YANLIŞ
ANLAŞILAN “DEĞERLİ” YALNIZLIK
AKP
hükümetinin belli bir aşamasından sonra; genel anlamda diktatör
Erdoğan’ın AB ve ABD ilişkilerinin gerilmesinden bu yana
Türkiye’nin “değerli” bir yalnızlık içinde olduğu ve
bunun da tek sorumlusunun diktatör Erdoğan olduğu burjuva
muhalefetin dilinden düşmez oldu. “Değerli” yalnızlık sol
kesimde de sürekli işlenmiştir. Bu yalnızlık, diktatör Erdoğan
önderliğinde hükümetin politikalarında arandı; diktatör
Erdoğan ve hükümetinin AB ve ABD ile, komşu ülkelerle
ilişkileri gerdiği, diplomasiyi zora soktuğu, oysa ilişkilerin
“dostluk” içinde, germeden de devam ettirilebileceği burjuva
muhalefetin anlayışıdır.
Doğrudur,
faşist diktatörün, söylem “tarzı” şimdiye kadar iktidarda
olanlarda pek görülmemiştir. Bu tarza “kaba” diyebileceğiniz
gibi “yalan söyleme ustalığı”, “ey”cilik de
diyebilesiniz. Bu “tarz”ın, “değerli” yalnızlığın bu
boyutlara gelmesinde belli bir rolünün olduğu da kabul
edilmelidir. Ancak, “değerli” yalnızlığın esas nedeni ne
diktatör Erdoğan önderliğinde AKP’dir ve ne de bizzat kişi
olarak Erdoğan’dır.
“Değerli”
yalnızlığın nedenini Cumhuriyetin kurulmasından bu yana Türk
burjuvazisinin kendi tarih yazımını dönemlere ayırarak
çıkartabiliriz.
I.
Dönem:
Cumhuriyetin
kurulmasından, diyelim ki, II. Dünya Savaşının başlangıcına
kadar olan dönemde Türk burjuvazisi dış ilişkilerde, başka
ülkelerle ilişkilerinde “değerli” yalnızlık yaşamamıştır.
Bunun nedenini, I. Dünya Savaşı sonrasında kapitalist dünyada
yeni güç dengesinin oluşma sürecinde olmasında ve aynı zamanda
Türkiye’nin SSCB ile kurduğu ilişkilerde aramak gerekir.
Ayrıntısına
girmeden şunu söyleyebiliriz:
Türkiye
Batı’dan kopmamış, ekonomik desteğini aramış, ama bu desteği
bulamamıştır.
Türkiye,
siyasal sonuçlar doğuracak hiçbir siyasi, askeri, ekonomik pakta,
uluslararası örgütlenmeye dahil olmamıştır. Sadece istisna
olan, Balkan Paktıdır ( 9 Şubat 1934). (Bkz.: İbrahim Okçuoğlu;
Türkiye’de Kapitalizmin Gelişmesi, İç Pazarın Oluşma Süreci,
Ceylan Yayınları, Haziran 1999, s. 456-474)
Türkiye,
SSCB ile dostluk ilişkilerini geliştirmiş, SSCB’den ekonomik ve
siyasi (dış politikada uluslararası ilişkilerde) destek
görmüştür.
Bu
dönemde Türk burjuvazisinin ulusal güvenlik politikası “yurtta
sulh cihanda sulh” diye tanımlanan dünya ve komşu ülkelerle
ilişkileri germemekten ibaretti. Bu, içe kapanıklığı
beraberinde getiren bir politik değildi. Tam tersine bu dönemde
Türkiye birçok alanda başka ülkelerle anlaşmalar imzalamıştır;
dünyaya açılmıştır (İbrahim Okçuoğlu; agk.)
Ara
Dönem:
1940-1945
arasında bir taraftan Almanya ve İngiltere, Türkiye’nin kendi
safında
savaşa girmesi
için baskı yaparken Türkiye de savaşa girmemek için uğraşmıştır.
Sonuçta Türkiye savaşın sonucu belli olmaya başlayınca
Almanya’ya savaş ilan etmiştir. Ne var ki, bu savaş ilanı,
galiplerin safında yer alış, herhangi
bir savaş ganimetini
beraberinde getirmemiştir. Savaşa girmediği ve Sovyet korkusundan
dolayı Türkiye, kısa
bir dönem “değerli”
yalnızlık yaşamıştır. Ancak
savaş sonrasında kapitalist dünyayı kendi jeopolitikasına göre
yeniden kurmak için
harekete geçen Amerikan
emperyalizmi, komünizm “tehdidi” altında
olan Türkiye’yi de unutmamış, Truman
Doktrini (1947) ve Marshal Planı (1947) çerçevesinde Türk dış
politikasını ve ekonomisini yönlendirmeye başlamıştır.
Amerikan emperyalizminin
Türkiye’ye ilgisi, “değerli” yalnızlığın “değerli”
işbirliğine
evrilmesinin başlangıcıdır. Artık Türkiye’nin ABD gibi bir
dostu, SSCB gibi bir düşmanı vardır.
II.
Dönem:
Özellikle
Türkiye’nin NATO’ya üye olmasından (1952) sonra dostları da
çoğalmıştır. Türkiye, sosyalist dünyaya karşı kapitalist
dünyanın cephe ülkesi olmuştur. Kapitalist dünyanın başkaca
uluslararası örgütlerine de üye olan Türkiye’nin “değerli”
yalnızlığı tarihe karışmıştır.
Türkiye’nin
artık kendi başına bir ulusal güvenlik politikası geliştirmeye
ihtiyacı yoktur. Çünkü NATO, bu görevi üstlenmiştir. NATO’nun
ulusal güvenlik politikası da Amerikan emperyalizminin dünya
çapında çıkarlarını koruyan “ulusal” güvenlik
politikasıdır.
Dünyanın
öbür tarafıyla, sosyalist, sonra da revizyonist kampla ilişkiler,
kapitalist dünyanın, daha doğrusu Amerikan emperyalizminin
çıkarları uygun düştüğü kadarıyla sınırlı kalmıştır.
Türk
burjuvazisi bu dostluğun ne menem bir dostluk olduğunu Kıbrıs
sorununda yaşamıştır. Türk burjuvazisi Kıbrıs harekatıyla,
başta ABD olmak üzere Batı dünyasının önde gelen ülkelerini
karşısına almıştır. Harekattan dolayı ambargoya maruz kalan
Türkiye, dış ilişkilerde dostluğun değil, çıkarların
belirleyici olduğunu görmüştür.
Ama
bu ambargodan dolayı pek de “değerli” yalnızlık yaşamamıştır.
Emperyalizm bir biçimde istediğini alıyor, ulusal güvenlik NATO
tarafından sağlanıyor sürecinde bağımlılık devam etmiştir.
Revizyonist
blokun yıkılmasıyla Türkiye’nin uluslararası ilişkileri daha
da çeşitlenmiştir. Türk burjuvazisi bin sene önce ayrıldığı
topraklarda kardeşleriyle kucaklaşmıştır.
Ancak
AKP’nin, iktidara gelmesini çok isteyen ABD ve Avrupalı
dostlarıyla ilişkiler, belli bir zaman sonra, Erdoğan’ın
“ulusal” çıkar lafını sürekli dillendirmeye ve ikide bir
“ey” çekmeye başlamasından sonra bozulmaya başlamıştır.
Ne
oldu da Türkiye “değerli,” yalnızlığa sürüklendi?
Özellikle
15 Temmuz darbe girişimi (2016) bitlenmiş Türk
burjuvazisinin/sermayesinin “ulusallık” adına çıkarlarını
yoğun, istikrarlı ve saldırgan bir biçimde savunmaya yönelmesinin
tetikçisi oldu. Diktatör Erdoğan önderliğinde bu darbe
girişimiyle hesaplaşma adına yeni bir ulusal güvenlik konzepti
geliştirildi. Söylenen şuydu: Türkiye'nin ulusal güvenliği
müttefiklerine, NATO’ya teslim edilemez. Ulusal güvenliğimizi
sağlamak için kuşatmayı, kuşatılmışlığı yarmalıyız,
düşmanı sınırlarımız içinde değil, sınır dışında,
neredeyse orada imha etmeliyiz. Ulusal çıkarlarımız için
mücadele etmeliyiz. Kuruluş dönemi tarihimizle hesaplaşmalıyız;
Lozan’ın sınırları içinde kalamayız; Misak-ı Milli
gerçekleştirilmelidir vs. Bu türeden açıklamalarla faşist
Erdoğan yeni ulusal güvenlik politikasını gerçekleştirmeye
başladı; Rojava’nın bir kısmını işgal edildi, geriye kalanı
kısmını da ABD ve Rusya ile işbirliği içinde yaparak tasfiye
edildi. Güney Kürdistan’da girip-çıkma yerine kalıcı üsler
kurma süreci başlatıldı ve bu süreç devam ediyor.
Gecikmeli
olarak Doğu Akdeniz’e ve Libya’ya
müdahil olundu.
Libya’da Sarrac hükumetiyle
“Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılması”
anlaşmasını imzalandı.
Bu anlaşmaya dayanarak Doğu Akdeniz’in paylaşımına gecikmeli
müdahil olundu.
Türk
burjuvazisi, AB kaynaklı (şimdi sahiplenilmezse de) paylaşımı
(Yunanistan lehine harita) reddederek, Libya ile yapılan
anlaşma/deniz komşuluğu esası üzerinde belirlenen alanda hak
sahipliğini ilan etti. Bu alanda doğal gaz ve petrol aramalarını
ve sondaj çalışmalarını aralıksız sürdürüyor. Deniz
kuvvetlerinin koruması altında sürdürülen bu çalışmayı
engellemenin Türkiye'nin ulusal çıkarlarına göz dikme olarak
algılıyor ve bu sahayı korumak için savaşa hazır olduğunu da
sürekli açıklıyor.
Erdoğan-Davutoğlu
ikilisi “komşularla sıfır sorunlu” dış politikayı
komşularla çok sorunlu dış politika olarak geliştirdiler. Bu
politika şimdi tavan yaptı.
Neden
böyle oldu?
Erdoğan-Davutoğlu’nun,
şimdi de Erdoğan'ın
beceriksizliğinden dolayı mı böyle oldu? Bu anlayışı, başta
CHP olmak üzere burjuva muhalefet sürekli dile getirmektedir.
Dış politikanın bu yöne
evrilmesinin nedeni Türk tekelci
sermayesinin gelişmesinde, saldırganlaşmasında,
ilhak arayışında, emperyalist
politika gütmesinde aramak gerekir. Bu politikadan dolayı Türkiye
“değerli” yalnızlık içindedir.
Şimdi,
Doğu Akdeniz’e kıyıdaş olan, iç savaştan
dolayı Suriye hariç,
Lübnan, İsrail, Mısır, Kıbrıs Rum kesimi gibi ülkelerin Doğu
Akdeniz’i kendi aralarında paylaşmaları ve Türkiye'yi
Antalya körfezine mahkum etmeleri -böyle bir paylaşımın maddi
zemininin olamayacağından bağımsız olarak- Türk tekelci
burjuvazisi/sermayesi açısından kabul edilir bir durum değildi.
Bu durumda bu ülkelerin Türkiye ile dost olmalarını beklemek
abesle
iştigal
etmek anlamına gelir. Buna bir de Libya’daki Türkiye
varlığı eklenince Türkiye’ye “değerli” yalnızlıktan
başka bir şey
kalmıyordu.
Türkiye,
artık eski Türkiye değildir. Ancak, ABD’ye AB’ye dikleniyor
diye anti-emperyalist mücadele veriyor diye düşünmek de olsa olsa
küçük burjuva avanaklığı, dar kafalılığı olabilir. Türkiye,
kabul edelim veya etmeyelim geliştirdiği yeni ulusal güvenlik
politikasına göre “ulusal” çıkar peşinde emperyalist
politika geliştirmekte ve uygulamaya çalışmaktadır. Bunun pratik
anlamı, işgal ve ilhaktır; sömürgeci çıkarlar için
savaşmaktır.
Şimdilik
daha ziyade kapalı olarak ABD, açıktan Fransa ve Almanya
önderliğinde AB ve Doğu Akdeniz’e kıyıdaş ülkeler (Kıbrıs
Türk kesimi hariç) Türkiye’nin karşısında yer alıyorlar. Bu
rekabette ABD’nin neden orada olduğu anlaşılır, ne de olsa hala
bir dünya gücü, dünya hegemonyası için jeostratejik olarak Doğu
Akdeniz onun için çok önemli. Kimse davet etmese de zorun “daveti”
ile orada olur.
Peki,
AB’ye ne oluyor? AB’nin birçok ülkesi, bırakalım Doğu
Akdeniz’i, Akdeniz’e bile kıyıdaş değildir. Ama AB, mutlaka
orada olmak istiyor. O halde Doğu Akdeniz ve tabii ki Libya, AB için
çok önemli olması gerekir. Ancak AB, iç çelişkileri/rekabeti
olan, bu çelişkilerde bir denge, uzlaşma sağlandığında var
olabilen, politika üretebilen bir ekonomik entegrasyondur.
İngiltere’nin üye olduğu dönemde AB içinde başı çeken
Almanya, Fransa ve İngiltere idi. Şimdi Almanya ve Fransa AB’in
politikalarını belirliyorlar, o da kendi aralarında
uzlaştıklarında. AB, AB’nin deniz alanını belirlemek, doğu
Akdeniz’i kendi deniz sahasına katmak için orada. Aslında
Almanya’nın ve Fransa’nın çıkarı için orada. Bunun yolu da
Yunanistan üzerinden yürütülen politikadır. Yunanistan’ın
Doğu Akdeniz’de attığı her adım Fransa ve Almanya kontrollü
adımdır. Bu nedenle Türkiye’nin Yunanistan'a verdiği cevap da
AB’ye; Fransa ve Almanya’ya verilen mesajdır.
Sessizliğini
hala sürdüren iki ülke var; Rusya ve Çin. Çin soruna nasıl
müdahil olur, bunu önümüzdeki dönemde göreceğiz. Ancak Rusya,
en azından Suriye üzerinden Doğu Akdeniz’de.
Bu
güçler ilişkisi, saflaşma Türkiye’nin “değerli”
yalnızlığının maddi zeminini
oluşturmaktadır. Bunun nedeni
ne diktatör
Erdoğan
ve ne
de mevcut hükümettir.
Kılıçdaroğlu
Cumhurbaşkanı
ve hükümet
de CHP hükümeti olsaydı durum değişik mi olacaktı? Veya ilk
seçimde iktidar değişirse
durum değişecek mi? Veya
çok mu değişecek? Faşist
diktatörlük, Doğu Akdeniz’den, Libya’dan, Rojava’dan, Güney
Kürdistan’dan çekilecek mi?
Veya CHP
tek başına iktidar
olunca Kürdistan’da, Libya’da, Doğu
Akdeniz’den çekilecek mi? Burjuvazinin hangi partisi iktidar
olursa
olsun aynı
politikayı uygulamakla karşı karşıyadır.
Sorunu
doğrudan diktatör Erdoğan
politikasında
değil de, Türk
tekelci burjuvazisinin/sermayesinin
politikasında aramak doğru olandır. Erdoğan,
faşist bir uygulayıcıdır.
Şüphesiz ki, bu onun masum
olduğunu
göstermez. Çok
yaygın
bir biçimde kullanılan Türk
burjuvazisinin Erdoğan nezdinde kişiselleştirilmesi
yanlıştır.
Yaratılan algı şu: Erdoğan
gitsin de nasıl giderse gitsin; onun gitmesi için
kaç kere ekonomik krize bel bağlanmıştır, hatırlamıyorum. Ama
Erdoğan
gidince ne olacak? Türk
tekelci burjuvazisinin “masum” olduğu mu açığa çıkacak?
Yani burjuvazinin aslında böyle bir politikası yoktur,
yapılanların tek sorumlusu Erdoğan’dır mı denmek isteniyor?
Erdoğan gidince demokrasi
mi gelecek, özgürlük
mü gelecek? Veya faşist
diktatörlük yıkılmış mı olacak? Sınıfsallıktan
kopuk bir politika ancak bu kadar olur. 10 kere, 20 kere Erdoğan,
ancak bir kere Türk tekelci burjuvazisi, Türk tekelci sermayesinin
çıkarları dillendirilirse bunun sonucu Erdoğan
ile düello olur.
Olan da bu.
Çıkarların
bu denli çatıştığı bir alanda Türk burjuvazisinin dostlarını
çoğaltması pek mümkün gözükmüyor. Karşı cephede ABD ve AB
yer alıyor. Türkiye cephesinde Kıbrıs Türk kesimi ve Sarrac
hükümeti yer alıyor. Sadece Rusya sessizliğini koruyor.
Jeopolitik
mantık/akıl ne diyor?
Doğu
Akdeniz de dahil Ortadoğu’da dünya hakimiyeti jeopolitikasına
uygun jeostrateji hem ABD ve hem de Rusya için Türkiye’yi elde
tutmayı kaçınılmaz kılıyor. Bu konuyu birçok yazımda işledim.
Burada kısaca şunu söylemek isterim:
1-Doğu
Akdeniz’de enerji paylaşımı Türkiye’siz olmaz.
2-Rusya’yı
çevreleme stratejisinde Amerikan emperyalizmi Türkiye’siz amacına
ulaşamaz. Çevreleme stratejisi Edirne-Kars arasında kopmuş
olur. Dedeağaç’ta (Yunanistan) kurulacak Amerikan üs ile de bu
açık kapatılamaz.
3-Rusya,
Türkiye’yi kazanmakla bu hatta ABD tarafından çevrelenmeyi
kırmış olacaktır. Bunun ötesinde boğazlardan savaş gemilerini
sorunsuz geçirebilecektir. Aksi taktirde Doğu Akdeniz’e savaş
gemisi getirmek için kuzey kutbu da dahil Okyanusları kullanmak
zorunda kalacaktır.
Sadeleştirildiğinde
bu noktalar açığa çıkıyor. Ayrıntılı analiz edildiğinde
daha başka nedenler de ele alınabilir. Ama düğüm noktaları
bunlar.
Revizyonist
kampın dağılmasından sonra oluşan çok rekabetli dünya
“düzeni”, Çin’in sadece bir rekabet merkezi olmaktan çıkarak
Amerikan emperyalizminin dünya hakimiyeti tahtına göz dikmesi;
Amerikan emperyalizmine meydan okuyacak duruma gelmesi, çok
rekabetli dünya “düzeni”nde ülkeler arası ilişkilerde yeni
gelişmelerin habercisidir; şimdiye kadar uluslararası ilişkilerde
ittifaksızlaşma eğilimi yerini ittifaklaşma eğilimine bırakma
sürecine girmiştir. Dünya düzeni, ABD-Çin rekabeti ekseninde
yeniden şekillenme sürecine giriyor. Bugün ABD-Rusya rekabeti
yerini ABD-Çin rekabetine bırakacaktır. Rusya’nın nerede yer
alacağı ayrı bir konu. Ancak, gelişmenin yönü ABD-Çin rekabeti
doğrultusundadır.
Doğu
Akdeniz, şu anda önde gelen emperyalist ülkelerin ve kıyıdaş
ülkelerin donanmasıyla dolup taşmış durumda. Doğu Akdeniz,
Çin’in öne fırlamasıyla dünya jeopolitikasının yeniden
şekillendirilmeye başlayacağı ilk alan olabilir. Burada dünya
jeopolitikası oluşturma yeteneğine sahip her ülke (bu durumda ABD
ve Rusya, Çin de ben geliyorum diyor), oluşturacağı jeopoitikanın
bölgesel ayağındaki jeostratejisini belirlerken ilk elde edilmesi,
elde tutulması, rakibe kaptırılmaması gereken sahanın Türkiye
olduğunu gözden kaçıramaz. Jeopolitik akıl bunu gösteriyor. Bu
nedenle, salt bu nedenle Doğu Akdeniz’de gerek ABD ve gerekse de
Rusya Türkiye'nin çıkarlarını göz önünde tutacaklardır,
tutmak zorunda kalacaklardır. Ancak, Türkiye oyunu Suriye’de,
Rojava’da olduğu gibi, yerine göre ABD ile, yerine göre Rusya
ile sürdürme (sarkaç taktiği) şansına pek sahip olmayabilir; ya
birinin yanında veya da diğerinin yanında yer almakla karşı
karşıya kalabilir. Bunu göreceğiz.
ABD
ister ki, Türkiye eski Türkiye olsun; Amerikan çıkarlarına
hizmet eden, NATO’yu ulusal güvenlik şemsiyesi olarak gören,
sesini çıkartmayan bir Türkiye.
Rusya
ister ki, Türkiye NATO’da kalarak onu yıpratsın, Rusya’nın
ABD-NATO tarafından çevrelenmesini Anadolu’da kesintiye
uğratsın.
Ancak,
her iki ülke de, buna AB’yi de ekleyebiliriz, Türkiye’nin
edilgen bir ülke olmaktan çıkarak etkin bir ülke olma sürecinde
bayağı yol katettiğinin farkındalar. Bu nedenle Türkiye’nin
“ulusal” çıkar olarak ne dillendiriyorsa onu dikkate almak
zorunda kalıyorlar. Bunun en tipik gerçekleşmesini Rojava’da
görüyoruz.
ABD
ve Rusya’nın olduğu yerde, özellikle de Doğu Akdeniz’de
AB’nin bu alanı AB deniz alanına çevirmek için manevraları
boşa çıkar; Macron da, burjuva basında söylendiği gibi “çakma
Napolyon” olmaya mahkum olur.
“Grande
nation” “petit nation” olmuş, ama Macron bunun farkında
değil.
Irkçı,
faşist emekli generallere
gün doğdu. Dere tepe düz
gidiyorlar; 7/24 savaş
çığırtkanlığı yapıyorlar.
Sağı solu işgal ve ilhak etmek için kışkırtıyorlar. Şüphesiz
bu ırkçı ve faşistler generaller bu kışkırtıcılığı
rejimle koordineli yapıyorlar. Bıraksanız turancılıkta Enver
Paşa’yı fersah fersah geride bırakıp birkaç gün içinde Çin
Seddine, Kazan üzerinden Yakutistan’a ve Kamçatka’ya
varacaklar. Avrupa’da Viyana kapılarına yeniden dayanacaklar,
Afrika’da Zanzibar adasına kadar uzanacaklar. Bu güruhun Türk
işçi sınıfı ve emekçi yığınları, dar anlamda Türk ulusunu
bu emperyalist politikaya, savaşa
hazırlamada önemli bir rol
oynamadıkları, Türk şovenizmini beslemedikleri söylenemez.
Ancak her şey,
bu generallerin dediği gibi değil. Yani Türk
burjuvazisi açısından her şey yolunda olarak görülemez. İşin
sonunda maskara olmak da var: Silahlı güçler Güney Kürdistan’da,
Rojava’da, Doğu Akdeniz ve Libya’da doğrudan sıcak çatışma
içinde veya savaşa hazır durumda. Azerbaycan-Ermenistan
gerginliğini saymazsak toplam 4 cephe. Güçlerin bu dağılımından
dolayı Libya ve Doğu Akdeniz, Türk burjuvazisi için kabusa da
dönüşebilir.