Kıbrıs adasının ikiye bölünmüşlüğü bir gerçekliktir. İstense de istenmese de, adanın kuzeyinde ve güneyinde iki hükümet, iki devlet var. Kuzeydeki devlet, ada Türklerini, güneydeki de Rumlarını temsil ediyor.
Kıbrıs’ta iç kargaşaların başlamasından 1974’e kadar taraflar birbirlerine sürekli el ense çektiler, yani birbirlerinin gırtlağına yapıştılar ve oluk oluk kan akıttılar. 1974’te Türkiye’nin, garantörlük hakkına dayanarak askeri müdahalede bulunması ve adanın kuzey kısmını işgal etmesi sonucunda ada, de facto (fiilen) ikiye bölündü. O günden bu güne adada taraflar arasında silahlı çatışma olmadı, ama toplumların yeniden birleşmesi ve yeniden tek devlet kurmaları için hiç adım atılmadı. Güya bu amaç doğrultusunda atılan adımların hepsi, iki toplumun birleşmesini engellemeye hizmet etti. Bu arada hiç kimse, taraflardan hiç birisi, ada Türklerine ve Rumlarına, ne düşündüklerini, nasıl bir çözümden yana olduklarını sormadı, ama ada halkını etnik farklılık temelinde birbirine düşman etmek için her yola başvuruldu. Adanın ikiyi bölünmesinden bu yana yeni nesil yetişti. Bu neslin mensupları, birbirlerini tanımıyorlar, beraber yaşamanın zorluklarını ve avantajlarını bilmiyorlar. Kıbrıslı olarak değil, Türk ve Rum olarak yetişen bir nesil. Her iki tarafın kendi toplumu, kendi siyasi anlayışı doğrultusunda yetiştirdiği nesil.
Birlikten yana olan güçlerin zayıflığından dolayı da etnik temelde biçimlendirme doludizgin gelişti.
Kıbrıs, stratejik konumundan dolayı, sürekli, emperyalist ülkelerin de göz diktikleri alanlardan birisi olagelmiştir. Kıbrıs adası, ne de olsa, batmayan bir gemi ve Ortadoğu ve arkasında ve güneyinde ve kuzeyinde kalan bölgeler için kapı eşiği durumunda. Kıbrıs, bu özelliğinden dolayı, emperyalist ülkeler arası rekabetin konusu olduğu için de sorununun çözümsüz kalmasına mahkûm edildi veya bu sorunu, her bir emperyalist güç, kendi çıkarı doğrultusunda çözmek için uğraştı. Şimdiye kadar ki emperyalist “çözüm” çabalarının, aslında çözümsüzlük olduğunu tecrübeler gösterdi.
Kıbrıs “barış” görüşmeleri dönem dönem BM’in (ABD) ve dönem dönem de AB’nin etkisi altında sürdürüldü. Her seferinde her bir emperyalist güç (ABD ve AB), Kıbrıs sorununun çözümü adı altında bölgedeki stratejik çıkarının gereği doğrultusunda hareket etti.
Doğrudan görüşmelerden sonuç alınamadı. Sonra, Helsinki kararları doğrultusunda Türkiye’nin AB’ye aday üyeliği ve Kıbrıs’ın AB’ye üyelik görüşmesi gündeme geldi. AB’nin bu konudaki anlayışı şöyle: “AB Konseyi, adada siyasi bir çözümün Kıbrıs’ın AB’ye üyeliğine yardımcı olacağının altını çizer. Konsey bu konuda ilgili diğer faktörleri de dikkate alır”.
Hikâye! Lastik, istendiği gibi yorumlanabilir, istenilen yöne çekilebilir! Somut olan bir şey yok. Ama verilen mesaj şöyle; Kıbrıs sorunu, AB’nin çıkarları doğrultusunda çözümlenir, aksi taktirde çözümsüzlük, çözüm olur. Bu, ABD’ye bir gönderme. Aynı göndermeyi AB de, ABD’den alıyor.
Emperyalist güçler, kendi çıkarları için oynuyorlar. Bu oyunun peşrevini de Denktaş ve Klerides’e çektiriyorlar. Her iki toplumun bu “temsilci”leri, Cenevre’de üçüncü dolaylı görüşme için bir araya geldiler. Taraflardan hiçbirisi bu görüşmeye istekli gelmedi. Ayrıca, ne ABD ve ne de AB, görüşme heveslisi değil. Taraflar; Türkiye, Yunanistan, Kıbrıs’ın kuzey ve güney kesimleri, ABD ve AB, yıllardan beri tekrarladıkları görüşlerini bir kez daha yinelediler. AB, BM nezdinde sürdürülen görüşmeleri destekliyormuş! BM, Kıbrıs görüşmelerinin AB ile paralel sürdürülmesini doğru buluyormuş! Yunanistan, bir bütün olarak Kıbrıs’ın, güney Kıbrıs hükümeti önderliğinde bir an önce AB ile tam üyelik müzakerelerine başlaması talebini yinelerken, Türkiye de, KKTC’nin -dolaylı da olsa- tanınması talebini yineliyor. Her iki taraf, görüşünde bir milim sapmıyor.
Zaman –haklı veya haksız olmaktan bağımsız olarak- Türk tarafının lehine işliyor. Rum kesimi, federasyona dahi tahammül edemezken, Türk tarafı konfederasyondan bahsediyor ve Türkiye’nin jeostratejik konumundan kaynaklanan önemi, tezinin yabana atılmayacağını gösteriyor.
Cenevre görüşmelerinin sonuçsuz kalacağı daha baştan belliydi. Şimdi ne olacak? Taraflar, üstlerine dönecekler. Bir dahaki görüşmeye kadar, davalarında ne denli “haklı” olduklarını anlatacaklar. Yeniden bir araya gelip aynı görüşlerini tekrarlayacaklar. Ya da, evet ya da sorunun çözümünde ABD, AB’yi veya da AB, ABD’yi dışlayacak. Ama hangisi, hangisini dışlarsa dışlasın, bölgedeki nüfuzunu, Türkiye’ye rağmen sürdürme yolunu izlemeyecek. Yani Türkiye’nin tezi -jeostratejik konumundan dolayı- dolaylı bir şekilde de olsa dikkate alınacak. Bunu ABD, açıkça dile getiriyor. AB’nin de aynı açıklıkta konuşmayacağını kim iddia edebilir? Önce, horlanarak bekleme odasında yıllarca bekletildikten sonra, “demokratik” yönelimi “ani”den keşfedilen Türkiye’ye, Helsinki’de aday üyeliğini veren AB’nin, aynı “ani”liği Kıbrıs konusunda da göstermesi şaşırtıcı olmaz. Veya da şimdiye kadar olduğu gibi, bundan sonra da ABD ve AB, Kıbrıs konusunda yenişemezler ve bilinen çözümsüzlük, çözüm olur. Bu da fiili bölünmüşlüğün daha da pekişmesi ve KKTC’nin Türkiye ile entegrasyonunun derinleşmesi anlamına gelir.
Türk burjuvazisi her iki ihtimali göz önünde tutarak hareket ediyor. Aynı ihtimallerin sonuçlarını Yunanistan da görüyor. Onu rahatsız eden de bu.