İsrail ordusu ilk kez 1978’de Lübnan’a girdi. Filistin Kurtuluş Ordusu’nun (FKÖ) kuzeyden saldırılarını engellemek amacıyla işgal ettiği Lübnan topraklarından tamamen çekilmedi. FKÖ’nün 1982’de Lübnan’ı terk etmek zorunda kalmasından sonra da Lübnan’da kalan İsrail ordusu, 1985’te “Güvenlik Bölgesi” adı altında Lübnan’ın güney sınır bölgesini (İsrail’in kuzey sınırı) işgal altında tuttu. Bu bölgedeki Hristiyan Lübnanlılarla da işbirliği yapan İsrail ordusu, kuzeyden gelecek saldırıya karşı bir savunma şeridi oluşturmuş oluyordu.
FKÖ çekildikten sonra onun yerini zamanla İran ve Suriye güdümünde hareket eden Hizbullah aldı ve özellikle raket atışlarıyla İsrail’e karşı savaşını sürdürdü.
‘90’lı yılların başında revizyonist blokun çökmesi ve sonra Arafat önderliğinde FKÖ’nün Filistin sorununun çözümünü Amerikan emperyalizminin girişimine bırakması, yani Filistin davasına ihanet ve İsrail-Filistin yakınlaşması; Amerikan emperyalizminin bölgedeki hakimiyetini pekiştirmeye hizmet eden “barış” girişimleri sonucunda bölgedeki siyasi ve askeri şekillenmeler, “soğuk savaş” döneminin şekillenmeleri olarak yıkıldı. “Güvenlik bölgesi”ni, Lübnan’ın güney kısmında İsrail sınırı boyunca belli bir şeridi işgal altında tutmanın anlamı kalmadı.
Mayıs ayının ikinci yarısından itibaren işgal bölgesinden çekilme hazırlığı ve apar-topar çekiliş Arap dünyasının belli kesimlerinde zafer olarak algılandı. Öyle ki Hizbullah, İsrail ordusunu Lübnan’dan kovduğuna, onu yendiğine inanacak kadar zafer sarhoşu oldu ve boşalan alanlara yerleşti. Hizbullah’ın bu “askeri zaferi” Şam ve Tahran’da da kutlandı mı, bunu bilmiyoruz. Ama Suriye ve İran’da reel politikacılar bu çekilişin ne anlama geldiğini çok iyi biliyorlar.
İsrail, öncelikle ABD, AB, Rusya ile, hemen hemen bütün emperyalist ülkeler ile ve BM ile durumu konuşarak, anlaşarak işgal bölgesinden çekildi. Bu çekilme ile BM-Güvenlik Konseyi’nin 425 numaralı bildirgesinin gereğini yerine getirmiş oldu. Yani sınırın her iki tarafında “uluslar arası barış ve güvenliğin yeniden sağlanması”nda payına düşeni yapmış oldu.
İsrail, hemen hemen bütün Arap devletleri tarafından devlet olarak tanındı. Bunun ötesinde komşu Arap ülkeleriyle, örneğin Ürdün ve Mısır ile çok yönlü sıkı ilişkiler kurdu. Her şeyden önce işgale neden olan FKÖ ile anlaşma masasına oturdu. Her ne kadar, 1993’te Oslo’da başlayan görüşmeler ağır-aksak ilerliyorsa da, esas itibariyle amacına ulaştı: FKÖ, İsrail’i devlet olarak yok etme mücadelesinden vazgeçtiğini, onu devlet olarak tanıdığını, ona karşı mücadelesinin masa başında sürdüreceğini çoktan açıkladı. Filistin ile İsrail arasındaki çatışma esasa özgü olmaktan çıkarak ayrıntıya özgü oldu.
Bütün bunlar İsrail’i uluslar arası politikada ve ilişkilerde “haklı” konuma getirdi. İsrail, kendisine yönelen siyasi silahları etkisiz hale getirdi. Siyonizm, “barış” isteğini dünya kamuoyuna açıkladı. Bakın, çekiliyorum, ama buna rağmen saldırıyla karşı karşıya kalırsam kendimi savunurum ve bunu için de çok şiddetli saldırıya geçerim dedi/diyor.
İsrail’in bu politikası, Amerikan emperyalizminin politikasıdır. Şimdi, Amerikan emperyalizmi bu “barış” politikasını İsrail vasıtasıyla Ortadoğu’ya dayatıyor. Aslında Rusya’ya, AB’ye ve doğrudan da Suriye ve İran’a dayatıyor. Mevcut haliyle bu ülkelerden hiçbirisi İsrail’in güney Lübnan’dan çekilme politikasına karşı olamaz. Ama aynı zamanda ve bu koşullarda hiçbir güç, Hizbullah’ın İsrail’e saldırısını destekleyemez. Şimdi Suriye ve İran, Amerikan emperyalizminin Ortadoğu’daki “barış” politikasının önündeki bu iki lokal güç, köşeye sıkışmış durumda. Bu durumda Hizbullah’ı desteklemek barıştan yana olmamak, tamamen tecrit olmak ve Amerikan emperyalizminin, ‘Suriye ve İran terörizmi destekleyen ülkelerdir’ tespitini onaylamak, bölgedeki Amerikan girişimini onaylamak anlamına gelecektir. Bu durumda Ortadoğu’da Amerikan “barış” politikası, İran ve Suriye’yi köşeye sıkıştırıyor. Suriye, ya Hizbullah’ı İsrail’e karşı destekleyecek, ya da İsrail ile masaya oturacak. En yakın destekçisi olan Rusya’nın, Çeçen “terörizmi”ne karşı mücadele eden Rusya’nın , Suriye’nin Hizbullah’ı desteklemesini isteyemeyeceğine göre Suriye, İsrail ile “barış” görüşmesine başlamak zorunda kalacak. Suriye buna yanaşır mı, yanaşmaz mı, bunu bilmiyoruz. Ama başka bir seçeneği de yok. Aynı durum İran için de geçerli. “Reform” rüzgarlarının estiği İran, ya Hizbullah’ı desteklemeye devam ederek bütün dünya kamuoyu önünde “terörist devlet” olma özelliğini pekiştirecek, ya da dolaylı olarak Amerikan “barışı”nın bir unsuru olmak zorunda kalacak. Ayrı durum AB ve Rusya için de geçerli. Hiçbir emperyalist ülke veya bölgede söz sahibi olmak isteyen ülke, İsrail’in ABD güdümlü “barış” girişimine karşı gelecek, bu girişimi baltalayacak durumda değil. Aksi taktirde teşhir olma tehlikesiyle karşı karşıya kalır.
İsrail, bu ve benzeri hesaplar sonucunda işgal bölgesinden çekildi. İşgalin kalkması, Lübnan’ın devletsel bütünlüğü açısından önemlidir, olumludur. Ama bu, bir kısım Arap dünyasının ve Hizbullah’ın zaferi değildir. İlla da zafer aramak gerekiyorsa bu çekilme uzun vadede İsrail siyonizminin ve Amerikan emperyalizminin bölgemizdeki “barış” politikasının “zaferi”dir.