deneme

12 Mart 2020 Perşembe

SURİYE (İDLİB) SAHASINDA ABD-RUSYA- TÜRKİYE ARASINDA JEOPOLİTİK OYUNLAR



SURİYE (İDLİB) SAHASINDA ABD-RUSYA-

TÜRKİYE ARASINDA JEOPOLİTİK OYUNLAR

 
Suriye (İdlib), Doğu Akdeniz, Libya sahasında ABD-Rusya-Türkiye 

jeopolitik ilişkileri ve “Sol”un muhteşem değerlendirmeleri


1-İdlib Sahasında Rekabet Eden Güçler Ve Amaçları

İdlib sahasında rekabet eden güçler bloklaşmış durumdadır; bir taraftan Rusya önderliğinde İran ve Esad rejimi, diğer taftan doğrudan, fiilen sahada olmasa da HTŞ başta olmak üzere birtakım cihatçı örgütleri destekleyen ABD ve SMO (Suriye Milli Ordusu) adı verilen eski “ılımlı” diye tanımlanan “Özgür Suriye Ordusu” mensuplarıyla birlikte Türkiye. Ancak mücadele şimdilik silahlar susmuş olsa da Suriye ordusu, İran’a bağlı güçler ve bunları destekleyen Rusya ile SMO/TSK arasında sürdürülmektedir. 5 Martta Moskova’da imzalanan “askeri faaliyetleri durdurma” anlaşmasına kadar durum böyleydi. HTŞ ve benzeri cihatçı güçler silahlı çatışmaya henüz girmediler.

İdlib sahasında ne kadar çok güç ve niyet olursa olsun son kertede belirleyici olan, Rusya-ABD-Türkiye arasındaki rekabettir. Bu sahada güç dengesi, bu güçler arasındaki rekabetin seyri tarafından belirlenmektedir.

Rus emperyalizmi açısından Suriye’nin önemi
1)Rusya açısında genel anlamda Suriye ve özel olarak da İdlib jeopolitik açıdan önemlidir. Rusya’nın Suriye sahasındaki varlığı, bu ülkenin Rus sermayesine sunacağı zenginlikten (petrol, doğal gaz) dolayı değildir. Suriye’de çıkartılan petrol Suriye için önemli olabilir, ama Rusya açısından bu miktarın hiçbir önemi yoktur. Dolayısıyla Rusya, Suriye’nin petrolü ve doğal gazı için Suriye’de değildir.

2)Suriye, Çarlık döneminden bu yana Rusya’nın “sıcak denizlere” inme hayalinin gerçekleştirildiği sahadır. Bu nedenle jeopolitika üretme imkan ve yeteneğine sahip olan Rus emperyalizmi için Suriye iç savaşının başlaması onun bu alana inmesi için kaçırılamaz bir fırsattı.

3) Rus emperyalizmi, Amerikan emperyalizminin Avrasya veya başka biçimde Rusya’ya, Orta Asya’ya yönelik jeopolitik adımlarını şu anda açık alan durumunda olan Ortadoğu sahasında karşılamak için Suriye’de kalmayı ısrarla sürdürecektir.
4) Rusya, Rusyalı Müslümanların oluşturduğu cihatçı güçlerin fiziki imhası için İdlib’e önem vermektedir. Bu güçler şimdi İdlib’de dar alana sıkıştırılmış durumdalar ve Rus üslerine füze fırlatacak bir yakınlıkta bulunuyorlar. Bundan daha önemlisi, Rusya bu güçlerin Suriye sahasında ayrılmalarını ve Rusya’ya geri dönmelerini bir felaket olarak görmektedir. Bu nedenle onların fiziki imhasından yanadır.

5) Rusya, Suriye’yi, Ortadoğu’daki nüfuz alanını genişletmek, Doğu Akdeniz’in paylaşımına katılmak için sürdürdüğü rekabetinde vazgeçilemez bir üs, lojistik bir merkez olarak görmektedir.

Amerikan emperyalizmi açısında Suriye’nin önemi
Amerikan emperyalizminin Kürt ulusuyla, yurtsever hareketle ilişkisi sahtedir.
Güney Kürdistan’da Barzani’nin yanında duruyor olması, maddi destek sunması, aynı şekilde Rojava devrimine desteği, meselenin özünde bir şey değiştirmez. 17 Ekimde ABD-Türkiye arasında imzalanan 13 maddelik Ankara Mutabakatı ile Amerikan emperyalizminin Rojava devrimini nasıl sattığı bilinmiyor değil.
Amerikan emperyalizmi Kürtler üzerinden kendine sadık bir statükonun oluşturulması için mücadele ediyor. Bu nedenle Rojava ile ilişkilerini geliştirmiştir.

ABD, Ortadoğu’da bölgesel güçleri kendine bağlayarak sorunsuz hakimiyet sürdürdüğü dönemin kapandığını pekala görüyor. Avrasya jeopolitikasının güney kısmını oluşturan Ortadoğu’nun kendisi açısından bir bütünsellik oluşturmadığını nihayet anlamışa benziyor. Bu sahada dayanabileceği iki güçten geriye sadece İsrail kalmıştır. Türkiye’yi eskisi gibi kendi çıkarlarına koşamayacağını da anlamaya çalışıyor.

Amerikan emperyalizmi, Çin’e karşı mücadele etmek için Çin’i çevreleme jeopolitiği gereği, güçlerini Ortadoğu’dan çekerek o bölgeye kaydırmada pek başarılı olamamıştır. Aslında ABD, sadece küresel bir güç olarak değil, şimdiki konumunu devam ettiren küresel bir güç olarak kalmak istiyorsa Ortadoğu’dan kendi isteğiyle çıkamaz, ancak çıkartılır.
Çıkması durumda yerinin Rusya, hatta Türkiye ve İran gibi bölgesel güçler tarafından doldurulacağını pekala görmektedir.
Doğrudur, Ortadoğu’da Irak ve Suriye gibi İsrail’e karşı mücadele edebilecek, Filistin sorununa sahip çıkabilecek Arap ülkesi kalmadı. Aynı şekilde, İsrail yanlısı gözüken birtakım rejimlere İsrail bile güvenmiyordur. Sözün kısası, ABD’nin Ortadoğu’da varlığını sürdürmesini İsrail’in varlığının sürdürülmesiyle bağlam içinde ele alan düşüncelerin maddi zemini pek yok.

Amerikan emperyalizminin kendi isteğiyle Ortadoğu’dan ayrılması, Rusya ve aynı zamanda Çin karşısında büyük bir yeniliği, geri çekilme, dünya hegemonyasında iddiasızlık demektir.

İran açısında Suriye’nin önemi
İran’ın temel amacı bölgedeki Şii nüfusa dayanarak Suriye üzerinden Akdeniz’e inmektir. Özellikle Hürmüz Boğazı’nın deniz trafiğine kapatılması durumda Irak-Suriye üzerinden Akdeniz’e bağlanmak ve enerji sevkıyatını bu rota üzerinden gerçekleştirmektir; Hürmüz Boğazı2nın kapatılması durumunda, Irak-Suriye/Lübnan hattı İran için dünya pazarlarına açılan tek hat olacaktır. Bu nedenle başka ülkelerden de (Afganistan, Pakistan) devşirdiği Şii paramiliter güçlerle Irak, ama esasen Suriye sahasında Esad rejimi yanında yer almaktadır. Akdeniz’e bağlanmak aynı zamanda Lübnan’ı da Hizbullah vasıtasıyla yönlendirmek anlamına gelir.

Suriye sahasında İran ve Rusya’nın ile jeopolitik amaçları örtüşmemektedir. Her ikisi de farklı çıkarlardan dolayı Esad rejimini desteklemektedir. İsrail’in, İran’ın Suriye’deki üslerine, askeri lojistik merkezlerine karşı hava saldırıları karşısında Rusya’nın susması, Suriye sahasında Rusya-İran ilişkilerinin nasıl seyrettiğini göstermektedir.
Suriye’de savaşın sonlanması demek, aynı zamanda İran’ın Suriye’deki günlerinin sayılı olduğunu gösterecektir.

Faşist diktatörlük açısında Suriye’nin önemi
Faşist diktatörlük açısından bir bütün olarak Suriye değil, Suriye’nin, Rojava’nın, aynı zamanda Güney Kürdistan ve Irak’ın Misak-ı Milli sınırları içinde kalan kısmı önemlidir.

Türkiye, hangi biçimde sömürge olarak tanımlanırsa tanımlansın, emperyalistleşen bir ülkedir. Geliştirdiği yeni güvenlik konsepti, düşmanı bulunduğu yerde imha etme anlayışı üzerinde yükselmektedir. (Yeni ulusal güvenlik konsepti, Kuzey Kürdistan, Rojava ve Güney Kürdistan açısından Kürt özgürlük mücadelesini tasfiye ve imha etmek, Rojava’da gördüğümüz gibi işgal etmek anlamına gelir.) Bu konuyu ayrı bir başlık altında ele alacağız. Burada söylenmesi gereken şudur: Türk sermayesi yayılmacılığını yeni ulusal güvenlik konseptiyle güya perdeliyor; başka ülkelerin, somutta da Suriye ve Irak’ın topraklarında gözümüz yok, amacımız “terörle” mücadeledir dense de, esas niyet, en azından Misak-ı Milli sınırları içinde olan, ama mevcut sınırların dışında kalan bölgeleri nüfuz altına almaktır.

2) İdlib Ve Jeopolitika- Güçler Arasında İlişki Ve Çelişkiler
 
Bu alanda doğrudan ilişki-çelişki öncelikle Rusya, Türkiye ve ABD arasındadır. Esad rejimi Rusya’nın kontrolünde hareket ederken İran Rusya’ya karşı gelmiyor gözükerek, Esad rejiminin yanında yer alarak kendi Şii-paramiliter güçlerini sahada tutmakta ve yönlendirmektedir. ABD, ancak HTŞ ve benzeri cihatçı örgütler üzerinden bölgede varlık göstermeye çalışıyor. Türkiye ise her iki güç (Rusya-ABD) arasındaki çelişkilerden yararlanarak, İdlib somutunda Rusya ile konuşarak hareket etmeye çalışmaktadır.
Bu ilişki/çelişki yumağı içinde özel konumu olan Türkiye’dir. Diktatör Erdoğan önderliğinde faşist diktatörlük, Suriye sahasında şimdiye kadar ABD-Rusya arasındaki çelişkilerden yararlanarak bugünlere gelmiştir. Rojava’da hayalini istediği gibi gerçekleştirememiştir, ama bu devrimin tasfiyesinde ABD ve Rusya’nın yanı sıra belirleyici rol oynamıştır. Bugün Efrin’i, Cerablus-El Bab hattını ve “Barış Pınarı Harekatı” sonucunda işgal ettiği alanı elinde tutuyorsa bunu, Rusya ve ABD arasındaki çelişkileri kullanmasına borçludur.

Rusya ve ABD’yi bu kadar tavizkar yapan, Türkiye’nin sadece bölgesel değil, küresel çapta oldukça önemli olan stratejik konumudur. Bu nedenle, sadece ve sadece bu nedenle hem Rusya hem de ABD, Türkiye ile ilişkilerinde “göçte öküzün ezdiği otun hesabını” tutmuyorlar veya “Kaz gelen yerden tavuk esirgenmez” anlayışına göre hareket ediyorlar. Tek başına Efrin, Rojava, İdlib, küresel jeopolitikada Türkiye’nin sağlayacağı imkan göz önünde tutulursa ne ABD ne de Rusya için önemlidir. Veya “göçte öküzün ezdiği ot” veya da “Kaz gelen yerden tavuk” kadar önemlidir. Hesap yapılacaksa, “kazandı-kaybetti” listesi çıkartılacaksa bu gerçeklik göz önünde tutulmalıdır...

Aslında Rusya, Türkiye'den “çok fazla” bir şey istemiyor; NATO'dan çık, Batı ile bağlarını kopart demiyor. Sadece, ABD'den ne kadar uzak durursan benim için o kadar iyi olur diyor. Tabii ki, bu uzaklık görecedir. Türkiye, ABD’den, NATO’dan ne kadar uzaklaşırsa bunun karşılığını Rusya bedel olarak ödüyor.

Rusya'nın, NATO ülkesi olan Türkiye'ye S-400 satacak kadar yakın olması başta ABD olmak üzere Batı dünyası açısından hazmedilebilir bir durum değildir. Ne de olsa Türkiye, askeri gücü ve coğrafi konumu bakımından herhangi bir NATO ülkesi değildir. NATO üyesi Türkiye'nin örneğin Ortadoğu'da, somutta da bugün için Suriye'de NATO ile değil de Rusya ile ortak hareket ediyor olması, Astana süreci fişinin çekilememesi sanırım Batı açısından durumun vahametini yeteri kadar açıklamaktadır.

Rusya, Türkiye'nin Suriye ve daha geniş anlamda Ortadoğu politikasını ona karşı olarak değil de onu yanına çekerek kontrol edilebilir yapmaya çalışmaktadır. Gelişmeler, benzer bir politikanın Doğu Akdeniz’deki “it dalaşı”nda da yaşanabileceğine işaret ediyor.

Gelişen Türkiye-Rusya ilişkileri, her iki ülkenin birbirlerine güveninden ziyade ABD karşıtlığının bir sonucudur. Rusya, Türkiye’nin ABD karşısındaki tavrından dolayı ABD’nin bölgemizde etkisizleşeceğini ve onun yerini kendisinin dolduracağını hesap ederken, Türkiye de Rusya ile gelişen ilişkilerinden dolayı sadece Batı’ya bağımlı kalmaktan kurtulabileceğini, Batı karşısında Rusya ile beraber ortaklaştırılmış çıkarlar için rekabet edebileceğini ummaktadır. Her iki ülke arasındaki ilişkilerin bu yönde geliştiğini, Suriye sahasında, S-400’ler bağlamında -yani askeri alanda- görüyoruz ve muhtemelen de Doğu Akdeniz’de göreceğiz.
Aslında Türkiye-Rusya ilişkisi, bugünkü gelişmişlik haliyle bile ABD’ye ve NATO’ya indirilmiş büyük bir darbedir.

ABD ve Rusya’nın Türkiye ile ilişkileri jeopolitiktir. “Bitlenen” ve saldırganlaşan Türk sermayesi, ABD ile yarı sömürge, yeni sömürge ilişkilere son verme sürecine girmiştir. Türk sermayesi, ilişkilerden eski tarzın devam edemeyeceğini, söz sahibi olmak istediğini göstermeye başlamıştır. Bunun engellemek için Amerikan emperyalizmi 15 Temmuz 2016’da darbe girişiminde bulunmuştur. Bu başarısız girişimden bu yana ABD-Türkiye arasında dönem dönem sertleşen ilişkiler, keskinleşen çelişkiler hep gündemde olmuştur.

ABD, İdlib sahasında çatışmaların başlamasından bu yana Türkiye’yi yeniden kazanmak için yoğun bir çama göstermiştir. ABD'den mesajlar, destek açıklamaları hemen her gün yinelenmiştir. Ancak karşılık bulmayınca destek S 400’den vazgeçmeye bağlanmıştır. Bu sahte dostluk, dayanışma gösterileri sonuç vermemiştir.

Rusya ise jeopolitik ilişkinin kendisi açısından ne denli önemli olduğunu bildiği için “ufak” hesapların, çıkarların peşinde olmadı. İdlib sorununun hallinde de bunu göreceğiz. İdlib, muhtemelen bir biçimde bölünecektir. Bölünmede dayatan taraf Türkiye olacaktır. İstediği, İran sınırından başlayarak İdlib’e kadar uzanan sınır şeridini tamamlamak ve burada hakim olmaktır. İdlib, bu şeridin; Misak-ı Milli’nin güneydeki kısmının batıdaki başladığı yerdir.
Bu bölünmenin nasıl olacağı veya olup olmayacağı da Rusya ve Türkiye arasında konuşulan esas konudur. Türkiye, göç akımını ve güvenli bölgenin gerekli olduğunu dillendirerek bölünmenin gerçekleştirilmesinde ısrar edecektir. Göç olgusu, güvenli bölge ısrarı göz önünde tutulursa İdlib’in paylaşılma ihtimali, paylaşılmama ihtimalinden daha yüksektir. Nasıl paylaşılırı açık ki, Türkiye ile Rusya belirleyecektir.

3-Türk Burjuvazisinin Yeni Ulusal Güvenlik Konsepti

Türkiye'nin yeni ulusal güvenlik konseptinin oluşumunda birçok yeni faktör belirleyici olmuştur. Uygulanan ulusal güvenlik politikası, şimdiye kadarkinden oldukça farklıdır. NATO üyesi olmasından bu yana Türkiye'nin ulusal güvenliği, NATO'nun kapitalist dünyayı sosyalist, sonra da revizyonist dünyaya karşı koruma konseptine; uluslararası “güvenlik” konseptine entegre edilmişti.

Revizyonist Blokun dağılmasından sonraki süreçte, yani 1990’lı yılların başından bu yana Türk burjuvazisinin dış düşman algılaması değişmeye başlamıştır.
Yeni ulusal güvenlik konseptinde iç düşman algılamasında yeni olan “Gülen Hareketi” iken dış düşman algılamasında yeni olan da, Rusya’nın yerini alan Batılı emperyalist güçlerdir. Sahadaki somut durum, örneğin 15 Temmuz darbe girişimi, Suriye savaşında ABD-Türkiye çelişkileri bunun böyle olduğunu göstermektedir.

Yeni ulusal güvenlik konseptinde yeni olan, Türk burjuvazisinin “Misak-ı Milli vurgusudur. Böylece Türk burjuvazisi saldırganlık politikası güdeceğini açıklamış oluyor.

Fiiliyatta da görüldüğü gibi yeni ulusal güvenlik konsepti, savunma eksenli değildir, tamamen saldırı eksenlidir. Daha önceki ulusal güvenlik konseptiyle yeni ulusal güvenlik konsepti arasındaki temel değişim, fark budur.

Yeni ulusal güvenlik konsepti, diktatör Erdoğan önderliğinde Türk burjuvazisinin bir savaş programıdır. Bu konseptin uygulaması bunu göstermektedir. Yeni ulusal güvenlik konseptinin içeriği bunun nasıl bir savaş programı olduğunu açıklıyor: “Önleyici vuruş hakkı”, “düşmanı bulunduğu yerde, sınır ötesinde imha etme” kavramları yeni ulusal güvenlik konseptinin belirleyici ögeleri olmuştur.

15 Temmuz darbe girişiminden sonra oluşturulan yeni ulusal güvenlik konsepti hakkında R. T. Erdoğan’ın açıklamaları amacın ne olduğunu göstermektedir (1).

Açık ki, Türk burjuvazisi şimdiye kadar NATO'nun uluslararası güvenlik konseptine entegre edilmiş güvenlik konseptini artık yanlış buluyor, yeni güvenlik konseptini “tehdidi yerinde yok et” adı altında doğrudan saldırı eksenli konsept olarak geliştiriyor. Bu konseptin temel özelliklerini ana başlıklar olarak sıralayacak olursak:

Lozan bir zorunluluktu – Hedef Misak-ı Milli'dir
Gelişmesinin bu aşamasında Türk burjuvazisi, Lozan Antlaşmasıyla belirlenmiş olan sınırları tanımadığını ve hedefinin Misak-ı Milli olduğunu savunuyor ve bunu da Erdoğan vasıtasıyla açıklıyor.

Diktatör Erdoğan, Lozan'la çizilmiş olan sınırları, “Bu devletin sınırlarını gönüllü olarak kabul etmiş de değiliz” diyerek reddediyor ve esas amacının saldırganlık ve başka (komşu) ülkeleri işgal etmek olduğunu açıklıyor (2). Bu, bir savaş programıdır.
 
1923 psikolojisiyle hareket edemeyiz”
2016 yılında 1923’ün psikolojisiyle hareket edemeyiz” diyen diktatör Erdoğan şimdiye kadar geçerli olan ulusal güvenlik konseptinin Türk burjuvazisinin çıkarlarına artık hitap etmediğini ve yeni bir ulusal güvenlik anlayışına ihtiyaç olduğunu açıklıyor: “1923’ün psikolojisi”,”hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır, o satıh tüm vatandır” anlayışıpsikolojisidir. Yani ulusal güvenliğin bütün vatanı savunmaktan geçtiğinin anlatımıdır. Başka türlü ifade edersek; vatan diye sahiplenilen topraklara dışarıdan bir saldırı olursa o saldırıyı vatan topraklarında karşılama anlayışıdır. Bu, doğrudan savunma eksenli bir ulusal güvenlik anlayışıdır.
Bizi Cumhuriyet tarihimizin tamamını hattı müdafaayla geçirmeye zorlayan anlayışı geride bırakmak mecburiyetindeyiz. 93 yıldır başımıza ne geldiyse işte bu anlayıştan gelmiştir” diyerek savunma eksenli ulusal güvenlik konseptinin günümüz koşullarına cevap vermediğini ve terk edilmesi gerektiğini açıklıyor.

Yeni ulusal güvenlik konsepti:
Bu konseptin belirleyici özelliği, düşman olarak algılanan güçlerin sınır ötesinde imha edilmesidir. Diktatör Erdoğan bu konsepti şöyle açıklıyor:

2016 yılında 1923’ün psikolojisiyle hareket edemeyiz, bunda ısrar etmek ülkeye ve millete yapılacak en büyük haksızlıktır. Cumhuriyetimizi kurduğumuzdan beri dünyada her şey değişirken, biz o tarihteki konumumuzu korumayı kazanç olarak göremeyiz...

Türkiye artık bu yanlış güvenlik anlayışını terk etmiştir, bunu bitirmiştir. Bundan sonra sorunların kapımızı çalmasını beklemeyeceğiz. Bundan sonra bıçak kemiğe dayanana kadar sabretmeyeceğiz. Bundan sonra gırtlağımıza kadar bataklığa gömülmeye rıza göstermeyeceğiz. Artık sorunların üzerine biz gideceğiz. Terör sorunumuz mu var? Terör örgütlerinin gelip bize saldırmasını beklemeyeceğiz, bu örgütler nerede faaliyet gösteriyorsa, nerede yuvalanıyorsa gidip orada tepelerine tepelerine bineceğiz. Suriye’de, Irak’ta bize yönelik tehditler mi var? Bu tehditlerin sınırlarımıza dayanmasını beklemeyeceğiz, tehditleri kaynağında yok etmenin, çözmenin çaresine bakacağız. Sineklerle uğraşmak yerine, bataklığı kurutmanın yollarını bulacağız”.

Diktatör Erdoğan ulusal güvenlik politikasında radikal bir değişimden bahsetmektedir. Bu yeni ulusal güvenlik konseptine göre Türkiye, hiçbir tehdidi ülke sınırları içinde karşılamayacak, tehdidi kaynağında, nereden geliyorsa orada vuracak. Bu konseptin uygulamasının savaş ve işgal olduğunu Rojava’da ve İdlib’de görüyoruz.

Türkiye'nin ulusal güvenliği müttefiklere bırakılamaz
Ulusal güvenlik konusunda Türkiye'nin NATO üyesi olana kadar (1952) müttefiklik ilişkisine dayanma diye bir anlayışı olmadı. NATO üyeliğinden sonra ulusal güvenlik politikası, NATO'nun uluslararası güvenlik politikasının bir eklemi oldu. Sovyetler Birliği ve Revizyonist Blok dağıldıktan (1991/1992) sonra da Türkiye'nin ulusal güvenliği, NATO'nun uluslararası güvenlik konseptinin bir sorunu olarak kalmıştır. Suriye savaşıyla birlikte Türk burjuvazisinin NATO hakkında düşüncelerinde belli değişimler oluşmaya başlamıştır: Ortadoğu'da özellikle Suriye'den kaynaklı kendine yönelik saldırılar söz konusu olduğunda NATO'nun soruna gönülsüz müdahil olma tavrı veya Türk burjuvazisinin algılamasına göre müttefik ülkelerin Türkiye'den ziyade terör örgütleriyle ilişki içinde olmaları, Türk burjuvazisinde ulusal güvenliğin müttefiklere bırakılamayacak kadar önemli olduğu düşüncesinin gelişmesine neden olmuştur. 15 Temmuz darbe girişiminde Batılı müttefik ülkelerin tavrı da güvensizliğin tuzu biberi olmuştur. Özellikle bu darbe girişiminden sonra başta ABD olmak üzere Batılı müttefik ülkelerin terörizm konusundaki tavırları; Türkiye'yi, Suriye ve Irak'dan uzak tutmaya çalışmaları ve Türk burjuvazisinin algılamasına göre çarpık ilişkiler (Rojava'da PYD-ABD ilişkisi) sonuçta yeni güvenlik konseptinin oluşturulmasına yol açmıştır. Bu konsepte müttefiklere güvenme yerini, kendi gücüne güven alıyor.

15 Temmuz başarısız darbe girişiminde başta ABD olmak üzere Batılı müttefiklerinin suçüstü yakalanma durumu, darbe sonrasında iktidar ile müttefikleri arasındaki ilişkilerin gerilmesi, Türk burjuvazisine travma yaşatmıştır. Bu travma, darbede “Gülen Hareketi”nin oynadığı rolden daha da ağır ve önemli olmuştur. Varlığımıza kast ediliyor ve kast edenler de müttefiklerimizdirden hareketle Türk burjuvazisi, bu coğrafyada var olmak için kendi gücüne dayanan ulusal güvenlik politikası geliştirilmesi gerektiği sonucuna varmıştır.

Gelişmesinin ve müttefiklik ilişkilerindeki gelişmenin bu aşamasından sonra Türk burjuvazisinin Batıyla sorunsuz denebilecek güvenlik ilişkilerine geri dönmesi beklenmemelidir.

Yeni ulusal güvenlik konsepti kuşatılmışlığı kuşatmaya dönüştürme konseptidir
Bu coğrafyada var olmak için ya kuşatılırsın veya da kuşatırsın. Bu iki durumun dışında üçüncü bir durum istisnai olarak mümkün olabilir (3).

NATO üyeliğiyle birlikte Türkiye, Amerikan emperyalizmi önderliğinde kapitalist dünyanın çıkarlarını savunmak için sosyalist, sonra da revizyonist dünyayı kuşatanlar arasında yer almıştır. Suriye savaşından bu yana ise hem müttefikleri hem de Rusya tarafından kuşatılmış durumdadır. Türk burjuvazisi bu kuşatmayı kırmak için yeni ulusal güvenlik konsepti oluşturmaktadır. Bu konsept, Türkiye'nin bu kuşatılmışlıktan kurtulmak, hapsedildiği çemberi kırmak için geliştirdiği veya ana hatlarıyla açıkladığı jeopolitik anlayışını da dile getirmektedir (4).

-Kuşatmayı yarmak için Türkiye kendi gücüne güvenecektir, kimseden (müttefiklerden) izin ve talimat almayacaktır.

-Bu coğrafyada var olmak için Türkiye, kuşatılmışlığı, kuşatmaya dönüştürmek zorundadır; diğer bir ifadeyle, kuşatmak için sınır dışı odaklı savunma kalkanı oluşturulmalıdır (5).
Türk burjuvazisi, Osmanlı döneminde olduğu gibi yeniden üç kıtada varız diyor!. Ama burada önemli olan Balkanlar-Kafkasya/Hazar Havzası-Ortadoğu üçgeninin her bir köşesinde askeri varlık göstermesidir.
Bütün bunlar kuşatılmışlığı kırmanın, kuşatmaya geçmenin, diğer bir ifadeyle; ulusal güvenliği sağlamak için tehdidi sınır ötesinde alınacak tedbirlerle önleme, imha etme, sınır ötesi savunma kalkanı kurma aşamasına geçmenin açık ifadesidir.

Proaktif” dış politika ve saldırı eksenli ulusal güvenlik konsepti
Açık ki, Türk burjuvazisi, ulusal güvenlik adı altında jeopolitik açılımını gerçekleştirmek için saldırgan olacaktır; bunu da tehdide karşı proaktif olmak, önleyici tedbirler almak; tehdidi sınır ötesinde karşılamak ve imha etmek perspektifiyle yapacaktır. Bu politikayı, bu güvenlik konseptini Irak (“Pençe” Harekatları), Suriye sahasında gerçekleştiriyor. Şimdi de Libya’daki varlığını bu anlayışına dayandırıyor.

Böyle bir ulusal güvenlik konseptini uygulamak için Türkiye'nin askeri yetenekleri var mı? Anlatıma göre Türkiye Milli Askeri Stratejisi'nde (TÜMAS) şekillenen askeri strateji, önleyici özellik taşıyor; savunmacı ama içinde saldırı da var. Geliştirdiği İHA ve SİHA sistemleri tamamen bu amaca hitap etmektedir.

Türk burjuvazisinin geliştirdiği yeni güvenlik politikası, Türkiye'nin jeopolitik önemini kavrayarak, kendi çıkarları için kullanarak hareket etme özgüvenine sahip olmaya başlaması, Türk sermayesinin bölgesel ve dünya çapında rekabet etme gücünün bir yansımasıdır. Bu rekabet meselesinde burjuvazinin kendi gücünü abarttığı açıktır, ama bundan hareketle onu küçümseme lüksümüz olmamalıdır.

4) “Kutsal” Üçlü İttifak Ve “Kazandı-Kaybetti” Hesabını Tutanlar

Üçlü ittifak”, bu “kutsal ittifak” anlaşılmadan ABD-Rusya-Türkiye arasındaki Suriye eksenli Ortadoğu’da yaşananlar anlaşılamaz. Aynı zamanda bu “kutsal ittifak” anlaşılmadan Doğu Akdeniz’in paylaşımı ve Libya da anlaşılamaz.

Üçlü ittifak” bir tahterevalli gibidir. Onu “kutsal” yapan da jeopolitik nedenden dolayı bu üçlünün birbirine sıkı sıkıya bağlı olmasıdır. Tahterevallinin ortasında duran diktatör Erdoğan’dır. Türk sermayesinin çıkarı neyi gerektiriyorsa; kimin yanında kimin karşısında olması gerekiyorsa ağırlığı o yöne veriyor. Tahterevallinin diğer uçlarında ise Putin ve Trump oturuyor. Diktatör her ikisiyle pazarlık yapıyor ve ona göre de tahterevallinin hareketini kendine göre kontrol ediyor. Veya bu üçlüden oluşan kantarın topuzu diktatörün elinde. Diğer bir ifadeyle, diktatör bu iki emperyalist güç arasındaki çelişkilerden yararlanıyor. ABD ve Rusya arasındaki çelişkiler uzlaşmaya dönüşürse Erdoğan açıkta kalmaz mı diye sorabiliriz. Olabilir, mümkündür. Ancak bu her iki emperyalist ülke sıradan emperyalist ülkeler değil; her ikisi de dünya hakimiyeti jeopolitikası üretme imkan ve yeteneği olan ülkelerdir. Küresel büyük “oyun”un iki belirleyici kutbudur. Bu iki ülke arasındaki denge değişiminde Türkiye önemli, Suriye eksenli rekabette görüldüğü gibi belirleyici bir konuma sahiptir. Bu denge değişimi de bugünden yarına gerçekleşecek bir değişim değildir. Bu, “Atlantik-Avrasya” arasındaki güç dengesi değişimidir. Dolayısıyla bu uzun erimli süreçte Türk burjuvazisi koparabildiği kadar taviz koparmaktan geri kalmayacaktır. 
 

Revizyonist Blokun dağılmasında sonra dünya çok rekabet merkezli dünyaya dönüştü; emperyalist/kapitalist ülkeler arasında müttefikleşme eğiliminin yerini daha önce kurulmuş ve giderek işlevsizleşen ittifakların yıkılma süreci aldı. Bu süreç hala devam etmektedir ve görülebilir bir zamanda da sonuçlanacağa benzememektedir. Dolayısıyla çok rekabet merkezli dünyada küresel ve bölgesel rekabet gücü olan her bir ülke, kendi gücüne orantılı olarak bölgesel ve küresel rekabet etmekte ve bu rekabette geçici ittifaksal ilişkilere girmektedir.

Dünya hakimiyeti jeopolitikasında bugün için merkez olabilecek üç güç vardır; ABD, Rusya ve Çin. ABD, artık pek de işe yaramayan NATO ile ne Rusya’ya ne de Çin’e karşı savaşabilir. Rusya ve Çin’in de ABD’ye karşı savaşmak için NATO tarzında bir ittifaklaşması yok veya bu iki ülkenin ABD karşısında uzun erimli müttefiklik ilişkisi kurup kurmayacakları soru götürür. Bu nedenle ABD ve Rusya, aralarında keskinleşen çelişkileri, güdümlerindeki örgütler, tahakküm altına aldıkları devletler vasıtasıyla sürdürüyorlar; vekalet savaşları. Bu türden çelişki çözümleme işi daha ne kadar devam eder bu ayrı bir sorun. Ama her halükarda yeni kamplaşma süreci vekalet savaşları sürecinde olgunlaşmaya başlayacaktır. Bu anlamda Türkiye her iki ülke için oldukça önemlidir. ABD ve Rusya, Türkiye’yi kaybetmemek (ABD), kazanmak (Rusya) için adeta yarışıyorlar. Türk burjuvazisi de bundan nemalanıyor (6). 
 
Rus emperyalizmi Türkiye’yi sürekli kendi safında tutmak, görmek için Kürtleri değil, gerekirse Esad’ı da, Suriye’nin bir parçasını, örneğin İdlib’i de satar. Aynısını ABD de yapar. Rojava devriminin tasfiyesi anlamına gelen söz konusu iki mutabakat bunun açık bir göstergesidir. Suriye (Rojava) sahasında bu “üçlü” (Putin, Trump, Erdoğan veya Rusya, ABD, Türkiye) arasındaki “kutsal” ittifakın nasıl uygulandığını gördük. İdlib de yeni bir uygulama alanı olacaktır. Bu, çelişkili halleriyle birbirini var eden bir ittifaktır.

Dünya çaplı jeopolitika üretme yeteneği olan ülke, stratejik düşünen, uzun erimli hesap yapan, üç-beş hamle sonrasını görmeye çalışan veya gören ülkedir. ABD’nin, NATO üzerinden Rusya’yı Baltık ülkeleri, Polonya, Romanya, Karadeniz-Türkiye hattında kuşatmasında en kritik, en belirleyici hat Türkiye’dir. Bunun böyle olduğunu ABD kadar Rusya ve Türkiye de biliyor. Bu hattın kırılması veya tamamlanması, ABD ve Rusya’ya değil, Türk burjuvazisinin tavrına bağlıdır. Bu nedenle, küresel oyuncular olarak ABD ve Rusya Türk burjuvazisinin çıkarlarını dikkate almak zorundadır. 
 
1952’den bu yana önce sosyalist Sovyetler Birliği’ne, sonra da revizyonist, sosyal emperyalist Sovyetler Birliği’ne karşı kapitalist dünyanın güney hattının bekçisi olan Türkiye, bu görevi yerine getirmemekle Amerikan emperyalizminin dünya hegemonyası jeopolitikasında onarılamaz bir yara, gedik açıyor... 

Bu hattın Türkiye sahasında kopması Amerikan jeopolitikası ve Rusya’yı çevreleme stratejisi için bir yıkımdır ve Rus emperyalizminin, bu hattın kopması için neleri feda edebileceğini düşünebiliriz...

Bu hattın işlevsiz kalmasıyla Rusya’nın Karadeniz üzerinden dünyaya açılma yolunun açılacağının, güneyden çevrelenme tehdidinin ortadan kalkacağının Rus emperyalizmi jeopolitikası açısından ne anlama geldiğini, bu bakımdan Türkiye’nin stratejik önemini Putin, Rus jeopolitik aklı anlıyor. Bu gerçekliğe, Doğu Akdeniz’in paylaşımını da eklerseniz Suriye'nin Suriye olmadığı belki daha anlaşılır olur. Bu durumda hangi küresel güç, somutta da ABD ve Rusya, Türkiye’nin çıkarını gözetmeksizin hareket edebilir? Suriye sahasındaki oyunun dünya jeopolitik rekabetteki yerini göremeyen, bu üçlü arasındaki ittifakı da anlamaktan uzaktır. Bundan dolayıdır ki avanak küçük burjuva sinekten yağ çıkartırcasına İdlib’de Erdoğan yenilgisini anlatmaktan kendini alamaz.

Küresel ve bölgesel jeopolitik “oyunlar” ve çıkarlar bu “üçlü”yü birbirine bağlamıştır. ABD bir yere kadar Türkiye’nin üzerine gidebilir. Rusya da öyle. Her ikisi de Türkiye’yi küresel jeopolitik amaçları için kazanmak istiyor. Bu da Türkiye üzerindeki baskıyı sınırlıyor, Türk burjuvazisine direnme ve kendi çıkarlarına tekabül eden tavizler koparma imkanı veriyor. Diktatör tam da buna oynuyor ve sürekli kazanıyor. 
 
Doğu Akdeniz’de emperyalistler arası çelişkilerin keskinleşmesinin bir üst aşamasında karşımıza yine bu “üçlü ittifak” çıkacaktır.

Türkiye-ABD, Türkiye-Rusya arasında hiç mi “itiş-kakış” olmuyor, olmayacak? Şüphesiz ki, olacak ve oluyor da. Ne ABD ne de Rusya, Türkiye’yi kendilerine denk düşen bir güç olarak görüyorlar, görmeyecekler de. Fırsatını bulunca Türkiye’nin ümüğüne çökerler. Ancak, aralarındaki küresel rekabet sürdüğü müddetçe bunu beraber yapmazlar. ABD-Rusya arasında Balkanlar-Kafkasya-Ortadoğu/Doğu Akdeniz üçgenindeki bu “it dalaşı” devam ettiği müddetçe Türk burjuvazisi onlar arasındaki çelişkilerden nemalanmaya devam edecektir. İleride, yakın gelecekte işin içine Çin karıştığında ne olur, o şimdiden bilinmez. Ama her halükarda Çin’in işe nasıl karıştığına bağlı olarak yeni pozisyonlar alınır.

İdlib çatışmalarında, son Moskova mutabakatında “sol” basında çıkan yazılar, değerlendirmeler, ayrıntılı olarak yapılan “kazandı-kaybetti” hesapları yeni bir “siyaset” tarzı”nın geliştiğini gösteriyor. Belki de eskiden beri böyleydi de ben bilmiyordum. Bu, doğrudan Erdoğan’la bağlam içinde ele alınması gereken bir “siyaset tarzı”dır. Bu “siyaset tarzı”na göre düşman olabildiğince tekleştiriliyor ve sonunda Eroğan’a indirgeniyor; tek düşman Erdoğan'dır. Varsa da yoksa da tek başına Erdoğan. Bu “siyaset tarzı”na göre düşman kişiselleştiriliyor; sınıf düşmanı sınıfından, sermayeden kopartılıyor. Bu “siyaset tarzı” son kertede Erdoğan giderse her şey düzelir anlayışıdır.

İdlib çatışmaları ve Moskova görüşmeleri hakkında yazılıp-çizilene bakın: Önce neredeyse Türk-Rus savaşı çıkarttıracaktık. Bu olmadı ve iş, hezimet, yenilgiye, kaybedenle kazananın buluşmasına, tavize, Rusya’nın zaferine, bozguna dönüştü...

Bunların hepsi doğru olabilir. Sorun bu değil. Sorun Erdoğan'ın arkasında durun güğçten bahsedilmemesi, Türk burjuvazisinin çıkarlarını savunan, o çıkarlar için savaşan Erdoğan yok, sanki kişisel çıkarlarını savunan, bunun için savaşan Erdoğan var.

Tamamen ayrıntıların dillendirildiği yazılar. Ağaçtan ormanı göremeyen yazılar. İdlib’i, Suriye’yi bu üç gücün (ABD, Rusya ve Türkiye) jeopolitikasından kopartan yazılar. Daha önce Rojava devriminin tasfiyesi sürecinde de bu ayrıntı hesabı üzerine yazılan yazılar görmüştük. Devrimin tasfiyesi yazanın umurunda değil, sorunun Erdoğan'ın nasıl yenildiğine, nasıl azarlandığına vb. indirgenen anlayışlar.

Doğu Akdeniz’in paylaşımına geç katılan Türkiye’nin attığı adımlar, Trablus hükumetiyle yaptığı anlaşma ve bu anlaşmadan sonra Doğu Akdeniz’deki faaliyeti üzerine yazılıp çizilenlerde de aynı “siyaset tarzı”nı görüyoruz.

Ne diyordu Sun Tzu?
Düşmanı ve kendini tanıyorsan, yüzlerce muharebenin sonucundan korkmana gerek yok. Kendini tanıyorsan, ama düşmanı tanımıyorsan kazandığın her zafer için yenilgiye uğrayacaksın. Ne düşmanı ne de kendini tanıyorsan, her muharebede yenileceksin... Gerçeklere bağlı kal”.
Doğu Akdeniz sahasında, Libya’da “kutsal” üçlü ittifak ilişkilerinin hangi yönde gelişebileceğini, daha geniş anlamda her iki sahada da ABD-Rusya-Türkiye-AB ilişkilerini ayrı yazıda ele alacağız.
*

Açıklamalar:

1) 9. Avrasya İslam Şûrası açılışında yaptığı konuşmadan (11.10.2016):“Bizim Türkiye olarak hem ülkemize yönelik terör tehdidinin kaynaklarını barındırması, hem de bin yıllık komşuluk ve kardeşlik hukukumuz gereği meseleye müdahil olmamızı istemeyenler diğer ülkelere ses çıkarmıyor. Hâlbuki eğer Irak ve Suriye’nin başı dertteyse, sorunun çözümü için her türlü çabayı göstermek, tedbiri almak en çok Türkiye’nin sorumluluğudur. Bu her şeyden önce kardeşliğin, komşuluğun bir gereğidir. Bunun için de bir yerlerden izin almaya ihtiyacımız yoktur, almayı da düşünmüyoruz, bunun da böyle bilinmesini özellikle ifade ediyorum. Bazı ülkeler binlerce kilometre uzaktan gelip Afganistan’da ve daha pek çok yerde kendine tehdit oluşturduğu iddiasıyla operasyon yapacak, Türkiye yanı başında 911 kilometre Suriye sınırı, 350 kilometre Irak sınırı, buradaki tehlikeye müdahale edemeyecek; biz bu çarpıklığı asla kabul etmiyoruz”.

Diktatör Erdoğan, “18. Muhtarlar Toplantısı”nda konuşuyor (19.10.2016):“Şimdi bugün şöyle bir geriye dönüp baktığımızda manzara nedir? Osmanlı öylesine büyük, öylesine köklü bir devletti ki, bu devin yıkılışı milletimiz üzerinde maddi ve manevi olarak derin yaralara yol açmıştır. 1914 yılında…2,5 milyon kilometrekare olan topraklarımızın büyüklüğü 9 yıl sonra Lozan’ı imzaladığımızda, daha sonra topraklarımıza katılan Hatay’la birlikte 780 bin kilometrekareye düşmüştü. Bakın 2,5 milyondan 780 bin kilometrekareye, süre ne kadar dar.

Kurtuluş Savaşımıza girerken hedefimiz, Misakı Milli sınırlarımıza sahip çıkmaktı. Maalesef hem batı, hem de güney sınırlarımızda Misakı Milli hedeflerimizi koruyamadık. Dönemin şartları itibarıyla bu durumu mazur görenler, göstermeye çalışanlar olabilir, bu yaklaşımı bir yere kadar mazur görmek mümkündür. Asıl vahimi, zorunluluktan kaynaklanan bu durumu esas olarak kabul edip kendimizi tamamen bu kabuğun içine hapsetme anlayışıdır. Biz işte bu anlayışı reddediyoruz. Türkiye’yi 1923’ten beri böyle bir kısır döngüye hapsedenlerin amacı, coğrafyamızdaki bin yıllık varlığımızı, Selçuklu ve Osmanlı geçmişimizi bize unutturmaktır. Biz 780 bin kilometrekareye nelerden geldik biliyor musunuz? Şöyle bir geçmişe iyice bakarsak, 20 milyon kilometrekarelerden geldik.

2016 yılında 1923’ün psikolojisiyle hareket edemeyiz, bunda ısrar etmek ülkeye ve millete yapılacak en büyük haksızlıktır. Cumhuriyetimizi kurduğumuzdan beri dünyada her şey değişirken, biz o tarihteki konumumuzu korumayı kazanç olarak göremeyiz, çünkü biz Kurtuluş Savaşımızı ‘hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır, o satıh tüm vatandır’ stratejisiyle kazanmış bir milletiz. İstiklalimizi bu anlayışla kazandığımız halde, bizi Cumhuriyet tarihimizin tamamını hattı müdafaayla geçirmeye zorlayan anlayışı geride bırakmak mecburiyetindeyiz. 93 yıldır başımıza ne geldiyse işte bu anlayıştan gelmiştir.

Nitekim şöyle bir geriye dönüp baktığımızda, sorun kapıyı çalmadan, bıçak kemiğe dayanmadan, gırtladığımıza kadar bataklığa gömülmeden harekete geçemediğimizi görüyoruz. Bunun için, dikkat ederseniz kapımız hiç boş kalmadı, rahat nefes aldığımız dönemimiz hiç olmadı ve her dönem bu tür bedeller ödedik. Siyasette büyük bedeller ödedik; darbelerle, muhtıralarla, vesayet yönetimleriyle çok zaman kaybettik. Ekonomide büyük bedeller ödedik; aynı kulvarda yarışa başladığımız ülkelerin fersah fersah maalesef gerisinde kaldık...

...Türkiye artık bu yanlış güvenlik anlayışını terk etmiştir, bunu bitirmiştir. Bundan sonra sorunların kapımızı çalmasını beklemeyeceğiz. Bundan sonra bıçak kemiğe dayanana kadar sabretmeyeceğiz. Bundan sonra gırtlağımıza kadar bataklığa gömülmeye rıza göstermeyeceğiz. Artık sorunların üzerine biz gideceğiz. Terör sorunumuz mu var? Terör örgütlerinin gelip bize saldırmasını beklemeyeceğiz, bu örgütler nerede faaliyet gösteriyorsa, nerede yuvalanıyorsa gidip orada tepelerine tepelerine bineceğiz. Suriye’de, Irak’ta bize yönelik tehditler mi var? Bu tehditlerin sınırlarımıza dayanmasını beklemeyeceğiz, tehditleri kaynağında yok etmenin, çözmenin çaresine bakacağız. Sineklerle uğraşmak yerine, bataklığı kurutmanın yollarını bulacağız...
Türkiye’nin Musul operasyonuna girmesini engellemeye çalışanlar, Suriye’deki oyunlarını bozmamızdan rahatsız olanlardır. İstiyorlar ki Türkiye yerinde otursun, olup bitenleri seyretsin, sonra da payına düşen bedel neyse onu ödesin...Asıl mesele, bölgenin yeniden yapılandırılması meselesidir.

Bursa Toplu Açılış Töreni”nde yaptığı konuşmadan (22.11.2016): “Uzun zamandır yaşadığımız kesintisiz savaşların, kayıpların etkisiyle biraz nefes alabilmek, kendimizi toparlayabilmek için o dönemde buna tamam denmiş olabilir. Asıl yanlış; dönemin tartışmalı şartları içinde yapılan bu fedakârlığa teslim olup devlet ve toplum hayatını buna göre inşa etmeye kalkışmaktır; işte biz bunu kabul etmiyoruz, böyle bir şey yok. Artık bu yanlış tarih ve medeniyet algısından vazgeçilmesi gerektiğini söylüyoruz”

2)Misak-ı Milli anlayışına M. Kemal sosunu bulaştırarak, kendine Kemalist diyen çevreleri de bu açılıma katmak isteyen diktatör Erdoğan, Misak-ı Milli sınırları içinde ve dışında sahip çıkılması gereken bir tarihin; kast ettiği coğrafyada “bu milletin geçmişi”nin olduğunu ifade ediyor. Kurtuluş savaşının hedefinin Misak-ı Milli sınırlarına sahip çıkmak olmasına rağmen, bu hedefe ulaşılamadığını açıklıyor. Bahsettiği bu coğrafya, şimdiki sınırları çevreleyen İran hariç yakın alandır; 2,5 milyon kilometrekare ile bu alanı kast ediyor ve 780 bin kilometrekareye çekilmişliği kabullenmenin hata olduğunu açıklıyor: “Asıl vahimi, zorunluluktan kaynaklanan bu durumu esas olarak kabul edip kendimizi tamamen bu kabuğun içine hapsetme anlayışıdır. Biz işte bu anlayışı reddediyoruz. Türkiye’yi 1923’ten beri böyle bir kısır döngüye hapsedenlerin amacı, coğrafyamızdaki bin yıllık varlığımızı, Selçuklu ve Osmanlı geçmişimizi bize unutturmaktır”.

3)Türkiye bu istisnai durumu 1923-1952 arasında, ama özellikle 1923-II. Dünya Savaşı başlangıcı arasında yaşamıştır. Her iki dünya savaşı arasında Türkiye-Sovyetler Birliği arasındaki dostluk ilişkileri gelişmiş, Türkiye ve Batılı emperyalist ülkeler arasında ilişki mesafeli kalmıştı (Bu ilişki öncelikle Almanya-Türkiye arasında giderek Almanya lehine bozulmaya başlamıştı). II. Dünya Savaşı sonrasında Türkiye'nin Batı dünyasına kapağı atma, bu istisnai durumu ortadan kaldıran adım olmuştur.

4)Bu jeopolitik anlayışın temel özelliklerini herhangi bir sistematiğe tabi tutmadan şöyle özetleyebiliriz:
Kuşatılmak istemiyorsan, kuşatmak istiyorsan, kuşatmak isteyeni sınır dışında karşılamak ve imha etmek zorundasın. Esas hedef, “sinekler” değil, bataklıktır; yani tehdidin kaynağı esas hedeftir. Bu durumda Suriye ve Irak üzerinden Türkiye'yi tehdit edenler hedef alınacaktır. Suriye ve Irak üzerinden tehdidi Türk burjuvazisi sadece Kürt Özgürlük Hareketiyle sınırlamamaktadır; onun algılamasına göre Türkiye'yi bölmek isteyen Batılı güçler bunu “terör” örgütü üzerinden gerçekleştirmek istiyorlar. Türk burjuvazisinin algılamasına göre bütün terör örgütleri belli devletlerin kontrolü altındadır (Kürt Özgürlük Hareketi, devrimci ve komünist örgütler de terör örgütleri olarak görülmekteler ve dolayısıyla şu veya bu devletin çıkarları için mücadele etmekteler). Türkiye'ye karşı rekabet içinde olan, Türkiye'yi vurmak isteyen ülkeler bunu terör örgütleri üzerinden yapmaktalar. Bu nedenle bu terör örgütlerinin Türkiye'ye karşı sınır içindeki ve dışındaki faaliyetleri, Türkiye'ye karşı bir savaş halinin yansımasıdır. Bu nedenle bu terör örgütleri nerede konuşlanmışlarsa (bataklık) orada imha edilmelidir.

5) Bu nedenle Akdeniz'den başlayarak Irak sınırına kadar, yani Rojava'da kesintisiz bir tampon bölge oluşturulmalıdır. Ancak böyle bir tampon bölge oluşturulursa, yani Rojava devrimi boğulursa Suriye ve Irak toprakları Türkiye için saldırı üssü olmaktan çıkartılmış olur. Bu nedenle Türk burjuvazisi Halep-Musul hattını kendi güvenliği için savunma hattı olarak görmektedir. Halep-Musul hattı aynı zamanda Misak-ı Milli'nin güney sınırlarıdır. Bunu daha açık bir biçimde Erdoğan, Kürt Özgürlük Hareketi'ne karşı mücadele bağlamında Suriye ve Irak'ta, şu anda Kerkük'te, Musul'da, Telafer'de, Sincar'da bu mücadeleyi yine sürdüreceğiz” diyerek Misak-ı Milli'nin tam sınırını çizmektedir.

6)Bkz.: İ. Okçuoğlu; EMPERYALİST KÜRESELLEŞME VE DEĞİŞEN GÜÇLER DENGESİ, Töz yayınları, Ocak 2019.

Ayrıca bkz.:
- http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com; DARBE KARAKTERLİ “RENKLİ DEVRİM” GİRİŞİMİ VE SONRASI (I), 2 Eylül 2016.

- http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com; ORTADOĞU'DA “İT DALAŞI” VE TÜRK BURJUVAZİSİNİN DURUMU - ORTADOĞU'DA “İT DALAŞI” VE TÜRK BURJUVAZİSİNİN DURUMU, (Darbe Karakterli “Renkli Devrim” Girişimi ve Sonrası – II),13 Ekim 2016.

- http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com; MUSUL “SEFERİ” VE TÜRK BURJUVAZİSİNİN DURUMU, (Darbe Karakterli “Renkli Devrim” Girişimi ve Sonrası – III), 12 Kasım 2016.

- http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com; ULUSAL GÜVENLİK POLİTİKASI VE TÜRK BURJUVAZİSİNİN DURUMU - ULUSAL GÜVENLİK POLİTİKASI VE TÜRK BURJUVAZİSİNİN DURUMU, (Darbe Karakterli “Renkli Devrim” Girişimi ve Sonrası – IV), 30 Aralık 2016.

- http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com; EMPERYALİSTLEŞEN TÜRKİYE VE TÜRK BURJUVAZİSİNİN DURUMU - EMPERYALİSTLEŞEN TÜRKİYE VE TÜRK BURJUVAZİSİNİN DURUMU, (Darbe Karakterli
-“Renkli Devrim” Girişimi ve Sonrası – V - son makale), 14 Mart 2017.

- http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com; Türkiye’nin İdlib “Seferi” ve “Sol”un Çaresizliği! Veya Şimdi de Putin’e “Piyon” Olmak.
-http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com; Afrini İşgal Girişimi Sömürgeciliktir, Türk Burjuvazisinin Ulusal Güvenlik Politikasının Bir Sonucudur.
-http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com;“Fırat Kalkanı Harekatı” ve “Zeytin Dalı Harekatı” Türk Burjuvazisinin Yeni Ulusal Güvenlik Konsepti’nin Uygulamasıdır.

-http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com; S-400 ve Türk Burjuvazisinin Ulusal Güvenlik Konsepti
Türk Burjuvazisinin Ulusal Güvenlik Konseptinde S-400’ün Yeri.

- http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com; Rojava Devriminin Geleceği Tehlikede - “Mutabakat” Fırat’ın Doğusuna “Seferi” Şimdilik Engelledi.

-Elele Verip Rojava Devrimini Tasfiye Ediyorlar - Oyunun Birinci Perdesi: ABD - Türkiye “Mutabakatı” (Rojava’yı İşgal Etme Girişimi Türk Burjuvazisinin Yeni Ulusal
Güvenlik Konsepti’nin Bir Sonucudur)
ibrahimokcuoglu.blogspot.com/2019/10/elele-verip-rojava-devrimini-tasfiye.html

-Rojava Devriminin Tasfiyesi - Oyunun İkinci Perdesi: Rusya - Türkiye “Mutabakatı”
http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com/2019/10/rusya-turkiye-mutabakati-rojava.html

-Faşist Diktatörlüğün Rojava “Seferi” Sonuçları - Suriye Sahasında Jeopolitik Oyunlar Ve
Türk Burjuvazisinin Ulusal Güvenlik Konsepti
https://ibrahimokcuoglu.blogspot.com/2019/11/fasist-diktatorlugun-rojava-seferi.html
-Rojava Devriminin Tasfiye Süreci - Direnişten Başka Yol Ve Çare Yok!
http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com/2019/11/direnisten-baska-yol-ve-care-yok.html