deneme

7 Mart 2020 Cumartesi

FAŞİST DİKTATÖRLÜĞÜN İDLİB “SEFERİ” VE SONUÇLARI


FAŞİST DİKTATÖRLÜĞÜN İDLİB “SEFERİ” VE SONUÇLARI

5 Martta Erdoğan ve Putin önderliğinde Türk ve Rus heyetlerinin İdlib bağlamında imzaladıkları protokol, İdlib sorununu çözüme ulaştırmaktan oldukça uzaktır. Öyle ki, sorunun ele alınışı böyle bir amacın olmadığını açıkça göstermektedir. Üç maddeden oluşan protokol, daha önceki Astana mutabakatını (2017) ve Soçi’de imzalanan “silahlardan arındırılmış bölge” anlaşmasını (2018) dışlamıyor, reddetmiyor. Tersine, bu süreçlerde alınan kararlara atıfta bulunuyor. Protokol, bütün sorunları, acelece hazırlanmış ve kabul edilmiş bir “ateşkes”le sadece ertelenmiş oluyor. Bu bakımdan Moskova’da kararlaştırılan “ateşkes”, Astana mutabakatına ve Soçi’de varılan “silahlardan arındırılmış bölge” anlaşmasına eklenen bir ek protokolden başka bir anlam taşımamaktadır. Nitekim, “Suriye Arap Cumhuriyeti’nde Gerginliği Azaltma Bölgeleri Oluşturulmasına İlişkin 4 Mayıs 2017 tarihli Muhtıra ve İdlip Gerginliği Azaltma Bölgesindeki Durumun İstikrarlaştırılmasına İlişkin 17 Eylül 2018 tarihli Muhtıra’yı hatırda tutarak” tanımlamasıyla bu, kabul ediliyor.

Protokol ve ön açıklama şöyledir:
İdlip Gerginliği Azaltma Bölgesi’ndeki Durumun İstikrarlaştırılmasına İlişkin Muhtıraya Ek Protokol
Türkiye Cumhuriyeti ve Rusya Federasyonu, Suriye Arap Cumhuriyeti’ndeki ateşkes rejiminin uygulanmasının garantörleri olarak (bundan sonra taraflar olarak anılacaktır),
Suriye Arap Cumhuriyeti’nde Gerginliği Azaltma Bölgeleri Oluşturulmasına İlişkin 4 Mayıs 2017 tarihli Muhtıra ve İdlip Gerginliği Azaltma Bölgesindeki Durumun İstikrarlaştırılmasına İlişkin 17 Eylül 2018 tarihli Muhtıra’yı hatırda tutarak,
Suriye Arap Cumhuriyeti’nin egemenliğine, bağımsızlığına, birliğine ve toprak bütünlüğüne olan kuvvetli taahhütlerini yineleyerek,
Terörizmin tüm tezahürleriyle mücadele ile Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi tarafından terörist olarak tanımlanan tüm grupların ortadan kaldırılması yönündeki kararlılıklarını yinelerken, sivillerin ve sivil altyapının hedef alınmasının hiçbir şekilde mazur görülemeyeceğini kabul ederek,
Suriye ihtilafının askeri çözümünün olamayacağının ve ihtilafın yalnızca Suriyelilerin öncülüğünde ve sahipliğinde, Birleşmiş Milletler’in kolaylaştırıcılığında, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 2254 sayılı kararıyla uyumlu siyasi süreç yoluyla sona erdirilebileceğinin altını çizerek,
İnsani krizin daha da kötüleşmesinin önlenmesinin, sivillerin korunmasının, ihtiyaç sahibi tüm Suriyelilere önkoşulsuz ve ayrım gözetmeksizin koruma ve insani yardım sağlanmasının, keza ülke içinden yerinden edilmelerin önlenmesi ile mültecilerin ve ülke içinde yerinden edilen kişilerin güvenli ve gönüllü olarak Suriye'deki asıl ikamet yerlerine geri dönüşlerinin kolaylaştırılmasının önemini vurgulayarak,
Aşağıdaki hususlarda mutabık kalmışlardır:
1-İdlip gerginliği azaltma bölgesindeki temas hattı boyunca tüm askeri faaliyetler 6 Mart 2020 tarihinde saat 00:01’den itibaren durdurulacaktır.

2-M4 karayolunun kuzeyinde 6 km ve güneyinde 6 km derinliğinde bir güvenli koridor tesis edilecektir. Güvenli koridorun işleyişine dair ayrıntılı esas ve usuller, Türkiye Cumhuriyeti ve Rusya Federasyonu Savunma Bakanlıkları arasında 7 gün içinde kararlaştırılacaktır.
3-Türk-Rus ortak devriyeleri, 15 Mart 2020 tarihinde M4 karayolunun Trumba’dan (Serakib’in 2 km batısı) Ain-Al-Havr’a kadar olan kesimi boyunca başlatılacaktır”.

Bu protokol bağlamında basında yeralan Astana süreci ve Soçi anlaşması çerçevesini aşan yorumların pek bir anlamı yoktur. Bu ek protokol, İdlib sınırlarını değiştirmiyor; ikiye bölünmüşlüğünü ortadan kaldırmıyor; TSK’nın gözlem noktalarından çekilmesinden bahsetmiyor; M5 karayolunun Esad rejimine devredildiğini içermiyor. Yeni olan M4 karayolunun Türkiye ve Rusya tarafından kontrol edileceğidir. Bu anlamda Suriye rejimi bu karayolunun kuzeyine kadar çıkıyor.
M5 karayolu ve TSK’nın gözlem noktaları üzerine düzenleme, Türk ve Rus savunma bakanlıklarının 7 gün içinde halletmeleri gereken bir sorun olarak kalıyor.

M4 ve M5 karayolları konusunda önceliğin M4 karayoluna verilmesi; bu yolun “güvenli koridor” haline getirilmesi için çaba, doğrudan Rusya’nın çıkarını ifade etmektedir. Rusya, Lazkiye ve Hmeymim üssünün HTŞ gibi terör örgütlerinin tehdidinden korunmasını sağlamak için Türkiye ile anlaşmıştır. Buna karşın M5 karayolu için bir karar yok ve bu karar savunma bakanlıklarının 7 gün içinde halletmesi gereken bir konu olarak ele alınmış.
Bu ek protokolün somut sonuçlarından birisi de “İnsani krizin daha da kötüleşmesinin önlenmesinin, sivillerin korunmasının, ihtiyaç sahibi tüm Suriyelilere önkoşulsuz ve ayrım gözetmeksizin koruma ve insani yardım sağlanmasının, keza ülke içinden yerinden edilmelerin önlenmesi ile mültecilerin ve ülke içinde yerinden edilen kişilerin güvenli ve gönüllü olarak Suriye'deki asıl ikamet yerlerine geri dönüşlerinin kolaylaştırılmasının” önemsenmesidir. Han Şeyhun, Maarat-ul Numan, Serakib ve başkaca yerlerde evlerinden kaçıp Türkiye sınırına dayanan yaklaşık bir milyon insanın “güvenli” ve de “gönüllü” bir şekilde geri dönebilmesi, doğrudan Rusya’ya bağlı bir sorun olarak görülmelidir. Bu dönüşün sağlanması için ya Esad rejimi o yerleşim alanlarında çekilecek veya da Rusya güvence verecek.

Ek protokolün en önemli, elle tutulur sonucu, ilan edilen ateşkestir. Bu ateşkesin ne kadar devam edeceği zaman içinde görülecektir.
Ateşkes konusunda Erdoğan’ın Moskova dönüşünde uçakta yaptığı açıklamalar soruna nasıl bakılması gerektiğini gösteriyor. Diktatör şunu söylüyor:

1- Ülkemizin sınırlarını rejim ve terör saldırılarına karşı daha korunaklı hale getiriyor.
2- İdlib bölgesinde istikrar ve normalleşmeye zemin hazırlıyor.
3- Orada bulunan askerlerimizin güvenliğini teminat altına alıyor.
4- Sivillerin korunması için önemli bir adım teşkil ediyor.”

Diktatör, bir zeminden, ateşkes zemininden bahsediyor; ateşkes devam ettiği müddetçe bunlar olacaktır diyor. Ancak, ateşkesin ne kadar devam edeceği de Moskova’da alınan kararların yerine getirilmesine bağlı olacaktır.

Söz konusu bu protokolün kapsamını ve ömrünü belirleyecek olan, Türk ve Rus savunma bakanlıklarının kendilerine havale edilen sorunları nasıl çözeceklerine bağlıdır. Protokolün ayrıntılı değerlendirmesi o zaman yapılabilir.

Ayrıntıdan bağımsız olarak bu protokol, Suriye-İdlib sahasında emperyalistler arası çelişkilerin seyri, jeopolitik dalaş bakımından değerlendirilmelidir. Ayrıntıdan bağımsız diyorum, çünkü şimdiye kadar Rojava devrimi de dahil Suriye sahasında yapılan değerlendirmelerde sorunun esasını, özünü bilerek veya bilmeyerek bir kenara iten, daha doğrusu ağaçtan ormanı görmeyen, geçen yüzyılın ‘70’li yıllarından kalma ideolojik perişan, teorik takıntılı analizler yapıldı. Bu sefer de aynı türden değerlendirmeler yapılıyor. Bunlara değineceğiz.

Şimdiki haliyle bu protokol ne Rusya’nın ne de Türkiye’nin istediği sonuçları vermiştir. Dolayısıyla Suriye rejim ve İran da bu protokolden umduklarını bulamadı.

Şüphesiz, Suriye Rejimi Soçi anlaşması çerçevesine dönmelidir, yani gözlem noktalarının gerisine çekilmelidir, bunun gerçekleşmesi için Şubat sonuna kadar süre tanıyorum türünden diktatör Erdoğan’ın dayatması sonuçsuz kalmıştır. Ama çekilme olmazsa saldırırım söylemi lafta kalmamış, Moskova’daki görüşmeden dolayı durdurulan Bahar Kalkanı Harekatı” başlatılmıştır.
Tanınan süre içinde geriye çekilmenin olmaması, faşist diktatörlük açısından bir yenilgidir, çekilme olmazsa saldırırım sözü ise bir kararlılık ifadesidir.

Daha fazla göç alacak durumumuz yok zemininde hareket eden Türkiye tarafı, göçü şimdilik engellemiş veya Suriye sınırları içinde karşılamasını sağlamıştır.

Böyle tekil noktalarda karşılıklı başarılar ve hezimetler bulmak mümkün. Bu türden değerlendirmeler sadece burjuva basında yer almıyor. “Sol”da da tekil sorunların öne çıkartılması sonucunda başarı-yenilgi, kazandı-kaybetti değerlendirmeleri yapılıyor. Bunlara değineceğiz.

İdlib’i, sadece İdlib olarak görürsek bu türden tekil konular üzerine ayrıntılı değerlendirmeler yapabiliriz. Ancak, bütün Suriye savaşı, Rojava devrimi zemininde bu türden değerlendirmelerin “beş paralık” bir değerinin olmadığını, sıkı bir dargörüşlü bakış açısının ürünü olduğunu bu türden değerlendirmeleri yapanların da görmüş olmaları gerekir.

İdlib sorununda, İdlib’in ötesine geçmeyen değerlendirmeler, tereyağından kıl çekercesine, kantarın topuzunu kaçırmadan yapılan analizler, nihayetinde Amerikan emperyalizminin, Rus emperyalizminin, bölgesel güç olarak Türkiye ve İran’ın Suriye’deki, daha dar bir alan olarak Suriye’nin İdlib bölgesindeki varlık nedenini açıklamıyor. Sanırsınız ki, İdlib’in taşı toprağı som altın ve bu ülkeler aslan payını kapmak için bu bölgede rekabet ediyorlar. Sadece İdlib için en fazlasıyla Esad rejimi savaşır ve bu, onun açısından haklı bir savaştır; nihayetinde ülkenin topraksal bütünlüğünü sağlamak için sürdürülen bir savaştır.

Peki, İran niçin orada ve vekalet savaşı sürdürüyor?
Peki, ABD niçin orada hakim olmak için, örneğin HTŞ üzerinden vekalet savaşı sürdürüyor?
Peki, Rusya sadece İdlib üzerinde hakimiyet kurmak için mi orada?
Peki, Türkiye’nin sorunu sadece İdlib ile sınırlı mıdır?

Bu ve benzeri sorulara açıklık getirmeden şu kadar alan kazandı, şu kadar alan kaybetti, şu kadar asker bunun için mi öldü, hezimet vb. türünden değerlendirmelerin ömrü en fazlasıyla birkaç günlüktür.

Dikkat edilirse bu kazandı-kaybetti değerlendirmelerinde Türk burjuvazisinden, sermayesinden, onun saldırganlığından asla bahsedilmiyor; sadece Erdoğan kazandı-kaybettiden bahsediliyor. Sorun, bir Erdoğan sorununa indirgeniyor. Bu değerlendirmelerde sınıfsal perspektif yok. Türk burjuvazisinin, sermayesinin saldırganlığı, Erdoğan’ın kişisel saldırganlığı olarak açıklanmaya çalışılıyor. Oysa tam tersinin yapılması gerekir; Erdoğan’ın perspektifini belirleyen Türk burjuvazisinin, sermayesinin bakış açısıdır. İdlib sahasında bunun adı “ulusal güvenlik konsepti”dir, politikasıdır.

Esas olan, İdlib’de çekilen silahların sesinin Libya’dan, Doğu Akdeniz’den geldiğini görmektir. Moskova’da yaklaşık altı saat boyunca sadece İdlib’in konuşulmadığını her iki tarafın yaptığı açıklamalardan anlıyoruz. İdlib için bir araya geliyorlar, ama aynı zamanda Libya üzerine de konuşuluyorlar. Neden? Libya önemli olduğu için mi? Evet, Libya önemli, ama hezimete uğramış, umduğunu bulamamış bir tarafla (somutta da diktatör Erdoğan ile) istediğini almış, umduğunu bulmuş diğer tarafın (somutta da Putin’in) Libya sorununu Erdoğan’la neden konuşsun?

Sormak gerekir: Rusya, İdlib’de ek olarak ne kazandı? Astana mutabakatını ve Soçi anlaşmasını devirdi mi, yok mu saydı? Yoksa her iki süreç üzerinde yükselen, her iki süreci teyit eden Moskova Ek Protokolünü mü imzaladı?

Peki, Türkiye İdlib’de ek olarak ne kaybetti? İdlib seferine gönderdiği askerleri, arkalarına bakmadan geri mi döndüler? Askeri bir hezimete mi uğradı? Erdoğan’ın imzaladığı ek protokol bir hezimet protokolü mü?
Her iki taraf, bu ek protokolü, soruna yaklaşım tarzına göre farklı perspektifler açısından değerlendiriyor. Böylesi ikili ve daha çoklu görüşmeleri her bir taraf kendi açısından değerlendirir. Öyle ki, yenilgiden zafer çıkartır.

Ancak, bu ayrıntılara dalarak büyük resmi, jeopolitik oyunu gözden kaçırmamak gerekir. Orada, İdlib’de, Doğu Akdeniz ve Libya için adımlar atılıyor. Genel anlamda Suriye sahası, Irak’tan Doğu Akdeniz’e ve Libya’ya kadar uzanan sahanın aktörler açısından jeopolitik şekillenmesinin nasıl olacağı üzerine adımların atıldığı, yoklamaların yapıldığı sahadır. Bu sahada söz sahibi olan üç güç vardır: ABD, Rusya ve Türkiye. Bölgemizde bunu görmeksizin yapılan analizlerin ömrü en fazlasıyla birkaç günlüktür.

Moskova mutabakatı, İdlib sahasında Türkiye-Rusya arasındaki bilek güreşinin sonucunu gösteriyor. Bu sonuç, soruna jeopolitik açıdan bakılmazsa, kesinlikle Türkiye’nin kaybettiği anlamına gelir. Bu değerlendirmeler, yukarıda değindiğim ve gelecek makalede ayrıca ele alacağım gibi yapılıyor. Ancak, soruna jeopolitik açıdan bakıldığında İdlib’de Türkiye-Rusya arasındaki bilek güreşi, İdlib’de nüfuz sahasının nasıl paylaşılacağıyla ilgilidir; Rusya (Suriye) hangi alanlarda, Türkiye hangi alanlarda ve kaç km derinliğe kadar hakim olacaktır. Bütün sorun burada düğümleniyor.

Jeopolitik bakış Rus emperyalizmine şunu perspektifi dayatıyor:
1-Bölgemizde Amerikan emperyalizmine karşı mücadelede Türkiye ile ortaklaştırılmış zemin oluşturmalısın.
2-Bu nedenle, Amerikan emperyalizme karşı rekabet etmek istiyorsan bölgede Türkiye’nin çıkarlarını göz önünde tutmak zorundasın.
3- ABD’den, NATO’dan uzaklaşan veya bunlarla çelişkili bir ilişki içinde olan Türkiye’yi, onun çıkarlarını göz önünde tutmaksızın kendi yanına çekemezsin.
4-Bölgede Türkiye olmaksızın istediğin başarıyı elde edemezsin.

Türkiye açısından emperyalistleşen bir ülkenin dış saldırganlığı şunu söylüyor:
1-Bölgesel bir güçsün.
2-Bölgesel saldırganlığını gerçekleştirmek istiyorsan küresel hegemonya amacı güden ve bunu gerçekleştirme yeteneğine sahip olan ülkeler arasındaki çelişkilerden; ABD ve Rusya arasındaki çelişkilerden yararlanmalısın.

Bu yararlanma işinin nasıl yapıldığını Efrin işgalinde, Rojava devriminin tasfiyesinde gördük ve şimdi de İdlib’de görüyoruz. Yakın gelecekte de Doğu Akdeniz ve Libya’da göreceğiz.

Geçen yüzyılın 70’li yıllarından kalma köhnemiş emperyalizm anlayışıyla, sömürge, yarı sömürge yeni sömürge, bilmem ne sömürge anlayışıyla Suriye’de, Rojava devriminin tasfiyesinde, Doğu Akdeniz ve Libya’da emperyalistleşen Türkiye gerçekliği, ABD-Rusya-Türkiye arasındaki üçlü “kutsal” ittifak anlaşılamaz ve açıklanamaz. Ekleyelim: Bu köhnemiş anlayış, sınıf düşmanını ve geliştirmiş olduğu yeteneklerini analiz etmemiz önünde bence en önemli engeldir.

Bu gerçeklik anlaşılmadan kaybetti-kazandı hesabının bir anlamı olmayacaktır. İdlib’de Rusya, kimilerinin beklediği gibi Türkiye’yi sürüp çıkartmayacaktır. Bunu yapabilir, ama o zaman da Türkiye’yi karşısında, ABD’nin yanında bulur. Ortadoğu’da ve onun uzantısı olarak Doğu Akdeniz ve Libya’da Rusya, yanında olmayan Türkiye ve Batı dünyasına, özellikle de Amerikan emperyalizmine karşı hegemonya mücadelesini nasıl sürdüreceğini düşünmüş olması gerekecektir. Boğazların savaş gemilerine kapatılmasından Karadeniz’in NATO’ya açılmasına kadar kozları elinde tutan Türk burjuvazisi, Rus emperyalizmine çok olanak kaybettirecek durumdadır.

Her halükarda jeopolitik hesap, uzun vadeli hesaptır. Bu hesabı hem Amerikan emperyalizmi hem Rus emperyalizmi ve hem de emperyalistleşen Türkiye yapıyor. Sadece “sol” yapmıyor. Bu hesap yapılmadan, hitap edilen sınıf, emekçi kitleler, faşizme, emperyalizme, sömürgeciliğe, somut olarak da faşist diktatörlüğe karşı nasıl bilinçlendirilip örgütlenir sorusu hep karşımıza çıkacaktır.

Devam edecek
(Bir veya iki makalede Suriye (İdlib), Doğu Akdeniz, Libya sahasında ABD-Rusya-Türkiye jeopolitik ilişkileri ve “Sol”un muhteşem değerlendirmelerini ele alacağız)