objektif, nesnel olarak gerçekleştirilen eylemin tarihsel ilerlemeye katkısıdır veya tersi.

İşgalcilere karşı emperyalizm öncesinde de mücadele edilmiştir. Ama daha önce bir kurtuluş savaşı varise ve Türk Ulusal Kurtuluş savaşı bu sonuçları vermemiş ise söylemeniz gerekir? Hangi ülkede olmuş bu mücadele? Neden rahatsız oluyorsunuz? Özellikle Müslüman halkların sömürgeciliğe karşı mücadelesinde Anadolu’da örgütlenen ve sürdürülen kurtuluş mücadelesinin anlamı yadsınamaz. Bolşeviklerin, III. Enternasyonal’in değerlendirmelere bakmanız yeterlidir. Anadolu insanının bu katkısını kabullenmekte neden zorlanıyorsunuz?

“Bu sınıf ve katmanların etnik anlamda “millî”, yani Müslüman-Türk/ Kürt kökenli olduğu ve İstanbul, İzmir gibi büyük kentlerin geleneksel ve çoğu Rum ve Ermeni kökenli komprador burjuvalarının yerini almayı kurdukları ve bunu da belli ölçülerde başardıkları söylenebilir. Ufku böyle bir hedefle sınırlı, dahası büyük insan kıyımlarından sorumlu olan ve sürülen/ kıyılan halkların maddi zenginliklerine el koymuş bulunan bu gerici ve sömürücü katmanların siyasal-askeri hareketinin anti-emperyalist bir nitelik taşıdığını ve “ezilen ulusların anti-emperyalist, burjuva kurtuluşu için örnek olduğunu” ancak Okçuoğlu gibi sosyal-şovenler savunabilir”.

Altınoğlu böyle diyor. Bu mücadeleyi bununla sınırlıyor; “Çoğu Rum ve Ermeni kökenli komprador burjuvazinin yerini almak”, kıyım yapmak, sürmek; asmak kesmek! 

Hangi burjuva uluslaşma sürecinde, var olduğu kadarıyla aynı coğrafyadaki azınlıklar, “başka” olanlar ezilmemiştir, asimile edilmemiştir, katledilmemiştir? Burjuva uluslaşma sorununa sadece bu açıdan; sadece bununla sınırlandırarak bakıldığında emperyalizme ve  geçmişe, feodalizme karşı oluşan burjuva uluslaşmanın tarihsel ileri oluşu diye geriye bir şey kalmaz. Toptan reddetmek, mahkum etmek gerekir. Altınoğlu, her ne kadar, yukarıda gösterdiğim gibi bazı konularda bana katılsa da esas görüşü Türklerin uluslaşma sürecini reddetmektir. Nasıl reddediyor? Ortada bir kurtuluş mücadelesi yok. Bu, çoğu Rum ve Ermeni kökenli komprador burjuvaların yerini almak isteyen Müslüman-Türk/Kürt kökenlilerin bir kavgasıdır. Kırılan, sürülen halkların zenginliklerine el koymuş gerici ve sömürücü katmanların siyasal askeri hareketi anti-emperyalist olamaz; bunu  “ancak Okçuoğlu gibi sosyal-şovenler savunabilir”. Bu “sosyal-şovenler”den birisi Lenin ise diğeri de Stalin’dir; toptan III. Enternasyonal’dir. Nasıl mı? İki örnek: Sun-Yat-sen Üniversitesi öğrencileriyle sohbetinde Stalin,Türk Ulusal Kurtuluş mücadelesinin “bir Kemalist devrim” olduğundan; “bir üst tabaka derimi”, “ticaret burjuvazisinin devrimi” olduğundan; “mücadelenin seyri içinde yabancı emperyalistlere” yöneldiğinden; gelişme seyri içinde “esas itibariyle köylülere, işçilere, evet bir tarım devrimi olanaklarına karşı” olduğundan bahseder. SBKP(B)’in MK ve MKK Birleşik Oturumunda Stalin, Ankara ve Kanton’un (Türkiye ve Çin) mücadelesinin “emperyalizmin güçlerini parçaladığından”, emperyalizmi zayıflattığından ve böylece SSCB’nin gelişmesini, dünya devrimi ocağının  gelişmesini kolaylaştırdığından” bahseder.
Altınoğlu, bu antiemperyalist mücadelenin doğrudan bir ifadesi değil mi? Yoksa Stalin sizin için de mi artık bir şey ifade etmiyor?

III. Enternasyonal (Komintern) değerlendirmesi  (Türkiye ve Trakya Sorunu):
"Ulusal Türk ordularının başarıları İngiltere'nin sömürgeler üzerindeki egemenliğini sarstı, tüm Doğu halklarının özgürlük mücadelesini canlandıran itici bir güç oldu...
Komünist Enternasyonal ve komünist partileri, tüm sömürge ve yan-sömürge halklarının emperyalizme karşı mücadelesini destekler. Balkan komünist partileri de, Avrupa emperyalizmine karşı çıktığı, dolayısıyla da devrimci bir nitelik taşıdığı sürece Türk ulusal hareketini desteklemektedir ve desteklemeye devam edecektir. Ama bu hareket yabancı halkları istila etmeye, boyunduruk altına almaya başladığı an, yani Türkiye, Boğazlar ve İstanbul üzerindeki egemenliğiyle yetinmeyerek Trakya'yı da istila etmeye kalkıştığı an, bu harekete kararlıkla karşı çıkacaklardır."  (Intemationale Presse  Korrespondenz”, Sayı 4, 6 Ocak 1923).

Demek ki, Anadolu’daki bu mücadele komünistler tarafından devrim, devrimci bir mücadele, anti-emperyalist devrim, sömürgelerde İngiliz hakimiyetini sarsan, tüm doğu halklarının özgürlük mücadelesinde itici bir güç olan bir devrim olarak görülmektedir.
Şimdi soru şu sayın G. Altınoğlu: Okçuoğlu mu “sosyal-şoven” yoksa Stalin mi, Lenin mi veya da Komntern mi “sosyal-şoven”. Onların söylediklerini ben söylememe rağmen beni “sosyal-şoven” ilan ettiğinize göre onları katmerli, iflah olma “sosyal-şoven” ilan etmeniz gerekir.

Hangi Marksist bir toplumun uluslaşmasını ilericilik olarak görürken, o uluslaşma sürecinde baskıya, katliama maruz kalan azınlık konumunda olan toplulukların çektiği bu zulmü görmezlikten gelmiştir? Bu, hangi devrimci ahlak anlayışına sığar?

Yazar, öküzün altında buzağı arıyor. Doktrincilik, dogmatizm insanı sürekli öznel değerlendirmelere sürükler; bir gelişme, düşünce kalıbına sığmıyorsa ve aynı zamanda gelişme reddedilemeyecek kadar nesnelse, işte o zaman doktrinciliğin, dogmatizmin dumura uğrattığı, düşünce arterlerini tıkadığı süreç başlar. Bu süreçte karşı görüşü akıl almaz kavramlarla mahkum etmekten başka yapılacak bir şey yoktur. Bunu yapmak için de öküzün alında buzağı aramaktan da geri durulmaz. G. Altınoğlu tam da bunu yapıyor.

Hal böyle olunca geriye ne kalır? Hangi sınıfın katıldığı belli olmayan -aslında belli olan- bütün amaçları azınlık konumunda olanların mallarına el koymak olan; onları bu topraklardan süren; katleden bir güç. Bu güçe önderlik eden de elbette ya gericidir veya da faşisttir. Orada Türk köylüsü, esnafı (esnaf tam da ulusal burjuvazinin katmanlarından birisidir), işçisi, aydını, aynı zamanda kapitalistleşme sürecinde olan feodal beyi, hatta bir kısım feodalleri, Osmanlı ordusundan geriye kalan duyarlı subaylar falan yoktur. Buldanlı Cemal Efendi hiç yoktur! Bu mücadeleyi omuzlayan sınıflar; önderlik eden ve fiilen savaşan sınıflar bir muammadır. Bu muammayı  anlatmak için Altınoğlu anılara, başkalarının anlatımlarına sığınıyor; görüşünü güçlendirmek için ne kadar işe yaramaz “kanıt” varsa onlara sarılıyor. Bu muammayı muamma olmaktan çıkartan, bu mücadelenin sınıfsal karakterini, neye karşı hangi amaçlarla sürdürüldüğünü her dünyalının anlayabileceği açıklıkta analiz eden Bolşeviklerin, Lenin’in, Stalin’in, III. Enternasyonal’in değerlendirmelerine sarılmıyor? Yoksa komünistler, Kemalist burjuvazinin bu yönünü, öne çıkarttığınız yönünü görmüyorlar mıydı? Sizi, komünistlerin Türk Ulusal Kurtuluş mücadelesi analizlerini düşüncelerinize dayanak yapmaktan alıkoyan nedir? Bu, ideolojik duruştur; bu soruna yaklaşımınızdır.

Tamam, M. Kemal’i gönlümüzün istediği gibi, gerici, faşist görebiliriz.  Ama bu, bu şahsiyetin çok çetrefilli, çok “belalı” bir coğrafyada emperyalizme rağmen sonuç alıcı bir mücadeleye önderlik ettiğini; Osmanlının kalıntıları üzerinde yeni bir ülkenin kurulmasına önderlik ettiğini ortadan kaldırmaz. Ama bu, aynı zamanda, Kürtlerin, Ermenilerin ve Rumların çektikleri zulmü, katliamları da ortadan kaldırmaz. 

Yazar konuya ilişkin olarak Türkiye’de Kapitalizmin Gelişmesi, 2. kitaptan alıntı yapıyor,  “sosyal-şoven” olduğumu kanıtlayacak ya. Ama nedense 500 küsur sayfalık kitapta bula bula yukarıdaki anlayışımı bulmuş. Böylesi yöntemlerle eleştiri yapılmaz. Doğru değildir, insanı öküzün altında buzağı aramaya sürükler. Oysa bunlara hiç gerek yoktu. Aynı kitabın sonunda bir “Sonuç”  değerlendirmesi var. Altınoğlu, o değerlendirmeyi mutlaka okumuştur. Ama  Okçuoğlu’nun “sosyal-şoven” yapacak anlayış peşinde olduğu için o bölümü sessizce geçiyor.  O değerlendirmeyi aynen aktarıyorum. Böylece Türk ulusal burjuvazisinin ve Türkiye’de gelişen kapitalizmin tarihi misyonu üzerine Altınoğlu’nun bana yönelttiği mesnetsiz atıflara cevap vermiş oluyorum:

“Türkiye'de Milli Burjuvazi ve Kapitalizmin Tarihi Misyonu
Araştırmamızın sonuna geldik. Bu bölümde şimdiye kadar ele aldığımız konulan birkaç noktada toparlayacağız ve böylelikle ülkemizde kapitalizmin ve Kemalist burjuvazinin tarihi misyonunu göstermiş olacağız.

Burada hem kapitalizmi, hem de Kemalist burjuvazinin ilerici ve gerici, negatif yönlerini birleştirmekle karşı karşıyayım. Bazı çevreler beni, bundan dolayı kapitalizm yanlısı ve Kemalist olarak görebilirler. Benim buna bir diyeceğim yok. Bildiğim bir şey varsa, o da, bu iki yönün hem kapitalizm, hem de Kemalist burjuvazi açısından bir arada olabileceği, bunun tarihi gelişmenin bir ürünü olduğudur.

Türkiye ekonomisinin gelişmesinde kapitalizm tarihi olarak ilerici bir rol oynamıştır. Kapitalizm tarihi olarak bu ilerici rolünü oynarken, aynı zamanda tüm olumsuz, negatif yönlerini, kendi iç çelişkilerin de sergilemiştir.

Kapitalizm geliştiği oranda Türkiye'de, emeğin toplumsallaşmasını ve üretici güçlerin gelişmesini de sağlamıştır. Geliştiği oranda diyoruz, çünkü, toplumsal emeğin üretici güçlerinin gelişmesi kapitalizmin ancak makineli üretim aşamasında tam olarak mümkün olabilir. Bu süreç ise Türkiye'de başlangıcını, kapitalist gelişmede hakim aşama olarak, '30'lu yıllarda yapmıştır.

Türkiye'de kapitalizm hızlı bir gelişme gösterememiştir. Türkiye'de kapitalizm ağır ve sancılı bir gelişme göstermiştir, dolayısıyla emeğin toplumsallaşma süreci, toplumsallaşmış emeğin üretici güçlerinin gelişme süreci de bu gelişmeye paralel olarak ağır olmuştur, Bu ağır ve sancılı gelişme Osmanlı dönemindeki gelişmeyle iki açıdan karşılaştırılamaz. Birincisi, bu gelişme, tarihi olarak ne kadar yavaş olursa olsun, Osmanlı dönemine nazaran hızlı bir gelişmedir. İkincisi, Osmanlı döneminde emperyalist-kapitalist dünyanın çıkarları temelinde şekillenme söz konusuyken, Kemalist burjuvazi döneminde ülkenin görece bağımsız kapitalist gelişmesi esas olmuştur.

Türkiye'de kapitalizmin tarihi rolünün ilericiliğini veya emeğin toplumsallaşmasını birkaç noktada toparlayabiliriz. Bunlar şöyledir:

1- Meta üretiminin büyümesi (gelişmesi) doğal ekonomiye özgü olan küçük üretim birimlerini, kapalı ekonomiyi yıkmıştır.

2- Meta üretiminin büyümesi ve meta dolaşımının gelişmesi yerel kapalı pazarları yıkmış, bütün ülkeyi bir pazara çevirmiştir. Bu ulusal pazar da dünya pazarıyla birleşmiştir.

3-Meta üretiminin ve dolaşımının gelişmesi, üretimi; kendisi için üretim olmaktan çıkartarak, pazar için üretime dönüştürmüştür.

4-Ve kapitalizmin gelişmesine bağlı olarak gelişen bu süreç, üretimin kolektif karakteriyle bireysel sahip oluş arasındaki çelişkiyi giderek daha çok görünür hale getirmiştir.

5-Kapitalist gelişme Türkiye'de üretimin ve sermayenin parçalanmışlığını, dağınıklığını geriletmiş, üretim ve sermayenin hem yoğunlaşmasını hem de merkezileşmesini önemli ölçüde gerçekleştirmiştir.

6-Kapitalist gelişme Türkiye'de, küçük üreticinin ve ücretli işçinin (özellikle kırsal alanda) feodalizme özgü kişisel bağımlılık ilişkilerine darbe vurmuş, bu ilişkileri geriletmiştir.

7-Kapitalist gelişme nüfusa belli bir hareketlilik imkan sağlamış, insanların ufku genişlemiştir.

8-Türkiye'de kapitalizm, gelişmesine paralel olarak çok yavaş da olsa, tarımsal alanda çalışan nüfusun sanayi ve ticaret alam lehine azalmasına, şehirlere ve sanayi merkezlerine göç etmelerine neden olmuştur.

Bütün bunlar, bize Türkiye'de kapitalist gelişmenin, eskiyle radikal bir hesaplaşma içinde olmadığını, eski üretim ilişkilerini, kurumlan, alışkanlıkları vb. süreç içinde yıktığını göstermektedir. Türkiye' de gelişen kapitalizm kendisiyle bağdaşmayan bu ilişkileri radikal olarak yıkamazken, o ilişkiler de kapitalizmin yavaş gelişmesine etkide bulunmuşlardır.

Kemalist burjuvazinin tarihi misyonuna gelince:
Genel olarak milli burjuvaziden fazla bir şey beklemek, onun sınıfsal özünü görememekten kaynaklanır ve başlı başına bir hatadır. Şefik Hüsnü önderliğindeki TKP, Kemalist burjuvaziden çok şey beklemiş, "mükafat" olarak darbe yemiştir.

Türkiye'de Kemalist burjuvazi, sınıfının çıkarlarının ötesinde bir şey yapmamıştır. Ne yazık ki, bu kadar basit ve çıplak olan bu gerçek görülmemekte.

Kemalist burjuvazinin tarihi misyonunu politik ve ekonomik alanda ikiye ayırarak ele almakta yarar vardır. Kemalist burjuvazinin ilericiliği, antiemperyalist mücadelenin sonlanmasıyla bitmiştir. Kurtuluş Savaşı döneminde görülen ve kendiliğinden gelişen özgürlük, milli burjuvazinin, emperyalizme ve işbirlikçilerine vurdukları darbeden doğan ilericilik, kısa zamanda, başta işçi sınıfı olmak üzere, emekçi yığınlara ve Kürtlere karşı azgın saldırı ve baskıya dönüşmüş ve Kemalistlerin siyasi ilericilikleri sona ermiştir. Ama onların ülkede kapitalizmin gelişmesi için attığı adımlar ilericiydi. Bu adımları Kemalist burjuvazi, ilerici olmak için değil, sınıfsal çıkarları öyle gerektirdiği için atıyordu. Zaten onların bu adımlarını tarihi süreç içinde ilerici yapan da buydu.

Kemalist burjuvazinin tarihsel ilericiliği, kapitalizmi aşağı gelişme aşamalarından en son gelişme aşamasına doğru yükseltmiş olmasıdır. Küçük ve manüfaktür üretim, burjuvazinin sınıfsal çıkarlarına tekabül etmiyordu. Burjuvazi, ülkenin bütün zenginliklerine,iç pazara hakim olmak ve siyasi iktidarının ekonomik temellerini geliştirmek istiyordu. Dahası, bu bir istekten ziyade, onun sınıf olarak yapması gereken şeydi. Nitekim öyle de olmuştur, Bu "öyle olan" ise, yukarıda anlattığımız tarım ve sanayide kapitalizmin gelişmesidir. Bu gelişme ise daha Kemalist burjuvazi dönemi Türkiye'sinde kapitalist üretim biçiminin hakim üretim biçimi olması demektir.

Şu soru akla gelebilir: Burada abartma yok mu? Bence yok. Benim bu çalışmayla güttüğüm amaç, burjuvaziyi ne abartmaktır ne de onu yerden yere vurmaktır. Ben, 1923-1950 döneminde Türkiye'de kapitalizmin gelişmesini ve iç pazarın oluşmasını inceledim. Bu inceleme içinde burjuvazinin niyeti beni tali olarak ilgilendirdi. Bu süreç içinde sermayenin burjuvaziyi değil, burjuvazinin sermayeyi takip ettiğini, sermayenin, gelişen kapitalist ilişkilerin burjuvazinin politikasını belirlediğini göstermeye çalıştım. Dolaysıyla bu çalışmada burjuvazinin politik anlayışı, başlı başına ele alınmadı. Kaçınılmaz olan yerlerde buna sadece değindik. Bundan dolayı burjuvaziyi siyasi olarak abartmak veya yerden yere vurmak bu çalışmanın konusu değildi. Bu, dördüncü kitabın bir konusu(3). O halde burada nesnel koşulları takip ederek yukarıdaki sonuçlara vardık:

M. Kemal önderliğindeki ve onun adıyla özdeşleştirilen burjuvazi, Türkiye'de kendi diktatörlüğünü kurdu. Mücadele yılları ve takip eden bir iki yıl; 1924-'25'e kadar olan kısa dönem; burjuva özgürlüklerin nispeten var olduğu bu dönem bir kenara bırakılırsa, kurulan burjuva cumhuriyetçi rejim, gerici bir diktatörlüktü. Bu, birtakım, burjuva cumhuriyetçi düzenlemeleri, ilerici yapılanmaları, hukuksal adımları içeren ve süreç içinde tamamen gericileşen bir diktatörlüktü. İşte bu diktatörlüğü kuran burjuvazi, Türkiye'de kapitalizmin gelişmesinde tarihsel bakımdan ilerici bir rol oynadı. Onun bu rolünü doğru analiz ettiğime, abartmadığıma inanıyorum veya da, Lenin, Çar'ın bakanı Stolipin'in kırsal alanda attığı kapitalizmi geliştirici adımlarına tarihi ilericilik atfederek onu bu adımından dolayı ne kadar abarttıysa ve Bolşevikler, Kemalist burjuvaziyi ne kadar abarttıysalar, ben de o kadar abartıyorum. Hepsi bu kadar.”   (İ. Okçuoğlu; Türkiye’de Kapitalizmin Gelişmesi, s. 530-532, Ceylan Yayınları, Haziran 1999).

Türkiye'de Milli Burjuvazi ve Kapitalizmin Tarihi Misyonu üzerine benim görüşüm böyle (4). Bu aynı zamanda “cılız” da olsa antiemperyalist mücadelenin bir açılımıdır. Bu konu üzerine başka yazılar da var. Örneğin “75. Yılında Cumhuriyet, Hangi Cumhuriyet?” başlığını taşıyan ve Proleter Doğrultu’nun 19. sayısında (Kasım-Aralık 1998) çıkan yazı. Bu makalede sayın Altınoğlu’nun “yeni” düşüncelerine ters olan yerler de var. Proleter Doğrultu’yu kesinlikle “sosyal şoven” ilan edebilir. ‘Ben o yazıyı görmedim, okumadım, kabul edemem’ diyebilir mi? Diyemez; görmüştür, okumuştur ve doğru bulmuştur (5). 

Bu yazı Cumhuriyetin 75. yılı nedeniyle kaleme alınmış ve kuruluşundan 1998’e kadarki tarihsel gelişmesi analiz edilmektedir.  75. yılda cumhuriyet sürecini tarihsel materyalist yönteme göre değerlendiren bu yazıda da bu mücadelenin sonuçlarından bahsedilmektedir.

Altınoğlu, Anadolu’daki bu mücadeleyi reddediyor. Benim söylediklerin  dönemin komünistlerinin değerlendirmelerinin ötesinde değildir. Bu bakımdan “sosyal şoven”lik sadece benimle sınırlı kalsa, ciddiye alacağım bir durum yok demektir. Ama işin içine uluslararası komünist hareketin değerlendirmeleri girince durum değişiyor; insanların gözünün içine baka baka uluslararası komünist hareketi, Bolşevikleri, Lenin ve Stalin’i, III. Enternasyonal’i de -bu konuda Altınoğlu gibi düşünmedikleri için- “sosyal şoven”, “Türk milliyetçisi” ilan ediyor.
Siz hem tarih çarpıtıcılığı yapıyorsunuz hem de yaptığınız yetmiyormuş gibi bir de celalleniyorsunuz!

Kitap eleştirisi üzerine:
“Savaş, jenosit ve insan kıyımları Türkiye’yi iyiye mi götürdü? 
Dolayısıyla, İttihat ve Terakki çetesinin, hem de 1914-18 savaşı ortamında giriştiği jenosit uygulaması, diğer şeylerin yanısıra ülke ekonomisinin daha da kötüye gitmesine ve Osmanlı’nın savaş kapasitesinin zayıflamasına da yol açacaktı. Bunun böyle olduğunu/ olacağını anlamak için bir siyasal ekonomi uzmanı olmaya gerek yok. Çağımızın büyük savaşları, içinde yer alan az çok güçlü devletleri bile bir süreliğine de olsa yoksullaştırmış, hattâ bazan ekonomik çöküşe götürmüşlerdir. Bu saptama, Birinci Dünya Savaşı öncesinde bile dağılmanın ve çöküşün eşiğine gelmiş olan Osmanlı İmparatorluğu için çok daha geçerliydi. Oysa Okçuoğlu, sadece 1908-14 döneminde değil, 1914-18 döneminde, yani savaş yıllarında bile ülke ekonomisinin giderek daha İYİYE GİTTİĞİNİ söyleyebilmektedir:

“Birincisi, Jöntürklerin (millî ticaret burjuvazisi) 1908 yukardan devrimleriyle iktidara gelmelerinden sonra ülkede ekonomik gelişmeye yön vermeye çalışmaları ve bunun için aldıkları birtakım tedbirler sonuç itibariyle ülke ekonomisinin ‘millî damgalı’ canlanışına yol açmıştır…

“Üçüncüsü, yine savaş nedeniyle dış ticaretin daha sıkı denetim altına alınması, örneğin ihracatın kısıtlanması, birtakım ürünlere ülke içinde talebin artması da sonuç itibariyle meta dolaşımının, dolayısıyla yerli sermaye temelinde kapitalizmin ve iç pazarın gelişmesine neden olmaktaydı.” (Türkiye’de Kapitalizmin Gelişmesi, Birinci Kitap, s. 695).

Her şeyden önce, İttihat ve Terakki’nin 1908-14 döneminde aldığı önlemlerin “ülke ekonomisinin ‘millîdamgalı’ canlanışına yol aç”tığı savı doğru değildir. Zafer Toprak bu konuyu ele alan bir yapıtında şöyle diyordu:

“1908-1914 döneminde tasarruf aracılığıyla sermaye birikimi özlemi sonuç vermemişti. Savaşların birdiğerini izlediği bu dönemde Müslüman unsur, tasarruf bir yana, geçimini zor sağlamıştı. Umulan sermaye birikimi gerçekleşemiyor, Müslüman ‘iş adamı’ bir türlü yaratılamıyordu.” (Türkiye’de ‘Millîİktisat’, s. 56) Toprak hemen sonra, Birinci Dünya Savaşı’nın “ekonominin millîleştirilmesi” politikasının başarısı için uygun koşulları yarattığını anlatacaktı:”.

Tamam, bunu anlamak için mutlaka “ekonomi uzmanı” olmaya gerek yok. Ama o dönemdeki ekonominin durumunu açıklamanız için benim o döneme ilişkin görüşlerimi tahrif etmenize de gerek yok. Sizin bu tahrifatınızdan; “öküzün altında buzağı arama” yönteminizden dolayı ekonomi üzerine en azından 10 sayfalık ekleme yapmak zorunda kaldım. Doğru “dürüst” alıntı yapmış olsaydınız, bu eki hazırlamak zorunda kalmamış olurdum. Ekonominin iyiye gitmesiyle, “yerli” kapitalizmin, “milli” kapitalist ilişkilerin gelişmesi bir ve aynı şey değildir. Bunun bilmeniz gerekirdi. Diğer taraftan 1908-14 döneminde alınan kararların 1914-1918 dönemindeki etkilerinden bahsediyorum. Ekteki veriler bunu gösteriyor. Zafer Toprak ise 1908-1914 döneminden bahsetmektedir.

Diğer taraftan, “Savaş, jenosit ve insan kıyımları Türkiye’yi iyiye mi götürdü?” sorusunun muhatabı ben değilim. Her kim ki, “Savaş, jenosit ve insan kıyımları Türkiye’yi iyiye götürdü” diyorsa bu sorunun muhatabı odur. Bu bilinsin. Yazar, dönemin ekonomisindeki durum üzerine görüşlerimi eleştirmek istiyorsa, alıntı yaptığı sayfada sonra gelen sayfaları da okumalıydı. Savaş yıllarında 1914-1918 arasında Anadolu’da bankacılık alanındaki gelişmeler; banka kuranların sınıfsal karakteri; tarım üretimindeki durum; sanayi üretimindeki durum tek tek ele alınmıştır. Orada, s. 695-704 arasından veriler sunulmuştur (6). Bu sayfaları okuyan, Altınoğlu’nun doğru söylemediğini,  mesnetsiz ithamlarda bulunduğunu görecektir.  Altınoğlu, Buldanlı Cemal Efendi’yi sınıfsal olarak anlamadığı için Anadolu’da o savaş yıllarında gelişen kapitalizmin “milli” özelliğini de anlayamaz.

Altınoğlu, bu ithamlarından, mesnetsiz “eleştiri”lerinden, bağlamından kopartılmış alıntılardan bir  “İttihatçılık ve Kemalizm Aşkı”nın çıkamayacağını; savlarıyla böyle bir “aşkı” çıkartamayacağını bilmeliydi. Bu iş öyle kolay değildir. Bazı görüşlerime katılıyorsunuz, ama bazılarına katılmıyorsunuz. Katıldığınız konularda “doğruyu söyleme “aşkı” çıkartmıyorsunuz, ama katılmadığınız konularda “İttihatçılık ve M. Kemal aşkı” çıkartıyorsunuz.   Ama bu kadarı dahi çok tehlikeli, gerçekten çok tehlikeli ve oldukça düşündürücü. Nihayetinde siz katılmadığınız görüşlerimle bende değil, bu konu üzerine değerlendirmeler yapan Bolşeviklerde, Lenin’de, Stalin’de, III. Enternasyonal’de “İttihatçılık ve M. Kemal aşkı” keşfetmiş oluyorsunuz? Siz önce bunu izah etmelisiniz. Şunu demelisiniz: O zamanın komünistleri bu konuda yanlış değerlendirme yaptılar; durum hiç de onların değerlendirdikleri gibi değil; bu savaş Türklerin Ermenilere ve Rumlara karşı savaşıdır; Okçuoğlu gibiler de bu safsatalara inandıkları için “sosyal şoven”dir diyebiliyor musunuz?

Bu anlayışınızla siz, Okçuoğlu’nu değil de dönemin önde gelen komünistlerini, örneğin Lenin ve Stalin’i, III. Enternasyonal’i “kendi aralarındaki önemli farklılıklara rağmen Kemalizmi eleştiren gruplara değil, Kemalizmi savunan Türk milliyetçilerine yakın duran”, “İttihatçılık ve Kemalizm Aşkı”yla coşan, “Üslubu ve yaklaşımı yer yer Türk burjuva devletini yöneten kadrolarınkine yaklaşan, Türk “ulusal kurtuluş” savaşını göklere çıkaran”,  “sosyal-şoven”, “Bütün bu söylediklerinin ışığında ... utangaç bir İttihat ve Terakki ve Mustafa Kemal hayranı” olarak tanımlamış olmuyor musunuz?

Altınoğlu, “Marksist” Okçuoğlu demekle, “Marksist”i tırnak içine almakla Marksist olmadığımı söylemiş oluyor. Bu tespitiyle yerden göğe kadar haklı. Bu, gerçekten çok  doğru bir tespit. Ama bu çok doğru tespitiyle, aynı zamanda, insanın hangi çağda yaşadığını bilmemekten kaynaklanan oldukça vahim bir hata da yapmış oluyor.  Doğrudur ben yalın haliyle, sadece Marksist değilim.  Çünkü 19. yüzyılda yaşamıyorum.  20. yüzyılda yaşadım, 21. yüzyılda da yaşıyorum. Bu çağda, emperyalizm  ve proleter devrimler çağında  Marksizmin adı Marksizm-Leninizmdir. İnsan bu çağda olsa olsa genel anlamda Marksist-Leninist,, özel anlamda da Marksist Leninist Komünist olabilir. Ama bu kavramlarla da G. Altınoğlu’nun bir ilgisi yoktur.

Sonlandıralım:
Sayın Altınoğlu da çok iyi bilir ki, tasfiyeciler, örgütlü mücadelenin “baş” düşmanları arasındadır.  Farkında olsunlar, olmasınlar onlar, burjuvazinin, sınıf düşmanlarını yedeklediği güçlerdir. Örneğin Troçki de bir tasfiyecidir.
Tasfiyecilik almış yürümüş. Her alanda; örgütsel, ideolojik, politik-teorik bakımdan örgütlü mücadeleye saldıranlara bir bakmak gerekir. Sokaklar bu unsurlarla dolu. Bunların buluştukları, yazıp çizdikleri, “akıl” dağıttıkları ortamlar da vardır mutlaka.

Bunların bir kısmı, kendilerine göre farklı nedenlerden dolayı örgütlü mücadeleden kopmuş olabilir, ama ezici çoğunluğu, pratiklerinin de gösterdiği gibi,   resmen ve düpedüz kaçmıştır; kimi verilen görevden kaçmıştır, kimi zorlukları, kimi mücadeleyi göğüsleyememiştir. Ama hepsinin ortak bir yönü vardır. Bunlar, her şeyin doğrusunu bilen, anında çözüm önerileri sunan durumunda olduklarından, kimin nasıl bir adım attığını kontrol etmeyi temel görev olarak görürler. Bu nedenle hepsine özgü olan, her birinin kendi bakış açısından “Marksizm-Leninizm zabıtası” görevini üstlenmiş olmasıdır. Nasıl ki, belediye zabıtası, çarşı pazarda esnafın hal ve hareketine bakarak “ceza” kesiyorsa, işçi sınıfını ve onun ideolojisini ağızlarından eksik etmeyen bu unsurlar da, başka bir biçimde aynı işi yapıyorlar.  “Çizgi”den sapma var mıyı,  yok muyu kontrol ediliyorlar. Peki çizgi nedir, kim belirliyor? Bizzat bu kişiler; onların kendilerine göre doğruları genel geçerli doğrulardır! Yaşamdan, pratikten kopuk oldukları için ve buna asla değer vermedikleri; sınıf ve onun mücadelesine sadece lafızda önem verdikleri için bu mücadeleden kopardıkları ideolojiyi, teorik ilke olarak ele alıyorlar. Bu unsurlar için yaşamın değişmesi veya yaşamda değişim, ancak ve ancak  ilkede değişim olursa mümkündür. Bunu da ancak kendileri görebilirler; şu veya bu nedenden dolayı ilke, şu veya bu  biçimde değişmiştir derler. Bu, Marksizm-Leninizmi, Engels’in deyimiyle “komünizm”, bir doktrine, bir dogmaya dönüştürmektir. Yine Engels’in deyimiyle “Komünizm doktrin değildir, aksine bir harekettir; ilkelerden değil, gerçeklerden kaynaklanır”. "Zabıta memurluğu” görevini üstlenmiş olanlar ne yapıyorlar? Hareketi dondurmaya çalışıyorlar. Ama hareket, (burada gelişme, sınıf mücadelesi), onların dogma, doktrinci düşünce tarzlarını tarih boyunca reddetmiştir ve etmektedir. Neden?  “Çünkü komünistler, şu veya bu felsefeyi değil, şimdiye kadarki bütün tarihi ve özgün olarak da onun gelişmiş ülkelerdeki güncel gerçek sonuçlarını çıkış noktası olarak alırlar... Komünizm,...proletaryanın üretilmesinden, sermayenin yoğunlaşmasından ve bunun sonucu olarak proletarya ile burjuvazi arasındaki sınıf mücadelesinden ortaya çıkmıştır. Teoride komünizm, proletaryanın bu mücadeledeki konumunun teorik ifadesi ve proletaryanın kurtuluşu koşullarının teorik özetidir”(Engels;  “Komünistler ve Karl Heinzen” makalesinden, C: 4, s. 321/322). Burada esas olan, ideolojinin, somutta da Marksizm-Leninizmin doktrin, dogma olmadığıdır; canlı olduğudur; hareketten, sınıf mücadelesinden kaynaklandığıdır. Ne var ki bu, doktriner, dogmacı düşünce tarzına göre kabul edilebilir bir şey değildir. Bu nedenle ideoloji, teori diye kafalarında oluşturdukları doktrin ve dogmaya ters düşen her şey onlar için yabancıdır. Bu “yabancı” olanları savunanlara karşı da mücadele edilmelidir. “Yabancı” olan, reformizm, oportünizm, revizyonizm, yerine göre Maoizm, Troçkizm vb. diye ve bu “yabancı” düşünceleri savunanlar da reformist, oportünist, revizyonist, Troçkist, Maocu vb. diye tanımlanır.

Doktrincilik, dogmatizm, aynı zamanda sektarizm, toplumsal gelişme yasalarının reddidir. Doktrinci, dogmatik, sekter düşünce tarzı, diğer bir ifadeyle, ”at gözlüğü” ile yaşam sürdürmektir; bir şey ya beyazdır veya da siyahtır; bir şey beyaz ile siyah arasında başka bir renk tonunda olamaz. Yani bir şeyin, diyelim ki bir toplumsal gelişmenin doğuşu, gelişmesi ve olgunlaşması hep aynıdır; nasıl doğduysa yok olurken de öyledir. Bir şey ne ise hep odur: Bir şeyin oluşum, doğum, gelişme ve yok olma süreçlerinden geçme şansı yoktur. Yok olurken ne idiyse doğarken de oydu.
Bu unsurlar sabahtan akşama kadar veya da akşamdan sabaha kadar site site, facebook facebook dolaşıyorlar kimin dogmalarına, doktrinlerine ters düşen bir şey yazdığını tespit ediyorlar ve “ceza”yı kesiyorlar; aynen zabıta memurları gibi. “Ceza” belli; konusuna göre reformist, oportünist, revizyonist, antimarksist, liberal vb.

G. Altınoğlu'na gelince:
Yazarın kullandığı, daha doğrusu sığındığı kaynaklar, hatıratlardan, dedikodu niteliğindeki aktarımlardan, hatta varsayımlardan ibarettir. Bilimsel anlamlı diyebileceğimiz bir kaynak dahi kullanmıyor.

O dönemin  Marksist-Leninist; tarihi materyalist yöntemle analiz eden kaynaklarından hiç bahsetmemesi; Türk Ulusal Kurtuluş mücadelesiyle doğrudan ve bizzat ilgilenen Lenin, Stalin, Komintern değerlendirmelerini yok sayması, yazarın durduğu yer; soruna bakışının ideolojik kaynağı bakımından oldukça öğreticidir.

Yazar, yer yer değinse de Türk Ulusal Kurtuluş mücadelesini, o dönemin uluslararası ilişkilerinden, emperyalistler arası çelişkilerden, rekabetten, özellikle de kapitalist dünya sistemiyle yeni oluşmakta olan sosyalizmin ülkesi SSCB arasındaki mücadeleden kopartıyor ve Anadolu’ya hapsederek; Ermeniler-Rumlar ve Türkler arasında bir birbirini boğazlama kavgası olarak görüyor.

Yazar, Türk halkının uluslaşma sürecini de yanlış anlıyor; bu uluslaşmayı neredeyse salt Ermeni ve Rum kökenli mülkiyet sahiplerinin mülklerine el koymakla eş anlamlı ele alıyor. Şüphesiz, Türk halkının uluslaşma süreci, süreç olarak Osmanlı devletinin son dönemlerinde başlamıştır ve kapitalist ilişkilerin gelişmesine paralel olarak da gelişmiştir. Türklerin uluslaşması; ulusal burjuva sınıfın oluşmasının ve bu mücadeleye önderlik etmesinin sonucu olarak kurulan yeni Türkiye koşullarında/döneminde gerçekleşmiştir. Bu bakımdan ‘20’li ve ‘30’lu yıllar oldukça belirleyicidir.

Yazar, o denli mükemmeliyetçi, dogmatik ve doktirinci ki, bu mücadelede yer alan sınıfları analiz etmekten (yazı bağlamından analizlerinin sonuçlarını belirtmekten) yoksundur. Bu mücadelede yer alanlar, sınıfsal özelliklerinden kopartılıyor; bir feodalin pekala bu mücadeleye katılıyor olmasını mücadelenin antiemperyalist olarak yorumlanmayacağı sonucuna götürür demeye çalışıyor. O zaman Çin devrimine de devrim dememek gerekir! Yazar o denli mükemmeliyetçi ki, Anadolu’da oluşan sınıfı, o sınıfın oluşmasına yol açan veya oluşmasını kolaylaştıran üretim ilişkilerini görmüyor.

Yazar, bir makale yazılırken nelere dikkat edilmelidir veya bir yazı nasıl yazılmaz konusunda kötü bir örnek olmaktadır. Her şeyden önce, eleştirilen anlayış doğru aktarılmalı ki, okuyan açısından öğretici olsun. Ama bu çabayı yazarda görmüyoruz.

Yazarın sorunlara yaklaşımı (en azından Türk Ulusal Kurtuluş mücadelesine) diyalektik olmayan, metafizik düşünce tarzına göre hareket ettiğini göstermektedir. Hatıratlarda dile getirilenleri, birtakım söylentileri, kaynağı sorunlu anlatımları değişmez gerçekler olarak görüyor; eleştirel bakmıyor, materyalist yöntemin süzgecinden geçirmiyor. Sanıyor ki, bunlar her tarafta ve her zaman geçerli “gerçekler”dir.

Bütün bu söylediklerinin ışığında Altınoğlu'nun materyalist yöntemi reddettiğini, doktrinci, dogmacı, yaşamdan kopuk “değerlendirme” yaptığını söylemek bir abartma olmayacaktır.

*
Ekler:
Ek 1:

Öyle ki, M. Kemal değerlendirmesinde şunu söyleyebiliyor: “Mustafa Kemal’in başarı hanesine yazılabilecek en önemli eyleminin, yani Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu olduğunu ve Kemalist reformlar için de benzer bir saptama yapılabileceğini gördük. Ancak burada burjuva tarihçilerinin görmezden geldiği bir dizi kolaylaştırıcı faktör de rol oynamıştır. Dolayısıyla, dönemin önemli güçlerinin bu “büyük kişi”nin önünü nasıl açtığını gösteren bazı verileri anımsatmam gerekiyor.
Osmanlı devletinin savaştan yenik olarak çıkmasının ardından pek çok politikacı ve asker, İttihat ve Terakki Fırkası’nın işlediği suçlardan ötürü tutuklanırken Mustafa Kemal tutuklanmamıştı... 
“Atatürk’ün, İstanbul’da bulunurken bir tecavüze uğramaması hakikaten şaşılacak bir şeydir.”..  
Tabiî Kemal’in tutuklanmamasında onun, Enver-Talat-Cemal üçlüsüne yakın bir figür olmamasının yanısıra, -resmî tarihin yakıştırmalarının tersine- henüz çok tanınmış bir isim olmamasının da önemli bir rolü vardı...
Britanya yetkilileri de Mustafa Kemal’e karşı “olumlu” bir tutum içinde olduklarını saklamıyorlardı... Emperyalist devletlerin, devrimci bir havanın egemen olduğu ve yeni proleter devrimleri korkusu yaşadığı o günlerde İngilizler’in ihtiyatlı Mustafa Kemal’i maceracı ve karizmatik Enver Paşa’dan daha iyi bir alternatif olarak görmeleri anlaşılabilir”.


Burada önemli olan M. Kemal’in kişiliği değil. Burada önemli olan, yazarın yöntemidir; kişileri değerlendirme yöntemidir. M. Kemal’e isyancı diyenler, bu nedenle Kemalistler kavramını üretenler bizzat İngilizlerdir. Ama Altınoğlu, hikayelere, hatıratlara dayanılarak ancak bu kadar “değerlendirme” yapılabileceğini bilmeliydi; tarihin dedikodu sayfalarından yapılan alıntılarla ancak bu kadar yol alınabilir. Oysa yapmanız gereken o dönemin tarihini araştırmaktı. Anlaşılan, hatıratlara büyük güvenden dolayı buna gerek duymamışsınız. Dönemim önemli güçleri M. Kemal’in önünü açıyor ki, sonar onu kullanabilsinler! Peki kullanabildiler mi bari?

Ek 2:
-Stalin; 10. Parti Kongresi.
-Stalin; Drei Jahre proletarische Diktatur
-Stalin; Sun Yat-Sen Üniversitesi Öğrencileri ile Konuşma
-Stalin; Uluslararası Durum ve SSCB’nin Savunması; Çin Hakkında

-Lenin; İşçi ve Köylü Vekilleri Konferansının Moskova Sovyeti Genel Kurulunda Konuşulması.
-Lenin; Uluslararası Durum Üzerine Konuşma.
-Lenin; Rusyada Ulusal Sorunun Somut Özellikleri

-Komintern; Komünist Balkan Federasyonunun Manifestosu Aralık 1922
-Komintern; Komünist Enternasyonal Yürütme Kurulu Eylül 1922.
-Komintern; Dördüncü Kongresi Tarafından Kabul Edilen Taktikler Üzerine Tezler Aralık 1922.
-Komintern ; Yunan Türk Savaşı.
-Komintern; Yakın Doğuda Bunalım.
-Komintern; Doğu Meselesi Üzerine Tartışma.
-Komintern - Balkanlarda Durum.
-Komintern- Türkiye ve Trakya Sorunu.
-Komintern Türk Zaferi ve Doğu.

-S.I.Aralov; Bir Sovyet Diplomatının Türkiye hatıraları.

-lnternationale Presse - Korrespoodenz 1922-1923 dönemi sayıları.
-Kommunistische Internationale dergisinin farklı sayıları.

Ek 3:
Bu kitabın yazılmasından bu yana 30 seneden, basılmasından bu yana da 17 seneden fazla bir zaman geçti. Bu zaman zarfında bu çalışmanın genel planı da değişti. Türk burjuvazisinin politik açılımları, dördüncü kitabın değil, beşinci kitabın konusu olacak. Dördüncü kitapta da Maocu akımla hesaplaşma ve toplumsal gelişmenin ve devrimin sınıfsal yapısı ele alınmaktadır.

Altınoğlu şöyle diyor: “Oysa yazarın Atatürk’e ve Türk “ulusal kurtuluş” savaşına ilişkin görüşlerini daha/ çok daha ayrıntılı ve kapsamlı bir biçimde sunması gerekir ve beklenirdi. Olsun. Onun gerek bu yazısında söyledikleri ve gerekse bu konuya ve komşu konulara kitaplarında da -sınırlı ölçülerde- değinmiş olması, kendisinin bakış açısını anlamamız ve eleştirmemiz için yeterli olacaktır”.

Doğrudur. Böyle kapsamlı bir değerlendirmem yok. “Sınırlı ölçüde” değerlendirmelerimden de ancak “öküzün altında buzağı” arayanlar “sosyal şoven” sonucuna varabilirler. Türk burjuvazisinin gelişmesini değerlendirseydim, şöyle bir yol izlerdim:
1-I. Dünya Savaşının analiziyle başlardım; emperyalistler arası çelişkiler, bu çelişkilerin savaşa yol açması, bu savaşta Osmanlı devletinin yıkılması, savaş sonrasında yapılan antlaşmalar.
2- Ekim Devriminin dünya işçi sınıfı, emekçileri ve sömürgeler açısından anlamı.
3-Anadolu’nun işgali ve bu işgale karşı mücadelede.
4-Yeni Türkiye’yi kuran sınıfsal güçler.
5-Hakim sınıf olarak Türk burjuvazisinin evrimi.
6-Türk burjuvazisi ve jeopolitika.
7-Anadolu’nun jeopolitik önemi ve Türk burjuvazisinin dünü ve bugünü.
Ama böyle bir çalışma yapmadım.

Ayrıca, sadece Türk Ulusal Kurtuluş mücadelesi eksenli bir çalışma yapsaydım, bu çalışmanın içeriği şöyle olurdu:
1-I. Dünya Savaşının analiziyle başlardım; emperyalistler arası çelişkiler, bu çelişkilerin savaşa yol açması, bu savaşta Osmanlı devletinin yıkılması, savaş sonrasında yapılan antlaşmalar.
2- Ekim Devriminin dünya işçi sınıfı, emekçileri ve sömürgeler açısından anlamı.
3-Anadolu’nun işgali ve bu işgale karşı mücadelede.
4-Türk ulusal burjuvazisinin sınıfsal evrimi.
5-Kurtuluş savaşı devrim miydi, değil miydi? Devrimse nasıl bir devrimdi?, Değilse neden değildi?
6-Türk Ulusal Kurtuluş mücadelesiyle yeni kurulan Sovyetler Birliği arasındaki ilişkilerin karakteri.
7-Bu mücadelenin uluslararası anlamı.
8-Burjuvazi ve ulusal güvenlik politikası/konsepti.

Ek 4:
Türkiye’de Kapitalizmin Gelişmesi
(İç Pazarın Oluşma Süreci), İkinci kitap (1923-1950)
Ceylan Yayınları, Haziran 1999




Ek 5:

Proleter Doğrultu, sayı 19,(Kasım-Aralık 1998

75. Yılında Cumhuriyet, Hangi Cumhuriyet?

Burjuvazi, cumhuriyetinin 75. yılını kutluyor. 75 yıllık cumhuriyet, 75 yıllık burjuva iktidar demektir. Bu anlamda burjuvazi 75. doğum gününü kutluyor. 75. yıl kutlamalarının, şimdiye kadarki yıllık kutlamaların hepsini gölgede bırakacak derecede “görkemli” olması için harcamalardan da kaçınmıyor. Başta Türk kökenli ülkelerden olmak üzere bir dizi devlet ve hükümet başkanları ve devleti temsil eden “zevat” davet edilmiş. Faşist diktatörlük gövde gösterisi yapıyor. Dünya ülkelerine ve bölge halklarına vermek istediği mesaj açık: el ele tutuşularak “birlik ve beraberlik”, “vatan”ın bölünmez bütünlüğü bir kez daha ilan edilecek. 75 senelik ekonomik gelişme ve mevcut askeri güç, tehdit unsuru olarak sergilenecek. Bazı eksikliklerimiz olabilir, ama Türkiye “demokratik”tir, “güçlü”dür, “bağımsız”dır vb. mesajı 75. yıl kutlamalarının esas mesajıdır. Bu kutlamalarda Türk şovenizmi doruk noktasında olacak. Olağanüstü bir durum olmazsa, kutlamalar boyunca şu veya bu ülke tehdit edilmeyecek, ama Türk ulusunun, Türk insanının ne denli kahraman, özverili, akıllı, zeki olduğu bir daha anlatılacak. Türk ulusu, Türk insanı, yeniden
burjuva çıkarlara alet edilecek. Burjuvazi, 75. yılını kutladığı cumhuriyet konusunda devrimcilerin ve komünistlerin de söz sahibi olduklarını unutmamalıdır. Burjuvazinin kutladığı cumhuriyet, milyonlarca işçinin ve emekçinin; sözcüğün gerçek anlamında ulusun cumhuriyeti değildir. 75 yıl, bir sürecin ifadesidir. Her süreç gibi, bu sürecin de bir doğuşu ve gelişmesi söz konusudur. Bugünkü cumhuriyeti ve anlamını ele almadan önce, cumhuriyetin doğuş koşullarına değinmekte ve oluşumunun anlamını açıklamakta yarar görüyoruz. Çünkü cumhuriyet olgusu, burjuva iktidar olgusu, ulus ve uluslaşma olgusundan farklı düşünülemez. Yani cumhuriyetin kurulma koşulları, Türklerin uluslaşma ve ulusal devlet kurma koşullarını ifade eder. Bu diyalektik bağ görülmeksizin tarihsel süreç ve olaylar şu veya bu kahramanın eylemine indirgenir ve soruna salt o kahramanın sınıfsal karakteri açısından bakılmış olur. Bunun kaçınılmaz sonucu, Türkiye örneğinde olduğu gibi, tarihin toptancı değerlendirilmesi olur: Değişmeyen 75 yıllık cumhuriyet!

1- Cumhuriyetin İlanına Giden Yol:
    Anadolu’da Bağımsızlık Mücadelesi


I. Dünya Savaşı, aynı zamanda, Osmanlı Devleti’nin de sonu olmuştu. İtilaf Devletleri adına hareket eden İngiltere ile 30 Ekim 1918’de imzalanan “Mondros Silah Bırakışım Sözleşmesi”, altıyüz küsur yıllık Osmanlı Devleti’nin sonunu hazırlamıştı. Bu sözleşmenin 7. maddesine göre İtilaf Devletleri (İngiltere, Fransa ve Rusya), “kendi güvenliklerini tehdit edecek herhangi bir durum ortaya çıkarsa, herhangidir stratejik noktayı işgal etme hakkı”na sahiptiler. 24. maddede de “altı Ermeni ilinde karışıklık çıkarsa, müttefikler bu illerin herhangi bir bölümünü işgal etme hakkını ellerinde tutarlar” deniyordu. Bu iki madde, İngiliz ve Fransız emperyalistlerinin işgalci niyetlerini doğrudan ifade eden maddelerdi. Sözleşmenin bütün maddeleri emperyalizme teslimiyetin, köleliğin, ülke olarak yok edilişin ifadesiydi.

Yukarıya aktardığımız iki madde ise, fiili işgalin sadece bir zamanlama sorunu olduğunu gösteriyordu ve emperyalist devletler 7. ve 16 maddeleri çıkarlarının gerektirdiği şekilde yorumlayarak fiili işgale başladılar. Sözleşmede yer almamasına rağmen 13 Kasım 1918’de İstanbul işgal edildi. Daha sonra da, Anadolu’nun önemli bir bölümü ve Trakya, İngiliz, Fransız ve İtalyan emperyalizmi ve Yunanistan tarafından işgal edildi. 1918/1919 döneminin nesnel durumu, yorumla değiştirilmeyecek tarihsel durumu böyleydi: Yabancı işgal. Daha sonra, örgütsüz olduğundan dolayı burjuvazinin önderliğini kabul eden ve bugün ezici çoğunluğu Türk şovenizmiyle zehirlenmiş olan halk; bu nedenlerden dolayı o günkü eylemi küçümsenen, hor görülen halk, emperyalist işgale karşı çıktı, kendiliğinden direnmeye başladı. Örgütleyici, mücadeleyi yönlendirici bir güç olmadığı için, kendi kendini bölgesel olarak örgütledi. Komünist partisi henüz kurulmamıştı ve yeni alevlenen Kurtuluş Savaşı’nda onun önderliği söz konusu değildi. Böyle bir önderliğin olmadığı koşullarda ulusal burjuvazi, emperyalizme ve Yunan istilacılarına karşı yürütülen halk direnişinin önderliğini gasp etti. Stalin “Sun Yat-sen Üniversitesi Öğrencileriyle Bir Konuşma”sında, “Kemalist devrim, bir üst tabaka devrimidir; yabancı emperyalistlere karşı mücadele süreci içinde varılan ve daha sonraki gelişmesi içinde aslında köylülere ve işçilere karşı, evet bir tarım devrimi imkanlarına karşı yönelen, milli ticaret burjuvazisinin bir devrimidir.” (Eserler, Cilt 9, s. 204) diyordu. Gerçekten de kemalistler, bir yandan emperyalist işgalden kurtuluş için mücadele ederken, bir yandan da çekirdek halinde de olsa her türlü bağımsız halk hareketini hile ve zorbalıkla ezmeye ve yok etmeye büyük özen gösteriyorlardı. Onların, başını Çerkez Ethem’in çektiği Kuva-yı Seyyare’ye, Türkiye Halk İştirakiyyun Fırkası’na, M. Suph i’nin TKP’sine ve Koçgiri Kürtlerine karşı izlediği politika bunu açıkça gösterir. Öte yandan kemalist burjuvazi, emperyalist istilaya karşı mücadelesini başından bu yana sağlam ve sarsılmaz bir biçimde destekleyen Sovyetler Birliği’ne karşı çeşitli dolaplar çevirmekten, emperyalistlerle birleşerek ona saldırı planları kurmaktan da geri kalmadı. 28-29 Ocak 1921’de M. Suphi ve yoldaşlarını katlederek emperyalistlere göz kırpan kemalistlerin temsilcisi Bekir Sami 23 Şubat 1921’de, yani daha savaş sürmekteyken Londra’da düzenlenen bir konferansa katılıyor ve emperyalistlerle antiSovyet bir ittifak oluşturmaya çalışıyordu. 28 Şubat 1921’de ise Kemalistler Sovyetler’den Artvin ve Ardahan’ı kendilerine bırakmalarını istemekte ve Batum’a asker sokmaktaydılar. Ama, bütün bunlara rağmen ulusal burjuvazinin, -I. Dünya Savaşı yıllarındaki güçlenmesinin, örgütlenmesinin de bir sonucu olarak- gelişen mücadeleye önderlik etmeye soyunduğu ve cılız da olsa objektif olarak antiemperyalist bir rol oynadığı yadsınamaz. Yalpalayan ve kendi gücüne güvenmeyen ulusal burjuvazi, önce Sultan’ın ve işgalci güçlerin “iyi niyeti”ne hitap etti. Kağıt üzerinde kalan protestolarla uğraştı. İstanbul’un burjuva aydınlarının bir kısmı, Türkiye’nin ABD mandası olmasını talep etti. Anadolu’daki burjuva politikacıları ve M. Kemal’in yakınındaki bazı kişiler arasında da bu anlayışta olanlar vardı. Ancak Sultan’a ve işgalci emperyalist güçlere bağlanan umutlar boşa çıkınca burjuvazi, doğuda ve batıda köylülerin; “Kuvayı Milliye” güçlerinin sürdürdüğü başarılı partizan savaşından da cesaret alarak, daha doğrusu yararlanarak ulusal kurtuluş mücadelesinden yana tavır aldı. Ancak bundan sonra bölgesel (yerel) sürdürülen mücadelenin ulusal çapta örgütlenmesi gündeme geldi. Kime karşı savaşılıyordu? Aynı cephede yer alan üç düşmana karşı; a- işgalci emperyalistlere karşı, b- onlarla işbirliği içinde olan azınlıklara karşı ve c- Osmanlı Devleti’ni “temsil eden” Sultan’a (İstanbul hükümeti) ve onun Anadolu’daki güçlerine karşı. Kuşkusuz bu savaşın içinde bir başka savaş -bir çeşit üstü örtülü ve gizli bir iç savaş- daha vardı. Ulusal burjuvazi, başından bu yana sistemli bir biçimde silahlı güç tekelini elinde bulundurmaya ve dolayısıyla özellikle de potansiyel rakip konumundaki partizan güçlerini tasfiye etmeye ve kendi denetimi altına almaya çalışıyordu. Emperyalist işgale, vatansızlaştırılmaya sadece halk karşı çıkmamıştı. Halkın “temsilcisi” ve Anadolu’da da örgütlenen mücadele ile bağı olan Meclis-i Mebusan’ın çoğunluk üyeleri de -ikiyüzlü ve kaypak bir biçimde de olsa- işgale karşıydılar. Bu son Osmanlı Meclisi, 12 Ocak 1920’deki son toplantısında, daha önce Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin aldığı kararları benimsemiş ve bu kararları Misak-ı Milli (Ulusal And) olarak kabul ve ilan etmiştir. Mutlaka gerekli olmadığından hareketle Misak-ı Milli’yi ifade eden talepleri (6 madde) buraya aktarmıyoruz. Ama şu kadarını belirtelim: Bu taleplerde belli bir toprak bütünlüğü anavatan olarak görülüyor. Çok içtenlikli bir biçimde olmasa da halkın etnik/ulusal duygu ve eğilimine saygı duyularak referandum talep ediliyor ve yeni Türkiye’nin sınırlarını belirlerken, sorunlu bölgelerde halkın görüşüne başvurmaya hazırız deniyor. Ortada Kürdistan yok. Ortada Irak yok (İngiliz mandası). Ortada Suriye yok (Fransız mandası). Ortada işgal edilmiş Anadolu, Fransa’nın işgalinde Suriye, İngiltere’nin işgalinde Irak ve emperyalist işgale hayır diyen Anadolu halkı var. Sonra ulusal devlet kurmak için yeni bir adım atılır; antiemperyalist mücadelenin merkezileştirilmesinin ilk adımı olan Türkiye Büyük Millet Meclisi açılır. İstanbul’da Meclis-i Mebusan, 18 Mart 1920’de son toplantısında “mebusluk vazifesinin güven içinde yapılması imkanı oluncaya kadar meclis görüşmelerinin yapılmaması” kararını alır. Bu karardan bir gün sonra, 19 Mart 1920 tarihli ve M. Kemal imzalı genelge gereğince bütün ülkede; ulaşılabilir yerlerde seçimler yapılır. 22 Nisan 1920’de yapılan bir çağrı ile Millet Meclisi 23 Nisan 1920’de toplanır. 23 Nisan 1920’de açıl an Büyük Millet Meclisi, Türk ve Kürt ulusal burjuvazilerinin, çok uluslu burjuva devlet kurmaları için attıkları ilk ciddi adımdır; ilk ve son ortak adımdır. İtilaf devletleri, bir taraftan Anadolu’da örgütlenen mücadeleyi ve buna bağlı olarak Osmanlı hükümetinin bitişini görüyorlar, diğer taraftan da Osmanlı Devleti’nin nasıl paylaşılacağı konusunda anlaşamıyorlardı. Nihayetinde Fransa ve İngiltere, Anadolu’nun nasıl paylaşılacağı konusunda kendi aralarında anlaştılar. 10 Ağustos 1920’de Sevres’de imzalanan anlaşma, köleliğin belgesiydi. Ulusal burjuvazinin ilerici konumunu belli ölçüde abartsa da esasta doğru bir tarzda koyan bir pasajda şöyle deniyordu: “Türkiye’nin bağımsızlığını fiilen ortadan kaldıran köleleştirici Sevres Antlaşması, gerçekte siyasi iktidarını çoktan yitirmiş olan İstanbul hükümeti ile imzalanmıştı. Büyük ulusal meclisi temsil eden Ankara’da yeni kurulmuş olan hükümet, Türkiye’yi aralarında paylaşan emperyalistlere karşı kurtuluş savaşı çağrısında bulundu. Bu hükümet, Türkiye’nin bağımsızlığının yeniden sağlanmasını, ulusal bir devlet çerçevesinde Türk topraklarının elde edilmesini ve kapitülasyonların kaldırılmasını talep ediyordu. Yeni hükümet, Boğazlar sorununun Karadeniz ülkelerinin düzenleyecekleri konferansta ele alınmasında, Anadolu’da her türlü yabancı nüfuzun kaldırılmasındaısrarlıydı. Kemal Paşa’nın hükümeti, Türkiye’de ulus alazınlıklara Avrupa’nın demokratik ülkelerinde azınlıkların sahip oldukları bütün hakları verme sözünde bulundu” (Geschichte der Diplomatie, Diplomasi Tarihi- C.3, Bölüm 1, Berlin 1948, s.122) Mücadelede kaypak ve tutarsız burjuvazinin önderliği altında yürüyen Anadolu insanı, Sevres Antlaşmasını tanımadı. Sevres’i tanıyanlar vatan haini ilan edildi. Sevres, Türklerin ulusal bilinçlenmesinde önemli bir sıçramanın ifadesi olmuştur. Sevres’den Mudanya’ya; 10 Ağustos 1920’den 11 Ekim 1922’ye Anadolu’da sürdürülen antiemperyalist mücadele, ulusal bilincin sıçramalı gelişmesini sağlamıştı. 11 Ekim 1922’de imzalanan Mudanya Askeri Sözleşmesi, genel olarak Türkiye tarihinde ve özel olarak da kurtuluş mücadelesi tarihinde çok önemli bir anlam taşır. Bu anlaşma, Türk burjuvazisinin doğrudan dikte ettiği ilk anlaşmadır. Bir dizi savaştan sonra yenilen sadece Yunan ordusu olmamıştı. Esas yenil en, Yunanistan’ı öne süren İngiliz emperyalizmi olmuştu. Bu anlaşma ile vatan olarak algılanan toprakların batı kesimi yabancı işgalden kurtulmuş ve Anadolu’da silahlı çatışmalar da sona ermişti. Mudanya Askeri Sözleşmesi, ulus bilinçlenmesinde ve kendi gücüne güvenmede önemli bir mesafenin ifadesidir. Sıra, Mondros Sözleşmesi ile başlayan ve Mudanya Sözleşmesi ile sonuçlanan sürecin hesabının çıkartmaya gelmişti. Bu hesap, Lozan’da çıkartıldı.

Yeni Türkiye Lozan’a yenik olarak gitmedi. Tam tersine orada kendi gücüne güvenen, kendi gücünü kanıtlamış olan, bağımsızlık mücadelesini başarıyla sürdürmüş olan bir Türkiye vardı, oraya burjuvazi gitmişti. Ama onu oraya götüren, Anadolu halkının kahraman ve onurlu mücadelesiydi. Lozan’da, genç Sovyetler Birliği’nin de doğrudan desteğiyle; masa başında başta İngiltere olmak üzere emperyalist haydutlarla boğuşulmuştur. Buna pazarlık yapıldı da diyebiliriz. Bu durumda yeni Türkiye’nin, en güçlü emperyalist ülkelerle pazarlık edecek kadar güçlü ve önemli olduğunu da kabul etmek zorundayız. Her neyse, pazarlık veya siyasi boğuşma, nasıl telaffuz edersek edelim, nesnel gerçeklik değişmiyor. Lozan süreci, kesintili olarak 20 Kasım 1922’den 24 Temmuz 1923’e kadar sürer. Bu anlaşmanın, konumuzu doğrudan ilgilendiren üç maddesini buraya aktarıyoruz. - Suriye sınırı: Bu sınır, 20 Ekim 1921’de Ankara hükümeti ve Fransa arasında imzalanan Türk-Fransız Anlaşması’nın 3. maddesinde öngörüldüğü gibi tespit edilmiştir. - Irak sınırı: Türkiye ile Irak arasındaki sınır, dokuz ay içinde Türkiye ile Büyük Britanya arasında dostça belirlenecektir (madde 3). Bu sorun, 1925’te Türkiye-İngiltere arasındaki anlaşma ile sonuçlanmıştır. - Kapitülasyonlar: “Bağıtlı yüksek taraftar Türkiye’de kapitülasyonların tümü ile kaldırılmasını, her biri kendisi ile ilgili olarak kabul ettiklerini açıklarlar” (madde 28). Lozan Anlaşması’nın imzalanmasından sonra, emperyalist işgalciler yeni Türkiye’yi tanımak ve ordularını geri çekmek zorunda kalmışlardır. Bu, dünya tarihinde ilk antiemperyalist mücadelelerden birinin sonucunda emperyalistlerin yenilgisinin belgesidir. “Britanya, Fransa ve İtalya’nın silahlı kuvvetlerince işgal edilen Türkiye topraklarının boşaltılmasına ilişkin protokol ve açıklama” 24 Temmuz 1923’te imzalanmış ve işgalciler “geldikleri gibi gitmişlerdir”. Bu, burjuvazinin, halkın gücü, halkın kendi gücüne güveni ve özverisi sayesinde kazandığı kısmi zafer in “protokol ve açıklama” olarak tanımlanmasıdır. Sevres, Anadolu’da tarafsız kalınamayacağını gösteriyordu. Ya Sevres’den yana olunacaktı ya da ona karşı olunacaktı. Ve Anadolu’daki antiemperyalist mücadele de Sevres’e karşı olanlar ile Sevres’i isteyenler arasındaki mücadeleydi. Lozan, ise bu mücadelenin sonucudur. Antiemperyalist karakteri cılız da olsa, sürdürülen savaş, haklı bir savaştı. Lozan, bu haklı savaşın bütün dünyaya kabul ettirilmesinin ifadesidir. Bu anlamda Lozan, a- Türk halkının uluslaşma sürecinde belirleyici önemi haiz bir dönüm noktasıdır. b- Türklerin ulusal devlet kurmalarının ifadesidir. c-Türklerin ulus, ulusal devlet olarak varlıklarını emperyalist dünyaya da kabul ettirmeleridir. 29 Ekim 1923’te cumhuriyetin ilanı, rejim biçiminin açıklanmasından başka bir anlam taşımıyordu: “Türkiye Devletinin şekl-i hükümeti cumhuriyettir”. Cumhuriyetin ilanıyla burjuvazi, burjuva cumhuriyetçi bir düzen kurmuş oluyordu. Daha doğrusu, mücadele içinde şekillenen anlayış ve devletsel kurumlaşmalar belli bir idare biçimiyle ifade edilme zorunluluğunun bir sonucu olarak cumhuriyet ilan ediliyordu. Bu anlamda cumhuriyet, kurtuluş mücadelesinin siyasi ve askeri sonuçlarının burjuvazinin amaçladığı bir rejim olarak şekillendirilmesidir. 75. yılında cumhuriyetin karakterini açıklamak için, 1923’te kurulan cumhuriyetin karakterini kısaca da olsa ele almak kaçınılmazdır.

2- Kurulan Cumhuriyetin Karakteri ve Anadolu Halkları
(Esasen Türkler ve Kürtler) Açısından Anlamı


Tarihi salt burjuvazinin rolü ile sınırlayarak ele alırsak -bu tarzda ele alışın yanlışlığı bir yana- kitlelerin tarihsel süreçteki sürekli bahsedilen rolünü küçümsemiş ve hatta reddetmiş oluruz. Bütün gelişmeler burjuvazinin hanesine kaydedildiğinde veya farkına varılmadan öyle yapıldığında, tarihsel eylemin karakteri de sadece burjuvazinin ölçüleri; ne derece demokratik olup olmadığı açısından değerlendirilmiş olur. Cumhuriyet olgusu, Türklerin uluslaşması ve ulusal devlet kurmaları olgusundan farklı ele alınamaz. Demek oluyor ki burada bir siyasi iktidar sorunu var. Mondros’tan Lozan’a Anadolu’da bir çifte iktidar süreci yaşanmıştır. Aslında bu dönem ikiden fazla iktidarlı bir dönemdi. Bir taraftan mücadeleyi örgütleyen Ankara hükümeti, diğer taraftan bu mücadeleye karşı, mücadeleyi örgütleyen Osmanlı hükümeti ve yabancı işgalci güçler. Ve bir taraftan da iktidar bilincine sahip olmayan ve esas itibariyle köylülüğe dayanan partizan güçlerinin temsil ettiği çekirdek halindeki halk iktidarı. Bu sonuncusu, son çözümlemede birincisinin bir uzantısı gibiydi. Bir taraf (ulusal burjuvazi ve onun yönettiği halk), niyet ve amacı ne olursa olsun fiilen antiemperyalist mücadele sürdürüyor, diğer taraf ise işgalci konumlarını devam ettirmek ve Osmanlı Devleti’ni ayakta tutmak için burjuvazinin önderliğinde silahlı mücadele sürdüren halka karşı savaşıyor. Marksist literatürde bunun adına –siyasal ve sosyal içeriğinin ne denli güçlü olduğundan bağımsız olarak– devrim ve karşıdevrim denir. Çifte iktidar sorunu da bu iki güç arasındaki sorundur. Tabii, bu mücadelede halk yığınlarının –görece pasif ve burjuvazinin hegemonyası altındaki– bu rolünü göremez, sorunu sadece burjuvazinin rolüne indirgersek, ulusal burjuvazinin tutarlı bir devrim ne söz, tutarlı bir reform programı olduğunu savunmak abes olur. Her halükarda nesnel durum, farklı güçlerin, birbirini siyasi olarak yok etme mücadelesidir ve Anadolu’da bu mücadelenin sonucu olarak iktidar değişimi sağlanmamıştır, sadece ilan edilmiştir. İktidar değişimi mücadele sürecinde olmuştur. Anadolu’da devrim veya karşıdevrim ne Lozan’da ve ne de cumhuriyetin ilanında aranmalıdır. Lozan ve cumhuriyetin ilanı sonuçtur, değişim antiemperyalist mücadele sürecinde gerçekleşmiştir. Çifte iktidar dönemi, Osmanlı feodalitesinin siyasi iktidarının, burjuvazinin Anadolu’da zaten var olan siyasi iktidarına geçmesiyle kapanmıştır. Böylelikle 1918-1923 döneminde siyasi iktidar bir sınıfın elinden (feodaller ve komprador burjuvazi) ulusal burjuvazinin eline geçmesiyle antiemperyalist mücadele sonuçlanmış ve bu da ifadesini cumhuriyetin kurulmasında bulmuştur. Cumhuriyetin ilanı, daha önce verilen mücadelenin siyasi, rejim biçimi şeklindeki sonucu olduğuna göre, bunun uluslaşmak ve ulusal devlet kurmak açısından önemi nedir? Ulusal devlet (veya ulus-devlet) oluşumu hakkında Stalin şöyle der: “Batı Avrupa’da –İngiltere, Fransa, İtalya ve kısmen de Almanya– feodalizmin tasfiyesi ve insanların uluslar olarak birleşmeleri dönemi zamansal olarak şu veya bu şekilde, merkezi devletlerin doğuş dönemiyle çakışır. Böylelikle burada uluslar, gelişmelerinde devletsel biçimlere bürünüyorlardı. Bu devletlerde herhangi önemli ulusal gruplar olmadığı için burada ulusal baskı da yoktu” (Stalin; C.5, s. 29- Der X. Parteitag der Kpdsu(B)- SBKP(B)’nin X. Parti Kongresi).

Türk ulusal devleti böylesi koşullarda doğmamıştı. Mondros Sözleşmesi ve Sevres, emperyalist ülkelerin Türkiye’yi parçalama girişimiydi. “Bu, emperyalist grupların, Türkiye’yi parçalama ve devletsel varlığını sona erdirme çabasıydı. Müslüman halklar arasında devletsel bakımdan en gelişmiş ülke olan Türkiye, böyle bir perspektife razı olamazdı. O, mücadelenin bayrağını çekti ve emperyalizm e karşı Doğu’nun halklarını kendi etrafında topladı.” (Stalin; agk, s. 32) Sonuçlanmış şekliyle Misak-ı Milli sınırları içinde Türkiye, tek uluslu bir devlet değildi. Bu sınırlar içinde iki ana halk topluluğu vardı: Türkler ve Kürtler. “Durum, Doğu Avrupa’da biraz değişikti. Batı’da uluslar, devlet olar ak gelişirlerken Doğu’da milliyetler devletleri, birçok milliyetten oluşan devletler oluştu. Avusturya, Macaristan ve Rusya böylesi devletlerdir. Avusturya’da Almanlar, siyasi bakımdan en gelişmiş olarak ortaya çıktılar ve Avusturya milliyetlerinin bir devlette birleşmeleri görevini üstlendiler. Macaristan’da Macarlar, Macar milliyetlerinin çekirdeği olarak devlet oluşumuna en uygun olanlardı ve onlar, Macaristan’ı birleştirenlerdi. Rusya’da milliyetleri birleştirici rolünü Büyük Ruslar üstlendiler... Devlet oluşumunun kendine özgü bu cinsi, sadece, henüz tasfiye edilmemiş feodalizm ilişkileri koşullarında zayıf gelişmiş kapitalizm koşullarında; geri plana itilmiş milliyetlerin ekonomik bakımdan bütünlüklü uluslar olarak gelişme olanağına kavuşmadan gerçekleşebilirdi” (Stalin; C.2, s. 278, Marxismus und Nationale Frage- Marksizm ve Ulusal Sorun). Stalin’in bahsettiği Avusturya-Macaristan ve Rusya’nın yanı sıra Türkiye de bu türden bir devlet olarak kurulmuştu. Osmanlı Devleti, yarı-feodal, görece az gelişmiş kapitalist ilişkiler içindeyken yıkıldı. Yani ne feodalizm tasfiye edilmişti ve ne de kapitalizmin hakimiyeti söz konusuydu. Böyle bir süreç içindeyken parçalanan Osmanlı Devleti’nde ana milliyet konumunda olan Türkler, yeni kurulan devlette de aynı konumlarını sürdürdüler. Türklerin yanı sıra Kürtler de, Misak-ı Milli sınırları içinde ulus olarak gelişebilecek güce sahip başka bir milliyetti. Çok milliyetli doğan Türkiye’de Türkler, hakim ulus olarak gelişirken, Kürtler de bağımlı ulus olarak geliştiler. Türkiye, Türk burjuvazisinin şekillendirdiği bir devlet olarak doğdu. Bu şekillenme cumhuriyetin ilanıyla devletsel-rejimsel olarak başlamıştır. Yeni Türkiye, ulusal sorunlu bir burjuva ulusal devlet olarak doğmuştu. Dolayısıyla ulusal baskı, daha devletin doğuşundan beri vardı. Mondros, Sevres, Mudanya, Lozan ve cumhuriyetin ilanı, bu devletin doğuşunda dönüm noktalarını ifade eden kavramlardır. Mondros ve Sevres, Stalin’in dediği gibi, “emperyalist grupların Türkiye’yi parçalama ve devletsel varlığına son verme denemesi”yken, Mudanya, Lozan ve cumhuriyetin ilanı da “emperyalizme karşı mücadele bayrağının çekilmesinin” ifadesi ve sonucuydu. Burjuvazi, Misak-ı Milli sınırları içinde tek uluslu değil, çok milliyetli ulusal bir devlet kurdu. Yeni kurulan devlet, ulus olmanın bütün unsurlarının -zaten var olan ve nispeten de gelişmiş durumda olan unsurlarının- Türkler açısından engelsiz gelişmesinin açık ifadesiydi. Cumhuriyet ise bu gelişmenin rejimsel biçimiydi. Ve Türkler, kökeni ve başlangıcı İttihat ve Terakki dönemine dayanıyor olsa da, esas olarak 1918-1940 döneminde, yani nispeten kısa bir süreç içinde, burjuva cumhuriyetçi bir düzen sürecinde bir burjuva ulus olarak şekillendiler. Özel mülkiyet koşullarında bir toplumun ulus olarak gelişmesi ekonomik gelişmeden; kapitalizmin gelişmesinden bağımsız olarak ele alınamaz. Burjuvazi, kapitalizm geliştikçe ekonomik açıdan güçlendi ve uluslaşma sürecinin ilerlemesiyle, yani toplumda sınıf antagonizmasının ilerlemesiyle de tarihsel misyonunu tamamladı. Bir toplumun feodal ilişkilerden çıkarak burjuva da olsa uluslaşmasında, ulusal devlet kurmasında, feodalizm karşısında kapitalizmde; feodal toplum karşısında kapitalist toplumda tarihsel bir ilericilik vardır. Türk burjuva cumhuriyetinin daha sonraki süreçte gericileşmesine ve bugününe bakarak Türklerin ulusal değerlerini, bir bütün olarak Türk ulusunu küçümsemek ve hor görmek, onu burjuvaziyle, onun eylemini burjuvazinin eylemiyle özdeşleştirmek yanlıştır. Stalin şöyle diyor. “Ulus, içten de, sınıf mücadelesinin keskinleşmesiyle de parçalanır. Kapitalizmin ilk aşamalarında proletarya ve burjuvazinin ‘kültür ortaklığı’ndan bahsedilebilir. Ama büyük sanayiin ve sınıf mücadelesinin gelişmesiyle ‘ortaklık’da yok olmaya başlar. Aynı ulusun işveren ve işçileri birbirlerini anlamamaya başlamışlarsa orada ciddi olarak ulusun ‘kültür ortaklığı’ndan bahsedilemez. Burjuvazi savaş diye tutuşurken ve proletarya da ‘savaşa savaş’ açıklaması yaparken ‘kader ortaklığı’ndan bahsedebilir mi? Böyle birbirlerine zıt unsurlardan bütünlüklü, bütün sınıfları kapsamına alan bir ulusal birlik oluşur mu?” (Stalin; C.2, s. 298/299. Marksizm ve Ulusal Sorun).

Türklerin uluslaşmasına, Türk ulusunun gelişmesine; bir bütün olarak cumhuriyet olgusuna Stalin’in bu anlayışı açısından bakmak gerekir. Türkiye’de Türk proletaryası ve burjuvazisi arasındaki “kültür ortaklığı” ne zaman sona erdi? 75 yıllık cumhuriyet dendiğinde bu ortaklığın 1923’te sona ermesi gerekir. Yeni Türkiye’de proletarya ve burjuvazi arasında aynı “dil”i konuşmamak ve “kültür ortaklığı”nın sona ermesi 1923’te yeni cumhuriyetin ilanıyla başlamış oluyor. Stalin’in mantığıyla devam edersek, Türkiye’de büyük sanayiin gelişmesini ve sınıf mücadelesinin keskinleşmesini cumhuriyetin ilanıyla başlatmamamız gerekir. Ama nesnel gerçeklik tamamen farklı. Türkiye’de kapitalizmin büyük üretim aşaması ancak ‘30’lu yılların sonunda hakim olmaya başlamıştır. ‘30’lu yılların sonuna kadar ise –yine Stalin’in deyimiyle– “kapitalizmin ilk aşamaları”, yani küçük meta üretimi ve manifaktür aşaması hakimdi. Kurtuluş savaşı döneminde sadece Türk halkının değil, Kürt halkının da Türk burjuvazisiyle –bir dizi çelişme ve çatışmaya rağmen– esas olarak ortaklığı söz konusuydu. Bahsi geçen sürecin başında hakim olan, proletarya ile burjuvazi arasındaki “ortak kültür” idi, ulusun bu sınıflarının birbirlerini anlamalarıydı. (Bu, iki sınıf arasındaki mücadeleyi, hatta çatışmaları dışlamaz).

Bu süreç geliştikçe ve özellikle de ‘30’lu yılların başından itibaren proletarya ile burjuvazi arasındaki zaten zayıf olan “ortak kültür” yok olmaya, ulusun bu unsurları birbirlerini anlamamaya başlamışlardır. Bunun böyle olduğunu anlamak isteyen, burjuvazinin neden ‘30’lu yılların başında Türk şovenizmini göklere çıkartmak ve ona gövdesinden koptuğu Türk ulusunu şovenizmle zehirlemek için teoriler geliştirdiğine kafa yormalıdır. Bu teoriler neden ‘20’li yıllarda değil de ‘30’lu yılların başında gündeme getirilmiştir? Soru bu. ‘30’lu yıllardan itibaren Türkiye toplumunda burjuvazi ile proletarya ve emekçi yığınlar arasında ulusal birlikten ve ortak hedeflerden bahsetmek sınıf uzlaşmacılığını savunmaktır. Sosyal şoven olmaktır veya “kemalist” burjuvazinin kuyruğuna takılmaktır. ‘30’lu yıllara kadar veya ‘20’li yıllarda cumhuriyet olgusu, burjuva düzenin gelişmesi açısından tarihsel olarak ilerici bir rol oynamıştır. Böyle bir ayrım yapmak mutlaka gerekli mi ve bu ayrımı yapmakla ‘20’li yıllardaki cumhuriyeti, o burjuva cumhuriyetçi düzeni savunmuş mu oluyoruz? Bu ayrımı yapmak gereklidir ve bu ayrımı yapmakla da söz konusu dönemi asla savunmuş olmuyoruz. Bir bütün olarak cumhuriyet olgusu, 75 yıllık cumhuriyet, işbirlikçi tekelci burjuvazinin ve büyük toprak sahiplerinin elinde; faşist diktatörlüğün elinde milyonlarca işçi ve emekçinin Türk şovenizmi zehrinin etkisinde kalmaları için vazgeçilmez bir silahtır/araçtır. Bu silahı onun elinden almak, bu silahın gücünü görecelendirmek bütün devrimcilerin ve komünistlerin şovenizme karşı mücadelede kat etmek zorunda oldukları önemli bir mesafedir. Kemalist burjuvazinin, halka ve onun devrimci dinamizmine dayanarak cumhuriyet adına gerçekleştirdiği ilerici adımları birkaç noktada toparlayabiliriz: İşgalci emperyalist güçlerin ülkeden kovulması; feodal yönetimin ifadesi olan saltanat ve hilafetin kaldırılması, islami-feodal Osmanlı hukuk anlayışının kaldırılması; dine dayalı eğitim ve yargı sisteminin kaldırılması; tekke ve zaviye ve türbelerin kapatılması, tarikatların yasaklanması; aşarın kaldırılması; kapitülasyonların kaldırılması ve bir burjuva devletin kurulmasıdır. Kemalist burjuvazi bunların ötesinde, nüfusun çoğunluğunun okur- yazar olmadığı koşullarda eğitime önem vermiş ve öyle ki, bunu Batı ölçülerine uygun bir biçimde gerçekleştirmeye çalışmıştır. Burjuvazi, Osmanlıca yerine Türkçe’yi egemen kılmış, Latin alfabesini vb. benimsemiştir. Burjuvazi tüm bu adımları ‘20’li yıllarda atmıştır. Burjuvazinin yaptıkları sadece bunlarla sınırlı değildir. Türk ulusal burjuvazisine pragmatizm yön vermiştir. Ulusal burjuvazi hiçbir dönem ne demokrat ve ne de devrimci olabilmiştir. Öyle ki, onun hiçbir dönemde tutarlı bir reform programı da olmamıştır. Onun mücadele eden kesimi şüphesiz ki yer yer emperyalizmle flört etmekle birlikte, sözcüğün burjuva anlamında ve burjuva sınıf çıkarlarının elverdiği ölçüde yurtseverdi. Ama yurtseverlik, mutlaka, her koşul altında devrimci ve demokrat olmak anlamına asla gelmez. Antidemokrat ve devrim karşıtı olan ulusal burjuvazi, daha antiemperyalist mücadele döneminde TKP’nin seçkin önderlerini Karadeniz’de katlettirmiştir. Devrimci ve ilerici halk örgütlenmelerini ezmiştir. 1921’deki Kürt ayaklanmasını kana boğmuştur. Aramızda ayrım yok, kardeşiz diyerek Kürtlerin antiemperyalist mücadeleye katılmalarını sağlamış, ama Lozan’da verdiği sözü unutarak Kürt halkını baskı altına almış ve ‘20’li ve ‘30’lu yıllardaki bütün Kürt ayaklanmalarını kana boğmuştur. Kemalist burjuvazinin Kürt halkına karşı politikası, onu yok saymaktan, katletmekten, asimile etmekten ve sömürmekten ibaret olmuştur. Kemalist burjuvazi, fırsatını buldukça halk düşmanı yüzünü göstermenin ötesinde, iktidarını sağlamlaştırdıkça her cephede daha da gericileşmiştir. Kemalist burjuvazinin kurduğu burjuva cumhuriyetçi düzen, ilk yıllarında dahi gerçek anlamda demokratik değildi. Kemalistlerin ‘demokrasi’ kıstası, kendilerine karşı olunup olunmamasından ibaretti. Bu anlamda kemalistler, kendilerine karşı olan bütün toplumsal muhalefeti, komünist, devrimci ve başka burjuva örgütlenmeleri dağıtmak ve muhaliflerini katletmek için kurumlaşmalara da başvurmuşlardır. Onlar, Şubat 1925’te açılan Takrir-i Sükun dönemiyle yeni bir terör dalgası estirerek, bütün muhalefet güçlerini ezmeyi amaçlamışlardır. Bütün bunlar ulusal burjuvazinin; kemalist burjuvazinin ikiyüzlülüğünü gösterir. Böyle bir harekette tutarlı bir ilericilik ve yurtseverlik, hele demokratlık ve devrimcilik aramak, tabii ki yanlıştır. 75 yıllık tarih, o cumhuriyet bir süreçtir. Bu süreç herkesin kabul edeceği gibi ve yukarıda da gösterdiğimiz gibi çeşitli aşamalardan oluşmaktadır. O halde, cumhuriyet olgusunu ve buna bağlı olarak kemalist burjuva olgusunu değişmemiş/değişmeyen, her dönem aynı kalmış bir bütün olarak göremeyiz. Böyle bir anlayış tarihsel materyalizmin yasalarına aykırıdır. Hal böyle olunca, cumhuriyet veya kemalizm derken hangi dönemdeki cumhuriyetten ve kemalizmden bahsediliyor sorusu gündeme gelmektedir. Bunu açıklamak ve faşist diktatörlüğün elindeki 75 yıllık cumhuriyet silahını göreceleştirmek, Türk şovenizmine karşı mücadelemizin önemli bir çıkış noktası olmalıdır.

3- Burjuvazinin Savunduğu Cumhuriyetin Karakteri

Burjuvazi demagoji yapıyor. 75 yıllık bir tarihten bahsediyor, dolayısıyla 75 yıllık bir cumhuriyetten bahsediyor. Aslında bu demagojinin kendi içinde bir mantığı var. Burjuvazi açısından cumhuriyet, giderek mükemmelleşen, eksikliklerini aşan bir sürecin ifadesi. Tabulaştırılmış bir süreç. Başlangıcında bu sürece damgasını vuran şahsiyetle, yani M. Kemal ile özdeşleştirilen bir süreç, faşist diktatörlük açısından hem bir bütün olarak cumhuriyet süreci ve hem de M. Kemal bir tabudur. Taraf tutmak zorundasın. Ya bu tabuları kabul edeceksin ve faşist diktatörlükten yana olacaksın ya da reddedeceksin ki, bu durumda da cumhuriyet düşmanısın, laisizme karşısın vb. Faşist diktatörlük halka, milyonlarca proletere ve emekçi yığınlara bunu dayatıyor ve demagojisini bu anlayış üzerinde yükseltiyor. Burjuvazi, medyada milyonlarca insana şöyle sesleniyor: Görüyorsunuz ki, biz tarihimize, cumhuriyetimize, onun önderi Atatürk’e sahip çıkıyoruz. Bunlar, bizim varlık nedenlerimiz. Ama bölücüler vb. ise bu tarihi, bu olguları reddediyorlar vs. Faşist diktatörlüğün bu demagojisini boşa çıkartmak için onun cumhuriyet ve M. Kemal üzerinde oluşturduğu tabuyu parçalamak zorundayız. Bu tabuyu parçalamanın, cumhuriyetin şu veya bu dönemini savunmakla veya M. Kemal’in şu veya bu anlayışını olumlulamakla ilgisi yoktur. Bugünkü mücadelemize doğrudan etkisi olmayan tarihsel gelişmenin şu veya bu dönemini savunmak veya savunmamak tamamen talidir. Önemli olan, 75 yıllık cumhuriyet tabusunun toplumsal bir gelişmenin ifadesi olduğunu, M. Kemal’in de bu gelişmenin belli bir döneminde etkili olduğunu gösterebilmektir. Burjuvazi 75 yıllık cumhuriyet derken neyi savunuyor? Cumhuriyetin kuruluş koşullarındaki politik anlayışı mı? 19231930 dönemi cumhuriyetini mi? 19301940 dönemi cumhuriyetini mi? 19451950 dönemi cumhuriyetini mi? 19501960 dönemi cumhuriyetini mi? 19601970 dönemi cumhuriyetini mi yoksa, 1970’lerden beri süregelen faşist diktatörlüğünü mü? M. Kemal derken burjuvazi hangi M. Kemal’i kastediyor? 1919’a kadarki M. Kemal’i mi? 1919-1923 dönemindeki M. Kemal’i mi? 1923-1930 dönemindeki M. Kemal’i mi yoksa, 1930-1938 dönemindeki Kemal Atatürk’ü mü savunuyor? Bu her bir dönemin kendine özgü olan özellikleri vardır. Ama burjuvazi aynı anlayışta değil. O, bu dönemlerin hepsini 75 yıllık cumhuriyet olgusuna sığdırıyor ve 1919-1923 döneminde, yani yabancı istilacılara karşı verilen mücadele döneminde neysem bugün de aynıyım demeye getiriyor. Bundan dolayıdır ki, “cumhuriyet”in ve “kemalizm”in “neo”suna şiddetle karşı çıkıyor. Aynı anlayışı, “cumhuriyetin bekçisi şanlı Türk ordusu”na bakışta da görüyoruz. Bu ordunun gerçekten de az çok şanlı olduğu bir dönem vardı: Yabancı işgale karşı mücadele dönemi. Sonraki dönemde ise bu ordu, burjuva düzeni korumak için toplumsal mücadeleyi ezmenin, Kürt ulusunu katletmenin fiili aracı olmuştur. Faşist diktatörlük, ordusunun bugünkü gücüyle övünüyor ve Kürt ulusunu katledişini “vatan bekçiliği” olarak lanse ediyor. Ordu, korkunç bir tabu ve milyonlarca insan buna inanıyor. Baştan sona; o günden bugüne şanlı bir ordu! Burjuvazi cumhuriyetinin 75. yılını kutluyor. Marksist leninist komünistlerin görevi bu “kutlama” sürecine kutlananı; yani o cumhuriyeti teşhir ile katılmaktır. Teşhir, genel lafızlarla yapıldığında geriye teper. Teşhir, ele alınan konu ne olursa olsun, somut olmayı kaçınılmaz kılar. Teşhirde ayrıntı esastır. Hangi cumhuriyetin 75. yılı? O günkü cumhuriyet ile bugünkü cumhuriyet bir ve aynı değildir. O günkü iktisadi ilişkiler, üretim ilişkileri bugünküsüyle bir ve aynı değildir. O günkü sınıfların cumhuriyete giden yoldaki konumları bugünküyle aynı değildir. O günkü burjuvazi bugünkü burjuvazi değildir. O günkü uluslararası ilişkiler, bugünkünün aynısı değildir. O günkü toplumsal şekillenme bugünkünün aynısı değildir. “O günkü” ile kastettiğimiz, bütün olguları ister tamamen doğru, tamamen yanlış veya kısmen doğru, kısmen yanlış bulalım, olumlulayalım veya reddedelim, bu bugünkü ‘cumhuriyet’in faşist karakterini değiştirmeyecektir. Bunu biz biliyoruz. Ama bunu, devrimi gerçekleştirmek için, bu cumhuriyeti yıkmak için hitap ettiğimiz milyonların; işçi sınıfı emekçi yığınların ezici çoğunluğu bilmiyor. Onlar, Türk şovenizmiyle zehirlenmiş durumdalar ve genel lafızlarla değil, ayrıntıların anlatımıyla, somutlukla kazanılacaklardır. Bizim propaganda, ajitasyon ve teşhir çalışmamız bu gerçekliği dikkate almak zorundadır. Yeni Türkiye’nin kuruluş döneminde dahi demokrasi yaşanmamıştır. Türk burjuvazisi, Kurtuluş Savaşı döneminde ne denli “devrimci” ve yurtsever olursa olsun, asla demokrat olmamıştır. Onun kurduğu cumhuriyetin belirleyici özelliği, demokratik anlayıştan yoksunluğuydu. Bu yoksunluk, süreç içinde gerici diktatörlüğün ve faşist diktatörlüğün ifadesi olmuştur. Burjuvazi 75. yılında cumhuriyetini kutlarken, faşist diktatörlüğünü kutluyor. Tem el üret im araçlarının özel mülkiyette olduğu koşullarda, yani kapitalizm koşullarında en iyi, en “demokratik” yönetim biçimi cumhuriyettir. Ama en “demokratik” burjuva cumhuriyeti de, nihayetinde burjuvazinin halk sınıf ve tabakaları; işçiler ve emekçiler, sömürülenler üzerindeki diktatörlüğüdür. Türkiye’de, burjuvazinin 75. yılını kutladığı cumhuriyet böyle bir cumhuriyet, burjuva-demokratik bir cumhuriyet değildir. Devletin, ülkenin resmi adı Türkiye Cumhuriyeti’dir, ama fiili yönetim, fiili idare, fiili devlet biçimi faşizmdir; faşist diktatörlüktür. Burjuvazi ülkemizde, cumhuriyet ve demokrasi adına faşizm uyguluyor ve onun dilinde cumhuriyet faşizmle eş anlamlıdır. - 75. yılı kutlanan cumhuriyet, işbirlikçi tekelci burjuvazinin ve büyük toprak sahiplerinin iktidarıdır. Burjuvazi bu faşist iktidarını, bütün Anadolu insanına, bunun ötesinde bütün dünyaya barışın, kardeşliğin, demokrasinin ifadesi olarak kutlatmaya çalışıyor. O, bu kutlamayla, Türk şovenizmini daha da kapsamlaştırarak ve derinleştirerek milyonlarca işçi ve emekçiyi cumhuriyet dediği katliam idaresine/mekanizmasına sahiplenmeye çağırıyor. - 75. yılı kutlanan cumhuriyet, emperyalizme bağımlılığın idare biçimidir. Türkiye yeni sömürge bir ülkedir. Ara sıra şu veya bu emperyalist güçle (bugünlerde AB ile) kavgalı olsa da, bu onun emperyalizme bağımlı oluşuyla çelişmez. Türk hakim sınıflarının en has efendisi, Amerikan emperyalizmidir. Hakim sınıflar, emperyalizme kölece bağlıdırlar. İktidarda kalmaları, emperyalizmle işbirliğine ve yabancı sermayenin, emperyalist devletlerin çıkarlarını (mali, ekonomik, siyasi, askeri) ne derece yerine getirip getirmediklerine bağlıdır. Burjuvazi, 75. yılında cumhuriyeti kutlarken milyonlarca işçi ve emekçiye emperyalizme bağımlılığı, yeni sömürge statüyü kutlatmayı amaçlıyor. - 75. yılı kutlanan cumhuriyet, ulusal baskının, katliamın ve asimilasyonun idare biçimidir. Cumhuriyete giden yol ve cumhuriyetin kurulması, Türkler açısından ilerici yönleri olan bir süreçtir. Bunların önemi üzerinde durduk. Ama cumhuriyet, kurulmadan önce ve kurulduktan sonra da Türk halkı dışında diğer uluslar ve ulusal azınlıklar için bir cehennem olmuştur. Türk burjuvazisi, Anadolu’da ulusal-etnik farklara asla tahammül etmemiştir ve ulusal kurtuluş, bağımsızlık, ulusal kimlik için mücadeleyi vahşice bastırmış, kana boğmuştur. 19211940 arasındaki Kürt ayaklanmalarında bu böyle olmuştur. Günümüzde devam eden Kürt ulusal mücadelesinde de, burjuvazi aynı anlayışını devam ettirmektedir. Türk burjuvazisi, ülke ve dünya kamuoyuna, “biz terörü demokrasi kuralları içinde çözmeye çalışan tek ülkeyiz” diye, mücadelenin uzun soluklu oluşunu yurtsever hareketin gücüne değil de “demokratik” tavrına bağlama iki yüzlülüğünü gösterecek derecede çukur olmuştur. Burjuvazi, bütün kurumlarıyla (ordu, polis, mahkeme vb.) Kürt ulusunu katletme mekanizmasına dönüşmüştür. Türk burjuvazisi, Türk şovenizmini de körükleyerek milyonlarca işçi ve emekçiye işte bu katliam ve sömürge sistemini cumhuriyet olarak kutlatmayı amaçlıyor. 75. yılı kutlanan cumhuriyet, baskının, işkencenin, faili “meçhul”lerin, devlet terörünün, sokak ortasında infazların, insan haklarını ayaklar altına almanın, demokratik, devrimci ve sosyalist basını susturmaya çalışmanın cumhuriyetidir. 75. yılı kutlanan cumhuriyet, Susurluk cumhuriyetidir, çetelerin, kontrgerillaların, ordunun, MGK’nın cumhuriyetidir. Bu cumhuriyetin bütün gözeneklerinden pislik akıyor. Tamir edilecek, düzeltilecek, yeniden yapılandıracak bir yanı kalmamış. Bütün kurumlarıyla, bütün politikacı ve partileriyle burjuvazi, bu pisliğin içinde boğulmamak için debeleniyor. Susurluk cumhuriyeti “olmamak” için çaba harcıyor gözükerek, milyonlarca insanın gözünü boyamaya çalıştılar. Ama hiçbir sorunu çözemediler ve Susurluk cumhuriyeti olarak kaldılar. İşkence, faili meçhul sokak infazı yok dediler, ama hepsini kabul ettiler. Çeteleri dağıtacağız dediler, ama çeteler hükümetleri dağıtıyor, politikayı hükümet yapar dediler, ama MGK’nın kararlarını uygulamanın ötesinde bir şey yapılamıyor. İşkence-faili “meçhul”, sokak infazı, çeteler, kontrgerilla, ordu, polis, hepsi iç içe geçmiş. Susurluk, bu iç içe geçmişliğin ifadesiydi. Bunun içindir ki bugünkü idare biçimi, Susurluk cumhuriyetidir. İşte bu cumhuriyet: Susurluk, MGK, işkence, kontrgerilla cumhuriyeti, kendini “cumhuriyet kutlamaları” ile milyonlarca işçi ve emekçi nezdinde kanıksattırmaya çalışıyor. Burjuvazi, milyonlara şu mesajı veriyor: “Demokrasi, özgürlük budur, bunu kutlayın”. Yani Susurluk’u, kontrgerillayı, işkenceyi demokrasi ve özgürlük olarak kutlayın!! 75. yılı kutlanan cumhuriyet işgücünün sadece sömürüsünün değil, talanının, hırsızların, ulusal zenginliklerin yerli ve yabancı sermayeye peşkeş çekilmesinin, özelleştirmenin cumhuriyetidir. Sermaye, işçi sınıfının bütün mücadele olanaklarını/araçlarını boşa çıkartmaya çalışarak ve mevcut sistemin kendine sunduğu baskı araçlarına dayanarak işgücünü talan boyutlarında sömürüyor. Toplum, çoğunluğun en yoksul olanları, azınlığın ise en zengin olanları oluşturduğu bir bölünme içindedir. Hırsızlar, rantiyeciler, ülkenin zenginliklerini talan ediyorlar. Özelleştirme adı altında ulusal zenginlikler yerli ve yabancı sermayeye peşkeş çekiliyor. Aç olan, baklava, ekmek çaldığı için yıllarca hapis cezası alıyor. Çünkü “suç” işlemiş. Ama milyonları, trilyonları çalanlara, hırsızlığını “çıkın” ile açıklayanlara bir şey yapılmıyor. Çünkü bu cumhuriyet, hırsızların, talancıların, yerli ve yabancı sermayenin cumhuriyetidir. İşte burjuvazi “cumhuriyet kutlamaları” ile milyonlarca insana hırsızların, rantiyelerin, yabancı ve yerli sermayenin cumhuriyetini, hırsızlığı, talanı vb. kutsatmak istiyor. Burjuvazi, milyonlarca işçi ve emekçiye bu cumhuriyetin talan cumhuriyeti olduğunu, zengini daha zengin, fakiri ise daha fakir yapan cumhuriyet olduğunu kabul ettirmek istiyor. - 75. yılı kutlanan cumhuriyet, savaş ve tehdit cumhuriyetidir. Türkiye bölgedeki “vazgeçilmez” jeo-stratejik konumuna, ekonomik ve askeri gücüne dayanarak bölgesel güç oldu. Şimdi bununla yetinmek istemiyor. Avrasya sahasında kılıç sallamaya soyunuyor, “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar” kavramıyla rekabete soyunuyor. Bütün marifeti ise Amerikan emperyalizminin yayılmacı, hegemonyacı çıkarları doğrultusunda hareket etmek, ABD emperyalizminin çıkarlarına endekslenmek, yani taşeronluk yapmak ve karşılığında da kırıntılar kopartmaktır. Türk burjuvazisi, bu “ulus al” çıkarları için ülke içinde ortam hazırlıyor. Amerikan emperyalizminin çıkarlarına tabi çıkarlarını “ulusal” çıkarlar olarak tanımlıyor ve milyonlarca işçi ve emekçiyi bu “ulusal” politikalarla yönlendirmeye çalışıyor. Onları açıktan savaşa hazırlıyor. Modern ordu, deneyimli ordu, Suriye başta olmak üzere komşu ülkelere savrulan tehdit, İsrail ve ABD ile yapılan askeri stratejik anlaşma bu cumhuriyetin gözü dışarıda olan, savaşa ve ilhaka yönelik hazırlık içinde olan bir cumhuriyet olduğunu gösteriyor. Bu haliyle mevcut cumhuriyet, Anadolu insanına saldırganlığını, tehdit politikasını, savaş niyetini kanıksatmak, kutsatmak istiyor. 75 yıllık cumhuriyetin oluşum döneminde ve ilk yıllarında ilerici yönleri de vardı. Bu, onun bir burjuva cumhuriyet olmadığı anlamına gelmez. O, geliştikçe gericileşti ve nihayet faşistleşti. Başlangıcındaki tarihsel ilerici bazı yönlerinden dolayı bu cumhuriyeti savunmamız veya kutlamalar karşısında tavırsız kalmamız asla söz konusu olamaz. Geçmişi ne olursa olsun bugünkü cumhuriyet, yıkılacaktır. Marksist leninist komünistlerin asgari görevi budur. Bizim açımızdan, 75. yılı kutlanan cumhuriyetin önemi, yıkacağımız/parçalayacağımız hedef olmasından ibarettir. O, yıkılacaktır, onu yıkacağız .

4- Nasıl Bir Cumhuriyet İstiyoruz?

Bu cumhuriyetten devralıp devam ettireceğimiz hiçbir şey yok. Bu cumhuriyet, her döneminde Anadolu insanına sömürüden, baskıdan ve zulümden başka Bir şey vermemiştir. En ilerici geçindiği dönemde dahi bu böyleydi. Bu cumhuriyet, bütün kurumlarıyla bitmiştir, tükenmiştir. Yeniden yapılanma çabaları da onu kurtaramayacaktır. Bu cumhuriyet, “demokratik” de olsa, bir burjuva cumhuriyettir, temel üretim araçlarının özel mülkiyetine dayanan, burjuvazinin hakim sınıf olarak iktidar gücünü ifade eden bir cumhuriyettir. İşçi-Emekçi Sovyet Cumhuriyetler Birliği, mevcut cumhuriyetin yegane alternatifidir. İşçi-Emekçi Sovyet Cumhuriyetleri Birliği (İESCB), marksist leninist komünistlerin asgari programının içeriğidir ve kalıcı kurumlaşmanın değil, durmaksızın sosyalizme geçişin ifadesidir. İESCB, işbirlikçi tekelci burjuvazinin ve büyük toprak sahiplerinin faşist diktatörlüğünü, 75. yılını kutladıkları o cumhuriyetlerini zora dayalı devrimle yıkarak yerine kuracağımız cumhuriyettir. İESCB, Anadolu coğrafyasında sosyalizme giden yolu açacak olan bir yapılaşmanın, geçici kurumlaşmanın ifadesidir. İESCB, temel üretim araçlarında özel mülkiyetin ve bu mülkiyete dayalı üretim ve dağıtım ilişkilerinin kaldırılmasının ifadesidir. İESCB, hakim sınıfların bütün üstyapı kurumlarının (devlet, ordu, polis, mahkeme, eğitim vs.) dağıtılmasının ve bunların yerine demokratik kurumların kurulmasının ifadesidir. İESCB, emperyalizmle ekonomik, siyasi, askeri anlaşmaların lağvedilmesini, dış dünya ile eşitlik, karşılıklı çıkar temelinde ilişkilerin kurulmasını esas alır. İESCB, Anadolu coğrafyasında yaşayan farklı ulus ve ulusal azınlıkların tam hak eşitliğini ve kardeşliğini savunur ve bunu yaşama geçirir. Asgari programımızın bütün noktalarını burada sıralamaya ger ek yok. Her halükarda komünistlerin, 75. yılında cumhuriyeti eleştiri anlayışının merkezinde, geriye dönüşümlü değerlendirmelerden ziyade cumhuriyetin bugününü genel lafızlarla değil, somut ve ayrıntılarla teşhir etmek ve bu cumhuriyetin alternatifinin İESCB olduğunun ve İESCB’nin ne anlama geldiğinin propagandası yapılmalıdır. Milyonlarca işçi ve emekçiye bir alternatif sunuyoruz. Alternatif sunmak, mevcut olanı doğru bulmamak ve öneride bulunmak anlamına gelir. Burada söz konusu olan, milyonları ikna ve örgütleme mücadelesidir. O halde bu mücadelenin oldukça somut, ayrıntılı yürütülmesi gerekir. 75. yılında cumhuriyeti teşhir ederken de ve alternatif olarak İşçi-Emekçi Sovyet Cumhuriyetleri Birliği’nin propagandasını
yaparken de aynı yöntemle hareket etmeliyiz.

Ek 6:

Türkiye’de Kapitalizmin Gelişmesi
(İç Pazarın Oluşma Süreci), Birinci kitap (Tarihsel yaklaşım)
Ceylan Yayınları, 1. baskı: Ağustos 1996, 2. baskı: Haziran 1999