FAŞİST DİKTATÖRLÜĞÜN
İDLİB “SEFERİ” VE SONUÇLARI
5
Martta Erdoğan ve Putin önderliğinde Türk ve Rus heyetlerinin
İdlib bağlamında imzaladıkları protokol, İdlib sorununu çözüme
ulaştırmaktan oldukça uzaktır. Öyle ki, sorunun ele alınışı
böyle bir amacın olmadığını açıkça göstermektedir. Üç
maddeden oluşan protokol, daha önceki Astana mutabakatını (2017)
ve Soçi’de imzalanan “silahlardan arındırılmış bölge”
anlaşmasını (2018) dışlamıyor, reddetmiyor. Tersine, bu
süreçlerde alınan kararlara atıfta bulunuyor. Protokol, bütün
sorunları, acelece hazırlanmış ve kabul edilmiş bir “ateşkes”le
sadece ertelenmiş oluyor. Bu bakımdan Moskova’da kararlaştırılan
“ateşkes”, Astana mutabakatına ve Soçi’de varılan
“silahlardan arındırılmış bölge” anlaşmasına eklenen bir
ek protokolden başka bir anlam taşımamaktadır. Nitekim, “Suriye
Arap Cumhuriyeti’nde Gerginliği Azaltma Bölgeleri Oluşturulmasına
İlişkin 4 Mayıs 2017 tarihli Muhtıra ve İdlip Gerginliği
Azaltma Bölgesindeki Durumun İstikrarlaştırılmasına İlişkin
17 Eylül 2018 tarihli Muhtıra’yı hatırda tutarak”
tanımlamasıyla bu, kabul ediliyor.
Protokol
ve ön açıklama şöyledir:
“İdlip
Gerginliği Azaltma Bölgesi’ndeki Durumun İstikrarlaştırılmasına
İlişkin Muhtıraya Ek Protokol
Türkiye
Cumhuriyeti ve Rusya Federasyonu, Suriye Arap Cumhuriyeti’ndeki
ateşkes rejiminin uygulanmasının garantörleri olarak (bundan
sonra taraflar olarak anılacaktır),
Suriye
Arap Cumhuriyeti’nde Gerginliği Azaltma Bölgeleri Oluşturulmasına
İlişkin 4 Mayıs 2017 tarihli Muhtıra ve İdlip Gerginliği
Azaltma Bölgesindeki Durumun İstikrarlaştırılmasına İlişkin
17 Eylül 2018 tarihli Muhtıra’yı hatırda tutarak,
Suriye
Arap Cumhuriyeti’nin egemenliğine, bağımsızlığına, birliğine
ve toprak bütünlüğüne olan kuvvetli taahhütlerini yineleyerek,
Terörizmin
tüm tezahürleriyle mücadele ile Birleşmiş Milletler Güvenlik
Konseyi tarafından terörist olarak tanımlanan tüm grupların
ortadan kaldırılması yönündeki kararlılıklarını yinelerken,
sivillerin ve sivil altyapının hedef alınmasının hiçbir şekilde
mazur görülemeyeceğini kabul ederek,
Suriye
ihtilafının askeri çözümünün olamayacağının ve ihtilafın
yalnızca Suriyelilerin öncülüğünde ve sahipliğinde, Birleşmiş
Milletler’in kolaylaştırıcılığında, Birleşmiş Milletler
Güvenlik Konseyi’nin 2254 sayılı kararıyla uyumlu siyasi süreç
yoluyla sona erdirilebileceğinin altını çizerek,
İnsani
krizin daha da kötüleşmesinin önlenmesinin, sivillerin
korunmasının, ihtiyaç sahibi tüm Suriyelilere önkoşulsuz ve
ayrım gözetmeksizin koruma ve insani yardım sağlanmasının, keza
ülke içinden yerinden edilmelerin önlenmesi ile mültecilerin ve
ülke içinde yerinden edilen kişilerin güvenli ve gönüllü
olarak Suriye'deki asıl ikamet yerlerine geri dönüşlerinin
kolaylaştırılmasının önemini vurgulayarak,
Aşağıdaki
hususlarda mutabık kalmışlardır:
1-İdlip
gerginliği azaltma bölgesindeki temas hattı boyunca tüm askeri
faaliyetler 6 Mart 2020 tarihinde saat 00:01’den itibaren
durdurulacaktır.
2-M4
karayolunun kuzeyinde 6 km ve güneyinde 6 km derinliğinde bir
güvenli koridor tesis edilecektir. Güvenli koridorun işleyişine
dair ayrıntılı esas ve usuller, Türkiye Cumhuriyeti ve Rusya
Federasyonu Savunma Bakanlıkları arasında 7 gün içinde
kararlaştırılacaktır.
3-Türk-Rus
ortak devriyeleri, 15 Mart 2020 tarihinde M4 karayolunun Trumba’dan
(Serakib’in 2 km batısı) Ain-Al-Havr’a kadar olan kesimi
boyunca başlatılacaktır”.
Bu
protokol bağlamında basında yeralan Astana süreci ve Soçi
anlaşması çerçevesini aşan yorumların pek bir anlamı yoktur.
Bu ek protokol, İdlib sınırlarını değiştirmiyor; ikiye
bölünmüşlüğünü ortadan kaldırmıyor; TSK’nın gözlem
noktalarından çekilmesinden bahsetmiyor; M5 karayolunun Esad
rejimine devredildiğini içermiyor. Yeni olan M4 karayolunun Türkiye
ve Rusya tarafından kontrol edileceğidir. Bu anlamda Suriye rejimi
bu karayolunun kuzeyine kadar çıkıyor.
M5
karayolu ve TSK’nın gözlem noktaları üzerine düzenleme, Türk
ve Rus savunma bakanlıklarının 7 gün içinde halletmeleri gereken
bir sorun olarak kalıyor.
M4
ve M5 karayolları
konusunda önceliğin M4 karayoluna
verilmesi; bu yolun “güvenli koridor” haline getirilmesi için
çaba, doğrudan Rusya’nın çıkarını ifade etmektedir. Rusya,
Lazkiye
ve Hmeymim
üssünün HTŞ gibi terör örgütlerinin tehdidinden korunmasını
sağlamak için Türkiye
ile anlaşmıştır. Buna
karşın M5
karayolu
için
bir karar yok ve bu karar savunma bakanlıklarının 7 gün içinde
halletmesi gereken bir konu olarak ele alınmış.
Bu
ek protokolün
somut sonuçlarından birisi de
“İnsani krizin daha da kötüleşmesinin önlenmesinin, sivillerin
korunmasının, ihtiyaç sahibi tüm Suriyelilere önkoşulsuz ve
ayrım gözetmeksizin koruma ve insani yardım sağlanmasının, keza
ülke içinden yerinden edilmelerin önlenmesi ile mültecilerin ve
ülke içinde yerinden edilen kişilerin güvenli ve gönüllü
olarak Suriye'deki asıl ikamet yerlerine geri dönüşlerinin
kolaylaştırılmasının” önemsenmesidir. Han Şeyhun,
Maarat-ul Numan, Serakib ve başkaca yerlerde evlerinden kaçıp
Türkiye sınırına dayanan yaklaşık bir milyon insanın “güvenli”
ve de “gönüllü” bir şekilde geri dönebilmesi, doğrudan
Rusya’ya bağlı bir sorun olarak görülmelidir. Bu dönüşün
sağlanması için ya Esad rejimi o yerleşim alanlarında çekilecek
veya da
Rusya
güvence verecek.
Ek
protokolün en önemli, elle tutulur sonucu, ilan edilen ateşkestir.
Bu ateşkesin ne kadar devam edeceği zaman içinde görülecektir.
Ateşkes
konusunda Erdoğan’ın Moskova dönüşünde uçakta yaptığı
açıklamalar soruna nasıl bakılması gerektiğini gösteriyor.
Diktatör şunu söylüyor:
“1-
Ülkemizin sınırlarını rejim ve terör saldırılarına karşı
daha korunaklı hale getiriyor.
2-
İdlib bölgesinde istikrar ve normalleşmeye zemin hazırlıyor.
3-
Orada bulunan askerlerimizin güvenliğini teminat altına alıyor.
4-
Sivillerin korunması için önemli bir adım teşkil ediyor.”
Diktatör,
bir zeminden, ateşkes zemininden bahsediyor; ateşkes devam ettiği
müddetçe bunlar olacaktır diyor. Ancak, ateşkesin ne kadar devam
edeceği de Moskova’da alınan kararların yerine getirilmesine
bağlı olacaktır.
Söz
konusu bu protokolün kapsamını ve ömrünü belirleyecek olan,
Türk ve Rus savunma bakanlıklarının kendilerine havale edilen
sorunları nasıl çözeceklerine bağlıdır. Protokolün ayrıntılı
değerlendirmesi o zaman yapılabilir.
Ayrıntıdan
bağımsız olarak bu protokol, Suriye-İdlib sahasında
emperyalistler arası çelişkilerin seyri, jeopolitik dalaş
bakımından değerlendirilmelidir. Ayrıntıdan bağımsız diyorum,
çünkü şimdiye kadar Rojava devrimi de dahil Suriye sahasında
yapılan değerlendirmelerde sorunun esasını, özünü bilerek veya
bilmeyerek bir kenara iten, daha doğrusu ağaçtan ormanı görmeyen,
geçen yüzyılın ‘70’li yıllarından kalma ideolojik perişan,
teorik takıntılı analizler yapıldı. Bu sefer de aynı türden
değerlendirmeler yapılıyor. Bunlara değineceğiz.
Şimdiki
haliyle bu protokol ne Rusya’nın ne de Türkiye’nin istediği
sonuçları vermiştir. Dolayısıyla Suriye rejim ve İran da bu
protokolden umduklarını bulamadı.
Şüphesiz,
Suriye Rejimi
Soçi anlaşması çerçevesine dönmelidir, yani gözlem
noktalarının gerisine çekilmelidir, bunun gerçekleşmesi için
Şubat sonuna kadar süre tanıyorum türünden diktatör Erdoğan’ın
dayatması sonuçsuz kalmıştır. Ama çekilme olmazsa saldırırım
söylemi lafta kalmamış, Moskova’daki
görüşmeden dolayı durdurulan
“Bahar
Kalkanı Harekatı” başlatılmıştır.
Tanınan
süre içinde geriye çekilmenin olmaması, faşist diktatörlük
açısından bir yenilgidir, çekilme olmazsa saldırırım sözü
ise bir kararlılık ifadesidir.
Daha
fazla göç alacak durumumuz yok zemininde hareket eden Türkiye
tarafı, göçü şimdilik engellemiş veya Suriye sınırları
içinde karşılamasını sağlamıştır.
Böyle
tekil noktalarda karşılıklı başarılar ve hezimetler bulmak
mümkün. Bu türden değerlendirmeler sadece burjuva basında yer
almıyor. “Sol”da da tekil sorunların öne çıkartılması
sonucunda başarı-yenilgi, kazandı-kaybetti değerlendirmeleri
yapılıyor. Bunlara değineceğiz.
İdlib’i,
sadece İdlib olarak görürsek bu türden tekil konular üzerine
ayrıntılı değerlendirmeler yapabiliriz. Ancak, bütün Suriye
savaşı, Rojava devrimi zemininde bu türden değerlendirmelerin
“beş paralık” bir değerinin olmadığını, sıkı bir
dargörüşlü bakış açısının ürünü olduğunu bu türden
değerlendirmeleri yapanların da görmüş olmaları gerekir.
İdlib
sorununda, İdlib’in ötesine geçmeyen değerlendirmeler,
tereyağından kıl çekercesine, kantarın topuzunu kaçırmadan
yapılan analizler, nihayetinde Amerikan emperyalizminin, Rus
emperyalizminin, bölgesel güç olarak Türkiye ve İran’ın
Suriye’deki, daha dar bir alan olarak Suriye’nin İdlib
bölgesindeki varlık nedenini açıklamıyor. Sanırsınız ki,
İdlib’in taşı toprağı som altın ve bu ülkeler aslan payını
kapmak için bu bölgede rekabet ediyorlar. Sadece İdlib için en
fazlasıyla Esad rejimi savaşır ve bu, onun açısından haklı bir
savaştır; nihayetinde ülkenin topraksal bütünlüğünü sağlamak
için sürdürülen bir savaştır.
Peki,
İran niçin orada ve vekalet savaşı sürdürüyor?
Peki,
ABD niçin orada hakim olmak için, örneğin HTŞ üzerinden
vekalet savaşı sürdürüyor?
Peki,
Rusya sadece İdlib üzerinde hakimiyet kurmak için mi orada?
Peki,
Türkiye’nin sorunu sadece İdlib ile sınırlı mıdır?
Bu
ve benzeri sorulara açıklık getirmeden şu kadar alan kazandı, şu
kadar alan kaybetti, şu kadar asker bunun için mi öldü, hezimet
vb. türünden değerlendirmelerin ömrü en fazlasıyla birkaç
günlüktür.
Dikkat
edilirse bu kazandı-kaybetti değerlendirmelerinde Türk
burjuvazisinden, sermayesinden, onun saldırganlığından asla
bahsedilmiyor; sadece Erdoğan kazandı-kaybettiden bahsediliyor.
Sorun, bir Erdoğan sorununa indirgeniyor. Bu değerlendirmelerde
sınıfsal perspektif yok. Türk burjuvazisinin, sermayesinin
saldırganlığı, Erdoğan’ın kişisel saldırganlığı olarak
açıklanmaya çalışılıyor. Oysa tam tersinin yapılması
gerekir; Erdoğan’ın perspektifini belirleyen Türk
burjuvazisinin, sermayesinin bakış açısıdır. İdlib sahasında
bunun adı “ulusal güvenlik konsepti”dir, politikasıdır.
Esas
olan, İdlib’de çekilen silahların sesinin Libya’dan, Doğu
Akdeniz’den geldiğini görmektir. Moskova’da yaklaşık altı
saat boyunca sadece İdlib’in konuşulmadığını her iki tarafın
yaptığı açıklamalardan anlıyoruz. İdlib için bir araya
geliyorlar, ama aynı zamanda Libya üzerine de konuşuluyorlar.
Neden? Libya önemli olduğu için mi? Evet, Libya önemli, ama
hezimete uğramış, umduğunu bulamamış bir tarafla (somutta da
diktatör Erdoğan ile) istediğini almış, umduğunu bulmuş diğer
tarafın (somutta da Putin’in) Libya sorununu Erdoğan’la neden
konuşsun?
Sormak
gerekir: Rusya, İdlib’de ek olarak ne kazandı? Astana
mutabakatını ve Soçi anlaşmasını devirdi mi, yok mu saydı?
Yoksa her iki süreç üzerinde yükselen, her iki süreci teyit eden
Moskova Ek Protokolünü mü imzaladı?
Peki,
Türkiye İdlib’de ek olarak ne kaybetti? İdlib seferine
gönderdiği askerleri, arkalarına bakmadan geri mi döndüler?
Askeri bir hezimete mi uğradı? Erdoğan’ın imzaladığı ek
protokol bir hezimet protokolü mü?
Her
iki taraf, bu ek protokolü, soruna yaklaşım tarzına göre farklı
perspektifler açısından değerlendiriyor. Böylesi ikili ve daha
çoklu görüşmeleri her bir taraf kendi açısından değerlendirir.
Öyle ki, yenilgiden zafer çıkartır.
Ancak,
bu ayrıntılara dalarak büyük resmi, jeopolitik oyunu gözden
kaçırmamak gerekir. Orada, İdlib’de, Doğu Akdeniz ve Libya için
adımlar atılıyor. Genel anlamda Suriye sahası, Irak’tan Doğu
Akdeniz’e ve Libya’ya kadar uzanan sahanın aktörler açısından
jeopolitik şekillenmesinin nasıl olacağı üzerine adımların
atıldığı, yoklamaların yapıldığı sahadır. Bu sahada söz
sahibi olan üç güç vardır: ABD, Rusya ve Türkiye. Bölgemizde
bunu görmeksizin yapılan analizlerin ömrü en fazlasıyla birkaç
günlüktür.
Moskova
mutabakatı, İdlib sahasında Türkiye-Rusya arasındaki bilek
güreşinin sonucunu gösteriyor. Bu sonuç, soruna jeopolitik açıdan
bakılmazsa, kesinlikle Türkiye’nin kaybettiği anlamına gelir.
Bu değerlendirmeler, yukarıda değindiğim ve gelecek makalede
ayrıca ele alacağım gibi yapılıyor. Ancak, soruna jeopolitik
açıdan bakıldığında İdlib’de Türkiye-Rusya arasındaki
bilek güreşi, İdlib’de nüfuz sahasının nasıl
paylaşılacağıyla ilgilidir; Rusya (Suriye) hangi alanlarda,
Türkiye hangi alanlarda ve kaç km derinliğe kadar hakim olacaktır.
Bütün sorun burada düğümleniyor.
Jeopolitik
bakış Rus emperyalizmine şunu perspektifi dayatıyor:
1-Bölgemizde
Amerikan emperyalizmine karşı mücadelede Türkiye ile
ortaklaştırılmış zemin oluşturmalısın.
2-Bu
nedenle, Amerikan emperyalizme karşı rekabet etmek istiyorsan
bölgede Türkiye’nin çıkarlarını göz önünde tutmak
zorundasın.
3-
ABD’den, NATO’dan uzaklaşan veya bunlarla çelişkili bir ilişki
içinde olan Türkiye’yi, onun çıkarlarını göz önünde
tutmaksızın kendi yanına çekemezsin.
4-Bölgede
Türkiye olmaksızın istediğin başarıyı elde edemezsin.
Türkiye
açısından emperyalistleşen bir ülkenin dış saldırganlığı
şunu söylüyor:
1-Bölgesel
bir güçsün.
2-Bölgesel
saldırganlığını gerçekleştirmek istiyorsan küresel hegemonya
amacı güden ve bunu gerçekleştirme yeteneğine sahip olan ülkeler
arasındaki çelişkilerden; ABD ve Rusya arasındaki çelişkilerden
yararlanmalısın.
Bu
yararlanma işinin nasıl yapıldığını Efrin işgalinde, Rojava
devriminin tasfiyesinde gördük ve şimdi de İdlib’de görüyoruz.
Yakın gelecekte de Doğu Akdeniz ve Libya’da göreceğiz.
Geçen
yüzyılın 70’li yıllarından kalma köhnemiş emperyalizm
anlayışıyla, sömürge, yarı sömürge yeni sömürge, bilmem ne
sömürge anlayışıyla Suriye’de, Rojava devriminin tasfiyesinde,
Doğu Akdeniz ve Libya’da emperyalistleşen Türkiye gerçekliği,
ABD-Rusya-Türkiye arasındaki üçlü “kutsal” ittifak
anlaşılamaz ve açıklanamaz. Ekleyelim: Bu köhnemiş anlayış,
sınıf düşmanını ve geliştirmiş olduğu yeteneklerini analiz
etmemiz önünde bence en önemli engeldir.
Bu
gerçeklik anlaşılmadan kaybetti-kazandı hesabının bir anlamı
olmayacaktır. İdlib’de Rusya, kimilerinin beklediği gibi
Türkiye’yi sürüp çıkartmayacaktır. Bunu yapabilir, ama o
zaman da Türkiye’yi karşısında, ABD’nin yanında bulur.
Ortadoğu’da ve onun uzantısı olarak Doğu Akdeniz ve Libya’da
Rusya, yanında olmayan Türkiye ve Batı dünyasına, özellikle de
Amerikan emperyalizmine karşı hegemonya mücadelesini nasıl
sürdüreceğini düşünmüş olması gerekecektir. Boğazların
savaş gemilerine kapatılmasından Karadeniz’in NATO’ya
açılmasına kadar kozları elinde tutan Türk burjuvazisi, Rus
emperyalizmine çok olanak kaybettirecek durumdadır.
Her
halükarda jeopolitik hesap, uzun vadeli hesaptır. Bu hesabı hem
Amerikan emperyalizmi hem Rus emperyalizmi ve hem de emperyalistleşen
Türkiye yapıyor. Sadece “sol” yapmıyor. Bu hesap yapılmadan,
hitap edilen sınıf, emekçi kitleler, faşizme, emperyalizme,
sömürgeciliğe, somut olarak da faşist diktatörlüğe karşı
nasıl bilinçlendirilip örgütlenir sorusu hep karşımıza
çıkacaktır.
Devam
edecek
(Bir
veya iki makalede Suriye (İdlib), Doğu Akdeniz, Libya sahasında
ABD-Rusya-Türkiye jeopolitik ilişkileri ve “Sol”un muhteşem
değerlendirmelerini ele alacağız)