DOĞU
AKDENİZ’DE KESKİNLEŞEN REKABET –
TÜRK
BURJUVAZİSİNİN LİBYA “SEFERİ”
Doğu
Akdeniz'de Emperyalist ve Bölge Ülkeleri Arasındaki “İt Dalaşı”
Her
ne kadar bugün Doğu Akdeniz'de son yıllarda keşfedilen petrol ve
doğal gazdan dolayı emperyalist ve kıyıdaş ülkeler arasında
giderek keskinleşen bir rekabet söz konusu olsa da bu bölge
tarihsel olarak da jeopolitik konumu ve bu bağlamda stratejik önemi
bakımından her zaman elde tutulması gereken alan olarak
görülmüştür. Tarih boyunca bu
bölge, stratejik olarak, keşfedilen
enerji kaynaklarının
gölgesinde kalamayacak derecede önemli olmuştur:
“1-
Doğu Akdeniz, Avrupa-Asya-Afrika kıtalarını birbirine bağlayan
bir kavşak konumundadır.
2-Doğu
Akdeniz, aynı zamanda, Kuzey-Güney, Doğu-Batı yönlerinde
dünyanın önemli bir kavşağıdır.
3-Doğu
Akdeniz, Çanakkale Boğazı, Marmara Denizi ve İstanbul Boğazı
üzerinden Karadeniz'e; Cebelitarık Boğazı üzerinden Atlantik
Okyanusu ve Süveyş Kanalı üzerinden de Hint Okyanusu’na açılan
ve böylece önemli kara bölgelerini ve deniz alanlarını
birleştiren bölgedir.
4-Bu
coğrafi konumundan dolayı Doğu Akdeniz, dünya ticaretinde önemli
bir merkez durumundadır; Avrupa ticaretinin yüzde 40'ının;
Bağımsız Devletler Topluluğu ithalatının yaklaşık yüzde
60'ının ve ihracatının da yüzde 50'sinin bu bölgeden geçmesi
bu bölgenin önemini göstermektedir (Bkz.:Doğan
Yaşar ve Dursun Yıldız; Doğu Akdeniz’de Küresel Satranç, s.
309).
5-Dünya
ticaret trafiği açısından baktığımızda ise şunu görüyoruz:
Dünya deniz ticaretinin yüzde 30'u; deniz yoluyla yapılan dünya
petrol ticaretinin yüzde 25'i Doğu Akdeniz'den geçmektedir
(Bkz.:UNEP,
United Nations Environment Programme, Mediterranean Action Plan,
2012).
6-Doğu
Akdeniz, doğrudan Levant'e (Suriye, Lübnan, İsrail ve Filistin) ve
Ortadoğu'ya açılan deniz kapısıdır.
7-Bu
özelliklerinden dolayı Doğu Akdeniz, bölge ülkeleri ve
emperyalist ülkeler arasında rekabet edilmesi gereken oldukça
önemli bir stratejik konuma sahiptir. Doğu Akdeniz kontrol
edilmeksizin, Suveyş Kanalı deniz trafiği kontrol edilemez; Doğu
Akdeniz kontrol edilmeksizin Orta Doğu'nun kontrolü etkisiz kalır”
(1)
Doğu
Akdeniz'de keşfedilen petrol ve doğal gazın çıkartılması ve
pazarlanması bölgede rekabet eden güçler arasındaki çelişkileri
keskinleştirmiş ve karşılıklı yapılan hamleler ittifakların
yeniden şekillenmesine neden olmuştur, olmaktadır. Şimdiye kadar
Suriye’deki savaşın gölgesinde kalan bu kaynaklar üzerine bölge
ülkeleri (Filistin, İsrail, Kıbrıs, Türkiye, Mısır, Suriye ve
Lübnan) ve emperyalist güçler (ABD/AB-Rusya) arasındaki
rekabette, Suriye’de savaşın belli bir aşamaya gelmesinden sonra
sözel çıkışlar yerini fiili hamlelere bırakmıştır.
Türkiye
hariç diğer ülkelerin münhasır ekonomik bölge sınırlarını
tespitinde uluslararası enerji tekelleri ve onlarla bağlam içinde
farklı emperyalist güçler belirleyici bir rol oynadılar.
Türkiye’nin, BM’nin devlet olarak tanıdığı Libya (“Ulusal
Mutabakat Hükümeti”) ile 27 Kasım 2019’da imzaladığı
anlaşmayla Doğu Akdeniz’deki Kıta Sahanlığı/Münhasır
Ekonomik Bölge sınırlarını belirledi. Arkasından askeri alanda
işbirliği anlaşması ve Libya’ya asker gönderme sorunu gündeme
geldi. Türkiye’nin Libya ile attığı bu adımlar, Doğu
Akdeniz’in kıyıdaş ülkeler arasındaki paylaşımı üzerine
rekabeti keskinleştirdi. Öncelikle Yunanistan, Kıbrıs Rum kesimi,
İsrail ve Mısır öncülüğünde Doğu Akdeniz’in MEB bazlı
paylaşımı, Türkiye-Libya arasındaki MEB anlaşmasıyla
tartışılır hale getirildi. Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin
doğrudan müdahil olmasından ve askeri korumayla sondaj gemilerini
Doğu Akdeniz’e salmasından bu yan üstü kapalı rekabet dönemi
sonlandı.
Doğu
Akdeniz’de Türkiye-Güney Kıbrıs Rum Kesimi-Yunanistan ve Mısır;
Türkiye-İsrail; İsrail-Lübnan; İsrail-Mısır; Suriye-İsrail;
İsrail-Filistin arasında bu enerji sahasının paylaşılması
üzerine açık-kapalı rekabet; bu rekabete emperyalist ülkelerin
doğrudan ve dolaylı olarak müdahil olmaları veya bölge
ülkelerinin emperyalist güçlerin çıkarlarını hesaba katarak
rekabet etmeleri, bu bölgedeki rekabetin ne denli bölgesel
olmaktan çıktığını göstermektedir.
Sorun,
sadece Doğu Akdeniz'de keşfedilen petrol ve doğal gazın nasıl
paylaşılacağıyla sınırlı değildir. Paylaşım üzerine
rekabet sürerken, çıkarılacak enerjinin Avrupa başta olmak üzere
dünya pazarlarına taşınabilmesi için güzergah üzerine de
birbiriyle rekabet eden projeler gündeme getirilmiştir.
Bu
projeler içinde Türkiye'yi tamamen dışlayanlar olduğu gibi,
“olmazsa olmaz” yapan projeler de var (2)
Müdahil
Güçler
Kıbrıs
Rum Kesimi, Yunanistan, Mısır, İsrail ve Lübnan arasında
“Akdeniz Stratejik İttifakı” oluşturuldu. Bu ittifaka göre
söz konusu ülkeler, bölgedeki doğal gazın işletilmesinde,
pazarlanmasında ve ülkelerin kıta sahanlıklarına paralel olarak
dağılımında anlaştılar. Savaşta olan Suriye ve bilinçli
olarak da Türkiye bütünüyle bu sürecin dışında kaldılar.
AB,
Kıbrıs’ın bütününü tek ülke olarak görüyor. AB içinde
Doğu Akdeniz’de etkili olmaya çalışan ülkelerin başında da
Fransa ve Almanya geliyor. Fransa müdahil olmayı askeri seçenek
boyutuna taşırken, Almaya işi şimdilik diplomasi yoluyla
yürütüyor.
İngiltere
ise (şimdi AB üyesi değil) Kıbrıs’taki garantörlük rolünden
dolayı Doğu Akdeniz’deki gelişmelere doğrudan müdahil oluyor.
Kıbrıs
Rum Kesimi, Yunanistan, Mısır, İsrail ve Lübnan arasında
imzalanan “Akdeniz Stratejik İttifakı”nın arkasındaki güç
öncelikle ABD’dir. AB de bu ittifakın içindedir. Arama ruhsatı
verilen şirketlerin menşei meselenin ne olduğunu göstermektedir.
Şüphesiz
ki, Amerikan emperyalizmi açısında Doğu Akdeniz sorunu sadece,
bölgede keşfedilen enerjinin çıkarımı ve dünya pazarlarına
sevkıyatıyla sınırlı değildir. Amerikan emperyalizmi açısından
Doğu Akdeniz, dünya hakimiyeti jeopolitikası ve stratejisi
anlamında da oldukça önemlidir. ABD’ye göre bu alanda Rusya ve
ilerisi için de Çin’in hakim güç olmaları engellenmelidir.
Sorun budur.
Rusya,
Suriye’de askeri güç olarak varlığını aynı zamanda Doğu
Akdeniz’de de nüfuz sahibi olacak biçimde konuşlandırmıştır.
Rusya açısından Suriye, genel olarak Ortadoğu politikası ile
Doğu Akdeniz politikasının merkezi üssü konumundadır.
Rusya,
Doğu Akdeniz’e kıyıdaş olan Suriye üzerinden enerji rekabetine
müdahil olurken, Lazkiye ve Tartus’ta bulunan deniz ve hava
üsleriyle de müdahale etmek için hazır olduğunu göstermektedir.
Bu
durumdan dolayı Doğu Akdeniz’de Rusya’nın olmadığı bir
rekabet düşünülemez.
Türkiye,
Doğu Akdeniz’de “değerli” yalnızlığını, Libya ile yapmış
olduğu MEB ve askeri anlaşmalarla yıkmaya çalışıyor. Yaptığı
son hamleler kendi gücüne dayanarak yapılan hamlelerdir. Küresel
ve bölgesel güçlerin kendini hesaba katmadan oluşturmaya
çalıştıkları Doğu Akdeniz stratejilerini zora sokan hamlelerdir
bunlar. Bir taraftan “ulusal çıkar”, diğer taraftan da “ulusal
çıkarı” koruma hamleleridir; bunlar, Doğu Akdeniz’de Libya
ile varılan anlaşma sonucunda sınırları tespit edilen MEB,
“ulusal çıkar”ı ve Libya ile yapılan askeri anlaşmalar da
“ulusal çıkarı” korumayı ifade eden hamleleridir.
Türkiye’yi
Doğu Akdeniz’den
dışlamaya çalışan güçler şunu söylüyorlar: Türkiye, her ne
kadar coğrafi olarak üç kıtanın birleştiği yer ve
Doğu
Akdeniz’de
sınırları en uzun kıyıdaş ülke olsa da, Doğu
Akdeniz’de belirlediğimizin ötesinde bir hakkı olamaz.
Hal
böyle olunca diktatör Erdoğan’ın da eline sınırı olmayan
demagoji fırsatı
geçmiş oluyor. Şimdi bire de buna bakalım.
Ulusal
Güvenlik Politikası ve Türk Burjuvazisinin Libya “Seferi”
“Gecikmiş
bir hak teslimi peşindeyiz: Ülkemizin
izlediği politika hem kendimiz hem dostlarımız hem de tüm
insanlık için gecikmiş bir hak teslimi peşindeyiz”.
“Suskun
ve çekingen politika sürdürme lüksümüz yok: Yunanistan
ve destekçisi kimi ülkeler bir süredir Türkiye'yi denize adım
atamaz hale getirmenin peşindeydi. İsrail'in benzer çabalarda
olduğunu biliyoruz. Bizim kimsenin hakkını gasp etmek gibi
niyetimiz yok. Artık bu suskun ve çekingen politikayı sürdürme
lüksümüz yok. KKTC ve Libya ile başladığımız süreçten
vazgeçersek, denize girecek kıyı, olta atacak sahil
bırakmayacaklar.”
(R.
T. Erdoğan’ın açıklaması, 23 Aralık 2019 tarihli Sabah
gazetesinden)
Diktatör
Erdoğan, Doğu Akdeniz’de bizi dışlayarak yapmış olduğunuz
MEB paylaşımı bir haksızlıktır, hakkımızı teslim edin,
hakkımızı almak için mücadele ediyoruz diyor.
Haksız
da değil. Doğu Akdeniz’i Türkiye’yi dışlayarak paylaşan
ülkeler gerçekten de Türkiye’ye “Denize
girecek kıyı, olta atacak sahil” bırakmadılar.
Aşağıdaki paylaşım
haritasını bunu gösteriyor:
1.
harita (“Sevilla haritası”)
İkinci
harita:
İkinci haritaya zemin teşkil eden sav, Libya ile deniz komşuluğudur.
Kapitalizmde
adaletli bir paylaşım söz konusu değildir. Bu sistemde paylaşımın
dayanağı güçtür. Gücün varsa, paylaşım da gücün oranında
olur. Bu her iki harita bu gerçeği göstermektedir. AB güdümünde
hazırlanan ilk haritada esas itibariyle Yunanistan/Kıbrıs Rum
Kesiminin MEB çıkarları esas alınmıştır. Türkiye’ye bu
paylaşım dayatılmaktadır. Bu paylaşımın gerçekleşmesi için
güç kullanımı esastır. Bu paylaşımı kabul etmiyorum diyen
Türkiye de gerekirse güç kullanımına, yani savaşa hazırım
diyor ve ona göre hazırlık yapıyor.
İkinci
haritada Türkiye/Libya ortaklığının çıkarlarına; deniz
komşuluğu savına göre bir MEB paylaşımı söz konusudur. Bu
paylaşımın gerçekleşmesi için de güç kullanımı esastır. Bu
sefer Türkiye bu paylaşımı kabul ettirmek için güç kullanımına
hazırız diyor ve ona göre hazırlık yapıyor.
Her
iki durumda da zor kullanımı söz konusu. Her iki durum da diktatör
Erdoğan’a demagoji fırsatı vermektedir.
Ve
Erdoğan’ın kalemşor askerleri işbaşı yapmakta gecikmediler.
Savaş naraları atılıyor. Toplum resmen yeni bir savaşa
hazırlanıyor. Ulusal çıkarların savunulmasının kaçınılmaz
olduğu dillendiriliyor. Asker hazır olduğunu zaten defalarca dile
getirdi. Bütün bunları kendi gücümüze dayanarak yapacağız
lafından geçilmiyor. En önemlisi ise ulusal güvenlik politikasına
yeni bir boyut kazandırılmasıdır. Bu konuda burjuva basında öne
çıkan bir kaç başlık şöyle:
“Bugünün
Türkiye'si içine kapanamaz, bölgesindeki gelişmeleri olduğu gibi
izleyemez. Bu sadece tarihsel bir sorumluluk değil aynı zamanda
büyük bir devlet olmanın getirdiği bir zarurettir. Bu yüzden
güneydeki terör devletini bitirmek için operasyonlar düzenlediği
gibi Doğu Akdeniz’de de egemenlik haklarının ihlaline izin
vermeyecektir. Anlaşmadan sonra küstahça açıklamalar yapan Güney
Kıbrıs bir yana AB, ABD’de ve Rusya’dan gelen tepkiler
Türkiye’nin kendi Doğu Akdeniz politikasını yürütmesini
engellemeyecektir. Artık egemenlik hakları için mücadele eden,
daha aktif dış politikalarla artık sahada olan bir Türkiye var.”
(Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı Fahrettin Altun, 21 Aralık
2019)
“Türkiye'nin
savunması Libya'dan başlıyor, yeni konsept bu. Türkiye terörle
mücadele konseptini ‘terörü
sınır dışında önlemek’
şeklinde değiştirdi.
Türkiye’nin
Libya ile yaptığı anlaşmalar, “her
türlü hak ve çıkarlarını da sınır ötesinde koruma
konsepti”ne
işaret ediyor.”
(Akşam gazetesi, 17 Aralık 2019)
“Libya’ya
asker, savunma kalkanını orada kurmaktır.” (16 aralık 2019,
haber7)
“Akdeniz
Kalkanı Harekatı Libya'ya kadar genişletilmeli...
Emekli
Tümamiral Cem Gürdeniz, ... Yunanistan'ın hamlelerini önlemek
maksadıyla Akdeniz Kalkanı Harekatı'nın Libya'yı kapsayacak
şekilde genişletilmesi gerektiğini vurguladı.”
(Yeni
Şafak,
26 Aralık 2019)
"Türkiye’nin
güvenliği Misak-ı Milli Sınırlarının Ötesinde Başlar..
Küreselleşme
çağında Misak-ı Milli sınırlarının güvenliği sınırların
ötesinde başlar. Yani Türkiye’nin güvenliği, bu çağda
Misak-ı Milli sınırlarının ötesinde başlar. Siz hattı geniş
çizmezseniz, bu küreselleşme çağında ülkenizin ulusal
sınırlarını dahi koruyamazsınız. Biz bunun örneklerini
defalarca gördük. Libya birilerine çok uzak gelebilir. Libya bizim
deniz komşumuzdur. Libya bizim sadece tarihi bağlarımız olduğu
bir yer değil aynı zamanda Kuzey Afrika’nın en belirleyici
ülkelerinden biridir. Kuzey Afrika’da bir kriz olduğunda bütün
Akdeniz ülkeleri bundan etkilenir Türkiye bundan etkilenir. Bu,
‘Libya’da ne işimiz var?’ sözü çok dar bir bakış açısının
cümlesidir.”
(Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın, 29 Aralık 2019)
Alman
Savunma Bakanı Peter Struck 5 Aralık 2002’de ne demişti?
“Almanya’nın
güvenliği Hindikuş’ta savunulur”,
yani Almanya’da 7 bin km uzakta.
ABD,
en azından 10 km uzaktan gelerek, Almanya en azından 7 bin km uzağa
giderek ulusal güvenliklerini sağlarlarken, Türkiye kendi ulusal
güvenliğini bir adım ötedeki Libya’da sağlamak için neden
adım atmasın?
Nihayetinde
Libya’ya asker gönderme teskeresi de Meclis’de kabul edildi.
Türk
burjuvazisinin geliştirdiği yeni ulusal güvenlik konseptinin ne
anlama geldiğini, daha doğrusu uygulamasını Suriye ve Irak
sahalarında gördük, görmekteyiz. Buna şimdi Doğu Akdeniz ve
Libya da eklendi. Ancak bu politikanın oluşturulmasında ve
uygulanmasında Türkiye yalnız değildir; başka faktörleri hesaba
katmaksızın hareket edemez. Bunun anlamı şudur: Yaşadığımız
topraklar, coğrafi konum bakımından tarih boyunca hep elde
edilmesi, kontrol edilmesi gereken topraklar olarak görülmüştür.
Bugün de öyle. Ya bağımsız hareket edecek derecede güçlü
olursun veya da dünya hakimiyeti için rekabet eden güçlerin
etkisi altında hareket edersin veya da bu güçler arasındaki
çelişkilerden yararlanırsın.
Türkiye’yi
vazgeçilemez kılan, onun dünya ve bölgesel jeopolitikada
oynayacağı roldür. Her bir güç, bugün açısından somutta da
ABD ve Rusya, kendi aralarındaki rekabette Türkiye kozunu kendi
hesaplarına kullanmak istiyorlar. Bunu en açık bir biçimde Suriye
savaşında, Batı Kürdistan’ın bir kısmının işgalinde,
Rojava devriminin tasfiyesinde gördük. Gözlerimizin önünde ABD
ve Rusya ile yaptığı mutabakatlar ve doğrudan işgalle sonuç
almaya çalıştı. Alınan en önemli sonuç, hem Türkiye hem de
Rusya ve ABD açısından Rojava devriminin tasfiyesiydi.
Türkiye’nin
uzanabileceği yakın ve orta yakın her bölgede bu üç ülke
(Türkiye, ABD ve Rusya) bir biçimde karşımıza çıkmıştır,
çıkacaktır.
Doğu Akdeniz’de, Kafkasya’da, Orta Asya’da, Karadeniz’de
jeopolitika üretme ve uygulama yeteneğine sahip bu iki emperyalist
gücün rekabetinde Türkiye, biri tarafından diğerine karşı hep
kazanılmak istenecektir. Bunun böyle
olduğunu Suriye sahasında gördük. Şimdi sırada Doğu Akdeniz ve
Libya var.
Türk
burjuvazisinin yeni ulusal güvenlik politikasını anlamak için
gözden kaçırılmaması gereken noktalar vardır. O
“soğuk savaş” döneminde iki kutuplu olan dünya, SSCB ve
Varşova Paktı’nın dağılmasından bu yana (1990’lı yılların
başı) artık yok. O günden bu yana gelişen, çok rekabetli bir
dünyadır. İki
kutuplu dünya döneminde kutupların varlığını ifade eden kutup
çıkarlarını esas alan anlaşmalar artık işlevsizleşmiştir.
Dolayısıyla günümüzde küresel ve bölgesel ağırlığı olan
her bir ülke kendi çıkarlarına göre hareket etmektedir. Ulusal
güvenlik bağlamında
ise
durum şuydu:
Kutuplardan
birisine dahil olmak, ulusal güvenliğin de dahil olunan kutup
tarafından belirlenmesine ve bunun da ulusal olmaktan ziyade
uluslararası anlam taşımasına neden olmaktaydı. NATO ve Varşova
Paktı, kapitalist ve revizyonist sistemlerin uluslararası güvenlik
araçlarıydı. Bu paktlara üye olan ülkelerin ulusal güvenliğinden
de bu paktlar sorumluydu. Dolayısıyla bu paktlara üye olan
ülkelerin kendilerine özgü ulusal güvenlik politikaları
geliştirmelerinin bir anlamı yoktu.
Diğer
bir nokta da Türk burjuvazisinin/sermayesinin gelişmişlik
durumudur. Türk sermayesi, dünyaya açılma iddiasında olan bir
sermaye konumuna gelmiştir. Bunun siyasi önderliğini de bugün
diktatör Erdoğan yapmaktadır. Geliştirilen yeni ulusal güvenlik
konsepti “bitlenen” Türk sermayesinin çıkarlarını ifade eden
bir konsepttir.
Yeni
ulusal güvenlik konseptinde yeni olan, Türk burjuvazisinin açıktan
saldırganlık politikası güdeceğini açıklamasıdır.
Dolayısıyla yeni ulusal güvenlik konsepti savunma eksenli değil,
saldırı eksenlidir. Daha önceki ulusal güvenlik konseptiyle yeni
ulusal güvenlik konsepti arasındaki temel fark budur.
Yeni
ulusal güvenlik konsepti, Erdoğan önderliğinde Türk
burjuvazisinin bir savaş programıdır; yeni güvenlik konsepti
“tehdidi yerinde yok et” adı altında doğrudan saldırı
eksenli konsept olarak geliştiriliyor. Bunu daha önce birçok
makalede ele aldığım için burada bu konseptin temel
özelliklerinin ana başlıklarını belirtmekle yetineceğim (3).
Lozan
bir zorunluluktu – Hedef Misak-ı Milli'dir; Türkiye'nin
ulusal güvenliği
müttefiklere bırakılamaz;Yeni
ulusal güvenlik konsepti kuşatılmışlığı kuşatmaya dönüştürme
konseptidir:
Kuşatılmışlıktan
kuşatmaya geçmenin birçok ayağı vardır. Şimdiye kadar bu
politika Suriye ve Irak'da; Kürdistan’ın Rojava ve Güney
bölgelerinde uygulandı. Ancak sorun sadece bununla sınırlı
değildir.
Bu
politikanın bir de
Ege denizi
ve
adalar ayağı
var. Diktatörün şu sözleri meseleyi açıklıyor:
”Karşımızdakilerin
hak hukuk adalet gibi bir dertleri yok. Haklarımıza göz dikenler
meydanın boş olmadığını bilsin. Akdeniz'de en uzun kıyı
şeridine sahip Türkiye'nin balıkçılıktan yüzde 1 alacağı bir
düzene razı olmayacağız. Ege'deki egemenliği kendine ait olmayan
ada, adacık gibi kendileri hazırladığı projeyle ortaya çıkanlar
meydanın boş olmadığını bilmeliler. Ülkemize emrivaki
yapılmasına izin veremeyiz”.
(23
Ara 2019 tarihli
Sabah gazetesinden)
Bu
politikanın bir de
Batı Trakya
cephesi de var.
Bu
politikanın Kıbrıs eksenli Akdeniz
cephesi de var:
Uzatmaları oynayan Kıbrıs
sorunu, bölünmüşlüğün bir biçimde resmileştirilmesiyle
sonuçlandırılabilir. Son dönemlerde Kıbrıs adası ve çevresinde
keşfedilen enerji yatakları ve devam eden sondaj çalışmaları bu
sahada rekabetin şimdiye kadar olduğundan daha da keskinleşeceğini
göstermektedir. Türk burjuvazisini bu rekabet dışında
kalmayacaktır.
Bu
politikanın bir de Kafkasya cephesi var: Türkiye, Gürcistan ve
Azerbaycan'da da askeri faaliyet sürdürmektedir.
Bu
da yetmiyor. Uluslararası alanda teröre karşı mücadele adı
altında Türkiye, Irak, Somali ve Katar'da askeri üsler kurdu,
Sudan’a “el attı”. Bu durumda Türk burjuvazisi,
kuşatılmışlığı parçalamış olmanın ötesinde, Alman
emperyalizminin Almanya'nın çıkarlarını Hindikuş'unda savunmak
için Afganistan işgaline ve savaşına katıldığı gibi, Türk
sermayesinin çıkarlarını korumak için Katar, Somali, Afganistan
ve Sudan'a uzanmak gerekir anlayışındadır.
Şimdi
buna Libya da eklendi.
Neden
Libya, Libya’da ne işimiz
var türünden burjuva basında dillendirilen tepkilere verilen cevap
yeni ulusal güvenlik konseptinin
saldırı eksenli olduğunu
göstermektedir.
(“Türkiye'nin
savunması Libya'dan başlıyor, yeni konsept bu. Türkiye
terörle mücadele konseptini ‘terörü
sınır dışında önlemek’
şeklinde değiştirdi. Türkiye’nin Libya ile yaptığı
anlaşmalar, “her
türlü hak ve çıkarlarını da sınır ötesinde koruma
konsepti”ne
işaret ediyor.”,
“Libya’ya
asker, savunma kalkanını orada kurmaktır.” “Akdeniz Kalkanı
Harekatı Libya'ya kadar genişletilmeli”).
Türk
burjuvazisi, ulusal güvenlik adı altında jeopolitik açılımını
gerçekleştirmek için saldırgan olacaktır; bunu da tehdide karşı
proaktif olmak, önleyici tedbirler almak; tehdidi sınır ötesinde
karşılamak ve imha etmek perspektifine
göre
açıklamaktadır.
Daha
önce Rojava, şimdi
de Doğu Akdeniz ve Libya için atılan savaş naraları,
“kılıç” şakırtıları, dizginsiz şovenizm ve militarist
açıklamalar
yeni ulusal güvenlik konseptinin bir savaş programı olduğunu
yeteri
kadar açıklıyor:
“Önleyici
vuruş hakkı”, “düşmanı bulunduğu yerde, sınır ötesinde
imha etme”
kavramları yeni ulusal güvenlik konseptinin belirleyici ögeleri
olmuştur.
Diktatör
Erdoğan biraz coştuğu, gaza geldiği zaman “esas” Misak-ı
Milli’yi unutup Osmanlı hayalini, Türk sermayesinin çıkarları
doğrultusunda yayılmacılığı, işgali anlatıyor:
“Birileri
bize ‘Irak, Suriye, Gürcistan, Kırım, Karabağ, Azerbaycan,
Balkanlarla, Kuzey Afrika ile niye ilgileniyorsunuz?’ diye soruyor.
Kimse binlerce kilometre uzaktan gelip burnumuzun dibinde faaliyet
gösteren ülkelere aynı cesaret ve yüksek sesle, ‘Siz burada ne
arıyorsunuz?’ demiyor. Bize ne aradığımız sorulan yerlerin
hiçbiri bize yabancı değil. Rize’yi Batum’dan ayırmak mümkün
mü? Edirne’yi Selanik’ten nasıl ayrı düşünebiliriz?
Gaziantep’le Halep’i, Mardin’le Haseki’yi, Siirt’le Musul’u
nasıl birbirleri ile ilgili olmayan yerler olarak kabul edebiliriz?
Hatay’dan çıkın, Fas’a kadar uğradığınız her Ortadoğu ve
Kuzey Afrika ülkesinde bizden bir şeyler mutlaka görebilirsiniz.
Trakya’dan
Doğu Avrupa’ya kadar olan coğrafyada attığınız her adımda
ecdadın izlerinden birine mutlaka rastlarsınız. Tarih kitaplarında
Misakı Milli’yi okuyoruz değil mi? Misakı Milli’de ne var?
Eğer Misakı Milli diye bir derdimiz varsa, kusura bakmayın, o
zaman bu soruyu kendi içimizde birbirimize soramayız. Tam aksine,
‘Burada üzerimize düşen görevler var’ demek durumundayız.
İşin gerçeği bu. Aynı dili konuştuğumuz, aynı kültürü
paylaştığımız Gazze’yi Sibirya’ya kadar kendimizden ayrı
düşünebilmemiz için aslımızı inkar etmemiz lazım. Bizim
kültürümüzde aslını inkar eden haramzadedir.
Irak,
Suriye, Libya, Kırım, Karabağ, Bosna ve diğer kardeş bölgeler
ile ilgilenmek, Türkiye’nin hem görevi hem de hakkıdır. Türkiye
sadece Türkiye değildir. Bunlardan vazgeçtiğimiz gün,
istiklalimizden ve istikbalimizden vazgeçtiğimiz gündür. Bizim
buna hakkımız olmadığı gibi milletimiz de böyle bir duruma asla
rıza göstermez. Türkiye, sadece Türkiye değildir. Türkiye, 79
milyon vatandaşıyla birlikte köklü, tarihi, kültürel ve insani
bağlarla iç içe olduğu geniş coğrafyadaki yüzmilyonlarca
kardeşine karşı da sorumludur.” (16
Eki 2016 tarihli
Hürriyet gazetesinden).
Erdoğan'ın
Misak-ı Milli'si
“bitlenmiş” Türk burjuvazisinin,
sermayesinin niyetidir, emperyalistleşen
politikasının,
saldırganlığının açık ifadesidir.
Misak-ı
Milli, belli bir dönem Türk şovenizmi
için önemli bir malzeme olmuştur. Ama şimdi, Erdoğan'ın
ağzından Misak-ı Milli, sadece şovenizmi
körüklemek için bir araç olmaktan
çıkmış, Türk burjuvazisinin yakın
coğrafya jeopolitiğinde belirleyici önemi olan bir vizyona, savaş
programına
dönüşmüştür.
Libya
sahasında ABD-Rusya-Türkiye arasındaki “Üçlü ittifak”, bu
“kutsal ittifak” nasıl şekillenecek?
ABD-Rusya-Türkiye
arasındaki “Üçlü
ittifak”ın,
bu “kutsal ittifak”ın,
Suriye sahasında nasıl şekillendiğini gördük. Erdoğan’a
izin vermezler, azarlarlar, hizaya
getirirler, haddini bildirirler
düşüncesinden
hareket edenler; Putin’e ve Trump’a umut bağlayanlar
yanıldılar. Hem Putin hem de Trump, Erdoğan’dan memnunlar. El
ele verip Rojava devrimini tasfiye edenler bunlardır. Aralarında
çıkara dayanan, bir çelişki-denge
ilişkisi olan “kutsal
ittifak” kurulmuş. İkisi
(Rusya ve ABD) küresel oyuncu, diğeri (Türkiye) ise ancak bölgesel
oynuyor. Her iki küresel oyuncunun bölgemizde birbirini alt
edebilmesi için bölgesel oynayan Türkiye’ye ihtiyacı var. Bu
“ittifak”ın oluşmasına zemin oluşturan hesaplar kısa vadeli
değildir. ABD ve Rusya şu veya bu konuda anlaşabilirler ve Türkiye
açıkta
kalabilir. Bu mümkündür.
Ancak, bu her iki emperyalist ülke sıradan emperyalist ülkeler
değildir;
her ikisi de dünya hakimiyeti jeopolitikası üretme imkan ve
yeteneği olan ülkelerdir. Küresel büyük “oyun”un iki
belirleyici aktörüdür. Bu iki ülke arasındaki denge değişiminde
Türkiye önemli bir konuma sahiptir. Bu denge değişimi de
bugünden yarına gerçekleşecek bir değişim değildir. Bu,
“Atlantik-Avrasya” arasındaki güç dengesi değişimidir.
Dolayısıyla bu uzun erimli süreçte Türk burjuvazisi
koparabildiği kadar taviz koparmaktan geri kalmayacaktır.
“Üçlü
İttifak”, Doğu Akdeniz ve Libya
Libya’da
kim kimi destekliyor?
Libya,
iki hükümetli, iki ordulu ikiye bölünmüş bir ülke konumunda.
BM, bazı AB ülkeleri, Türkiye, Katar ve birçok başka ülke
Ulusal Mutabakat Hükümeti’ni (UMH) destekliyorlar. Diğeri ise
Temsilciler Meclisi ve General Hafter liderliğindeki Libya Ulusal
Ordusu. Hafter güçlerini Suudi Arabistan, Mısır, Birleşik Arap
Emirlikleri, Fransa ve açıktan kabullenmese de Rusya destekliyor.
Doğu
Akdeniz’in paylaşımında Türkiye’nin Libya ile yaptığı MEB
ve arkasından askeri anlaşmalar, bölgeyi Türkiye’yi dışlayarak
paylaşan bölge ülkelerini ve bu paylaşımın ardında duran ABD
ve AB’yi harekete geçirdi. Doğu Akdeniz ve bu bağlamda Libya
sorunu ülke ve dünya gündeminde ilk sırada yer aldı. Libya
Ulusal Mutabakat Hükümeti’nin çağrısına uyarak Türkiye’nin
Libya’ya asker gönderme kararı ise bir taraftan soruna müdahil
ülkeleri telaşlandırırken, diğer taraftan da özellikle iç
basında bildik tekerlemelerin yanı sıra bazı paralellikler
kurarak değerlendirmelere zemin oluşturdu.
Libya’ya
asker gönderme meselesi, Kore’ye, Afganistan’a asker
göndermeyle, Efrin’in, Cerablus-El Bab hattının, Fırat’ın
doğusunun işgaliyle bir ve aynı değildir.
Kore’ye
asker gönderen Türkiye ile bugün Rojava’yı kısmen işgal eden
ve Libya’ya asker gönderme kararı alan Türkiye arasında
niteliksel bir fark vardır.
Kore'ye
asker gönderen Türkiye, Amerikan emperyalizmine uşaklık yapmaya
hazır olduğunu kanıtlamaya çalışan, Amerikan çıkarları için
savaşan bir Türkiye idi. Mükafatı NATO’ya girmek oldu.
Afganistan’a
asker gönderen Türkiye, keza Amerikan emperyalizminin Avrasya
jeopolitikasına koşulan bir Türkiye idi. NATO adına oraya gitti.
Rojava’nın
bazı bölgelerini işgal eden Türkiye, bu işgali yeni güvenlik
konseptiyle açıklayan, ABD ve Rusya’ya rağmen ve onların
rızasıyla bu işgali gerçekleştiren bir Türkiye’dir. ABD adına
gitmedi, ABD’ye rağmen gitti. AB’ye rağmen gitti. Rusya adına
gitmedi. Kendi adına gitti.
Doğu
Akdeniz’de MEB tespiti, bu alan için atılan adım, son kertede
sadece burjuvazinin çıkarları için atılan bir adım değildir.
Bu alan; Doğu Akdeniz’in paylaşımı aynı zamanda dar anlamda
ulusun da ulusal çıkarıdır. Bundan burjuvazinin bu adımı
desteklenmelidir sonucunun çıkartılması da başlı başına bir
aklıevvelliktir. Türk burjuvazisi, ülkemiz işçi sınıfı ve
emekçilerinin denizlerdeki, somutta da Doğu Akdeniz’deki
çıkarlarını, hakkını kendi yayılmacı amaçları için
kullanmaktadır.
“Doğu
Akdeniz’i paylaşmak için bölgede bulunan bütün güçler
çekilmeli, Doğu Akdeniz’in kaderi bölgede yaşayan halklara
bırakılmalıdır", "Akdeniz’deki petrol ve doğal
gaz pastası, en büyük payı kapmaya çalışan bölge
devletleri ve emperyalist ülkeler arasında neredeyse paylaşılmışken
ülkenin coğrafi konumunu avantaja çevirmeye çalışan Erdoğan
yönetimi” rahatlığını ancak EMEP gösterebilirdi. Öyle
de yapıyor.
Libya’ya
asker gönderme kararı alan Türkiye, resmen emperyalist politika
güden bir Türkiye’dir. Libya için savaşmak veya Libya’da
başka güçlere karşı savaşmak, bölgede hegemonya için,
emperyalist çıkarlar için savaşmaktır. Bu, tamamen mahkum
edilmesi gereken bir girişimdir.
Açık
ki, ABD adına gitmedi, NATO adına gitmedi, Rusya adına gitmedi.
Onlara rağmen gitti.
Kore’ye
asker gönderen Türkiye ile Libya’ya asker gönderen Türkiye
arasındaki farkı ancak bir darkafalı, ancak bir aklıevvel
göremez.
Libya,
asker gönderilen 13. ülke olacak diye böbürlenmek, ilhakçılığın,
yayılmacılığın, savaş çığırtkanlığının, militarizmin
varmış olduğu boyutları gösterir.
Doğu
Akdeniz’de çıkar çelişkilerinin keskinleşmesi Kıbrıs
sorununun da fiili çözümünü beraberinde getirmektedir. Kıbrıs
sorunu çözülmeden, Kıbrıs’ın bütününün tek ülke olarak
AB üyesi yapılması, son gelişmelerin gösterdiği gibi adanın üs
ve silah deposuna dönüşmesini beraberinde getirmiştir. Doğu
Akdeniz kaynaklarının paylaşılmışlığını kabul eden ülkeler,
Kıbrıs Rum kesiminde üsler kurmaktalar.
Buna
karşın Kıbrıs Türk kesiminde ise Türkiye, mevcut askeri
varlığını takviye ediyor; deniz üssü, İHA ve SİHA üslerinin
kurulması adımları çoktan atıldı. Yani her iki taraf da Kıbrıs
adasının kendi çıkarlarına göre fiili bölünmüşlük
sınırları içinde kullanıyor ve silahlandırıyor. Doğu
Akdeniz’deki bu rekabet, adada yaşayan farklı halkların
(Türklerin ve Rumların) toplumsal bütünleşmesini
imkansızlaştıracaktır. Birleşmek için, şimdiye kadar atılan
adımlara benzer adımların atılmasının maddi zemini pek
kalmamıştır. Ancak Kıbrıs halklarının devrimci mücadelesi
sonucunda kurulacak sosyalist bir düzende adanın toplumsal birliği
sağlanabilir. O zamana kadar Türkiye, adayı, Türk kesimini, Doğu
Akdeniz ve ötesi (Kuzey Afrika, İsrail, Mısır) hareketler için
üs olarak, sıçrama, yakın tehdit merkezi olarak kullanacaktır.
Adanın Rum kesimi de öncelikle AB, Yunanistan ve İngiltere
tarafından aynı amaçla kullanılacaktır.
Bütün
bu gelişmelerde; Doğu Akdeniz’in paylaşımında ve Libya’da
bu “üçlü ittifak”ın, o “kutsal” ittikaf’ın atacağı
adımlar belirleyici olacaktır.
Türkiye,
Doğu Akdeniz’den ancak savaşla çıkartılabilir ve Sevilla MEB
anlaşmasına mahkum edilebilir. Peki, Türkiye’ye karşı, onu
Doğu Akdeniz’den çıkartmak ve Sevilla MEB anlaşmasına mahkum
etmek için kim savaşacak? Yunanistan mı, Mısır mı, İsrail mi,
Fransa mı veya AB mi, ABD mi, Rusya mı?
Türkiye’nin
Libya’ya asker göndermesine karşı olduğunu açıklayan
ülkelerden hangisi Libya sahasında Türkiye’ye karşı savaşacak?
Mısır mı, BAE mi, Fransa mı, ABD mi veya Rusya mı?
Suriye
sahasında da bunun hesabı yapılmadı
mı? Türk, Rus ve Amerikan
güçlerinin karşı karşıya gelebileceği hesapları yapılmadı
mı? Özellikle
Türk-Rus ve Türk-Amerikan güçlerinin karşı karşıya
gelebileceği üzerine derin analizler yapılmadı mı? Ne oldu?
Türkiye, söz konusu her
küresel emperyalist güçle ayrı ayrı mutabakatlar imzaladı.
“Barış Pınarı Harekâtı” kapsamında 17 Ekim 2019’de ABD
ile “Ankara Mutabakatı”nı, yine “Barış Pınarı Harekâtı”
kapsamında 22 Ekim 2019’da Rusya ile Soçi Mutabakatı’nı
imzaladı.
Peki,
bu her iki küresel güç Türkiye ile bu
mutabakatları için imzaladı? Türkiye’den çekindikleri içşin
mi?
Veya
Trump ve Putin, şimdi Erdoğan bir “ey çekerse” binlerce km
uzakta olsak da kulaklarımızın zarı patlar diye
korktuklarından
dolayı mı?
Hayır. Her iki küresel güç, Türkiye’yi kendi yanında tutmak
için bu adımları attılar.
Yem,
avdan büyük olmadığı sürece bu oyun sürecektir. Ne ABD ve
ne de Rusya Doğu Akdeniz’den vazgeçebilir. Doğu Akdeniz-Ortadoğu
ekseni küresel rekabetin en önemli ayaklarından birisidir. Ama bu
eksende Türkiye olmaksızın tutunmak da mümkün değil.
Rus
emperyalizmi Türkiye’yi sürekli kendi safında tutmak, görmek
için Suriye sahasında
yaptığının benzerini Doğu Akdeniz ve Libya sahasında da yapmak
zorundadır. Aynısını ABD de yapacaktır.
Putin-Trump-Erdoğan
veya Rusya-ABD-Türkiye arasındaki “üçlü ittifak”, “kutsal
ittifak” çelişkili haliyle kendini var eden bir ittifaktır.
Dünya
çaplı jeopolitika üretme yeteneği olan ülke, stratejik düşünen,
uzun erimli hesap yapan, üç-beş hamle sonrasını görmeye çalışan
veya gören ülkedir. ABD, NATO üzerinden Rusya’yı Baltık
ülkeleri, Polonya, Romanya, Karadeniz-Türkiye hattında
kuşatmasında en kritik, en belirleyici hattın Türkiye olduğunu
biliyor. Bunu Rusya da biliyor.
1952’den
bu yana önce sosyalist Sovyetler Birliği’ne, sonra da
revizyonist, sosyal emperyalist Sovyetler Birliği’ne karşı
kapitalist dünyanın güney hattının bekçisi olan Türkiye’nin
bu görevi yerine getirmemekle Amerikan emperyalizminin dünya
hegemonyası jeopolitikasında onarılamaz bir yara, gedik açıyor
olmasının ne anlama geldiği ABD çok iyi biliyor. ABD’nin
bildiğini Rusya da biliyor.
Bu
hattın Türkiye sahasında kopması, Amerikan jeopolitikası ve
Rusya’yı çevreleme stratejisi için bir yıkımdır ve Rus
emperyalizminin, bu hattın kopması için neleri feda edebileceğini
anlamak zor olmasa gerek. Bu hattın işlevsiz kalmasıyla Rusya’nın
Karadeniz üzerinden dünyaya açılması önündeki engelin yok
olacağının, güneyden çevrelenme tehdidinin ortadan kalkacağının
Rus emperyalizmi jeopolitikası açısından ne anlama geldiğini, bu
bakımdan Türkiye’nin stratejik önemini Rusya biliyor. Bunu ABD
de anlıyor. Ancak, Suriye’yi Suriye olarak görenler, buradaki
oyunun dünya hegemonyası jeopolitikasındaki yerini göremeyenler,
Doğu Akdeniz’i Doğu Akdeniz, Libya’yı Libya olarak görürler.
Bundan dolayıdır ki, sinekten yağ çıkartırcasına Menbiç’in,
Tel Rıfat’ın veya şuranın buranın kimin kontrolünde olacağı
hesabını yapanlar; Suriye sahasında Türkiye-Rusya, Türkiye-ABD
ilişkisini/rekabetini, bu “üçlü” arasındaki o “kutsal
ittifak”ı anlayamayanlar, bu “zorunlu birliktelik” ittifakının
Doğu Akdeniz’de, Libya’da ne yapabileceğini de anlamazlar.
Küresel
ve bölgesel jeopolitik “oyunlar” ve çıkarlar bu “üçlü”yü
birbirine bağlamıştır. ABD bir yere kadar Türkiye’nin üzerine
gidebilir. Rusya da öyle. Her ikisi de Türkiye’yi küresel
jeopolitik amaçları için kazanmak istiyor. Bu da Türkiye
üzerindeki baskıyı sınırlıyor, Türk burjuvazisine direnme ve
kendi çıkarlarına tekabül eden tavizler koparma imkanı veriyor.
Diktatör tam da buna oynuyor ve sürekli kazanıyor.
Rusya
ve ABD için av, küreseldir. O avı elde etmek için Türkiye’nin
istediği en fazlasıyla giderek büyüyen yem olabilir. Her ikisi de
bu yemi Türkiye’ye veriyor.
Nasıl
ki, ne
ABD’nin ne de Rusya’nın Suriye sahasında Türkiye’ye bir
şeyler vermeme lüksünün
olmadığını gördüysek, buna benzer bir gelişmeyi Doğu
Akdeniz ve Libya sahalarında da göreceğiz.
Birisi
az,
diğeri biraz fazla bir
şeyler
vermeyecektir;
biri bir şeyler verirse diğeri de eş değerde bir
şeyler
verecektir. Türkiye
açısından o “kutsal ittifak”ın olmazsa olmaz kuralı bu.
Suriye
sahasında şunu gördük: Türkiye, ABD ve Rusya arasındaki
çelişkilerden yararlandı ve yararlanıyor. ABD, Türkiye’yi
kaybetmek istemediği için veya kaybetme korkusuyla Türkiye’nin
istemlerini, tam anlamıyla olmasa da kabullendi.
Diğer
taraftan Rusya, Türkiye’yi ABD’den, Batı’dan, bunun toplamı
olarak NATO’dan uzaklaştırmak istiyor. NATO’da kalarak
ondan
uzaklaşan Türkiye, Rusya’ya yakınlaşan Türkiye demektir. Bu
nedenle Türkiye’nin Suriye‘deki istemlerine göz yumdu, yumuyor.
Şimdi
bu taktik; bu üçlü
“kutsal” ittifak Doğu Akdeniz’de, güncelliği bakımından da
öncelikle Libya sahasında yeni bir sınavdan geçecek.
Türkiye’yi
Rusya’dan uzaklaştırmak isteyen ABD-NATO, Doğu Akdeniz ve
Libya’da Türkiye’ye karşı nasıl bir tavır alacak? Aynı
şekilde Türkiye’yi NATO ve ABD’den uzaklaştırmak isteyen
Rusya, Doğu Akdeniz ve Libya’da Türkiye’ye karşı nasıl bir
tavır alacak?
Bunları
göreceğiz...
Kaynaklar:
1)İ.
Okçuoğlu; “IŞİD'e Karşı Savaşının Jeopolitikası -
“Belalı” Coğrafya” Aralık 2014.
http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com/2014/12/iside-karsi-savasin-jeopolitikasi.html
2)
ORTADOĞU CEHENNEMİ - DAR ALANDA JEOPOLİTİK “İT DALAŞI”
http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com/2015/10/ortadogu-cehennemi-dar-alanda.html
3)
İ. Okçuoğlu; Emperyalist Küreselleşme ve Değişen Güçler
Dengesi,Sınırsız kitap yayın, Eylül 2018.
Ayrıca:
-DARBE
KARAKTERLİ “RENKLİ DEVRİM” GİRİŞİMİ VE SONRASI (I)
-ORTADOĞU'DA
“İT DALAŞI” VE TÜRK BURJUVAZİSİNİN DURUMU
(Darbe
Karakterli “Renkli Devrim” Girişimi ve Sonrası - II)
-MUSUL
“SEFERİ” VE TÜRK BURJUVAZİSİNİN DURUMU
(Darbe
Karakterli “Renkli Devrim” Girişimi ve Sonrası – III)
http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com/2016/11/musul-seferi-ve-turk-burjuvazisinin.html
-ULUSAL
GÜVENLİK POLİTİKASI VE TÜRK BURJUVAZİSİNİN DURUMU
(Darbe
Karakterli “Renkli Devrim” Girişimi ve Sonrası – IV)
-EMPERYALİSTLEŞEN
TÜRKİYE VE TÜRK BURJUVAZİSİNİN DURUMU
(Darbe
Karakterli “Renkli Devrim” Girişimi ve Sonrası – V - son
makale)
http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com/2017/03/emperyalistlesen-turkiye-ve-turk_14.html