deneme

26 Haziran 2000 Pazartesi

ABD-AB REKABETİ ASKERİ ALANDA DA KESKİNLEŞİYOR

Bu rekabetin tohumları II. Dünya Savaşı sonrasında ekilmişti. Savaşta galip çıkan ve yeni kurulmakta olan sosyalist dünya sistemi karşısında “özgür” dünyanın; kapitalist dünyanın jandarmalığını üstlenen ABD, birçok Avrupa ülkesini de yanına alarak NATO’yu kurdu. ‘50’li yılların ikinci yarısında oluşan, şimdiki adıyla AB, kendi kimliği ve savunması amacıyla Batı Avrupa Birliği’ni (BAB) kurdu. Sonraları bunun ölü doğmuş bir askeri yapılaşma olduğu anlaşıldı. BAB, revizyonist bloğun dağılmasından sonra yeniden canlandırılmaya çalışıldıysa da, zamanla bundan vazgeçildi ve şimdi “Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği”(AGSK) projesi geliştirilmeye çalışılıyor.

AB, sadece askeri alanda değil, iktisadi ve siyasi alanda da Amerikan emperyalizminin şemsiyesi altında gelişti. Amerikan emperyalizminin ve Sovyet sosyal emperyalizminin dünya hegemonyası için rekabeti sürecinde Avrupa’nın emperyalist ülkeleri, ABD’nin “koltuğu altında” “barışçıl” gelişme ve büyümelerini sürdürdüler. Bu dönemde dünya iki süper güçlüydü, iki kutupluydu, ama çok merkezliydi; ABD, Batı Avrupa, revizyonist blok, Japonya. Revizyonist blok ve Sovyetler Birliği’nin çökmesinden/dağılmasından sonra (1989/91), NATO’nun o döneme özgü olan misyonu tartışılır oldu. NATO, sosyalist dünya sistemine karşı kurulmuş bir askeri ittifaktı. Bu ittifak varlığını, Sovyetler Birliği’nde kapitalizmin yeniden inşa sürecine girilmesinden sonra (1956’dan sonra) “özgür” dünyayı revizyonist bloğa karşı korumak için sürdürdü. Bu bloğun çökmesiyle Varşova Paktı da dağılmış oldu. Ve bu paktın dağılmasıyla birlikte NATO’nun da geleceği tartışılmaya başlandı. Soğuk savaş döneminin bir kuruluşu olan NATO, varoluş koşulları ortadan kalktığı için işlevsizleşme/önemsizleşme sürecine girmişti.

Bu dönem; geçen yüzyılın ‘90’lı yıllarının başından itibaren günümüze kadar olan dönem, dünya çapında etkisini göstermeye başlayan başka gelişmelerin de tam anlamıyla şekillendiğini gösterdi; iki kutupluluk özelliğini geride bırakan dünyada çok merkezlilik ve bunun çelişkileri ön plana çıktı: ABD, AB, Japonya, Rusya. Bu merkezlerin her birinin kendi hesabına hareket etme eğilimleri daha belirgin oldu. Bu durum, özellikle AB için dana çok geçerlidir. En çok ABD-AB ilişkilerinde bu gelişme görülmektedir. ABD ve AB arasındaki geçen yüzyılın ‘50’li yıllarından bu yana süren “kardeş” kavgaları, ticari “savaşlar”, o örtülü rekabet, yerini, bu iki merkez arasındaki dünya hegemonyası için emperyalist güçler arası örtüsüz rekabete bıraktı. AB, askeri alanda da ABD’den bağımsız hareket etme eğilimini güçlü bir şekilde ortaya koydu. Ama o, askeri alanda ABD karşısında bir hiç kadar güçlü olduğunu da biliyordu. Amerikan emperyalizmi, AB’nin ayrı bir askeri güç olma çabası doğrultusundaki NATO içinde ve dışında (AB çerçevesinde) sürdürdüğü ve sürdürmek istediği tartışmaları yönlendirmeye çalıştı. Öyle ki ABD, AB ile yeni bir askeri güç kurma adı altında yeni bir bürokrasi kuruyorsunuz diye alay bile etti. Ama AB’nin emperyalistleri, düşüncelerinde ısrarlı oldular. Nasıl olmasınlar ki? Balkanlardaki son savaş –Kosova- ABD’nin ve AB’nin askeri çapını bir kez daha ortaya koymuştu. ABD ve NATO olmaksızın AB’nin askeri olarak bir hiç olduğu son olarak Balkanlarda görüldü.

İktisadi bir entegrasyon olan AB, henüz siyasi bir entegrasyon olmadan, askeri entegrasyonunu potansiyel veri olmaktan çıkartarak mevcutlaştırmadan; var olan bir askeri güce dönüştürmeden dünya çapındaki emperyalistler arası dalaşta sonuç alamayacağını gördü. Bu nedenle; ABD’nin, Rusya’nın ve belli bir zaman sonra Çin’in yanı sıra dünya politikasının şekillenmesine veya şekillendirilmesine “katkı”da bulunmak için AB, adı masum görünen AGSK’yı, ama anlamı canavarca olan “Avrupa Ordusu“nu kurma kararı aldı. Şimdilik, “haydi” dendiğinde çokuluslu 60 bin kişilik bir müdahale ordusu olacak.

Helsinki zirvesinde alınan karar doğrultusunda tartışma sürdürülüyor. Bu toplantıda 60 bin kişi kapasiteli, barışı koruyan (!) misyonlu bir acil müdahale ordusunun oluşturulması kararlaştırılmıştı. Şimdi, 1996’da alınan NATO kararından; ‘NATO’dan “ayrışan” veya “ayrışmayan” bir Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği’ anlayışından kopuş da artık tartışma götürmez bir gerçeklik oldu; AB, askeri alanda da kendi yolunda, kendi çıkarları doğrultusunda hareket etme kararı aldı.

Amacın ne olduğunu ve ABD-AB arasındaki askeri ayrı örgütlenme çelişkisinin hangi çerçevede geliştiğini NATO’nun eski Genel Sekreteri ve şimdi AB dış politika temsilcisi J. Solana, “Der Spiegel” dergisi ile yaptığı bir söyleşide (Nr. 25, 19.6.2000, syf. 198-201) şöyle açıklıyor:

“BM’in barışı sürdürme tedbirlerindeki zorluklarına bakınız. Az sayıda ülke, dünya çapında (müdahale) için birlikleri hazır tutuyor. Tek tek Avrupa ülkeleri, Sierra Leone, Lübnan, Doğu Timor’da olduğu gibi, barışı sürdürme eylemlerine katılıyorlar. Zaman olur ki, müdahale bir bütün olarak AB için soz konusu olur. Ama başlangıçta daha ziyade kendi çevremizle ilgilenmeliyiz”.

“Üç müdahale olanağı var: katışıksız NATO müdahalesi; NATO tesislerinin kullanıldığı Avrupa önderliğindeki müdahale ve NATO’nun hiç katılmadığı müdahale”.

AB’nin çevresinde ne var ki, öncelikle burayla ilgilenmek isteniliyor? AB'’in çevresinde Balkanlar var. AB’yi Türkiye’ye, Kıbrıs’a kadar uzatırsak, çevresinde Ortadoğu var, Kafkasya bölgesi, Hazar Havzası var. İspanya’dan sonra kuzey Afrika ülkeleri var. Bunun ötesinde AKP(Afrika-Karayibler-Pasifik) ülkeleri (Lome anlaşmalarıyla AB’ye bağımlı, çoğunlukla eski İngiliz ve Fransız sömürgeleri) var. Toplam 50 kadar ülke. AB’nin ilgilenmek zorunda olduğu çevre, daha doğrusu “çevresi” bu denli geniş. Yani şu veya bu şekilde bütün dünya AB’nin çevresi konumunda. Demek ki masum AGSK, canavar adıyla “Avrupa Ordusu” bütün dünya ile “ilgilenmek” istiyor. AB, askeri olarak, nerede bir sorun varsa orada, nerede bir sorun çıkıyorsa veya çıkartılıyorsa orda olmak istiyor. Sermayesinin, diplomasisinin yanı sıra topuyla tüfeğiyle, oluşturacağı yıkıcı, ilhakçı, işgalci askeri gücüyle orada olmak istiyor. AB, Balkanların stratejik konumunu askeri gücüyle de elinde tutmaya yöneliyor. Ortadoğu’da petrol için her zaman savaşılacağını biliyor ve buna şimdiden hazırlanmak istiyor. Kafkasya’da, Hazar bölgesinde kimin (Rusya-ABD) kazanacağı henüz belli değil. AB, orada da var olmak içen salt sermayenin yeterli olmadığını görüyor. Bunun için askeri güç gerekiyor ve o, bunun hazırlığı içinde. AKP ülkelerine ve dolayısıyla çevresine müdahalede başı çekmek istiyor. BM’e , şu veya bu ülkenin askerine değil, kendi ordusuna güvenerek hareket etmek istiyor.

AB de, Marks’ın dediği gibi, “her başlangıcın zor olduğunu” biliyor. Aynı zamanda, bu başlangıcın kaçınılmaz olduğunu da biliyor. Sürdürülen rekabet, küçük çaplı değil, dünya çapında. Söz konusu olan, dünya çapında bir hegemonya mücadelesi. Söz konusu olan, Avrupa tekellerinin, Avrupa kökenli sermayenin uluslar arası planda önünün açılmasıdır. Sermaye hareketi, rekabet, Avrupa emperyalistleri için “Avrupa Ordusu”nu kaçınılmaz kılıyor. Solana bunu söylüyor.

Ama Solana, aynı zamanda, ABD ile, NATO ile ilişkilerin kesilmediğini, yakın gelecekte de kesilmeyeceğini söylüyor: salt NATO müdahalesi, NATO olanaklarının kullanıldığı Avrupa önderliğindeki müdahale ve NATO’nun katılmadığı müdahale!

AB’nin, Kosova savaşından bu yana tartıştığı konu veya ABD ile AB arasında askeri ilişkilerdeki çelişki, AGSK’nın “Atlantik” eksenle mi yoksa “Gaullist” (Fransa ve de İngiltere) eksenli mi olup olmayacağı noktasındaydı. Atlantik eksenli bir AGSK, açık ki NATO, dolayısıyla da ABD eksenli olacak ve kaçınılmaz olarak da Amerikan emperyalizmi güdümlü kalacak. Gaullist eksenli bir AGSK, NATO’dan, Amerikan emperyalizminden kopuşun açık bir ifadesidir. Bu kopuşla AB, “Avrupa Ordusu”nu geliştirecek, dünya çapında askeri bir güç olmanın temellerini atmış olacak. Gaullist eksenli bir AGSK’de Fransa’nın rolü önemlidir. Fransa, eskiden beri NATO içinde ve dışında ABD’ye karşı mesafeli bir tavır almıştı. Bu tavır şimdi, en açık bir biçimde bu konuda ifadesini buluyor.

NATO Genel Sekreteri Robertson, Amerikan emperyalizminin çıkarlarını ifade ederek, Atlantik eksenli bir AGSK’nin NATO’yu güçlendiren bir girişim olacağını açıklıyor. Neredeyse böyle bir girişimi selamlayacak! Robertson ve Amerikan emperyalizminin üzerinde durduğu konu üç İ’dir: “Improvement”, “Inclusiveness” ve “Indivisibility”. “Improvement” ile kastedilen, AB ülkelerinin, silahlanma çabalarını NATO’nun askeri yeteneklerinin hizmetine sunmalarıdır. “Inclusiveness” ile kastedilen, öncelikle, AB üyesi olmayan (Türkiye, Norveç, İzlanda, Macaristan ve Çek Cumhuriyeti) NATO üyesi ülkeler, AGSK’ye tam üye olarak katılmalarıdır. “Indivisibility” ile kastedilen de, Avrupa eksenli müdahale, ancak NATO, bir bütün olarak müdahale etmek istemezse söz konusu alacaktır.

Atlantik eksenli AGSK’den Amerikan emperyalizmi ve NATO’nun anlamak istediği bu üç I, yani Amerikan emperyalizmine ve dolayısıyla onun güdümünde olan NATO'’a bağımlılık ve Amerikan emperyalizminin çıkarlarının gerekli gördüğü yerde savaşmaktır.

Gaullist eksenli; salt AB eksenli AGSK ise, ABD’den ve NATO’dan askeri olarak kopuş ve yeni bir askeri kurumlaşmaya gitmek anlamına gelmektedir.

ABD ve AB arasındaki bu it dalaşında iki ülkenin konumu dikkati çekiyor. Bu ülkelerden birisi İngiltere, diğeri de Türkiye’dir. İngiltere, “üzerinde güneş batmayan Büyük Britanya İmparatorluğu’nun” yeniden kurulamayacağını II. Dünya Savaşı sonrasında anladıktan sonra, dünya politik arenasında devamlı Amerikan emperyalizmiyle anlaşmalı hareket etmişti. Bu, İngiltere’nin körü körüne ABD’ye bağımlı olduğu anlamına gelmez. Nihayetinde İngiltere, emperyalist bir ülkedir ve kendi çıkarlarını geçerli kılmayı esas alır. AGSK konusunda bu ülke, ABD ile AB arasında git-gel tavrı almadı. Fransa’nın yanı sıra Gaullist eksenli bir AGSK’nın gerçekleştirilmesinin baş destekçisi oldu. Anlaşılan o ki, bir Avrupa ordusunun kurulması durumunda bu orduda aktif konumda olmak istiyor ve bu ordu bayrağı altında engin denizlere açılmayı yeğliyor.

Türkiye ise, BAB’da eşik hakka sahip ve AB aday üyesi olduğundan hareketle AGSK’da karar alma organlarına eşit haklı olarak katılmayı talep ediyor. AB ise, NATO üyesi olup da tam AB üyesi olmayan ülkeleri AGSK’nın karar verme organlarından dışlıyor. Türkiye, ‘benim iradem hiçe sayılırsa, askerimi NATO güdümlü Avrupa önderlikli müdahaleye vermem’ diyor. Bu konuda duyulan rahatsızlık nota vermeye kadar götürüldü. Türkiye, bu konunun dikkate alınması için 11 AB ülkesine nota verdi. Ama AB, Feira’daki (Portekiz) toplantısında, NATO üyesi olup da AB üyesi olmayan ülkeleri, dolayısıyla Türkiye’yi de AGSK karar alma organlarından dışladığını açıkladı.

Türkiye, vetosu ile neyi engelleyebilir? AB eksenli müdahalenin NATO olanaklarını kullanarak gerçekleştirilmesini. Aslında bu veto konusu, sorunun tali yönü. Belirleyici olan, Türkiye’nin jeostratejik konumu. Türkiye, bu konumu üzerine oynuyor ve ‘beni, bu konumumdan dolayı AB’ye aday üye yaptınız, şimdi de aynı konumumdan dolayı AGSK’da tam yetkili’ olmam gerekir diyor.

NATO, müdahale için 16 olası senaryo tespit etmiş. Bunun 13’ü Türkiye’nin çevresinde. AB, önce kendi çevremizle ilgileneceğiz diyor. Ve Türkiye ve çevresi, AB’nin çevresi içinde. Salt NATO üyesi olarak faşist diktatörlük, kendi çevresine müdahale eden ve kendini dışlayan, yani rakip konumda olan bir AGSK’yı reddediyor. Böyle bir olasılığın gerçeklik olmasından ürküyor. Böyle bir olasılığın gerçeklik olması, Balkanlarda, Ortadoğu ve Kafkasya/Hazar bölgesinde ABD ve AB’nin birer askeri güç olarak da karşı karşıya gelmeleri anlamına gelir.

Türk devleti, ABD’nin de desteğiyle (çünkü o da aynı görüşte) AGSK’da tam yetkili bir üye olmak istiyor. Böylelikle, bir taraftan her iki tarafın rekabetinden yararlanacak ve aynı zamanda da geleceğin Avrupa ordusu içinde Amerikan emperyalizminin “beşinci kolu” rolünü üstlenmiş olacak. Türkiye’nin bu rolü üstleneceğini, üstlenebileceğini AB de biliyor.

Sonuç itibariyle:

AB’nin bağımsız ordu kurma çabası sürecek. Tartışmaların yönünün bugün böyle, yarın başka türlü olması, inişli-çıkışlı olması sürecin kendine özgü olan sorunlarıyla; ABD-AB arasındaki çelişkilerin ortaya koyduğu sorunlarla/zorluklarla ilgilidir. Rekabet gücüne sahip olmak ve dünya hegemonyası için mücadelede geri kalmak istemeyen AB, tekellerinin çıkarı gereği kendi ordusunu, er veya geç kuracaktır.