SURİYE
(İDLİB) SAHASINDA ABD-RUSYA-
TÜRKİYE
ARASINDA JEOPOLİTİK OYUNLAR
Suriye
(İdlib), Doğu Akdeniz, Libya sahasında ABD-Rusya-Türkiye
jeopolitik ilişkileri ve “Sol”un muhteşem değerlendirmeleri
1-İdlib
Sahasında Rekabet Eden Güçler Ve Amaçları
İdlib
sahasında rekabet eden güçler bloklaşmış durumdadır; bir
taraftan Rusya önderliğinde İran ve Esad rejimi, diğer taftan
doğrudan, fiilen sahada olmasa da HTŞ başta olmak üzere birtakım
cihatçı örgütleri destekleyen ABD ve SMO (Suriye Milli Ordusu)
adı verilen eski “ılımlı” diye tanımlanan “Özgür Suriye
Ordusu” mensuplarıyla birlikte Türkiye. Ancak mücadele şimdilik
silahlar susmuş olsa da Suriye ordusu, İran’a bağlı güçler ve
bunları destekleyen Rusya ile SMO/TSK arasında sürdürülmektedir.
5 Martta Moskova’da imzalanan “askeri faaliyetleri durdurma”
anlaşmasına kadar durum böyleydi. HTŞ ve benzeri cihatçı güçler
silahlı çatışmaya henüz girmediler.
İdlib
sahasında ne kadar çok güç ve niyet olursa olsun son kertede
belirleyici olan, Rusya-ABD-Türkiye arasındaki rekabettir. Bu
sahada güç dengesi, bu güçler arasındaki rekabetin seyri
tarafından belirlenmektedir.
Rus
emperyalizmi açısından Suriye’nin önemi
1)Rusya
açısında genel anlamda Suriye ve özel olarak da İdlib jeopolitik
açıdan önemlidir. Rusya’nın Suriye sahasındaki varlığı, bu
ülkenin Rus sermayesine sunacağı zenginlikten (petrol, doğal gaz)
dolayı değildir. Suriye’de çıkartılan petrol Suriye için
önemli olabilir, ama Rusya açısından bu miktarın hiçbir önemi
yoktur. Dolayısıyla Rusya, Suriye’nin petrolü ve doğal gazı
için Suriye’de değildir.
2)Suriye,
Çarlık döneminden bu yana Rusya’nın “sıcak denizlere” inme
hayalinin gerçekleştirildiği sahadır. Bu nedenle jeopolitika
üretme imkan ve yeteneğine sahip olan Rus emperyalizmi için Suriye
iç savaşının başlaması onun bu alana inmesi için kaçırılamaz
bir fırsattı.
3)
Rus emperyalizmi, Amerikan emperyalizminin Avrasya veya başka
biçimde Rusya’ya, Orta Asya’ya yönelik jeopolitik adımlarını
şu anda açık alan durumunda olan Ortadoğu sahasında karşılamak
için Suriye’de kalmayı ısrarla sürdürecektir.
4)
Rusya, Rusyalı Müslümanların oluşturduğu cihatçı güçlerin
fiziki imhası için İdlib’e önem vermektedir. Bu güçler şimdi
İdlib’de dar alana sıkıştırılmış durumdalar ve Rus üslerine
füze fırlatacak bir yakınlıkta bulunuyorlar. Bundan daha
önemlisi, Rusya bu güçlerin Suriye sahasında ayrılmalarını ve
Rusya’ya geri dönmelerini bir felaket olarak görmektedir. Bu
nedenle onların fiziki imhasından yanadır.
5)
Rusya, Suriye’yi, Ortadoğu’daki nüfuz alanını genişletmek,
Doğu Akdeniz’in paylaşımına katılmak için sürdürdüğü
rekabetinde vazgeçilemez bir üs, lojistik bir merkez olarak
görmektedir.
Amerikan
emperyalizmi açısında Suriye’nin önemi
Amerikan
emperyalizminin Kürt ulusuyla, yurtsever hareketle ilişkisi
sahtedir.
Güney
Kürdistan’da Barzani’nin yanında duruyor olması,
maddi destek sunması, aynı şekilde Rojava devrimine desteği,
meselenin özünde bir şey değiştirmez. 17
Ekimde ABD-Türkiye arasında imzalanan 13 maddelik Ankara Mutabakatı
ile Amerikan
emperyalizminin Rojava devrimini nasıl sattığı bilinmiyor değil.
Amerikan
emperyalizmi Kürtler üzerinden kendine sadık bir statükonun
oluşturulması için mücadele ediyor. Bu nedenle Rojava ile
ilişkilerini geliştirmiştir.
ABD,
Ortadoğu’da bölgesel güçleri kendine bağlayarak sorunsuz
hakimiyet sürdürdüğü dönemin kapandığını pekala görüyor.
Avrasya jeopolitikasının güney kısmını oluşturan Ortadoğu’nun
kendisi açısından bir bütünsellik oluşturmadığını nihayet
anlamışa benziyor. Bu sahada dayanabileceği iki güçten geriye
sadece İsrail kalmıştır. Türkiye’yi eskisi gibi kendi
çıkarlarına koşamayacağını da anlamaya çalışıyor.
Amerikan
emperyalizmi, Çin’e karşı mücadele etmek için Çin’i
çevreleme jeopolitiği gereği, güçlerini Ortadoğu’dan çekerek
o bölgeye kaydırmada pek başarılı olamamıştır. Aslında ABD,
sadece küresel bir güç olarak değil, şimdiki konumunu devam
ettiren küresel bir güç olarak kalmak istiyorsa Ortadoğu’dan
kendi isteğiyle çıkamaz, ancak çıkartılır.
Çıkması
durumda yerinin Rusya, hatta Türkiye ve İran gibi bölgesel güçler
tarafından doldurulacağını pekala görmektedir.
Doğrudur,
Ortadoğu’da Irak ve Suriye gibi İsrail’e karşı mücadele
edebilecek, Filistin sorununa sahip çıkabilecek Arap ülkesi
kalmadı. Aynı şekilde, İsrail yanlısı gözüken birtakım
rejimlere İsrail bile güvenmiyordur. Sözün kısası, ABD’nin
Ortadoğu’da varlığını sürdürmesini İsrail’in varlığının
sürdürülmesiyle bağlam içinde ele alan düşüncelerin maddi
zemini pek yok.
Amerikan
emperyalizminin kendi isteğiyle Ortadoğu’dan ayrılması, Rusya
ve aynı zamanda Çin karşısında büyük bir yeniliği, geri
çekilme, dünya hegemonyasında iddiasızlık demektir.
İran
açısında Suriye’nin önemi
İran’ın
temel amacı bölgedeki Şii nüfusa dayanarak Suriye üzerinden
Akdeniz’e inmektir. Özellikle Hürmüz Boğazı’nın deniz
trafiğine kapatılması durumda Irak-Suriye üzerinden Akdeniz’e
bağlanmak ve enerji sevkıyatını bu rota üzerinden
gerçekleştirmektir; Hürmüz Boğazı2nın kapatılması durumunda,
Irak-Suriye/Lübnan hattı İran için dünya pazarlarına açılan
tek hat olacaktır. Bu nedenle başka ülkelerden de (Afganistan,
Pakistan) devşirdiği Şii paramiliter güçlerle Irak, ama esasen
Suriye sahasında Esad rejimi yanında yer almaktadır. Akdeniz’e
bağlanmak aynı zamanda Lübnan’ı da Hizbullah vasıtasıyla
yönlendirmek anlamına gelir.
Suriye
sahasında İran ve Rusya’nın ile jeopolitik amaçları
örtüşmemektedir. Her ikisi de farklı çıkarlardan dolayı Esad
rejimini desteklemektedir. İsrail’in, İran’ın Suriye’deki
üslerine, askeri lojistik merkezlerine karşı hava saldırıları
karşısında Rusya’nın susması, Suriye sahasında Rusya-İran
ilişkilerinin nasıl seyrettiğini göstermektedir.
Suriye’de
savaşın sonlanması demek, aynı zamanda İran’ın Suriye’deki
günlerinin sayılı olduğunu gösterecektir.
Faşist
diktatörlük açısında Suriye’nin önemi
Faşist
diktatörlük açısından bir bütün olarak Suriye değil,
Suriye’nin, Rojava’nın, aynı zamanda Güney Kürdistan ve
Irak’ın Misak-ı Milli sınırları içinde kalan kısmı
önemlidir.
Türkiye,
hangi biçimde sömürge olarak tanımlanırsa tanımlansın,
emperyalistleşen bir ülkedir. Geliştirdiği yeni güvenlik
konsepti, düşmanı bulunduğu yerde imha etme anlayışı üzerinde
yükselmektedir. (Yeni ulusal güvenlik konsepti, Kuzey Kürdistan,
Rojava ve Güney Kürdistan açısından Kürt özgürlük
mücadelesini tasfiye ve imha etmek, Rojava’da gördüğümüz gibi
işgal etmek anlamına gelir.) Bu konuyu ayrı bir başlık altında
ele alacağız. Burada söylenmesi gereken şudur: Türk sermayesi
yayılmacılığını yeni ulusal güvenlik konseptiyle güya
perdeliyor; başka ülkelerin, somutta da Suriye ve Irak’ın
topraklarında gözümüz yok, amacımız “terörle” mücadeledir
dense de, esas niyet, en azından Misak-ı Milli sınırları içinde
olan, ama mevcut sınırların dışında kalan bölgeleri nüfuz
altına almaktır.
2)
İdlib Ve Jeopolitika- Güçler Arasında İlişki Ve Çelişkiler
Bu
alanda doğrudan ilişki-çelişki öncelikle Rusya, Türkiye ve ABD
arasındadır. Esad rejimi Rusya’nın kontrolünde hareket ederken
İran Rusya’ya karşı gelmiyor gözükerek, Esad rejiminin yanında
yer alarak kendi Şii-paramiliter güçlerini sahada tutmakta ve
yönlendirmektedir. ABD, ancak HTŞ ve benzeri cihatçı örgütler
üzerinden bölgede varlık göstermeye çalışıyor. Türkiye ise
her iki güç (Rusya-ABD) arasındaki çelişkilerden yararlanarak,
İdlib somutunda Rusya ile konuşarak hareket etmeye çalışmaktadır.
Bu
ilişki/çelişki yumağı içinde özel konumu olan Türkiye’dir.
Diktatör Erdoğan önderliğinde faşist diktatörlük, Suriye
sahasında şimdiye kadar ABD-Rusya arasındaki çelişkilerden
yararlanarak bugünlere gelmiştir. Rojava’da
hayalini istediği gibi gerçekleştirememiştir, ama bu devrimin
tasfiyesinde
ABD ve Rusya’nın yanı sıra belirleyici rol oynamıştır. Bugün
Efrin’i, Cerablus-El Bab hattını ve “Barış Pınarı Harekatı”
sonucunda işgal
ettiği alanı elinde tutuyorsa bunu, Rusya ve ABD arasındaki
çelişkileri kullanmasına borçludur.
Rusya
ve ABD’yi bu kadar tavizkar yapan, Türkiye’nin sadece bölgesel
değil, küresel çapta oldukça önemli olan stratejik konumudur. Bu
nedenle, sadece ve sadece bu nedenle hem Rusya hem de ABD, Türkiye
ile ilişkilerinde “göçte öküzün ezdiği otun hesabını”
tutmuyorlar veya “Kaz gelen yerden tavuk esirgenmez”
anlayışına göre hareket ediyorlar. Tek başına Efrin, Rojava,
İdlib, küresel jeopolitikada Türkiye’nin sağlayacağı imkan
göz önünde tutulursa ne ABD ne de Rusya için önemlidir. Veya
“göçte öküzün ezdiği ot” veya da “Kaz gelen yerden
tavuk” kadar önemlidir. Hesap yapılacaksa, “kazandı-kaybetti”
listesi çıkartılacaksa bu gerçeklik göz önünde tutulmalıdır...
Aslında
Rusya, Türkiye'den “çok fazla” bir şey istemiyor; NATO'dan
çık, Batı ile bağlarını kopart demiyor. Sadece, ABD'den ne
kadar uzak durursan benim için o kadar iyi olur diyor. Tabii ki, bu
uzaklık görecedir. Türkiye, ABD’den, NATO’dan ne kadar
uzaklaşırsa bunun karşılığını Rusya bedel olarak ödüyor.
Rusya'nın,
NATO ülkesi olan Türkiye'ye S-400 satacak kadar yakın olması
başta ABD olmak üzere Batı dünyası açısından hazmedilebilir
bir durum değildir. Ne de olsa Türkiye, askeri gücü ve coğrafi
konumu bakımından herhangi bir NATO ülkesi değildir. NATO üyesi
Türkiye'nin örneğin Ortadoğu'da, somutta da bugün için
Suriye'de NATO ile değil de Rusya ile ortak hareket ediyor olması,
Astana süreci fişinin çekilememesi sanırım Batı açısından
durumun vahametini yeteri kadar açıklamaktadır.
Rusya,
Türkiye'nin Suriye ve daha geniş anlamda Ortadoğu politikasını
ona karşı olarak değil de onu yanına çekerek kontrol edilebilir
yapmaya çalışmaktadır. Gelişmeler, benzer bir politikanın Doğu
Akdeniz’deki “it dalaşı”nda da yaşanabileceğine işaret
ediyor.
Gelişen
Türkiye-Rusya ilişkileri, her iki ülkenin birbirlerine güveninden
ziyade ABD karşıtlığının bir sonucudur. Rusya, Türkiye’nin
ABD karşısındaki tavrından dolayı ABD’nin bölgemizde
etkisizleşeceğini ve onun yerini kendisinin dolduracağını hesap
ederken, Türkiye de Rusya ile gelişen ilişkilerinden dolayı
sadece Batı’ya bağımlı kalmaktan kurtulabileceğini, Batı
karşısında Rusya ile beraber ortaklaştırılmış çıkarlar için
rekabet edebileceğini ummaktadır. Her iki ülke arasındaki
ilişkilerin bu yönde geliştiğini, Suriye sahasında, S-400’ler
bağlamında -yani askeri alanda- görüyoruz ve muhtemelen de Doğu
Akdeniz’de göreceğiz.
Aslında
Türkiye-Rusya ilişkisi, bugünkü gelişmişlik haliyle bile ABD’ye
ve NATO’ya indirilmiş büyük bir darbedir.
ABD
ve Rusya’nın Türkiye ile ilişkileri jeopolitiktir. “Bitlenen”
ve saldırganlaşan Türk sermayesi, ABD ile yarı sömürge, yeni
sömürge ilişkilere son verme sürecine girmiştir. Türk
sermayesi, ilişkilerden eski tarzın devam edemeyeceğini, söz
sahibi olmak istediğini göstermeye başlamıştır. Bunun
engellemek için Amerikan emperyalizmi 15 Temmuz 2016’da darbe
girişiminde bulunmuştur. Bu başarısız girişimden bu yana
ABD-Türkiye arasında dönem dönem sertleşen ilişkiler,
keskinleşen çelişkiler hep gündemde olmuştur.
ABD,
İdlib sahasında çatışmaların başlamasından bu yana
Türkiye’yi yeniden kazanmak için yoğun bir çama göstermiştir.
ABD'den
mesajlar, destek açıklamaları hemen her gün yinelenmiştir. Ancak
karşılık bulmayınca destek S 400’den vazgeçmeye bağlanmıştır.
Bu sahte dostluk, dayanışma gösterileri sonuç vermemiştir.
Rusya
ise jeopolitik ilişkinin kendisi açısından ne denli önemli
olduğunu bildiği için “ufak” hesapların, çıkarların
peşinde olmadı. İdlib sorununun hallinde de bunu göreceğiz.
İdlib, muhtemelen bir biçimde bölünecektir. Bölünmede dayatan
taraf Türkiye olacaktır. İstediği, İran sınırından başlayarak
İdlib’e kadar uzanan sınır şeridini tamamlamak ve burada hakim
olmaktır. İdlib, bu şeridin; Misak-ı Milli’nin güneydeki
kısmının batıdaki başladığı yerdir.
Bu
bölünmenin nasıl olacağı veya olup olmayacağı da Rusya ve
Türkiye arasında konuşulan esas konudur. Türkiye, göç
akımını ve güvenli bölgenin gerekli olduğunu dillendirerek
bölünmenin gerçekleştirilmesinde ısrar edecektir. Göç
olgusu, güvenli bölge ısrarı göz
önünde tutulursa
İdlib’in
paylaşılma ihtimali,
paylaşılmama
ihtimalinden daha yüksektir. Nasıl
paylaşılırı
açık ki,
Türkiye ile Rusya belirleyecektir.
3-Türk
Burjuvazisinin Yeni Ulusal Güvenlik Konsepti
Türkiye'nin
yeni ulusal güvenlik konseptinin oluşumunda birçok yeni faktör
belirleyici olmuştur. Uygulanan
ulusal güvenlik politikası,
şimdiye kadarkinden oldukça
farklıdır. NATO üyesi olmasından bu yana Türkiye'nin ulusal
güvenliği,
NATO'nun kapitalist dünyayı
sosyalist, sonra da revizyonist dünyaya karşı koruma konseptine;
uluslararası “güvenlik” konseptine entegre edilmişti.
Revizyonist
Blokun dağılmasından sonraki süreçte, yani 1990’lı yılların
başından bu yana Türk burjuvazisinin dış düşman algılaması
değişmeye başlamıştır.
Yeni
ulusal güvenlik konseptinde iç düşman algılamasında yeni olan
“Gülen Hareketi” iken dış düşman algılamasında yeni olan
da, Rusya’nın yerini alan Batılı emperyalist güçlerdir.
Sahadaki somut durum, örneğin 15 Temmuz darbe girişimi, Suriye
savaşında ABD-Türkiye çelişkileri bunun böyle olduğunu
göstermektedir.
Yeni
ulusal güvenlik konseptinde yeni olan, Türk burjuvazisinin “Misak-ı
Milli vurgusudur. Böylece Türk burjuvazisi saldırganlık
politikası güdeceğini açıklamış oluyor.
Fiiliyatta
da görüldüğü gibi yeni ulusal güvenlik konsepti, savunma
eksenli değildir, tamamen saldırı eksenlidir. Daha önceki ulusal
güvenlik konseptiyle yeni ulusal güvenlik konsepti arasındaki
temel değişim, fark budur.
Yeni
ulusal güvenlik konsepti, diktatör
Erdoğan önderliğinde Türk
burjuvazisinin bir savaş programıdır. Bu
konseptin uygulaması bunu göstermektedir. Yeni
ulusal güvenlik konseptinin içeriği bunun nasıl bir savaş
programı olduğunu açıklıyor:
“Önleyici vuruş
hakkı”, “düşmanı bulunduğu yerde, sınır ötesinde imha
etme”
kavramları yeni ulusal güvenlik konseptinin belirleyici ögeleri
olmuştur.
15
Temmuz darbe girişiminden sonra oluşturulan yeni ulusal güvenlik
konsepti hakkında R. T. Erdoğan’ın açıklamaları amacın ne
olduğunu göstermektedir (1).
Açık
ki, Türk burjuvazisi şimdiye kadar NATO'nun uluslararası güvenlik
konseptine entegre edilmiş güvenlik konseptini artık yanlış
buluyor, yeni güvenlik konseptini “tehdidi yerinde yok et”
adı altında doğrudan saldırı eksenli konsept
olarak geliştiriyor. Bu konseptin temel özelliklerini ana başlıklar
olarak sıralayacak olursak:
Lozan
bir zorunluluktu – Hedef Misak-ı Milli'dir
Gelişmesinin
bu aşamasında Türk burjuvazisi, Lozan Antlaşmasıyla belirlenmiş
olan sınırları tanımadığını ve hedefinin Misak-ı Milli
olduğunu savunuyor ve bunu da Erdoğan vasıtasıyla açıklıyor.
Diktatör
Erdoğan, Lozan'la çizilmiş olan sınırları, “Bu devletin
sınırlarını gönüllü olarak kabul etmiş de değiliz”
diyerek reddediyor ve esas amacının saldırganlık ve başka
(komşu) ülkeleri işgal etmek olduğunu açıklıyor (2). Bu, bir
savaş programıdır.
“1923
psikolojisiyle hareket edemeyiz”
“2016
yılında 1923’ün psikolojisiyle hareket edemeyiz” diyen
diktatör
Erdoğan
şimdiye
kadar geçerli olan ulusal güvenlik konseptinin Türk burjuvazisinin
çıkarlarına artık
hitap etmediğini
ve yeni bir ulusal güvenlik anlayışına ihtiyaç olduğunu
açıklıyor: “1923’ün
psikolojisi”,”hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır, o
satıh tüm vatandır” anlayışı
“psikolojisi”dir.
Yani ulusal güvenliğin bütün vatanı savunmaktan geçtiğinin
anlatımıdır. Başka türlü ifade edersek; vatan diye sahiplenilen
topraklara dışarıdan bir saldırı olursa o saldırıyı vatan
topraklarında karşılama anlayışıdır. Bu, doğrudan savunma
eksenli bir ulusal güvenlik anlayışıdır.
“Bizi
Cumhuriyet tarihimizin tamamını hattı müdafaayla geçirmeye
zorlayan anlayışı geride bırakmak mecburiyetindeyiz. 93 yıldır
başımıza ne geldiyse işte bu anlayıştan gelmiştir” diyerek
savunma eksenli ulusal güvenlik konseptinin günümüz koşullarına
cevap vermediğini ve terk
edilmesi
gerektiğini açıklıyor.
Yeni
ulusal güvenlik konsepti:
Bu
konseptin belirleyici özelliği, düşman olarak algılanan güçlerin
sınır ötesinde imha edilmesidir. Diktatör
Erdoğan bu konsepti şöyle
açıklıyor:
“2016
yılında 1923’ün psikolojisiyle hareket edemeyiz, bunda ısrar
etmek ülkeye ve millete yapılacak en büyük haksızlıktır.
Cumhuriyetimizi kurduğumuzdan beri dünyada her şey değişirken,
biz o tarihteki konumumuzu korumayı kazanç olarak göremeyiz...
Türkiye
artık bu yanlış güvenlik anlayışını terk etmiştir, bunu
bitirmiştir. Bundan sonra sorunların kapımızı çalmasını
beklemeyeceğiz. Bundan sonra bıçak kemiğe dayanana kadar
sabretmeyeceğiz. Bundan sonra gırtlağımıza kadar bataklığa
gömülmeye rıza göstermeyeceğiz. Artık sorunların üzerine biz
gideceğiz. Terör sorunumuz mu var? Terör örgütlerinin gelip bize
saldırmasını beklemeyeceğiz, bu örgütler nerede faaliyet
gösteriyorsa, nerede yuvalanıyorsa gidip orada tepelerine
tepelerine bineceğiz. Suriye’de, Irak’ta bize yönelik tehditler
mi var? Bu tehditlerin sınırlarımıza dayanmasını
beklemeyeceğiz, tehditleri kaynağında yok etmenin, çözmenin
çaresine bakacağız. Sineklerle uğraşmak yerine, bataklığı
kurutmanın yollarını bulacağız”.
Diktatör
Erdoğan ulusal güvenlik politikasında radikal bir değişimden
bahsetmektedir. Bu yeni ulusal güvenlik konseptine göre Türkiye,
hiçbir tehdidi ülke sınırları içinde karşılamayacak, tehdidi
kaynağında, nereden geliyorsa orada vuracak. Bu konseptin
uygulamasının savaş ve işgal olduğunu Rojava’da ve İdlib’de
görüyoruz.
Türkiye'nin
ulusal güvenliği müttefiklere bırakılamaz
Ulusal
güvenlik konusunda Türkiye'nin NATO üyesi olana kadar (1952)
müttefiklik ilişkisine dayanma diye bir anlayışı olmadı. NATO
üyeliğinden sonra ulusal güvenlik politikası, NATO'nun
uluslararası güvenlik politikasının bir eklemi oldu. Sovyetler
Birliği ve Revizyonist Blok dağıldıktan (1991/1992) sonra da
Türkiye'nin ulusal güvenliği, NATO'nun uluslararası güvenlik
konseptinin bir sorunu olarak kalmıştır. Suriye savaşıyla
birlikte Türk burjuvazisinin NATO hakkında düşüncelerinde belli
değişimler oluşmaya başlamıştır: Ortadoğu'da özellikle
Suriye'den kaynaklı kendine yönelik saldırılar söz konusu
olduğunda NATO'nun soruna gönülsüz müdahil olma tavrı veya Türk
burjuvazisinin algılamasına göre müttefik ülkelerin Türkiye'den
ziyade terör örgütleriyle ilişki içinde olmaları, Türk
burjuvazisinde ulusal güvenliğin müttefiklere bırakılamayacak
kadar önemli olduğu düşüncesinin gelişmesine neden olmuştur.
15 Temmuz darbe girişiminde Batılı müttefik ülkelerin tavrı da
güvensizliğin tuzu biberi olmuştur. Özellikle bu darbe
girişiminden sonra başta ABD olmak üzere Batılı müttefik
ülkelerin terörizm konusundaki tavırları; Türkiye'yi, Suriye ve
Irak'dan uzak tutmaya çalışmaları ve Türk burjuvazisinin
algılamasına göre çarpık ilişkiler (Rojava'da PYD-ABD ilişkisi)
sonuçta yeni güvenlik konseptinin oluşturulmasına yol açmıştır.
Bu konsepte müttefiklere güvenme yerini, kendi gücüne güven
alıyor.
15
Temmuz başarısız darbe girişiminde başta ABD olmak üzere Batılı
müttefiklerinin suçüstü yakalanma durumu, darbe sonrasında
iktidar ile müttefikleri arasındaki ilişkilerin gerilmesi, Türk
burjuvazisine travma yaşatmıştır. Bu travma, darbede “Gülen
Hareketi”nin oynadığı rolden daha da ağır ve önemli olmuştur.
Varlığımıza kast ediliyor ve kast edenler de
müttefiklerimizdirden hareketle Türk burjuvazisi, bu coğrafyada
var olmak için kendi gücüne dayanan ulusal güvenlik politikası
geliştirilmesi gerektiği sonucuna varmıştır.
Gelişmesinin
ve müttefiklik ilişkilerindeki gelişmenin bu aşamasından sonra
Türk burjuvazisinin Batıyla sorunsuz denebilecek güvenlik
ilişkilerine geri dönmesi beklenmemelidir.
Yeni
ulusal güvenlik konsepti kuşatılmışlığı kuşatmaya dönüştürme
konseptidir
Bu
coğrafyada var olmak için ya kuşatılırsın veya da kuşatırsın.
Bu iki durumun dışında üçüncü bir durum istisnai olarak mümkün
olabilir (3).
NATO
üyeliğiyle birlikte Türkiye, Amerikan emperyalizmi önderliğinde
kapitalist dünyanın çıkarlarını savunmak için sosyalist, sonra
da revizyonist dünyayı kuşatanlar arasında yer almıştır.
Suriye
savaşından bu yana ise hem müttefikleri hem de Rusya tarafından
kuşatılmış durumdadır. Türk
burjuvazisi bu kuşatmayı kırmak için yeni ulusal güvenlik
konsepti oluşturmaktadır. Bu konsept, Türkiye'nin bu
kuşatılmışlıktan kurtulmak, hapsedildiği çemberi kırmak için
geliştirdiği veya ana hatlarıyla açıkladığı jeopolitik
anlayışını da dile getirmektedir (4).
-Kuşatmayı
yarmak için Türkiye kendi gücüne güvenecektir, kimseden
(müttefiklerden) izin ve talimat almayacaktır.
-Bu
coğrafyada var olmak için Türkiye, kuşatılmışlığı,
kuşatmaya dönüştürmek zorundadır; diğer bir ifadeyle, kuşatmak
için sınır dışı odaklı savunma kalkanı oluşturulmalıdır
(5).
Türk
burjuvazisi, Osmanlı döneminde olduğu gibi yeniden üç kıtada
varız diyor!. Ama burada önemli olan Balkanlar-Kafkasya/Hazar
Havzası-Ortadoğu üçgeninin her bir köşesinde askeri varlık
göstermesidir.
Bütün
bunlar kuşatılmışlığı kırmanın, kuşatmaya geçmenin, diğer
bir ifadeyle; ulusal güvenliği sağlamak için tehdidi sınır
ötesinde alınacak tedbirlerle önleme, imha etme, sınır ötesi
savunma kalkanı kurma aşamasına geçmenin açık ifadesidir.
”Proaktif”
dış politika ve saldırı eksenli ulusal güvenlik konsepti
Açık
ki, Türk burjuvazisi, ulusal güvenlik adı altında jeopolitik
açılımını gerçekleştirmek için saldırgan olacaktır; bunu da
tehdide karşı proaktif olmak, önleyici tedbirler almak; tehdidi
sınır ötesinde karşılamak ve imha etmek perspektifiyle
yapacaktır. Bu politikayı, bu güvenlik konseptini Irak (“Pençe”
Harekatları), Suriye sahasında gerçekleştiriyor. Şimdi de
Libya’daki varlığını bu anlayışına dayandırıyor.
Böyle
bir ulusal güvenlik konseptini uygulamak için Türkiye'nin askeri
yetenekleri var mı? Anlatıma göre Türkiye Milli Askeri
Stratejisi'nde (TÜMAS) şekillenen askeri strateji, önleyici
özellik taşıyor; savunmacı ama içinde saldırı da var.
Geliştirdiği İHA ve SİHA sistemleri tamamen bu amaca hitap
etmektedir.
Türk
burjuvazisinin geliştirdiği yeni güvenlik politikası, Türkiye'nin
jeopolitik önemini kavrayarak, kendi çıkarları için kullanarak
hareket etme özgüvenine sahip olmaya başlaması, Türk
sermayesinin bölgesel ve dünya çapında rekabet etme gücünün
bir yansımasıdır. Bu rekabet meselesinde burjuvazinin kendi gücünü
abarttığı açıktır, ama bundan hareketle onu küçümseme
lüksümüz olmamalıdır.
4)
“Kutsal” Üçlü İttifak Ve “Kazandı-Kaybetti” Hesabını
Tutanlar
“Üçlü
ittifak”, bu “kutsal ittifak” anlaşılmadan ABD-Rusya-Türkiye
arasındaki Suriye eksenli Ortadoğu’da yaşananlar anlaşılamaz.
Aynı zamanda bu “kutsal ittifak” anlaşılmadan Doğu Akdeniz’in
paylaşımı ve Libya da anlaşılamaz.
“Üçlü
ittifak” bir tahterevalli gibidir. Onu “kutsal” yapan da
jeopolitik nedenden dolayı bu üçlünün birbirine sıkı sıkıya
bağlı olmasıdır. Tahterevallinin
ortasında duran diktatör Erdoğan’dır. Türk
sermayesinin çıkarı neyi gerektiriyorsa; kimin yanında kimin
karşısında olması gerekiyorsa ağırlığı
o
yöne veriyor.
Tahterevallinin diğer uçlarında ise Putin ve Trump oturuyor.
Diktatör her ikisiyle pazarlık yapıyor ve ona göre de
tahterevallinin hareketini kendine göre kontrol ediyor. Veya bu
üçlüden oluşan kantarın topuzu diktatörün elinde. Diğer bir
ifadeyle, diktatör bu iki emperyalist güç arasındaki
çelişkilerden yararlanıyor. ABD ve Rusya arasındaki çelişkiler
uzlaşmaya dönüşürse Erdoğan açıkta kalmaz mı diye
sorabiliriz. Olabilir, mümkündür. Ancak bu her iki emperyalist
ülke sıradan emperyalist ülkeler değil; her ikisi de dünya
hakimiyeti jeopolitikası üretme imkan ve yeteneği olan ülkelerdir.
Küresel büyük “oyun”un iki belirleyici kutbudur.
Bu iki ülke arasındaki denge değişiminde Türkiye önemli, Suriye
eksenli rekabette görüldüğü gibi belirleyici bir konuma
sahiptir. Bu denge değişimi de bugünden yarına gerçekleşecek
bir değişim değildir. Bu, “Atlantik-Avrasya” arasındaki güç
dengesi değişimidir. Dolayısıyla bu uzun erimli süreçte Türk
burjuvazisi koparabildiği kadar taviz koparmaktan geri
kalmayacaktır.
Revizyonist
Blokun dağılmasında sonra dünya çok rekabet merkezli dünyaya
dönüştü; emperyalist/kapitalist ülkeler arasında müttefikleşme
eğiliminin yerini daha önce kurulmuş ve giderek işlevsizleşen
ittifakların yıkılma süreci aldı. Bu süreç hala devam
etmektedir ve görülebilir bir zamanda da sonuçlanacağa
benzememektedir. Dolayısıyla çok rekabet merkezli dünyada küresel
ve bölgesel rekabet gücü olan her bir ülke, kendi gücüne
orantılı olarak bölgesel ve küresel rekabet etmekte ve bu
rekabette geçici ittifaksal ilişkilere girmektedir.
Dünya
hakimiyeti jeopolitikasında bugün için merkez olabilecek üç güç
vardır; ABD, Rusya ve Çin. ABD, artık pek de işe yaramayan NATO
ile ne Rusya’ya ne de Çin’e karşı savaşabilir. Rusya ve
Çin’in de ABD’ye karşı savaşmak için NATO tarzında bir
ittifaklaşması yok veya bu iki ülkenin ABD karşısında uzun
erimli müttefiklik ilişkisi kurup kurmayacakları soru götürür.
Bu nedenle ABD ve Rusya, aralarında keskinleşen çelişkileri,
güdümlerindeki örgütler, tahakküm altına aldıkları devletler
vasıtasıyla sürdürüyorlar; vekalet savaşları. Bu türden
çelişki çözümleme işi daha ne kadar devam eder bu ayrı bir
sorun. Ama her halükarda yeni kamplaşma süreci vekalet savaşları
sürecinde olgunlaşmaya başlayacaktır. Bu anlamda Türkiye her iki
ülke için oldukça önemlidir. ABD ve Rusya, Türkiye’yi
kaybetmemek (ABD), kazanmak (Rusya) için adeta yarışıyorlar. Türk
burjuvazisi de bundan nemalanıyor (6).
Rus
emperyalizmi Türkiye’yi sürekli kendi safında tutmak, görmek
için Kürtleri değil, gerekirse Esad’ı da, Suriye’nin bir
parçasını, örneğin İdlib’i de satar. Aynısını ABD de
yapar. Rojava devriminin tasfiyesi anlamına gelen söz konusu iki
mutabakat bunun açık bir göstergesidir. Suriye (Rojava) sahasında
bu “üçlü” (Putin, Trump, Erdoğan veya Rusya, ABD, Türkiye)
arasındaki “kutsal” ittifakın nasıl uygulandığını gördük.
İdlib de yeni bir uygulama alanı olacaktır. Bu, çelişkili
halleriyle birbirini var eden bir ittifaktır.
Dünya
çaplı jeopolitika üretme yeteneği olan ülke, stratejik düşünen,
uzun erimli hesap yapan, üç-beş hamle sonrasını görmeye çalışan
veya gören ülkedir. ABD’nin, NATO üzerinden Rusya’yı Baltık
ülkeleri, Polonya, Romanya, Karadeniz-Türkiye hattında
kuşatmasında en kritik, en belirleyici hat Türkiye’dir. Bunun
böyle olduğunu ABD kadar Rusya ve Türkiye de biliyor. Bu hattın
kırılması veya tamamlanması, ABD ve Rusya’ya değil, Türk
burjuvazisinin tavrına bağlıdır. Bu nedenle, küresel oyuncular
olarak ABD ve Rusya Türk burjuvazisinin çıkarlarını dikkate
almak zorundadır.
1952’den
bu yana önce sosyalist Sovyetler Birliği’ne, sonra da
revizyonist, sosyal emperyalist Sovyetler Birliği’ne karşı
kapitalist dünyanın güney hattının bekçisi olan Türkiye, bu
görevi yerine getirmemekle Amerikan emperyalizminin dünya
hegemonyası jeopolitikasında onarılamaz bir yara, gedik açıyor...
Bu
hattın Türkiye sahasında kopması Amerikan jeopolitikası ve
Rusya’yı çevreleme stratejisi için bir yıkımdır ve Rus
emperyalizminin, bu hattın kopması için neleri feda edebileceğini
düşünebiliriz...
Bu
hattın işlevsiz kalmasıyla Rusya’nın Karadeniz üzerinden
dünyaya açılma yolunun açılacağının, güneyden çevrelenme
tehdidinin ortadan kalkacağının Rus emperyalizmi jeopolitikası
açısından ne anlama geldiğini, bu bakımdan Türkiye’nin
stratejik önemini Putin, Rus jeopolitik aklı anlıyor. Bu
gerçekliğe, Doğu Akdeniz’in paylaşımını da eklerseniz
Suriye'nin Suriye olmadığı belki daha anlaşılır olur. Bu
durumda hangi küresel güç, somutta da ABD ve Rusya, Türkiye’nin
çıkarını gözetmeksizin hareket edebilir? Suriye sahasındaki
oyunun dünya jeopolitik rekabetteki yerini göremeyen, bu üçlü
arasındaki ittifakı da anlamaktan uzaktır. Bundan dolayıdır ki
avanak küçük burjuva sinekten yağ çıkartırcasına İdlib’de
Erdoğan yenilgisini anlatmaktan kendini alamaz.
Küresel
ve bölgesel jeopolitik “oyunlar” ve çıkarlar bu “üçlü”yü
birbirine bağlamıştır. ABD bir yere kadar Türkiye’nin üzerine
gidebilir. Rusya da öyle. Her ikisi de Türkiye’yi küresel
jeopolitik amaçları için kazanmak istiyor. Bu da Türkiye
üzerindeki baskıyı sınırlıyor, Türk burjuvazisine direnme ve
kendi çıkarlarına tekabül eden tavizler koparma imkanı veriyor.
Diktatör tam da buna oynuyor ve sürekli kazanıyor.
Doğu
Akdeniz’de emperyalistler arası çelişkilerin keskinleşmesinin
bir üst aşamasında karşımıza yine bu “üçlü ittifak”
çıkacaktır.
Türkiye-ABD,
Türkiye-Rusya arasında hiç mi “itiş-kakış” olmuyor,
olmayacak? Şüphesiz ki, olacak ve oluyor da. Ne ABD ne de Rusya,
Türkiye’yi kendilerine denk düşen bir güç olarak görüyorlar,
görmeyecekler de. Fırsatını bulunca Türkiye’nin ümüğüne
çökerler. Ancak, aralarındaki küresel rekabet sürdüğü
müddetçe bunu beraber yapmazlar. ABD-Rusya arasında
Balkanlar-Kafkasya-Ortadoğu/Doğu Akdeniz üçgenindeki bu “it
dalaşı” devam ettiği müddetçe Türk burjuvazisi onlar
arasındaki çelişkilerden nemalanmaya devam edecektir. İleride,
yakın gelecekte işin içine Çin karıştığında ne olur, o
şimdiden bilinmez. Ama her halükarda Çin’in işe nasıl
karıştığına bağlı olarak yeni pozisyonlar alınır.
İdlib
çatışmalarında, son Moskova mutabakatında “sol” basında
çıkan yazılar, değerlendirmeler, ayrıntılı
olarak yapılan “kazandı-kaybetti” hesapları yeni bir “siyaset”
tarzı”nın geliştiğini gösteriyor. Belki de eskiden beri
böyleydi de ben bilmiyordum. Bu, doğrudan Erdoğan’la bağlam
içinde ele alınması gereken bir “siyaset tarzı”dır. Bu
“siyaset tarzı”na göre düşman
olabildiğince
tekleştiriliyor
ve sonunda
Eroğan’a indirgeniyor;
tek düşman Erdoğan'dır.
Varsa da yoksa da
tek başına Erdoğan. Bu
“siyaset tarzı”na göre düşman kişiselleştiriliyor;
sınıf düşmanı sınıfından, sermayeden kopartılıyor.
Bu “siyaset tarzı” son kertede Erdoğan
giderse her
şey
düzelir anlayışıdır.
İdlib
çatışmaları
ve Moskova görüşmeleri hakkında yazılıp-çizilene
bakın: Önce
neredeyse Türk-Rus savaşı çıkarttıracaktık. Bu olmadı ve iş,
hezimet,
yenilgiye,
kaybedenle
kazananın buluşmasına,
tavize,
Rusya’nın zaferine,
bozguna
dönüştü...
Bunların
hepsi doğru olabilir. Sorun bu değil. Sorun Erdoğan'ın
arkasında durun güğçten bahsedilmemesi, Türk burjuvazisinin
çıkarlarını savunan, o çıkarlar için savaşan Erdoğan yok,
sanki kişisel çıkarlarını savunan, bunun için savaşan Erdoğan
var.
Tamamen
ayrıntıların dillendirildiği yazılar. Ağaçtan ormanı
göremeyen yazılar. İdlib’i, Suriye’yi bu üç gücün (ABD,
Rusya ve Türkiye) jeopolitikasından kopartan yazılar. Daha önce
Rojava devriminin
tasfiyesi sürecinde de bu ayrıntı hesabı üzerine yazılan
yazılar görmüştük. Devrimin tasfiyesi yazanın umurunda değil,
sorunun
Erdoğan'ın
nasıl yenildiğine,
nasıl azarlandığına
vb. indirgenen
anlayışlar.
Doğu
Akdeniz’in paylaşımına geç katılan Türkiye’nin attığı
adımlar, Trablus hükumetiyle yaptığı anlaşma ve bu anlaşmadan
sonra Doğu Akdeniz’deki faaliyeti üzerine yazılıp çizilenlerde
de aynı “siyaset tarzı”nı görüyoruz.
Ne
diyordu Sun Tzu?
“Düşmanı
ve kendini tanıyorsan, yüzlerce
muharebenin sonucundan korkmana gerek yok. Kendini tanıyorsan, ama
düşmanı tanımıyorsan kazandığın her zafer için yenilgiye
uğrayacaksın. Ne düşmanı ne de kendini tanıyorsan, her
muharebede yenileceksin... Gerçeklere bağlı kal”.
Doğu
Akdeniz sahasında, Libya’da “kutsal” üçlü ittifak
ilişkilerinin hangi yönde gelişebileceğini, daha geniş anlamda
her iki sahada da ABD-Rusya-Türkiye-AB ilişkilerini ayrı yazıda
ele alacağız.
*
Açıklamalar:
1)
9. Avrasya
İslam Şûrası açılışında
yaptığı konuşmadan (11.10.2016):“Bizim
Türkiye olarak hem ülkemize yönelik terör tehdidinin kaynaklarını
barındırması, hem de bin yıllık komşuluk ve kardeşlik
hukukumuz gereği meseleye müdahil olmamızı istemeyenler diğer
ülkelere ses çıkarmıyor. Hâlbuki eğer Irak ve Suriye’nin başı
dertteyse, sorunun çözümü için her türlü çabayı göstermek,
tedbiri almak en çok Türkiye’nin sorumluluğudur. Bu her şeyden
önce kardeşliğin, komşuluğun bir gereğidir. Bunun için de bir
yerlerden izin almaya ihtiyacımız yoktur, almayı da düşünmüyoruz,
bunun da böyle bilinmesini özellikle ifade ediyorum. Bazı ülkeler
binlerce kilometre uzaktan gelip Afganistan’da ve daha pek çok
yerde kendine tehdit oluşturduğu iddiasıyla operasyon yapacak,
Türkiye yanı başında 911 kilometre Suriye sınırı, 350
kilometre Irak sınırı, buradaki tehlikeye müdahale edemeyecek;
biz bu çarpıklığı asla kabul etmiyoruz”.
Diktatör
Erdoğan, “18. Muhtarlar Toplantısı”nda konuşuyor
(19.10.2016):“Şimdi bugün şöyle bir geriye dönüp baktığımızda
manzara nedir? Osmanlı öylesine büyük, öylesine köklü bir
devletti ki, bu devin yıkılışı milletimiz üzerinde maddi ve
manevi olarak derin yaralara yol açmıştır. 1914 yılında…2,5
milyon kilometrekare olan topraklarımızın büyüklüğü 9 yıl
sonra Lozan’ı imzaladığımızda, daha sonra topraklarımıza
katılan Hatay’la birlikte 780 bin kilometrekareye düşmüştü.
Bakın 2,5 milyondan 780 bin kilometrekareye, süre ne kadar dar.
Kurtuluş
Savaşımıza girerken hedefimiz, Misakı Milli sınırlarımıza
sahip çıkmaktı. Maalesef hem batı, hem de güney sınırlarımızda
Misakı Milli hedeflerimizi koruyamadık. Dönemin şartları
itibarıyla bu durumu mazur görenler, göstermeye çalışanlar
olabilir, bu yaklaşımı bir yere kadar mazur görmek mümkündür.
Asıl vahimi, zorunluluktan kaynaklanan bu durumu esas olarak kabul
edip kendimizi tamamen bu kabuğun içine hapsetme anlayışıdır.
Biz işte bu anlayışı reddediyoruz. Türkiye’yi 1923’ten beri
böyle bir kısır döngüye hapsedenlerin amacı, coğrafyamızdaki
bin yıllık varlığımızı, Selçuklu ve Osmanlı geçmişimizi
bize unutturmaktır. Biz 780 bin kilometrekareye nelerden geldik
biliyor musunuz? Şöyle bir geçmişe iyice bakarsak, 20 milyon
kilometrekarelerden geldik.
2016
yılında 1923’ün psikolojisiyle hareket edemeyiz, bunda ısrar
etmek ülkeye ve millete yapılacak en büyük haksızlıktır.
Cumhuriyetimizi kurduğumuzdan beri dünyada her şey değişirken,
biz o tarihteki konumumuzu korumayı kazanç olarak göremeyiz, çünkü
biz Kurtuluş Savaşımızı ‘hattı müdafaa yoktur, sathı
müdafaa vardır, o satıh tüm vatandır’ stratejisiyle kazanmış
bir milletiz. İstiklalimizi bu anlayışla kazandığımız halde,
bizi Cumhuriyet tarihimizin tamamını hattı müdafaayla geçirmeye
zorlayan anlayışı geride bırakmak mecburiyetindeyiz. 93 yıldır
başımıza ne geldiyse işte bu anlayıştan gelmiştir.
Nitekim
şöyle bir geriye dönüp baktığımızda, sorun kapıyı çalmadan,
bıçak kemiğe dayanmadan, gırtladığımıza kadar bataklığa
gömülmeden harekete geçemediğimizi görüyoruz. Bunun için,
dikkat ederseniz kapımız hiç boş kalmadı, rahat nefes aldığımız
dönemimiz hiç olmadı ve her dönem bu tür bedeller ödedik.
Siyasette büyük bedeller ödedik; darbelerle, muhtıralarla,
vesayet yönetimleriyle çok zaman kaybettik. Ekonomide büyük
bedeller ödedik; aynı kulvarda yarışa başladığımız ülkelerin
fersah fersah maalesef gerisinde kaldık...
...Türkiye
artık bu yanlış güvenlik anlayışını terk etmiştir, bunu
bitirmiştir. Bundan sonra sorunların kapımızı çalmasını
beklemeyeceğiz. Bundan sonra bıçak kemiğe dayanana kadar
sabretmeyeceğiz. Bundan sonra gırtlağımıza kadar bataklığa
gömülmeye rıza göstermeyeceğiz. Artık sorunların üzerine biz
gideceğiz. Terör sorunumuz mu var? Terör örgütlerinin gelip bize
saldırmasını beklemeyeceğiz, bu örgütler nerede faaliyet
gösteriyorsa, nerede yuvalanıyorsa gidip orada tepelerine
tepelerine bineceğiz. Suriye’de, Irak’ta bize yönelik tehditler
mi var? Bu tehditlerin sınırlarımıza dayanmasını
beklemeyeceğiz, tehditleri kaynağında yok etmenin, çözmenin
çaresine bakacağız. Sineklerle uğraşmak yerine, bataklığı
kurutmanın yollarını bulacağız...
Türkiye’nin
Musul operasyonuna girmesini engellemeye çalışanlar, Suriye’deki
oyunlarını bozmamızdan rahatsız olanlardır. İstiyorlar ki
Türkiye yerinde otursun, olup bitenleri seyretsin, sonra da payına
düşen bedel neyse onu ödesin...Asıl mesele, bölgenin yeniden
yapılandırılması meselesidir.
“Bursa
Toplu Açılış Töreni”nde yaptığı
konuşmadan (22.11.2016): “Uzun zamandır
yaşadığımız kesintisiz savaşların, kayıpların etkisiyle
biraz nefes alabilmek, kendimizi toparlayabilmek için o dönemde
buna tamam denmiş olabilir. Asıl yanlış; dönemin tartışmalı
şartları içinde yapılan bu fedakârlığa teslim olup devlet ve
toplum hayatını buna göre inşa etmeye kalkışmaktır; işte biz
bunu kabul etmiyoruz, böyle bir şey yok. Artık bu yanlış tarih
ve medeniyet algısından vazgeçilmesi gerektiğini söylüyoruz”
2)Misak-ı
Milli anlayışına
M. Kemal sosunu bulaştırarak,
kendine Kemalist
diyen çevreleri de bu açılıma katmak isteyen diktatör Erdoğan,
Misak-ı Milli sınırları içinde ve dışında sahip çıkılması
gereken bir tarihin;
kast ettiği coğrafyada “bu milletin geçmişi”nin olduğunu
ifade ediyor. Kurtuluş savaşının hedefinin Misak-ı Milli
sınırlarına
sahip
çıkmak olmasına rağmen, bu hedefe ulaşılamadığını
açıklıyor.
Bahsettiği bu coğrafya, şimdiki sınırları çevreleyen İran
hariç yakın alandır; 2,5 milyon kilometrekare ile bu alanı kast
ediyor ve 780 bin kilometrekareye çekilmişliği kabullenmenin hata
olduğunu açıklıyor: “Asıl
vahimi, zorunluluktan kaynaklanan bu durumu esas olarak kabul edip
kendimizi tamamen bu kabuğun içine hapsetme anlayışıdır. Biz
işte bu anlayışı reddediyoruz. Türkiye’yi 1923’ten beri
böyle bir kısır döngüye hapsedenlerin amacı, coğrafyamızdaki
bin yıllık varlığımızı, Selçuklu ve Osmanlı geçmişimizi
bize unutturmaktır”.
3)Türkiye
bu istisnai durumu 1923-1952 arasında, ama özellikle 1923-II. Dünya
Savaşı başlangıcı arasında yaşamıştır. Her iki dünya
savaşı arasında Türkiye-Sovyetler Birliği arasındaki dostluk
ilişkileri gelişmiş,
Türkiye ve Batılı emperyalist ülkeler arasında ilişki
mesafeli kalmıştı
(Bu ilişki öncelikle Almanya-Türkiye arasında giderek Almanya
lehine bozulmaya başlamıştı). II. Dünya Savaşı sonrasında
Türkiye'nin
Batı
dünyasına kapağı atması,
bu istisnai durumu ortadan
kaldıran adım olmuştur.
4)Bu
jeopolitik anlayışın temel özelliklerini herhangi bir sistematiğe
tabi tutmadan şöyle özetleyebiliriz:
Kuşatılmak
istemiyorsan, kuşatmak istiyorsan, kuşatmak isteyeni sınır
dışında karşılamak ve imha etmek zorundasın. Esas hedef,
“sinekler” değil, bataklıktır; yani tehdidin kaynağı esas
hedeftir. Bu durumda Suriye ve Irak
üzerinden Türkiye'yi tehdit edenler hedef alınacaktır. Suriye ve
Irak üzerinden tehdidi Türk burjuvazisi sadece Kürt Özgürlük
Hareketiyle sınırlamamaktadır; onun algılamasına göre
Türkiye'yi bölmek isteyen Batılı güçler bunu “terör”
örgütü üzerinden gerçekleştirmek istiyorlar. Türk
burjuvazisinin algılamasına göre bütün terör örgütleri belli
devletlerin kontrolü altındadır (Kürt Özgürlük Hareketi,
devrimci ve komünist örgütler de terör örgütleri olarak
görülmekteler ve dolayısıyla şu veya bu devletin çıkarları
için mücadele etmekteler). Türkiye'ye karşı rekabet içinde
olan, Türkiye'yi vurmak isteyen ülkeler bunu terör örgütleri
üzerinden yapmaktalar. Bu nedenle bu terör örgütlerinin
Türkiye'ye karşı sınır içindeki ve dışındaki faaliyetleri,
Türkiye'ye karşı bir savaş halinin yansımasıdır. Bu nedenle bu
terör örgütleri nerede konuşlanmışlarsa (bataklık) orada imha
edilmelidir.
5)
Bu nedenle Akdeniz'den başlayarak
Irak sınırına kadar, yani
Rojava'da kesintisiz bir tampon bölge
oluşturulmalıdır. Ancak böyle bir
tampon bölge oluşturulursa, yani Rojava devrimi boğulursa Suriye
ve Irak toprakları Türkiye için
saldırı üssü olmaktan çıkartılmış
olur. Bu nedenle Türk burjuvazisi Halep-Musul
hattını kendi
güvenliği için savunma hattı
olarak görmektedir. Halep-Musul hattı
aynı zamanda Misak-ı Milli'nin
güney sınırlarıdır. Bunu daha açık
bir biçimde Erdoğan, Kürt Özgürlük Hareketi'ne karşı mücadele
bağlamında “Suriye
ve Irak'ta, şu anda Kerkük'te, Musul'da, Telafer'de, Sincar'da bu
mücadeleyi yine sürdüreceğiz”
diyerek Misak-ı Milli'nin tam sınırını
çizmektedir.
6)Bkz.:
İ.
Okçuoğlu; EMPERYALİST
KÜRESELLEŞME VE DEĞİŞEN GÜÇLER DENGESİ, Töz yayınları,
Ocak 2019.
Ayrıca
bkz.:
-
http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com;
DARBE KARAKTERLİ “RENKLİ DEVRİM” GİRİŞİMİ VE SONRASI (I),
2 Eylül 2016.
-
http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com;
ORTADOĞU'DA “İT DALAŞI” VE TÜRK BURJUVAZİSİNİN DURUMU -
ORTADOĞU'DA “İT DALAŞI” VE TÜRK BURJUVAZİSİNİN DURUMU,
(Darbe Karakterli “Renkli Devrim” Girişimi ve Sonrası –
II),13 Ekim 2016.
-
http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com;
MUSUL “SEFERİ” VE TÜRK BURJUVAZİSİNİN DURUMU, (Darbe
Karakterli “Renkli Devrim” Girişimi ve Sonrası – III), 12
Kasım 2016.
-
http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com;
ULUSAL GÜVENLİK POLİTİKASI VE TÜRK BURJUVAZİSİNİN DURUMU -
ULUSAL GÜVENLİK POLİTİKASI VE TÜRK BURJUVAZİSİNİN DURUMU,
(Darbe Karakterli “Renkli Devrim” Girişimi ve Sonrası – IV),
30 Aralık 2016.
-
http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com;
EMPERYALİSTLEŞEN TÜRKİYE VE TÜRK BURJUVAZİSİNİN DURUMU -
EMPERYALİSTLEŞEN TÜRKİYE VE TÜRK BURJUVAZİSİNİN DURUMU,
(Darbe Karakterli
-“Renkli
Devrim” Girişimi ve Sonrası – V - son makale), 14 Mart 2017.
-
http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com;
Türkiye’nin
İdlib “Seferi” ve “Sol”un Çaresizliği! Veya
Şimdi de Putin’e
“Piyon”
Olmak.
-http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com;
Afrin’i
İşgal Girişimi Sömürgeciliktir, Türk
Burjuvazisinin Ulusal Güvenlik Politikasının
Bir
Sonucudur.
-http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com;“Fırat
Kalkanı Harekatı” ve
“Zeytin
Dalı Harekatı” Türk Burjuvazisinin Yeni Ulusal Güvenlik
Konsepti’nin
Uygulamasıdır.
-http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com;
S-400
ve
Türk
Burjuvazisinin
Ulusal Güvenlik Konsepti
Türk
Burjuvazisinin Ulusal Güvenlik Konseptinde S-400’ün Yeri.
-
http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com;
Rojava
Devriminin Geleceği Tehlikede - “Mutabakat”
Fırat’ın Doğusuna “Seferi”
Şimdilik Engelledi.
-Elele
Verip Rojava Devrimini Tasfiye Ediyorlar - Oyunun Birinci Perdesi:
ABD - Türkiye “Mutabakatı” (Rojava’yı İşgal Etme Girişimi
Türk Burjuvazisinin Yeni Ulusal
Güvenlik
Konsepti’nin Bir Sonucudur)
ibrahimokcuoglu.blogspot.com/2019/10/elele-verip-rojava-devrimini-tasfiye.html
-Rojava
Devriminin Tasfiyesi - Oyunun İkinci Perdesi: Rusya - Türkiye
“Mutabakatı”
http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com/2019/10/rusya-turkiye-mutabakati-rojava.html
-Faşist
Diktatörlüğün Rojava “Seferi” Sonuçları - Suriye Sahasında
Jeopolitik Oyunlar Ve
Türk
Burjuvazisinin Ulusal Güvenlik Konsepti
https://ibrahimokcuoglu.blogspot.com/2019/11/fasist-diktatorlugun-rojava-seferi.html
-Rojava
Devriminin Tasfiye Süreci - Direnişten
Başka Yol Ve Çare Yok!
http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com/2019/11/direnisten-baska-yol-ve-care-yok.html