8.
makale
BİR
DEMAGOGUN HEZEYANLARI
“EZİLENLERİN
MARKSİZMİ” - “ÇAKMA MARKSİZM”
“EZİLENLERİN
MARKSİZMİ” - ANTİ-SINIFÇILIK
(Sıkça
sorulan sorular)
“Ezilenlerin
Marksizmi” yazısını demagoji nasıl yapılırı öğrenmek
için mutlaka okumalısınız. Bu yazıda Althusser'ciliğin bütün
“incelikleri”ni, Marksizmin reddini, yöntem olarak diyalektik ve
tarihsel materyalizmini reddini, işçi sınıfına karşı beslenen
kin ve nefreti vs. görebilirsiniz. Demagoji ile üstü örtülen bu
gerçekleri göstermeye çalışacağım.
“Marksizm,
ezilenlerin barbarlığıyla, kanıyla, mücadele tarzıyla ve
ideolojiyi edinim formuyla irtibatlanmalıdır”
deniyor.
Eğer
burada “Marksizm” denirken her dünyalının anladığı, yaşıyor
olsalardı Marks, Engels, Lenin ve Stalin'in anlayacağı
Marksizmden, dolayısıyla Marksizm-Leninizmden bahsediliyorsa
yukarıdaki cümlenin içeriği bir küçük burjuva darkafalının;
Lenin'in deyimiyle bir Spiesser'in veya bir Philister'in çığlığıdır;
işçi sınıfı yok, ezilenler var; Marksizm işçi sınıfının
“barbarlığıyla,
kanıyla, mücadele tarzıyla ve ideolojiyi edinim formuyla” değil,
“ezilenler”inkiyle
“irtibatlanmalıdır”.
“Mücadele
tarzı”
değişkendir, “ezilenler”inki de değişkendir. O halde
“mücadele
tarzı”ndan
bahsetmek, tepkilerin, sermaye düzenine karşı mücadelenin hep
aynı tarzda sürdürülüyor olduğunu açıklamaktır. Ancak
burjuvaziye karşı mücadele, sınıf mücadelesinin gelişme
seyrine bağlı olarak sürekli zor kullanmayı içerir ve son
kertede de işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki nihai
hesaplaşmanın değişmez “tarzı” olur.
Diğer
taraftan, ideolojinin sınıfsal karakteri vardır; her sınıfın
bir ideolojisi vardır. Burjuvazinin olduğu gibi, işçi sınıfının
da ideolojisi vardır. Bunun adı da Marksizmdir. Ama “ezilenler”
bir sınıf değildir; kendi başlarına sınıfsal özelliği
olmayan ve burjuva toplumda da olması mümkün olmayan toplumsal
tabakaların, dini, kültürel, etnik vb. nedenlerden dolayı
“ötekileştirilmiş” grupların toplamıdır. Bu toplam içinde
sınıf oluşturma bakımından ayrıcalıklı olan sadece ve sadece
işçi sınıfıdır. “Ezilenler” bu özelliğinden dolayı
“ideoloji” edinemezler; en fazlasıyla farklı ideolojilerin
etkisi altında olabilirler.
“Marksizm(in),
ezilenlerin ... ideolojiyi edinim formuyla irtibatlan(dırılması)”,
Marksizmi “ezilenler”in kabul edeceği bir ideolojiye indirgemek
demektir. Bu, Marksizmin, doğasına, temel ilkelerine aykırıdır.
“Marksizm(in),
ezilenlerin ... ideolojiyi edinim formuyla irtibatlan(dırılması)”,
Marksizmi Post-Marksistleştirmek, burjuvazinin kabul edebileceği
hale getirmektir; bu durumda ortaya bir “çakma Marksizm” çıkar.
“Yaşayan
ezilen hareketleriyle bağlantı kurmak, Marksizme bir aşağıdan
partizanlık/militanlık aşısıdır. Marksizm, kendi somut
varoluşunu sürekli bir şekilde ezilenlerle ilişki bağlamında
yenileyerek gerçek dünyasal varoluşla onun en dinamik alanlarında
alaşım noktaları yakalar ve teorik yapılanmasının, olasılıkla
yumuşamış ve sabitlenerek bir ideolojiye dönüşmüş kaba etine
kılıç dürter”.
Burada
da açık bir Post-Marksist anlayış pazarlanmaktadır. Bu
paragraftaki anlayış aynı zamanda TP'nin temel bir özelliğini de
göstermektedir: TP, işçi sınıfını yok sayarak -zaten işçi
sınıfı yoktur, kanlı canlı işçiler vardır der- Marksizmle
“ezilenler”i ilişkilendirmektedir. Okur, doğrudan Marksizmle
“ezilenler” arasında ilişki kurma durumuyla karşı karşıya
bırakılmaktadır. Bu da bir demagojidir.
“Yaşayan
ezilen hareketleriyle bağlantı kurmak, Marksizme bir aşağıdan
partizanlık/militanlık aşısıdır” demek
için bir nedenin olması gerekir. Marksizmin böyle bir “aşı”ya
ihtiyacı yoktur. Tarih buyunca Marksizm, “ezilen
hareketleri”ne, onların “partizanlık/militanlık”larına
mesafeli durmamıştır; onların mücadelesinin her zaman yanında
olmuş; bu mücadelelerin ilerletilerek mevcut sisteme karşı
mücadeleye dönüştürülmesi gerektiğini her zaman vurgulamıştır.
Bunu sadece söylemde bırakmamıştır: İşçi sınıfı, “ezilen
hareketleri”ne mesafeli durmak bir yana bu hareketler içinde
fiilen yer almış; emperyalizme, faşizme, her türden gericiliğe
karşı mücadelede “ezilen hareketleri”nin fiilen içinde olmuş,
onları desteklemiş ve bu hareketlere kendi mücadele
perspektifiyle fiilen önderlik etmiştir. İşçi sınıfının var
oluşundan bu yana bu mücadeleler dışında kalmadığını “ezilen
hareketleri”nin “mücadele tarihi” de göstermektedir.
Ama
yazıda “gören körler” oynanmaktadır. “Partizanlık/militanlık”
“ezilen hareketleri”ne
özgüdür deniyor ve tarih boyunca ve günümüzde işçi sınıfının
partizanlığı ve militanlığı göz ardı ediliyor. Sormak lazım,
Paris Komünü'nde, Almanya'da “Sosyalistler Yasası”na karşı
mücadelede, Rusya'da 1905 devriminde, Ekim Devriminde; Avrupa'daki
ayaklanmalarda, 1918/19 Alman Devriminde, 16 Haziranda, Tekel
direnişinde, Yunanistan'da, Avrupa'nın başka ülkelerindeki
kitlesel gösterilerde veya “antiküresel” hareketin eylemlerinde
işçi sınıfının partizanlığı ve militanlığı yok muydu?.
Bütün bu olgulara, eylemlere “ezilen hareketleri” mi damga
vurmuştur?
“Marksizm,
kendi somut varoluşunu sürekli bir şekilde ezilenlerle ilişki
bağlamında yenileyerek gerçek dünyasal varoluşla onun en dinamik
alanlarında alaşım noktaları yakalar ve teorik yapılanmasının,
olasılıkla yumuşamış ve sabitlenerek bir ideolojiye dönüşmüş
kaba etine kılıç dürter”.
İyi,
ama Marksizm ve onun kurucuları ve geliştirenleri (Marks, Engels,
Lenin ve Stalin) böyle düşünmemiş ve hareket etmemişlerdir.
“Marksizm,
kendi somut varoluşunu sürekli bir şekilde” işçi sınıfıyla
“ilişki bağlamında yenile(miştir)
gerçek dünyasal varoluşla onun en dinamik alanlarında alaşım
noktaları yakala(mıştır)”.
Bunun aksi
nerede görülmüş ve duyulmuştur. TP, kabul etmeyebilir, ama
Marksizm ve dünya proletaryasının önderleri (Marks, Engels, Lenin
ve Stalin) hep işçi sınıfına hitap etmişlerdir; hiçbir zaman
Marksizmin varoluşunu sürekli kılması ve kendini yenilemesi için
“ezilenler”e hitap etmemişlerdir. Ne olacak şimdi? TP'ye mi
inanalım yoksa Marks, Engels, Lenin ve Stalin'e mi inanalım veya
Marksizm-Leninizme mi inanalım? TP, doğruyu ben söylüyorum, bana
inanın diyor!
Esas
darbe yukarıdaki cümlenin ikinci kısmında vuruluyor. Marksizm,
alıntıda anlatıldığı gibi “ezilenlerle
ilişki” kurar
ve kendini yenilerse; yani varoluşunu garantiye alırsa
“teorik yapılanmasının, olasılıkla yumuşamış ve
sabitlenerek bir ideolojiye dönüşmüş kaba etine kılıç
dürter”.
Amaç
anlaşıldı. Söylenen şu: Marksizm aslında bir ideoloji değildir,
ama “sabitlenerek”,
yani sistemleştirilerek “bir
ideolojiye”
dönüştürülmüştür. Marksizmi bu durumdan kurtarmak için
“teorik
yapılanmasın”da
ortaya çıkmış hatalarından veya eskimelerden kurtarılmalıdır.
Burada “kaba
eti”
sistem olarak Marksizm, bütünselliği içinde Marksizm temsil
ediyor. TP, eğer Marksizm “ezilenlerle
ilişki”
kurarsa donuklaştırılmışlıktan, sistemleştirilmişlikten,
hatalarında kurtulur ve kendisini yenileyebilir. Demek ki, Marksizmi
yenilemek gerekiyor. Post-Marksizm de aynı görüştedir.
Peki,
nasıl yenileyeceğiz? Yazıda yenilemenin nasıl olması gerektiği
anlatılıyor. Şimdiye kadar Marksizmin kendini yenilemesinin işçi
sınıfından bağını kopartmasıyla, “ezilenlerle
ilişki”
sağlamasıyla mümkün olacağını veya Marksizmin, ancak
“ezilenlerle
ilişki”
içinde olursa var olabileceğini gördük.
“Ezilenler
ilkesi aşkınca önseldir; ezilenler şimdi ve şu anda mücadelenin
ön safında olan ezilen bölükleri tarafından temsil olunur”.
Burada
da bir demagoji var. Aslında burada bir felsefi anlayıştan
bahsedilerek, ben sadece “an”ı tanırım ötesi hikayedir
deniyor. Bu anlayışa göre “an”da sınıf yoktur, “canlı
kanlı varlıklar”
olarak işçiler vardır. Aynı zamanda “an”da ezilenler de
yoktur, ancak “canlı
kanlı varlıklar”
olarak “şimdi
ve şu anda mücadelenin ön safında olan ezilen bölükleri”
vardır. Ve TP, bu anlayışını “a priori” (önsel) kabul
edilmesi gereken bir ilke olarak sunuyor. “Gerçek
dünyada işçi sınıfı diye bir şey yoktur. Gerçek dünyada
mesela kanlı canlı Tuzla deri işçileri vardır”(“Marksist
Çağrı ve Ezilenler” yazısından) aslında. “Gerçek
dünyada (ezilenler) diye bir şey yoktur”,
“Gerçek
dünyada mesela kanlı canlı”
(ezilenler); “şimdi
ve şu anda mücadelenin ön safında olan ezilen bölükleri”
vardır. TP'nin anlayışı bu. Burada hangi felsefi akımı
ararsanız bulabilirsiniz demekle pek abartmış olmayız;
öznelcilik, ampirizm, determinizm, fatalizm, varoluşçuluk.
Aşağıdaki
anlayışta demagojinin dozajı biraz arttırılıyor:
“Ezilenlerden
yana olmak her şeyin ontolojik başıdır. Bu önsellik sağlanmadan
Marksist olunamaz. Bu bir etik tavır değildir, bir ideolojik tutum
değildir, bir bilimsel vargı değildir, bir politik taktik
değildir; ezilenlerden yana olmak, Engelsin bir yerde ifade ettiği
gibi, belki bir içgüdüdür.[1]
Ezilenlerden yana olmak, belki Leninin ifadesiyle, yalnızca
proleterler tarafından değil, bütün emekçiler tarafından da,
Alman deyimini kullanırsak bütün Kleinen Leuten [küçük
insanlar] tarafından anlaşılabilir ve paylaşılabilir bir kindir.
Ezilen ve sömürülen yığınların bir temsilcisinin
ifadelendirdiği bu kin, gerçekte bilgeliğin başlangıcı, her
sosyalist ya da komünist akımın ve onun başarısının
temelidir”.
“Ezilenlerden
yana olmak her şeyin ontolojik başıdır. Bu önsellik sağlanmadan
Marksist olunamaz. Bu bir etik tavır değildir, bir ideolojik tutum
değildir, bir bilimsel vargı değildir, bir politik taktik
değildir” ama
“nedir”
veya
da
“ya
nedir” diye soramazsınız artık. Demek ki Marksist olmanın
kıstası “Ezilenlerden
yana olmak”tan
geçiyor. Bu durumda “Havva anamız ve Âdem babamız”dan bu
yana ve “mahşer günü”ne kadar Marksist olmanın tek kıstası
“Ezilenlerden
yana olmak”tır.
Peki,
bu konuda Lenin ne diyor?
”Marks'ın
öğretisinin özü, sınıf mücadelesiymiş. Durmadan söylenen ve
durmadan yazılan şey, budur. Ama, bu doğru değildir. Ve
Marksizmin oportünist çarpıtmaları, onu burjuvazi için kabul
edilebilir
bir duruma getirmeye yönelen çarpıtmalar, kolayca bu yanlışlıktan
kaynaklanırlar. Çünkü sınıf mücadelesi öğretisi Marks
tarafından değil, ama Marks'tan önce burjuvazi tarafından ortaya
konmuştur;
ve bu öğreti, genel olarak, burjuvazi için kabul edilebilir bir
öğretidir. Yalnızca sınıf mücadelesini kabul eden biri, bundan
dolayı bir Marksist değildir; henüz burjuva düşüncesinin,
burjuva politikasının çerçevesinden çıkmamış biri olabilir.
Marksizmi sınıf mücadelesi öğretisine indirgemek, onun kolunu
kanadını kırpmak, bozmak, onu burjuvazi için kabul edilebilir bir
şeye indirgemek demektir. Ancak, sınıf mücadelesinin kabulünü,
proletarya diktatörlüğünün kabulüne dek genişleten kişi bir
Marksisttir. Marksisti bayağı küçük (ve büyük) burjuvadan
temelden ayırdeden şey, işte budur. Marksizmin gerçekten
anlaşılıp kabul edildiğini, işte bu denektaşı ile sınamak
gerekir“ (Lenin;
Devlet ve Devrim; 2 ciltlik Seçilmiş Eserleri, C. II, s. 182,
Berlin 1955, Alm.).
Peki,
TP ne diyor? “Ezilenlerden
yana olmak her şeyin ontolojik başıdır. Bu önsellik sağlanmadan
Marksist olunamaz”.
Bunun için Marksist olmanın şart olduğunu kim söylüyor? Her
demokrat, her duyarlı kişi ezilenin yanındadır. Tam da bu nedenle
“Ezilenlerden
yana olmak”
her demokratın, her duyarlı kişinin sorunudur.
TP,
ezilenlerin yanında olursan Marksist olabilirsin diyor.
Lenin
de “Ancak,
sınıf mücadelesinin kabulünü, proletarya diktatörlüğünün
kabulüne dek genişleten kişi bir Marksisttir”
diyor.
Lenin
burada kuşkusuz ki, “Ancak,
sınıf mücadelesinin kabulünü, proletarya diktatörlüğünün
kabulüne dek genişleten kişi bir Marksisttir”den
bunu sadece sözde, sadece teoride kabul edeni kastetmiyor. Lenin,
teoride ve pratikte “sınıf
mücadelesinin kabulünü, proletarya diktatörlüğünün kabulüne
dek genişleten”den
bahsediyor. Devrimci proletarya, her ezilenin bu anlayışta
olmadığının bilincindedir. Ama bu onun, “ezilen hareketleri”yle
kendi sınıf perspektifine göre ilişkilenmesini engellemez;
proletarya “ezilen hareketleri”ni kendi sınıf perspektifi
doğrultusunda yönlendirmeyi de esas alır.
“Yalnızca
sınıf mücadelesini kabul eden (bu durumda ezilenlerin mücadelesini
kabul eden) biri, bundan dolayı bir Marksist değildir; henüz
burjuva düşüncesinin, burjuva politikasının çerçevesinden
çıkmamış biri olabilir. Marksizmi sınıf mücadelesi öğretisine
indirgemek (sadece ezilenlerin mücadelesine indirgemek), onun kolunu
kanadını kırpmak, bozmak, onu burjuvazi için kabul edilebilir bir
şeye indirgemek demektir”.
TP tam da bunu yapıyor.
TP'nin,
Marksist olmayı ezilenlerin yanında olmaya indirgiyor, onların
mücadelesinde yer alıp almamayı Marksist olmanın kıstası
yapıyor; 'ezilenlerin yanında yer alacaksın, onların mücadelesi
içinde olacaksın, işte bunu yaparsan Marksist olursun' diyor!
Burada TP, Marksist olmanın kıstasını sulandırıyor,
reformizmin, küçük burjuva devrimciliğinin, evet hakim
burjuvazinin de kabul edeceği bir anlayışa indirgiyor. Marksist
olmanın kıstasını, “ezilenlerin yanında olma” bağlamında
sınıf mücadelesiyle sınırlandırıyor. Marksist olmanın
kıstasını proletaryanın sınıf iktidarınından yana olmaktan; o
iktidar için mücadeleden bilerek koparıyor. Tam da benzeri
anlayışlardan dolayı Marksist olmanın kıstasının
“sulandırılması”na karşı Lenin, Marksist olmanın kıstasını
belirlerken (yukarıdaki anlayışı) şunu da diyordu: “Avrupa
tarihi, işçi sınıfını bu soruna pratik olarak yanaşmaya
götürünce, bütün oportünist ve bütün reformistlerle birlikte,
bütün 'kautskist'lerin de (yani reformizmle Marksizm arasında
duraksayanların da) acınası hamkafalar ve küçük-burjuva
demokratlar olarak, proletarya diktatörlüğünün yadsıyıcıları
olarak ortaya çıkmaları hiç de şaşılacak bir şey değildir”
(Lenin;
Devlet ve Devrim; 2 ciltlik Seçilmiş Eserleri, C. II, s. 182,
Berlin 1955, Alm.).
İki
görüş var: Birisi Lenin'e göre Marksist olmak, diğeri de TP'ye
göre Marksist olmak! Lenin'e göre TP, kesinkes Marksist değildir.
TP, bir Marksist-Leninisti
“bayağı küçük (ve büyük) burjuvadan temelden ayırdeden”
bu özelliği
bir çırpıda yok sayıyor veya bu özelliği
“ezilenlerden yana olmaya” indirgiyor.
TP'nin
bu anlayışına göre “ezilenler”in hepsi veya da “şimdi
ve şu anda mücadelenin ön safında olan ezilen bölükleri”
Marksisttir.
“En Marksist” “ezilenleri” antikapitalist ilan ederek bu işi
daha kestirmeden yapıyor.
Marksizmle
“ezilenler” arasında ilişki kurmanın bir yolu da demek ki
budur.
“Ezilenlerden
yana olmak, Engelsin bir yerde ifade ettiği gibi, belki bir
içgüdüdür. Ezilenlerden yana olmak, belki Leninin ifadesiyle,
yalnızca proleterler tarafından değil, bütün emekçiler
tarafından da, Alman deyimini kullanırsak bütün Kleinen Leuten
[küçük insanlar] tarafından anlaşılabilir ve paylaşılabilir
bir kindir. Ezilen ve sömürülen yığınların bir temsilcisinin
ifadelendirdiği bu kin, gerçekte bilgeliğin başlangıcı, her
sosyalist ya da komünist akımın ve onun başarısının
temelidir”.
Doğrudur,
Engels “Köylüler Savaşı”nda (Önsözde) W. Zimmermann'ın
çalışmasını (Allgemeine Geschichte des grossen Bauernkrieges,
Stuttgart (1841-1843- “Büyük Köylü Savaşının Genel Tarihi”)
kastederek “Kitabın
her yanında ezilen sınıf yararına kendini gösteren o devrimci
içgüdü”
der. Engels, TP'nin isteğine uyarak bir defa “içgüdü”den
bahseder, ama Almanya'daki gelişmeleri, sınıfları, özelliklerini,
çelişkilerini döne döne anlatır. TP, bunların hiçbirini
görmek, anlamak istemiyor, ama Engels'i “içgüdü”
kavramından dolayı kendine yontuyor.
Yukarıda
Lenin'den aktarılan anlayışın doğru çevrisi şöyledir:
”Bu
mektubun yazarı, burjuvazinin “sınıf politikacıları“na karşı
soylu bir proleter kini taşıyor, (bu kin, sadece proleterlerin
değil, bütün emekçilerin, Alman deyimini kullanırsak, bütün
“küçük insanların“ anlayacağı ve sempati duyacağı bir
kindir). Esaret altına alınanların ve sömürülenlerin bir
temsilcisinin ifadelendirdiği bu kin, gerçekte “bilgeliğin
başlangıcı“, her sosyalist ve komünist akımın ve onun
başarısının temelidir. Ama yazar, besbelli ki, politikanın
gökten düşmeyen, çaba gerektiren bilim olduğunu unutuyor;
proletaryanın, eğer burjuvaziyi yenecekse kendisi için proleter ve
burjuvazininkilerden hiç de aşağı olmayan “sınıf siyaset
adamları“ yetiştirmek zorunda olduğunu unutuyor“
(Lenin, Sol Komünizm; Seçilmiş Eserleri, C. II, s. 725, Berlin
1955 - 2 ciltlik Seçilmiş Eserleri).
Bu
çevri Almancasından yapılmıştır ve Lenin söz konusu yerde
“Ezilen
ve sömürülen yığınlar”dan
değil
“Esaret altına alınanlar(dan)
ve sömürülenler”den
bahsediyor. Ezilen ve esaret altına alınan veya buna en yakın
kavram olarak köleleştirilen arasında herhalde bir fark olması
gerekir. Ama sorun bu fark değil. Sorun, Lenin'in sürekli
proletaryanın davasından bahsetmesi ve TP'nin de yanlış çevriden
dolayı bir yerde “ezilen” keşfederek Lenin'in bütün diğer
proleter “özeliğini” bir kenara iterek ondan bir “ezilenci”
ortaya çıkartmaya çalışmasıdır.
Demek
ki Lenin'in bahsettiği
“kin”i,
“ezilenler”in lehine yontmak için TP olmak gerekiyor. Aksi
taktirde
“bu kin(in)
“esaret altına alınanların ve sömürülenlerin”
kini olduğunu ve bunun da
“gerçekte bilgeliğin başlangıcı, her sosyalist ya da komünist
akımın ve onun başarısının temeli” olduğunu
kabul etmek gerekiyor.
Post-Marksist
propaganda şöyle devam ediyor:
“Ezen-ezilen
ayrımı, Marksist politikanın varlığında mayalandığı, ... bir
arazidir. Marksist politika, bu varoluşu veri kabul ederek varolma
hakkı kazanır. Ampirik olarak yaşanan bu ayrım olmaksızın
Marksist politikanın devrimcileşmesi eksik, kısır kalır.
Devrimcilik bu ayrımda filizlenir”.
Lenin
ne diyor?
“Politikadan
anlaşılması gereken nedir?...Politika; bu, sınıflar arasındaki
mücadeledir”(Lenin;
“Rede auf der Gesammtrussischen Konferenz der Ausschüsse”, C.
31, s. 365).
Buna
göre politika, sınıflı toplumda sınıfların partileri üzerinden
örgütlü mücadelesini ifade eden sosyal bir görüngüdür.
Toplumun ekonomik yapısından kaynaklı olarak kaçınılmaz biçimde
belli sınıfsal oluşumlar ortaya çıkar; kapitalizmde burjuvazi ve
proletarya. Sınıfsal yapı da her bir sınıfın temel politik
çıkarlarını belirler; bu durumda burjuvazinin politikası
iktidarını korumaya ve devam ettirmeye; işçi sınıfının
politikası da burjuva sistemi yıkmaya yöneliktir. Her halükarda
burada sınıflar söz konusudur. Marksist politika da sınıf
ayrımını; sınıf mücadelesini ifade eder. Tam da bu nedenle
“Ezen-ezilen
ayrımı” değil
sınıf ayrımı,
“Marksist politikanın varlığında mayalandığı, ... bir
arazidir”.
Marksist
politika açısından
“Ezen-ezilen ayrımı” temelinde
bir varoluş söz konusu olamaz. Marksist politika açısından ancak
sınıfsal ayrım temelinde bir varoluş söz konusudur. Marksist
politikanın veri olarak kabul ettiği sömürücü toplumların,
somutta da kapitalist toplumun sınıflara ayrışmış olduğudur,
yoksa
“ezen-ezilen ayrımı” değildir.
Marksist politika,
“Ezen-ezilen ayrımı”nın
ampirik olarak yaşanmasından dolayı değil, sınıf ayrımının
ampirik olarak yaşanmasından dolayı; bu ayrıma işçi sınıfının
çıkarları doğrultusunda müdahalenin örgütlenmesinin dile
getirilmesinin ifadesi olduğundan dolayı devrimcileşir.
Devrimciliğin filizleneceği bir ayrım aranıyorsa o ayrım
sınıfsal
ayrımdır.
“Marksizmin
politik niteliği devrimci, politik uzamı ezilenlerin içi
olmalıdır. Marksistlerin ezilenlerle alaşım devrelerini, ezenlere
karşı hareket halindeki ezilen kesimlerinin somut varoluşu kurar.
Bu bakımdan ezilenler arasında önsel bir ayrım yapılamaz”.
Aslında
bu kadar demagoji yapılmasına hiç de gerek yok. İşçi sınıfının
sınıf olarak varlığını zaten inkar ediyorsunuz. Bundan dolayı
sizden mücadelenin sorunlarına devrimci sınıf perspektifiyle
yaklaşmanızı beklemek de başlı başına bir hayalcilik olur.
Siz, halkçılığı, reformizmi, Post-Marksist anlayışları
“Marksizm” olarak sunuyorsunuz. Bu durumda sürekli, bir şeyleri
farklı gösterme çabasına da girmeye gerek yok! Marksizmin politik
niteliğinin devrimci olması gerektiği, aksi taktirde uzlaşması,
oportünist, reformist bir politika güdülmüş olacağı,
Marksizmin varlığından bu yana öğrendiklerimizin bir parçasıdır.
Bu nedenle “Marksizmin
politik niteliği devrimci ...olmalıdır”
demeye gerek yok. Ama amaç başka: Burada Marksizmin politik
niteliğinin devrimci olabilmesi için politik alanının
ezilenlerin işi olması gerektiği söyleniyor; Marksist devrimci
politika ile “ezilenler” arasında ilişki kuruluyor.
Demek
ki, “ezenlere
karşı hareket halindeki ezilen kesimlerinin somut varoluşu”
sayesinde
“Marksistlerin ezilenlerle alaşım devrelerinin” ilişkisi
kurulmuş oluyor.
Güncel
olarak “Occupy hareketi”,
“ezenlere karşı hareket halindeki ezilen kesimlerin somut
varoluşu”dur.
Hadi,
bunlarla
“alaşım devrelerini” kurun
da görelim?
Arkasında
da “Bu
bakımdan ezilenler arasında önsel bir ayrım yapılamaz”
deniyor.
Ama “önsel”
ayrımı
TP,“ezenlere
karşı hareket halindeki ezilen kesimlerinin somut varoluşu” diye
bizzat yapıyor!
Ve
TP, bombayı patlatıyor:
“Böylece
Marksizm, işçi sınıfının ya da işçilerin temsilcisi bir
ideo-politika değildir”.
Ve
sonunda Marksizmin, işçi sınıfının ya da işçilerin
temsilcisi bir
“ideo-politika”; ideolojik-politika
olmadığını anlamış oluyoruz. Herkes ve herkesin ötesinde
Marks, Engels, Lenin, Stalin; Marksizm, Marksizm-Leninizm yanlış,
tek doğru TP. Teorinin, ideolojinin kendisi -Marksizm- ve onun
kurucuları ve geliştirenleri (Marks, Engels, Lenin, Stalin)
Marksizmin işçi sınıfının teorisi, ideolojisi,
“ideo-politika”sı
olduğunu bizzat söylüyorlar. TP buna da inanmıyor. TP, vatandaşa
senin adın ne diye soruyor. Vatandaş da Bektaş diyor. Ve TP, o
vatandaşa, adının Bektaş olmadığını anlatıyor.
Burada
da Post-Marksizm sırıtıyor. TP, Marksizmi değiştirmek istiyor,
kendi algılamasına göre bir Marksizm oluşturmak istiyor;
“ezilenlerin Marksizmi”. Tam da bu nedenden dolayı Marksizmi,
Marksizm yapan ilkelere -burada yukarıda ele aldığımız
noktalar- saldırıyor; onun politikasını, varoluşunu işçi
sınıfından kopartıyor, yerine “ezilenler”i koyuyor. Hal böyle
olunca da doğal olarak karşımıza Marks'ın da tanıyamayacağı
bir “Marksizm”, “çakma” bir Marksizm çıkıyor.
“Marksizmin
ezilenlerle ilişkilenim alanındaki bileşeni politika, kendini
genel olarak tüm ezilenleri karşılamak üzere, hareket halindeki
ezilen bölükleriyle somut bağlantı kurmak üzere yapılandırmak
durumundadır”.
Marksizm,
nasıl Marksizm olmaktan çıkartılır diyorsanız yukarıdaki
cümleyi ve o cümle içinde düşülen dipnotu beraber alt alta
koyarak okumalısınız. TP, Marksizmi “ezilenlerin Marksizmi”
haline getirmek için önce tek bileşenli yapıyor; Marksizmi
“politika
bileşeni”ne
indirgiyor. Şöyle:
“Marksizmin
diğer iki bileşeni tarih bilimi ve felsefenin ezilenlerle herhangi
bir ilişkisi yoktur. Ezilenlerle ilişkisiz, –hatta materyalizm
bağlamında ezilenlere aykırı– yapılar olarak bilim ve felsefe,
ancak Marksizmin bütünsel varlığı dolayısıyla ezilenlerle
ilişkilenmiş sayılabilir. Burada, Marksizmin bir ideoloji olarak
yapılanmasının rolü üzerinde durulmalıdır”.
Şimdi
daha iyi anlaşıldı. TP, tarih bilimini ve felsefeyi de
Marksizmden aforoz ediyor. Yeni bir Marksizm oluşturma uğruna
yapıyor tabii bunları. Marksizmin bileşenlerinin ve kaynaklarının
ne olduğundan bağımsız olarak devam ediyoruz: O zaman
Marksizmden; kurucularının kurduğu ve geliştiricilerinin
geliştirdiği -Marksizm-Leninizmden geriye ne kaldı? “Tarih
bilim(siz), felsefe(siz) ve sadece “politika” olan bir “Marksizm”
veya “Marksizm-Leninizm”.
”Marksizm,
Marks'ın görüş ve öğretilerinin sistemidir. Marks, insanlığın
en ileri üç ülkesince temsil edilen, 19. Yüzyılın üç temel
ideolojik akımını sürdüren ve tamamlayan bir deha idi: klâsik
Alman felsefesi, klâsik İngiliz ekonomi politiği ve genel olarak
Fransız devrimci öğretileriyle birleşmiş olan Fransız
sosyalizmi. Dünyanın bütün uygar ülkelerinin işçi sınıfı
hareketinin teorisi ve programı olarak modern materyalizmi ve modern
bilimsel sosyalizmi oluşturan ve karşıtları tarafından da teslim
edilen görüşlerin“den
(Lenin; ”Karl Marks“); Marks'ın felsefi materyalizm, (diyalektik
materyalist), tarih ve sınıf mücadelesi anlayışlarından
geriye ne kaldı?
”Marks'ın
öğretisi her şeye kadirdir, çünkü doğrudur. Kendi içinde
bütünlüklü ve uyumludur, insanlara, hiçbir batıl inançla,
hiçbir gericilikle, hiçbir burjuva köleliğinin savunulmasıyla
uzlaşmayan bütünlüklü bir dünya görüşü verir. İnsanlığın
ondokuzuncu yüzyılda Alman felsefesi, İngiliz politik ekonomisi ve
Fransız sosyalizminin şahsında yaratmış olduğu en iyi şeylerin
meşru mirasçısıdır...
Marksizmin
felsefesi materyalizmdir...
Marks,
felsefi materyalizmi derinleştirip sonuna kadar geliştirmiş,
doğanın bilgisini insan toplumunun bilgisine genişletmiştir.
Marks'ın tarihi materyalizmi bilimsel düşüncede muazzam bir
kazanım olmuştur. O zamana kadar tarih ve politika konusunda hüküm
süren kaosun ve keyfiliğin yerini, toplumsal yaşamın bir
biçiminden, üretici güçlerin gelişiminin bir sonucu olarak
başka, daha yüksek bir biçimin nasıl geliştiğini -örneğin
serflik düzeninden kapitalizmin doğduğunu gösteren kendi içinde
bütünlüklü ve uyumlu bir bilimsel teori almıştır...
Marks'ın
felsefesi, insanlığa ve özellikle de işçi sınıfına güçlü
bilgi araçları veren mükemmel felsefi materyalizmdir.
Sadece
Marks'ın felsefi materyalizmi, proletaryaya, o zamana kadarki bütün
ezilen sınıfların içinde sefil bir hayat yaşadıkları düşünsel
kölelikten çıkış yolunu göstermiştir. Sadece Marks'ın
iktisadi teorisi kapitalizmin genel düzeni içinde proletaryanın
gerçek konumunu açığa çıkarmıştır“
(Lenin; Marksizmin Üç Kaynağı ve Üç Bileşeni, C. 19, s. 3-9).
Marksizmin
bu temel, ilkesel niteliklerinden; Marksizmi Marksizm yapan bu
kıstaslardan geriye ne kaldı?
Lenin,
Marksizmi Marksizm yapan üç bileşenden/kaynaktan bahsediyor:
1-
Klâsik Alman felsefesi
2-Klâsik
İngiliz politik ekonomisi ve
3-Genel
olarak Fransız devrimci öğretileriyle birleşmiş olan Fransız
sosyalizmi.
Peki,
TP'ye göre Marksizmin bileşenleri nedir?
1-Politika
2-Tarih
bilimi ve
3-Felsefe.
Buna
rağmen TP, son iki bileşeni atıyor ve tek ayağı üzerinde duran
bir Marksizm; salt politikadan oluşan bir Marksizm oluşturuyor.
Lenin
ve TP'nin Marksizmin bileşenleri konusunda aynı görüşte
olduklarını her halde söyleyemeyiz!
An'cılık
– varoluşçuluk ve yapısalcılık:
“Ezen-ezilen
ayrımının gerçek yeri içinde bulunulan konjonktürdür... Bir
verili somut konjonktürde ezilenlerin mevcudiyeti, tüm verili
bütünlük olarak belirir. Ezilen; fiziksel gövdesi, ideolojisi,
kültürü, dini-imanı, bulaşığı-kiriyle, konjonktürde
ayrıştırılması mümkün olmayan bir varoluştur.
Konjonktürde
ezilenleri, ayaklanan köylüler, bir direniş yürüten işçiler,
gerilla mücadelesi sürdüren bir politik örgüt, bir kadın grubu,
boykot yapan üniversite öğrencileri, yıkıma karşı direnen
gecekondu halkı, kanla bastırılan bir direnişin mensupları
oluşturur. Kürt ulusal varlığı tarihsel olarak ezilendir; fakat
konjonktürde ezilen Kürtler, eylem halindeki kitleler, Kürt
politik partilerinin aktif mensupları, gerillalar, Kürt
tutsaklardır”.
Ne
felaket, ne dehşetli bir “Marksist” yorum değil mi?
Daha
doğrusu Marksist değil, “ezilenci Marksist” yorum!
An'da
var olan,
“şimdi ve şu anda mücadelenin ön safında olan ezilen
bölükleri” bütün
özellikleriyle birlikte teker teker sayılıyor:
“Fiziksel gövdesi, ideolojisi, kültürü, dini-imanı,
bulaşığı-kiriyle, konjonktürde ayrıştırılması mümkün
olmayan” konjonktürde
ezilenler;
“ayaklanan
köylüler,
bir
direniş yürüten işçiler,
gerilla
mücadelesi sürdüren bir politik örgüt,
bir
kadın grubu,
boykot
yapan üniversite öğrencileri,
yıkıma
karşı direnen gecekondu halkı,
kanla
bastırılan bir direnişin mensupları,
konjonktürde
ezilen Kürtler,
eylem
halindeki kitleler,
Kürt
politik partilerinin aktif mensupları,
gerillalar,
Kürt
tutsaklardır”.
İşçi
sınıfı ve
“Kürt ulusal varlığı tarihsel olarak ezilendir”. Bundan
dolayı
“şimdi ve şu anda mücadelenin ön safında olan ezilen
bölükleri”ni
oluşturmuyorlar. Ancak onların “şimdi
ve şu anda mücadelenin ön safında olan ezilen bölükleri”
var sayılıyor.
“Fiziksel
gövdesi, ideolojisi, kültürü, dini-imanı, bulaşığı-kiriyle,
konjonktürde ayrıştırılması mümkün olmayan” konjonktürde
ezilenler,
“şimdi
ve şu anda mücadelenin ön safında olan ezilen bölükleri”dir.
Yani her
biri ayrı birer yapıdır, birer tekildir, birer bağımsız
varlıktır.
Herhangi
bir bütünsellikleri var mı bunların? Olamaz. Bunların bir kısmı
yarın olmayabilir, onların yerini konjonktürde ezilen başkaları,
“şimdi
ve şu anda mücadelenin ön safında olan ezilen bölükleri”
alabilir.
Ezilenlerin
“şimdi ve şu anda mücadelenin ön safında olan ezilen
bölükleri” ne
için mücadele ediyorlar? Burjuva devleti yıkmak için mi? Sömürü
ve baskı düzenini yıkmak için mi? Üretim araçlarının özel
mülkiyetinin toplumsal mülkiyete geçmesini gerçekleştirmek için
mi?“Şimdi
ve şu anda mücadelenin ön safında olan (işçilerin) ezilen
bölükleri” böyle
bir mücadele içinde olabilirler. Ama diğerleri değil.
Peki,
nasıl örgütleniyorlar? Hepsi ayrı birer yapı olduklarına göre
ayrı ayrı örgütleniyorlar.
Peki,
ortak bir ideolojileri var mı? Yok. Ama olması gerekir diyor TP. Bu
nedir? “Ezilenlerin Marksizmi”!
Zorlama
çıkarsama da bir demagojidir.
Karl
Marks ve Friedrich Engels'in toplam eserler veya (mektup, not,
basılmış, basılmamış ne kadar yazıları varsa bunların hepsi,
yorumlarıyla birlikte “Marks Engels Toplam Baskı” (MEGA) adı
altında 1970'de Moskova ve Berlin'de başlatılan çalışmayla
yayımlanmaya başlanmıştı. Bu çalışma 1990'da
”Marks-Engels-Vakfı“na (Amsterdam) devredilmiştir. Tam olarak
bilmiyorum ama bu çalışmanın tamamlanmış olduğunu da
sanmıyorum. MEGA'nın planlanmış cilt sayısı sonradan 164'ten
114'e indirilir. Yanılmıyorsam şimdiye kadar 59 cilt yayımlandı.
Bunun ötesinde Marks-Engels Eserleri“ (METE)
adı altında mektuplardan, teori çalışmalarından, notlardan vb.
oluşan 42 cilt, Almanca olarak 1956'da bu yana yayımlanmıştır.
(“Mavi Ciltler“ olarak da bilinir).
Bu
kadar kapsamlı bir çalışma, ürün içinde şüphesiz ki her
aradığınızı kolay kolay bulamazsınız. Bu eserlere ulaşıp
ulaşamama bakımında söylemiyorum. Bunlara ulaşmak zor değildir.
Aradığınız var mı ve Marks ve Engels'in aradığınıza biçtiği
değer ne? Çevrilerin yardımıyla da aradığınızı bulmaya
yaklaşabilirsiniz. Bu kadar eserin içeriği nedir diye soracak
olursanız birkaç cümleyle şunları söyleyebiliriz: Bilimsel
sosyalizm, felsefe, politik ekonomi; modern toplumun (kapitalizm) ana
sınıfları olarak proletarya, burjuvazi, işçi sınıfının
burjuvaziye karşı mücadelesi vs. vs. (Marks ve Engels'in yazılı
mirasını daralttığımı ve basitleştirdiğimi söyleyeyim). Ama
“ezilen“ kavramıyla ilgili pek fazla bir şey bulamazsınız. Bu
kavram, şurada burada cümle içinde geçer ve tek başına da
kullanılmamıştır. Ya proletarya kavramının yanı sıra ya da
”Komünist Manifesto“nun girişinde olduğu gibi o zamana kadarki
toplum tarihindeki sınıfları sayarak ”Şimdiye
kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf sınıf mücadeleleri
tarihidir. Özgür insan ile köle, patrisyen ile pleb, bey ile serf,
lonca ustası ile kalfa” dedikten sonra, “tek sözcükle, ezen
ile ezilen birbirleriyle sürekli karşı karşıya gelmişler”dir
diye devam eder.
Buradan
hareketle Marks ve Engels'in “ezilen” kavramına proletaryaya
yükledikleri önemi yüklediklerini veya “ezen-ezilen”
arasındaki mücadeleyi işçi sınıfı-burjuvazi arasındaki sınıf
mücadelesine eş değer gördüklerini herkes söyleyemez. Bunu
söylemek için insanda TP-cüreti olması gerekir. Bu cüret
Marksizmi başkalaştırma cüretidir, proletarya ile burjuvazi
arasındaki sınıf mücadelesini “ezen-ezilen” mücadelesine
indirgeme cüretidir; kısaca Marksizmi Post-Marksistleştirerek
ortadan kaldırma cüretidir.
Kafasında
laboratuvar ortamı yaratanlar, Marks ve Engels'te “ezen” kavramı
aramaya devam ederler. TP bunlardan birisidir.
Sonra
TP,
“Engels'in, Komünist Manifesto'nun 1893 tarihli (1883
tarihlidir, İ. Okçuoğlu)
Almanca baskısına yazdığı önsözde sömürülme ile ezilmeyi eş
anlamda ama yine de ayrı ayrı anarak kullanmayı sürdürüyor: Bu
savaşımın, şimdi, sömürülen ve ezilen sınıfın
(proletaryanın), aynı zamanda toplumun tümünü sömürüden,
ezilmekten ve sınıf savaşımlarından sonsuza dek kurtarmaksızın,
onu sömüren ve ezen sınıftan (burjuvaziden) kendisini artık
kurtaramayacağı bir aşamaya ulaştığı düşüncesi…”
anlayışından
medet
umar. Engels'in proletaryayı “ezilen
ve sömürülen sınıf”
olarak tanımlamasını “ezilen” kavramı lehine yontmaya
çalışır. TP, her “ezilen”in mutlaka sömürülen
olmayacağını, ama her sömürülenin mutlaka “ezilen” olduğunu
bilmiyormuş gibi hareket eder. Engels burada proletarya nezdinde
işçi sınıfının, ama sadece işçi sınıfının hem ezildiğini
hem de sömürüldüğünü söylüyor: Bundan dolayı da her iki
kavramı eş anlamlı kullanıyor.
TP,
zorlama çıkarsamalarına devam eder. Yukarıdaki alıntının
devamı şöyledir: “Proletarya,
aynı zamanda bütün toplumu ebediyen sömürüden, baskıdan
(“ezilme”,
İ.O.) ve
sınıf mücadelelerinden kurtarmadan kendini burjuvaziden
kurtaramaz. Bu temel düşünce sadece ve sadece Marks'a aittir”.
Demek
ki, toplumu kurtaran özne proletaryadır, işçi sınıfıdır.
Bütün toplumu baskı ve sömürüden kurtarıyor. Sadece ve sadece
Marks'a ait olan bu temel düşünce, proletarya dışında bir
öznenin toplumu kurtardığını söylemiyor. Marks'ın Marksizmi
böyle diyor. Ama TP'nin “ezilenlerin Marksizmi” tam tersini
söylüyor.
TP,
“ezilen” arayışına devam eder ve Engels'in “Konut Sorunu”
eserinde işine yaradığını sandığı bir cümle bulur: Konut
sıkıntısı “günümüze
özgü bir şey değildir; hatta, bu, daha önceki bütün ezilen
sınıflar karşısında farklı bir yere sahip olan modern
proletaryaya özgü bir sıkıntı da değildir. Tam tersine, bütün
ezilen sınıflar bütün dönemlerde oldukça aynı biçimde bu
sıkıntıyı çekmişlerdir“
(METE; C. 18, s. 213).
Ama
TP, Engels'in burada
“Şimdi ve şu anda mücadelenin ön safında olan ezilen
bölükleri”nden
bahsetmediğini
“ezilen
sınıflar”dan
bahsettiğini unutur.
Engels,
“daha
önceki bütün ezilen sınıflar” derken
“ezilenlerin bölükleri”ni
veya sınıf olgusundan kopartılmış
“ezilen”i değil,
kölecilikte köle sınıfını, feodalizmde bağımlı köylüleri
(serfleri) kastediyordu.
TP,
“Engels,...Konut Sorunu çalışmasında...bu iki terimi, yaklaşık
ya da eş anlamda kullanmayı sürdürür” der.
Ama aramaya da devam eder ve yukarıdaki alıntıdan heme sonra gelen
cümlede bir umut ışığı görür:
“Bu
konut sıkıntısına son vermek için bir tek araç vardır: İşçi
sınıfının egemen sınıflarca sömürüsüne ve ezilmesine
tümüyle son vermek” (Engels;
agy.). Ama
bu da TP'nin düşünmek istediğinin, bulmak istediğinin tam
tersini ifade eden bir anlayıştır. Tek araç, işçi sınıfının
sömürülmesine ve baskı altında tutulmasına (ezilmesine) son
vermektir. Başka bir şeye değildir.
TP,
“ezilen” arayışını, topu, “onların
(Marks ve
Engels kastediliyor)
gençliklerini sürdükleri yıllarda, 1840lardaki devrim yıllarında,
Batı Avrupanın ezilenlerinin ortak adı işçi sınıfıydı”
“saptama”sını
yapan başka bir yazarına atarak, bu “saptama”yı
bir “katkı” olarak değerlendirerek ve “Fakat
hemen bu dönemin sonlarında, Marx ve Engelsin ezilenlerine başka
üyeler de katıldı. Bunların başlıcası, ezilen ulusal
topluluklardı”
diyerek sonlandırır (aynı yazıdan).
TP,
zorlamayla elde ettiği “ezilenler” çıkarsamasının boyutları
bu kadardır.
TP,
“üstat” Althusser'den çok şey öğrenmiştir. Nasıl demagoji
yapılır, Marks ve Engels'in çeşitli dönemlerde söyledikleri
nasıl karşı karşıya getirilerek çelişkili hale düşürülür,
tarihsel değerlendirmeler nasıl çarpıtılır vb. türden
demagojiler üretmeyi de öğrenmiştir.
TP'nin
Marks ve Engels'i de düşüncede “birbirine düşürerek” işçi
sınıfı düşmanlığı yapması ve “ezilenler”i tarihsel
olarak da ön plana çıkartma çabası çok yavan bir demagojidir.
“Marksizmin
tarih bilimi bileşeninde meydana gelen gelişmelerle birlikte,
Marx-Engelsin ezilenlere yaklaşımında çeşitli sorunlar görülmeye
başlar. Bu, Marksizm dışından gelen –Aydınlanmacılık,
Avrupa-merkezcilik, ilerlemecilik, gibi– etkiler bir yana
bırakılacak olursa, tarih biliminin vargılarıyla, günün –ve
tarihin de– politik ediniminin birbiri karşısına çıkarılması
olarak formüle edilebilir. İşçi sınıfının politik misyonu ile
bilimsel vargılar özdeşleştirilir, ve bilim ile işçi sınıfının
ikisi birden öteki ezilenlere karşı çıkarılır. Bilim ileriyi
göstermekte, işçi sınıfı da tarihsel ilerleyişin misyoneri
olmaktadır”.
TP,
“İşçi
sınıfının politik misyonu ile bilimsel vargılar özdeşleştirilir,
ve bilim ile işçi sınıfının ikisi birden öteki ezilenlere
karşı çıkarılır. Bilim ileriyi göstermekte, işçi sınıfı
da tarihsel ilerleyişin misyoneri olmaktadır”
diyerek kendini dışa vurur.
“İşçi
sınıfının politik misyonu ile bilimsel vargılar(ın)
özdeşleştiril(mesinden)”
neden rahatsız olur? Marksizm, kendinden önce insanlığın ortaya
koyduğu bütün ilerici olanı, bütün “bilimsel
vargıları”
kendinde bütünleştiren, o değerler üzerine yükselen felsefedir,
politik ekonomidir ve bilimsel sosyalizmdir. Bu dünya görüşüyle
donanmış işçi sınıfı da kapitalist sistemi yıkabilecek
yeteneğe sahip olan tek sınıftır. Tabii ki böyle bir sınıf,
geleceği temsil eden bu sınıf, bilimi ilerletecektir ve
“tarihsel
ilerleyişin misyoneri”
olacaktır. Ama şimdiye kadar, Marksizmden bu yana insanlık
tarihinde işçi sınıfına biçilen bu rolden dolayı “işçi
sınıfını öteki ezilenlere karşı çıkar(tan)”
bir anlayışa rastlamadım. Bunu sadece TP yapmaktadır.
TP,
“ezilenler” uğruna sağa-sola saldırıyor; Marks'ta, Engels'te
çelişkiler arıyor, “günümüz
Marksistleri” diyerek
Marks-Engels ve günümüzde birilerini karşı karşıya getiriyor.
“Örneğin Engels, Marxın da onayıyla, Manifestodaki tezlerine
aykırı görünecek şekilde, Dühringin, bütün tarihin insanın
insan tarafından köleleştirilmesine indirgenebileceğine kesin bir
tutumla karşı çıkıyor”
(Engels, Anti-Dühring, Sol Yay., 1995, s. 243). Engels,
tarihin ancak emeğin üretkenliğiyle açıklanabileceğini
söylüyor”(A.g.e.,
s. 270). “Bu,
günümüz Marksistlerinin
Marksizm
sağduyularına radikal bir şekilde aykırıysa da, Marksizmin bilim
bileşeninin önermesidir”
diyor. Kimdir buna karşı çıkanlar ve bu türden karşı çıkmakla
ne elde etmiş olacaklar?
Hemen
arkasından gelen cümlelerde TP'nin kiminle kavga ettiğini
anlıyoruz. TP, “ezilenler” bazında umduğunu bulamadığı
Marks ve Engels'le, Marksizmi kendisi gibi anlamayan Marksizmin bu
kurucularıyla kavga ediyor, kavga ederken de Marksizme duyduğu
öfkeden dolayı küstahlaşıyor:
“Engelsin
Dühringe karşı Marksizmin bilimsel önermelerini savunması,
Marksizmin devrimci politika anlayışını boşlukta bırakır
gözüküyor: … eğer bay Dühring, hellenismee kölelik üzerine
kurulu olduğu için burun kıvırırsa, Yunanlıları buhar
makineleri ve elektrikli telgrafları olmamakla kınamakta haklı
olacağı denli haklı olur.(A.g.e.,
s. 271) …
eski dünyanın doruğunu, hellenismei olanaklı kılan tek şey,
kölelik oldu. Kölelik olmasaydı, Yunan devleti, Yunan sanat ve
bilimi olmazdı; kölelik olmasaydı, Roma İmparatorluğu olmazdı.
(…) Eski kölelik olmasaydı, modern sosyalizm olmazdı(
A.g.e., s. 269).
Bu
yaklaşım, bizzat kendisi bilim ile politikanın ayrılmasına karşı
çıktığından, tarihte köle isyanlarını, köylü savaşlarını
ezenlerle birlikte bastırmayı savunmalıdır. Çünkü, kölelerin
başarısızlığı mukadder olmaktan başka, tarihsel ilerlemeyi de
kesintiye uğratan özellikler taşıyordu”(A.g.e.,
s. 270 - Alıntılar yazıya aittir).
TP,
sapla samanı birbirine karıştırıyor. Engels, köleciliğin
tarihsel olarak oynamış olduğu rolden bahsediyor; ilkel toplumdan
daha ileri olduğundan; köleciliğe dayanan üretim biçiminin,
ilkel topluma göre, toplumun üretici güçlerinin büyümesine yol
açtığından
bahsediyor.
Aynı şekilde feodalizmin de köleciliğe göre tarihsel olarak
ileri olduğundan bahseder. Keza kapitalizmin de feodalizme göre
tarihsel bakımdan ileri oluğundan bahseder. Peki bu tarihsel ileri
oluşlukla kölelerin köleci düzene karşı mücadelesi arasında
yukarıdaki gibi bir bağ kurmak saçmalıktan başka ne olabilir.
Engels'i Engels'e, Marks'ı Marks'a karşı getirmenin bu yöntemini
TP, Althusser'den almıştır ve burada hiçbir sıkılma
göstermeksizin “Bu
yaklaşım, bizzat kendisi bilim ile politikanın ayrılmasına karşı
çıktığından, tarihte köle isyanlarını, köylü savaşlarını
ezenlerle birlikte bastırmayı savunmalıdır. Çünkü, kölelerin
başarısızlığı mukadder olmaktan başka, tarihsel ilerlemeyi de
kesintiye uğratan özellikler taşıyordu”
diyebiliyor.
TP,
Engels'i ikiye bölüyor; “bilimi
savunan Engels”
ve ”bilim
uğruna devrimci politikayı harcıy(an)”
Engels:
Marksizmin,
atfedilmiş devrimci politikasına karşı, onun ayrıcalığı
gözüken bilimi savunan Engels, bilim uğruna devrimci politikayı
harcıyor.
Kendi
“Marksizmi” için Marksizmde, Marks ve Engels'te aradığını
bulamayan TP, öfkeleniyor:
“Kurucu
Marksistlerin salt artık ölmüşlerin sorunları konusunda değil,
kendi zamanlarının ezilenlerine karşı tutumları da bu konuda
mazeret kabul etmeyecek bir yönelim barındırıyor. Gerçekten,
bugün Spartaküs isyanına taraf olmanın bu isyanın kölelerine
herhangi bir yararı bulunmaz. Ama, tam tersi gerçektir ve
Spartaküs, bugünün kölelerine destek sunabilir. Kurucu
Marksistler açısından gerçek politk sorun burada başlıyor”.
Spartaküs'ü
“Roma
proletaryasının gerçek temsilcisi”
diye tanımlayan, baskıya ve köleliğe karşı mücadelenin sembolü
olduğunu söyleyen Marks'tan başkası değildir.
Hayır,
hayır, bunlar yetmez. Yazının başında, Marks ve Engels'te
“ezilenler” ararken TP'nin sergilediği Marks ve Engels'e
“sevimli bakış”, yerini çelişkili Marks ve Engels'e
bırakmıştır:
“Marx-Engelsin,
kendi zamanlarının dünyasal ezilen hareketlerine ilgileri hep
çelişkili olmuştur. Onlar bir yandan tarihsel ilerlemeye yol
açmanın ne kadar önemli ve bu gidişin önünde durmanın ne kadar
beyhude olduğunu ortaya koymuş, ve burjuvazinin dünyanın dört
bucağında ilkelleri uygarlığa kazandırıcı hamlelerini
desteklemiş, fakat öte yandan, ezilenlerin çığlığına
kulaklarını tıkayamamışlardır”.
TP,
“çelişki”yi buluyor; Marks ve Engels'i ilkesizleştiriyor ve
“tarihsel
solculuğu”
eleştirme adı altında Marka ve Engels'i köleler karşısında
köle sahiplerini, serfler karşısında feodal beyleri ve
proletarya, köylülük ve “başka
sınıf ve katmanlar”
karşısında burjuvaziyi savunanlar durumuna düşürüyor:
“Tarihin
bilimsel açıklamasıyla politika arasında kurulacak kısa devrede,
bir tarihsel solculuk her ikisine de, hem bilime, hem politikaya
egemen olmaktadır. Bunun sonucu, köleci bir toplumda köleleri ve
barbarları değil, feodalleri tutmak, feodalizme karşı
mücadelesinde ezilen köylüleri ve başka sınıf ve katmanları
değil devrimci burjuvaziyi tutmak ve bugünkü mücadelenin,
tarihsel devrimciliğin son koşucusu burjuvaziyle el ele ama farklı
bayraklarla veya burjuvaziden alınan bayrakla –renk değiştirerek
de olsa– yürütüldüğü anlayışını vazeden bir tarihsel
devrimcilik olmaktadır. Son aşama olan burjuvazinin mücadelesinde,
onun geriyi temsil eden güçlerle mücadelesi tarihsel yükümlülükler
gereği desteklenecektir. Bu anlayışta, ezilen ve sömürülen
sınıf ve toplulukların folklorik ya da nostaljik bir ilgiye mazhar
olmaktan başka bir önem taşımayacağı anlaşılır
mahiyettedir”.
Siyasal
tahammülsüzlük böyle şeyler yazdırıyor!
Ama
bu da yetmiyor. TP saçmalıyor:
“Tarihsel
solculuk, aşılmış bir dönemin ezilenleriyle herhangi bir
ilişkilenmeyi reddeder. Düşene bir tekme de o atar! Sıkı birer
tarihselci oldukları için, tarihsel solculara göre, aşılmış ve
geride kalmış toplumsal örneklerin ezilenleri, geriliği yansıtan
gerici ideolojileri benimserler ve bir tarihsel solcu, ileriyi temsil
eden burjuvaziyle birlikte geriyi temsil eden unsurları ezmekte beis
görmez”.
İş
bu noktaya gelince
“Tarihsel solculuk” adı
altında saldırıda sınır tanımamazlık ortaya çıkıyor.
Sormak
lazım:
Kim,
“Tarihsel solculuk” adına,
“aşılmış bir dönemin ezilenleriyle herhangi bir ilişkilenmeyi
reddet(mektedir)”?
“O”
diye ifade
edilen kim “Düşene
... tekme ... at(maktadır)”?
Kim
“Sıkı
birer tarihselci oldukları için, tarihsel solculara göre, aşılmış
ve geride kalmış toplumsal örneklerin ezilenleri, geriliği
yansıtan gerici ideolojileri benims(iyor)”?
Ve
hangi “tarihsel
solcu, ileriyi temsil eden burjuvaziyle birlikte geriyi temsil eden
unsurları ezmekte beis gör(müyor)”?
Cevap
verebilir misiniz?
Sıra,
TP'nin deyimiyle bir “yükselti” olan Lenin'e geliyor:
Aynı
yazıdan okuyoruz:
“Politik
veçhesiyle Marksizmi, genel olarak ezilenlere geri dönülmez bir
şekilde açan eser Lenine aittir. Bugün, Leninizmin bu katkısını
doğal sonuçlarına götürmekten başka bir şey yapılması
gerekmiyor. Leninizmin Leninde beliren, ve muhakkak geliştirilmesi,
kategorilendirilmesi gereken terminolojisi, –çağdaşlarından
nitelikçe epeyi zayıf olmakla birlikte– oldukça yüklü işçici
temalara sahiptir. Ancak, Leninin başlattığı kanalın 20. yüzyıl
boyunca bir yelpaze gibi genişleyen ve saçaklanarak Marksizm dışına
ve Marksizm içindeki öteki eğilimlere kan veren niteliği göz
önüne alınacak olursa, izinde olunacak figürler ve politik
mücadele özneleri karmaşık ve çoğu kez çapraşık bir tablo
oluşturacak bir şekilde görünmeye başlayacaktır”.
Bir
“yükselti” olmaktan öte bir anlam taşımayan Lenin'e bu övgü
biraz şaşırtıyor!
“Politik
veçhesiyle Marksizmi, genel olarak ezilenlere geri dönülmez bir
şekilde açan eser Lenine ait”
olduğunu;
“Bugün,
Leninizmin bu katkısını doğal sonuçlarına götürmekten başka
bir şey”
yapmaya gerek olmadığını;
“Leninizmin
Leninde beliren, ve muhakkak geliştirilmesi, kategorilendirilmesi
gereken terminolojisi, –çağdaşlarından nitelikçe epeyi zayıf
olmakla birlikte– oldukça yüklü işçici temalara sahip”
olduğunu anlıyoruz.
Marks
ve Engels'e bakışında olduğu gibi Lenin'e bakışında da önce
bir bayraklandırma, sonra da yere çalma görüyoruz:
Lenin,
“Marksist
politik özne, işçiler ve diğer tüm ezilenleri bütün olarak
görebilen bir pozisyonda olmalıdır” görüşünde olduğu için
önemlidir. Lenin, bu görüşünü, tutumunu “uzunca aralarla iki
ayrı örnekte somutlandı(rıyor)”
ve Lenin, “işçi
sınıfına bağlandıktan sonra sıra geldiğinde ve fırsat varsa,
öteki ezilenlere bağlanan, bağlanmaya çalışan bir Marksist
politik tasarrufun uygunsuzluğunu göstermeye”
yoğunlaşıyor.
TP'nin
Lenin'den o “yükselti”den anladığı bu kadar. Lenin'in, o
günün koşullarında, kapitalizmin gelişmiş olduğu ülkelerin
dışında kalan ülkelerde; yani emperyalizme bağımlı, sömürge
ülkelerde de devrimin olabilmesi için nesnel gelişmesinden
kaynaklı olarak yetersiz kalan işçi sınıfının mevcut düzene
karşı ittifak alanının geniş olduğundan bahsetmesi; sosyalist
devrime varabilmek için böylesi ülkelerde demokratik devrimden
geçilmesi gerektiğini vurgulaması, bu devrimin sonuçlanması
durumda iktidarın “işçilerin
ve köylülerin devrimci demokratik diktatörlüğü”
olacağını; yani iktidara işçi sınıfının yanı sıra
köylülerin ve başka emekçi yığınların da ortak olacağını
teorize etmesi, TP açısından “ezilenler”i ön plana çıkartmak
için bir umut, bir ışık oluyor.
Burada
TP, Marks-Engels ve Lenin arasında kalın bir ayrım duvarı
çekiyor. “Ezilenler”i lanetleyen, abartmayalım da neredeyse
lanetleyen diyelim, Marks ve Engels'e karşı “ezilenler”e
“Marksizmi,
...geri dönülmez bir şekilde açan” Lenin!
TP,
Lenin'i “ezilenler” gözlüğü ile okuyor:
“Karşımıza
şu sorun çıkıyor: siyasal eğitim neyi içermelidir?
Bu
otokrasiye karşı işçi sınıfı düşmanlığının
propagandasından ibaret olabilir mi? Elbette ki hayır. İşçilere
siyasal bakımdan ezildiklerini açıklamak yetmez (nasıl ki, onlara
çıkarlarının işverenlerin çıkarlarına uzlaşmaz karşıtlıkta
olduğunu açıklamak da yetmezse). Ajitasyon, bu baskının her
somut örneği ele alınarak yürütülmelidir (tıpkı iktisadi
baskının somut örnekleri etrafında ajitasyon yürütmeye başlamış
olmamız gibi). Bu baskı toplumun çeşitli sınıflarını
etkilediğine göre, kendisini yaşamın ve eylemin en çeşitli
alanlarında “meslek, kamu, özel, aile, din, bilim vb.
alanlarında“ ortaya koyduğuna göre, otokrasinin siyasal
teşhirini bütün yönleriyle örgütlemeye girişmeyecek olursak,
işçilerin siyasal bilincini geliştirme görevimizi yerine
getiremeyeceğimiz besbelli değil midir?“
(s. 60, Internet).
“Zemskiye
naçalniki'nin (köylülere karşı güçlü yetkilerle donatılmış
kırsal yönetici) köylülerin kırbaçlanması, memurların
rüşvetçiliği ve polisin kentlerde „sıradan halka“ karşı
davranışı, açlara karşı mücadele, halkın aydınlanma ve bilgi
için olan çabasının baskı altına alınması, vergilerin zorla
tahsili ve dinsel mezheplerin ezilmesi, erlere karşı aşağılayıcı
davranışlar ve öğrencilerle liberal aydınlara kışla
yöntemlerinin uygulanması -bütün bunlar, ve zorbalığın buna
benzer binlerce belirtisi, „iktisadi“ mücadeleyle doğrudan
doğruya bağlantılı olmamakla birlikte, siyasal ajitasyon için ve
yığınları siyasal mücadeleye çekmek için, genel olarak, daha
az “geniş uygulanabilirliğe sahip“ fırsatlar mıdır? Doğru
olan, bunun tam tersidir“ (s.
62, Internet).
“Rus
işçileri, polisin halka zorbaca davranışına karşı, dinsel
mezheplere zulmedilmesine, köylülerin kırbaçlanmasına karşı,
amansız sansüre, askerlere işkence edilmesine, en masum kültürel
girişimlerin bastırılmasına vb. karşı niçin hâlâ bu kadar az
devrimci eylemde bulunmaktadır?“
(s. 73, Internet).
Yazıda
“Ne Yapmalı?”dan kısmen de aktarılarak bu anlayışlara yer
veriliyor.
Bu
anlayışlardan hareketle TP, Lenin'i “ezilenci” yapıyor. Lenin
burada komünist siyasetin (o zamanki adıyla “sosyal demokrat
siyaset”in) nasıl olması, ajitasyonun konularını, ajitatörlerin
nelere dikkat etmeleri gerektiğini anlatıyor ve ekonomistlerin
“siyasal ajitasyonu” ekonomiyle sınırlandırma anlayışlarına
karşı mücadele edilmesi gerektiğinden bahsediyor. Peki, Lenin
kimleri eleştiriyor. Ekonomistleri eleştiriyor. Eleştirirken
onları nasıl tanımlıyor? ”Siyasal
bilinç, kendiliğindenlik -Bay V. V.'nin “fikirlerini“ yineleyen
“sosyal-demokratların“ kendiliğindenliği, bir rubleye bir
kopek katmanın her türlü sosyalizmden ve siyasetten daha değerli
olduğu” anlayışında olanları “sosyal-demokratlar“;
gerçekten sosyal demokrat olmayanlar olarak görüyor (Agk, s. 40).
TP,
Lenin'i değerlendirmeye devam ediyor:
“Lenin,
ısrarla ve kesin bir bilinçle, işçi sınıfını sınıf olarak
üretim tarzı içindeki rolü çerçevesinde görmek isteyenlere
karşı duruyor ve bir alana işaret ediyor. Siyaset her zaman
itaatle ekonomiyi izler diyen güya Marksist ekonominin
belirleyiciliği anlayışı savunucularıyla kesin bir ayrım ortaya
koyuyor. Bu alanda işçilere yönelik baskılar ile öteki
ezilenlere yönelik baskılar arasında bir öncelik ilişkisi
kurulmasına kesin bir tutumla karşı çıkıyor”.
“Siyaset
her zaman itaatle ekonomiyi izler“ vb. vb. gibi ucuz deyişler”in
(Agk, s. 40) sahipleri kimler. Yukarıda belirtilen ekonomistler,
güya sosyal demokratlar.
Peki,
Türkiye devrimci hareketi veya ulusal-uluslararası alanda Lenin'in
bu eleştirisini hak eden gerçek komünist partiler var mı? Yani
sadece işçi sınıfı ile ekonomik mücadeleyi esas alan, toplumun
geriye kalan sosyal tabakalarına sırt çeviren, onların
sorunlarını mücadelenin sorunları olarak görmeyen komünist
partiler var mı?
“İşçilere
yönelik baskılar ile öteki ezilenlere yönelik baskılar arasında
bir öncelik ilişkisi kurulması”
Lenin'in değil, TP'nin sorunudur. Lenin, ekonomik veya siyasi, işçi
sınıfı ve emekçi yığınları ilgilendiren sorunların
ajitasyonun kapsamında olmasını söylüyor. Bundan TP, Lenin
“işçilere
yönelik baskılar ile öteki ezilenlere yönelik baskılar arasında
bir öncelik ilişkisi kurulmasına kesin bir tutumla karşı
çıkıyor”
sonucunu çıkartıyor.
TP,
Lenin'i de çarpıtıyor:
“Lenin,
işçi sınıfının üretim tarzı çerçevesindeki konumu ile baskı
altındaki konumu arasında bir ilinti kurulmasına karşı çıkıyor;
ona göre, işçi sınıfını salt bir sınıf olarak, ekonomik
konumunu güçlendirici bir pozisyona sürüklemek yanlış olmaktan
öte gerçeksizdir; gerçek olan, işçilerin öteki ezilenlerle
ortak olan sorunlarıdır ve bu, karşılığını, burjuvaziye karşı
değil, devlete karşı mücadelede bulacaktır”.
“İşçi
sınıfının üretim tarzı çerçevesindeki konumu” sömürülme
konumudur; işçi sınıfı üretim ilişkilerinin artı değer
üreten, sömürülen tarafında yer alır. Sömürünün olduğu
yerde baskının olamayacağını da ancak ve ancak TP savunabilir.
TP, Lenin'i böyle ikiye böldükten sonra devam ediyor: Lenin, “işçi
sınıfını salt bir sınıf olarak, ekonomik konumunu güçlendirici
bir pozisyona sürüklemek” isteyen
ekonomistlere karşı mücadele
ediyor,
ama hiçbir zamanda işçi sınıfının
“salt bir sınıf olarak”, ekonomik
çıkarlar için mücadele etmesinin yanlış olduğunu söylemiyor.
Çarpıtma
devam ediyor:
“Gerçek olan, işçilerin öteki ezilenlerle ortak olan
sorunlarıdır ve bu, karşılığını, burjuvaziye karşı değil,
devlete karşı mücadelede bulacaktır”. Doğrudur,
emekçi yığınların işçi sınıfıyla ortak sorunları vardır.
Peki,
işçi sınıfının
“salt sınıf olarak” sorunları
“karşılığını, devlete karşı mücadelede”
bulmuyor mu? Devlet kimin devleti? Eğer
burada
burjuvazi ile sermaye kastediliyorsa, o zaman o sermayenin çıkarları
nasıl sağlanıyor? Örneğin bir grevi kırmak için “burjuvazi”
polisi vb. göreve çağırmıyor mu? Çağırıyorsa devleti göreve
çağırmış olmuyor mu?
“Lenin,
devrimci politikanın işe koşulduğu yer olarak işçilerle
işverenler arasındaki ilişki alanının dışını işaret ediyor.
Bu alan, Bütün sınıf ve katmanların devletle ve hükümetle
ilişki alanı, bütün sınıflar arasındaki karşılıklı
ilişkiler alanıdır. Lenin, işçilerle salt işçi kimlikleriyle
bağ kurmanın Marksizm açısından uygun olmadığını, uygun
politik ilişkilenme tarzının, işçileri, bütün olarak ezenlerle
ezilenlerin karşılaştığı, bütün olarak ezilenlerin devletle
karşı karşıya kaldığı alana çekmek olduğunu vurguluyor”.
TP,
Marks ve Engels'i “ezilenci” politikasına kazanamadığı için
Lenin'e yükleniyor ve ondan bir “ezilenci” çıkartmaya
çalışıyor:
“Lenin,
devrimci politikanın işe koşulduğu yer olarak işçilerle
işverenler arasındaki ilişki alanının dışını işaret ediyor.
Bu alan, Bütün sınıf ve katmanların devletle ve hükümetle
ilişki alanı, bütün sınıflar arasındaki karşılıklı
ilişkiler alanıdır”.
TP'nin
işaret ettiği ve daha birçok yerde Lenin şunları söyler:
“Siyasal
sınıf bilinci, işçilere, ancak dışarıdan verilebilir, yani
ancak iktisadi mücadelenin dışından, işçilerle işverenler
arasındaki ilişki alanının dışından verilebilir. Bu bilgiyi
elde etmenin mümkün olduğu biricik alan, bütün sınıf ve
tabakaların devletle ve hükümetle ilişkisi alanı, bütün
sınıflar arasındaki karşılıklı ilişkiler alanıdır. Onun
için, işçilere siyasal bilgi vermek için ne yapmalı sorusuna
yanıt, pratik içindeki işçilerin ve özellikle ekonomizme eğilim
gösterenlerin çoğunlukla yeterli buldukları, “işçiler
arasında gidilmelidir“ yanıtı olamaz. İşçilere siyasal
bilgiyi verebilmek için, sosyal-demokratlar nüfusun bütün
sınıfları arasında gitmek zorundadırlar; onlar askeri
birliklerini bütün yönlere sevk etmek zorundadırlar...
Elbette
ki asil önemli olan şey, halkın bütün katları arasında
propaganda ve ajitasyondur“ (Lenin;
Agk. s. 80, 81, 84).
Lenin,
işçilere, işçi sınıfına siyasal bilincin nerede verileceğinden
bahsediyor. Bu bilincin verildiği yerde başka halk sınıf ve
tabakalarının da olduğundan bahsediyor. Ama aynı zamanda kendisi
için, “sosyal demokrasi” için esas olanın da işçi sınıfı
olduğundan bahsediyor:
“(Programın
XI. ve XII. maddeleri)
proletaryanın küçük üretici ile ilişkisini
tamamen tek yanlı ve yanlış biçimde
koyuyor...
“…Emekçi
ve sömürülen yığınının memnuniyetsizliği artmaktadır”. Bu
doğru. Ama... proletaryanın memnuniyetsizliğini küçük
üreticinin memnuniyetsizliğiyle aynılaştırmak ve aynı kaba
koymak tamamen yanlıştır”.
“…Mücadele,
her şeyden önce onun önder temsilcisinin –proletaryanın-
mücadelesi…keskinleşmektedir…”. Tabii ki küçük
üreticilerde de mücadelenin keskinleşmesi söz konusudur. Ama
onların “mücadelesi” çoğu
kez
proletaryaya karşıdır.
Çünkü küçük üreticilerin çıkarları, durumlarından dolayı
çoğu durumda proletaryanın çıkarlarıyla sert
çelişki içindedir.
Genel anlamda söyleyecek olursak: Proletarya, hiç
de
küçük burjuvazinin “önder temsilcisi” değildir”.
“…Uluslararası
sosyal demokrasi (uluslararası
komünist hareket, çn.)
emekçi
ve sömürülen yığının kurtuluş
hareketinin başında durmaktadır…”. Hiç de değil. O, sadece
işçi sınıfının, işçi hareketinin
başındadır”.
“…Sosyal
demokrasi onların
(küçük
üreticilerin, çn.)
mücadele güçlerini örgütlüyor…”. Bu da doğru değil.
Sosyal demokrasi, hiçbir yerde küçük üreticilerin “mücadele
güçlerini” örgütlemiyor. O, sadece işçi sınıfının
mücadele
güçlerini örgütlüyor…”
(Lenin; C. 6, s., 35-38. “Plehanov’un İkinci Program Taslağı
Üzerine Notlar”dan).
“Proletaryanın
sınıf mücadelesi yerine “emekçilerin ve sömürülen
kitlelerin mücadelesi” konmaktadır. Böyle bir ifade tarzı,
“Enternasyonal”in şu temel ilkesine aykırıdır: “İşçi
sınıfının kurtuluşu ancak işçi sınıfının kendi eseri
olabilir”. “Emekçi ve sömürülen kitlenin” proletaryanın
yanı sıra mevcut olan diğer bölümü (yani esas olarak küçük
üreticiler), burjuvaziye karşı mücadelesinde sadece
kısmen
devrimcidir. Ve ancak, “proletaryaya geçmek üzere olduğu dikkate
alındığında” “proletaryanın
bakış açısına geldiği”
zaman devrimcidir (“Komünist Manifesto”). Küçük üreticinin
gerici özü taslakta hiç vurgulanmamakta, böylece proletaryanın
“emekçi ve sömürülen kitleler” ile ilişkisi genel itibariyle
yanlış gösterilmektedir” (Lenin;
C. 6, s., 45. “Plehanov’un İkinci Program Taslağı Hakkında
Değerlendirme”).
“Bu
ve çok sayıda benzeri açıklamalara dayanan düşünceler teorik
olarak tamamen yanlıştır. Çünkü onlar, Marksizmin ve komünizmin
ve bütün yarı proleter devrimlerin ve şimdiki proleter devrimin
pratik tecrübesinin sonuçlarıyla tam kopuş anlamına gelir.
Birincisi,
‘üretici’ kavramı, proleteri, yarı proleter ve küçük meta
üreticisiyle birleştirmekte ve böylece sınıf mücadelesinin
temel kavramını ve sınıflar arasında tam ayrım yapma temel
talebini radikal olarak terk etmektedir.
İkincisi,
partisiz yığınlara yöneliş veya onlara göz kırpma –ki bu,
aktarılan tezde ifade ediliyor- Marksizmden daha az radikal bir
sapma değildir” (Lenin;
C. 32, s., 250. RKP(B)-X. Parti Kongresi’).
TP'ye
göre bu sözleri söyleyen tek Lenin olamaz; iki Lenin vardır.
Birisi “ezilenci” Lenin, diğeri de “işçici” Lenin.
Oysa
ortada iki Lenin yok. Tek Lenin var. O da Çarlığa veya mevcut
sisteme karşı işçi sınıfı önderliğinde halk sınıf ve
tabakalarını; emekçileri mücadeleye sevk etmeye çalışan Lenin;
bunun yol yöntemlerini açıklayan Lenin; “işçicilik” yapan
ekonomistlere karşı mücadele eden Lenin.
TP,
Lenin'in “sosyal demokrasi”nin; yani Marksizmin işçi sınıfını
temsil etmesini önce teslim eder:
“Lenin,
gerçi, işçi sınıfıyla özsel bağ konusunda hala eski
konumdadır: Sosyal-demokrasi, yalnızca belirli bir işverenler
grubuyla ilişkilerde değil, modern toplumun bütün sınıflarıyla
ve örgütlenmiş bir siyasal güç olarak devletle de ilişkilerde
işçi sınıfını temsil eder”.
Bu
konuda Lenin şunları der:
“Sosyal-
demokrasi, yalnızca belirli bir işverenler grubuyla değil, modern
toplumun bütün sınıflarıyla ve örgütlenmiş bir siyasal güç
olarak devletle de ilişkilerde işçi sınıfını temsil eder.
Demek ki, sosyal-demokratlar, kendilerini, yalnızca iktisadi
mücadeleyle sınırlamakla
kalmamalı,
iktisadi teşhirlerin örgütlendirilmesi işinin başlıca eylemleri
haline gelmesine de izin vermemelidirler. İşçi sınıfının
siyasal eğitimi ve bu sınıfın siyasal bilincinin geliştirilmesini
etkin olarak ele almak zorundayız“
(Lenin; Agk. s. 60).
Ama
sonrasında, yukarıdaki alıntının devamında “Ama
bu, Leninin yaklaşımının özgün yanı değildir, Lenin burada
zamanının genelgeçer Marksist anlayışını yinelemektedir”
diyerek hüsranlığını gizleyemez.
TP,
açık ki burada Lenin'e kızıyor; onu ikiye bölüyor: Bir
“ezilmeci” yapmaya çalıştığı ve bir de “ezilmeci”
yapamadığı, ama “işçici”
yönü belirleyici olan Lenin!
Lafa
bakınız: TP, Lenin'in “işçi
sınıfıyla özsel bağ konusunda hala eski konumda”
olmasından rahatsız; “Sosyal-demokrasi”nin,
yani Marksizmin “yalnızca
belirli bir işverenler grubuyla ilişkilerde değil, modern toplumun
bütün sınıflarıyla ve örgütlenmiş bir siyasal güç olarak
devletle de ilişkilerde işçi sınıfını temsil etmesi”nden
rahatsız. Hem de oldukça rahatsız. Bundan dolayı da bu yaklaşımın
Lenin'in “özgün
yanı” olmadığını
iddia edecek kadar zavallılaşır.
TP'ye
göre Lenin bu yaklaşımıyla o zamanki modaya uymuştur:
“Lenin
burada zamanının genelgeçer Marksist anlayışını
yinelemektedir”.
TP,
Lenin'den bir “ezilenci” Lenin çıkartmak için ondan
aktarmalara ve demagojik yorumlara devam eder. Hepsini ele almayı
gereksiz görüyorum.
Ama
bir noktayı daha belirmeden geçmeyeyim.
Lenin,
“işçi
sınıfıyla özsel bağ konusunda hala eski konumdadır:
Sosyal-demokrasi... işçi sınıfını temsil eder”
ama aynı zamanda “Leninizm,
Marksizmi ezilenlere operasyonel bir tarzda açmıştır”
(Aynı yazıdan). Bu işin nasıl yapıldığını TP'ye sormanız
gerekir.
Lenin'den
de, bu “yükselti”den de umduğunu bulamayan, ama Marks ve
Engels'te olduğu gibi onu da ikiye bölen TP, Lenin'den sonra
Mao'ya sarılır.
TP,
Marksizmden bahsetmekten çıkarak küçük burjuva devrimciliği
hattına girmiştir.
“Ezilenlerle
özgün bağlantılar kuran politik Marksizmin tarihsel izini
sürdüğümüzde, bizi Leninden Maoya ulaştıran bir devrimci hattı
buluruz” der
ve “bu
hatta Che Guevarada simgelenen Güney Amerika devrimciliğinin de”
dahil olduğunu dipnot olarak düşer.
Marks
ve Engels'i ele alışındaki ikiyüzlülüğünü TP, Lenin'i ele
alışında da sürdürür. “Bu
aşamada, Leninin eseri eleştiri menziline girmektedir. Bolşevikler,
aksi yöndeki yönelimlerine ve bildirimlerine rağmen, sadece
işçiler arasında örgütlenmiş ve köylülerle ittifakı,
köylüler arasında örgütlenen, onların doğal temsilcileri
saydıkları Sosyalist Devrimciler şahsında yapmayı
öngörmüşlerdir”
diyerek bu eleştiri topunu Samir Amin'e atar.
TP,
Mao'ya sarılıyor:
“Çin
Marksistlerinin, 1927deki yenilgiden sonra, Mao Zedung önderliğinde
yürütülen ikinci atılımı, işçilerin arasında örgütlenmeyi
neredeyse boşlamış, salt köylüler arasında örgütlenmeye
hasredilmiştir. Bu çaba, tarihsel olarak tamamen ezilenlerin temel
bir alameti farikası temelinde yapılabilmiştir; komünistler
işçilerin bulunduğu şehirlerde örgütlenememiştir”.
ÇKP’nin
gelişmesinde VI. Kongre (Haziran/Temmuz 1928) çok önemli bir yer
tutar.
Bu
kongresinde ÇKP, Çin devriminin temel görevlerini tespit eder:
1-Emperyalizmin
ülkeden kovulması.
2-Ülke
bütünlüğünün sağlanması.
3-Büyük
toprak beyliğinin tamamen yok edilmesi.
4-Köylülüğün
bütün feodal bağlarda kurtarılması.
5-Köylülüğün
ve işçi sınıfının demokratik diktatörlüğünün en uygun
biçimi olarak “İşçi-Köylü ve Asker Sovyetleri” iktidarı
için mücadele.
Komünist
Enternasyonal Yürütme Komitesi delegasyonu, köylü hareketinin ve
partizan mücadelesinin gelişmesine, tarım devrimine, partizan
bölüklerinden düzenli işçi-köylü kızıl ordunun kurulmasına
önem verilmesi gerektiğini VI. Kongreye tavsiye eder (Çin devrimi,
ÇKP ve Mao ile ilgili olarak bkz.: İ Okçuoğlu; Çin devriminin ve
toplumunun sınıfsal karakteri.
http://www.ibrahimokcuoglu.blogspot.com,
Şubat-Mart 2012).
Çin
devrimi, antifeodal, antiemperyalist demokratik bir devrimdir. Çin'in
sorunları bütün halk sınıf ve sosyal tabakalarını
sorunlarıdır.
TP ne yapıyor? Sosyalist devrimin öznesi ve müttefikleri ile
antifeodal, antiemperyalist demokratik devrimin öznelerini birbirine
karıştırıyor ve Mao Zedong önderliğinde ÇKP'yi “ezilmeci”
bir parti yapıyor.
Aynı
yazıdan devam ediyoruz.
TP,
felsefe yapıyor:
“Toplumsal
üretim tarzı olarak altyapı ile üstyapının oluşturduğu birlik
toplumsal formasyon olarak adlandırılacaktır. Sömürülen ve
ezilen sınıfların yaşadığı alan toplumsal formasyondur.
Üstyapı kurumları, ezme işlemini hem üstyapı alanında hem de
geri dönerek, toplumsal formasyon genelinde yerine getirir. Devlet
ve hukuk birer sınıfsal kurum, birer ezme aracı / aygıtı olarak
varlığını duyururken, ideoloji ve ideolojileşmiş öteki
öğelerin (politik ideoloji, hukuki ideoloji, sanatsal ideoloji,
felsefi ideoloji, dinsel ideoloji…) geneli için sınıfsal nitelik
bu ölçüde dolaysızlıkla ileri sürülemeyecektir”.
Bizi
burada ilgilendiren, alıntının “Devlet
ve hukuk birer sınıfsal kurum, birer ezme aracı/aygıtı olarak
varlığını duyururken, ideoloji ve ideolojileşmiş öteki
ögelerin (politik ideoloji, hukuki ideoloji, sanatsal ideoloji,
felsefi ideoloji, dinsel ideoloji…) geneli için sınıfsal nitelik
bu ölçüde dolaysızlıkla ileri sürülemeyecektir” kısmıdır.
Üst kısmı da TP'nin soruna girişini gösterir.
Buradan
anladığımız şu: Devlet ve hukuk birer ezme aracıdır. Ama aynı
şeyi “ideoloji
ve ideolojileşmiş öteki öğelerin (politik ideoloji, hukuki
ideoloji, sanatsal ideoloji, felsefi ideoloji, dinsel ideoloji…)
geneli için” söyleyemeyiz
veya “ileri
sürülemeyecektir”.
Peki, hangi “ölçüde
dolaysızlıkla ileri”
sürülecektir? “Devlet
ve hukuk birer sınıfsal kurum, birer ezme aracı/aygıtı olarak
varlığını duyururken, ideoloji ve ideolojileşmiş öteki
ögeler... (politik ideoloji, hukuki ideoloji, sanatsal ideoloji,
felsefi ideoloji, dinsel ideoloji…)” neden
“devlet
ve hukuk” gibi
“birer sınıfsal kurum, birer ezme aracı/aygıtı” olmuyorlar
veya bu özelliklerini açıkça gösteremiyorlar? Bu durumda
devlet, hakim sınıfın elinde bir baskı aracı oluyor, ama
ideolojisinin baskı aracı olduğu pek söylenemiyor. Bu durumda
devlet salt fiziki anlamda -zor kullandığı için veya zor
kullanmayı yasallaştırdığı (hukuk) için baskı aracı oluyor.
Ama kişisel veya sınıfsal veya toplumsal düşünce, bilinç,
eğitim,; bütün teferruatıyla ideoloji (politik
ideoloji, hukuki ideoloji, sanatsal ideoloji, felsefi ideoloji,
dinsel ideoloji…)” söz
konusu olduğunda devlet, TP tarafından sınıflar üstü konuma
getiriliyor; herkesin, bütün tolumun devleti yapılıyor.
Sahip çıkıyoruz dediğiniz “otantik” Marksizm pek de sizin
gibi düşünmüyor bu konuda:
Engels'ten
öğrenelim:
“Devlet,
insan üzerindeki ilk ideolojik güç olarak kendini gösteriyor
bize. Toplum, dış ve iç saldırılara karşı, ortak çıkarlarını
savunmak üzere kendi kendine bir organizma yaratır. Bu organizma
devlet iktidarıdır. Devlet daha doğar doğmaz, kendini toplumdan
bağımsız kılar ve belli bir sınıfın organizması haline
geldiği ölçüde ve bu sınıfın egemenliğini doğrudan doğruya
üstün kıldığı ölçüde, bu bağımsızlığı daha da büyük
olur...
Şu
var ki, devlet bir kez toplum karşısında bağımsız bir güç
haline geldi mi, kendisi de, artık yeni bir ideoloji yaratır...
Daha
da yüksek, yani kendi maddi ekonomik temellerinden daha da
uzaklaşmış ideolojiler, felsefe ve din biçimini alırlar.
Burada,
tasarımların kendi maddi varlık koşulları ile bağlantısı,
aracı halkalar yüzünden, gittikçe daha karmaşık, gittikçe daha
karanlık bir durum alır. Ama gene de bu bağlantı vardır. ”(F.
Engels; Ludwig Feuerbach ve
Klasik Alman Felsefesinin Sonu, Türkçesi, s. 54/55).
Demek
ki,
devlet belli bir sınıfın -hakim sınıfın- adına hareket ediyor
ve bu konumda olan bir üst yapı kurumu olarak toplumu hakim
sınıfın çıkarları için biçimlendiriyor. Bu biçimlendirme
bütün teferruatıyla ideolojiktir. O halde ideoloji de en azından
devlet ve hukuk kadar görülebilen birer baskı aracıdır. Tabi
bunu görmek gerekir.
K.
Marks da bu konuda sizden farklı düşünüyor. Politik Ekonominin
Eleştirisine Katkı'ya Önsözde söylediği
aslında her şeyi anlatmaktadır:
“Varlıklarının
toplumsal üretiminde, insanlar, aralarında, zorunlu, kendi
iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar; bu üretim
ilişkileri, onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme
derecesine tekabül eder. Bu üretim ilişkilerinin tümü, toplumun
iktisadi yapısını, belirli toplumsal bilinç şekillerine tekabül
eden bir hukuki ve siyasal üst yapının üzerinde yükseldiği
somut temeli oluşturur. Maddi hayatın üretim tarzı, genel olarak
toplumsal, siyasal ve entelektüel hayat sürecini koşullandırır...
Gelişmelerinin belirli bir aşamasında toplumun maddi üretici
güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim
ilişkilerine, ya da bunların hukuki ifadesinden başka bir şey
olmayan mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin
gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri
haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar.
İktisadi temeldeki değişme, kocaman üst yapıyı, büyük ya da
az bir hızla altüst eder. Bu gibi altüst oluşların
incelenmesinde, daima, iktisadi üretim koşullarının maddi altüst
oluşu ile -ki, bu, bilimsel bakımdan kesin olarak saptanabilir-,
hukuki, siyasal, dini, artistik ya da felsefi biçimleri, kısaca,
insanların bu çatışmanın bilincine vardıkları ve onu sonuna
kadar götürdükleri ideolojik şekilleri ayırdetmek gerekir”
(METE; C. 13, s. 8/9).
“Maddi
hayatın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve
entelektüel hayat sürecini koşullandırır”. Yani “maddi
hayatın üretim tarzı” günümüz koşullarında kapitalist
üretim biçimi olduğuna göre hakim sınıf olarak burjuvazi
“genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel hayat sürecini
koşullandır”maktadır. Peki, “genel olarak toplumsal, siyasal
ve entelektüel hayat sürecini” ne ile koşullandırmaktadır?
Kendi ideolojisiyle koşullandırmaktadır. TP'nin deyimiyle
“ideoloji(si) ve ideolojileşmiş
öteki öğeleri... (politik ideoloji, hukuki ideoloji, sanatsal
ideoloji, felsefi ideoloji, dinsel ideoloji…)” ile. Yoksa Marks
ve Engels'e; Marksizme inandığımız için yanılıyor muyuz?
Hakim
sınıf olan burjuvazi, hakim sınıf olarak kalabilmek için
hakimiyet araçları (üst yapı kurumları) üzerinde kontrolü
sağlamak zorundadır. Dolayısıyla bütün teferruatıyla ideolojik
alanda da hakimiyeti sağlamak, bu alandaki gelişmeleri kontrol
etmek, yönlendirmek zorundadır. Ama bunun böyle olmadığı,
mevcut toplumda ideoloji, felsefe, sanat vb. alanların mevcut
toplumsal üretimden kaynaklanmadığı veya bütün teferruatıyla
ideolojik alanların ortak kökeninin toplumsal üretim olmadığı
düşüncesinde olanlar da vardır. Bu düşüncede olanlara göre
birbirinden bağımsız disiplinler vardır: Politika, felsefe,
sanat, ideoloji, sosyoloji vb. Bu disiplinlerin her biri, bütünlüklü
toplumsal gelişmenin şu veya bu yönünü sanki bunlar birbirinden
bağımsızmış gibi ele alarak analiz eder. Peki, kimin, hangi
sınıfın adına analiz eder? TP'ye göre herkesin bu analizi kendi
adına yapması gerekir. Bu durumda TP'ye göre “politik
ideoloji, hukuki ideoloji, sanatsal ideoloji, felsefi ideoloji,
dinsel ideoloji”
bağımsız ideoloji alanlarıdır.
TP,
bu anlayışını da Althusser'den almıştır. “Üstat”
kapitalizmde burjuvazinin ideolojik devlet aygıtlarının;
okulların, medyasının vb. ele geçirilebileceğinden; sömürülen
sınıfların oralara sızması ve bu alanları kullanması
gerektiğinden bahseder. “Marksist” Althusser bunu söyler, TP de
ona öykünür. Bu durumda TP'nin “Devlet
ve hukuk birer sınıfsal kurum, birer ezme aracı / aygıtı olarak
varlığını duyururken, ideoloji ve ideolojileşmiş öteki
öğelerin (politik ideoloji, hukuki ideoloji, sanatsal ideoloji,
felsefi ideoloji, dinsel ideoloji…) geneli için sınıfsal nitelik
bu ölçüde dolaysızlıkla ileri sürülemeyecektir” anlayışından
söz konusu bu ideolojik alanlarını hakim sınıftan
bağımsızlaştırdığı, ele geçirilebilir düşüncesinde olduğu
sonucunu çıkartmak gerekir.
“Sürülemeyecektir”
türünden ürkek kavram kullanmanıza hiç gerek yok. Ne de olsa
geri demokrasi koşullarında değil, “ileri demokrasi”
koşullarında yaşıyoruz. Bu koşullarda söyleyemeyeceğinizi
başka demokrasi koşullarında hiç söyleyemezsiniz. Söyleyin,
örneğin Diyanet İşleri Başkanlığının, tarikatların, yüksek
öğretim kurumlarının, Milli Eğitim Bakanlığının, resmi ve
özel sanat kurumlarının ve başkaca bu türden üst yapı
kurumlarının “Devlet
ve hukuk”unun
yanı sıra
“birer sınıfsal kurum, birer ezme aracı / aygıtı olarak var
(oluşlarını)” duyurmadıklarını,
“geneli
için sınıfsal niteli(ğin) bu ölçüde (“devlet ve hukuk”
ölçüsünde-
İ.O.)
dolaysızlıkla ileri sürülemeyece(ğini)” söyleyin.
Sizi, bunu söylemeye çağırıyorum.
İdeolojik
devlet aygıtlarının görünüşte tarafsızlığına inanan
Althusser gibi TP de bu alanlarda hegemonya kurulabileceğini
savunuyor; bu alanları tarafsız, uğruna mücadele edilebilecek
alan olarak görüyor. İşte tam da bundan dolayı söylenmesi
gerekeni söyleyemiyor.
TP,
her ne kadar sınıfsal yönü var dese de, ideolojinin, felsefenin,
sanatın vb. üst yapı kurumlarından olduğunu ve hakim sınıfın
elinde birer baskı aracı olarak kullanıldığını inkara
kalkışmaktadır.
TP,
bu demagojiyi şöyle devam ettiriyor:
“Burada
geçici olarak, üstyapının en üst öğelerinin sınıfsal
niteliklerden bağışık olduğu ve ancak tarihsel formlarında
sınıfsallaştığı ileri sürülecektir. Üstyapının bu
niteliği, geri dönerek, toplumsal formasyon düzleminde etkiler
yayacak, ve geçici ve iğreti olarak bu alana sınıf-aşırı,
sınıf-altı, sınıf-ötesi nitelikler şırıngalayacaktır”.
TP,
bir şeyler söylemek istiyor, ama bir türlü söyleyemiyor; açık
ki bir sıkıntısı var. Kolay mı öyle “üstyapının
en üst öğelerinin sınıfsal niteliklerden bağışık”
olduğunu açıklamak; “Üstyapının...toplumsal
formasyon düzleminde etkiler yayacak, ve geçici ve iğreti olarak
bu alana sınıf-aşırı, sınıf-altı, sınıf-ötesi nitelikler
şırıngalayacaktır”
demek.
Anlaşıldı.
TP henüz tam cürette değil. Okuru biraz daha alıştırmak
istiyor:
“Öte
yandan, üstyapının bazı öğeleri, sınıfsal ayrışma alanını
(toplumsal üretim alanı) atlayarak, bu alanı by-pass ederek, maddi
üretim (çalışma ilişkileri) alanıyla irtibatlar kurabilir ve
maddi üretim düzleminin sınıf-öncesi ya da sınıf-altı
niteliğiyle sınıfsız bir şekilde alaşımlanabilirler. Bu,
toplumun üzerinde uçan bulut kümesi ya da toplumun üzerine çökmüş
ve hareketli sis tabakası olarak ideoloji/düşünce metaforuna
özgül bir anlam kazandırabilir”.
Hangi
ögeleri olduğunu henüz bilmiyoruz ama (belki de yukarıda saydığı
ideoloji, felsefe gibi ögelerdir) “üstyapının
bazı öğeleri, sınıfsal ayrışma alanını”
atlıyor, “maddi
üretim alanı”yla
ilişkiye geçiyor, “sınıf-öncesi,
sınıf-altı niteliği”
ile orada sınıfsızlaşıyor ve böylece ayakları havada, “uçan
halı” gibi toplumun üzerinde geziniyor ve “ideoloji/düşünce
metaforuna özgül bir anlam kazanabiliyor”.
Ve
TP, bütün cesaretini toplayarak konuşuyor:
“Böyle
bir modelleme, sınıfsal alanın üzerinde ya da sonrasında olan
her (toplumsal) varlığın dolaysızca sınıfsal olması şeklindeki
anlayışa materyalist bir karşılık olabilir. Belirleme anlayışı
böylelikle basit sıralı bir basamaklandırma şeklinde
anlaşılmanın getirdiği sakıncaları da aşacaktır. Üretim, bu
şekilde, sınıfsallığı aşağıdan ve yukarıdan sarmalayan bir
nitelik kazanacak ve sınıfçı anlayışların, sınıfsallığı
sınıf bilincinde zirvelendirerek üretimin maddi boyutunu hatta
doğayı bile sınıfsallaştıran yaklaşımı dinamitlenecektir”.
Şimdi
anladık. TP, bir modelden bahsediyor; hem de materyalizme karşılık
olabilen bir materyalist modellemeden bahsediyor. Böylece -anladığım
kadarıyla- birbirini takip eden formasyon -üretim biçimi-
oluşumları ve onların her birine özgü sınıf oluşumları
ortadan kaldırılıyor, üretim -kendini kurtarmak için olsa gerek-
sınıfsallığı aşağından, yukarıdan, sağdan soldan
“sarmalayan” ve boğan bir nitelik kazanıyor ve bu niteliğiyle
üretim, “sınıfçı
anlayışların”;
yani Marksizmin “sınıfsallığı
sınıf bilincinde zirvelendirerek üretimin maddi boyutunu ...
sınıfsallaştıran yaklaşımı”
paramparça ediliyor, dinamitleniyor.
TP,
böyle bir yaklaşımın neye yarayacağını da açıklıyor:
“Üretimin,
sınıfların ana yatağını aşarak belirleme ilişkisine
yönelebileceği, karşılık etkisi olarak da üstyapının en üst
öğelerinin geriye dönerek etki icra edebileceği anlayışı,
toplumsal formasyon ve özellikle politik ve ideolojik düzlemlerdeki
tarihsel aktörlere bakışa tayin edici etkiler gösterecektir”.
TP,
üretim, sınıflı toplumlarda “sınıfların
ana yatağı”
dediği üretim ilişkilerini dinamitliyor, paramparça ediyor ve
yeni ilişkileri belirlemeye yöneliyor; bu durum “toplumsal
formasyon ve özellikle politik ve ideolojik düzlemlerdeki tarihsel
aktörlere bakışa tayin edici etkiler”de
bulunuyor.
TP'nin
ne demek istediğini, yukarıda sergilediği felsefi anlayışı
Türkçeleştirelim.
TP,
Althusser “üstat”ın devlet anlayışını, altpayı/üst yapı
anlayışını ve “üstbelirleme” anlayışını savunuyor. Bu
anlayışlarıyla Althusser tarihsel materyalime karşı “savaş”
açmıştı. Onun yolundan giden ve yazı boyunca da gördüğümüz
gibi Marks, Engels ve Lenin'i; bir bütün olarak Marksizmi
çarpıtarak, başkalaştırarak bu noktaya gelen TP, anlaşılmaz,
ama kendine göre “derin” felsefesiyle antimarksistliğini veya
Post-Marksist anlayışlarını sergiliyor.
”Üstat“,
Marksist-Leninist devlet teorisini reddetmez, ama TP reddediyor.
Althusser, Marksist-Leninist devlet teorisini reddetmeme anlamında
Marksist teoriyi, baskıcı devlet aygıtlarını ”açıklayıcı“
teori olarak doğru bulur. TP'de bunu açıkça göremezsiniz, en
azından söz konusu yazıda bu yok. “Üstat”ın Marksist devlet
teorisini doğru bulması onun “açıklayıcı” özelliğini
belirtmesiyle son bulur. Marksist devlet teorisinde buraya kadar
doğru bulduğunu ideolojik devlet aygıtlarına taşımaz. Aynısını
TP de yapar. Bu durumda Marksist devlet teorisi baskıcı devlet
aygıtları (hükümet, ordu, polis, yönetim, mahkeme, hapishane)
söz konusu olduğunda doğru oluyor, ama ideolojik devlet aygıtları
(okullar, kiliseler, partiler, sendikalar, medya, kültür) olduğunda
yanlış oluyor. TP bunu yukarıda aynen böyle açıklıyor.
Althussser devleti bu aygıt ayrımıyla ikiye bölüyor, her bir
aygıtın kendi mantığına göre işlevsel olduğunu savunuyor.
Yukarıya aktardığımız anlayışlarından da anlaşıldığı
gibi TP de bu aygıtları ikiye bölüyor. ”Üstat“, ideolojik
devlet aygıtlarını, işçi sınıfının mücadele ederek ele
geçirmesi ve nüfuzunu genişletmesi gerektiği alan olarak görüyor.
TP'nin düşüncesi de aynı, ama “üstat” kadar cür'etli değil.
Bu anlayışın mücadele eden örgütlü işçi sınıfı açısından
taktiksel anlamı şudur: Baskıcı devlet aygıtlarına, örneğin
polise „sızılamaz“. Bu anlamda “üstat”, Bolşeviklerin
taktiğini doğru bulur. Ama söz konusu, devletin ideolojik
aygıtları olunca durum değişir; bu aygıtlar reformist bir
taktiğe; adım adım etkinin genişletilebilmesine uygun alan olarak
görülür. Althusser neden böyle düşünür? Cevap oldukça basit:
İdeolojik devlet aygıtları şimdiki, mevcut modern biçimiyle
temel çelişiyi ”üstbelirlediği“ için bu alanlar sınıf
mücadelesinin ana muharebe meydanları olur; devrime falan gerek
yok, belirtilen ”üstbelirleme“den dolayı zaten olamaz. O halde
bu alanlar ele geçirilmelidir. ”Üstat“ reformizmi böyle haklı
çıkartıyor. TP, yukarıda tam da bu noktalarda kem-küm ediyor,
lafı uzatıyor, anlaşılmayan bir dilden konuşuyor. Onun söylemek
istediğini “üstat” on yıllar öncesi söylemişti.
“Üstbelirleme”
işbaşında:
Althusser,
“üstbelirleme” ile temel çelişkinin; yani toplumda gelişmeyi
ilerleten çelişkinin tali çelişkiler veya üst yapı görüngüleri
tarafından üstbelirlenebileceğini savunur. Bu, üst yapı
görüngülerinin etkisinin temel çelişkinin etkisini veya
içeriğini/özünü etkisizleştirebileceği anlamına gelir.
Şüphesiz, üst yapı görüngülerinin toplumda var olan temel
çelişkilerin üstünü örttüğü durumlar olabilir. Sorun bu
değil. Sorun, üstbelirlemeyle üst yapı görüngülerinin
kronikleşeceği, sürekli etkide bulunacağı, hatta temel çelişki
keskinleşip bütün toplumu kendi gelişmesine göre hareket
ettirecek duruma da gelse söz konusu üst yapı görüngülerinin
etkisini sürdüreceği anlayışındadır. Bu anlayışıyla
Althusser, Marksizmden ve her şeyden önce de Marksist diyalektikten
tamamen kopmuştur. Aynı anlayışı yukarıya aktardığımız
alıntılarda TP'nin de savunduğunu görüyoruz. TP, ideoloji,
felsefe gibi üst yapı oluşumlarını boşuna sınıfsal
karakterden kopartmıyor, üretimi boşuna sınıfsalsız alana
çekmiyor, boşuna bir materyalist modelden, materyalizme karşı bir
materyalist modelden, dinamitlemekten, paramparça yapmaktan
bahsetmiyor. Bütün bunlardan dolayı, önderi Althusser'in
cüretinden yoksun olarak, yani cüretsizce Marksizmi, diyalektik
materyalizmi reddediyor.
TP
yeniden Marks'a dönüyor ve Kapital'i Kapital olmaktan çıkartmaya
çalışıyor.
TP'nin
bütünü yok etmek için parçalarına ayrıştırma taktiğine önce
övgüyle başladığını artık biliyoruz.
Kapital
değerlendirmesi şu sözlerle başlıyor:
“Marxın
Kapitalde değer yargıları taşıyan birtakım ifadelerle
kapitalizme ve kapitalistlere saldırdığı sıklıkla görülür.
Bu ifadeler emekçilerin, işçilerin acımasızca ezilmesi,
sömürülmesiyle ilgili duygudaşlıkla yüklüdür. Marx,
kapitalistin sömürü hırsından, artı-emekten karşılığı
ödenmemiş emek olarak bahseder; kapitalistin işçiden haraç
aldığını, emeğin bir kısmına elkoyduğunu belirtir.. Kapitalde
sömürü bir terim olarak büyük çoğunlukla değer-yüklü bir
anlamda ve politik-ideolojik saldırı amacıyla kullanılmıştır.
Marxın, başta Kapitalde olmak üzere, sömürü terimine verdiği
anlam, bu terimin günlük anlamından çok da farklı değildir.
Eğer gerçekten böyleyse, sömürme ile ezme, ayrılamayacak bir
şekilde, kapitalist üretimin merkezinde yuvalanmışlardır.
Ve eğer
gerçekten böyleyse, kapitalizme ilişkin bilimsel çalışma,
kapitalizme karşı politik-felsefi duruşla özdeştir; tarihsel
materyalizm, proletaryanın bakış açısı olmak durumundadır”.
Çok
doğru. Katılıyorum, ama özellikle de “Eğer
gerçekten böyleyse, sömürme ile ezme, ayrılamayacak bir şekilde,
kapitalist üretimin merkezinde yuvalanmışlardır.
Ve eğer
gerçekten böyleyse, kapitalizme ilişkin bilimsel çalışma,
kapitalizme karşı politik-felsefi duruşla özdeştir; tarihsel
materyalizm, proletaryanın bakış açısı olmak durumundadır”
değerlendirmesine
katılıyorum.
TP,
göklere çıkartmayı bu sefer bir paragrafla sınırladı ve hemen,
saldırıya “damardan girerek” başladı:
“Ancak,
amacı, kapitalist toplumun ekonomik hareket yasasını ortaya
çıkarmak olan
Kapital
gibi bir eserin bu tarzda yorumlanması, zaman zaman yazarına
rağmen, mümkün olamayacaktır. Sadece sömürü terimi değil,
olası bütün değer-yüklü terimlerin çıkarılması durumunda
Kapital, atfedilen bilimsel niteliğinden hiçbir şey
yitirmeyecektir”.
TP,
Marks'ın Kapital'de kapitalistin sömürü hırsından, artı-emekten
karşılığı ödenmemiş emek olarak bahsetmesinden; kapitalistin
işçiden haraç aldığından, emeğin bir kısmına el koyduğundan
bahsetmesinden, kapitalde sömürüyü bir terim olarak büyük
çoğunlukla değer-yüklü bir anlamda ve politik-ideolojik saldırı
amacıyla kullanmasından Marks adına rahatsız oluyor.
“Zaman zaman yazarına rağmen”le
bunu söylüyor. Ve TP, bütün ciddiyetiyle
“Sadece sömürü terimi değil, olası bütün değer-yüklü
terimlerin çıkarılması durumunda Kapital, atfedilen bilimsel
niteliğinden hiçbir şey yitirmeyecektir” diyebiliyor.
Burada
şöyle düşünmeliyiz:
Kapital'in
birinci cildinin önsözünde Marks ”bu
yapıtın son amacı da, zaten modern toplumun ekonomik hareket
yasasını ortaya çıkarmaktır “ diyor.
Bunun için kapitalizmde sömürü yasasının, ”bütün
değer-yüklü terimlerin”,
dolayısıyla artı değer yasasının açıklanması gerekir.
Bunları çıkartırsanız sömürünün, artı değerin kaynağını,
işçi sırfının tarihsel rolünü, sermaye birikimi yasasını;
bir bütün olarak kapitalizmin hareket yasalarını
açıklayamazsınız. Kapital'de geriye sadece “İngiliz
fabrika mevzuatının tarihinin”
(Marks) açıklanması kalır.
TP
bunu öneriyor. Marks'ın Kapital'de kapitalist üretim biçiminin
ekonomik hareket yasalarını açıklamasını önemsiz görüyor.
Sonra
“İki
ayrı yazarın Marxın yazılarındaki aykırılıklara ilişkin
değerlendirmelerini aktarmak uygun bir yol olarak görünüyor”
diyerek Kapital'i dinamitleme, parçalama işine destek arıyor:
“G.
G. Brenkert, Marxın özellikle Kapitalde rastlanan yaklaşımını
şu ifadelerle değerlendiriyor: Marxın zaman zaman tutarsız
olduğunu, bazı ifadelerle taktik bir avantaj sağlamaya çalıştığını
ya da zaman zaman teorik görüşleriyle tam bir uyum içinde değil
de içinden geldiği biçimde yazdığını, bir olasılık olarak
dışlayamayız. Bu nedenle, Marxın kapitalizm ve adalet üzerine
yaptığı çeşitli yorumlara yaklaşırken, bu yorumların onun
görüşlerinin genel kapsamına en iyi şekilde nasıl uyduğunu
göstermek gerekir”(George
G. Brenkert, Marxın Özgürlük Etiği, Ayrıntı Yay., 1998, s.
179, Aktaran TP, adı geçen yazı).
TP,
arkasından Norman Geras'ı konuşturuyor:
“Norman
Gerasın değerlendirmesi, tamamen farklı saiklerle olsa da benzer
bir yaklaşımın ifadesi: … ücret ilişkisinin doğasını
açıklamakta diyalektik çelişkilerle oynadığı için, Marxın bu
alandaki bütün fikirlerini birbirleriyle tutarlı kılma olanağı
yoktur. Dolayısıyla, bu anlaşmazlığın çözülmesi, bizim bir
miktar zihinsel yeniden-yapımcılık çabası göstermemizi, onun
çeşitli görüşlerinden en iyi biçimde bir sonuç çıkarsamaya
çalışmamızı gerektiriyor” (Norman
Geras, Adalet; Çev.: Mete Tunçay, Der.: Tom Bottomore, Marksist
Düşünce Sözlüğü, İletişim Yay., 1993, s. 12).
TP,
bunu neden yaptığını da açıklıyor: “Bu
özgül değerlendirmelerin Althusserin kategorik Marx
ayrımlaştırmasıyla...birlikte ele alınması”
gerekiyormuş.
Marks'ı
“genç
Marks”, “olgunlaşmış Marks”
diye ikiye bölen “kahraman”ın Althusser “üstat” olduğunu
biliyoruz.
“Kapitalde
Marksizmin bilim bileşeninin temel kavramları yatmaktadır, ancak
bu, Kapitalin tamamen tarihsel bir ürün olduğu bağlamında
anlaşılabilir ve sonraki Marksistlere, Kapitali ayrıştırma
sorumluluğu düşer” diyor
TP. Ve TP, “sonraki
Marksistler”i
temsilen gerçekten de bunu “Sadece
sömürü terimi değil, olası bütün değer-yüklü terimlerin
çıkarılması durumunda Kapital, atfedilen bilimsel niteliğinden
hiçbir şey yitirmeyecektir” diyerek
yapıyor,
“Kapitali ayrıştırma sorumluluğu”nu
yerine getiriyor.
TP,
Kapital'i Kapital olmaktan, Marks'ı Marks olmaktan çıkartmaya
devam ediyor.
TP,
görüşüne defalarca baş vurduğu bir yazarı (George G. Brenkert)
öne sürerek, farklı üretim biçimlerini neredeyse aynılaştıran
bir “değerlendirme” yapıyor.
“Eğer,
klasik ekonomi politikçiler haklı olsaydı ve emek hak ettiği
karşılığı alamasaydı, sömürülme ve ezilme üretim
ilişkisiyle özdeş olur ve orada gerçekleşirdi. Marxa göre,
emek-gücü kendi karşılığını hakkıyla alır; artık
(kapitalizmde artı-değer), emek tarafından yaratılır.
Dolayısıyla, Marxın kapitalizmi mahkum edişi kapitalizmin
adaletsizliğinin mahkum edilişi değildir ve olamaz”.
TP,
yine bir şey söylemek istiyor, ama söylemek için dolanıp
duruyor. Yukarıdaki gibi hareket ediyor. “Marx,
işgücünün karşılığının tam olarak, ücret şeklinde,
ödendiği konusunda net ve ısrarlıdır”
diyor. “Klasik
ekonomi politikçiler”e
gönderme yapıyor, Marks'ın, onların “sömürünün,
emeğe hak ettiği ücretin ödenmemesi sonucu ortaya çıktığı
şeklindeki anlayışından farklı düşün”(düğünü)
yazıyor ve sonra da kapitalizmde adalet-adaletsizlik,
haklılık-haksızlık arayışına giriyor:
“Para
sahibi bir günlük işgücünün değerini ödemiştir; bunun için
onun bir günlük kullanımı, bir günlük iş ona aittir. İşgücünün
günlük tüketimi yarım günlük çalışmaya mal olmasına
karşılık aynı işgücünün tam bir gün çalışabilmesi ve
dolayısıyla bir gün zarfında kendisi için ödenenin iki katı
değer yaratması, kuşkusuz satın alan için iyi bir şanstır, ama
satıcı için hiç de bir haksızlık değildir”
(Marks, Kapital, C. I, s. 208).
Marks'ın
bu değerlendirmesinden hareketle “klasik
ekonomi politikçileri”
eleştiri adı altında Marks ve Kapital'i farklı değerlendiriyor.
Her
şeyden önce belirtelim ki, Marks kapitalizmi adaletli midir, değil
midir tartışmasına girmemiştir veya böylesi konular onun teorik
çalışmasında TP'nin görmek istediği gibi yer yer tutmaz.
Yukarıya aktardığımız anlayışında Marks pazarda iki özgür
insanın sermaye sahibi ve işgücü sahibi olarak karşı karşıya
geldiklerini ve karşılıklı “rıza” üzerinden anlaştıklarını,
tam da bu nedenden dolayı satın alanın da satanın da işin
bilincinde olduğunu anlatıyor.
Arkasından
TP, yazarını (George G. Brenkert) öne sürerek söylemek
istediğini söylüyor:
“Eğer,
klasik ekonomi politikçiler haklı olsaydı ve emek hak ettiği
karşılığı alamasaydı, sömürülme ve ezilme üretim
ilişkisiyle özdeş olur ve orada gerçekleşirdi. Marxa göre,
emek-gücü kendi karşılığını hakkıyla alır; artık
(kapitalizmde artı-değer), emek tarafından yaratılır.
Dolayısıyla, Marxın kapitalizmi mahkum edişi kapitalizmin
adaletsizliğinin mahkum edilişi değildir ve olamaz”.
Burada
“emek” ile kastedilen işgücüdür. Peki satılan işgücünün
“hak
ettiği karşılık” nedir
ve kim belirliyor? Satılan işgücünün karşılığı alınan
ücrettir. Ücret üzerine işgücünü satıl alan da satan da
anlaşmıştır; kimsenin kimseye diyeceği yoktur. Ama ücret,
işgününün bir günlük kullanımının, tüketiminin,
harcanmasının karşılığıdır. Fiyatı belli (ücret miktarı)
bu kullanım sonunda elde edilen ürün, işgücünü satın alana
(kapitaliste) aittir. TP, yazarını öne sürerek ve “klasik
ekonomi politikçiler”i
eleştiri adı altında onlar “haklı
olsaydı ve emek hak ettiği karşılığı alamasaydı, sömürülme
ve ezilme üretim ilişkisiyle özdeş olur ve orada gerçekleşirdi”
diye sömürüyü (ve baskıyı) üretim sürecinden, ilişkilerinden
çıkartıyor. Peki, sömürü nerede gerçekleşiyor?
Sömürüyü,
dolayısıyla artı değer üretimini üretim sürecinden
çıkartırsanız, geriye konuyla bağlam içinde ne Marks kalır ne
Kapital ve ne de kapitalist üretim biçimi kalır.
TP,
bu anlayışından hareketle “Marxın
kapitalizmi mahkum edişi(nin) kapitalizmin adaletsizliğinin mahkum
edilişi”
olmadığı, olamadığı ve olamayacağı sonucuna varıyor.
TP,
buna neden gerek duyduğunu da açıklıyor:
“İşçi
sınıfı, toplumsal üretim tarzı boyutunda, ezilmemekte,
haksızlığa uğramamakta, sömürülmemektedir. Kapitalizm işçi
sınıfına haksızlık eden, adaletsiz davranan bir üretim tarzı
değildir. Dolayısıyla, üretim tarzı düzleminde sömürü ve
ezme-ezilme ilişkisi söz konusu değildir”.
Şimdi
TP'nin bu tespitini Türkçeleştirelim:
İşçi
sınıfı kapitalist üretim biçiminde sömürülmüyor.
İşçi
sınıfı kapitalist üretim biçiminde ezilmiyor.
İşçi
sınıfı kapitalist üretim biçiminde haksızlığa uğramıyor.
Kapitalist
üretim biçimi işçi sınıfına haksızlık etmiyor.
Kapitalist
üretim biçimi adaletsiz davranmıyor.
Ve
nihayet:
Kapitalist
üretim biçiminde; bu sistem genelinde “sömürü
ve ezme-ezilme ilişkisi söz konusu değildir”.
Veya
da yalın olarak “üretim
tarzı” kavramı
kullanıldığına göre belki de şimdiye kadarki bütün üretim
tarzlarında “sömürü
ve ezme-ezilme ilişkisi söz konusu değildir” deniyor.
TP'nin
bu kapitalizm savunuculuğunu, “masum” göndermelerle ”bu
yapıtın son amacı da, zaten modern toplumun ekonomik hareket
yasasını ortaya çıkarmaktır“
diyen Marks'ı Marks olmaktan, Kapital'i Kapital olmaktan çıkartışını
eleştirmeyeceğim. Kapitalizm üzerine bir kitap daha yazmaya
niyetim yok!
TP,
ortaya “çakma” bir Marks, “çakma” bir Kapital çıkartıyor!
TP'ye
göre kapitalist üretim biçimi, ekonomik ilişkilerinde, sömürü,
adalet, adaletsizlik, baskı vb. düzlemlerinde eleştirilemez. Ancak
felsefi anlamda eleştirilebilir ve mahkum edilebilir. Hemen
arkasından yeniden “adalet
ve adaletsizlik”
sorununa dönüyor ve bu sefer doğrudan Marks'ı öne sürüyor:
TP'nin
kısmen aktardığı anlayışın tamamını verelim:
“Burada,
Gilbart'in yaptığı gibi, doğal adaletten söz etmek (nota
bakiniz) saçmadır. Üretimi yürütenlerin arasında geçen
işlemlerin adaleti, bunların, üretim ilişkilerinin doğal
sonuçlarından ileri geldikleri olgusuna dayanır. Bu ekonomik
işlemlerin, ilgili tarafların iradi hareketleri
olarak,
kendi ortak iradelerinin ifadeleri olarak ve devlet zoruyla kabul
ettirilebilir sözleşmeler olarak göründükleri hukuki biçimler,
sırf biçimler olarak bu içeriği belirleyemezler. Bunlar onu
yalnızca ifade ederler. Bu içerik üretim tarzına tekabül ettiği,
ona uygun düştüğü yerde adaletlidir. Bu biçimle çeliştiği
yerde adaletsizdir. Kapitalist üretim temeli üzerinde kölelik
adaletsizdir; tıpkı, metaların kalitesine hile karıştırmanın
adaletsiz olması gibi“
(Kapital, C. III, s. 351/352).
Marks,
burada kapitalist üretim biçiminin adaletli olup olmadığından
bahsetmiyor. Kapitalist üretim biçiminde işlerliğin nasıl
yürüdüğünden, nasıl yürümesi gerektiğinden bahsediyor.
Verilen örnekte olduğu gibi içerik ile biçim ilişkilerinden,
bunların birbirlerine uyumluluğundan veya uyumsuzluğundan
bahsediyor. “Kapitalist
üretim temeli üzerinde kölelik adaletsizdir”.
Neden? Çünkü kapitalizmde sömürü köleciliğe dayanmadığı
için; içeriği ile biçimi uyumsuzluk sergilemiş olacağı için.
Ama kapitalizmde sömürünün işgücünün sömürüsüne
dayanması, sistemin içeriği ile sömürü konusunda biçimi
uygunluk taşır; bu kapitalizme özgüdür, buna adaletsizlik
diyemezsin. Kapitalizmde kapitaliste işçiyi neden sömürüyorsun
diyemezsin, çünkü sistem bu sömürü üzerine kurulmuştur. Ama
buradan hareketle kapitalist üretim biçiminin adaletli olduğunu da
savunamazsın.
TP,
kapitalist üretim biçimi yorumuna devam ediyor:
“Marx,
kapitalizmde adaletsizlik ya da soygun hakkının sadece kapitalistte
olmadığını da belirtiyor: İşçinin çalıştığı süre,
kapitalistin ondan satın aldığı emek-gücünü harcadığı
süredir. İşçi, eğer bu süreyi kendisi için harcarsa,
kapitalisti soymuş olur”.
Kapitalizmde
işçilerin de adaletsizlik ve soygun hakkının olduğunu kanıtlama
derdine düşmüş olan TP, Marks'ı öne sürüyor:
“İşçinin
çalıştığı süre, kapitalistin ondan satın aldığı işgücünü
harcadığı süredir. İşçi, eğer bu süreyi kendisi için
harcarsa, kapitalisti soymuş olur“
(Kapital, C. I, s. 247).
Diyelim
ki, böylece TP, kapitalizmde işçinin de ”hırsız“,
”adaletsiz“ olduğunu, sermaye sahibine karşı haksızlık
yaptığını Marks'ı öne sürerek kanıtlamış oluyor.
Şimdi
Marks'ın yukarıya aktarılan anlayışının devamına bakalım:
”Öyleyse,
kapitalist, metaların değişimi yasasına dayanmaktadır. O da,
bütün alıcılar gibi, metaının kullanım değerinden mümkün
olduğu kadar büyük yarar sağlama peşindedir. Ama birdenbire
işçinin, üretim sürecinin gürültü-patırtısı arasında
bastırılmış olan sesi yükselir:
Benim
sana sattığım meta, bütün öteki metalardan farklıdır; onun
kullanımı değer yaratır, kendisinden daha büyük olan bir değer.
Zaten sen de, onu, bunun için satın almıştın. Senin yönünden
sermayenin kendiliğinden genişlemesi gibi görünen şey, benim
için, fazla iş gücü harcanmasıdır. Sen de, ben de, piyasada tek
bir yasa tanırız, metaların değişim yasası. Metaın tüketimi,
onu elden çıkartan satıcıya değil, onu ele geçiren alıcıya
aittir. Benim günlük işgücüm, işte bu yüzden, sana ait oluyor.
Onun için her gün ödediğin fiyatla, onu her gün yeniden
üretebilmen ve tekrar satabilmen gerekiyor. Benim, yaşlılık ve
benzeri doğal tükenmeler dışında, yarın, gene tıpkı bugünkü
gibi aynı normal güçle, sağlıkla ve zindelikle çalışabilmem
gerek. Sen, bana, durmadan “tutumluluk“ ve “perhizkârlık“
konusunda vaizler verirsin. Güzel! Ben de akıllı bir mal sahibi
gibi, tek servetim olan işgücüme gözkulak olacak ve onun her
türlü israfından kaçınacağım. Her gün, yalnızca onun normal
ömrü ve sağlıklı gelişmesine uygun düşecek kadarını
harcayacak, harekete geçirecek ve eyleme sokacağım. İşgününü
sınırsız olarak büyütmekle, sen bir gün içinde, benim üç
günde yerine koyamayacağım kadar işgücünü kullanabilirsin.
Senin emekten kazandığını ben özden yitiriyorum. İşgücünün
kullanılması ile, yağma edilmesi birbirinden çok farklı
şeylerdir. Ortalama bir işçinin (normal miktarda iş görerek)
yaratabileceği ortalama zaman süresi 30 yıl ise, senin bana
işgücümün karşılığı olarak günde ödediğin miktar,
işgücümün toplam değerinin 1/365x30 ya da 1/10.950'i olur. Ama
sen bunu 10 yılda tüketirsen, onun toplam değeri olan 1/3.650'si
yerine günde 1/10.950'sini ödemiş olursun; yani benim metanın
günlük değerinin ancak 2/3'ini ödemekle, sattığım metaın her
gün 2/3'sini çalmış olursun. Bir günlük işgücü için bana
para ödediğin halde, onu üç gün kullanmış olursun. Bu, hem
aramızdaki sözleşmeye, hem de değişim yasasına aykırıdır. Bu
nedenlerle hem normal uzunlukta bir işgünü istiyorum, ve bunu da
kalbini işe karıştırmadan yapıyorum, çünkü para konularında
duyguların yeri yoktur. Örnek bir yurttaş olabilirsiniz, belki de
Hayvanları Koruma Derneği üyesi, dindarlığınızla ün yapmış
bir kişisinizdir; sizin benim karşımda temsil ettiğiniz şeyin,
göğsünde kalbi yoktur. Orada çarpar gibi görünen benim kalp
atışlarımdır. Normal bir işgünü istiyorum, çünkü ben de
diğer bütün satıcılar gibi malımın değerini talep ediyorum.
Görüyorsunuz
ki, çok esnek sınırları olmasından başka, meta değişiminin
niteliğinin kendisi de, ne işgünü için, ne de artı-değer için
sınır tanıyor. Kapitalist, alıcı kişiliği içinde işgününü
mümkün olduğu kadar uzatmaya, ve elinden gelse bir işgününden
iki işgünü çıkartmaya çabalama hakkını kendisinde
görmektedir. Buna karşılık, satılmış olan metaın özel
niteliği, onu satın alanın tüketme isteğine bir sınır
konulmasını gerektirmekte ve işçi, işgününün belirli normal
bir süreye indirilmesini isterken, satıcı olmaktan gelen hakkını
kullanmaktadır. Öyleyse burada bir karşıtlık, her ikisi de
değişim yasasının damgasını taşıyan iki hak arasında bir
çatışma vardır. Eşit haklar arasında son sözü kuvvet söyler.
Ve bunun için de, kapitalist üretim tarihinde, bir işgününün
belirlenmesi, sürüp giden bir mücadelenin toplam kapitalistler,
yani kapitalist sınıf ile toplam işçiler, yani işçi sınıfı
arasındaki mücadelenin bir sonucu olarak kendisini gösterir“
(Kapital, C. I, s. 247-249).
TP,
Marks'tan yapmış olduğu alıntının devamını getirmiş olsaydı
(burada getirmiş olsaydı, yazının devamında bu anlayıştan
bahsediyor) yukarıda herhalde susmak zorunda kalırdı; en azından
yukarıdaki anlayışlarından vazgeçerdi. Kapital'den işine
yarayan birkaç cümle ile Marks'ın kapitalizm analizini istediği
biçime sokamazdı.
TP,
yine yazarını (Brenkert) öne sürerek kapitalist toplumun
adaletli olabileceğini savunmaya kalkışıyor. Doğrudan savunmaya
cüret edemediği için “Bu,
yanıtlanması zor, ama sorulması gerekli olan bir sorudur”
diyor.
“Marxın
yukarıda dile getirdiği türden adaletsizliğin olmadığı,
dolayısıyla, toplumsal üretim tarzı düzleminde ve –üstyapı
öğelerinin varlığı bir an ihmal edilirse– genel olarak
toplumsal formasyon düzleminde adaletsizliğin ve haksızlığın,
yani ezen-ezilen ilişkisinin olmadığı bir kapitalist toplum
olabilir mi? Brenkert, kapitalist toplumun sadece teorik olarak
değil, pratik olarak da adil olabilmesi[nin] mümkün olduğunu
söylüyor. Bu tür toplumlara örnek olarak, göçmen işçi
alımından önceki İsviçre ile İskandinav ülkeleri verilebilir
mi? Bu, yanıtlanması zor, ama sorulması gerekli olan bir sorudur”.
Ve
TP bombayı patlatıyor:
“Şu
halde, işçinin işgücü satıcısı olarak tanınması kendi
başına bir sömürü, haksızlık ve adaletsizlik anlamına
gelmiyor. Kapitalist işçiyi, işçi –tanıdığını ilan ettiği
bir kimlik– olarak değil de, sözleşmeye aykırı hareket ederek,
sözgelimi bir köle olarak görür ve davranırsa, ortada bir
adaletsizlik var demektir. Bu durumda, hırsızlıktan, karşılığı
ödenmemiş işgücünden ve sömürüden söz edilebilir. İşçi,
bu haksızlığa isyan eder”.
Bu
anlayışı Türkçeleştirelim:
Tamam,
işçinin işgücünü satışa çıkarmasında ve bunu bir
kapitalistin satın almasında -bu alış veriş işleminde “bir
sömürü, haksızlık ve adaletsizlik”
yok.
Kapitalist,
işgününü “iş olsun” diye satın almamıştır,
çalıştıracaktır. İşgücünün çalıştığı, ürettiği
süreç aynı zamanda sömürü sürecidir. Bu süreç, yine aynı
zamanda haksızlığa ve adaletsizliğe kaynaklık eden süreçtir.
Kaynaklık eden diyorum, çünkü kapitalist kurallara uyabilir, ama
uymayabilir de. Çoğu kez de uymaz.
TP,
eğer kapitalist “sözleşmeye
aykırı hareket ederek, sözgelimi (işçiyi) bir köle olarak görür
ve davranırsa, ortada bir adaletsizlik var demektir”
diyor. Tamam, doğru. TP, kapitalist adaletsizlik yaparsa, yani
sözleşmeye uymazsa işte o zaman “hırsızlıktan,
karşılığı ödenmemiş işgücünden ve sömürüden söz
edilebilir (ve)
işçi, bu haksızlığa isyan eder” diyor.
Ne
oldu şimdi? Tekil olarak kapitalistler, bir bütün olarak
kapitalist üretim biçimi, işçiye, dolayısıyla işçi sınıfına
kölece davranmazsa, yani her iki sınıf arasındaki anlaşmaya
uyarsa, kapitalist üretim biçiminin bir hırsızlık sistemi
olamaz; bu sistemde karşılığı ödenmemiş emekten bahsedilemez;
dolayısıyla bu sistemde sömürüden bahsedilemez denmiş oşuor.
TP,
kapitalizmi böyle temize çıkartıyor.
TP,
kapitalizmi, Marks ve Kapital'i başkalaştırarak temize çıkartıyor.
TP,
sömürü ile üretim arasındaki bağı kopartarak işçi sınıfının
neden devrimci olduğunu; neden geleceği temsil ettiğini ortadan
kaldırıyor; kapitalizmin reforme edilebileceğini,
demokratikleştirilebileceğini, yaşanabilir, sahiplenilebilir bir
sistem olduğunu savunuyor.
Post-Marksizm
de bunu savunuyor.
“Devlet
ve ezilenler” alt başlığını geçiyoruz ve “Ezilenler
birleşin şiarı” alt başlığında biraz durarak yazıyı
sonlandırıyoruz.
TP,
bu sefer de Tony Cliff'i öne sürerek işçi sınıfına saldırıyor.
TP, insanı zorla, istemeyerek Troçkist yapıyor! TP'nin Tony
Cliff'ten yaptığı alıntılara katılıyorum, bu anlamda da
“Troçkist” oluyorum. Aksi taktirde T. Cliff'in formüle ettiği
genel geçerli doğruları bir daha formüle etmem gerekecekti.
Burada, bu konuda “Troçkist” olmamın nedeni de budur.
“Cliff,
İşçi Sınıfı ve Ezilenler başlıklı yazısında, Marxın işçi
sınıfını seçtiğini, çünkü işçi sınıfının tarihin
öznesi olduğunu, işçi sınıfının kollektif bir pozisyonda
olduğunu dile getirir... Oysa, işçi sınıfından çok daha fazla
acı çeken ezilenler, bir kollektif oluşturmazlar; Cliffe göre,
ezilenler bir bireyler toplamıdır. Asıl olan, çekilen acının
derecesi veya mahrumiyet değil, işçi sınıfının bir kollektif
olmasıdır.
Cliff,
ezilenleri kast ederek, Onlar kollektif mi? diye soruyor ve yanıtıyla
argümanlarını hemen sıralıyor:
Hayır.
Ezilenler otomatik olarak güçlerini birleştirmezler. Ezilenlerin
gökkuşağı ittifakı...
Eşcinsel
olmanız otomatik olarak siyahları destekleyeceğiniz, siyahsanız
otomatik olarak eşcinselleri destekleyeceğiniz ya da eşcinselseniz
otomatik olarak Yahudileri destekleyeceğiniz anlamına gelmiyor.
(…)”.
TP,
Cliff'i yorumluyor:
“Anlatımdaki
naiflik Cliffin kusuru değil; bu, bir anlayışın kusuru. Çünkü
yaklaşım, bu tür bir naiflik dışında ifade olunamıyor. Cliffin
sözlerinin aynen işçiler için de geçerli olduğunu tartışmaya
gerek var mı? Yok sanılmasın; var! Çünkü çok açık bir
gerçeği, bir teorik-politik pozisyonda duranlar, sırf bu duruşları
nedeniyle göremiyorlar”.
Buradan
şunu anlıyoruz:
İşçiler
de aynen ezilenler gibi farklı bileşimlerden oluşurlar. Belli bir
teorik anlayışta olanlar, salt o anlayışta olduklarından dolayı
işçilerin de bölük-pörçük olduklarını, bir bütünü
oluşturmadıklarını göremezler.
TP'ye
göre “İşçiler
arasındaki ve işçilerle öteki ezilenler arasındaki bölünmeler
ile ezilenlerin öteki kesimleri arasındaki bölünmeler arasında,
hiçbir kategorik ayrım bulunmamaktadır”.
Söylenecek
fazla bir şey kalmadı. Daha önceki yazılarda söylenenleri
tekrarlamak yerine “SSCB Ekonomi Enstitüsü Bilimler Akademisi,
Politik Ekonomi Ders Kitabı”ından aktarayım:
“Yardımıyla
maddi varlıkların üretildiği üretim aletleri, bu aletleri
harekete geçiren ve belirli bir üretim deneyimi ve iş becerisi
sayesinde maddi varlıkların üretimini gerçekleştiren insanlar,
toplumun üretici güçlerini oluştururlar. İnsan toplumunun
gelişmesinin bütün aşamalarında, emekçi kitleler, esas üretici
güçtür.
Üretici
güçler, insanın maddi varlıkların üretilmesi için kullanılan
aletler ve doğa güçleriyle ilişkisini ifade ederler. Ancak
insanlar, üretimde yalnızca doğa üzerinde değil, aynı zamanda
birbirleri üzerinde de etkide bulunurlar. “Yalnızca belirli bir
tarzda ortaklaşa etkinlik göstererek ve faaliyetlerini karşılıklı
olarak değiş tokuş ederek üretirler. Üretebilmek için
birbirleriyle belirli ilişki ve bağlar kurarlar, ve doğa
üzerindeki etkileri, üretim, yalnızca bu toplumsal ilişkiler ve
bağlar içinde gerçekleşir.” - İnsanların maddi varlıkların
üretim süreci içindeki belirli ilişkileri ve bağları, üretim
ilişkilerini oluşturur.
Üretim
ilişkilerinin karakteri, üretim araçlarının (toprak, ormanlar,
sular, yeraltı zenginlikleri, hammaddeler, üretim aletleri, işletme
binaları, ulaşım araçları, haberleşme sektörü vs.) kimin
mülkiyetinde bulunduğuna bağlıdır“
(s. 4).
Kapitalizmde
üretim araçlarının mülkiyeti özeldir; kapitalist sınıfın
elindedir. Bundan dolayı kapitalizmde üretim ilişkilerinin bir
yanında üretim araçlarına sahip olan sınıf, diğer yanında da
geçimini sağlamak için işgücünden başka satacak bir şeyi
olmayan insanlar durur. Bu insanlar, üretimdeki konumlarından
dolayı sınıf olurlar; işçi sınıfı. Demek ki, kapitalizmde
belli bir insan topluluğu üretim ilişkilerindeki yerinden dolayı
sınıf olmaktadır.
“Ezilenler”in
ise böyle bir özelliği yoktur.
TP'nin,
“İşçiler
arasındaki ve işçilerle öteki ezilenler arasındaki bölünmeler
ile ezilenlerin öteki kesimleri arasındaki bölünmeler arasında,
hiçbir kategorik ayrım bulunmamaktadır”
tanımlaması tamamen bir demagojidir. İşçi sınıfı, saflarına
sürekli katılımdan dolayı sürekli değişim içinde olan bire
sınıftır. Sınıf bilinçli olmayan işçi sınıfı, burjuva
ideolojisi ve toplumun etkisi altında bölük-pörçük gözükür.
Bundan doğal bir şey olamaz. Bu doğallığın aşılması, işçi
sınıfının sınıf olarak hareket etmesi bilinçlenmesine -sınıf
bilinçlenmesine- bağlıdır.
Ama
“ezilenler”de böyle bir durum söz konusu değildir. Onların
bileşiminde -işçi sınıfı dışında- sınıf olma özelliği
taşıyan bölükler yoktur. TP, bu gerçekleri birbirine
karıştırıyor, işçi sınıfı “ezilenler”den daha az
bölük-pörçük değildir, bölünme konusunda aralarında
kategorik bir ayrım yok diyebiliyor. Doğrudur, yukarıda sömürüyü
üretimden neden kopardığını, yani işçi sınıfını sınıf
yapan gerçekliği neden ortadan kaldırdığını şimdi anlıyoruz.
Doğrudur, işçi sınıfını sınıf yapan ilişkileri; kapitalist
üretim ilişkilerini sömürü-üretim bağlamında ortadan
kaldırırsan, sadece işçi sınıfını değil, kapitalist sistemi
de ortadan kaldırmış olursun. TP, bu konuda Negri'ye, Kurz'a
öykünüyor, onların 1990'lı başında söylediklerini tekrar
ediyor. İşin garip tarafı bu coğrafyada sermaye ile “emek”
arasındaki bağı kopartarak TP'ye öykünenler de yok değil.
TP,
işçi sınıfını yoklaştırmakta, onu misyonsuz kılmakta oldukça
kararlı.
Aynı
yazıda devamla şöyle deniyor:
“İşçi
sınıfının kapitalist toplumsal formasyonda yerine getirmeye aday
olduğu misyonla, işçilerin fabrikalarda binlercesi bir arada
kollektif üretim etkinliği içinde bulunmalarının herhangi bir
bağlantısı olamaz”.
Yanıltmak
isteyen, okuru saçma bir ikilemle karşı karşıya bırakamaya
hizmet eden bir cümle.“İşçi
sınıfının kapitalist toplumsal formasyonda yerine getirmeye aday
olduğu misyon” üretim
araçlarının özel mülkiyeti üzerinde yükselen mevcut sistemi
-kapitalizmi- yıkmak ve yerine üretim araçlarının toplumsal
mülkiyette olduğu sistemi -sosyalizmi- kurmaktır. İşçi
sınıfının tarihsel misyonu budur. Ama işçi sınıfının bu
misyonu yerine getirmesi için önemli olan, binlerce veya yüzlerce
veya da onlarca işçinin aynı fabrikada kolektif üretiyor olup
olmaması değildir. İşçi sınıfı sayısından dolayı değil,
üretimdeki konumundan dolayı
söz konusu misyonu gerçekleştirmekle karşı karşıyadır. TP,
“İşçi sınıfının
kapitalist toplumsal formasyonda yerine getirmeye aday olduğu
misyon”un
nereden kaynaklandığını -üretimdeki yerinden kaynaklandığını-
atlayarak “yerine getirmeye aday
olduğu misyon”la
işçi sınıfının her bir üretim birimindeki sayısal bağını
kuruyor. Yukarıdaki cümlenin devamından bu anlayış açıkça
dile getiriliyor:
“Nitekim
bu anlayışa göre, kapitalist üretim organizasyonunun günümüzdeki
yönelimleri işçileri bir çatı altında bulunan topluluklar
olmaktan çıkarma eğiliminde olduğu için, işçi sınıfının
tarihsel misyonu da tehlikeye girmiş olacaktır”(Aynı
yazıdan).
Demek
ki, işçi
sınıfının tarihsel misyonu tehlikeye girmemesi için “işçileri
bir çatı altında bulunan topluluklar olmaktan” çıkmamaları
gerekiyor.
Doğru, o anlayışta olanlar
için işçi sınıfının tarihsel misyonu tehlikeye girmiş olur.
Ama bu TP'nin aşağıdaki yorumunu haklı çıkartmaz:
Yukarıdaki
anlayış, “işçi
sınıfını, şurada ve şu anda ya da şu bölgede bir arada ya da
ayrı ayrı hareket eden işçilerle özdeşleştirmekten kaynaklanan
bir yaklaşımın sonucudur ve gerçekten bu yaklaşım sahiplerinin
kapitalizmin kitle üretimi döneminin militan savunucuları olması
zorunlu olmaktadır. Eski-biçimli kapitalizmle birlikte işçi
sınıfı ve Marksizm de tarihe havale olmakla karşı karşıyadır
çünkü”
(Aynı yazıdan).
Kapitalizmin
son birkaç on yıllık tarihi, üretim ve sermayenin
uluslararasılaşmasının bir sonucu olarak büyük, binlerce
işçinin kolektif çalıştığı fabrikaların tarihe karıştığını,
onların yerini nispeten küçük üretim birimlerinin aldığını;
bu anlamda da işçi sınıfının dağınıklaştığını, eskisi
gibi aynı yerde, toplu çalışmaktan kaynaklı olarak “kolay”
örgütlenme olanağının artık pek kalmadığını göstermektedir.
Ama bundan dolayı işçi sınıfının tarihsel rolünün üretimde
tuttuğu yerden kaynaklandığı gerçekliğinin tarihe karıştığı;
işçi sınıfının, buna bağlı olarak da Marksizmin yok olacağı
tehlikesini ancak ve anca TP görebilir.
TP'nin
bu kadar endişelenmesine, üzülmesine gerek yok. En son verilere
göre güncel olarak dünya çapında işçi sayısı yaklaşık üç
milyaradır. 1980'den bu yana ücretli işçi sayısı bir milyardan
fazla artmıştır. Bu artış daha ziyade emperyalizme bağımlı,
“gelişen” ülkelerde gerçekleşmiştir. Bu gerçeği yok
saymaya hiç kimsenin gücü yetmez, hele TP'nin hiç yetmez.
TP
devam ediyor:
“Cliffin
şu sözleri, ezici yaygınlıkta bir görüşün ifadesidir:
Ezilenler ancak işçi sınıfının anahtar gücü ile birleştiğinde
güç sahibi olabilirler...Ezilenlerin kurtuluşunun tek yolu, işçi
sınıfının liderliğinden geçiyor”.
Çok
doğru, aynen katılıyorum. Ama bunu Cliff'den önce bir “yükselti”
olarak gördüğünüz Lenin, “döne döne” anlatır.
“Ezilenler”in
nihai kurtuluşu, işçi sınıfıyla ortak hareket etmektir.
Marks
ve Engels döneminde “Dünyanın
bütün işçileri birleşin”
geçerliydi.
Emperyalist
çağda da
“Dünyanın bütün işçileri ve ezilen halkları birleşin”
geçerlidir.
*
9. makale
YOLUN SONU
(I)
“EZİLENLERİN
MARKSİZMİ”
“ÇAKMA
MARKSİZM” - POST-MARKSİZM
(Sıkça
sorulan sorular)
EZİLENLER VE
EZİLENLERİN MARKSİZMİ KAVRAMSAL OLARAK NEDİR NE DEĞİLDİR (I)
10. makale
YOLUN SONU
(II)
POST-MARKSİZM
- EMPERYALİST KÜRESELLEŞME VE EZİLENLER
MARKSİZM-LENİNİZME
GÖRE “EZİLENLER” VE “EZİLENLERİN MARKSİZMİ” NEDİR NE
DEĞİLDİR (II)
Post-Marksist
arayışların Anadolu cografyasına yansımaları (I)
(Sıkça
sorulan sorular)
11. makale
YOLUN SONU
(III)
POST-MARKSİZMİN
ANTİ-SINIFÇILIĞI - EZİLENLER
Post-Marksist
arayışların Anadolu cografyasına yansmaları (II)
(Sıkça
sorulan sorular)
Negri’nin
“Çokluk” Teorisi ve “Ezilenler” Arasındaki Diyalektik Bağ