Haziran
2012
“YENİ”
DÜŞÜNCELER
(Sıkça
sorulan sorular)
“Kapitalizmin
kendiliğinden çöküşü”, “ezilenler”, “Marksizmin yapısal
krizi”, Louis Althusser, “Teori ve Politika” dergisi ve
“ezilenlerin Marksizmi”, proletarya diktatörlüğünün,
sosyalizmde devletin, sosyalizmin inşasının, dünya devriminin
“yeni” yorumları ve daha birçok konu üzerine sıkça sorulan
soruların hepsini cevaplandırmak, en azından geçici olarak başka
bir iş yapamamak anlamına gelir. Bu nedenle, anlam itibariyle aynı
veya birbirine yakın soruları birleştirerek cevap vermeye
çalışacağım.
Şunu
da hatırlatmak isterim: Memlekette yazıp-çizme “özgürlüğü”
var. İsteyen istediği gibi yazıyor. Anladığım kadarıyla
ideolojik, teorik, sınıfsal ve de siyasi disiplin artık
anlamsızlaşmış, herhangi bir kıymeti harbisi kalmamış. Bin bir
zorluklarla oluşturulan imkanlar, kişisel görüşlerin hizmetine
sunulmuş; sosyalizmle bağlam içinde mahkum edilmiş, yanlışlığı
sınıf mücadelesinin seyri tarafından kanıtlanmış ne kadar
antimarksist teori varsa, sosyalizm tarihinin çöplüğünden
çıkartılıyor ve yeni diye sunuluyor. Tek kelimeyle Troçkizmden
bahsedilmiyor, ama sosyalizm tecrübesi ona göre “analiz”
ediliyor. Sosyalizm tecrübesinin Troçkizme göre analiz edilmesine
karşı değilim. Yalnız açık olmak gerekir, adını koymak
gerekir. İnsan ideolojik ve teorik gıdasının kaynağını
söylemekten çekinir mi? Sorun burada.
Revizyonist
sistemin çöktüğü dönemi; 1990'ların ilk yıllarını
hatırlayalım. O yoğun antikomünist propagandanın bir tarafında
da Troçkistler vardı. Onlar da tarihin kendilerini doğruladığını
yazıyorlardı. Sosyalizmin yenilgisinden bahsetmiyorlardı;
“Stalinizm”in yenilgisinden bahsediyorlardı. Aslında yeni bir
şey de söylemiyorlardı. Troçki'nin bilinen değerlendirmelerini
tekrarlıyorlardı. 1990'lı yıllar “tarihin sonunun”
getirildiği; Marksizmin, sınıf mücadelesinin tarihe
karıştırıldığı; küreselleşmenin emperyalizm ötesi bir
gelişme olarak lanse edildiği, Negri'lerin göklere çıkartıldığı;
aslında ne kadar antimarksist akım varsa hepsinin önünün
açıldığı; dünyasal siyasi, felsefi, ekonomik vb. gelişmelerin
“postmodern” ve “post-Marksist” yazarların görüşlerine
göre değerlendirildiği bir dönemdi. Tasfiyeciler rahatlamışlardı;
tasfiyeci akımlar gelişti; düne kadar sahiplenilen değerlerin
artık istenildiği gibi eleştirildiği ortam oluşmuştu; Marks'ı,
Engels'i, Lenin ve Stalin'i düşünmek, okumak dinozorluktu.
Troçkizm bu gelişmeden yararlanmaya çalıştı; Troçkistler,
Marksizm-Leninizmi düşüncede, örgütlenmede ve eylemde tasfiye
etmeye çalışanların, Troçkizmi, ideolojik ve teorik gıda
kaynağı olarak görmelerinden oldukça memnunlardı. Tarih onları
haklı çıkartmıştı anlayışının altında yatan şudur: ya
dünya devrimi ya da hiçbir şey! Kısmen oldukça radikal
sloganları özellikle gençlik ve aydılar arasında yankı
buluyordu. Diğer bir özellikleri de bizzat Troçki'nin burjuva
çevreler tarafından “iyi oğlanlar”dan sayılmasıdır.
Emperyalist burjuvazi onu, “komünist rejimin cinayetleri”ne
katılmamış birisi olarak görüyor. “Troçkizm
komünizmin iyi vicdanıdır. O, bütün totaliter
yozlaşmaya...rağmen iç yapısı sağlam kalan düşünceye
dayanmaktadır ve yıkıntıdan yeniden doğuşu mümkün
kılmaktadır” (1).
Şüphesiz,
insanlar Troçkist örgütlere akın etmiyorlardı. Ama Troçkizmden
etkilenme inkar edilemezdi. Etkilenme kendini bazen erken, bazen de
gecikmeli olarak açığa vurdu. Bu sürecin içeride ve dışarıda
nasıl geliştiği takıp edilebilir. Dünyanın şurasında/burasında
bu “yenilikçi” unsurlar, tarihin kendilerine her dönem önder
olma görevini verdiğini sanan unsurlardır. Yeni bir durum söz
konusuydu ve yeni durumda da yeni düşünce ve örgütlenme
anlayışıyla yeni konumlanma olmalıydı. Öyle de hareket edilmeye
başlandı. Ama ortada açıklık yoktu, dürüstlük yoktu.
Marksizm-Leninizmden sapkınlık, günümüzde Marksizm-Leninizm
olarak sunuldu; Althusser keşfedildi ve adı anılmadı. Negri
keşfedildi, ama adı anılmadı. Troçki keşfedildi, ama adı
anılmadı. Tarihin kendilerine her dönemin önderi olma görevini
verdiğini sananlar, tek yüzlü olamadılar; Mevlana'nın dediği
gibi “ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol”a
uymadılar; oldukları gibi görünmediler veya göründükleri gibi
olmadılar. Kendilerine hangi düşüncelerin yol gösteriğini
açıklama cüretini gösteremediler. Negri, Althuser, Troçki veya
başkaları haklı çıktı, Marksizm-Leninizm yanıldı; Marks,
Engels, Lenin, Stalin yanıldılar diyemediler. İnandırıcı olmak
için yapılması gereke tam da budur: Herkesi işçileştiren,
“çokluk” yapan düşünce kaynağını açıklamak zorundasınız.
Althusser'in Marksizm-Leninizme “katkısı”nı açıklamak
zorundasınız. Tarihin Troçki'yi nasıl doğruladığını
açıklamak zorundasınız. Kapitalizmin kendiliğinden çöküşü
anlayışının kaynağını açıklamak zorundasınız. SSCB'de
sosyalizmin reddi kaynağını açıklamak zorundasınız.
Marksizm-Leninizmden değil de, Marksizmden bahsettiren düşüncenin
kaynağını açıklamak zorundasınız. Adı sanı duyulmamış,
haksızlık etmeyelim, en azından işçi sınıfı ve ideolojisi
bakımından hiçbir anlamı olmayan kadri bilememiş (örneğin)
Louis Althusser gibi “üstat”lara dayanılarak Marksizm
geliştiriliyor; yapısal krizinden, çatallaşmasından veya
tarikatlaşmasından; yani çeşitli Marksizmlerden bahsedilebiliyor.
Bunları açıklamak zorundasınız.
Yazılanlara
bakarsanız sanki yedi düvelde sayısız devrime bizzat önderlik
ederek katılmışlar ve engin tecrübe ve teorik birikimlerine
dayanarak 21. yüzyılda sosyalizmin nasıl olmaması gerektiği
üzerine dersler veriyorlar. Örneğin, sosyalist devrim, tek tek
veya birkaç ülkede devrim, dünya devrimi üzerine “yeni”
yorumlar yapılıyor. Marks, Engels, Lenin, Stalin; yani
Marksizm-Leninizmin bu konulardaki öğretileri bu unsurlar açısından
artık değersizleşmiş. Doğru, “postmodern” çağda
“postmodern” düşünenler açısından dünya proletaryasının
önderleri dinozorlaşmıştır. Althusser, Negri, Troçki ve
emperyalist burjuvazinin “düşünce fabrikaları”nda yeni
“teori”ler üreten sayısız yazar varken dinozorların
dinozorlaşmış düşünceleri neye yarar! Marksizm
Althusser'leşince karşımıza yapısal krizi çıkıyor; Marksizm
“teoripolitika”laşınca karşımıza “ezilenlerin Marksizmi”
çıkıyor; Marksizm Negri'leşince karşımıza “çokluk”
çıkıyor; Marksizm Troçki'leşince karşımıza SSCB'nde
sosyalizmin reddi çıkıyor; Marksizm Kurz'laşınca, Nelte'leşince
karşımıza Leninist emperyalizm analizinin reddi, kapitalizmin
kendiliğinden çökeceği çıkıyor. Bu unsurlar ideolojide,
teoride ve örgütsel anlamda Marksizm-Leninizmi tasfiye etmeye
çalışıyorlar, beceremezlerse bunun yolunu açıyorlar ve sonra
bazı insanların bu yolda yürümeye ne kadar yatkın olduğunu
görüyorsunuz. Uzatmaya gerek yok. Bu yazıda devrim ve sosyalizmle
ilgili sorulara cevap vermeye çalışacağım.
Ama
önce akademik disiplin ve meslekler üzerine birkaç söz:
Israrla
cevabı istenen sorulardan birisi şu: “Marksist felsefeci,
Marksist ekonomist, Marksist iktisatçı, Marksist tarihçi” olur
mu? Neden olmasın? Örneğin Sovyetler Birliği'nde üniversitelerde,
akademilerde yetişen ve meslekleri felsefe, ekonomi, iktisat, tarih
vb. olan sayısız uzman vardı. Örneğin İktisat Bilimleri
Akademisinde (Akademie der Wirtschaftswissenschaften - Academy of
sciences Economics - Академия наук экономики -
Académie des sciences économiques) Marksist iktisatçılar
yetişmiştir. Tarih bilimleri akademisinde Marksist tarihçiler
yetişmiştir.
SSCB
Bilimler Akademisi şu veya bu disiplinde Marksist uzmanlar
yetiştirmiyor muydu? Politik Ekonomi, Ders Kitabı, “SSCB Ekonomi
Enstitüsü Bilimler Akademisi” uzmanları Marksist ekonomistler,
iktisatçılar tarafından yazılmadı mı?
Şüphesiz
ki, kendini bir mesleğe, bir uzmanlık alanına sığdıramayanlar,
bir alanla sınırlandırılmaya, tanımlanmaya tahammül
edemeyenler, bilimin her alanında yetkili, ehliyetli olduğunu
sananlar ve şu veya bu bilimsel diplini burjuva kavram olarak
reddedenler vardır. Boşuna uğraşmayın, narsizmle baş edilmez.
Ne olursanız olun; ister sokak kedisi olun, ister ciğerci kedisi
olun narsizmle baş edemezsiniz. O bir tümördür, ancak kesip
atabilirsiniz.
Bu
yazıda cevaplandırmaya çalışacağım sosyalizmde devlete,
sosyalizmin inşasına, dünya devrimine, proletarya diktatörlüğüne
ilişkin sorular, aslında bu kavramların içeriğinin ne denli
boşaltıldığını veya tanınamayacak derecede değiştirildiğini
göstermektedir. Boşaltma ve değiştirme çabasının kendisi;
“yeni” yorumlar doğrudan doğruya bir tasfiyeciliktir.
Marksizm-Leninizmi, Marksizm-Leninizm yapan; proletarya
diktatörlüğünü proletarya diktatörlüğü yapan; yani belli bir
kavramı o kavram yapan belli nitelikler vardır. Siz o nitelikleri
yok sayarsanız veya değiştiğini öne sürerseniz, o zaman bu
kavramlar yerine başka kavramlar kullanmak zorundasınız. Bir
taraftan proletarya diktatörlüğünün, sosyalist devletin, dünya
devriminin içeriğini değiştirip, sonra da proletarya
diktatörlüğünden, sosyalist devletten, dünya devriminden
bahsedemezsiniz: Yeni olanı eski kavramlarla açıklayamazsınız.
Yeni bulgularınız, katkılarınız için yeni kavramlar üretmek
zorundasınız. Gördüğüm kadarıyla, söz konusu konularda
ideoloji, teori ve sınıf olgusu yeniden yorumlanıyor. Marks,
Engels, Lenin ve Stalin'in düşüncelerinin; yani
Marksizm-Leninizmin içi boşaltılıyor ve kişinin sınıfsal
eğilimine göre ne kadar sapkın düşünce varsa onlarla
dolduruluyor. Bu boşaltma-doldurma işini tasfiyecilik olarak
görüyorum. Şüphesiz ki, bunu Marksizm-Leninizme bir katkı olarak
görenler de vardır.
Bu
yazı iki bölümden oluşmaktadır: Birinci bölümde sorulan
sorular ve içeriği bakımından kısa açıklamalar yer almaktadır.
İkinci bölümde ise bazı sorulara biraz ayrıntılı cevap
verilmektedir.
BİRİNCİ
BÖLÜM
Dünya
çapında kırda ve şehirde küçük üretim ve dolayısıyla küçük
üreticilerin sınıf mücadelesindeki yeri ne derece dikkate
alınmalıdır diye soruluyor.
Bu
sorunun cevabı toptancı bir tarzda verilemez. Şüphesiz, daha
şimdiden dünya nüfusunun neredeyse yarıya yakını şehirlerde
yaşamaktadır. Ama şehirde yaşamak mutlaka proleterleşmek
anlamına gelmez. Bunların içinde doğrudan proleterleşme sürecine
girenler olabildiği gibi, hangi biçimde olursa olsun kendi hesabına
çalışanlar da var. Bunların sayısının proleterleşenlerin
sayısından daha az olduğunu söyleyecek durumda değilim.
Unutmamak
gerekir ki, işçi sınıfının artık yok olduğunu savunanların
yanı sıra, sermaye karşısında hemen herkesi proleterleştirmenin
teorisini yapanlar da var. Sermaye karşısında hemen herkesi
aynılaştıran görüşler Negri'nin “çokluk” anlayışından
kaynaklanmaktadır. “Çokluk”a sınıf özelliği verilmekte ve
sadece işçi sınıfı ve müttefiklerinin değil de, bir bütün
olarak “çokluk”un sosyalizm için mücadele edeceğine
inanılmaktadır. İnsanların üretim ilişkilerindeki yeri; onları
sınıf yapan temel özellik bir kenara itilmekte; sermaye ve
kapitalist sistemin baskısı ön plana çıkartılarak üretim
araçlarında özel mülkiyet; üretim ilişkilerinde
insanların/sınıfların yeri sorunu karartılmaktadır. Sınıf
olgusuyla özel mülkiyetin bağı kopartılınca geriye herkesi
baskı altına alan, herkesi sömüren sermaye karşısında aynı
konumda olan (baskı altına alınan ve sömürülen) bir yığın
kalmaktadır. Günümüzde bunun böyle olduğunu göstermek için
küçük üretim ve küçük üreticilerin önemsizleştiğini
savunanların olacağı şaşırtıcı olmamalıdır. Aynı zamanda,
'yaygınlaşan, ortak düşünceye dönüşen antikapitalizm
tespitine bu açıdan da bakmak gerekir.
Dünya
nüfusunun hızla proleterleştiği savıyla küçük üretimin şu
veya bu ülkede değil, genel anlamda sosyalist devrim için sorun
olmaktan çıkmaya başladığı anlayışı işlenmektedir. Daha
önceki devrimlerde; örneğin Ekim Devrimi ve sonrasında Sovyetler
Birliği'nde küçük üretimin oynadığı rolün şimdilerde söz
konusu olamayacağı anlayışı işlenmektedir. Yani teoriyi
doğrulamak için gerçekler bir kenara itilebiliyor. Maocu
arkadaşların bir bölüğü de 10-15 sene önce dünyanın
yarısının feodal veya yarı feodal üretim ilişkisi içinde
olduğu tespitini yapıyordu. Şimdi ne derler, bilemem, ama burada
önemli olan tespit etme yöntemidir. Onlar da teoriyi doğrulamak
istemişlerdi, ama olmadı.
Bu
türden hesaplamaların, dolayısıyla sonuçlarının ne denli
yanlış olabileceğini Türkiye örneğiyle gösterebiliriz. Dünya
ölçeği göz önünde tutulursa Türkiye, orta derecede gelişmiş
kapitalist bir ülkedir. 2009 verilerine göre “İşteki
durumuna göre istihdam edilen” nüfus içinde işçi sınıfının
payı yüzde 60'dır. Küçük
burjuvazinin/orta tabakaların payı ise
yüzde 34,3'tür. Eğer bu yüzde 34,3 oranındaki küçük üretici
veya burjuvazi önemsiz ise buna diyeceğim bir şey yok. Eğer
önemliyse dünya çapında kırda
ve şehirde küçük üretim ve dolayısıyla küçük üreticiler
önemsizleşmiştir tespiti yanlıştır.
BM'in
hesaplamasına göre 2008'den bu yana dünya çapında şehirlerde
yaşayan nüfus kırsal alanda yaşayandan daha çok. 2050'ye
gelindiğinde de dünya nüfusunun yaklaşık yüzde 70'i şehirlerde
yaşayacak. Soruna kıtaların şehirleşmesi açısından bakarsak:
2010 itibariyle şehirleşme oranı Afrika kıtasında yüzde 38-39
civarındadır; Asya kıtasında yaklaşık yüzde 45; Okyanuslar'da
yüzde 71; Avrupa'da yüzde 73; Latin Amerika'da yüzde 78 ve Kuzey
Amerika'da da yüzde 82'dir (2). Bu durumda örneğin Kuzey
Amerika'da (ABD ve Kanada) nüfusun yüzde 82'si şehirlerde
bulunuyor diye bunların hepsini proleter mi sayacağız? Kent küçük
burjuvazisi var, onu ne yapacağız? Doğru ya, onlar da şimdilerde
hızla ve yaygın bir biçimde antikapitalistleştiklerine göre
dünya devrimi için dünya çapında proleterleşme sorunu da
çözümlenmiş oluyor! Geriye sadece dünya devrimin gerçekleştirmek
kalıyor, değil mi?
Şayet
bundan bir eğilim kast ediliyorsa, adı konmalı; bu bir eğilimdir,
siyasal ve sınıfsal sonuçları şöyle olur, böyle olur denmeli.
Bu durumda da 20. yüzyıldaki devrimlerde küçük üreticinin
rolünü 21. yüzyıldaki devrimlerde oynayamayacağı sonucunu
çıkartmak büyük bir marifet olmasa gerekir. Ne de olsa bu türden
tespitler özellikle Marks, Engels ve Lenin'in çalışmalarında
vardır; onlar gelişen kapitalizm
koşullarında küçük üreticinin, genel olarak ara tabakaların
durumunu incelemişlerdi.
Sıkça
sorulan soruların bazılarını şöyle aynılaştırabiliriz: Küçük
üretimle tek veya birkaç ülkede devrim ve sosyalizmin inşası
arasında bağ var mı? Kapitalizmde eşitsiz gelişme yasası ne
anlama gelir? Tek ülkede sosyalizm, dünya çapında sosyalizme
doğru ilerlemede nasıl bir rol oynuyor?
Küçük
üretimle tek ülkede devrim ve sosyalizmin inşası arasında sıkı
bir diyalektik bağ vardır. Gelişmiş ülkelerde (kapitalizmde)
sosyalizmin inşasının maddi zemini, gelişmemiş ülkelere nazaran
daha olgunlaşmıştır; örneğin Almanya'da sosyalizmi kurmanın
maddi koşulları ile Türkiye'de sosyalizmi inşa etmenin maddi
koşulları aynı değildir. Ama kapitalizmde eşitsiz gelişme
yasası etkilidir; devrim, Almanya'dan önce Türkiye'de
gerçekleşebilir. Bu yasa insan iradesinden bağımsız olarak
etkili olur. Önemli olan bunu görebilmektir. Devrim ve sosyalizmin
inşasıyla bağlam içinde burada iki sonuç çıkartılır:
Troçki'nin
çıkardığı sonuç: Böyle bir yasa olabilir, bu yasa tarihseldir,
önemli olan dünya çapında devrimdir, sürekli devrimdir; her
zaman ve her yerde devrimdir; Troçki'ye göre ”Sürekli
devrim teorisi,...tarihsel gelişmenin eşitsizlik yasasına dayanır.
Stalin, eşitsiz gelişme yasasını,...muzaffer proletaryaya ulusal
sosyalist bir toplumun inşası görevini empoze etmek için
kullanmıştır“
(3), “sosyalist
devrim ulusal zeminde başlar” (4).
”Dünya
devriminin gelişmesi...ülkelerin sosyalizm için ”olgunlaşmış“
veya „olgunlaşmamış“ sorusunu ortadan kaldırır...Kapitalizm
bir dünya pazarı, dünya çapında işbölümü ve dünya çapında
üretici güçler oluşturunca, aynı zamanda kendi bütünselliği
içinde dünya ekonomisini sosyalist altüst oluş için hazırlamış
olur“
(5). Kapitalizm dünya pazarını, dünya çapında işbölümünü
ve dünya çapında üretici güçleri oluşturduysa (Alman
Maocuları, enternasyonal proletarya çoğalıyor, güçleniyor diye
boşuna yazıp-çizmiyorlar!), şu ülkede, bu ülkede işçi sınıfı
ve müttefiklerinin sosyalizm için mücadele edecek durumda olup
olmamaları pek önemli değildir. Troçki, aynen böyle diyor.
Troçki'ye
göre eşitsiz gelişme yasası vardır, ama tarihseldir, Ekim
devrimi bu yasanın bir sonucudur, ama Stalin tek ülkede ulusal
sosyalizm inşa etmek için bu yasayı kullanmıştır. Asıl olan
dünya devrimidir; dünya ekonomisi oluşmuş ise dünya devriminin
koşulları oluşmuştur; şu ülkenin, bu ülkenin sosyalist devrim
için olgunlaşmış olması veya olmaması pek önemli değildir.
Dolayısıyla dünya devrimini göz önüne almayan bu
yasanın kaçınılmaz sonucu olarak tek tek ülkelerde devrim ve
sosyalizm “ulusal” bir çıkıştır, yenilgiye mahkumdur. Dünya
çapında sosyalizme doğru ilerlemeye katkısı olmaz. Troçki böyle
diyor.
Stalin
önderliğinde Bolşeviklerle Troçki arasında sosyalizmin inşası
konusunda uzlaşmaz çelişki şuydu: Troçkistler, Sovyetler
Birliği'nin geleceğini; sosyalizmin inşasını dünya çapında
sosyalist devrimin gelişmesine bağlıyorlardı. Bolşevikler ise,
Ekim Devrimini dünya devrimin bir bileşeni olarak görüyorlar;
Avrupa'da beklenen devrimlerin gerçekleşmesiyle yalnız
kalmayacaklarına inanıyorlardı. Olmadı, o zaman “zayıf halka”
Rusya, Ekim Devrimiyle kapitalist dünya ekonomisinden koparıldı ve
Bolşevikler, geri bir ülkede bütün zorluklara rağmen sosyalizmi
inşa etme mücadelesine giriştiler.
Troçki'yi
konuşturalım: 1930'da Troçki “Sürekli Devrim” yazısının
Almanca baskısına önsözünde şöyle diyordu:
“Marksizm,
dünya ekonomisinin ulusal parçaların bir toplamı olmadığından,
aksine uluslararası işbölümünü ve dünya pazarını oluşturan
devasa, bağımsız bir gerçeklik olduğundan ve çağımızda
ulusal pazarlar üzerinde hakim olduğundan hareket eder. Kapitalist
toplumun üretici güçleri çoktandır ulusal sınırların ötesine
geçmiştir...Sosyalist toplum, üretim tekniği bakımından
kapitalist toplumla karşılaştırıldığında daha yüksek bir
aşamayı ifade etmelidir. Ulusal tecrit edilmiş bir sosyalist
toplum inşa etme amacında olmak, bütün geçici başarılara
rağmen, kapitalizmle karşılaştırıldığında dahi üretici
güçleri geriye doğru çekmek istemek anlamına gelir. Dünya
bütünselliğinin bir parçasını oluşturan bir ülkenin coğrafi,
kültürel ve tarihsel koşullarından bağımsız olarak, ulusal
çerçeve içinde bütün ekonomik sektörlerin kendi içinde kapalı
bir oranlılığını gerçekleştirmek gerici bir ütopya peşinde
koşmak anlamına gelir”
(6).
Bugünlerde
Sovyetler Birliği'nde sosyalizmin inşasının reddi için bu
görüşler savunuluyor. Tek tek ülkelerde sosyalizmin inşa olanağı
kalmadı, bunlar dünya sosyalist devrim sürecine zarar verir;
ötesinde ekonomide ulusallık denen bir şey de kalmadı, o halde
devrim ancak ve ancak uluslararası olanakları değerlendirerek
yapılabilir denmiyor mu? Yani bu baylar, örneğin günümüz
koşullarında Türkiye'de devrim olsa dünya ekonomisinin
olanaklarını kullanamayacağı için yenilgiye mahkum olacaktır
demiyorlar mı? Şöyle düşünün: Türkiye'de devrim yapıyorsunuz,
ama başka ülkelerde devrimler gerçekleşmiyor ve tek başınıza
kalıyorsunuz. Ne yaparsınız? Sanıyorum devrimi ilerletmek
istersiniz. Ama geleneksel Troçkistler ve yenileri veya iç ve
uluslararası alanda yandaşları hemen karşınıza dikilirler ve
yaptığınız “gerici bir ütopya”dır; başka ülkelerde
devrimler gerçekleşmediği için sosyalizmin
nihai zaferi yolunda hızla ilerleyemeyeceksiniz; kapitalist dünya
pazarıyla yeniden bütünleşeceksiniz, kısa zaman içinde
buharlaşacaksınız. Buharlaşmak istemiyorsanız tek başına
devrim yapmaya yeltenmemelisiniz. Troçki'nin iç ve uluslararası
alanda yandaşlarının yanlış anlaşılmayacak bir açıklıkla
söyledikleri bu.
Sözün
kısası, tek tek ülkelerde devrimler gerçekleştirilebilir, ama
devam ettirmenin koşulları yoktur. Öyleyse bütün ülkeler
devrime hazır olana kadar beklemek zorundasınız. Tek tek ülkelerde
başarılı devrim, başarısızlığa mahkum olmuş devrimdir.
Troçki, geleneksel yandaşları ve onu yeni keşfedenler bunu
yanlış anlaşılmayacak açıklıkta söylüyorlar.
Demek
oluyor ki, tek tek ülkelerde devrim ve sosyalizm, tek tek ülkelerle
sınırlı kalındığı müddetçe, yani dünya devrimi olmadığı
müddetçe kapitalizme geri dönüş kaçınılmazdır anlayışı,
katışıksız Troçkist bir anlayıştır. Bu anlayışa göre tek
tek ülkelerde devrimi gerçekleştirmek, sosyalizmin inşasına
girişmek anlamsızdır. 'Bu bir zorunluluktur, ama yine de
anlamsızdır. Çünkü eninde sonunda kapitalizme geri
dönülecektir.' Verilen açık mesaj bu. Şöyle düşüneceksiniz:
Türkiye'de -tek ülke olarak- devrim yapmanın ve sosyalizme geçmeye
yeltenmenin bir anlamı yoktur. Tek başına buharlaşıp yok olmanız
o kadar önemli değil, sadece tek ülkede devrimle ve sosyalizmi
inşa çabanızla dünya çapında sosyalizme doğru ilerlemeye bir
katkı yapmış olmayacaksınız, tam tersine dünya devimine zarar
vereceksiniz, onu zayıflatacaksınız. Bu nedenle başka ülkelerde
devrim koşullarının olgunlaşmasını beklemelisiniz. Bu arada
ulusal çapta devrimi hedefleyen programınızı da
değiştireceksiniz. Program uluslararası devrimin, dünya devrimin
bir parçası olmalıdır! Programın, kapitalizmde eşitsiz
gelişmenin bir sonucu olarak uluslararası olması; dünya
devriminin yaşadığımız coğrafyadaki; bölgedeki ayağı
olması, Troçkist dünya devrimi programına ters düşmektedir.
Dünya devriminin bir parçası olarak tek ülkede devrimi amaçladığı
için değiştireceksiniz; tek ülkede devrimi uluslararası devrime
dönüştüreceksiniz. Alman Maocuları böyle bir değişim yaptılar
ve rahatladılar. Her ne kadar Almanya'da devrimden bahsetseler de
bir devrim sorunları kalmadı. Almanya'da
devrimi dünya devrimine bağladılar.
Lenin
ve Stalin'in çıkardıkları sonuç: Tek veya birkaç ülkede devrim
ve sosyalizmin inşası kapitalizmde eşitsiz gelişme yasasının
doğrudan bir sonucudur; bir kaçınılmazlıktır, zorunluluktur. Bu
nedenle tek tek ülkelerde devrim ve sosyalizmin inşası, dünya
çapında sosyalizme doğru ilerleme sürecinin bir adımı olarak
görülmelidir.
Bu
niye böyledir ve başka türlü değildir, sorusunun cevabını
aşağıda vereceğiz.
Başka
bir soru: Tek tek ülkelerde sosyalizmin inşası ulusal bir sorun
değil mi? Bir daha belirtelim: Tek tek ülkelerde sosyalist devrim
bir bir amaç değil, bir zorunluluktur ve aynı zamanda tek tek
ülkelerde sosyalizmin inşası da bir amaç değil, bir
zorunluluktur. Tek tek ülkelerde devrim ve sosyalizmin inşası,
dünya devriminin bir adımı, bir bileşeni olarak görüldüğünde
ve ona göre hareket edildiğinde “ulusal sorun” olmaz. Ama bunun
böyle olmadığı anlayışında olanlar da var. Örneğin Troçki,
Bolşeviklerin sosyalizmi inşa çabasını; Sovyetler Birliği'nde
sosyalizmin inşasını ulusal bir sorun olarak görmüştür. Ama
Bolşeviklerin Sovyetler Birliği'nde sosyalizmin inşasını
Sovyetler Birliği ile sınırlamama, dünya devriminin bir parçası
olarak görme anlayışları Troçkizmi ilgilendirmemiştir.
Sovyetler Birliği'nde sosyalizm sorunu üzerine düşüncelerinin
bütününe bakıldığında Troçki'nin bu inşayı, dünya çapında
sosyalist gelişmeye zarar veren bir adım olarak
değerlendirdiği görülür.
Troçki'ye
göre sosyalizm sorunu ulusal çapta değil, uluslararası çapta ele
alınması gereken bir sorundur. Aksini savunan olmadığına göre
Troçki neden bu anlayışını inatla savunur? Bunun nedenini onun
dünya görüşünde, devrim, sürekli devrim, dünya devrimi
anlayışında aramak gerekir. Troçki, kapitalizmde eşitsiz gelişme
yasasını sözde reddetmez, ama bu yasanın doğrudan bir sonucu
olan tek ülkede devrim sorununu reddeder. Troçki, kendi sürekli
devrim anlayışına göre devrimlerin tek tek ülkelerde
başlayabileceğini reddetmez, ama başlayan devrimi yenilgiye mahkum
eder.
“Sosyalist
bir devrimin ulusal çerçevede sonlanması düşünülemez....Sosyalist
devrim ulusal zeminde başlar, uluslararası olarak gelişir ve dünya
çapında sonuçlanır”
(7).
Troçki'yi
yeni keşfedenler de aynı görüşte değiller mi?
Troçki'nin
bu değerlendirmesiyle onu yeni keşfedenlerin
'kuşkusuz
sosyalist devrime tek tek burjuva ulus devlet iktidarları yıkılarak
başlanabilirdi. Bu nedenle biçim olarak sosyalist devrim “tek
ülke”lerde başlayabilir ve yine bu tek tek ülkelerde sosyalist
inşalara girişilebilirdi. Ama sosyalist inşaların tamamlanması,
sosyalizmin zaferi “Ulusal bir sorun olmayıp modern toplumu içeren
bütün ülkeleri kucaklayan ve çözümü en ileri ülkelerin pratik
ve teknik işbirliğine dayanan toplumsal bir sorun”un üstesinden
gelinmesiyle başarılabilirdi' anlayışları arasındaki nitel
farkı açıklayan olsa da anlasak
nasıl olur?
Peki,
Bolşevikler bunun aksini mi savunmuşlardı? Hayır, başka
ülkelerde beklenen devrimlerin gerçekleşmemesinden dolayı
sosyalizmi inşa etmeye, tek ülkede inşa etmeye başlamak zorunda
kalmışlardı. Bolşeviklerin, Ekim Devrimini dünya devriminin
başlangıcı, ilk adımı olarak görmeleri Troçkizmi
hiç ilgilendirmemişti. Bolşevikler, Troçki, geleneksel ve yeni
yandaşları gibi, mücadelenin önüne dikilip, yaptığımız
gericiliktir, buharlaşıp yok olmaktır, yeniden kapitalizmle
bütünleşmektir dememişler; sosyalizm uluslararası sonlanır diye
mücadeleden vazgeçmemişlerdi. Evet, evet, buharlaşmayı göze
almışlardı! Ama buharlaşmadılar, tek ülkede sosyalizm olmazdan
dolayı değil, kendi hatalarının sonucunda yenilmişlerdi.
Aradaki fark bu.
Ekim
Devriminin hemen öncesinde “Bizim
için Avrupa devriminin dışında elle tutulur, belirleyici bir
başarı düşünülemez”
(8). “Rus
proletaryasının zaferini yakında Avrupa proletaryasının zaferi
takip ederse,...Sovyet Rusya'sı ekonomisinin başka proleter
ülkelerin daha gelişmiş ekonomisiyle sağlam bağlantısıyla Rus
proletaryasına yeni örgütsel ve teknik olanaklar açılır”
diyen de Troçki'dir (9).
Troçki'nin
düşünce yapısı böyledir; bir taraftan sosyalist devrim ulusal
zeminde başlatır, ama aynı zamanda da yenilgiye mahkum eder.
Günümüzde Troçkizmin ikilemi de budur: Bir taraftan tek tek
ülkelerde devrim olabilir der, diğer taraftan da yenilgiye mahkum
eder, devrimleri buharlaştırır.
Demek
oluyor ki, devrim yapabilirsin, ama başka ülkelerde de devrimler
gerçekleşmediyse yenileceksin; en kısa zamanda, hızla
kapitalizmle yeniden kaynaşacaksın, ona yeniden entegre olacaksın!
Tek
ülkede devrim ve sosyalizm teori ve pratiğiyle mücadelesinde
Troçki, sosyalist devrim ulusal zeminde başlar, ama bu; proleter
devrimin ulusal çerçevede kalması ancak ve ancak geçici bir
durumdur der. Geçici bir durum, kısa süreli bir durumdur. Ama
Sovyetler Birliği'nde bu durum uzun sürmüştür. Üstelik başka
ülkelerde devrimlerde gerçekleşmemiştir (10). Troçki, bu geçici
olma durumunu Marks'a mı havale der, bunu bilemem, ama bu geçici
durum uzun sürmez anlayışını Marks'a havale edenler de var.
Troçki
yazıyor:
“Tecrit edilmiş proletarya diktatörlüğünde artan başarılarla
birlikte iç ve dış çelişkiler de kaçınılmaz olarak artar.
Tecrit olma koşullarında proleter devlet, sonunda bu çelişkilerin
bir kurbanı olur. Onun için çıkış yolu sadece ilerlemiş
ülkelerin proletaryasının zaferidir”
(11).
Ne
kadar tanıdık düşünceler değil mi? Troçkizmi yeni keşfedenler
de böyle diyorlar. Belki de yeni keşfetmemişlerdir, ama ancak
şimdilerde açığa vuruyorlar!
Başka
bir soru: SSCB'nde komünizme geçiş tartışmalarında Stalin'in
rolü nedir?
Sovyet
tarihini, iktidarın sınıfsal karakteri göz önüne alınmadan
değerlendirmek tamamen yanlış sonuçlara götürür. Ekim
Devriminden (1917) SBKP (B)'in 20. Kongresine (1956) kadar SSCB'nde
proletarya diktatörlüğü, sosyalizm hakimdi. Söz konusu bu
kongrede siyasi iktidar Kruşçev revizyonistleri tarafından gasp
edilmiş ve ülkede geriye dönüş süreci başlatılmıştır.
Proletarya diktatörlüğünün yerini bürokratik kapitalist bir
diktatörlük almış ve klasik kapitalist ülkelerle
karşılaştırıldığında biçimsel olarak farklılık arz eden
kapitalizm inşa edilmiştir.
Bu
iki dönemi birbirine karıştırmamak gerekir. Troçkistler bunu
bilinçli olarak yapıyorlar. Anlaşılan o ki, Troçki'yi yeni
keşfedenler de bunu yapıyorlar. Bu ayrım göz önünde
tutulduğunda 1930'lu yılların sonunda “komünizme geçiş”
tartışmalarında Stalin'in rolü ile Kruşçev'in 20 yılda
komünizme geçiş programı arasında bir bağın olmadığı
görülür. Her iki dönemde de komünizme geçiş tartışmaları
yapılmıştır. Bu tartışmaların hangi koşullarda, nasıl
yürütüldüğünü aşağıda ele alacağız.
Başka
bir soru da sosyalizmde devletle ilgili. Sosyalizmde devlet güçlü
mü olmalıdır, yoksa giderek küçülen bir devlet mi olmalıdır?
Soru bu.
Dünya
çapında sosyalizmin hakim olduğu koşullarda sosyalist devlet,
kendini sonlandırmaya, yok olmaya hazırlayan devlettir, bu anlamda
da giderek küçülen devlettir. Ama kapitalizmin dünya çapında
hakim olduğu koşullarda; yani tek tek ülkelerde, bölgelerde
devrim ve sosyalizmin gündemde olduğu koşullarda sosyalist devlet
oldukça güçlü olmalıdır. Sovyet devleti güçlü olmasaydı
Sovyetler Birliği devrimin ilk yıllarında iç düşmanlara karşı
mücadelede veya II. Dünya Savaşında muzaffer çıkabilir miydi?
Sovyetler
Birliği örneğinde sosyalist devletin gelişme aşamalarını
aşağıda ele alacağız.
Devrim
ve proletarya diktatörlüğüyle ilgili bir kısım soru:
Devrim
konusunda hayal dünyası Troçki'den daha geniş olanlar da var.
Dünya zenginliklerini, üretim araçlarını vb. elinde tutan bir
avuç oligarşiye bir darbe indirmekle ilk anda dünyanın birçok
ülkesinde devrim gerçekleştirenler var. Devrimlerin yayıldığı
alanlarda meta üretimi ve ticaretinin; yani kapitalizmin etki
alanını daraltanlar var. Böylece güçlü devlete gerek kalmaz;
bütün bunlar önemsizleşen bir devletle yapılır diyenler var.
Bunlar herhangi bir Science-Fiction filminden görüntüsüz
„fragmanlar“ değil. Görüntülemesini hayal dünyanızda
yapabilirsiniz. Bu türden anlayışların teorisini yapanlar var;
bir vuruşla, bir darbeyle dünya kapitalizmini çökertenler var.
Peki bu darbeyi kim vuracak? Herhalde herkes veya sermaye karşısında
herkes! Peki bunlar nerede veya nasıl örgütleniyorlar? Bilmiyorum,
belki “occupy-hareketi“yle, belki de “öfkeliler hareketi”yle
bu ölümcül darbe gerçekleştirilecektir. Zaten insanlar giderek
yığın yığın kendiliğinden antikapitalistleştiklerine, yani
sosyalist devrim için mücadele ediyor duruma geldiklerine;
antikapitalizm giderek daha kapsamlı ölçüde ortak duygu ve
düşünce haline geldiğine göre ölümcül darbe vuracakların
sayısında pek sıkıntı olmayacaktır!
Akıllara
durgunluk veren başka bir nokta da doğrudan proletarya
diktatörlüğüyle ilgilidir. Şimdiye kadar proletarya
diktatörlüğünün sosyalizmde işçi sınıfının iktidar biçimi
olduğunu; sosyalizmde devletin proletarya diktatörlüğünü
yansıttığını ve bu diktatörlüğün komünizme geçene kadar
var olacağını biliyordum. Marks'tan, Engels'ten, Lenin'den,
Stalin'den E. Hoca'dan, hatta Mao'dan böyle öğrenmiştik.
Yanılmışım. Bizi yanıltmışlar. Meğersem proletarya
diktatörlüğü kapitalizmden sosyalizme geçişin zorunlu bir
aşamasıymış veya noktasıymış. (Marks'ın “Fransa'da Sınıf
Mücadeleleri” yapıtında geçen “Sosyalizm...zorunlu
bir geçiş noktası olarak proletaryanın
sınıf
diktatörlüğüdür”
anlayışının nasıl bir katakulli ile
kapitalizmden sosyalizme zorunlu bir geçiş noktasına çevrildiğini
mutlaka araştırmak gerekir. Marks, sosyalizmin kendisini zorunlu
bir geçiş noktası olarak, bu zorunlu geçişin iktidarını da
proletarya diktatörlüğü olarak görüyor. Yakıştırmacılar ise
kapitalizmden sosyalizme geçişi zorunlu bir geçiş olarak
görüyorlar; sosyalizmin kendisini değil. Troçki'yi doğrulamak
için Marks'ı yanlış anlamaya gerek yok!).
Troçki, proletarya diktatörlüğünde komünizmin ilk aşamasını;
sosyalizmin devletsel örgütlenmesini değil, sosyalizmin bir ön
aşamasını görüyor: “Proletarya
diktatörlüğü Bolşevikler açısından Batıda devrim için
köprüydü. Toplumun sosyalist biçimlendirilmesi görevi, öz
itibariyle uluslararası görev olarak ilan edildi”.
Bu durumda Batıda devrimler olsaydı, Sovyetler Birliği'nde veya
devrim yapan başka ülkelerde de proletarya diktatörlüğüne
ihtiyaç kalmayacaktı; proletarya diktatörlüğü sosyalizmin
inşası sürecinde gerekli bir araç değildi (12). Yani
proletarya diktatörlüğü kapitalizmden
sosyalizme geçişte zorunlu
bir nokta olarak görülüyor. Peki bu durumda, diyelim ki tek ülkede
değil de birkaç ülkede sosyalist devrimler gerçekleştirilmiş
olsun, örneğin Avrupa'nın 5 ülkesinde, Latin Amerika'nın 4
ülkesinde, Afrika'nın 10 ülkesinde, Asya'nın da 8 ülkesinde
devrimler gerçekleşsin, bu durumda bu ülkelerde sosyalizm
sürecinde proletarya diktatörlüğü olmayacak mı? Troçki olmaz
diyor, Troçki'yi yeni keşfedenler de olmaz diyorlar. Peki ne
olacak, bu ülkelerde sosyalist toplum nasıl kurulacak, örgütlenecek
ve kapitalizme karşı nasıl savunulacak? Anlaşılan o ki, F.
Engels'in A. Bebel'e yazdığı 28 Mart 1875 tarihli mektubunda
“Proletarya,
devrimden sonra da devlete... düşmanlarını baskı altında tutmak
için gereksinim duyacaktır”
tespitini yapmış olması pek önemli değil. Engels de yanılmış!
Peki,
proletarya diktatörlüğü kapitalizmden
sosyalizme geçişse,
sosyalizm nedir? Veya sosyalizmde devlet örgütlenmesi nasıl
olacak?
Soruyu
şöyle de sorabiliriz: Troçki ve onu yeni keşfedenlere göre
proletarya diktatörlüğü kapitalizmden sosyalizme geçişin siyasi
örgütlenmesi oluyor. Peki sosyalizmden komünizme geçişin siyasi
örgütlenmesi ne ve nasıl oluyor? Evet, nasıl oluyor ve nasıl
şekilleniyor?
Proletarya
diktatörlüğünün sosyalizmin inşası sürecinde siyasal
iktidarı temsil etmeyeceğini anladık. Bu dönemde böyle bir
iktidar olmayacak. Peki ne olacak? Bir darbeyle mali oligarşi
sistemini yerle bir ettiğimiz için, tek ülkede devrim ve inşa
gibi dertle uzun dönem meşgul olmayacağımız için; bu yol çıkmaz
sokak olduğu için, sosyalizmin inşa sorunu uluslararası sorun
olacağı için devlet, kısa zamanda rolünü oynamış olacak ve
devre dışı kalacak ve insanın insanı yönetmesi yerini eşyaların
yönetilmesi alacak. Bu durumda, kapitalizmden sosyalizme geçmek
için proletarya diktatörlüğüne ihtiyaç var. Ama sosyalizme
geçince proletarya diktatörlüğüne, güçlü bir devlete ihtiyaç
yok; kısa zaman içinde ölecek, sonlanacak olan bir devlete ihtiyaç
var. Böyle söyleniyor. Sosyalizmin kurulmasının, proletarya
diktatörlüğünün, sosyalist devletin “yeni”, daha doğrusu
Troçkist yorumu böyle.
Hayal
dünyamızı biraz zorlayalım. Diyelim ki, Türkiye'de devrim oldu,
mevcut sistem yıkıldı. Demokratik devrim sorunları çözüldü ve
sosyalizme geçildi. Bu durumda kapitalizmden sosyalizme geçiş
aşamasında proletarya diktatörlüğü kurulmuştu. Sonra ne
olacak? Diyelim ki, Türkiye devrimi yalnız kalmadı, bölgesel
devrime dönüştü. O ülkelerde de aynı süreç yaşandı ve
devrim yapan bölgemiz, dünya kapitalist sistemiyle karşı karşıya
kaldı. Kapitalizmden sosyalizme geçtik, ama dünya sosyalist değil.
Bu durumda var olabilmek için nasıl bir siyasal örgütlenme
gündemde olacak?
Elimize
fırsat geçmişken, biraz daha ileri gidelim ve devrimi bölgemizle
sınırlamayalım; Afrika kıtasının ayaklandığını ve devrimi
gerçekleştirdiğini düşünelim. Tamam, Latin Amerika'da ve
Asya'da da devrim olsun. Karşımızda devrimci Ortadoğu, devrimci
Afrika, devrimci Latin Amerika ve devrimci Asya var. Dünyanın diğer
ülkelerinde de kapitalizm var. Ne olacak şimdi? Üç kıta ve bir
bölgede devrim, kapitalist dünya karşısında nasıl savunulacak
ve sosyalizm nasıl inşa edilecek? Troçki ve yandaşlarına göre
proletarya diktatörlüğü bir araç olamaz. O, kapitalizmden
sosyalizme geçerken tarihi görevini yerine getirdi. Şimdi
sosyalizme geçmiş durumdayız ve sosyalizmi hem inşa ediyoruz
hem de kapitalizme karşı savunuyoruz. Hangi araçla? Yoksa
“Proletarya,
devrimden sonra... düşmanlarını baskı altında tutmak için”
(Engels)
'gitgide zayıflayan, ucuz, giderek küçülen, etkisizleşen bir
devlete' mi gerek duyacak ve böyle bir devletle mi sosyalizmi inşa
edecek?
Troçkizmi
yeni keşfedenler, bu işin gitgide zayıflayan, ucuz, giderek
küçülen, giderek etkisizleşen bir devletle yapılacağının
propagandasını yapıyorlar.
Troçki
ve onu yeni keşfedenlerin, sosyalizmin inşası sürecinde
proletarya diktatörlüğünün olmayacağı düşüncesinde
olduklarını öğrendik, ama sosyalizmi nasıl bir siyasal
örgütlenmeyle inşa edeceklerini öğrenemedik. Söylemiyorlar.
Sovyetler
Birliği'nin nasıl bir ülke olduğuna, sosyalist miydi, kapitalist
miydi sorusuna gelince. Bizim bu konudaki anlayışımız oldukça
açıktır: Ekim Devriminden 20. Kongreye kadar Sovyetler Birliği
sosyalist bir ülkeydi, Kruşçev'in siyasi iktidarı gasp etmesinden
sonra; 20. kongreden sonra Sovyetler Birliği revizyonist bir ülkeye
dönüşmüştür.
Troçki
ise Sovyetler Birliği hakkında farklı düşünüyordu: Ona göre
Sovyetler Birliği, hiçbir zaman sosyalist olmamıştı, bir geçiş
toplumuydu, bürokratik, deforme olmuş bir işçi devletiydi.
“Bugünkü Sovyet rejimini bütün çelişkili bütünselliği
içinde sosyalist değil, kapitalizm ile sosyalizm arasında bir
hazırlayıcı veya geçiş rejimi olarak tanımlamak daha doğru
olur“
(13).
Söz
konusu olan Troçki olunca biraz düşünmek gerekir! Politik yaşamı
çelişkilerden ibarettir. Bir taraftan “bizim
için Sovyetler Birliği'nin karakteri proleter devlet olarak
belirlenmiştir”
der (14). ama öbür taraftan da bu “proleter
devlet”in
asla ve asla sosyalist olmadığını söyler (15).
Bunun
nedeni var: Troçki'ye göre proleter devlet, proletarya diktatörlüğü
bir ara aşamadır; yani kapitalizmden sosyalizme geçiş aşamasıdır.
Bu aşamada Sovyet devleti bürokratik deformasyona uğramıştır.
Yani Sovyetler Birliği, kapitalizmden sosyalizme geçiş aşamasında
kalmış, sosyalizm aşamasına geçememiştir.
Troçkizmi
yeni keşfedenler de aynı düşünceyi savunuyorlar. Onlara göre de
Sovyetler Birliği
ne bütünüyle sosyalisti ne de kapitalisti. Yani bir geçiş
toplumuydu; kapitalizmden sosyalizme geçiş aşamasında bir
toplumdu. Bundan dolayı da ne bütünüyle kapitalistti ne de
sosyalistti!
İdeolojik
doku, dünya görüşü değiştiriliyor ve siz bunları
okumuyorsunuz; duyduklarınızın yanlış olduğunu teyit ettirmek
için soruyorsunuz. Ama duyduklarınız doğrudur.
Troçki
“SSCB,
kapitalizm ile sosyalizm arasında duran çelişkilerle dolu bir
toplumdur” diyordu
(16). Ona göre
Sovyet rejimi, geleceği dünya devrimine bağlı olan bir geçiş
rejimidir. Onun yeni takipçileri de aynı görüşteler. SSCB'yi,
kapitalizm ile sosyalizm arasında duran bir ara rejim, bir geçiş
toplumu olarak görüyorlar; böyle bir geçiş rejimine özgü olan
çelişkilerden; kapitalizmi yıkma sorununda doğan çelişkilerden
ve sosyalizmi kurma çabasından doğan çelişkilerden
bahsediyorlar. Tam da bu nedenle SSCB, ne sosyalistti ne de
kapitalistti diyorlar!
Sovyet
rejiminin sınıfsal karakterini tespit bakımından Troçki ile onu
yeni keşfedenler arasında hiçbir fark yok. Tek fark, Troçki'nin
bu anlayışını yıllar önce yazmış olmasıdır. Yeni
takipçileri ise bu anlayışı yeni keşfettiler! Aslında pek de
yeni keşfetmiş sayılmazlar! (Bir ek: Marks'tan, Engels'ten,
Lenin'den ve Stalin'den bahsedenler dinozor oluyorlar da Troçki'den
bahsedenler neden dinozor olmuyorlar? Herhalde adını anmadan
Troçki'yi savundukları için! Düşünmek lazım!)
Sosyalizmde
meta üretimi var mıdır? Soru bu. Evet vardır, ama mutlaka olmak
zorunda değildir. Kapitalizmin gelişmiş olduğu ülkelerde devrim
koşullarında; kırsal alanda küçük üretimin yaygın olmadığı
koşullarda sosyalizmde meta üretimi sorunu, kısa zamanda
halledilebilecek bir sorundur. Ama Türkiye gibi ülkelerde veya o
zamanın Rusya'sında kırsal alanda küçük üretim oldukça
yaygındır/yaygındı. Bunun sonucu sosyalizmde sınırlandırılmış
meta üretiminin kaçınılmaz olduğudur. Veya sosyalizmde meta
üretimi olmaz diyarsanız, örneğin Türkiye'de devrim yapmaya
kalkışmanıza gerek yok. Küçük üretim önemsizleşene kadar
beklersiniz! Sorun bu kadar açık.
Sosyalizm,
kapitalizmden komünizme geçiş aşamasıdır. Bu aşamanın
özelliğini Marks ve Engels “Gotha Programı Eleştirisi”nde
şöyle tanımlarlar:“Burada
ele almamız gereken, kendi temelleri üzerinde gelişmiş
olan değil, tersine, kapitalist toplumdan doğduğu
şekliyle bir komünist toplumdur; dolayısıyla, iktisadi, manevi,
entelektüel, bütün bakımlardan, bağrından çıktığı eski
toplumun damgasını hâlâ taşıyan bir toplumdur“.
Açık ki, sosyalist toplum kapitalist toplumun benlerini; birtakım
özelliklerini taşıyan toplumdur. Bu anlamda sosyalizmde bu benler,
özellikler yok edilir; geçmişe, sınıflı topluma özgü bir şey
kalmaz. Sosyalizm bu sürecin; toplumun komünizme geçişinin
hazırlığını ifade eden dönemin adıdır. Bu anlamda sosyalist
aşamadaki toplum, kapitalizme özgü olan her şeyin yok edildiği
toplumdur. Salt bu nedenle SSCB'nde sınırlandırılmış bir meta
üretiminin olmasında şaşılacak bir yan yoktur. Ama devrim
gerçekleştiren ülkelerde, örneğin SSCB'nde kırsal alanda küçük
üretim var ve bundan dolayı ekonominin genel yapısı ne
sosyalisttir ne de kapitalisttir derseniz, bu sizin Sovyetler
Birliği'nde sosyalizmin inşasını değerlendirmede ne kadar samimi
olduğunuzun, sorunu Troçki gibi değerlendirmenizin ölçüsü
olur.
Bu,
diğer şeylerin yanı sıra Bolşevizm'le Troçkizm arasında bir
ayrımdır. Bolşeviklerin değerlendirmesine göre kırsal alanda
“grup mülkiyeti” kolektif mülkiyettir; sosyalist mülkiyetin
alt aşamasıdır. Troçkizme göre değildir. Aradaki fark bu!
Bu
noktada gerçek dünya ile hayal dünyasını birbirine karıştırmamak
gerekir. Dünya çapında küçük üretim artık önemsizleştiği
için hayalperestlere ve Troçkistlere göre, eğer tek tek
ülkelerde devrim olursa, sosyalizmi inşa etmek için uzun bir
geçiş dönemine gerek olmayacak. Çünkü başka ülkelerde
devrimler olacak ve böylece sosyalizmin inşası mümkün olacak.
Yani geriye dönme şansı olmayacak. Yaşadığımız dünyanın,
şimdiki hal ve gidişin böyle olduğu söyleniyor!
Başka
bir soru: Kapitalizm kendi gelişme sınırlarına dayandı, üretici
güçleri daha da geliştirecek durumu yok. Hal böyle olunca bir
zamanlar Sovyetler Birliği'nde olduğu gibi kapitalizme yetişme ve
onu geçme durumu olmayacak mı diye soruluyor. Önce kapitalizmin
kendi sınırlarına dayandığı anlayışına açıklık getirmek
gerekir. Marks'ın dediği gibi, kapitalizm, “kaskatı
bir kristal olmayıp, değişebilen ve sürekli olarak değişen bir
organizmadır” (17).
Onun sınırı kendi iç çelişkisindedir, ama her seferinde iç
çelişkisini bir biçimde aşmıştır. Şimdi de öyle
olamayacağını söylemek ancak kahinlerin işi olabilir. Bu
nedenle, kapitalizm kendi sınırlarına dayandı, artık çökecek
beklentisini bir kenara bırakalım ve diyelim ki, Zimbabve'de,
Somali'de veya Suriye'de, Yunanistan'da, Türkiye'de devrim oldu veya
Ortadoğu'da bölgesel devrim oldu. Peki bu durumda üretici güçlerin
gelişmesi bakımından örneğin ABD'ye veya Almanya'ya vb. yetişip,
onları geçme durumu olmayacak mı? Artık kapitalizme yetişme ve
onu geçme sorunu olmayacak diyenlerin önce bu soruya cevap
vermeleri gerekir. Gerekmesine gerekir de... Ama şunu diyeceklerdir:
Artık bizim gündemimizde sürekli devrim var; mali oligarşiye
dünya çapında darbe indirmekle meşgulüz, tek tek ülkelerde
devrimin sorunları, örneğin teknoloji sorunları uluslararası
arenada çözülür; anlamanız gerekir ki, artık, olsa da olmasa da
sürekli devriminden bahsediyoruz; ulusal “kalkınma”dan, ulusal
olanakları kullanarak sosyalizmin inşasından değil, bir ülkede
devrim olursa başka ülkelerin olanaklarından yararlanılmasından
bahsediyoruz diyecekler.
Doğru,
Troçki de aynen böyle söylüyordu. Ama o hayal dünyasında
gezinti yaparken, Bolşevikler sosyalizmi kendi olanaklarıyla inşa
etmeye çalışıyorlardı. Aradaki fark bu!
Başka
bir soru: Proletarya diktatörlüğünde siyasal temsil daraltılmış
mıydı? Proletarya diktatörlüğü dendiğinde iki ülke akla
gelir. 1956'ya kadar Sovyetler Birliği ve Arnavutluk. Örnek olarak
da Sovyetler Birliği'ndeki gelişmeler alınır. Bu ülke tarihini
buraya aktarmaya gerek yok: Sovyetler Birliği'nde sosyalist
demokrasi, en azından 1930'lu yılların ortasına kadar olduğunca
yaygın, genişletilmiş olarak uygulanmıştır. Toplumsal
örgütlenmenin kapsamı ve ülkenin siyasal, ekonomik gelişmesine
katılımı bunu göstermektedir. İç düşmanlara ve onların
uzantısı dış düşmanlara karşı mücadelede başarı, toplumsal
katılımın, sahiplenmenin bir sonucu değil mi? 1936 Anayasasının
hazırlanışı bunun bire ifadesi değil mi?
1930'lu
yılların ikinci yarısından itibaren sınıf mücadelesinin adli
olaylara indirgenmesi ve sonrasındaki gelişmeler; ağır hatalar,
kaçınılmaz olarak siyasal temsilin daraldığı anlamına
gelmektedir. Bu değişim göz önünde tutulmadan, toptancı bir
biçimde siyasal temsilin daraltılmış olduğundan bahsetmek
Troçki'nin proletarya diktatörlüğünü bürokratik iktidar olarak
tanımlamasını savunmaktan başka bir anlam taşımaz. Hele hele
proletarya diktatörlüğü koşullarında siyasal temsilin
genişletilmiş olmasına “öfkeliler” örgütlenmesini örnek
almak, sosyalizmde iktidar sorununun nasıl ele alındığını
göstermekten başka bir anlam taşımaz. Tabii, İnternet üzerinden
örgütlenerek devrim yapmak isteyenler, İnternet üzerinden en
geniş kesimle karar almak isteyenler, “öfkeliler”in
örgütlenmesine gıpta edenler ve bütün bu örgütlenmelerle
devrim yapmak isteyenler olabilir. Onlara bir diyeceğim yok. Ama bu
türden hayallerle, proletarya diktatörlüğü koşullarında
toplumun örgütlülük halini birbirine karıştırmamak gerekir.
Beni ilgilendiren sorunun bu yanıdır.
Başka
bir soru: Kapitalist üretim biçiminde artık teknik alanda sürekli
devrimler söz konusu değil mi veya kapitalizm var oluş krizinde
mi?
Hayal
dünyam sermaye karşısında herkesi aynı kefeye koyarak sosyalist
devrim yaptıracak kadar geniş değil. Bu devrimi yapacak olan
sınıf, işçi sınıfıdır. Bunun dışında onun müttefikleri
var; onlar da bu devrimin özneleridir. Ama bütün emekçileri ve
gençliği sosyalist devrimin öznesi yapmak, en azından bu alanda
Marksizm-Leninizmi yeniden yazmak anlamına gelir. Artık teknoloji
alanında sürekli yenilenme yapamayacağından dolayı kapitalizmin
kendiliğinden çökeceği anlayışını savunanlar, kendi
kendilerine kapitalizmin bir var oluş krizi içinde olduğunu
söylüyorlar. Bazılarına göre bu iş daha 1990'ların başında
bitmişti. Ama kapitalist sistem bir türlü kendi kendine çökmedi.
Şimdi, 2008'den bu yana -yaşanmakta olan krizden dolayı- aynı
veya benzer anlayışlar sürekli işleniyor. Bir umuttur, belki de
kapitalizm kendi kendine çöker! Ama çökmeyebilir de! Her
halükarda uzaktan yakından kapitalizmin kendiliğinden çökeceğine
dair herhangi bir emare yok. Sadece kapitalist sistemin merkezi, bir
zamanlar Batı'dan Kuzeye (ABD) kaydığı gibi şimdilerde de
Batı'dan (ABD ve Avrupa) Doğu'ya (Asya'ya) doğru kayıyor; yani
güç dengesi değişiyor. Bu nedenle ABD veya AB'de kapitalizmin
haline bakarak dünya kapitalist sisteminin var oluş krizinde olduğu
sonucuna varılamaz.
Kapitalizmi
ortadan kaldırmak ve sosyalizmi kurmak devrim sorunudur. Ben buna
inanıyorum ve bunun için mücadele ediyorum.
Başka
bir soru da yenilginin nedenleri üzerine. Yenilginin nedenlerini
nerede aramak gerekir, sanayi ve tarımda küçük üretimin yaygın
olmasında mı, tek ülkede sosyalizmin ötesine geçememede mi veya
güçlenen devlet yapısında mı aramak gerekir diye soruluyor.
Sovyetler Birliği'nde sosyalizmin yenilgisini buralarda aramak,
teoriyi doğrulamanın bir yoludur. Daha doğrusu, Troçki'yi
doğrulamanın bir yoludur. Hele hele bu anlayışlara 20. yüzyılda
başka türlü de olamazdı, bu koşullardan başka koşullar yoktu;
baştan beri bu koşullar vardı, o halde yenilgi kaçınılmazdı
anlayışını eklerseniz, sosyalizmden, en azından sosyalizmin
komünizmin ilk basamağı olduğu, sosyalizmde burjuva ufkun gerçek
anlamda aşılmadığı; yani geriye dönüşün olabileceği
türünden Marks'ın, Engels'in, Lenin'in ve Stalin'in; bir bütün
olarak Marksizm-Leninizmin öğretilerini bir kenara atmış,
Troçki'nin anlayışına göre bir sosyalizm savunmuş olursunuz.
Ama bunu açıkça söylemek gerekir. Marks'ın, Engels'in, Lenin'in
ve Stalin'in; bir bütün olarak Marksizm-Leninizmin bu konuda
yanıldığını, Troçki'nin haklı çıktığını açık
yüreklilikle söylemek gerekir. (Yenilginin nedenleri üzerine bkz.:
İbrahim Okçuoğlu; SSCB'de
Sosyalizmin Zaferi ve Kapitalizmin Yeniden İnşası Sorunları).
Başka
bir soru da sosyalizmin türleriyle ilgili. Kaç tür sosyalizm var,
sosyalizmin Sovyet tarzı diye bir şey var mı, diye soruluyor.
Soruyu
aslında şöyle de ifade edebiliriz: Kaç tür kapitalizm var,
kapitalizmin Alman, İngiliz tarzı var mı? Birden fazla kapitalizm
türü varsa, birden fazla da sosyalizm, feodalizm, kölecilik türü
vardır. Bunlar üretim biçimdir. Her bir üretim biçimini o üretim
biçim yapan ve başka üretim biçimlerinden niteliksel olarak
ayıran özellikler vardır. Kapitalist üretim biçimini kapitalist
üretim biçim yapan temel özellik nedir? Kapitalist üretim
biçimini belirleyen temel özellik meta üretimine dayanmasıdır;
işgücü sömürüsüne dayanmasıdır; üretim araçlarının özel
mülkiyetine dayanmasıdır.
Sosyalist
üretim biçiminin temel özelliği üretim araçlarının toplumsal
mülkiyette olmasıdır; işgücü sömürüsüne dayanmamasıdır;
meta üretimine dayanmamasıdır. Tabii, her iki sisteme özgü
özellikleri çoğaltabiliriz. Ama sorun bu değil: Marks, Kapital'de
İngiliz kapitalizminin gelişmesini esas alarak kapitalist üretim
biçimini incelemiş oldu. İngiliz kapitalizminde, sadece
İngiltere'ye özgü olanı değil, genel olarak kapitalist üretim
biçimine özgü olanı açığa çıkarttı ve genelleştirdi.
Kapital'de kapitalizmi kapitalizm yapan bütün nesnel yasalarını
görürüz. Lenin de ”Emperyalizm“ yapıtında kapitalizmin
emperyalist çağdaki gelişmesini ele alır ve Marks döneminde;
kapitalizmin o zamanki gelişme evresinde açığa çıkmayan nesnel
yasalarını açığa çıkartır. Ve bugün ne diyoruz? Dünyanın
neresinde olursa olsun kapitalizmi kapitalizm yapan nesnel yasalardan
bahsetmiyor muyuz? Kapitalizmin gelişmesinde her bir ülkenin
özgünlükleri belli bir rol oynar, ama bu özgünlükler
kapitalizmi kapitalizm olmaktan çıkartmaz. Örneğin şurada burada
“Manchester kapitalizmi”nden “Ren kapitalizmi”nden
bahsedilir. Ama bununla Almanya'da kapitalizmin ve İngiltere'de
kapitalizmin birtakım özgünlükleri ifade edilmiş olur. Bundan,
örneğin Almanya'da kapitalizmin artı değere dayandığı,
İngiltere'de kapitalizmin işgücü sömürmediği ve dolayısıyla
birbirlerinden farklı oldukları anlaşılmaz.
Sovyetler
Birliği'nde sosyalizm, kurulan sosyalizm deneyi olduğu için
tektir. (Arnavutluk'u bir kenara bırakıyoruz). Şayet bugün
sosyalist üretim biçiminin nesnel ekonomik yasalarından
bahsediyorsak; sosyalist üretim biçiminden bahsediyorsak, bunu
Sovyetler Birliği'nde sosyalizmin kuruluşu sürecinde elde edilen
sonuçlara göre diyoruz. Sovyetler Birliği'nde sosyalizm, sosyalist
üretim biçiminin nesnel yasalarını ortaya çıkartacak derecede
gelişmişti. Tabii, bu sosyalizm değildir ve o yasalar da
sosyalizmin nesnel yasaları değildir diyebilirsiniz. Bunu diyen
çok, bunu dolambaçlı olarak demeye çalışanlar çok ve demeye
hazırlananlar da çok. Yeri gelmişken söyleyeyim: Sovyetler
Birliği'nde sosyalizm değil, sosyalist inşa deneyleri yıkıldı
türünden Troçkizmin cephaneliğinden alınan çürük silahlarla
fazla bir yol alınamaz. Soru şu: Sovyet tecrübesi, sosyalist
üretim biçimini sosyalist üretim biçimi yapan nesnel yasaları
ortaya çıkartmış mıdır, çıkartmamış mıdır? Çıkartmamıştır
deniyorsa, Soyvetler Birliği'nde yıkılan sosyalist inşa
deneyleridir, sosyalizm değildir deniyor. Ama çıkartmıştır
deniyorsa SSCB'nde yıkılan sosyalizmi inşa deneyleri değil,
sosyalizmdir dillendiriliyor demektir. Bu açıkça söylenmelidir.
Kem-küm etmenin bir anlamı yok! Açık olmak gerekir: SB'nde
sosyalist üretim biçimi, nesnel yasalarının ortaya çıkacağı
derecede kurulmamıştır deniyorsa bu söylenmelidir. İnsan evladı,
sokak kedisi de olsa, ciğerci kedisi de olsa meraklıdır, nerede
durduğunu veya durdurulmak istediğini bilmek ister. Ne de olsa
dünya görüşünü, kafa yapısını değiştirme sorunuyla karşı
karşıyadır; şimdiye kadar savunduklarını reddetmek, sorunlara
Troçkist açıdan bakmak sorunuyla karşı karşıyadır. Bu değişim
kolay olmaz!
SB'nde
sosyalist inşa deneyleri yıkılmıştır, sosyalizm yıkılmamıştır
anlayışını biraz kaşırsanız karşınıza bütün “heybeti”yle
Troçki, katışıksız Troçkizm çıkar. Ona göre SB sosyalizmi
kurma çalışmaları kısa bir zaman için de olsa sürdürülmüştür.
Ama tek tek ülkelerde sosyalizm kurulamazdı, bu nedenle de
yıkılan sosyalizm değildi. Troçkizm böye diyor ve onu yeni
keşfedenler de aynısını söylüyorlar.
Troçkistler,
Troçki önderliğinde kendi aralarında tartışırken SB'ni nasıl
tanımlayalım sorununda farklı değerlendirmeler yaptılar.
Yozlaşmış bürokratik işçi rejiminden, çarlığın devamı,
emperyalist SB'ne varana kadar bir dizi tanımlama üzerine
tartıştılar (“karşı devrimci işçi devleti”, “emperyalizm”,
“çarlık emperyalizminin politikasını devam ettiren” devlet,
“emperyalizmin ajanı” “ehven-i şer” devlet, “silahlı
misyoner”(18).
Hepsinin çıkış noktası -bırakalım sosyalizmin kurulmasını
bir kenara- SB'nde sosyalizmi inşa deneylerinin başarısız
olduğudur. Bu anlayışlar bugün SB'nde sosyalizm (kurulmadığı,
kurulamayacağı için) yıkılmadı, sosyalist inşa deneyleri
yıkıldı diyenlerin gıda kaynağı olmuştur.
Sonuç
itibariyle: Birçok ülkede sosyalizmi kurma deneyi olmadığından
dolayı, hangi ülkede sosyalizmin o ülkeye özgün yanları vardır
sorusuna cevap verecek durumda değiliz. Ama Sovyet deneyinden ders
çıkartacak ve neyi yapmamamız gerektiğini görecek durumdayız.
Diğer
taraftan iki akademisyenin, iki profesörün kendi aralarındaki
tartışmayı -onların tartışma konusuna doğrudan girmeden-
vesile ederek sosyalist üretim biçimi deneyimine, SB'ne,
sosyalizmin inşasına sözüm ona yöneltilen eleştirilerle
Troçkizm arasındaki bağı görmek gerekir. Troçkizm böyle
savunulacak derecede ayak altına düşürülmemeli!
Troçkizm
bire sapkınlıktır; önce işçi hareketi içinde bir akımdı,
sonraları ise emperyalizmle işbirliği içinde olan karşı
devrimci bir akıma dönüşmüştür. Aslında Troçkizm, nasıl
değerlendirilmesi gerektiğini bizzat açıklıyor: Troçkizm,
“Stalinizm”i karşı devrimci olarak görüyor ve yerini
belirlemiş oluyor. “Stalinizm”i Marksizm-Leninizm olarak
görüyoruz; Stalin'i Marks, Engels ve Lenin ile aynı kategoride ele
alıyoruz, dünya proletaryasının dört önderinden birisi olarak
görüyoruz. Eğer birileri bu öndere karşı devrimci diyorsa, o
birileri nerede durduğunu açıklamış oluyor. Bu nedenle,
değerlerime saldıranlara, değerlerimi karşı devrimci değerler
olarak görenlere “siz benim değerlerimi karşı devrimci olarak
mahkum ediyorsunuz, ama siz aslında “iyi çocuklar”nınız, ben
sizi karşı devrimci olarak görmüyorum” deme durumunda değilim;
bu kadar ilkesiz olunamaz. Varlık nedeni sosyalizme, onun
kurucularına karşı mücadeleden ibaret olanları başka nasıl
değerlendirebilirsiniz?
Tabii
burada dogmatizm de önemli bir rol oynamaktadır. Hani hep yeniyi
savunmak günümüzde moda oldu ya! Marks'tan, Engels'ten, Lenin'den,
Stalin'den söz etmek, onların teorisini dile getirmek dogmatizmle
eş anlamlı görülmektedir. Dünya proletaryasının önderlerinin
düşüncelerini dile getirirseniz; Marks'tan, Engels'ten, Lenin'den,
Stalin'den görüş aktarırsanız, dünya proletaryasının
önderleri böyle/şöyle diyor; bu konuda böyle/şöyle
düşünüyorlar dersiniz, siz bir dinozor olursunuz; 'yüz yıl, yüz
elli yıl önce nasılsa öyle kalmış gibi o günlerde söylenenleri
virgülüne dokunulmaksızın tekrarlamış' olursunuz. Hiç siz o
önderlerin dönemleriyle ilgili güncel konulardan aktarmalarını
teorik açılım olarak öne sürene rastladınız mı? Ben
rastlamadım. Ama inanan da inanmayan da o önderlerin teorilerinden
bahseder. Kapitalizm analizini kimden aldınız? Emperyalizm
analizini kimden aldınız?Atıyorum: Ekonomik krizi analiz ederken o
önderlerin, örneğin Marks'ın Kapital'de veya başka yazılarında
yaptığı tespitlerden (teoriden) hareket etmeyeceksiniz, aksi
taktirde dinozor olusunuz. Yenilikçi olacaksınız;
“post-marksist”lerin, “postmodern” yazarların; burjuvazinin
üniversitelerinde, “düşünce üretme” merkezlerinde üretilen
beş paralık değeri olmayan görüşlere sarılacaksınız; Ernesto
Laclau, Chantal Mouffe, Moishe Postone, Slavoj Žižek gibi
“post-marksist“leri; Jean-François Lyotard, Ferdinand de
Saussure, Henri Lefebvre, Jacques Derrida, Guy Debord, Michel
Foucault, Julia Kristeva, Jean Baudrillard, Gilles Deleuze, Richard
Rorty gibi postmodern felsefenin önde gelen temsilcilerini
okuyacaksınız; ideolojik, teorik gıdanızı onlardan alacaksınız
ve böylece günümüzde Marksizm-Leninizme karşı nasıl mücadele
edileceğini öğreneceksiniz; örneğin David
Harvey'i hatmederek “ilhak ekonomisi”ni öğreneceksiniz ve
Marks'ın “Kapital”inin, Lenin'in “Emperyalizmi”nin eskidiği
anlayışına varacaksınız; örneğin I. Wallerstein ve
benzerlerini okuyarak kapitalizm/emperyalizmin gelişme evrelerinin
Marksizm-Leninizm tarafından bize nasıl yanlış anlatıldığını
öğreneceksiniz; örneğin F. Nietzsche'yi -kötü niyetliler ona
faşizmin babası demişlerdir diye kendini avutarak hatmedeceksin ve
Marksist felsefenin ne denli işe yaramaz olduğunu öğreneceksiniz,
özgürleşeceksiniz; örneğin
R. Luksemburg'u bir kısım Troçkist hareketlere (Troçkistler akım,
hareket, örgüt kavramlarını kullanmazlar, “eğilim” kavramını
kullanmaktan pek hoşlanırlar) göre yorumlayıp, onu kapitalizm
kendiliğinden çöküyor düşüncenize dayanak yapacaksınız;
örneğin sermaye ile işçi sınıfını arasındaki bağı
kopartarak veya artı değer üretme olanağı kalmadı diyerek hem
kapitalizmi kendi kendine çökerteceksiniz hem de işçi sınıfını
yok edeceksiniz. Ama o önderlere; Marksizm-Leninizme atıfta
bulunarak, böyle şey olmaz derseniz, onların kendi dönemlerinde
söylediklerini noktasına virgülüne dokunmadan tekrarlamış
olursunuz. Lenin'in emperyalizm analizinden hareket ederek günümüzde
emperyalizmi analiz etmeye çalışırsanız, tarihin gerilerinde
kalmış birisi olursunuz! Lenin'in dönemi kapanmıştır;
Wallerstein'lar, Negri'ler ve ipe sapa gelmez daha nice “post”
düşünürler varken Lenin de kim oluyor? Lenin, emperyalist çağın
ötesine geçmiyor, ama “post” düşünürler geçiyor! Örneğin
kapitalist üretim biçiminin Marksist analizi, sermaye karşısında
herkesi işçi yapmıyor, ama Negri yapıyor; o halde Negri varken
Marksist teori de ne oluyormuş! Örneğin Marksizm-Leninizm,
Marksizmde yapısal kriz diye bir şey tanımıyor, ama Althusser
tanıyor, o halde adını koymadan Althusser'leşeceksiniz;
Marksizm-Leninizmi (Marksizm-Leninizmi ben diyorum, şimdilerde
Troçkistleştikçe, Althusser'leştikçe Marksizm kavramı ön plana
çıkartılıyor) çatallandırmak, dallandırıp budaklandırmak,
tarikatlarına, o kadar istiyorsanız mezheplerine ayrıştırmak,
onu tanınmayacak hale getirmek için Althusser “üstat”ı
hatmedeceksiniz (Aslında hatmetmenize de pek gerek yok, onun yerli
versiyonu var, ona bakmak yeterli- önümüzdeki bir yazıda ona biz
de bakacağız). Örneğin “çokluk”un partisi, herkesin partisi
olmanın önünde sınıf partisi olmak bir engeldir; o halde bu
engeli aşacaksınız; bu nedenle sermaye ile “emek” arasındaki
bağı kopartacaksınız (bu arada Marksist teoriyi bu noktada
katlediyor olmanız o kadar da önemli değil, nasıl olsan 150 sene
öncesinden kalmadır diye düşüneceksiniz!), sermaye karşısında
herkesi baskı altında olan, sömürülen durumuna getireceksiniz ve
buna bir de 'dünya çapında antikapitalizm ortak duygu ve düşüne
oluyor'u eklerseniz, herkesin partisinin yolunu açmış olursunuz.
Örneğin sosyalizm teorisini Marks'tan, Engels'ten, Lenin'den,
Stalin'den, SSCB tecrübesinden öğrenmeyeceksiniz; o defter
kapanmıştır; Troçki'den öğreneceksiniz; SCCB'de sosyalizm inşa
edilmedi, yıkılan sosyalizm değildi, yıkılan sosyalizmi inşa
deneyleriydi diyeceksiniz; Troçki'leşeceksiniz ve SSCB ne
kapitalistti ne de sosyalistti diyeceksiniz. Yenilikçi olacaksınız,
ama yenilikçi olmak da o kadar kolay değil; teoriye karşı
aşağılayıcı bir tutum alacaksınız, eklektizmi, pragmatizmi
düşüncenizin ve eyleminizin merkezine koyacaksınız;
örgütlenmenizin geleneklerine, disiplin aylayışına, yasalarına,
kurallarına saygı durmayacaksınız, uymayacaksınız; tarih bana
her dönem önder olma görevi verdiği anlayışıyla hareket
ederek, örgütlenme, disiplin bana uymalıdır diyeceksiniz; nesnel
gerçeklik yerine kendi bağımsızlığınız üzerine endişe
edeceksiniz. Modern olacaksınız! Marksizm-Leninizm şimdiye kadar
elimizi kolumuzu bağladı; düşünce yeteneklerimizi dumura
uğrattı, artık bundan kurtulmalıyız diye düşüneceksiniz ve
öyle hareket edeceksiniz. Saygınlıktan doğan otorite ile
“yenilikçi” ve “modern” olunamayacağını bilmek
zorundasınız; bu durumda düşüncelerinizi; “yenilik” ve
modernizm”inizi demokrasi kuralları içinde başkalarıyla
paylaşmak; başkalarının görüşlerine saygı duymak
zorundasınız; “Yenilikçi” ve “modern” olmak için yetkinin
gücüne dayanacaksınız. Bu, işin “olmazsa olmazı”dır.
Tasfiyecilik öyle kolay bir iş değildir; “her işin bir raconu
var”dırı bileceksiniz ve örgütleyeceksiniz; ideolojide ve
teoride renksizleşmeyi, renksizleştirmeyi, köşesizleşmeyi,
köşesizleştirmeyi; tek ideolojiden yanaymış gibi hareket ederek
çok ideolojili olmayı becereceksiniz (beceremiyorsanız,
öğreneceksiniz) ama bunu şimdiye kadar sizi siz yapan değerlere
sahip çıkıyor gözükerek yapacaksınız; değerleri aşındırarak
değersizleştireceksiniz; örneğin Marksizm-Leninizm kavramını
değil, daha ziyade Marksizm kavramını kullanarak Marksizmin içini
boşaltacaksınız; atıyorum proletarya diktatörlüğünden,
sosyalizmden bahsedeceksiniz ama o önderlerin bahsettikleri anlamda
bahsetmeyeceksiniz; Troçki'nin bahsettiği anlamda bahsedeceksiniz;
devrimler, tek tek ülkelerde (ulusal zeminde) başlar ama esas olan
sürekli devrimdir diyerek, Marks'ın bundan ne anladığını
katakulli ile Troçki'leştireceksiniz. Leninist partiden, işçi
sınıfının örgütlenmesinden bahsedeceksiniz, ama katakulli ile
herkesi işçileştirerek herkese partinin kapılarını açacaksınız.
İnsanların, her şeyin sizinle başladığını ve sizinle
sonlanacağını bilmesini örgütleyeceksiniz. Her yenilgiden sonra
insanların sizi “Anka Kuşu” olarak görmesini
örgütleyeceksiniz. “Küllerinden yeniden doğma”nın, Föniks
olmanın; yok olduğu sanılanı bütün parlaklığıyla, haşmetiyle
yeniden ortaya çıkartmanın öyle kolay bir iş olmadığını
bileceksiniz ve insanların bunu bilmesini örgütleyeceksiniz. Bu,
bir ekip çalışmasıdır, öyle herkesle yapılmaz; bunu
bileceksiniz. “Exodus” örgütleyicisi olacaksınız; “İsrail
oğulları”nın Mısır'dan çıkışını örgütler gibi,
yenilgiden, zorluklardan, kaçıştan, yok olmaktan çıkışı
örgütleyen kurtarıcı olacaksınız. Bunları yaparsanız Tanrı
sizin katınıza (duruma bağlı olarak belki de birkaç kat daha
aşağıya) inmek zorunda kalır! Tasfiyecilik hep böyledir; tarihin
kendilerine her dönemin önderi olma rolünü verdiğini sananlar,
ideolojide, teoride ve örgütlenmede tasfiyeciliklerini
gerçekleştirmek için düşüncelerimizi geliştiriyoruz adı
altında; eskimiş olana, dogmatizme karşı mücadele adı altında
Marksizm-Leninizmin değerlerini yok etmeye çalışırlar.
Tasfiyeciler, tasfiyeci değiliz diye en başta Tanrıların Tanrısı
Zeus olmak üzere bütün Yunan tanrıları üzerine yemin ederler;
tasfiyecilikte “suç üstü”lük yoktur; her sözel ve pratik
eylem, “değişimden, dönüşümden, yeniden, gelecekten, eskiyen
düşüncelerden kopuştan; somut durumun somut analizinden”
ibarettir. Bunu anlamak gerekir! Dünyanın her tarafında bu böyle
olmuştur ve böyle olmaktadır.
Tek
Tek veya Birkaç Ülkede Devrim Bir Zorunluluktur,
Bölgesel
Devrim Bir Olasılıktır,
Troçki'nin
Sürekli Devrimi Bir Hayaldir!
Eşitsiz
gelişme yasası geçerli olduğu müddetçe dünya devrimi, tek tek
ülkelerde; “zayıf halka” veya “halkalar”da devrimlerin ve
bölgesel devrimlerin ürünü olacaktır.
“Proleter
Devrimin Askeri Programı” yazısında (1916) Lenin, “sosyalizm
bütün ülkelerde aynı zamanda zafere ulaşamaz. Önce bir veya
birkaç ülkede zafere ulaşacaktır, diğer ülkeler belli bir dönem
burjuva veya burjuva öncesi (koşullarda)
kalacaktır” diyordu.
Lenin'in,
kapitalizmde eşitsiz gelişme yasasından hareketle formüle ettiği
bu anlayıştan Troçki ve şimdilerde de en yeni takipçileri hangi
sonuçları çıkartıyorlar? Troçki'ye göre bu durum; proleter
devrim, ancak ve ancak geçici bir durumdur. En yeni takipçilerine
göre de geriye dönmek olanaksızdır. Ya başka ülkelerde
devrimler olmazsa ne olacak? Ya Sovyetler Birliği'nde olduğu gibi
“geçici durum” uzun süre devam eden duruma dönüşürse ne
olacak?
Troçki
ve en yeni takipçilerinin cevabı hazır: Kapitalizmin hakim olduğu
dünyada, moda tanımla sermayenin tamamen uluslararasılaştığı
günümüz koşullarında geçici de olsa ulusal çerçevede kalan
bir sosyalizm olamaz. “Gelişmiş
kapitalist ülkelerde devrim on yıllarca gecikecek olursa, Sovyet
Cumhuriyeti'nde proletarya diktatörlüğü kaçınılmaz olarak
kendi iktisadi çelişkilerinin kurbanı olacaktır... (bu)
koşullarda Sovyet Cumhuriyeti'nin geleceği hem içte iktisadi
önderliğe hem de uluslararası proletaryanın devrimci
mücadelesinin önderliğine bağlıdır. Nihayetinde ikinci faktör
belirleyicidir” (19).
Başka
ülkelerde devrimler olmadığı ve Sovyetler Birliği'nde proleter
devrim uzun süren geçici bir durum olduğu göre ve aynı zamanda
Troçki'nin beklediği
“Sovyet Cumhuriyeti'nde proletarya diktatörlüğü belki askeri
bir müdahale ile bağlam içinde kaçınılmaz olarak kendi iktisadi
çelişkilerinin kurbanı olacaktır” da
gerçekleşmediği ve sosyalizm ulusal çerçevede kalamayacağı
için Troçki kendi sürekli devrimi anlayışını; kendi teorisini
doğrulama derdine düşmüştür. Onun yeni takipçileri de
Troçki'nin sürekli devrim anlayışının ne denli doğru olduğunu
Sovyetler Birliği'nde sosyalizmin inşa edilmemiş olduğunu döne
döne anlatarak doğrulama derdine düşmüşlerdir.
Troçki
ve yeni takipçilerine göre sürekli devrim, sosyalizmin zeminini
dünya ekonomisi ve dünya devriminde görür. Tek ülkede sosyalizm
ise ulusal bir gelişmedir.
Sermaye
ve üretimin uluslararasılaşmasına bakarak günümüzde
Troçkistler, o zaman Troçki'nin ne denli dahiyane düşündüğünü
anlatmakta yorulmuyorlar. Troçki'yi yeni keşfedenler ise
Troçkistlerden daha gayretkeşler. Onun analizlerini konuya ilişkin
olarak o dönemin Marksist-Leninistlerinin ve günümüzde
Marksist-Leninistlerin analizlerini çürütmek, boşa çıkartmak
için kullanıyorlar.
İsteyen
yukarıda Troçki'den aktarılan anlayışlarla yeni Troçkistlerin
anlayışlarını karşılaştırabilir. Aynı düşünceden kaynaklı
olduğu görülecektir.
“Dünya
ekonomisi, tekil ülkelerin ve kıtaların iktisadi yaşamını
kontrol eden devasa bir gerçeklik olmuştur. Dünya ekonomisi,
gelişmenin farklı aşamalarında olan ülkeleri ve kıtaları
karşılıklı bağımlılık ve zıtlık sisteminde birleştiriyor”
(20).
Bu
anlayış doğrudur ve Lenin'in “Emperyalizm” yapıtının ana
konusudur. Ama sorun bu analizin doğruluğu veya yanlışlığı
değil. Sorun, bu anlayıştan hareketle ulusal çerçevede
sosyalizm, sürekli devrim değerlendirmesidir. Troçki ile onu yeni
keşfedenlerin düşünce ortaklığı tam da bu noktada açığa
çıkıyor.
Ama
nedense hiçbir Bolşevik önder, ne Lenin ne de Stalin tek ülkede
sosyalizmin nihai zaferinden bahseder. Tam tersine tek ülkede
devrimi dünya devrimin bir adımı olarak görürler. Bir örnek:
“Ama
bir tek ülkede burjuvazinin iktidarını devirip proletaryanın
iktidarını kurmak, henüz sosyalizmin tam zaferini güvencelemek
değildir. Muzaffer ülkede, kendi iktidarını pekiştiren ve
köylülüğe önderlik eden proletaryanın, sosyalist toplumu inşa
etmesi mümkündür ve zorunludur. Ama bu, onun böylece sosyalizmin
eksiksiz, kesin zaferini başarabileceği mi demektir, yani bu,
proletaryanın yalnızca bir ülkenin güçleriyle sosyalizmi kesin
olarak sağlamlaştırabileceği ve ülkeyi müdahaleye karşı ve
dolayısıyla bir restorasyona karşı da tamamıyla
güvenceleyebileceği mi demektir? Hayır, bu demek değildir.
Bunun
için en azından birkaç ülkede devrimin zaferi gereklidir. Bu
yüzden, diğer ülkelerde devrimin geliştirilmesi ve desteklenmesi,
muzaffer devrimin özsel bir görevidir. Bu yüzden, muzaffer ülkenin
devrimi kendini, kendi kendine yeterli bir varlık olarak değil,
diğer ülkelerde proletaryanın zaferini hızlandırmanın dayanağı,
aracı olarak görmelidir.
Lenin
bu düşünceleri birkaç kelime ile şöyle diyerek ifade etmiştir:
Muzaffer devrimin görevi, “bütün ülkelerde devrimin
geliştirilmesi, desteklenmesi, alevlendirilmesi için bir tek ülkede
mümkün olanın en çoğunu” yapmaktır (21).
Leninist
proletarya devrimi teorisinin karakteristik özellikleri genel
hatlarıyla işte bunlardır“ (22).
Marksizm-Leninizme,
Stalin'e, Sovyetlker Birliği'nde sosyalizme karşı düşmanlık,
Troçkizm ve Troçkistlerin yaşam iksiridir.
“Tek
ülkede proletarya devriminin zaferine ilişkin Lenin'in teorisi
bakış açısından Troçki'nin “sürekli devrimi”nin durumu
nedir?
Troçki'nin
“Devrimimiz” (1906) broşürünü alalım.
Troçki
şöyle yazıyor:
'Avrupa
proletaryasının doğrudan devlet desteği olmadan Rusya'nın işçi
sınıfı, iktidarı koruyacak ve geçici egemenliğini kalıcı bir
sosyalist diktatörlüğe dönüştürecek durumda olmayacaktır.
Bundan bir an bile kuşku duyulamaz'.
Bu
alıntı ne ifade etmektedir? Sosyalizmin tek ülkede, bu durumda
Rusya'da, 'Avrupa proletaryasının doğrudan desteği olmadan' yani
Avrupa proletaryası iktidarı ele geçirmeden önce, zafer
kazanmasının olanaksız olduğunu ifade etmektedir.
Bu
“tespiti” ile Lenin'in “tek başına alınan bir kapitalist
ülkede” sosyalizmin zaferi olanağına ilişkin önermesi arasında
ortak ne vardır?
Açık
ki burada hiçbir ortak şey yoktur”
(23).
Gerçekten
Troçki'nin sürekli devrim teorisiyle ne Lenin'in ne Marks ve
Engels'in sürekli devrim anlayışı arasında ortak bir nokta
vardır. Troçki'nin sürekli devrim kavramını Marks'tan aldığı
doğrudur. “Devrimi
sürekli kılmak”
kavramını Marks ve Engels, “Merkez Komitesinin Komünist Birliğe
Çağrısı” makalesinde kullanırlar: ”Demokratik
küçük burjuvazinin devrimi olabildiğince çabuk ve olsa olsa ...
istemlerin gerçekleşmesiyle sonuçlandırmayı arzulamasına
karşılık, az çok mülk sahibi tüm sınıflar egemen
konumlarından uzaklaştırılıncaya dek, proletarya devlet gücünü
ele geçirinceye ve yalnızca bir tek ülkedeki değil, dünyanın
tüm önde gelen ülkelerindeki proleterlerin birliğinin, bu
ülkelerin proleterleri arasındaki rekabetin ortadan kalkmış
olduğu ve hiç değilse belli başlı üretici güçlerin
proleterlerin ellerinde toplanmış bulunduğu noktaya ulaşıncaya
dek, devrimi
sürekli kılmak (abç)
bizim sorunumuz ve bizim görevimizdir“
(24).
Burada
söz konusu olan demokratik küçük burjuva ile mücadelede
proletaryanın devrimi sürekli kılmasıdır. Burada söz konusu
olan, proletarya partisini demokratik küçük burjuvaziden ayıran
çizginin açık ve seçik olması için devrimin sürekli
kılınmasıdır.
Troçki
bundan nasıl bir sonuç çıkartmıştır? Her zaman ve her yerde
devrim!
Sürekli
devrim, eşitsiz gelişme yasasını çıkış noktası olarak görür.
Her zaman ve her yerde devrim anlayışında ise bu yasanın fiilen
yeri yoktur. Troçki'nin yeni takipçileri de aynı anlayıştalar.
Üstelik bunu, Marks'ın “zorunlu
bir geçiş noktası”
ile kast ettiğini çarpıtarak yapıyorlar.
“Fransa'da
Sınıf Mücadeleleri” yazısında Marks konuya ilişkin olarak
şunu diyordu:
“Bu
sosyalizm genel olarak, sınıf
farklılıklarının ortadan kaldırılması,
sınıf farklılıklarının dayandıkları bütün üretim
ilişkilerinin ortadan kaldırılması, bu üretim ilişkilerine
uygun düşen bütün toplumsal bağıntıların ortadan
kaldırılması, bu toplumsal bağıntılardan doğan bütün
düşüncelerin altüst edilmesine varmak üzere, devrimin
sürekliliğinin ilânıdır,
zorunlu bir geçiş noktası olarak proletaryanın sınıf
diktatörlüğüdür”
(25).
Marks'ın
proletarya diktatörlüğü üzerine söylediği oldukça açık:
Proletarya
diktatörlüğü kapitalizmden komünizme geçene kadar;
yani bütün sosyalizm boyunca devam eden bir “geçiş
noktası”dır.
Anlaşılmadıysa
şöyle açıklayalım:
-Sınıf
farklılıklarının ortadan kaldırılması,
-Sınıf
farklılıklarının dayandıkları bütün üretim ilişkilerinin
ortadan kaldırılması,
-Bu
üretim ilişkilerine uygun düşen bütün toplumsal bağıntıların
ortadan kaldırılması,
-Bu
toplumsal bağıntılardan doğan bütün düşüncelerin altüst
edilmesi.
Bütün
bunlar sosyalizmin inşasının içeriğini oluştur ve bunların
gerçekleşmesi için devrim sürekli kılınır ve bu sürekliliğin
iktidar biçimi de proletarya diktatörlüğüdür.
Anlaşılmadı
mı? O halde bir hamle daha yapalım:
Marks,
J.
Weydemeyer'e yazdığı 5 Mart 1852 tarihli mektubunda aynı konuyla
ilgili olarak şunu der:
“Benim
yeni olarak yaptığım, ... sınıf mücadelesinin zorunlu olarak
proletarya
diktatörlüğüne vardığını; bu diktatörlüğün kendisinin
bütün sınıfların ortadan kaldırılmasına ve sınıfsız bir
topluma
geçişten başka bir şey olmadığını göstermekten ibarettir”.
Demek
ki proletarya diktatörlüğü, kapitalizmden
sosyalizme
geçişin değil, “bütün
sınıfların
ortadan
kaldırılmasına
ve sınıfsız
bir
topluma
geçişe”
kadar devam eden sürecin, dönemin; yani sosyalizmin iktidardır.
Bu
sefer de anlaşılmadıysa kapitalizmden komünizme geçerken
proletarya diktatörlüğüne bakalım. Bu konuda “Gotha
Programının Eleştirisi”nde Marks ve Engels şöyle derler:
“Kapitalist
toplum ile komünist toplum arasında, birinden ötekine devrim yolu
ile geçiş dönemi yer alır. Buna bir siyasal geçiş dönemi
tekabül eder ki, burada devlet, proletaryanın devrimci
diktatörlüğünden başka bir şey olamaz”.
Söylenen
oldukça açık: Marks ve Engels kapitalizmden sosyalizme geçiş
sürecinden değil, kapitalizmden komünizme geçiş sürecinden
bahsediyorlar, tam da bu süreci sosyalizm olarak tanımlıyorlar ve
bu süreçte de sosyalist devletin proletarya diktatörlüğü olarak
örgütlendiğini açıklıyorlar.
Herhalde
şimdi anlaşılmıştır!
Troçki
ne diyor?
Bütün
sosyalizm boyunca değil, kapitalizmden
sosyalizme
geçmek için proletarya diktatörlüğüne ihtiyaç vardır. Marks,
proletarya diktatörlüğünü sosyalizmi inşa etmek için;
komünizme geçene kadar ihtiyaç duyulan bir araç olarak görüyor.
Troçki ise proletarya diktatörlüğünü “Batıda devrim” için
bir “köprü” olarak görüyor.
Troçki'yi
yeni keşfedenler ne diyorlar?
Proletarya
diktatörlüğü kapitalizmden
sosyalizme
zorunlu
bir geçiş noktasıdır. Her halükarda Troçki ve yeni yandaşları
proletarya diktatörlüğünü kapitalizmden sosyalizme geçişte
zorunlu bir araç olarak görüyorlar ve onu sosyalizmin inşa
sürecinde zorunlu bir geçiş aracı/noktası olmaktan
çıkartıyorlar. Nitekim Troçki'nin yeni yandaşları proletarya
diktatörlüğünün sosyalizmde; toplumun komünizme geçene kadar
varlığını (buna komünizmi de katarak) yanlış buluyorlar.
Söylenen oldukça açık: 'Proletarya diktatörlüğü kapitalizmden
sosyalizme zorunlu bir geçiş noktası değil de, sosyalizmin nihai
zaferinde de, komünizmde de varlığı gerekli bir araç olarak
tartılışır olmuştur' demek aslında her şeyi açıklıyor.
Anlaşılmadı
mı? O zaman şöyle açalım: Troçki'nin yeni yandaşları,
devrimin sürekli kılınmasını, proletarya diktatörlüğünü
Marks'ın anladığı gibi anlayan ve uygulayan Bolşevikleri, başta
da Lenin ve Stalin'i, Marks gibi anladıkları ve anladıklarını
uyguladıkları için eleştiriyorlar. (Aslında bu durumda Marks'ın
bu konudaki anlayışını eleştirmiş oluyorlar). Neden
eleştiriyorlar? Proletarya diktatörlüğü ve devrimin sürekli
kılınması konusunda Marks'ı, Troçki gibi yorumlamadıklarından
dolayı eleştiriyorlar. Troçki'nin yeni yandaşları sosyalizmde;
toplumun komünizme geçene kadarki sürecinde proletarya
diktatörlüğü olmaz diyorlar. Troçki de olmaz diyor. Ama Marks,
Lenin ve Stalin olur diyorlar.
Dünya
devriminden “her zaman ve her yerde devrim” anlayan Troçki ve
yeni yandaşlarını başka
ülkelerde proletaryanın sistemi yıkma bilincine ve örgütlenmesine
varmış olup olmadığı hiç ilgilendirmiyor. Başka ülkelerde
devrimin nesnel ve öznel koşullarının olgunlaşmış olup
olmadığı önemsiz görülüyor. Bir
darbeyle birçok ülkede mali oligarşinin hakimiyeti yıkılıyor;
mali oligarşiye öyle bir darbe indiriliyor ki, daha ilk anda
devrim olan ülkelerde ve devrimlerin yayıldığı ölçüde dünyada
meta üretimine dayalı ekonomi büyük ölçüde daralmış oluyor:
Darbeyi
indiriyorsun, yıkıyorsun;
darbeyi
indiriyorsun meta üretim alanını daraltıyorsun ve
darbeyi
indiriyorsun tek tek ülkelerde sosyalizmin inşa sorunlarını
uluslararasılaştırıyorsun!
Bu
iş bu kadar basit!
Troçki'yi
konuşturalım. “1905 Yılı” kitabı için yazdığı “Önsöz”de
(1922) Troçki “sürekli devrim” üzerine şöyle der:
'Rus
devrimi burjuva hedefler önünde durmaktadır, ama onlarla yetinip
kalamaz. Devrim acil görevlerini, proletaryayı iktidara getirmekten
başka türlü çözemez. Ama proletarya da, iktidarı ele
geçirdikten sonra devrimin burjuva çerçevesiyle sınırlandırılmış
olarak kalamaz. Tam tersine, proleter öncü, tam da zaferini güvence
altına almak için, iktidarının başlangıcında sadece feodal
değil, burjuva mülkiyete de derin müdahalede bulunmak zorundadır.
Burada öncü sadece, başlangıçta devrimci mücadeleyi destekleyen
burjuvazinin bütün gruplarıyla değil, yardımıyla iktidara
geldiği geniş köylülükle de düşman çatışmalara girecektir.
Ezici çoğunluğu köylü nüfustan oluşan geri bir ülkede işçi
hükumetinin konumundaki çelişkileri, ancak uluslararası ölçekte,
proletaryanın dünya devrimi arenasında çözümünü bulabilir'.
Troçki'nin
sürekli devrimden anladığı bu. Yeni takipçileri de ondan farklı
bir şey anlamıyorlar.
Lenin,
işçi-köylü ittifakından bahsediyor; proletaryanın emekçi
köylülük ile ittifakında proletarya diktatörlüğünün temelini
görüyor.
Troçki
ise, “proleter
öncü” ile
“köylülüğün geniş kesimleri” arasında
“düşman çatışmalar”dan
bahsediyor.
Lenin,
proletaryanın sömürülen emekçi yığınlara önderliğinden
bahsediyor.
Troçki
ise “ezici
çoğunluğu köylü nüfustan oluşan geri bir ülkede işçi
hükumetinin konumundaki çelişkileri”nden
bahsediyor.
Lenin,
devrimin, gücünü Rusya'nın işçilerinden ve köylülerinden
aldığından bahsediyor.
Troçki
ise, gerekli gücü “proletaryanın
dünya devrimi arenası”nda
arıyor'.
“Ama
eğer uluslararası devrim gecikecek olursa ne olacak? Bu durumda
devrimimiz için herhangi bir umut ışığı var mı? Troçki'de hiç
umut ışığı yoktur, çünkü 'işçi hükumetinin konumundaki
çelişkiler ... ancak... proletaryanın dünya devrimi arenasında
çözümünü bulabilecektir'. Bu plana göre devrimimiz için
yalnızca tek perspektif kalıyor: Kendi öz çelişkileri içinde
bitkisel bir hayat sürdürmek ve dünya devrimini beklerken çürüyüp
gitmek”
(26).
Ama
Stalin kadar da “karamsar” olmaya gerek yok! Şimdi dünyanın
tamamen değişmiş olduğu koşullarda yaşıyoruz. Ulusal
sermayeler, neredeyse devletler kalmamış; mali sermaye bütün
dünyayı ayrık otu gibi sarmalamış; hiçbir alanda ulusal çıkış
yok. Neredeyse tek tek ülkelerde devrimin nesnel koşulları
kalmamış! Üstelik dünya tamamen proleterleşmiş; abartmayalım,
en azından küçük üretim ve küçük üreticinin dünya devrim
önünde engel olması artık söz konusu değil. Bu nedenle de yeni
bir işçi hükumeti birtakım iç çelişkileri; köylülük sorunu,
meta üretimi vb. sorunları devralmamış olacak. “Acaba”
diyerek bir şüpheyi dile getiriyorsanız, çözüm yolunu
gösterelim: Stalin gibi “karamsar” olmak istemiyorsanız ve
bütün o sorunlardan kurtulmak istiyorsanız, takip edilmesi gereken
tek yol var; o da sermaye karşısında herkesi işçi yapmaktır,
küçük üretimi ayak bağı olmayacak derecede önemsizleştirmektir
ve mali oligarşiye darbe vurmaktır! Kağıt üzerinde bunu yapmak
çok kolay ve Troçki'yi yeni keşfedenler bunu büyük bir
gayretkeşlikle yapıyorlar!
”Kuşkusuz
sosyalist devrime tek tek burjuva ulus devlet iktidarları yıkılarak
başlanabilirdi. Bu nedenle biçim olarak sosyalist devrim “tek
ülke”lerde başlayabilir... Ama sosyalist inşaların
tamamlanması, sosyalizmin zaferi “Ulusal bir sorun olmayıp modern
toplumu içeren bütün ülkeleri kucaklayan ve çözümü en ileri
ülkelerin pratik ve teknik işbirliğine dayanan toplumsal bir
sorun”un üstesinden gelinmesiyle başarılabilirdi“.
“Proletarya
devlet iktidarını ”tek ülke“de ele geçirebilir. Çünkü
devlet iktidarı sadece bir ülkede hakimdir. Dünya devrimi başka
türlü de başlayamaz... Sosyalist devrimin ulusal çerçevede
tamamlanması düşünülemez...Sosyalist devrim ulusal zeminde
başlar, enternasyonal gelişir ve dünya arenasında tamamlanır“.
Öyleyse:
Stalin'in dediği gibi “kendi
öz çelişkileri içinde bitkisel bir hayat sürdürmemek ve dünya
devrimini beklerken çürüyüp gitmemek” için
veya
“kapitalist dünya pazarına yeniden dahil olarak kısa sürede
buharlaşamamak“ için
tek tek ülkede devrim ve sosyalizm sevdasından vazgeçmeliyiz!
1914'te
Lenin “Birlik Yaygarasıyla Birliğin Çiğnenmesi Üzerine”
makalesinde Troçki üzerine şunları yazıyordu:
“Rusya’daki
Marksist hareketin eski katılımcıları Troçki figürünü çok
iyi bilirler ve onlar için onun hakkında konuşmaya değmez. Fakat
genç işçi kuşağı onu bilmiyor ve onun hakkında konuşmak
gerekir...
Eski
“Iskra” zamanında (1901–1903), yalpalayan ve “Ekonomistler”den
“Iskracılar”a, Iskracılardan Ekonomistlere geçen bu kişilere
“Tuşino firarileri” damgası vurulmuştu (Rusya’daki
karışıklık
döneminde
bir kamptan ötekine geçen savaşçılar böyle adlandırılıyordu).
Tasfiyecilikten
söz ederken, yılların seyri içinde ortaya çıkan, Parti'nin
yirmi yıllık tarihi içinde “Menşevizm” ve “Ekonomizm”le
iç içe geçen ve belli bir sınıfın, liberal burjuvazinin
politikası ve ideolojisiyle ilintilenmiş belli bir ideolojik akımı
saptıyoruz...
1901–1903
yıllarında Troçki, ele avuca sığmaz bir “Iskra” taraftarıydı
ve Ryazanov, onun 1903 yılındaki Parti Kongresi'ndeki rolünü,
“Lenin’in sopası” olarak niteliyordu. 1903 sonunda Troçki bu
kez ele avuca sığmaz bir Menşevik olmuştu, yani “Iskra”
taraftarlığından “Ekonomistler”e geçmişti; “eski ‘Iskra’
ile yenisi arasında bir uçurum olduğunu” açıkladı. 1904/1905
yılında Menşeviklerden ayrılıp, yalpalayan bir tutum alarak kâh
(“Ekonomist”) Martinov’la birlikte çalışır, kâh kaba-solcu
“sürekli devrim”i ilan eder. 1906/1907 yıllarında Bolşeviklere
yakınlaşır, 1907 ilkbaharında ise Rosa Luxemburg’la dayanışma
içinde olduğunu açıklar.
Dağılma
döneminde uzun “fraksiyonel olmayan” yalpalanmalardan sonra
yeniden sağa sapar ve 1912 Ağustos’unda Tasfiyecilerle bir blok
oluşturur. şimdi yine onlardan ayrılıyor, fakat meselenin özü
itibariyle onların zavallı düşüncelerini tekrarlıyor.
Bu
tür tipler, Rusya’da proleter kitle hareketinin henüz uyuduğu ve
herhangi bir grupçuğun, başkalarıyla birleşmekten söz eden bir
akım, bir grup, bir fraksiyon, tek sözcükle bir “güç” olarak
görünmek için yeterince “yer bulduğu” dünün tarihsel
oluşumları ve formasyonlarının enkazı olarak tipiktir.
Genç
işçi kuşağının, ne 1908’den beri tasfiyecilikle ilişkiyi
belirleyen ve saptayan parti kararlarını, ne de sözü edilen
kararların eksiksiz tanınması temelinde, çoğunluğun birliğini
fiilen gerçekleştirmiş olan Rusya’nın modern işçi hareketinin
deneyimine herhangi bir biçimde güvenmek istemeyen, inanılmaz
iddialarla ortaya çıkan kişilerin ne mal olduğunu tam olarak
bilmesi gerekir“ (27).
Dün
Sovyetler Birliği'nde sosyalizmin inşası sorunlarını
Marksizm-Leninizme göre, Lenin ve Stalin'in teori ve pratiğine göre
değerlendiriyorlardı, şimdilerde ise Troçki'ye göre
değerlendiriyorlar.
Dün
Marksist teoriye göre sınıf analizi yapıyorlardı, şimdilerde
ise Negri'ye göre sınıf analizi yapıyorlar. Negri'nin
aklına uyarak işçi sınıfın birkaç katakulli ile yok
edeceklerini ve yerine “çokluk”u koyacaklarını sanıyorlar.
Sermaye
karşısında herkesi aynılaştırarak; herkes sömürülüyor
diyerek işçi sınıfının sınıfsal özelliğinin kalmadığını
savunmaya yeltenenler; işçi sınıfının var oluş koşullarının
ortadan kalkmaya başladığını savunanlar bunlardır. Bugün, ne
hikmettir, bilinmez- birden bire sosyalizm, işçi sınıf ve dünya
devrimi akıllarına geldi.
Dün
Marksist teoriye göre devrim analizi yapıyorlardı, şimdilerde ise
Troçki'ye göre devrim analizi yapıyorlar.
Dün
Marksist teoriye göre proletarya diktatörlüğünden
bahsediyorlardı, şimdilerde ise Troçki'ye göre proletarya
diktatörlüğünden bahsediyorlar.
Dün
Marksist teoriye göre dünya devriminden bahsediyorlardı,
şimdilerde ise Troçki'ye göre sürekli devrimden bahsediyorlar.
Dün
insanlığa, kapitalizm çöküyor, barbarlığa geçilecek türünden
propaganda yapan “kıyamet günü” ajitatörleri, bugün
Troçkist dünya devriminden bahsetmeye başladılar.
Dün
kapitalizmin kendiliğinden çökeceğini döne döne anlatıyorlardı,
şimdilerde ise devrimci mücadeleden bahsediyorlar.
Dün
Lenin'e göre emperyalizm analizi yapıyorlardı, şimdilerde ise
“post-marksist”lere göre emperyalizm analizi yapıyorlar.
Dün
Kurz'u da şaşırtacak derecede işçi sınıfını yok
sayıyorlardı; en azından emeğin var oluş nedeninin ortadan
kalktığını savunuyorlardı, şimdilerde ise işçi sınıfından
bahsediyorlar.
Dün
“emeği”, “emek” olmaktan; sermayeyi sermaye olmaktan
çıkartmak için ter döküyorlardı; sermayeyi “komünist“
yapıp, kapitalizmi kendiliğinden ortadan kaldırmakla
uğraşıyorlardı. Bugün ise işçi sınıfından, dünya
devriminden bahsediyorlar.
Dün
sosyalizmden bahsediyorlardı, şimdi antikapitalizmden
bahsediyorlar;
dünyanın
çeşitli ülkelerinde yükselen kitlesel, görkemli protestolara
bakarak -öncelikle de “Occupy“
hareketinden ilham alarak-
antikapitalist mücadelenin yaygınlaştığından, geniş kesimlerin
ortak duygusu olmaya başladığından bahsetmeye başladılar; “Wall
Street'i İşgal Et“ hareketini antikapitalist ilan ettiler: Herkes
antikapitalistleşiyor, herkes komünistleşiyor, herkes sosyalizm
için mücadele etmeye yöneliyor. Sınıf yok, herkes var, birey
var. Dolayısıyla sınıf partisi yok, bireylerin partisi var. Sınıf
ideolojisi yok, bireylerin ideolojisi var ve bu ideolojiler de
antikapitalistleşiyor!
Dün
Marks'ı, Engels'i, Lenin'i, Stalin'i; bir bütün olarak
Marksizm-Leninizmi esas alıyorlardı, şimdilerde ise Troçki'yi
esas alıyorlar.
Sonuç
itibariyle:
Proletarya
diktatörlüğü, kapitalizmden sosyalizme geçiştir veya
kapitalizmden
sosyalizme geçişin zorunlu bir aşamasıdır anlayışının
Marks'ın proletarya diktatörlüğü tanımlamasıyla bir ilgisi
yoktur. Proletarya diktatörlüğünü böyle tanımlamakla en
fazlasıyla bu noktada Marksist-Leninist anlayışı terk etmiş ve
Troçkist anlayışı savunmuş olursunuz.
Troçki'yi
yeni keşfedenlerin sosyalizmde develet anlayışının
Marksist-Leninist devlet teorisiyle hiçbir ortak yönü yoktur; bu
noktada da Troçkizm savunulmaktadır. Proletarya
diktatörlüğünü sosyalizmin ön aşaması olarak görmek ve
böylece sosyalizmi ve sosyalist devleti anlaşılmaz kılmak da
katışıksız Troçkizmdir.
Troçki'yi
yeni keşfedenlerin, Troçki ve geleneksel taraftar dünyasını
geride bırakacak hızda ve derinlikte “her
zaman ve her yerde devrim” anlayışının Marks, Engels, Lenin ve
Stalin'in; Marksizm-Leninizmin savunduğu dünya devrimi anlayışıyla
hiçbir ilişkisi yoktur. Dünya devrim, “devrimi sürekli kılma”
konusunda Marksizm-Leninizmin nasıl çarpıtılığını bu
anlayışlarda yeteri kadar görüyoruz.
Tek
tek ülkelerde sosyalizm olmaz anlayışı, nesnel gerçekliğe
dayanmayan, eşitsiz gelişme yasasını reddeden, ütopik, troçkist
ve bu anlamda da gerici bir anlayıştır. Devrimi yasaklama
anlayışıdır.
Sovyetler
Birliği'nde sosyalizm inşa edilmedi; Sovyetler Birliği ne
sosyalistti ne de kapitalistti anlayışı da Troçki'nin
cephaneliğinden alınmıştır; tamamen safsatadır, SB'nde
sosyalizmin inşasını reddetmek için uydurulmuş ve
Marksizm-Leninizm kaçkınları tarafından savunulan bir anlayıştır.
Tek
tek ülkelerde devrim ve sosyalizm, tek tek ülkelerle sınırlı
kalındığı müddetçe, yani dünya devrimi olmadığı müddetçe
kapitalizme geri dönüş kaçınılmazdır anlayışı da Troçkizmin
cephaneliğinden alınmıştır. Bu anlayışa göre tek tek
ülkelerde devrimi gerçekleştirmek, sosyalizmin inşasına girişmek
anlamsızdır. 'Bu bir zorunluluktur, ama yine de anlamsızdır.
Çünkü eninde sonunda kapitalizme geri dönülecektir', devrim
kısa
sürede buharlaşacaktır!
Nelte'yi,
Kurz'u hatırlatmak isterim. Bunlar; Nelte'ler, Kurz'lar veya Lenin
dediği gibi “bu
tür tipler”,
bugün söylediklerini yarın inkar ederler veya dün söylediklerini
bugün inkar ederler. Hani bir laf vardır ya, “dün dündür bugün
bugündür” diye. Bu Demirel felsefesi, dünya görüşü, teoride
tutarlılık söz konusu olduğu zaman “bu tipler” için de
geçerlidir.
Burjuva
liberal aydın dünyasının ürettiği kriz türlerini Marksist
kavramlarla süslemeyi ve kendi kendini doğrulatmayı marifet
sayanlar onlardır. Önce
kapitalizmi kendiliğinden çökertmekle uğraştılar, akıllarına
göre teori geliştirdiler. Baktılar ki çökmüyor, bu sefer de
işçi sınıfını yok saymak için sermayeyi sermaye olmaktan
çıkardılar. O da tutmadı, şimdilerde ise yeniden işçi sınıfını
ve devrimi keşfettiler. Ama tek ülkede devrim ve sosyalizm
kesmediği için Troçki'nin sürekli devriminde konakladılar.
Marksizm-Leninizme
karşı, dünya devrimine karşı, proletarya diktatörlüğüne
karşı, SSCB'de sosyalizmin inşasına karşı, kapitalizmde eşitsiz
gelişmenin bir sonucu olarak tek tek ülkelerde devrime ve
sosyalizmin inşasına karşı, Stalin'e ve Bolşevik Partiye karşı
mücadele etmek istiyorsanız, aradığınız her şeyi Troçkizmin
çöplüğünde bulabilirsiniz.
Bunların
güven veren, inandırıcı olan bir yanları yoktur. Biraz
sıkıştırın, rahatlıkla hiçbir şey olmamış gibi başka
anlayışları savunmaya başlarlar.
Mevlana
ne diyordu? Ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol!
“Bu
tür tipler”de bu cüret de yok.
İKİNCİ
BÖLÜM
Kapitalizmde
Eşitsiz Gelişme Yasası ve Tek Ülkede Sosyalizmin Zaferi Sorunu
...
Lenin'in
devrim anlayışının ilk dönemlerinde (1905) sosyalist devrimin
tek ülkede zaferi sorunu henüz gündemde değildi. Lenin, ancak
seneler sonra, emperyalizmi analiz ettiği dönemde, tek ülkede
sosyalizmin zaferi sorununu ele almış; emperyalist çağda
kapitalizmin eşit olmayan gelişmesi yasasının, bu eşitsizliğin
kaçınılmaz kıldığı emperyalist savaşlar sonunda şu veya bu
gücün zayıflamasının ve diğerlerinin güçlenmesinin doğrudan
sonucu olarak sosyalizmin zaferinin tek ülkede mümkün olacağı,
aynı anda bütün ülkelerde veya Marks ve Engels'in kabul ettikleri
gibi gelişmiş birkaç ülkede mümkün olamayacağı
görüşüne
varmıştı.
Lenin,
sosyalizmin tek ülkede zaferi sorununu ilk defa, 1915 yılında
yazdığı “Avrupa
Birleşik Devletleri Şiarı Üzerine”
makalesinde ele alır. Orada konuyla ilgili olarak şöyle yazıyordu:
“Ekonomik
ve siyasi gelişmenin eşitsizliği, kapitalizmin mutlak bir
yasasıdır. Buradan, sosyalizmin zaferinin önce az sayıda
kapitalist ülkede veya hatta tek başına bir ülkede mümkün
olacağı sonucu çıkar”
(28).
Lenin'in
vardığı bu anlayış,
Marks ve Engels dönemindeki anlayıştan
oldukça
farklıydı. O zamanlar sosyalist devrimin, bütün gelişmiş
ülkelerde aynı dönemde gerçekleşeceği anlayışı hakimdi. F.
Engels bu anlayışı, “Komünizmin
Temel İlkeleri” yazısında
şöyle açıklar: “Komünist
devrim… sadece ulusal değil, bütün medeni ülkelerde, yani en
azından İngiltere, Amerika, Fransa ve Almanya'da aynı anda
gerçekleşen bir devrim olacaktır”(29).
...
Emperyalizm
gerçeğinden hareketle Stalin,
“Leninizmin Sorunları”nda
konuya şöyle yaklaşıyordu:
“Önceleri
tek
ülkede devrimin zaferi mümkün görülmüyordu. Çünkü burjuvazi
üzerine zafer için bütün ülkelerin veya en azından bu ülkelerin
çoğunluğunun proleterlerinin ortak bir eylemi gerekli
görülüyordu... Emperyalizm koşullarında çeşitli kapitalist
ülkelerin gelişmesinin eşit olmayan ve sıçramalı karakteri,...
tek tek ülkelerde proletaryanın zaferini sadece mümkün değil,
bilakis zorunlu kılıyor” (30).
...
İç
gelişme açısından sosyalizmin tek ülkede zaferi:
“Tek
bir
ülkede sosyalizmin zaferinin mümkün
olması ne anlama gelir?
Bu,
ülkemizin iç güçleri ile, proletarya ile köylülük arasındaki
çelişkileri aşmamızın mümkün olduğu anlamına gelir; (bu),
proletaryanın iktidarı ele geçirebileceği ve bu iktidarı, diğer
ülkelerin proleterlerinin sempatilerine ve desteğine dayanarak
–diğer ülkelerde proleter devrimin daha önceki zaferi
olmaksızın– ülkemizde tamamlanmış sosyalist toplumu kurmak
için kullanabileceğinin mümkün olduğu anlamına gelir.
Bu
olanak olmaksızın sosyalizmin inşası, perspektifsiz bir inşadır,
sosyalizmin inşa edildiğine inancın olmadığı bir inşadır.
Sosyalizm, inşasının mümkün olduğuna inanmadan, ülkemizin
teknik geriliğinin tamamlanmış sosyalist toplumun kurulması için
aşılır bir engel olduğuna inanmadan inşa edilemez. Bu olanağa
hayır demek, sosyalizmin inşa davasına inançsızlıktır,
Leninizmden dönmek demektir” (31).
Dış
gelişme açısından sosyalizmin tek ülkede zaferi:
“Başka
ülkelerde devrimin zaferi olmaksızın tek
ülkede sosyalizmin tam, nihai zaferinin mümkün
olmaması ne anlama gelir?
Bu,
şayet devrim, en azından bir dizi ülkede zafere ulaşmamışsa,
müdahaleye karşı ve dolayısıyla da burjuva düzenin yeniden
inşasına karşı tam bir garantinin mümkün olamayacağı anlamına
gelir. Bu tartışılmaz ilkeye hayır demek, enternasyonalizmden
dönmek, Leninizmden dönmek demektir” (32).
Yukarıya
aktarmıştık; Troçki, ülke içinde proletarya diktatörlüğü
döneminde “öncü”
ile
“geniş emekçi köylü yığınları”
arasındaki “çatışmalar”dan bahsediyordu. Troçki ve yeni
yandaşları tek ülkede sosyalizmin ulusal bir yol olduğundan;
çıkmaz bir yol olduğundan bahsediyorlardı, bahsediyorlar.
Bunun
ne denli bir uydurmaca olduğunu yukarıdaki değerlendirmelerden de
anlıyoruz:
...
Soruna
bugün açısından baksak da özde değişen bir şey yoktur. Bugün
de tek ülkede sosyalizmin inşası ve zaferiyle bağlam içinde
mücadele gündemdedir. Bugün tek ülkede sosyalizmin zaferini
tartışma konusu yapmak şu anlama gelir: Şu veya bu ülkenin
proleterleri, sakın tek başınıza devrim yapmaya kalkışmayın.
Diğer ülkelerdeki sınıf kardeşleriniz de sizin gibi gelişene
kadar bekleyin. Bir cahillik yapıp, Lenin'e, Stalin'e, Sovyet
deneyine inanıp siyasi iktidarı ele geçirmişseniz, hemen
burjuvaziye geri verin. Troçki bunu vaaz ediyor, yeni takipçileri
“kapitalist
dünya pazarına yeniden dahil olarak kısa sürede buharlaşamamak“
için devrime kalkışmayın telkininde bulunuyorlar. Çünkü Troçki
ve onu yeni keşfedenler için bu işin sonu yoktur.
Almanya’da,
Ekim Devriminin uluslararası karakterinin olmadığını savunan
Maocu parti (Almanya Markist Leninist Parti,
MLPD) de böyle düşünüyor ve şöyle diyor:
“Üretimin
olgunlaşmış uluslararasılaşması koşullarında sosyalist devrim
enternasyonal karakter alacaktır. Karşı devrimin örgütlenmesi
için emperyalistlerin uluslararası işbirliği ve uluslararası
sınıf mücadelesi ile karşılıklı etkilenme, bugün, tek bir
ülkede devrimci sürecin yalıtılmış olarak başarıyla
yürütülebilmesini mümkün yapmamaktadır... Her bir ülkede
proleter strateji ve taktik, gelecekte, esas itibariyle uluslararası
devrimin hazırlığı olarak kavranmalıdır”
(33).
Bu
anlayışı yeni keşfetmiş olanlar da aynı anlayışı
savunuyorlar, ama bir Troçki kadar, Alman Maocu parti kadar açıktan
savunamıyorlar; hem Marksist Leninist Komünist gözüküp hem de
Troçkist almak öyle pek kolay olmasa gerek. Bunu biliyorlar.
Bunların çağrılarının coğrafyamızdaki anlamı şudur:
Türkiye proletaryası, müttefiklerini peşine takıp da bugünden
devrim yapmaya kalkışma. Tek ülkede sosyalizm olmaz. Bu nedenle,
devrim yapacak duruma gelmiş de olsan, bu işten vazgeç!
Tek
ülkede sosyalizmin zaferi anlayışından; SB deneyiminden çok
yönlü –olumlu/olumsuz– öğrenmek başkadır, bu anlayışa,
deneyime “eleştirisel” yaklaşımla saldırmak başkadır.
...
Tek
ülkede sosyalizmin zaferine dün inanmayanlarla, bugün inanmayanlar
arasında önemli bir fark yoktur. Dün olduğu gibi bugün de aynı
anlayışlar dile getirilmekte, Marks ve Engels'e atıfta
bulunulmaktadır.
...
Bütün
bunları, çağın değişmesini; kapitalizmin serbest rekabetçi
döneminden nihai aşaması olan emperyalizme geçişini ve bu
geçişin beraberinde getirdiği değişmeleri gören ve bütün
çıplaklığıyla açıklayan, analiz eden Lenin olmuştu. Lenin'in
bu konudaki açıklığını, kararlılığını ve korkusuzluğunu
Stalin şöyle anlatır:
“Marks
ve Engels'in eserinin devamcısı olarak Lenin'in büyüklüğü,
onun hiçbir zaman Marksizmin harflerine kölece bağlı
kalmamasıdır… Lenin'in büyüklüğü, açıkça, samimice,
yalpalamaksızın… tek tek ülkelerde proleter devrimin zaferinin
mümkün olduğunu ifade eden… yeni formülü, bütün ülkelerin
oportünistlerinin kendi oportünist yapıtlarını Marks ve
Engels'in adıyla haklı çıkartma çabasıyla eski formüle
sarılacaklarından korkmaksızın ortaya atmasıdır” (34).
...
Sosyalizm,
Komünizm ve Devlet
Komünizme
geçiş tartışmaları ve Stalin:
Hangi
açıdan bakılırsa bakılsın komünizme geçiş ve Stalin
tartışması, tamamen soyut ve teorinin geliştirilmesine katkısı
olmayan bir tartışmadır.
Soru
şöyle de sorulabilir: Ekim Devriminden çok önceleri Bolşevik
Parti, nasıl bir devlet sorusunu sordu, tartıştı ve birtakım
kararlar aldı. Ama Ekim Devriminden sonra, daha önce alınmış
kararlar doğrultusunda bir devlet kurulmadı. Bu dönem zarfında
Lenin birkaç kez görüş değiştirdi ve bugün hiç kimse Lenin’i
bu nedenle eleştirmiyor veya bu görüşleri doğrultusunda Lenin
değerlendirmesi yapmıyor.
Sovyet
Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği oluşumu üzerine Lenin’in
görüşleri: Ekim Devrimi sonucunda Rusya sınırları içinde
kurulan genç sosyalist devletler, “Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler
Birliği” biçimini, yani federasyon biçimini alana kadar bir dizi
deney ve tecrübelerden geçmişlerdir. Bu deney ve tecrübeleri
buraya aktarmak mutlaka ki yararlı olur, ama aynı zamanda, detay
olduğu için yazının kapsamını da genişletir. Bu nedenle
Lenin’in bu konudaki görüşlerini aktarmakla yetiniyorum.
Lenin,
ulusların kendi kaderini tayin hakkının pratikte
gerçekleştirilmesi temelinde sosyalist devletin nasıl inşa
edileceği konusunda dönem dönem farklı görüşler öne
sürmüştür. Onun bu konudaki görüşlerini kronolojik olarak
şöyle sıralayabiliriz:
l
Ocak 1903’te:“Federalizm
ve ulusal otonomi propagandası
yapmak, proletaryanın meselesi değildir...Proletaryanın meselesi,
bütün milliyetlerden işçilerin en geniş kitlesini mümkün
olduğunca
sıkı
bir şekilde birleştirmektir” (35).
l5
Temmuz l903’te:
“Proletaryanın partisi olarak sosyal demokrasi, pozitif ve en
önemli görevini, ulusların ve halkların kendi kaderlerini değil,
bilakis bir milliyet içindeki proletaryanınkini teşvik etmekte
görür. Devamlı ve mutlaka bütün milliyetlerden proletaryanın en
sıkı
birliğini amaçlamalıyız ve sadece tek tek, istisnai durumlarda
gevşek federal birliğe vs. ye doğru giden...talepleri tespit
etmeliyiz ve aktif olarak desteklemeliyiz”
(36).
6
Aralık 1913’te:
“Kesinlikle demokratik merkeziyetçilikten yanayız. Federasyona
karşıyız... ilke olarak federasyona karşıyız. O, ekonomik bağı
zayıflatır, bir devlet için işe yaramaz bir modeldir”
(37).
12
Aralık 1914’de:
“...Şartların
aynı
kaldığı durumlarda mutlaka merkeziyetçilikten yanayız ve küçük
burjuva ideali olan federal ilişkilere karşıyız”
(38).
Ocak-Mayıs
1914’de:
“İlke
olarak federalizme karşı olmasına rağmen Marks, bu durumda bir
federasyonu dahi onaylamak ister”
(39).
Ocak
1918’de:
“Rusya Sovyet Cumhuriyeti, özgür ulusların özgür birliği
temelinde ulusal Sovyet Cumhuriyetlerinin federasyonu olarak
kurulmuştur”
(40).
23-3l
Ocak 1918’de:
“Bizde,
Rusya’da şimdi iç politika alanında Sovyet Cumhuriyeti’nin
yeni devlet düzeni nihai olarak, Rusya’nın çeşitli uluslarının
hür cumhuriyetlerinin federasyonu (şeklinde) kabul edilmiştir”
(41).
Lenin’in,
devlet biçimi konusunda 180 derecelik bir çark ettiği ilk bakışta
görülüyor!
...
Görüyoruz
ki, gündemde olmayan bir sorun, soyut olarak tartışılan bir
sorundur. Lenin dahil Bolşevik parti nasıl bir devlet sorusunu
1903’ten 1917’ye kadar soyut bir sorun olarak tartışmış ve bu
dönemde Lenin, birbirinden farklı görüşler öne sürmüştür.
Ancak Ekim Devrimi, nasıl bir devlet sorununun somut tartışılmasını
gündeme getirmiş ve varılan sonuç, Lenin’in daha önce
reddettiği anlayış olmuştur. Hal bu olmasına rağmen hiç kimse
Lenin’i bu konuda farklı dönemlerde farklı görüşler savunmuş
birisi olarak eleştirmiyor...
Sovyetler
Birliği’nde sosyalizm inşa ediliyor; sosyalizmin temelleri
atılıyor, inşa belli bir aşamaya kadar geliyor ve o günün
koşullarında, kıyaslama olanağı da olmadığı için, her işi
doğru yaptıklarını sanan Bolşeviklerin yanı sıra sosyalist
inşayı her fırsatta ve her alanda tahrip ederek geriye dönüşün
yolunu açmak isteyen güçler –ki Moskova Yargılamalarından
sonra bunların çoğunluğu, Stalin’in deyimiyle “kızıl
bürokrat”lardı- komünizme geçiş tartışmasını
başlatıyorlar.
Şimdi
bu tartışma sürecinde Stalin’in bu konuda ne dediğine bakalım.
...
Stalin,
bu sorunu ilk defa XVIII. Parti Kongresi'nde ele aldı
(42).
Tartışmayı başlatan Stalin değildi. Komünizme geçmekte “acele
edenler”, tartışmayı başlatmışlardı. Kongreye sunduğu
siyasi raporun "Teorinin
Bazı Sorunları" ara
başlığı altında bu konu üzerine görüşlerini açıkladı ve
“genel
olarak devlet, özel olarak da sosyalist devletimiz ve Sovyet
aydınları sorunundan bahsediyorum”
diyerek tartışmanın kapsam ve nedenini belirledi.
Devamla
şöyle diyordu: “Zaman
zaman şu soruluyor: ‘Ülkemizde sömürücü sınıflar ortadan
kaldırıldı, artık düşman sınıflar yok, ezilmesi gereken hiç
kimse kalmadı. Buna göre artık devlete gerek yok, devlet yavaş
yavaş ölmeli- neden sosyalist devletimizin yavaş yavaş ölmesine
çalışmıyoruz, neden varlığına son vermek için çaba
harcamıyoruz, devletle ilgili bu ıvır zıvırı bir kenara atmanın
zamanı gelmedi mi?’
Ya
da:
‘Ülkemizde
artık sömürücü sınıflar ortadan kaldırıldı, sosyalizm esas
itibariyle kuruldu, komünizme doğru yürüyoruz, oysa Marksist
devlet öğretisi komünizmde hiçbir devletin olmayacağını
söylüyor – Neden sosyalist devletimizin yavaş yavaş ölmesine
çalışmıyoruz, devleti antik çağ müzesine sürmemizin zamanı
gelmedi mi?”
(43).
Komünizmde
devlet konusunda Stalin’i eleştirenler sürekli bir noktayı
unutuyorlar; Stalin,
hiçbir zaman SB’nin komünizme geçecek kadar gelişmiş olduğunu;
SB’nde sosyalizmin komünizmi kuracak kadar ilerlemiş olduğunu
savunmamıştır. Tersine,
bu konuda sürekli uyarmıştır; SB'nin,
o günkü gelişme seviyesiyle komünizme geçecek durumda olmadığını
sürekli vurgulamış ve
en fazlasıyla, komünizme geçişi üzerine değil, geçişi
hazırlamanın koşulları üzerine tartışılması gerektiğini
söylemiştir.
"Komünizme
geçişi ilan etmek için değil, komünizme gerçek geçişi
hazırlamak için en azından üç temel ön koşul yerine
getirilmelidir"
(abç.) (44).
Stalin’in
bu konudaki anlayışını şöyle de ifade edebiliriz:
-Stalin,
komünizme geçişten bahsetmiyor.
-Stalin,
komünizme geçişin hazırlaması anlamına gelen ön koşullardan
bahsediyor.
-Stalin,
SSCB'nin, komünizme geçişin hazırlığına hazır olmadığından
bahsediyor.
-Stalin,
ön koşulların yerine getirilmesi durumunda -kapitalist kuşatma
altında- komünizme geçilebileceğinden, ama bunun, koşullu bir
geçiş olacağından bahsediyor.
-Stalin,
böylesi koşullu bir geçişte devletin, kapitalist kuşatmadan
dolayı -sadece bu nedenden dolayı- var olacağından bahsediyor.
Hangi
nedenlerden dolayı Stalin, bu konuda konuşma gereği duymuştur? Bu
sorunun gündeme geldiği ortam, komünizme geçiş konusunda
antimarksist teorilerin üretildiği bir ortamdı. Bu antimarksist
teorilere/anlayışlara karşı mücadele edilmesi gerekiyordu.
Burada söz konusu olan, antimarksist görüşlere karşı
mücadeledir. Buradan hareketle Stalin, komünizmde devleti savunuyor
sonucu çıkartmak için insanın kendisini biraz zorlaması gerekir
veya Stalin’in bu görüşlerini gerçekten de abartılı, eleştiri
hevesli olarak ele alması gerekir. Kişiyi; burada Stalin’i,
koskoca tarihten; önder olarak bizzat içinde olduğu pratikten
kopartarak ele almanın ne derece doğru olduğu üzerine
düşünülmelidir.
Söylenmesi
gereken şudur: Stalin, komünizme geçişi, teorik (Marks ve
Engels’de olduğu gibi) olarak değil, pratik içinde, sosyalizmin
ilerleyen inşası içinde gündeme getirilen önemli bir sorun
çerçevesinde tartışmakla karşı karşıya kalmıştır. Bu
sorunun tartışılması dayatılmıştır. Tıpkı Lenin’in
sosyalist devletin biçimi üzerine yukarıya aktardığımız
birbirinden 180 derece farklı görüşleri farklı zamanlarda
söylemesi gibi, Stalin de komünizme geçiş konusunda daha dikkatli
formüle edilmesi gereken anlayışlar öne sürmüştür. Ama bu,
Onun bu konuda antimarksist konumda olduğunu asla göstermez.
Komünizm
ve devlet sorununda şunları söylüyordu: "Gelişme...
durup kalmaz, ileriye, komünizme doğru ilerliyoruz. Bizde devlet,
komünizm döneminde de var olacak mı?
Evet.
O, şayet kapitalist çevre yok olmadıysa, dışarıdan savaş
baskınları tehlikesi var olduğunca var olacaktır. (Ama)
devletimizin biçimlerinin iç ve dış durumun değişmesine uygun
olarak yeniden değişeceği açıktır.
Hayır,
kapitalist çevre yok edildiğinde, onun yerini sosyalist çevre
aldığında, var olmayacaktır"
(45).
Söylenen
bu. Stalin, komünizme geçişin olası yollarından ve bu
olasılıkların devlet olgusunu nasıl etkileyeceğinden; devletin
komünizme nasıl geçileceğine bağlı olarak, nasıl sönüp
gideceğinden
bahsediyor.
Aslında bu, Marksist devlet teorisinin sosyalizmin somut gelişme
süreci içinde, pratiğin, koşulların ortaya koyduğu, dayattığı
gerçekler ışığında tartışılmasıdır. Ama SB’nde komünizme
geçişin değil, komünizme geçişin ön koşulları dahi henüz
gerçek anlamda oluşmamıştı. Bu tespiti yapan da Stalin’dir.
Sorun,
belirtilen koşullardan dolayı komünizme geçişte sosyalist
devletin daha da güçlü olması gerektiğini tespit etmekle
çözümlenmiş olmuyordu. Güçlü devlet, aynı zamanda komünizme
geçişin ekonomik ön koşullarını da yaratmalıydı.
Komünizme
geçişin temel ön koşulları:
SB'de
sosyalizmin başarıyla inşası yeni sorunları gündeme
getiriyordu. Sorunlar, somut gelişmelerden kaynaklanıyordu;
sosyalizmin inşası, çözüm bekleyen sorunlarla karşı
karşıyaydı. Reformdan bahseden ve geriye dönüşün yolunu açmaya
çalışan güçler vardı. Stalin, gündeme getirilen bu sorunları
"SSCB'de
Sosyalizmin Ekonomik Sorunları"
eserinde ele aldı. Bu çalışmasında komünizme geçişin temel
ön koşullarını da somutlaştırdı.
Stalin
şöyle diyor: "Komünizme
geçişi
ilan etmek için değil, gerçek geçişi hazırlamak
için en azından üç temel ön koşul yerine getirilmelidir"
(abç)
(46).
Birinci
temel ön koşul:
"Üretici
güçlerin mistik 'rasyonel bir organizasyonu' değil, bilakis,
üretim araçları üretimi bilhassa artırılırken bütün
toplumsal üretimin kesintisiz büyümesinin muntazaman teminat
altına alınması gereklidir. Üretim araçları üretiminin
bilhassa arttırılması, sadece üretim araçları vasıtasıyla hem
üretim araçları üreten işletmelerin hem de ekonominin bütün
başka dallarının teçhizatlarla temin edilmesi için değil,
bilakis, onlar olmaksızın esas itibarıyla genişletilmiş bir
yeniden üretim mümkün olmayacağı için de zorunludur" (47).
Sovyet
pratiğinde bunun somut anlamını şudur: Üretim araçları üretimi
birincildir (toplumsal üretimin I. Bölümü), bu alanda üretim
sürekli artırılmalıdır, sürekli modern teknoloji
kullanılmalıdır. Böylelikle toplumsal üretimin diğer alanında
da (toplumsal üretimin II. Bölümü; tüketim araçları üreten
bölümü) üretimin sürekli artmasının koşulları hazırlanmış
olur. Ancak, genişletilmiş yeniden üretim kesintisiz ve saptanan
hedef doğrultusunda gerçekleştirilirse, üretim araçları
üretiminin devamlı artırılmasının, en önemli kapitalist
ülkeleri geçmenin ve toplumsal zenginliği artırmanın olanakları
yaratılmış olur.
Bu,
komünizme geçişin ilk “olmazsa olmaz” temel ön koşuludur.
İkinci
temel ön koşul: "...Kolektif
ekonomiksel mülkiyeti (Kolhoz
mülkiyeti, çn.),
tedrici, kolektif ekonomilere ve dolayısıyla bütün topluma
faydası dokunan geçişler vasıtasıyla genel halk mülkiyeti
seviyesine çıkartmak ve meta üretiminin yerine, keza tedrici
geçişlerle bir üreticiler mübadelesi sistemi getirmek –böylelikle
merkezi otorite veya herhangi başka bir toplumsal-ekonomik merkez,
toplumsal üretimin toplam üretimini toplumun çıkarma kullansın
diye- zorunludur"
(48).
Sovyet
ekonomisinde mülkiyet olgusunu en karmaşık olduğu alan
kolhozlardı.
Sosyalizmde
üretim ilişkileri ve toplumun üretici güçleri arasında çelişki
vardır
(49).
Bunlar, zamanında fark edilmez ve çözülmezlerse çatışmaya
dönüşebilirler. Bu çelişkilerin kaynağı da daha ziyade meta
üretiminde, kolektif ekonomiksel mülkiyette aranmalıdır.
“Kolektif
ekonomiksel mülkiyeti, genel halk mülkiyeti seviyesine yükseltmek
için, kolektif ekonomiksel üretim fazlası meta dolaşımı
sisteminden çıkarılmalı ve devletsel sanayi ve kolektif
ekonomiler arasındaki ürün mübadelesi sistemine dahil
edilmelidir. Önemli olan budur"
(50).
Görüyoruz
ki, "ürün
mübadelesi sistemi"
komünizmin ikinci aşamasının veya bu asamaya geçişin elle
tutulur, gözle görülür hale gelmesinin açık bir ifadesidir; Bu
konuda yeteri kadar realist olan Stalin, SB'de bu sistemin henüz
gelişmediğini söyler.
Sovyet
toplumu, dayatıldığı için komünizme geçiş sorununu
tartışıyordu. Ama esas tartışılan, komünizme geçişin kendisi
değil, geçişin ön koşullarıydı ve komünizmde meta üretimi,
meta dolaşımı, değer ve değer yasası gibi burjuva ufkun
kalıntıları
dahi olamazdı.
Mülkiyet
sorununun çözümü, komünizme geçişin ikinci “olmazsa olmaz”
temel ön koşulunu oluşturuyordu.
Üçüncü
temel ön koşul:
”...Toplumun
üyeleri, toplumsal gelişmede aktif etkide bulunmak için yeterli
eğitim olanağına sahip olsunlar diye, mesleklerini özgürce
seçmek ve mevcut işbölümünden dolayı ömürleri boyunca
herhangi bir mesleğe bağlı kalmamak için olanağa sahip olsunlar
diye toplumun bütün üyelerine zihni ve fiziki yeteneklerini çok
yönlü geliştirmeyi teminat altına alan, toplumun kültürel bir
büyümesine ulaşmak zorunludur"
(51).
Bu
amaca ulaşılması için yapılması gerekenlerin neler olduğunu
Stalin şöyle sıralıyor:
-“İşgünü
altı saate kadar, sonraları da beş saate kadar kısaltılmalıdır.
Bu, toplumun üyeleri, çok yönlü bir eğitim için yeterli zaman
elde etsinler diye zorunludur".
-“Toplumun
üyelerinin mesleklerini özgürce seçmeleri için genel mecburi
politeknik tedrisatın yürürlüğe konması gereklidir".
-"Konut
durumunun temelden iyileştirilmesi... zorunludur".
-“Ve
işçilerin ve ücretlilerin reel ücretlerini hem parasal ücretin
doğrudan artırılmasıyla hem de özellikle kitlesel ihtiyaç
maddeleri için fiyatların sistematik olarak düşürülmesiyle en
azından iki misli ... artırmak zorunludur"
(52).
Bu da,
komünizme geçişin üçüncü “olmazsa olmaz” temel ön
koşuluydu.
Bu
üç temel ön koşulu komünizme geçişin hazırlığı olarak
değerlendiren Stalin, bu koşulların yerine getirilmesinden sonrası
için şöyle diyor: "Bunlar,
komünizme geçişin hazırlığı için temel koşullardır.
Ancak
bütün bu ön koşullar bütünlükleri içinde yerine getirildikten
sonra toplumun üyelerinin gözünde iş, yük olmaktan çıkar,
"birinci yaşam ihtiyacı" (Marks) olur... toplumsal
mülkiyet, toplumun bütün üyeleri tarafından toplumun varlığının
sarsılmaz ve dokunulamaz temeli olarak görülür.
Ancak
bütün bu ön koşullar bütünlükleri içinde yerine getirildikten
sonra, sosyalist formül "herkes yeteneklerine göre, herkese
emeğine göre"den komünist formüle "herkes yeteneklerine
göre, herkese ihtiyacına göre"ye geçilebilinir.
Bu,
bir ekonomiden, sosyalizmin ekonomisinden diğer birine, daha yüksek
ekonomiye, komünizmin ekonomisine temel bir geçiş olacaktır"
(53).
Şehir ve
kır arasındaki, zihni ve fiziki iş arasındaki zıtlığın
kaldırılması ve bunların arasındaki farklılıkların yok
edilmesi sorunu:
Şehir ve
kır, zihni ve fiziki iş arasındaki zıtlığın ortadan
kaldırılması, Marksizm’den önce de ele alınmış oldukça eski
bir sorundur. Ama tarihi açıdan bakıldığında şehir ve kır,
zihni ve fiziki iş arasındaki farkların ortadan kaldırılması
sorunu, oldukça yenidir. Çünkü bu sorunun çözümü, sosyalist
inşanın derinleşmesiyle; sosyalist toplumun komünizme doğru
gelişmesiyle doğrudan ilişki içindedir.
Buna
göre, şehir ile kır arasındaki önemli farkın kaybolması için
kolektif ekonomiksel mülkiyetin genel halk mülkiyeti seviyesine
çıkarılması, meta dolaşımının yerini ürün
mübadelesinin
alması
gerekir. Bu önemli farklılığın ortadan kaldırılması,
komünizme geçişin "olmazsa olmaz" ön koşullarından
birisidir.
Stalin,
zihni ve fiziki iş arasındaki önemli farkın yok edilmesi üzerine
de aynı şeylerin söylenmesi gerektiğini belirtir (54).
Stalin,
komünizme geçişin, "olmazsa olmaz" anlamı taşıyan üç
temel ön koşulunu böyle açıklıyor; Sovyet tecrübelerini böyle
değerlendiriyor.
Soruna
şöyle de yaklaşabiliriz: Stalin’in ölümünden sonra partinin
çizgisi değişmeseydi, Halk Demokrasisi ülkelerinde sosyalizmin
inşası, SB’deki gibi devam etseydi, ulusal kurtuluş hareketleri
ve bağımsızlığına kavuşmuş ülkeler sosyalist dünya sistemi
yanında yer alsalardı, o dönemde gelişen ve dünya çapında
milyonlarca emekçiyi harekete geçiren barış ve demokrasi hareketi
kapitalist sisteme yönelseydi ne oldurdu? Veya SB, 1950’lerden
sonra nasıl ilerleyebilirdi?
O
zaman için sosyalist dünya sistemi dünyanın üçte birini
kapsıyordu. Açık ki, bahsettiğimiz koşullar altında dünya
sosyalist sisteminin etki alanı genişleyecekti. Sosyalist sistemle
kapitalist sistem arasındaki çelişkiler var olma-yok olma
çelişkisine dönüşecekti. Bu durumda her iki sistem arasında bir
“sistem savaşı” patlak verir miydi? Bu, olasılıklardan
birisidir. Diğer bir olasılık, başka ülkelerde de devrimlerin
gerçekleşmesiydi. Bu durumda süreç; sosyalist sistemle kapitalist
sistem arasındaki güç dengesi, sosyalist sistemin lehine değişmeye
başlardı. Bu değişimin sonunda sosyalist sistem, kapitalist
sistem tarafından değil de, kapitalist sistem sosyalist sistem
tarafından çembere alınırdı. Böyle bir çembere alınmak,
kapitalist sistemin artık yok olma sürecine fiilen girdiğini
gösterirdi.
Bu
sürecin komünizme geçiş ve devletin geleceği bakımından anlamı
şudur: Her bir sosyalist ülke, aynı zamanda, aynı derecede
komünizme geçiş için olgunlaşmayacağı, her bir ülkenin somut
koşulları temelinde sosyalizmi inşa ederek komünizme doğru
ilerleyeceği; yani sosyalizmi inşa etmenin ve komünizme geçmenin;
bir bütün olarak komünizme doğru gelişmenin koşulları farklı
olacağı için, kapitalist sistemle sosyalist sistem arasındaki güç
dengesinin sosyalist sistem lehine değişmesi, sosyalizmin inşasında
oldukça ilerlemiş olan ülkelerde, örneğin “ürün
mübadelesi”ne geçilebilirdi: Yani komünizme geçişin ön
koşulları uygulanabilirdi. Bu anlamda kapitalist düzenin
zayıflamasına paralel olarak sosyalist dünya sisteminde –belki
de sosyalist dünya kızıl ordusunda- askeri harcamalar
sınırlandırılabilirdi. Sosyalist inşası olgunlaşmış
ülkelerde, devletin bir çok görevi, komünistleşmeye yüz tutmuş
toplumsal yaşama/örgütlenmeye devredilebilirdi.
Her
halükarda karşımıza iki temel soru çıkmaktadır:
Devlet
nasıl ölüp gidecek, devlet nasıl sönecek?
Komünizme
nasıl geçilecek? Bir dünya devrimi mi olacak? Yoksa tek tek
ülkelerde devrimlerle mi veya bölgesel devrimlerle mi kapitalist
dünya sistemi yıkılacak?
Devletin
nasıl sönüp gideceği, komünizme geçiş sürecinin nasıl
gelişeceğine bağlı olacaktır.
Güç
dengesi, dünya sosyalist sistemi lehine değiştiği durumda; buna
paralel olarak bazı ülkelerde sosyalizmin ileri derecede inşa
edilmiş olduğu durumda, her ihtimal göz önünde tutularak devlet
yapısının tam anlamda yıkılmadan komünizmi örgütleme
girişmeleri olabilir. Yoksa, komünizm bir dünya sistemidir
diyerek, bu olasılıkları reddedersek, komünizme toptan geçişi
savunmuş oluruz ki, bu da toplumsal gelişmenin yasalarına aykırı
olur.
O
halde: Belirttiğim koşullarda sosyalist inşanın olgunlaştığı
ülkelerde yavaş yavaş komünizme geçilirken ve buna paralel
olarak da devlet, devlet olarak işlevini kaybetmeye başlarken,
sosyalist inşanın nispeten geri olduğu ülkelerde devlet
mekanizması, sosyalist devlet mekanizması olarak işlevini
koruyabilir.
Örneğin,
kapitalizm bir anda mı dünya sistemi oldu? Feodalizme karşı
asırlarca süren bir mücadelesi söz konusuydu. Öyle ki, dünyanın
bir kısmı feodalken, bir kısmı kapitalist oldu ve süreç giderek
kapitalizmin lehine değişti. Yani belli bir geçiş süreç
yaşandı. Kapitalizmden sosyalizme geçiş süreci de Ekim
Devrimiyle başladı. XX. Kongre ile başlayan tarihsel yenilgimiz bu
süreçte aldığımız bir darbedir.
Demek
istediğim şudur: Stalin’i, komünizm-devlet konusundaki
görüşünden dolayı mahkum etmeye çalışmak, toptancı bir
değerlendirme olur. Yukarıdaki söylediklerimden dolayı
komünizmde devleti savunmuş
olmuyorum. Sadece olasılıklardan bahsediyorum. Stalin de
olasılıklardan bahsetmişti.
Tek
ülkede komünizme geçiş sorununda söylenmesi gereken şudur:
Stalin'in devlet konusundaki temel anlayışı bir kenara
bırakılarak, O’nun komünizme geçişle, komünizme geçişin ön
koşullarıyla ilgili olarak söylediğinden hareketle Stalin,
komünizmde de devletin varlığını savunuyor sonucu çıkartılamaz.
Ama böyle bir sonuç çıkartılmak isteniyorsa, o zaman, sosyalizm
ötesi toplumsal yapının nasıl şekillenmesi, nasıl örgütlenmesi
gerektiği üzerine Marks, Engels, Lenin ve Stalin’in soyut
tanımlamalarını aşan, düzelten veya geliştiren soyut
tanımlamalar formüle edilmelidir.
Stalin’in
konuya ilişkin söylediklerinden O’nun komünizmde de devletin
varlığını savunuyor sonucu çıkartılamaz, çıkartılmamalıdır.
Stalin, tek ülkede sosyalizmin inşasının mantıksal sonucu
olarak açılan yanlış bir tartışmaya -sorun, bu koşullarda
komünizme geçebilir miyiz, geçemez miyiz diye değil, sosyalizmi
inşa ettik, neden komünizme geçmiyoruz şeklinde gündeme
gelmiştir ve bu haliyle de yanlıştır- yanlış bir dönemde
sorulan bir soruya yukarıdaki gibi açıklık getirdi diye, O'nu bu
açıklamasından dolayı komünizmde devleti savunuyor diye
değerlendirmemek gerekir.
SB'nde
sosyalizm, kapitalist kuşatmanın bütün şiddetiyle devam ettiği
koşullarda inşa ediliyor. Kapitalist sistemle sosyalist sistemin
dünya çapında bir güç dengesi dahi gündemde değil -bu denge
sağlanmış olsaydı, soruna daha farklı bakmanın maddi koşulları
var olurdu- ve böylesi koşullarda, sosyalizmi inşa ettik, o halde
komünizme geçelim anlayışı saçma olur. Stalin'in soruna ilişkin
görüşlerini yukarıya olduğu gibi aktardık (55).
Orada böyle bir saçmalık görülmüyor.
Stalin,
komünizmde de devleti savunuyor anlayışı yerine Stalin, sosyalist
devletin hangi koşullarda sönüp gideceği, yok olacağı üzerine
fikirler öne sürmüştür demek doğru değil mi? Marks, Engels ve
Lenin sosyalist devrimi, sosyalizme geçiş koşullarını, iktidarın
biçimini, sürekli devrimi tartıştılar. Soyut olarak tartıştılar.
Öyle Marks ve Engels’in tespit ettikleri gibi kıta Avrupa’sının
gelişmiş ülkelerinde ardı ardına patlak veren, “sürekli”
devrimler gerçekleşmedi. Kapitalizmin az geliştiği bir ülkede;
sosyalizmin maddi koşullarının olmadığı veya zayıf olduğu bir
ülke olan Rusya’da devrim gerçekleştirildi ve sosyalizm de tek
ülkede sosyalizm olarak inşa edildi. Yani bu ve benzeri konularda
Marks, Engels ve Lenin’in birçok soyut saptamaları gerçeklik
olmadı. Ama hiçbirimiz bundan dolayı bu önderleri yargılamıyoruz.
Peki Stalin’i niye yargılıyoruz? O, bu sözleri söylerken Marks,
Engels ve Lenin’in oldukça genel olan tespitlerini ve Komünist
Enternasyonal’in bu konudaki düşüncesini bilmiyor muydu?
Komünizmin bir dünya sistemi olduğunu bilmiyor muydu? Ama maddi
koşulları olmadığı için komünizme geçişin nasıl olacağı
konusunda, üstelik doğrudan komünizme geçişin değil, geçişin
ön koşulları üzerine fikir ileri sürmesi neden yargılanıyor?
Stalin, bu konuda Marks, Engels ve Lenin’in soyut düşüncelerine
belli olasılıklara işaret ederek belli bir somutluk vermiştir.
SB'nde
sosyalizmin inşasını ve de yıkılmasını etkilemeyen, salt
tartışma olarak kalmış bir açıklamadan dolayı Stalin,
komünizmde devleti savunuyor anlayışına varma yerine, bu
tartışmadan ders çıkartmanın ve Stalin'i, bu açıklamayı
yaptığı koşullarda anlamaya çalışmanın tek doğru olduğuna
inanıyorum.
Proletarya
Diktatörlüğü - Sovyet Devletinin Gelişmesi
...
Sosyalist
devlet, proletarya diktatörlüğü, toplumsal ilişkileri hukuksal
düzenleme dışında asla ve asla ele alamaz. Hukuksal düzenleme
olmaksızın proletarya diktatörlüğü; sosyalist devlet
düşünülemez...
Komünist
toplumun ilk evresi olan sosyalizmde devlet ve hukuk bir
zorunluluktur ve önemli olan, sadece bu zorunluluğu görmek
değildir. Önemli olan, devlet ve hukuk anlayışının sosyalizmin
inşasında zorunlu araçlar olarak ne derece doğru geliştirilip ve
kullanıldığıdır. Bu anlamda Sovyet tecrübesi, bizler veya daha
sonraki nesiller için sürekli incelenmesi ve sonuçlar çıkartılması
gereken bir kaynaktır.
Sosyalizmle
bağlam içinde Marks ve Lenin, kalıcı bir devletten ve onun hukuk
anlayışından bahsetmemişlerdir. Söz konusu olan, adı üstünde
komünizmin ilk evresi, yani sosyalizmdir. O halde sosyalizm,
kapitalizmden komünizme geçişte yaşanılması mutlak olan bir
geçiş dönemidir. Öyleyse bu geçiş dönemine tekabül eden
devlet ve hukuk da geçicidir.
Her
ne kadar sosyalizmde, kapitalizmin, giderek azalması, etkisini
yitirmesi gereken birtakım özellikleri hâlâ
varsa da sosyalizm, kapitalizmden temelden nitel olarak farklıdır.
Her ne kadar sosyalizmde “burjuva hukuk”un ufku henüz
aşılmamışsa da bu, sosyalizmde burjuva hukuk anlayışının
hakim olduğu anlamına gelmez. Burjuva hukuk anlayışının
izlerini de taşıyan bu hukuk, geçiş döneminin hukukudur,
sosyalist hukuktur. Bu hukuku oluşturan ve ona uygulanma olanağı
sağlayan tek güç de proletarya diktatörlüğüdür; sosyalist
devlettir.
Proletarya
diktatörlüğü altında, sosyalist hukuk çerçevesinde sınıf
mücadelesi yeni biçimler alır...
Stalin,
“Leninizmin
Sorunları Üzerine” yazısında
proletarya diktatörlüğünün temel yönlerini şöyle
formüle eder:
“1.
Proletaryanın iktidarı, sömürücülerin bastırılması için,
ülkenin savunulması için, başka ülkelerin proleterleri ile
bağların pekiştirilmesi için, bütün ülkelerde devrimin zaferi
ve gelişmesi için kullanılır.
2.
Proletaryanın iktidarı, emekçi ve sömürülen yığınların
burjuvaziden nihai ayrılması için, proletaryanın bu yığınlar
ile ittifakının pekiştirilmesi için, bu yığınların sosyalist
inşaya çekilmeleri için, bu yığınların proletarya tarafından
devletsel yönlendirilmeleri için kullanılır.
3.
Proletaryanın iktidarı, sosyalizmin örgütlenmesi için,
sınıfların ortadan kaldırılması için, sınıfsız topluma,
sosyalist topluma geçiş için kullanılır. Proletarya
diktatörlüğü, bütün bu üç yönün birleşmesidir”(56).
Aynı
yerde Stalin devamla şöyle diyor: “Bu
yönlerden birisi proletarya diktatörlüğünün yegâne
karakteristik özelliği olarak görülemez veya tersi; bu
özelliklerden sadece birisinin dahi olmaması, kapitalist kuşatma
koşullarında proletarya diktatörlüğünün diktatörlük olmaktan
çıkması için yeter. Bundan dolayı bu üç yönden hiçbirisi
dışlanamaz, şayet proletarya diktatörlüğü kavramının
çarpıtılması tehlikesiyle karşı karşıya kalınmak
istenmiyorsa, sadece bu üç yön, birlikte, bize, proletarya
diktatörlüğünün tam ve tamamlanmış bir kavramını verir”
(57).
...
Demek
oluyor ki:
1-Sömürücülerin
direncini kırmak için,
2-Kapitalist
kuşatmaya, müdahaleye karşı mücadele için,
3-Sosyalist
inşa için; (ekonomiden kültürel çalışmaya kadar vs.) güçlü
olan bir proletarya diktatörlüğüne, sosyalist devlete ihtiyaç
vardır. Bu, var olmanın olmazsa olmaz ön koşuludur.
“Güçlü
ve devasa bir proletarya diktatörlüğü - bu, şimdi bizim ölen
sınıfların son kalıntılarını yok etmek ve hırsızlıklarını
boşa çıkartmak için ihtiyaç duyduğumuz şeydir”(58).
“Güçlü
ve devasa bir proletarya diktatörlüğü”,
sosyalist hukuk olmaksızın düşünülemez. Bundan, proletarya
diktatörlüğü yasalarla sınırlandırılmış bir güçtür
sonucu çıkartılmamalı. Proletarya diktatörlüğü, hiçbir
yasayla sınırlandırılamaz. Onun yasası devrimin
gereksinimleridir. Ama bundan da proletarya diktatörlüğünün
hiçbir yasa tanımadığı sonucu çıkartılmamalıdır. Proletarya
diktatörlüğü, kendi yasalarını oluşturur, bu yasaları
kullanır, onlara uyulmasını talep eder ve uymayanları
cezalandırır. Bu anlamda sosyalist hukuk olmaksızın proletarya
diktatörlüğü de olamaz.
...
Devlet
gibi hukuk da komünist toplumun ikinci aşamasında; en yüksek
aşamasında ölüp gidecektir. Ama o zamana kadar, insanların, özel
yasalar olmaksızın yaşamasını ve toplumu ilerletmesini öğrenmiş
olmaları gerekir. Ve devlet gibi hukuk da, özel düzenlemeler,
zorlama olmaksızın yaşanması öğrenildikten, böyle bir yaşam
tarzı normal yaşam tarzı olarak görüldükten sonra ölüp
gidecektir. Ama o zamana kadar, yani proletarya diktatörlüğünde
sıkı disiplin, denetleme, yasal önlemler; bir bütün olarak
sosyalist hukuk kaçınılmazdır.
Marks
ve Engels geçiş dönemi devleti olarak proletarya diktatörlüğü
sorununu teorik olarak açıklamışlardı. Onların bu konudaki
teorik açıklamaları, Lenin ve Stalin tarafından, özellikle de
Stalin tarafından Sovyet pratiğinde sınanmış ve
geliştirilmiştir.
Lenin
ve Stalin, devlet üzerine düşüncelerini yanlış görüşlerle
mücadele içinde geliştirmişlerdir. Örneğin Kautsky şöyle
diyordu; Marks bir bütün olarak devlet mekanizmasının yıkılmasını
değil, sadece onun bürokratik-askeri yönünün yıkılmasını
benimsiyordu! Proletarya diktatörlüğünden, “öcü”den korkar
gibi korkan revizyonistler ve sosyal demokratlar, burjuva devletin
giderek demokratikleştiğinden bahsediyorlar ve proletaryanın böyle
bir devleti ele geçirmekle sosyalizmi kuracağını vb.
savunuyorlardı.
Anarşistler
de bir bütün olarak devlet olgusunu reddediyorlar, onu hemen yok
etmeyi hedefliyorlardı. Bunun ötesinde Troçkistler ve
Buharinciler, tek ülkede sosyalizmin inşa edilemeyeceğini
savunarak daha başta Sovyetler Birliği'nde inşa edilen devletin,
sosyalist devlet olmadığı anlayışından hareket ediyorlardı.
Lenin
ve Stalin, bütün bu ve benzeri yanlış görüşlere karşı
pratik içinde sosyalist devleti kurarak, sosyalist hukuku
geliştirerek mücadele etmişlerdir.
Genel
hatlarıyla bu mücadelenin sonuçları şöyledir:
Sovyet
Devletinin Gelişmesi
...
Stalin,
Sovyet devletinin gelişmesini, iki evreye ayırarak inceler. Sovyet
devleti, gelişmesinin bu her bir evresinde farklı görevlerle karşı
karşıyaydı. Görevlerinin farklılığı, somut koşullardan
kaynaklanmaktaydı.
Sovyet
devletinin ilk evresi, Ekim Devriminden sömürücü sınıfların
tasfiye edildiği döneme kadar olan süreci kapsamına alır...
Sovyet
devletinin ikinci
evresi,
söz konusu sömürücü sınıfların tasfiyesinden sosyalizmin
nihai inşasına kadar olan dönemi kapsar....
Gelişmesinin
ilk evresinde Sovyet devleti:
...
Sovyet
devleti, gelişmesinin bütün birinci evresi boyunca, giderek azalan
dozajda da olsa devrilen sınıfların direncini kırmakla
uğraşmıştır ve bu görevi başarıyla yerine getirmiştir.
Kapitalistler ve büyük toprak sahipleri mülksüzleştirildikten
sonra, eski imtiyazlarını yeniden elde etmek için sürdürdükleri
mücadele, Sovyet devleti tarafından acımasızca bastırılmıştır.
İç ve dış düşmanların beyaz terörüne karşı, devrimin kızıl
terörüyle cevap verilmiştir. Kızıl Ordu bu mücadele içinde
kurulmuş ve gelişmiştir ve Sovyet devletinin, Sovyet ülkesinin
iç ve dış düşmana karşı savunulması için güçlendirilmiş
ve modernleştirilmiştir.
Sömürücü
sınıfların iktidarı yıkılmış ve proletarya diktatörlüğü
kurulmuştu ama bu, kapitalistlerin ve toprak beylerinin ekonomik
olarak tamamen tasfiye edildikleri ve sosyalist devletin ekonomik
olarak çok
güçlü olduğu anlamına gelmiyordu. Örneğin sanayide sosyalist
sektörün payı 1924'te yuvarlak olarak yüzde 76'ydı. Bu oran
1925'de yüzde 82'ye çıktı. Her halükarda bu dönemde sanayide
kapitalist sektörün payı yüzde 25 ila yüzde 20 arasındaydı. Bu
oran, küçümsenemez bir payın ifadesiydi. Ayrıca bu dönemde
sosyalist sanayi modern değildi, eski teknoloji hakimdi...
Sovyet
devletinin, gelişmesinin bu ilk evresinde hangi temel sorunu
çözmekle karşı karşıya olduğunu Stalin, “bu
dönemin esas görevi, devrilen sınıfların direncini bastırmaktı,
müdahalecilerin baskılarına karşı ülke savunmasının
örgütlenmesiydi; sanayi ve tarımın yeniden inşasıydı,
kapitalist unsurların tasfiyesi için koşulların
hızlandırılmasıydı” diye
açıklıyordu.
Sovyet
devletinin, gelişmesinin ilk evresinde hangi ana yönde
ilerleyeceği, bu temel göreve bağlıydı. Stalin bu temel görevin
Sovyet devletini iki esas fonksiyonla karşı karşıya bıraktığını
tespit ediyordu. Birinci fonksiyon, ülke içinde devrilen sınıfların
direncinin kırılması ve onların baskı altına alınmasıydı.
İkinci fonksiyon, dış saldırılara karşı ülkenin
savunulmasıydı. Ayrıca üçüncü bir fonksiyon da vardı, o da,
devlet organlarının iktisadi örgütsel ve kültürel-eğitsel
faaliyetini içeriyordu.
...
Gelişmesinin
ikinci evresinde Sovyet devleti:
...
Sovyet
devleti, gelişmesinin ilk evresinden ikinci evresine nasıl geçti,
bu sürecin içeriği neydi?
Burada
söz konusu olan, eski bir nitelikten yeni bir niteliğe geçiştir...
“8-10
sene içinde ülkemizin tarımında burjuva, bireysel köylü
ekonomilerine dayanan düzenden sosyalist kolektif ekonomi düzenine
geçişi gerçekleştirdik. Bu, kırda burjuva ekonomik düzeni
tasfiye eden ve yeni bir düzeni; sosyalist düzeni yaratan devrimdi.
Ama bu altüst oluş, patlama ile değil, yani mevcut iktidarın
devrilmesi ve yeni birinin kurulmasıyla değil, bilakis kırdaki
eski burjuva düzenden yeni düzene tedrici bir geçişle
gerçekleşti. Bu gerçekleşebildi, çünkü, o, yukarıdan bir
devrimdi. Çünkü altüst oluş, köylülüğün esas kitlesinin
desteğiyle mevcut iktidarın inisiyatifi sayesinde gerçekleştirildi”
(59).
Sovyet
kırındaki söz konusu altüst oluş, bir devrimdi ve bu devrim
Sovyet toplumunu yeni nitel bir duruma götürmüştü. Ama bu
devrimci altüst oluş, mevcut siyasi iktidarın (yeni Sovyet
devletinin) yıkılması ve yeni bir siyasi gücün örgütlenmesiyle
gerçekleştirilmemişti. Bu bir sıçramaydı ve bu sıçramayla
Sovyet toplumu, bu sıçramayı örgütleyen Sovyet devleti
tarafından, onun inisiyatifinde yeni nitel bir duruma gelmişti.
Bu
sıçrama, Bolşevik Parti önderliğinde Sovyet devleti tarafından
gerçekleştirilen tedrici bir geçişin ifadesiydi: Kırsal alandaki
burjuva ekonomi düzeninden yeni sosyalist ekonomi düzenine tedrici
geçiş. Burada, kapitalist unsurların tasfiyesinin koşullarının
aceleye getirilmeyen, sebatla, itinayla, sabırla sürdürülen bir
hazırlığı söz konusuydu. Bu hazırlığın bağlayıcı önemi
haizdi. Milyonlarca köylü kitlesinin siyasi olarak ikna edilmesi,
kolektif ekonomiye geçiş için zorunlu maddi temellerin yaratılması
–tarımda teknoloji vs. Proletarya, geniş köylü yığınlarının
kolektifleştirme hareketinde –bu yukarıdan devrimde– kendini
takip edeceğine emin olmalıydı. İşte bundan dolayı, sürekli,
hazırlıktan bahsediliyordu ve Sovyet devleti, sınıf olarak
kulakları yoğun kolektifleştirme temelinde tasfiye politikasına
geçişin koşullarını başarıyla hazırlamış ve geçişi
sağlamıştır.
...
Buradan
çıkartılması gereken bir sonuç şudur: Bolşevik Parti
önderliğinde ve Sovyet devleti tarafından örgütlü olarak
gerçekleştirilen Sovyet toplumunun eski nitel durumundan yeni nitel
duruma geçmesi, aynı zamanda, Sovyet devletinin de gelişmesinin,
ilk evresinden ikinci evresine geçişinin bir ifadesiydi; SSCB’de
proletarya diktatörlüğü, gelişmesinin ilk evresindeki nitel
durumundan gelişmesinin ikinci evresindeki yeni nitel durumuna
geçiyordu.
Böylelikle,
Sovyet devletinin ve toplumunun gelişmesi, birbirini karşılıklı
olarak etkileyen bir ve aynı sürecin ifadesi oluyordu.
*
NOT:
*)
Kapitalizmde Eşitsiz Gelişme Yasası ve Tek Ülkede Sosyalizmin
Zaferi Sorunu, Sosyalizm, Komünizm ve Devlet ve Proletarya
Diktatörlüğü - Sovyet Devletinin Gelişmesi” başlıklı
yazılar “SSCB'de Sosyalizmin Zaferi ve Kapitalizmin Yeniden İnşası
Sorunları” kitabından alınmıştır; İbrahim Okçuoğlu,
Akademi Yayın).
*)
Önümüzdeki günlerde bu yazıdan bağımsız olarak “sosyalizmde
meta üretimi ve değer yasası” ve “sosyalizmde ücret
politikası” üzerine iki ayrı yazı yayınlanacaktır. Yazılar
biraz uzun olduğu için iki bölüm halinde yayınlayacağız.
*
Kaynaklar:
1)
Ch. Bourseiller, Doktrinärer Rigorismus und strategischer
Pragmatismus. Trotzki und der Trotzkismus, zitiert aus: U. Backes und
S. Courtois (yayımlayıcı), Ein Gespenst geht um in Europa. Das
Erbe kommunistischer Ideologien, Köln 2002, s. 227-229, Schriften
des Hannah-Arendt-Instituts für Totalitarismusforschung, C. 20, s.
213–228.
2)
Bkz.: http://esa.un.org/unpd/wup/Analytical-Figures/Fig_1.htm/.
3)
Die permanente
Revolution, Almanca baskıya özsöz.
4)
Die permanente
Revolution, Giriş.
5)Die
permanente Revolution, Was ist nun die permanente Revolution?
Grundsätze.
6)
Leo Trotzki, “Die permanente Revolution”, Almanca baskıya önsöz.
7)
Leo
Trotzki, “Die permanente Revolution”,
bkz.: “Was ist nun die permanente Revolution? Grundsätze”.
8)
Bkz.: Leo Trotzki, Der Charakter der russischen Revolution.
9)
Leo Trotzki, Die Wirtschaftslage Sowjet-Russlands vom Standpunkt der
Aufgaben der Sozialistischen Revolution, Kommunistische
Korrespondenz, Nr. XI/XII, 1922, C. III/2, Erlangen 1971, s. 733.
10)
Leo
Trotzki, “Die permanente Revolution”, s. 28-29.
11)
Leo Trotzki, “Die permanente Revolution”, s. 28-29.
12)
Leo Trotzki, “Geschichte der russischen Revolution”, C. 2, ikinci
ek, “Tek ülkede sosyalizm?”
13)
Leo Trotzki, “Verratene Revolution”. Bkz.: ”Geçiş rejimi”.
14)
Leo Trotzki, “Probleme der Entwicklung der UdSSR. Entwurf einer
Plattform der Internationalen Linken Opposition zur russischen Frage”
(1931), Schriften1, C. 1.1, s. 266.
15)
Leo Trotzki, “Erfolge des Sozialismus und Gefahren des
Abenteurertums”, s. 249 ve “Die neue Verfassung der UdSSR”
(1936), Schriften1, C. 1.1, s. 663.
16)
Leo Trotzki, “Verratene Revolution”, Bkz.: “Die Geschichte hat
die Frage des Charakters der UdSSR noch nicht entschieden”.
17)
Marks, Kapital, C. I, s. 16.
18)Bkz.:
Leo Trotzki; “Verteidigung des Marxismus”.
19)
Leo Trotzki, Zum 12. Jahrestag der Oktoberrevolution (1929),
Schriften 1, C. 1.1., s.132.
20)
Trotzki, Die Dritte Internationale nach Lenin, Essen 1993, s. 26.
21)
Bkz. Bütün Eserler, 4. baskı, cilt 23, s. 269.
22)
Stalin; C. 6. s. 108/109.
23)
Stalin; C. 6, s. 332/333.
24)
Marks-Engels; Seçilmiş Yapıtlar I, s. 217/218.
25)
Marks; C. 7, s. 89/90.
26)
Stalin;
C. 6, s. 330/331.
27)
Lenin; Seçme Eserler, C. 4, s. 216/217.
28)
Lenin; C. 21, s. 345.
29)
METE (Engels); C. 4, s. 374.
30)
Stalin; C. 6, s. 94.
31)
Stalin; C. 8, s. 58/59.
32)
Stalin; C. 8, s. 59.
33)
MLPD Programı, s. 54/55. 1 Ocak 2000.
34)
Stalin; C. 8, s. 233.
35)
Lenin; C. 6, s., 322. “Amerikan Sosyal Demokratlarının
Manifestosu”.
36)
Lenin; C. 6, s., 452. “Ulusal Sorun…”.
37)
Lenin; C. 19, s., 495. “ S. G. Schaumian’a”.
38)
Lenin; C. 21, s. 94, “Büyük Rusların Ulusal Gururu Üzerine”
39)
Lenin; C. 20, s., 446. “Ulusların Kendi Kaderini…”.
40)
Lenin; C. 26, s., 422. “Emekçilerin ve Sömürülen Halkın
Hakları Üzerine Açıklama”.
41)
Lenin; C. 26, s., 478. “Üçüncü Bütün Rusya Sovyet Kongresi”.
42)
50'li yılların başında ekonominin sorunları tartışmalarına
katılan Yaraşenko da aynı sorunu gündeme getirdi.
43)
Stalin; C. 14, s. 222.
44)
Stalin, C. 15, s. 326.
45)
Stalin; agk., s. 197.
46)
Stalin; "SSCB'de Sosyalizmin Ekonomik Sorunları", C. 15,
s. 316.
47)
Stalin; "SSCB'de Sosyalizmin Ekonomik Sorunları", C. 15,
s. 316.
48)
Stalin; agk., s. 316, 317.
40)
"Sosyalizmde
üretim ilişkileri ve toplumun üretici güçleri arasında hiç
çelişki olmaz iddiasında bulunan yoldaş Yaroşenko yanılıyor.
Tabii ki, şimdiki üretim ilişkilerimiz, üretici güçlerin
büyümesiyle tam uyumluluk içinde olan bir dönemden geçiyorlar ve
bunları (üretici
güçleri, çn.)
dev adımlarla ilerletiyorlar. Ama bununla yetinmek ve üretici
güçlerimiz ve üretim ilişkileri arasında asla çelişkiler
olmayacağını sanmak yanlış olur. Çelişkiler, şüphesiz ki
vardır ve şüphesiz ki olacaklardır, çünkü üretim
ilişkilerinin gelişmesi, üretici güçlerin gelişmesinin
gerisinde kalıyor ve kalacaktır. Yönetici organların doğru bir
politikasıyla bu çelişkiler zıtlarına dönüşmezler ve burada
üretim ilişkileri ve toplumun üretici güçleri arasında çatışma
olmaz. Yanlış politika yürüttüğümüzde durum başka olur... Bu
durumda çatışma kaçınılmaz olur ve üretim ilişkilerimiz,
üretici güçlerin gelişmesi için ciddi bir ayak bağı
olabilirler.
Bundan
dolayı, yönetici organların görevi, gelişen çelişkileri
zamanında tanımak ve üretim ilişkilerinin üretici güçlerin
büyümesine uyumuyla onların üstesinden gelmek için zamanında
tedbirler almaktır Bu, özellikle kolektif... ekonomiksel grup
mülkiyeti (kolhoz
mülkiyeti, çn.)
ve meta üretimi gibi ekonomik görünümler için geçerlidir. Tabii
ki bu görünümler, şimdi tarafımızdan, sosyalist ekonominin
gelişmesi için başarıyla kullanılıyor ve toplumumuza
tartışmasız faydalar sağlıyorlar. Şüphesiz ki yakın gelecekte
de bize fayda sağlayacaklardır. Ama bu görünümlerin, aynı
zamanda da üretici güçlerimizin muazzam gelişmesini engellemeye
başladıklarını görmemek affedilmez körlük olur. Çünkü
onlar, bütün ekonominin, özellikle tarımın devlet planlamasıyla
tam kapsama alınması için engeller yaratıyorlar. Bu görünümlerin,
ülkemizin üretici güçlerinin büyümesini daha uzun, daha çok
engelleyecekleri şüphe götürmez. Dolayısıyla görev,
kolektif-ekonomiksel mülkiyetin genel halk mülkiyetine tedrici
dönüşümüyle ve meta dolaşımı yerine üretim mübadelesinin
-keza tedrici olarak- getirilmesiyle bu çelişkileri yok etmektir"
(Agk., s. 317, 318).
50)
Stalin; agk., s. 342.
51)
Stalin; agk., s. 318.
52)
Stalin; agk., s. 318.
53)
Stalin; agk., s. 319.
54)
"Bizim
için, bu sorun da keza birincil derecede önemlidir. Sosyalist kitle
yarışının açılıp-serpilmesinin başlangıcına kadar bizde
sanayin büyümesi sadece büyük sürtüşmelerle gerçekleşiyordu
ve hatta çoğu yoldaş, sanayin gelişme temposunu yavaşlatılması
sorununu ortaya attı.
Bu,
esas itibariyle, işçilerin kültürel ve teknik seviyesinin oldukça
düşük ve teknik personelin seviyesinden oldukça geri kalmış
olmasından dolayıdır. Ama sorun, sosyalist yarışın bizde
kitlesel karakter almasından sonra temelden değişti. Tam da bundan
sonra sanayi hızlanmış tempoyla gelişti. Sosyalist yarış, neden
kitlesel karakter alıyordu? Çünkü işçiler arasında, sadece
teknik asgariliği özümlemeyen, bilakis ilerleyen, teknik
personelin seviyesine ulaşan, teknisyenleri ve mühendisleri
düzeltmeye başlayan, mevcut normlardan, eskimiş normlar olarak
kopan ve yeni, çağdaş normlar koyan vs. bir grup yoldaş vardı.
Münferit grup işçiler değil de, bilakis işçilerin çoğunluğu
kültürel ve teknik seviyelerini mühendislerin ve teknisyenlerin
seviyesine çıkarmış olsalardı ne olurdu?
Sanayimiz,
diğer ülkelerin sanayisi için erişilmez bir seviyeye ulaşırdı.
Dolayısıyla, zihni ve fiziki iş arasındaki-önemli farkın,
işçilerin kültürel ve teknik seviyelerinin teknik personelin
seviyesine çıkarılmasıyla yok edilmesinin bizim için birincil
derecede önemi haiz olacağı reddedilemez"
(Stalin; agk., s. 279/280).
55)
Ekleyelim.”Sundays Times”ın Moskova muhabiri A. Werth’in
sorularına verdiği yazılı cevapta (24 Eylül 1946) komünizme
geçişle ilgili olarak Stalin şöyle der: “Tek bir ülkede
komünizm mümkün müdür?” sorusu üzerine: “Tek bir ülkede,
özellikle Sovyetler Birliği gibi bir ülkede komünizm tabii ki
mümkündür” (Stalin; C. 15, s. 48).
56)
Stalin; C. 8, s. 27, Leninizmin Sorunları Üzerine .
57)
Stalin; C. 8, s. 27-28.
58)
Stalin; C.13, s. 188.
59)
Stalin; C. 15, s. 221-222, Marksizm ve Dil Biliminin Sorunları.