GEN
TEKNİĞİ VE FELSEFE
Marksizm- Felsefe ve Yeni Teknoloji -
Peter Sloterdiyk - Friedrich Wilhelm Nietzsche - Alfred
Rosenberg
Dev
adımlarla gelişen gen tekniği, bir dizi sorun ve korkuyu da
beraberinde getiriyor. Birçok hastalığın nedeninin
anlaşılacağından, selektif insan üretileceğinden bahsediliyor.
Gen tekniği, her şeyin "yaratıcısı” olan tanrıyı da
inkar ediyor. Yani sorun felsefe alanına da uzanıyor. Gen
tekniğinin gelişmesi, teknik ile felsefe arasındaki bağı gündeme
getiriyor ve bu nedenle de Nietzsche gibi ırkçı/faşist
ideolojinin felsefi babaları güncelleşiyor.
Bu
ve benzer nedenlerden dolayı bu yazımızda gen tekniğini ve bir
bütün olarak, 21. yüzyıl teknolojileri denen yeni teknolojileri
ele alacağız.
1-
Bilimsel-Teknik Devrim
Bilim
ve teknik, üretici güçler ve üretim ilişkileri arasındaki
ilişkiler perspektifiyle ele alındığında toplumsal görünümler
olarak kavranabilirler. Marks, üretim sürecindeki insanın iki
türden ilişkisini vurgular. Bunlardan birisi, insan ile doğa
arasındaki ilişkidir; burada söz konusu olan, insanların
gereksinimlerini gidermeye yarayan maddi kullanım değerlerinin
üretilmesine yönelik insan emeği. Bu insan-doğa ilişkisinde,
insanın kullandığı bütün araç ve faktörleri Marks, toplumun
üretici güçleri olarak tanımlar. Bu üretici güçler içinde en
önemlisi insandır. Teknik de (makinalar, başka araçlar vs.)
üretici güçlerin bir bileşenidir. Tekniğin yardımıyla insan,
üretimdeki fiziki ve zihni gücünü artırır ve doğa üzerindeki
hakimiyetini güçlendirir ve genişletir. İkinci ilişki ise
insanın doğa ile mücadeleye birey olarak girişmediğini ifade
eder; doğa ile mücadelesinde/ilişkisinde insan, tecrit bir birey
değildir, tersine diğer insanlarla/bireylerle birlikte bir
toplumsal olgudur. Yani insan üretim sürecinde diğer insanlarla
ilişkiye girer. Bu ilişkileri Marks üretim ilişkileri olarak
tanımlar. Bu ilişkilerin; üretim ilişkilerinin karakterini üretim
araçlarının mülkiyeti belirler. Üretim ilişkileri toplumun
sınıfsal yapısını ele verir; üretim araçlarının mülkiyetine
sahip olan sınıf, aynı zamanda siyasi olarak da hakim olan
sınıftır.
Bilimsel-teknik
devrimin toplumsal bir süreç olarak açıklanması için buradan
çıkartılacak sonuç şudur; bilimsel-teknik devrim, üretici
güçlerin gelişmesinin yasal, kaçınılmaz bir sonucudur. Yani
toplum ile doğa arasındaki ilişkilerin olgunlaştığını ifade
eden çelişkilerin yasal ifadesidir. Ama üretimin nedenini ve
sosyal amacını üretici güçlerden hareketle açıklayamayız.
Bilim ve teknik, hangi amaca hizmet edeceklerini kendi kendilerine
belirleyemezler. Bunlar; bilim ve teknik, toplumsal amaçlara
tabidirler ve toplumsal amaçlar da, üretim ilişkilerinden, başka
türlü ifade edecek olursak; siyasi iktidar ilişkilerinden
kaynaklanırlar. Demek oluyor ki bilimsel-teknik ilerleme,
gerçekleştiği toplumsal ilişkilere bağımlılık içinde çok
farklı, birbirine zıt amaçlara hizmet edebilir. Örneğin, hem
insanların ihtiyaçlarını gidermeye hizmet eden kullanım
değerlerinin üretimi, hem de insanları öldürmeye yarayan
silahlar, aynı bilimsel buluşların, aynı teknik gelişmenin
katkısıyla gerçekleştirilmektedir. Demek ki teknik, insanların
hizmetinde olduğu gibi, onların öldürülmelerinin de aracı
olmaktadır. Öyleyse, bilimsel-teknik ilerlemenin amacı, bizzat
bilim ve teknikten hareketle açıklanamaz. Bu amaç, toplumsal
ilişkiler vasıtasıyla açıklanır. Bundan dolayı kapitalizm,
"kötü”lüğünü bilime ve tekniğe değil, kapitalist
üretim ilişkilerine borçludur.
Bilimsel-teknik
ilerlemeden toplumsal gelişmenin süreçleri için doğrudan/dolaysız
sonuçlar çıkartılamaz. Bir toplumsal düzenin bütün temel
özellikleri, siyasi iktidar ilişkilerinde veya mülkiyet
ilişkilerinde aranmalıdır. Ama şüphesiz ki, üretici güçlerin
gelişmesi, belli üretim ilişkilerini gerekli kılar. Örneğin
köleci üretim ilişkilerinde kapitalizme özgü üretici güçleri
aramak abes olur.
Her
halükarda bilimsel-teknik devrim, bugünkü gelişme boyutlarıyla
kapitalist düzenin ömrünü doldurduğunu gösteriyor.
Bilimsel-teknik
devrimden anlaşılması gereken nedir? İnsanlığın, diyelim ki
birkaç on yılda, doğayı kavramada, ona hakim olmada sıçramalı
bir gelişme gösterdiği inkar edilemez bir gerçektir. Bu, aynı
zamanda toplumsal ilerlemeye yeni ve kapsamlı bir ufkun açılmış
olması anlamına gelir. İnsanlık, geçmişte rüyasını bile
göremediği yeni alanlara girmiştir; atomun parçalanması, atom
enerjisi, bioteknik ilerleme, canlı organizmada ırsiliğe
müdahale, elektro-teknik, otomasyon vs. vs. Şimdi de bu gelişmeye,
gen tekniğindeki, nano tekniğindeki ve robot tekniğindeki devasa
ilerlemeler katılmıştır. İnsanlık, bütün bu bilimsel
kazanımların kapitalizmde kâr amacıyla, insanlık aleyhine nasıl
kullanıldığının şahidi olmuştur ve olmaktadır. Bu, insanın
doğa üzerindeki mevcut hakimiyetinin yeni/kapsamlı boyutunun,
toplumsal ilişkilerde devrimci alt üst oluşu kaçınılmaz
kıldığını da göstermektedir. Ama doğaya hakimiyette nitel bir
gelişme; böyle bir durum, ancak ve ancak sosyalizmde mümkündür
ve insanlık buna da şahit olmuştur.
Bilimsel-teknik
bir devrimden bahsedebilmek için en görülür, en belirgin/etkili
değişmelerin dolaysız üretimde gerçekleşiyor olması gerekir.
Bu nedir konusunda genel hakim olan görüş şudur; bilimsel-teknik
devrimin çekirdek süreci, temel yönelimi, üretimde otomasyondur.
Üretimde otomasyon, elektroteknik, bilgisayarı ve başka modern
teknolojileri kapsamına alır. Otomasyon ve elektroteknik, sadece ve
sadece işgücü kullanımını sınırlamak -kronik kitlesel
işsizlik değil- anlamına değil, aynı zamanda, klasik makina,
fabrika, üretim yöntemi anlayışının ve uygulamasının da,
artık tarihe karışıyor olması anlamına gelir. (Bu tarihe
karışma olgusu, bir süreçtir ve emperyalist ülkelerde de oldukça
gelişmiştir). Rekabet gücüne sahip olmak isteyen her işletme ve
ülke, bu yolu tutmak zorundadır. Sanayi devrimi çerçevesinde
zanaatçılıktan makinalı büyük üretime geçiş ne anlama
geliyorsa, bugün otomasyon; elektroteknik/bilgisayar da o anlama
gelmektedir. O dönemde bu geçişin üretici güçlerin bütün
sistemi üzerindeki devrimci etkisi, en önemli üretici güç olan
insan ile üretici güçlerin en devrimci unsuru olan iş araçları
arasındaki ilişkiyi değiştirmesiydi. Bu değişimi bugün de
yaşıyoruz; otomasyon/elektroteknik, yeni makinalar, yeni üretim
olanakları ve yöntemler, üretici güçlerin bütün sistemi
üzerinde devrimci etkisini, en önemli üretici güç olan insan ile
üretici güçlerin en devrimci unsuru olan iş araçları arasındaki
ilişkiyi değiştirmektedir. Bu değişim, bilimsel teknik devrimden
başka bir şey değildir. Sanayi devrimi sürecinde iş araçlarının
devrimci değişimi söz konusuydu. Bugün ise, üretimin bütün
maddi-teknik temellerinin köklü değişimi söz konusudur;
bilimsel-teknik devrim, iş araçlarının, iş nesnelerinin
(hammaddeler, yanı mamul maddeler vs.), enerji kaynaklarının,
üretim yöntemlerinin (teknolojik yöntemlerin) kapsamlı ve kökten
değişimi demektir.
Bilimsel-teknik
devrim, büyük ölçüde yeni iş nesnelerinin kullanımı ve
oluşturulmasıyla karakterize olur. Şimdiye kadarki insanlık
tarihinde kullanılan maddelerin sayısının ve özelliklerinin
oldukça yavaş değiştiğini görüyoruz. Tarım ürünleri, ağaç,
metal, taş vs. Bunlar, doğal maddelerdi ve doğadan kazanıldıkları
gibi kullanılıyorlardı. Kimyanın gelişmesi yeni, yapay
maddelerin kazanımını beraberinde getirdi. Bilimsel buluşlar,
bilimsel-teknik gelişme, yeni maddelerin bulunmasına ve
üretilmesine yol açtı. Örneğin atom enerjisi, enerji
kaynaklarını çeşitlendirdi. Örneğin kimya, yeni hammaddelerin
üretimini olanaklı kıldı. Biyoloji, doğayı, bitki ve hayvan
dünyasını çeşitlendirdi.
Bilimsel-teknik
devrim, aynı zamanda, yeni, oldukça etkili teknik yöntemlerin
kullanılması demektir. Bu, üretimin otomasyonuna, nitel yeni
(önceleri bilinmeyen, yeni bulunan veya yapay olarak üretilen) iş
nesnelerinin kullanımına dayanır. Yeni, oldukça etkili teknik
yöntem, iş araçlarının ve iş nesnelerinin sürekli gelişmesini
kaçınılmaz kılar.
Bilimsel-teknik
ilerleme ile bilimsel-teknik devrim arasında belli bir farklılık
vardır. Teknik ilerleme, insanlık tarihi kadar eskidir. Toplumsal
ilerleme, nihayetinde insanların, işin etkili araç ve nesnelerini
bulmaları ve uygulamaları ve böylece doğa üzerinde
hakimiyetlerini hem pekiştirmeleri ve hem de kapsamlaştırmalarıdır.
Bilimsel-teknik ilerlemenin bir biçimi, bilinen ürünlerin ve
yöntemlerin mükemmelleştirilmesine dayanırken, ikinci biçimi,
tamamen yeni, o zamana kadar bilinmeyen ürünlere ve yöntemlere
dayanır. Bilimsel-teknik ilerlemenin birinci biçimine evrimci
(nicel birikimi ifade eden gelişme), ikinci biçimine de devrimci
(sıçramayı ifade eden gelişme) yol denir.
Bilimsel-teknik
ilerlemeyle bilimde ve teknikte, hem devrimci, hem de evrimci
değişimler ifade edilirken, bilimsel-teknik devrimle devrimci
değişimlerin (sıçramalı gelişmenin) bütünü ifade edilir. Bu
durumda, bilimsel-teknik ilerlemenin bilimsel-teknik devrimden daha
kapsamlı olduğunu, bilimsel-teknik devrimin, bilimsel-teknik
ilerlemenin sadece devrimci değişim biçimini (sıçramalı gelişme
biçimini) kapsadığını görürüz.
2-
21. Yüzyıl Teknolojileri, Bilimsel-Teknik Devrim Olarak Gen Tekniği
Gen
tekniğinin temel ilkesi oldukça basit; irsi istidadın/kalıtımın
taşıyıcısı olan DNA molekülü, deney kabında parçalanır, her
bir parça, eskisinden farklı olarak -eşi olmayan bir biçimde-
yeniden birleştirilir ve sonra, değiştirilmiş olan DNA,
çoğalacağı canlı hücrelere aktarılır. ‘70’li yıllarda
doğan bu teknik, bugün birçok alanda rutin olmuştur ve dev
adımlarla da gelişmektedir. Bu tekniğin
kazanımlarının/sonuçlarının insan yaşamı için, sonu bugünden
kestirilemeyecek oldukça tehlikeli sonuçlar da vereceği artık
tartışma götürmez bir açıklık kazanmıştır.
Burjuvazinin
elinde teknoloji ve kazanımları, her şeyden önce silah üretimi
alanında kullanılmıştır. Burjuvazinin tarihi, önce silah
üretiminde kullanılmamış önemli hiçbir teknolojinin olmadığını
gösteriyor. Atom tekniği, önce silah üretiminde kullanıldı.
Belirtelim ki, atom bombası, yeni teknoloji bazında silahlar
yanında çocuk oyuncağı gibi kalıyor. Ne türden silahların
üretileceği bugünden bilinmiyor. Ama bilinen şu ki, gen
teknolojisiyle burjuvazi, kitlesel seçip öldürme, yok etme
yeteneğine sahip olacak.
Açık
olan şu ki, kalıtıma müdahale, günümüz insanı anlamına gelen
homo sapiens’in biyolojik yapısını değiştirme olanağına
sahip olmak anlamına gelmektedir. Şüphesiz, biyolojik yapıyı
değiştirme, kalıtıma müdahale yeni bir gelişme değildir.
Kalıtıma müdahale, 19. yüzyılda botanik (bitki dünyası) ve
zoolojik (hayvan bilimi) alanlarında yapıldı ve bitki ve
hayvanların evrimsel gelişmesini yönlendirmede ilerleme sağlandı.
Bu türden müdahalelerin en son bilinen örneği "Doli”dir;
kopyalanmış koyun.
Gen
tekniği, homo sapiens’in evrimsel gelişmesine müdahale demektir.
Homo sapiens’in; bugünkü "modern” insanın oluşumu,
yaklaşık 250 bin sene önce başlamıştır. İlk insan temsilcisi,
dolayısıyla "ata”mız olan homo erectus, günümüzden 80
bin250 bin yıl önce yaşamıştı. İnsansal gelişme ise
dryopithecus ile 15-18 milyon yıl önce başlamıştı. Daha öncesi
bir yana, "modern” insanın 250 bin yıllık evrimine adeta
bir anda müdahale edilebiliyor. Bu müdahaleyi olanaklı kılan, gen
tekniğidir. Bu teknikle insanın biyolojik yapısının değişime
uğratılması olası oluyor. Homo sapiens’in biyolojik yapısına
müdahale, biyolojik açıdan amaçlanan tipte insan
yetiştirme/üretme yeteneğine sahip olmak anlamına gelmektedir.
Yeni
yöntemleriyle gen tekniği, bilim ve araştırmada kelimenin tam
anlamıyla devrim yapmıştır. 21. yüzyılın en güçlü
teknolojileri; gen teknik, robotik ve nano teknik günümüzde
bilimsel-teknik devrimin tam ifadesidirler. Gen tekniğinde, DNA
unsurlarının eklenmesiyle veya da çıkartılmasıyla canlıların
orijinalitesi değiştiriliyor, doğal oluşumları yönlendiriliyor.
Gen tekniğinde en belirleyici avantaj, zaman kazanımıdır. Gen
teknik yöntemleri, akıl almaz derecede hızlıdır. Nasıl ki, atom
çekirdeğinin parçalanması, atom bombası ve nükleer santrallerin
yapımına götürdüyse, nasıl ki, modern elektronik çalışma
koşullarını alt üst ettiyse ve etmeye de devam ediyorsa, gen
teknikli biyoloji de; yeni biyoloji de, canlıların istenildiği
biçimde yeniden yapılandırmasının nesnel koşullarını
hızlandırıyor.
Başka
biyo-teknik yöntemlerle birlikte gen tekniği ve aynı zamanda
robotik (robot tekniği) ve nano teknik (büyüklüğü bir
milimetrenin milyonda biri kadar olan fonksiyonel unsurların imaline
hizmet eden teknoloji), yeni bilimsel-teknik devrimin motoru
olmuştur.
Bu
teknolojiler; 21. yüzyılın en güçlü teknolojileri olan gen
teknik, robotik ve nano teknik, insanlığın bugüne kadar tanıdığı
ve kullandığı teknolojilerin, tehlikesini gölgede bırakan
tehlikelere, evet tamamen farklı tehlikelere temel teşkil eden
özellikler taşıyorlar. Özellikle robotlar, yani tekniksel
üretilmiş bu "canlı”lar, nano robotlar çok
tehlikeli/önemli bir özelliğe sahip olacaklar/oluyorlar; bunlar,
kendiliğinden çoğalma özelliğine sahipler. Bir tüfeği,
tabancayı, ne kadar çok mermi alıyorsa alsın, nihayetinde yeniden
doldurmak zorundasın, ama bir robot, çoğalma ve birçok robot olma
yeteneğine sahip oluyor ve bunların kontrol dışına
çıkamayacağının hiçbir garantisi yok.
Bu
yeni teknolojinin her biri akıl almaz olanaklara yol açıyor. Düne
kadar "tanrı"nın işi olarak görülen yaradılış,
ölüm-"ölümsüzlük", bugün teknolojinin işi oluyor.
Yeni tanrı, teknoloji oluyor. Gen teknolojisi, özellikle ‘80’li
yıllardan bu yana bir çok hastalığın iyileştirilmesinde, yeni
ilaçların üretimde kullanılıyor. Bu teknoloji, bugün,
iyileştirilme olanağı olmayan bir çok hastalığın da panzehri
olacağa benziyor. Nano tekniği ve buna bağlı olarak nano tıbbı,
bu türden hastalıkları yok etme olanaklarını genişletiyor.
Şüphesiz ki bu açıdan, bu teknolojiler, insan yaşamı süresini
uzatabilirler ve yaşam koşullarında iyileşmeye neden olabilirler.
Bu, sorunun sadece bir yönü, kapitalizmde bireye birtakım küçük
avantajlar/kolaylıklar sunan yönü. Ama burjuvazinin elinde bu
teknolojiler, yoğunlaşmış iktidar, güç ve aynı zamanda sonucu
hesaplanmayan tehlike demektir.
Geçen
yüzyılın, yani 20. yüzyılın teknolojileriyle bu yüzyılın
teknolojilerinin kısa bir karşılaştırması dahi burjuvazinin
elinde yeni teknolojilerin korkunçluğunu ortaya koymaya yetiyor.
Nükleer, biyolojik ve kimyasal, kitlesel yok etme silahlarının
üretilmesine çıkış noktasını oluşturan teknolojiler, şüphesiz
ki tehlikeli olmaya devam ediyorlar. Bugünün mevcut yok etme
silahları da bu teknolojiler bazında üretilmişlerdir. Örneğin,
bir atom bombası üretmek için doğada oldukça nadir rastlanan
hammaddeye ihtiyaç vardır. Bu bombanın imal edilmesine yarayan
bilgi, saklı tutuluyordu. Biyolojik ve kimyasal silahlar da öyle
kolayca imal edilemiyorlar. Ama yeni teknolojilerin gen teknik, nano
teknik ve robotik tehlikesi tamamen başka; tek tek bireyler, veya
bir grup insan, oldukça kolay bir şekilde bu teknolojileri kötüye
kullanma olanağına sahip oluyorlar. Bunun için büyük tesislere,
ender rastlanan hammaddelere ihtiyaç yok. İhtiyaç duyulan şey,
sadece ve sadece konuya ilişkin bilgi. Yeni teknolojiler, bilgiye
dayanan kitlesel yok etme tehlikesini olanaklı kılıyorlar.
Molekül
elektroniğin (münferit atom ve moleküllerin litografi tekniği
yardımıyla üretilen transistörlerin yerini almaları) ve buna
bağlı olarak nano teknolojisiyle birlikte gelişme hızı daha da
kısaltılacak. Örneğin 2030 yılında bugünkü bilgisayarlardan
(PC) bir milyon kere daha güçlü makinaların seri üretimine
geçilebilecek duruma gelinme olasılığı oldukça güçlü. 2009
yılında 1000 dolar değerindeki bir bilgisayar, saniyede bir milyar
işlem yapacak güçte olacak.
2019
yılında bilgisayarın, bilgisayar olduğu anlaşılmaksızın,
herhangi bir insan gibi konuşmaya katılabileceği sanılıyor. Ray
Kurzweil’in tahminine göre 2029 yılında insan beyni
kopyalanabilecek ve bir bilgisayarda ikilenebilecek
(çoğaltılabilecek). Bu, çip yerleştirilmiş "ebedi”
yaşamın başlangıcından başka bir anlam taşımaz.
Fizikteki
olanaklar ve ilerlemiş gen tekniği bilgisiyle bağları içinde
güçlü bilgisayar, devasa değişimlere yol açıyor. Böylece, iyi
veya "kötü” anlamda; kapitalist barbarlık veya sosyalist
perspektif açısından dünyayı tamamen yeniden şekillendirme
olanağı doğuyor. Böylece, şimdiye kadar doğanın, inananlar
açısından da tanrının işi olan yaradılış, insanın işi
oluyor. Şimdiye kadar bilgisayar ve mikro prosesor sadece makineydi
ve bilgisayar programları, verilerden öteye geçmeyen bir işlemdi.
Hala da öyledir, ama önümüzdeki 30 sene içinde insana denk
gelebilecek derecede beyinsel güçlü bilgisayarların
üretilebileceği hesabı yapılıyor.
"Akıllı”
robot üretimi de hayal dünyasından çıkıyor. Hesaplama/işlem
tekniğindeki ilerleme 2030’a doğru bu türden robotların
üretilebileceğini gösteriyor. Bu türden bir robot yapıldıktan
sonra, kendini kopyalayan robotlar dünyasına giriş, sadece bir
zaman sorunu olacak.
Burjuvazi,
gen tekniğinin umut saçan yönünün propagandasını yapıyor;
gerçekten de bu teknoloji, tarımda verimi artırma ve kimyasal ilaç
kullanmayı azaltma anlamında devrim yapıyor. Bu teknoloji ile
onbinlerce yeni bakteri türleri, bitkiler, virüsler, hayvanlar
üretilebilecek. Cinsel ilişki temelinde üremenin yerini kopyalama
alıyor veya da cinsel üreme-kopyalama birbirini tamamlıyor. Çok
sayıda hastalığın iyileştirilmesi için yöntemler
geliştiriliyor vs. vs. Ama bu teknolojik gelişme, etik ve ahlak
sorununu da gündeme getiriyor. Örneğin insan kopyalanması. Bu
teknoloji bugün bunu yapacak derecede gelişmiştir. Burjuvazi,
hakimiyetini ebedi kılmak için güzel-çirkin, güçlü-zayıf,
akıllı-akılsız insan üretme yolunu tutabilir. O bunu yapabilecek
duruma geliyor. Sorunun bu yönünü burjuvazi hiç tartışmıyor.
Yeni
botanik kılığına bürünmüş gen teknik ve biyoloji, kendini,
bitkilerin evrimci gelişmesine göre yönlendirmiyor. Tersine
kapitalizmde bu teknolojinin de başarısı, ekonomik başarıyla
ölçülüyor. Yani kâr ve daha çok kâr! Amerikan tarım bakanlığı
gen tekniğiyle değişime uğratılmış 50 gıda bitkisinin serbest
ve sınırsız ekimini onayladı. Bugün dünya çapında üretilen
soya fasulyesinin yarısından çoğu ve ekilmiş mısırın da üçte
biri başka canlı varlıkların genini taşıyor.
Bu
teknolojinin askeri amaçlı kullanılmayacağının, bu teknoloji
bazında kitlesel yok edici silahların üretilmeyeceğinin veya
şimdiye kadar üretilmiş olmadığının hiçbir garantisi yoktur.
Teknolojinin bu amaçla kullanıldığına AIDS bir örnek değil mi?
Biyolojik silah olarak üretilen AIDS virüsü, etkisinin ölçülmesi
için Amerikan hapishanelerindeki siyah mahkumlar üzerinde denendi.
Sonuç ölümdü, ama hemen değildi. Yani savaş anında karşı
ordunun askerlerini hemen öldürmeyeceği anlaşılmıştır. Ama bu
virüs de laboratuvardan çıkarak New York sokaklarına saçılmıştı.
Burjuvazi ve onun "bilim” adamları, Afrika’daki "yeşil”
maymunu ararlarken -bir türlü bulamadı!- AIDS’lilerin sayısı
on milyonlara ulaştı.
Nano
teknik devrimi, yaşamı alt üst ediyor. Nano teknolojisi temelinde
hemen hemen her şey ucuza üretilebilecek, yapay "akıl”la
bağlam içinde bütün hastalıkların ve fiziki sorunların kökü
kazınabilecek. Örneğin solar enerjisi, akıl almaz ucuzlukta
üretilebilecek, kanser hastalığı tarihe karışabilecek. Çevre
kirliliği de yok olabilecek. Süper bilgisayarlar çanta ebadında
ve oldukça ucuz üretilebilecek. Uzay yolculuğu, uçak yolculuğu
gibi doğal olabilecek. Nesli yok olmuş türler, yeniden yaşama
döndürülebilecekler. Ama bu teknoloji, aynı zamanda, silah olarak
kullanılma özelliklerine de sahip. Aynen nükleer tekniği gibi.
Nano tekniği bazındaki silahın yıkıcı, yok edici gücü,
selektif kullanılabiliyor. Bu silah, örneğin belli bölgelerde
yaşayan, özgül genetik özellikler taşıyan insanları, yani
hedef seçilen belli insanları/insan gruplarını yok edebiliyor.
20.
yüzyılın atom, biyolojik ve kimyasal kitlesel yok etme silahları
devlete ait araştırma kurumlarında geliştirilmişlerdi. Yeni
teknolojiler ise (gen tekniği, nano teknik ve robotik) neredeyse,
tamamen kâr amaçlı özel işletmelerde geliştiriliyorlar. Akıl
almaz boyutlara varan kâr, rekabeti de kızıştırıyor. İnsanlar,
keşif yarışını medya vasıtasıyla izliyor. Buluş, hemen
açıklanıyor ve patent alınıyor.
3-
Kar Hırsı Ahlak Tanımaz
Karl
Marks, Kapital I’de, "Quarterly Reviewer”den (T.J.
Dunning’in yazısı) olumladığı şu sözleri aktarıyor;
"Sermaye,
kâr olmadığı zaman ya da az kâr edildiği zaman hiç hoşnut
olmaz... Yeterli kâr olunca sermayeye bir cesaret gelir. Güvenli
bir yüzde kâr ile her yerde çalışmaya razıdır; kesin yüzde
20, iştahını kabartır; yüzde 50, küstahlaştırır; yüzde 100,
bütün insani yasaları ayaklar altına aldırır; yüzde 300 kâr
ile sahibini astırma olasılığı bile olsa, işleyemeyeceği
cinayet, atılmayacağı tehlike yoktur. Eğer kargaşalık ile kavga
kâr getirecek olsa, bunları rahatça dürtükler.” (Kapital
C. I, s. 788)
Şimdi
gen hisse senetleri pek revaçta. Alınıyorlar, satılıyorlar. Gen
teknolojisi, yeni bir borsa oyununa da yol açmış oldu. Biyo-teknik
sektöründe yaklaşık 550 işletmenin faal olduğu söyleniyor. Bu
işletmelerin toplam cirosu 300 milyar dolar. Bunun borsa değerinin
de yaklaşık 1,6 trilyon dolar olduğu hesaplanıyor. Bu, bu
alandaki pazarın sadece görünür tarafı. Esas hesaplar,
görünmeyen tarafta yapılıyor ve buradaki miktar da bilinmiyor.
Bilinen bir şey varsa o da, akıl almaz miktarların söz konusu
olduğudur. Bütün oyun ve hesaplar, bu bilinmeyen tarafta
yapılıyor.
İnsan
genini çözme, bu işin sırrına erişme yarışı her türlü
hile, "savaş oyunu" kullanılarak sürdürülüyor. Hemen
hemen her gün, bu alanda ulaşılan yenilik, internet de dahil bütün
medyada açıklanıyor. Yarışanların başında "Celera
Genomics” firmasıyla (özel işletme) "Human-Genom Project”
geliyor. Her iki taraf, insan geninin tamamını 2001 veya 2002
yılına kadar çözmüş olacaklarını açıklıyorlar. (Bu yazı,
26 Hazirandan önce, B. Clinton ve T. Blair’ın, eş zamanlı
olarak, insan genomunun büyük bir kısmının deşifre edildiğini
açıklamalarından önce hazırlanmıştı). Elde edilen başarı,
rakibi şaşırtmak için gizlenmiyor. Diğerinin de kısa zamanda
aynı sonuca varacağından emin olunduğu için, sırrı çözümlenen
her gen için patent dairesinin kapısı çalınıyor. Böylelikle
elde edilen sonucu kullanma hakkı tekelleştiriliyor. Hayvanlar,
bitkiler, mikro organizmalar, albümün, gen vs. hep patent hakkına
tabi tutuluyorlar. Bu hakkı elde eden, o alanda tek hak sahibi
oluyor. Kapitalizm, bizzat yaşamı patentli kılıyor, yaşamı
metaya dönüştürüyor.
Gen
teknolojisi, sigorta alanında da etkisini göstermekte gecikmedi.
Amerikan işletmesi "Celara Genomics” 6 Nisan 2000 tarihinde,
insan genomunun üç milyar yapıtaşının sırrını çözdüğünü
açıkladı. Böylece bir çok hastalığın iyileştirilmesinin,
nedeninin bulunmasının da yolu açıldı. Ama sorun bununla sınırlı
değil. İnsan geninin patente tabi tutulması; özelleştirilmesi ve
pazarlanması, sigorta şirketlerini de harekete geçiriyor. Sigorta
şirketlerinin ileride müşterilerini; isteyerek veya zorunlu olarak
sigortalı olmak durumunda olanları, seçime tabi tutmayacaklarının
hiçbir garantisi yok. Küfür babında kullanılan "kanı
bozuk”un yerini "geni bozuk” alacak. Sigortalar gen analizi
isteyecekler ve gen-riskli olanları, ya sigortalı yapmayacaklar ya
da sigorta aidatlarını yüksek tutacaklar. Nitekim Fransa’da Axa
sigorta şirketi, doğuşta özürlü çocukların sigorta aidatını
%180 oranında arttırdı. Ama kamuoyunun yoğun baskısıyla
kararından vazgeçmek zorunda kaldı. Tabi bu bir başlangıçtı.
Bu anlayışın zamanla yaygınlaşacağından ve sigorta
şirketleriyle sigortalı olmak zorunda olanlar arasında çetin bir
mücadelenin başlayacağından hiç kimsenin şüphesi olmamalıdır.
Bunun
ötesinde işletmeler, işe alınanları gen testine tabi tutma
yoluna geçeceklerdir. Az hastalanan, irsi hastalığı olmayan veya
tehlikeli, masraflı hastalığa işaret eden genleri olmayanları
işe alacaklar. ABD’de bu gibi testler yasal olmadığı halde
yapılıyor.
Bankadan
kredi alınırken, öğrenim için burs alırken gen testi istenecek.
Şu veya bu hastalığa işaret eden gen yaşamı karartacak. Yaşam,
tam anlamıyla pazarlanacak ve kapitalizm, "geni bozuk” olanı
cezalandıracak.
Gen
tekniğinin gelişmesi, DNA bankalarının kurulmasını da
beraberinde getirdi. Bugün dünyanın her tarafında kurulmuş olan
bu türden irili-ufaklı yüzlerce banka var. Kısmen, tıbbın
ilerlemesine umut bağlayan hastaların ve ailelerinin maddi
katkısıyla kurulan bu bankalar, korkunç olanaklara sahipler.
Amerikan "Biyo-etik Komisyonu”nun tahminine göre bu ülkede
yaklaşık 282 milyon DNA numunesi depolanmış durumda. Bunun 2,3
milyonu araştırma amaçlı. Geriye kalan 279,2 milyon DNA
numunesinin hangi amaçlar için kullanılabileceğini bankadan başka
kim biliyor? Fransa’da depolanan DNA-numune sayısı 42 bin. Bu
numuneler, irili-ufaklı yüzden fazla DNA-bankasının elinde. Bütün
dünyada laboratuvarlar, hummalı bir çalışma sürdürüyorlar.
Kimin, hangi amaçlı, ne yaptığı da, görünüşte pek belli
değil. Bir Fransız genetikçisine göre, "DNA bankacılığı
alanında orman kanunu geçerli”.
Fransız
genetikçi Axel Kahn’a göre, "gen materyali bugün, uranyum
ve petrol gibi, hammadde olarak geçerli. DNA-bankaları, çok pahalı
dünya çapında iktisadi bir değer.” DNA’sını belli
koşullarda gönüllü olarak veren insanlar, DNA’larının hangi
amaçla kullanıldığını bilmiyorlar. Laboratuvarlar, çeşitli
araştırma amacı için toplanan DNA numunelerini özel şirketlere,
yani DNA bankalarına satıyorlar. Numune verenin bundan haberi
olmuyor. Esasen temel araştırma amacıyla kurulan DNA bankaları,
amaçlarından sapmışlar ve insanları kandırmayı, kâr amacı
gütmeyi esas almışlardır. Bütün dünyada bu türden bankalar,
üniversiteler ve özel sektör arasında ve özel işletmelerden
özel işletmelere anlaşma konusu oluyorlar. Yapılan, imzalanan
anlaşmalar, DNA numunesi hırsızlığından başka bir şey değil.
Belirttiğimiz
gibi, hemen hemen bütün teknolojilerde, örneğin nükleer
teknolojisinde olduğu gibi, yeni teknolojilerde de kullanım alanı,
önce silah üretimi olacaktır. Bu teknolojilerin silah olarak
kullanımı, insan neslini yok etme tehlikesini beraberinde
getiriyor. Bu teknolojilerin silah olarak kullanılması durumunda
insan neslinin yok olma tehlikesi John Leslie’ye göre %30, Ray
Kurzweil’e göre de %50.
Özel
mülkiyette yeni teknolojinin nihai marifeti, kendini üreteni;
insanlığı yok etmek. Sermaye, sahibini yok etme pahasına kendi
yasal hareketi doğrultusunda ilerliyor; kâr, daha çok kâr!!
K.
Marks, "İktisadi-Felsefi El Yazması”nın (1848) "Para”
kısmında şöyle der; "Para ile ödenen ile kendim için
elde ettiğim, yani paranın satın alabileceği ne ise, o benim,
paranın sahibinin bizzat kendisi. Paranın gücü ne kadar büyükse,
benim gücümde o kadar büyüktür. Paranın özellikleri benim
-onun sahibinin- özellikleri ve özgücüdür. Ben ne isem ve neye
muktedirsem, bu asla kişiliğimle belirlenemez. Çirkinim, ama en
güzel kadını satın alabilirim. Öyleyse ben çirkin değilim.
Çünkü çirkinliğin etkisi, onun ürkütücü gücü para
vasıtasıyla yok olmuştur. Ben -kişiliğime göre ben- topalım,
ama para bana 24 ayak kazandırıyor; öyleyse ben topal değilim;
ben kötü, şerefsiz, vicdansız, ruhsuz bir insanım, ama para
şereflidir, öyleyse sahibi de. Para en büyük değerdir. Öyleyse
sahibi de değerlidir... Ben ruhsuzum, ama para bütün şeylerin
gerçek ruhudur. Onun sahibi nasıl ruhsuz olabilir? Ayrıca paranın
sahibi, zeki insanları satın alabilir ve zeki olanlar üzerine
iktidar gücüne sahip olan, zeki olandan daha zeki değil midir?...
Öyleyse param, benim bütün acizliğimi tersine çevirmiyor mu?...
Kim yiğitliği satın alabiliyorsa o, korkak da olsa yiğittir.”
(K. Marks-F. Engels, Toplu Eserleri, Ek Cilt I. Bölüm, s.
564-566)
Yine,
teknolojiyi tekelinde/mülkiyetinde tutan burjuvazi, sermayenin
sahibi o karanlık güç, bu teknolojilerle neye muktedir olduğunu
ve olacağının, sadece, "iyi”, sıradan dünyalı tarafından
kabul edilebilir yanlarının propagandasını yapıyor. Paranın
gücüyle her şeye muktedir olduğunu sanan burjuvazi, her şeye
muktedir olmadığını ve asla da olamayacağını, 20. yüzyılın
devrimleri tecrübesinden dolayı da çok iyi biliyor. Burjuvazi,
iktidarını; paraya dayanan hakim gücünü devam ettirebilmek için
seçkin insan yetiştirmenin teknik yolunu açtığı gibi felsefi
izahını da yapıyor.
4-
Felsefe ve Yeni Teknolojiler
Yeni
teknolojiler, gen tekniği, sadece, din ve bütün varlıkların
yaratıcısı tanrı olgusunu tarihin çöplüğüne atmıyor, aynı
zamanda gerici, ırkçı faşist felsefi anlayışlara ve bu
anlayışların felsefesini yapanlara; burjuvazinin gerici, ırkçı
faşist filozoflarına maddi zemin de hazırlamış oluyor. Bunların
en tanınmışlarından birisi Peter Sloterdiyk’tir. Bu "bilim
adamı” 1999’un Ekim ayında yaptığı bir konuşmada gen
tekniğinin başka hangi amaçlar için kullanılabileceğini
açıkladı. Konuşmasının içeriğini şöyle özetleyebiliriz:
Çağımız başını alıp giden bir barbarlık ve yabancılaşma
özelliği taşımaktadır. Aydınlanmacılık ve hümanizm,
insanları yabanilikten arındırma, etkisizleştirme misyonunu
yerine getirmemiştir. Şayet bu amaca, insanları yabanilikten
kurtarma amacına ulaşılmak isteniyorsa, bunu gerçekleştirmek
için filozoflardan ve gen teknikerlerinden oluşan bir grup
oluşturulmalıdır. Bu grup, bir antrapo (insana ilişkin) teknik
hazırlamalıdır. Bu teknik, uygun bireylerin ve cinsi özelliklerin
genetik reformu temelindeki seçicilikle (seleksiyon) yeni tipte bir
insan yetiştirmelidir/üretmelidir. Bu yeni insan tipi, barbarlık
ve yabanilikten arındırılmış olacaktır. Yeni tipten insan
üretmek olanaklıdır, çünkü insanın varlığı genetik
cinstendir. Bu alandaki yaygın korku, dinsel önyargıya
dayanmaktadır. Buna göre, yaradılışa insansal müdahale
yapılmamalıdır. Buna karşın, biyolojinin ve tıbbın çoktandır
gittiği yoldan kararlıca gidilmelidir. Madem ki gen tekniği ile
kanser ve başka hastalıklar iyi edilebiliyorsa, gen yapısında
mevcut olan cins (tür) özelliklerini reforme etme yeteneğine sahip
olunmalıdır.
P.
Sloterdiyk’e göre, "insanlar hayvandır, onlardan bazıları,
kendileri gibi olanları yetiştirirlerken, bazıları da
yetiştirilirler”. Bu, Nietzsche’nin "insan yetiştiren
insan”, "üstün insan-sürü insan” anlayışından farklı
değildir.
Konuşmasını,
sıradan bir dünyalının anlayamayacağı "açıklanmış
özellik planı”, "özgür seçimle doğum”, "doğum
öncesi seçim” (seleksiyon) gibi kavramlarla "bilimsel”leştiren
bu bay, gen tekniğini, burjuva düzenin kurtarıcısı olarak
görüyor. Bu baya göre insansal "yeniden üretimin yetiştirici
yönlendirilmesi”, öyle bir devlet adamının eline verilmeli ki
o, "ehil olanlarla devleti dokumaya (örmeye -çn) başlamadan
önce, ehil olmayan (amaca uygun olmayan -çn) yaratıklarla baş
edebilsin”.
Sloterdiyk’in
bu devlet adamını tanıyoruz. Bu, Hitler’di. Hitler’in
ırkçı/faşist ideolojik adamı da yaşam felsefesinin temsilcisi
Alfred Rosenberg’di. Bu Rosenberg’in düşünce babası (atası)
da Friedrich Wilhelm
Nietzsche’den başkası değildir.
Emperyalist
burjuvazinin has adamı Sloterdiyk, gerçekten de nesnel olarak var
olan barbarlık ve yabancılaşma gerçeğinden hareket ediyor, bu
gerçekliği veri olarak alıyor. Ama önemsiz(!) sayılabilecek(!)
birkaç hata (!) yapıyor.
Bu
"filozof”, yaşadığımız bu barbarlık ve yabancılaşmanın
nedenini maddi-toplumsal ilişkilerde aramıyor. Bu bay açısından
kapitalizmde sermaye hareketinin kaçınılmaz amacı olan kârın,
daha fazla kârın ve bunun için hırsın; kâr hırsının hiçbir
önemi yok. Emperyalizm, faşizm, dünya savaşları, Hiroşima,
açlık, sefalet, yüz milyonlarla ifade edilen dünya çapındaki
göç hareketi, vs. sanki mevcut barbarlık ve yabancılaşmanın
ifadesi değildir. Bu bay, barbarlık ve yabancılaşmanın gerçek
nedenini, kapitalist mülkiyet ve üretim ilişkilerini dikkatlerden
uzak tutmaya, saklamaya özen gösteriyor. Sorunu, salt düşüncede
arıyor; aydınlanma ve hümanizm, insanlığı barbarlık ve
yabancılaşmadan kurtarma görevini, bu misyonunu yerine getirmemiş!
Bundan dolayı da barbarlık ve yabancılaşma varmış!
Aydınlanmacılıktan
ve hümanizmden umudunu kesen Sloterdiyk, kurtuluşu zoolojide
(hayvan biliminde) arıyor. Sanki insanlık dünyası, hayvanat
bahçesi. Aynen Schopenhauer gibi. Bu efendi de tarihi, hayvan
biliminin (zoolojinin) devamı olarak anlamak istiyordu. Sloterdiyk
ise insanı, sadece biyolojik bir yaratık olarak görüyor. Bu
düşünceyi takip edersek, yolumuz, Heidegger’e, Nietzsche’ye
kadar uzanıyor. Nietzsche, yaşadığı dönemin sorunları için
Sokrates’ten, Hristiyanlıktan
bu yana düşünce geleneğini sorumlu tutuyordu. O, Sokrates’ten
öncesine giderek, aradaki tarihi yok saymaya çalışıyordu. Hayal
dünyasında yaşayıp, rasyonalizmin yerine irrasyonalizmi
koyuyordu. Heidegger’de aynı yolun yolcusuydu. Postmodernizm,
aydınlatıcılığı yok saymak istiyor. Yani ondan öncesine gitmek
istiyor. Katolik teoloji, Luther’dan öncesine gitmek ve Luther
sonrasını kabul etmemek istiyor. Ne kadar gerici, faşist düşünce
akımı varsa hepsi aydınlatıcılıktan, rasyonalizmden,
hümanizmden öncesine kaçmak istiyor. Bu, yani yükselen burjuva
döneminden; burjuva tarihsel ilerici gelişmeden ve tabii ki
marksizmden kaçıştan başka bir şey değildir. Kaçıyorlar,
çünkü yükselen burjuva çağından bu yana, kapitalizmde
barbarlık ve yabancılaşmanın gerçek nedenlerini maddi-toplumsal
ilişkilerde arayan ve bulan düşünce akımları bu dönemde
gelişmiştir ve kapitalizmin, burjuvazinin, tarihsel olarak ömrünü
doldurmuş olduğu dönemde de açığa çıkmıştır. Emperyalist
burjuvazi öyle şaşkın ki, bugün kendini, düzenini, kapitalizmi
kurtarmak için, ‘bilim” adamları vasıtasıyla kendi tarihinin
öncesine sığınıyor.
Tarih
yeniden başlamalı, bu sefer tam biyolojik olarak, hayvan biliminin
devamı olarak başlamalı ve bunun içinde gen tekniği
kullanılmalıdır; "zararlı” düşüncelerden arındırılmış,
barbarlık ve yabancılaşmadan arındırılmış insan tipleri
yetiştirilmelidir. Bunların bir kısmı yönetmekten, ezici
çoğunluğu da köle gibi çalışmaktan, biyolojik varlık olarak
yaşamaktan başka bir şey yapmamalıdır. Sloterdiyk, düşünce
atası Nietzsche
gibi düşünüyor. Aynen onun gibi düşünüyor.
Sloterdiyk,
doğru söylüyor; kapitalizm, barbarlık ve yabancılaşmadır. Ama
insanlığın kapitalizmden ibaret olduğunu, kapitalizm = insanlık
olduğunu kim söylüyor? Sloterdiyk!
Bu
arada Sloterdiyk, aynen Nietzsche
gibi, devrimci düşünceler savunmaktan da (!) geri kalmıyor. O,
değişim istiyor. Sadece, açıklamasını yaptığı durum
değişimini değil, köklü bir değişim; nesnel koşulların
değişimini, maddi değişimi öneriyor. Aynen Nietzsche
gibi Sloterdiyk de dünyayı değiştirmek istiyor. Sanki Marks’ın
"Feuerbach
Üzerine Tezler”inin 11.’sini hatırlamış. Marks bu tezinde
"Filozoflar dünyayı sadece farklı biçimlerde açıkladılar,
ama esas olan, onu değiştirmektir” diyor.
Tabii
ki Sloterdiyk, Marks gibi, dünyanın maddi toplumsal koşullarının;
üretim ve mülkiyet ilişkilerinin değiştirilmesini değil,
insanın biyolojik öz yapısının değiştirilmesini talep ediyor.
Bu da maddi bir değişim değil mi? Bu değişimi felsefe kılığına
büründürerek temellendiren, açıklayan Nietzsche ve uygulamaya
çalışanlar da Naziler değil miydi? Peki böyle karanlık, evet
hayvansal, faşist düşüncelerin babası olan Nietzsche kimdir?
Neden bu insan bugünlerde tartışma konusu oluyor?
Friedrich
Wilhelm Nietzsche (1844-1900), Almanya’da en gerici idealist
felsefi ve siyasi-sosyal öğretinin önde gelen temsilcisidir.
Nietzsche’nin temsil ettiği bu felsefi akım, kapitalizmin
çelişkilerinin keskinleştiği bir dönemde oluşmuştur.
Almanya’daki toplumsal gelişme sürecini, sınıf mücadelesinin
seyrini sürekli izleyen ve inceleyen Nietzsche, sosyalist işçi
hareketinin artan gücünden ürkmüştür. Burjuvazi için en büyük
tehlikenin nereden geldiğini gören Nietzsche, kılıcını da o
yöne sallamaya başlamıştır. Oluşmakta olan tekelci burjuvazinin
yeni ihtiyaç ve çabalarını en çıplak bir şekilde ilk kez dile
getiren Nietzsche olmuştur. Franz Mehring’in "Nietzsche
Üzerine” makalesinde (18 Ocak 1899) belirttiği gibi,
Nietzsche’nin felsefesi "büyük kapitalizmin kutsanmasıdır
ve o, bu anlamda da büyük bir dinleyici bulmuştur”.
Nietzsche’nin
gerici volontarist felsefesinin merkezinde sosyalizme ve
proletaryanın sınıf mücadelesine karşı mücadele vardır. O,
Marks’tan tek bir satır okumamıştır, (G. Lukacs), ama demokrasi
ve sosyalizmin amansız düşmanıdır. Sosyalizme, onun taşıyıcısı
olan sosyalist düşünceye, dolayısıyla proletarya ve emekçi
yığınlara duyduğu kin sınırsızdır. Onun antihümanizmi bu kin
ve nefret üzerine yükselir. Nietzsche nihilistir, varoluşçudur,
irrasyonalisttir, agnostikçidir, ırkçıdır. Nietzsche, "üstün
ırk” anlayışının kurucusudur. Onun "üstün ırk”ının
görevi, hakim sınıfı, "seçkinler”in birliğinde
birleştirmektir. Bu "seçkinler”, bütün dünyada yok
ediciler olarak yoldadırlar ve kendilerinin iktidar iradesine karşı
koyanlara korku saçarlar. Nietzsche’nin sosyolojik düşünceleri,
ırkçı fantezilerden oluşmaktadır. Faşist iktidarlar, onun ırkçı
fantezilerini gerçekliğe dönüştürmüşlerdir. Nietzsche, sınıf
mücadelesini tanır; ama "üstün ırk”ın, "adi ırk”a
karşı mücadelesi olarak. Tam da bu anlayışından dolayı o,
insanlık tarihini, iki ırk arasında sonsuz mücadele olarak görür;
"üstün ırkı” "seçilmişleri”, bunların karşısında
"ayak takımı” diye tanımladığı halkı, "güçsüzler”in
ırkını oluşturan köleciliği kutsar.
Nietzsche,
yeni Avrupa üzerinde hakimiyet kuracak bir kastın, ırkçı temelde
yetiştirilmesini kaçınılmaz görmüştür. Avrupa ve bütün
dünya üzerinde hakimiyet için büyük savaşların zorunluluğunu
vaaz eden, Nietzsche’dir. Aslında o, bu düşünceleriyle
"Birleşik Avrupa Devletleri” düşüncesinin sahibidir. O,
Avrupa devletlerinin askerileşmesini/silahlanmasını coşkuyla
selamlamıştır. Çünkü o, barbarlığın ilkeleri temelinde
insanlığın yeniden doğuşu için araç ve proletarya ve emekçi
yığınların dizginlenmesini militarizmde görmüştür.
Nietzsche’nin
"sınıfsal” ayrımı biyolojiktir. O, toplumu kapitalist
sınıf, işçi sınıfı diye ayırmaz. Ayrım, "üstün
ırk”-"adi ırk” bazındadır. O, "adi ırk”, "ayak
takımı” hakkında şunları söyler;
"Yaşam,
zevkin kaynadığıdır; ama ayak takımının da içtiği her kuyu
zehirlenir. Pişmiş kelle gibi sırıtan ağızları görmek
istemiyorum... onlar, kirli rüyalarını zevk diye
isimlendirdiklerinde kelimeyi de kirlettiler... Yaşama sırt
çevirenler, ayak takımına sırt çeviriyorlardı. Onlar, ...
kuyuyu ve verimi ayak takımıyla paylaşmak istemiyorlardı”
(“Also Sprach Zarathustra”dan).
Nietzsche;
insanları "pis kalabalık” olarak görür. Öyle ki, ari,
katışıksız Alman ırkından olan "üstün insanı” da,
"sarışın canavar” olarak tanımlar. Nietzsche, insan
düşmanıdır. Ama en çok da emekçilerin düşmanıdır.
Nietzsche’ye göre "üstün insan”, sayısal olarak azdır.
"Ayak takımı” ise sayısal olarak çoktur. "Ayak
takımı”, yani halk, emekçi yığınlar en kötü özelliklere
sahiptir.
Nietzsche,
bu "ayak takımı”nın çıkarlarını savunanlara, düzene,
sömürgeye karşı olanlara; demokratlara, ilericilere, devrimcilere
sonsuz korkunç nefret ve kin duyar. Bunlara hitap ederek, "hey
eşitlik vaazı verenler,... sizler benim için zehirli büyük
tarantula örümceğisiniz, inkarcısınız” der ("Also
Sprach Zarathustra”dan).
Nietzsche,
emperyalist (burjuva) ideolojisinin en önemli atalarından
birisidir, onun çizgisini sürdüren ve uygulayan Alman
faşizminin/ırkçılığının baş temsilcileri A. Rosenberg’dir.
Emperyalizme geçiş döneminin sorunlarından hareketle birçok
düşünceyi ortaya atan Nietzsche’nin bu düşünceleri, kendinden
sonraki filozoflar ve iktidarlar tarafından çarpıtılmamış,
kötüye kullanılmamıştır. Tam tersine onun ham düşünceleri,
faşizmin felsefi, sosyolojik ideologları tarafından
geliştirilmiştir. Nietzsche’nin felsefesi, faşist ideolojinin en
temel/önemli kaynaklarından birisidir.
Teorik
bilimler alanında, özellikle felsefede ve ekonomide, aydınlatıcı
devrimci burjuva ideolojisinin çöküşü, genel anlamda ifade
edersek 1848 devrimiyle başlamıştır. Ricardo okulunun (burjuva
ekonomisi) çözülüşünden (19. yüzyılın ‘20’lı yılları)
ve Hegelciliğin (burjuva felsefesi) çözülüşünden (19.
Yüzyılın, 30‘lu ve 40‘lı yılları) bu yana burjuva
ideolojisi, bu alanlarda yeni, orijinal, ileriye dönük bir şey
ortaya çıkartamamıştır. Burjuva felsefesi ve ekonomi alanlarında
ortaya çıkanlar, kapitalizmin koşulsuz savunucuları olmaktan
başka bir özelliğe sahip değillerdi. Bu dönemde yükselen
marksizmdi, işçi sınıfının düşünce, örgütlenme ve mücadele
hareketliliğiydi. Toplumu etkileyen, giderek saran ve sarsan
ideoloji, artık Marksizm olmaya başlamıştı. Yükseliş döneminde
feodal-mutlakiyetçi sisteme karşı mücadeleyi esas alan burjuva
ideolojisi, silahını artık marksizme çevirmişti. Proletaryanın
dünya görüşü, Marksizm, burjuvazinin temel düşmanı olmuştu.
Düşünce, ideoloji alanında mücadele, gericileşen burjuva
ideolojisiyle, felsefesiyle, geleceği temsil eden diyalektik ve
tarihsel materyalizm; Marksist felsefe arasındaydı. Taraflar;
sınıflar, her alanda savaşıyor, mücadele ediyorlardı. Felsefe
alanında burjuvazi, Nietzsche’yi ortaya çıkardı. Nietzsche,
daha baştan katışıksız demokrasi ve sosyalizm düşmanı bir
felsefi düşünce geliştirdi.
Felsefe
tarihinin ender eklektikçilerinden birisi olan Nietzsche,
düşüncesiyle insanlık suçu işlemiş bir alçaktır.
Böyle
birisini kim savunabilir? Varoluşçular, nihilistler,
irrasyonalistler, ırkçılar, agnostikçiler, eklektikçiler; bir
bütün olarak en gerici, ırkçı faşist ideolojinin savunucuları
Nietzsche’yi baş tacı yapıyorlar. Bunun ötesinde aklı bir
karış yukarıda olan bir kısım varoluşçular, küçük burjuva
soytarı ve avanak takımı, Lenin’in deyimiyle filistenler (küçük
burjuva aklı kıtlar, darkafalılar, ahmaklar) Nietzsche’de bir
şekilde ilericilik görebiliyorlar ve onu, düşünceleri faşizm
tarafından kullanılmış ve dolayısıyla haksızlığa uğramış
bir filozof olarak korumaya alıyorlar. Ama Nietzsche, Rosenberg’ler
tarafından yaşatıldı; geliştirildi, uygulandı ve şimdi de
Sloterdiyk’ler tarafından yaşatılıyor, geliştiriliyor ve
düşünceleri uygulanmalıdır deniyor. Sloterdiyk’ler kılığında
Nietzsche’nin ırkçı düşüncelerini uygulamasının
zorluklarını bilimsel-teknik devrimin kazanımları, yani yeni
teknolojiler daha da olanaklı kılıyor. Alman faşistlerinin "ayak
takımı” üzerinde yaptıkları denemelere de pek gerek kalmadı.
"Üstün insan”, "üstün ırk” yetiştirmek için,
geriye kalanları köleliğe mahkum etmek için, teknik olanaklara
sahipler. Büyük sermayenin, "büyük kapitalizm”in;
emperyalizmin yıkılan dünyasını kurtarmak için Nietzsche de
bunu istemiyor muydu?
Öyleyse:
Bu
teknoloji, felsefede gericiliği ve ırkçılığı körüklemektedir
ve burjuvazi, iktidarını devam ettirmek için, bu teknolojiyi
felsefe alanında da kullanacaktır.
Marksizmin,
Marksist felsefenin çürüttüğü ve tarihin çöplüğüne attığı
birtakım burjuva akımlara gün doğdu. İnsanı, salt doğa
yaratığı, yani salt biyolojik bir yaratık olarak gören
antropologizm, insan toplumunu ve gelişmesini biyolojik faktörlerde
ve yasallıklarda arayan biyolojizm, bunun türleri olan
sosyal-darvinizim, maltusçuluk, yeni bir bahar yaşayacaklar.
Irkçılık teorisinin savunucularının eline yeni fırsatlar
geçecek. Nietzsche ve öğrencilerine; bütün "üstün
insan-sürü insan” savunucularına, "sürü” ve "ayak
takımı” diye tanımlayarak nefret ettikleri emekçi yığınları
"gütmek” için seçkin insana ihtiyaç vardır diyenlere gün
doğdu. Irkçılığın bu felsefi babasının takipçilerine iş
düştü. Düşünce ve eylemde insanlık suçu işlemiş bu felsefi
akımların kurucuları ve savunucuları, başta da Nietzsche ve
öğrencileri, bir noktada yanılıyorlar; Homo sapiens, salt
biyolojik bir varlık değildir. Onun fiziki/biyolojik varlığı,
insan oluşumunun bir önkoşuludur. Diğer önkoşulu ise, homo
sapiens’in toplumsal bir varlık oluşudur. Bu insanlık
düşmanları, insanın toplumsal bir varlık olduğunu inkar
ediyorlar. İnsanı, insan yapan, iştir/çalışmadır, onun
bilinçlenmesidir. Günümüzden 2,5 milyon-700 bin yıl önce eline
sopa alabilen Australopithecus Africanus, ancak 800 bin-250 bin yıl
önce Homo Erectus gelişme seviyesine gelebilmiştir. Homo erectus,
insan olma evriminde ilk temsilcimizdi. O günden bugüne geçen
süreç, muazzam bir bilinçlenme, toplumsallaşma sürecidir.
Reddedilmek istenen tam da bu süreçtir; Nietzsche ve öğrencileri
(faşistler, ırkçılar), nefret ettikleri, aşağıladıkları,
sürü olarak gördükleri yığınların; işçi sınıfı ve
emekçilerin, sömürü düzenini yıkmak için sürdürdükleri
mücadeleleri ile salt bir biyolojik varlık olmadıklarını ortaya
koymalarını, tarih yapıyor olmalarını ve o uzun oluşum
sürecinin bir ürünü olduklarını anlamak istemiyorlar.
Nietzsche‘nin
öğrencileri iş başında. Ama işleri kolay değil. Toplumu
bunların barbarlığına terk etmeyecek, insan yaşamını zoolojik
yaşama, biyolojik yaşama indirgemeyecek güçler vardır. 21.
yüzyıl bu tarihsel hesaplaşmanın yüzyılı olacaktır.
5-
Karanlığa, Barbarlığa, Köleleştirmeye Karşı Yegane Kurtuluş
Yolu: Mücadele
Nietzsche,
Rosenberg, Sloterdiyk gibilerinin karanlık düşüncelerinin,
insanlık düşmanı anlayışlarının felsefi ve biyolojik olarak
tutarlı bir yanı yoktur. Felsefi açıdan bunlar, insanı salt bir
biyolojik yaratık olarak görüyorlar ve insanı, insan yapan,
hayvanlar aleminden ayıran esas yanı; sosyal yanı göz ardı
ediyorlar. İnsanın bireysel yetenekleri; eksikliği veya üstün
yanı, saldırganlığı, faşistliği veya devrimciliği biyolojik
kalıntılarıyla açıklanamaz. Diyelim ki, kişi, bireysel olarak
biyolojik kalıntısından, DNA’sından dolayı saldırgan. Peki
devletin saldırganlığı ne olacak? Devletin biyolojik kalıntısı,
onu saldırgan yapan DNA’sı var mı? Yok. Ama onun, kapitalist
devletin toplumsal ekonomik koşullandırılmış "biyolojik”
kalıntısı, DNA’sı var. Bu iki saldırganlık arasında
Nietzsche de farklı görmez.
Biyolojik
olarak istenilen insanın yetiştirilmesi, üretilmesi için kat
edilmesi gereken yol var. Ama bunun temellerinin atılmasını
sağlayan bilgi-teknik de mevcut.
Devasa
boyutlarda gelişmiş yeni nitel maddi ve entelektüel üretici
güçlerle karşı karşıyayız. Bu bizim dışımızda değil.
Bütün sorun, ne yapabiliriz de düğümleniyor. Kamuoyu korkusundan
dolayı burjuvazi bilimin “kötü”ye kullanılmasını engellemek
için etkili yasaların yeterli olacağını savunuyor. Aslında bu,
üretici güçlerin gelişmesini yasayla engellemeye çalışmaktan
başka bir anlam taşımaz. Engellenmesi gereken, bilimsel-teknik
devrimin kazanımlarının kötüye kullanılmasıdır. Yani yeni
teknolojilerin, üretici güçlerin, kâr amacı için
kullanılmalarının engellenmesidir. Tabii ki burjuvaziden,
teknolojinin kâr amacı için kullanılmasını engelleyen yasa
beklemek ne kadar nesnel ise, onun sosyalist devrim için mücadele
edeceğine inanmak da o kadar nesnel olur. Bu olmaz. Burjuvazi,
teknolojiyi, rekabetten ve son kertede de azami kârdan dolayı
geliştiriyor. O, bu amaçla devasa boyutlarda sermayeyi araştırmaya
yatırıyor.
Öyleyse
yasalarla, olmayacak yasaklamayla üstesinden gelinmeyecek bir
durumla karşı karşıyayız.
Sorunun
boyutu, hormonlu domatese, genetik değişime uğratılmış soya
fasulyesine, mısıra vb. karşı tepki ve mücadele ile
sınırlandırılamaz. Burjuvazi, bu üretim maddelerinin hormonlu,
genetik değişime uğratılmış olup olmadıklarını etiketlerle
tüketiciye açıklıyor. İsteyen alır, istemeyen almaz diyerek,
sorunu kapatıyor. Şüphesiz ki, buradaki tepki küçümsenemez.
Duyarlı tüketicinin ve üreticinin çabaları kısmen de olsa boşa
gitmemiş, bu türden mücadeleler için sayısız örgütlenmelere
gidilmiştir. Gen tekniğinin kazanımları, salt bunlarla sınırlı
olsa bunun üstesinden gelmek o kadar zor olmaz. Yukarıda da
belirttiğimiz gibi, burjuva üretim ilişkileri içinde yeni
teknolojiler, insanlık neslini yok edecek kapasitede tehlikelere yol
açıyor. Önemli olan, bunu engellemektir. Koyunu kopyalayan
anlayışın, insanı kopyalamayacağını kim söyleyebilir ki?
Hangi yasa bunu engelleyebilir? Kim, hangi yasayla bir gözü sarı,
bir gözü kırmızı, bir kolu uzun, bir kolu kısa güzel-çirkin,
güçlü-zayıf vb. biyolojik özellikler gösteren insanların
üretilmesini; genetik yapıya müdahale ile insanın
biyolojik-zoolojik yaşama itilmesini engelleyebilir? Burjuvazi, kâr
ve azami kâr uğruna her şeyi yapar. "Kapital"den
aktardığımız anlayışa bir daha bakalım: Sermaye yüzde 100
kârla bütün insani yasaları ayaklar altına alır; yüzde 300 kâr
ile sahibini astırmayacağı tehlike yoktur. Eğer kargaşalık ile
kavga kâr getirecek olsa, bunları rahatça dürtükler.
Burjuvazi
yeni teknolojilerle kâr, azami kâr uğruna kendini astıracak ve
insanlığı yok edecek adımlar atmıyor mu? Atıyor. Bu adımları,
bırakalım 21. yüzyılın teknolojilerini, 20. yüzyılın
teknolojisiyle; nükleer, kimyasal, biyolojik silah üretimiyle
atmadı mı? Attı.
Yine
Marks’tan aktardığımız "para”nın gücüne ve
"güzel”liğine bir daha bakalım. Burjuvazi, parasının
gücüyle bilimsel-teknik devrinin kazanımlarını azami kâr
getiren ve insanlık neslini yok etme tehlikesi içeren alanlarda
kullanmıyor mu ve bunu da devasa propaganda gücüne; yine parasının
gücüne dayanarak insanlığa hizmet olarak açıklamıyor mu?
Burjuvazi istiyor ki, milyarlarca dünyalı her parlayanın altın
olduğunu sansın? Yani o, azami kâr elde ederken, yok oluşa boyun
eğsin.
Burjuvazi
de olsa insan, bu denli kötü niyetli olabilir mi diye sorabilir.
Ama sorun iyi veya kötü olma sorunu değil ki. İnsan olarak bir
burjuva, bir kapitalist "iyi” niyetli olabilir, insancıl
olabilir. Yani onun geni; DNA’sı "iyi niyet” özellikleri
taşıyabilir. Ama onu "iyi niyetli” yapan veya
canavarlaştıran DNA’sı değildir. Sahip olduğu sermayedir.
Sermaye hareketi, nesnel bir harekettir. Sermaye, sahibinin genetik
özelliklerine, DNA’sına göre hareket etmez. Tam tersine,
sermayenin sahibi, sermayesinin "genetik” özelliklerine;
DNA’sına göre hareket etmek zorundadır. Sermayenin genetik
yapısını ise, sürekli kâr ve azami kâr dürtüsünü ifade
eder. Yön veren kapitalist değil, sermayedir. Ve kapitalist,
kapitalist olarak kalmak istiyorsa, sermayenin genetik yapısının
emirlerini yerine getirmek zorundadır. Biz burada kapitalizmi bir
sermaye ve kapitalist sınıfı da bir kapitaliste indirgedik.
Öyleyse,
burjuvazinin iyi niyetine hitap etmenin de bir anlamı yok.
Neye
karşı olamayız? Üretici güçlerin gelişmesine, teknolojinin
gelişmesine, bir bütün olarak bilimsel-teknik devrime karşı
olamayız. Buna karşı olmak, buz devri insanları, inlerde yaşayan
ilkel insanlar olmak anlamına gelir. Stalin "Marksizm ve Dil
Biliminin Sorunları” yapıtında şöyle der;
"Bir
zamanlar bizde ‘Marksistler’ vardı. Onlar
ülkemizde Ekim Devrimi’nden sonra geriye kalmış olan
demiryollarının burjuva demiryolları olduklarını, onları
kullanmanın Marksistlerin işi olamayacağını,
sökülüp atılmalarının ve yeni ‘proleter’ demiryollarının
inşa edilmesinin gerekli olduğunu savunuyorlardı. Onlara
‘trogloditler’ (buz devri
insanları, inlerde yaşayan ilkel insanlar -çn) takma adı
verildi.” (Stalin, C. 15, s. 209 Alm.)
Ayrıca,
bir yandan sosyalizmin maddi hazırlığının kapitalizmdeki üretici
güçlerin gelişme derecesiyle ölçülür olduğunu savunurken,
diğer taraftan da bu hazırlığın unsuru olan teknolojinin
gelişmesine karşı olunamaz. Uzatmayalım: Teknolojiye,
bilimsel-teknik devrime karşı olmak "genetik” olarak geri
zekalı olmak anlamına gelir.
Öyleyse
neye karşı olmalıyız?
Makinaların,
demiryollarının, fabrikaların, bir bütün olarak teknolojinin ve
kazanımlarının sınıfı yoktur. Bunlar, hangi sınıfın
elindeyseler, o sınıfı hizmet ederler. Dolayısıyla ve Stalin’in
belirtiği gibi, "troglodit” değilsek, bilime ve makinalara;
üretim aletlerine karşı olamayız. Karşı olmamız gereken,
kapitalist üretim ilişkileridir, burjuva mülkiyettir. Önemli
olan, üretim araçlarının burjuva mülkiyetini yok etmektir.
Teknolojinin, insanlığı yok edici kullanımını engellemenin
yegane yolu, teknolojiye karşı mücadele değil, onun kapitalist
mülkiyetine karşı mücadeledir. Bu bir devrim sorunudur.
Devrimle
yıkılacak olan, kapitalist üretim/mülkiyet ilişkileridir.
Ekonomik yapıdır. Ekonomik yapıdır, çünkü bu yapı, kapitalist
üretim ve mülkiyet ilişkilerine göre şekillenmiştir? Yıkılanın
içinde üretici güçler ve özellikle de üretim araçları yoktur.
Devrimin amacı, hiçbir zaman ve hiçbir koşul altında,
"yardımıyla maddi varlıkların üretildiği üretim
aletlerini, bu aletleri harekete geçiren ve belirli bir üretim
deneyimi ve iş becerisi sayesinde maddi varlıkların üretimini
gerçekleştiren insanları, toplumun temel üretici güçlerini,
yani işçileri ve emekçileri” yıkmak, yok etmek olamaz.
Kapitalist düzeni yıkmak isteyen zaten bu insan gücüdür. Üretici
güçlerin insansal unsurudur. Üretici güçlerin diğer bölümünü
oluşturan üretim araçları (makinalar, teknolojinin kazanımları
vs.) hangi sınıfın mülkiyetindeyseler, o sınıfa hizmet ederler.
Dolayısıyla bunlar, "troglodit” değilsek, yıkılmazlar,
yok edilmezler, devralınırlar ve "iktidara gelen sınıfın
hizmetine girerler”. Stalin, adı geçen yapıtında konuya ilişkin
olarak şöyle der;
"...Üst
yapıdan temelden ayrılan dil, üretim aletlerinden, diyelim ki
makinalardan (temelden ayrılmaz); makinalar, keza dil gibi, sınıflar
karşısında kayıtsızdırlar. Dil gibi hem kapitalist, hem de
sosyalist toplum düzenine aynı tarzda hizmet edebilirler.”
(C. 15, s. 197, Alm.)
Sorunu
bu boyuta taşımamız yersiz değil. Kapitalizme karşı mücadelenin
bu alanında; teknoloji alanında kafaların karışık olmadığını
iddia edemeyiz. Bu alanda ‘kahrolsun’ edebiyatı da geçerli
değil. Bu alanda işçi sınıfı, köylü de yok. Bu alan,
bilimsel-teknik devrim alanı; teknoloji sorunu alanı. Sorunu
kavramayanlar, teknolojinin kendisini sorguluyorlar veya sorgulayacak
duruma düşüyorlar. Aynen kapitalizmin ilk dönemlerinde; makinalı
büyük üretimin başlangıç döneminde İngiltere’de işçilerin,
işsizliğin nedeni olarak makinaları görmeleri ve onlara
saldırmaları gibi bir durumla karşı karşıyayız.
Öyleyse
Nietzsche’lere, Rosenberg’lere, Sloterdiyk’lere karşı
mücadelede; ırkçılığa, gen ve DNA manipülasyonuna karşı
mücadelede; insanlığı biyolojik-zoolojik yaşama mahkum etmeyi
hedefleyen düşüncelere karşı mücadelede hedef, teknoloji,
bilimsel-teknik devrim, gen tekniği, robotik ve nano tekniği gibi
21. yüzyılın teknolojileri olamaz. Mücadelemiz, bu teknolojilerin
kapitalist/burjuva mülkiyetine karşı olmak zorundadır.
Şüphesiz
ki toplumun bütün kesimleri, teknolojinin kâr amaçlı
kullanılmasından doğan sorunlara karşı mücadeleyi, bizim gibi;
komünistlerin anladığı mücadele gibi algılamıyorlar.
Ancak
işçi sınıfı ve emekçi yığınlar, nihai çözümü kapitalist
üretim ilişkilerinin yıkılmasında; devrimde görürler. Ama
toplumda başka sosyal tabakalar da var. Bunlar, sorunun çözümünü
yasal tedbirlerde ararlar. Bunlar, sorunun yasal tedbirlerle ortadan
kaldırılamayacağını kavramıyorlar, ama tehlikenin büyüklüğünü,
korkunçluğunu pekala görüyorlar. Bunlardan birisi de yeni
teknolojilerin geliştirilmesine katkıda bulunan Amerikalı bilim
adamı B. Joy’dur. (Yeni teknolojiler üzerine verileri onun bir
makalesinden aldık). Bu kişi, bir burjuva bilim adamı ve aynı
zamanda müteşebbis olarak, bu teknolojilerin nasıl kötüye
kullanılabileceğini görüyor ve buna karşı mücadelede bilim
çevresindeki umursamazlıktan yakınıyor. Bu teknolojileri
geliştirenler arasında duyarlı insanların çıkması
sevindiricidir.
Esas
sorun, bu alandaki umursamazlığa ve bilgisizliğe karşı
aydınlatma mücadelesinde. Teknolojinin "kötü”ye
kullanılması bütün insanlığı ilgilendiriyor. Ama bütün
insanlığın bu konuda aydınlatılmamış olması da bir gerçek.
Teknolojinin "kötü”ye kullanılmasına karşı mücadelede
pasif kalmamak gerekir. Bu amaçlı örgütlenmelerde inisiyatiflerde
yer almak, nihai çözümün yolunu göstermek gerekir.
İnsanlığın
geleceğini doğrudan ilgilendiren bu sorun karşısında kayıtsız
kalmak, kapitalist mülkiyet ve üretim ilişkileri karşısında
kayıtsız kalmak anlamına gelir.
Teoride
Doğrultu, Sayı 1, Temmuz-Ağustos 2000.