deneme

21 Haziran 2021 Pazartesi

TÜRK BURJUVAZİSİ KENDİ HİKAYESİNİ YAZIYOR (I)



TÜRK BURJUVAZİSİ KENDİ HİKAYESİNİ YAZIYOR (I)

ALT-EMPERYALİZM”, “ÜST”-EMPERYALİZM VE TÜRKİYE


TÜRKİYE NASIL BİR ÜLKE?


2020 yılında birkaç tartışmacının gündeme getirdiği Türkiye “alt-emperyalizm” midir, değil midir tartışması, eski yarayı yeniden kaşımaktan ziyade Türk ekonomisinde ve burjuvazinin politikasında değişime cevap verme arayışından kaynaklanmaktadır. Türkiye’nin sosyo-ekonomik yapısı, kapitalizmin gelişme durumu; Türk sermayesinin uluslararası açılımı, burjuvazinin yakın çevresinden başlayarak birtakım işgalleri ve nüfuz alanı kazanmak için attığı adımlar; güttüğü emperyalist politikalar ister istemez ‘nasıl bir Türkiye’ ile karşı karşıya olduğumuzun tartışılmasının güncel olduğunu göstermektedir.

Tespit edebildiğim kadarıyla (Tespit edebilmek için de özel bir çabamın olmadığını söyleyeyim) Engin Erkiner’in 9 Temmuz 2020 tarihli “Türkiye alt-emperyalist bir ülkedir” yazısı, Ahmet Kaplan’ın Sendika.org’da yayımlanan 7 Temmuz 2020 tarihli “Alt-emperyalizm ve Türkiye” ve 12 Temmuz 2020’de keza aynı sitede yayımlanan “Züğürt emperyalist!”yazısı; Ahmet Haşim Köse’nin

22 Temmuz 2020’de gazeteduvar’da yayımlanan “Altı üstü emperyalizm: Türkiye dünyanın neresinde?” yazısı; Ümit Akçay’ın 6 Ekim 2020’de keza gazete durvar’da yayımlanan “Suriye, Libya, Yunanistan, Ermenistan… Ne oluyor?” yazısı; İlhan Uzel’in gazeteduvar’da yayımlanan 13 Temmuz 2020 tarihli “Alt-emperyalizm kader mi?” ve 28 Aralık 2020 tarihli “Alt-emperyalizmden yarı-çevre olmaya doğru” yazıları soruna nasıl bakıldığını göstermek için bence yeterli.

Tabii bu tartışma bağlamında olmasa da konu bağlamında Troçkistler de kendi açılarından söylemek istediklerini yıllardır söylüyorlar. Troçkistlerin derdi bu konu vesilesiyle Marksist-Leninist terminolojide yeri olan sömürge, yarı-sömürge, yeni-sömürge gibi kavramlarla oynayarak, Troçkizm dışında kalan ve kendini Marksist-Leninist olarak tanımlayan akımları, Troçkist Güneş Gümüş’ün ifadesiyle “Türkiye solu çoğunlukla ülkenin uluslararası hiyerarşideki konumunu göz ardı ederek geçmişten miras aldığı analizlere takılıp kalıyor.”(8 Eylül 2020 tarihli “Sosyalist Gündem”;https://www.sosyalistgundem.com/alt-emperyalizm-tartismalari-ezber-bozmayi-bilmek-gunes-gumus/) ve Elif Çağlı’nın ifadesiyle de “Hatırlanacağı üzere, kapitalizmin sömürgeci aşaması ile emperyalist aşaması arasındaki ayrımın görmezden gelinmesi nedeniyle genelde dünya ve özelde Türk solunda yanlış siyasal tutumlar geliştirilmişti.” (Bkz.“Alt-Emperyalizm Üzerine: Bölgesel Güç Türkiye”, Temmuz-Ağustos 2009 ) türünden tanımlamalarla belli bir kategoriye sığdırıyorlar, daha doğrusu mahkum etmeye çalışıyorlar.

Şüphesiz, konu üzerine yazılmış başka makaleler, kitap formunda analizler de var. Ancak, benim sorunum bunların eleştirel bir değerlendirmesini yapmak değil, söz konusu bu makalelerde sorunun nasıl ele alındığından hareketle, III. Enternasyonal'in (Komintern) VI. Kongresi'nde (1928) tartışılan ve kabul edilen programında (Komünist Enternasyonal Programı) ülkeleri gelişmişlik düzeylerine göre farklı kategorilerde tanımlanmasını kıstas alarak, Türkiye’nin hangi kategoride yer alması gerektiğini tespit etmeye çalışmaktır (1)

Türkiye'nin sosyo-ekonomik yapısı üzerine tartışmalar, Türkiye'nin tarihi kadar eskidir. Ama en “ateşli” tartışmalar Türkiye devrimci hareketinin oluşma ve gelişme döneminde olmuştur; en kaba hatlarıyla 1960'lı yılların sonundan itibaren. Bu konu üzerine tartışmalar belli bir olgunluğa ulaşmış ve Türkiye'de sosyo-ekonomik yapının en azından kapitalist olduğu genel kabul görmüştür. Ama bu konuda hala öznel görüşler, gerçeğin tamamen inkarı üzerine kurulmuş düşünceler de yok değil.

Sosyo-ekonomik yapı bakımından Türkiye nereden nereye geldi? Sanırım coğrafyamızda sermayenin iktidarını yıkana kadar bu soru hep gündemde olacaktır. Bu soruya verilen cevap nasıl bir devrimin de izahı olacaktır. Klasik anlamıyla ifade edecek olursak sosyalist devrim mi veya bütün biçimleriyle demokratik devrim mi?

Diğer taraftan bu soruya verilen cevap aynı zamanda, emperyalizme bağımlılık hep aynı biçim ve içerikli midir veya kapitalizmde eşit olmayan gelişme yasası evrensel geçerli bir yasa mıdır, değil midir, sorularının cevaplandırılmasını da beraberinde getirecektir.

Türkiye'de kapitalizmin bugün geldiği aşama, devletin kuruluşundan bu yana gelişme süreci göz önünde tutulmaksızın, ama özellikle de geçen yüzyılın son 20 yılından bu yana; daha doğrusu 12 Eylül 1980 darbesinden bu yana gelişmesi analiz edilmeden anlaşılamaz.

12 Eylül 1980 faşist darbesi Türk ekonomisinde köklü değişimlerin yolunu açmıştır. Türkiye, 1980'li yıllarda bir tarım-sanayi ülkesi olmaktan çıkarak sanayi-tarım ülkesi durumuna gelmiştir. Sadece bu gerçeklik ekonomide köklü bir yapısal değişim anlamına gelmektedir. Bu yıllarda ekonomide sanayi üretiminin ağırlığı arttı ve aynı zamanda, tekelleşen sermayenin kabuk değiştirme süreci oldukça hızlı gelişti. Bu darbenin temel nedenlerinden biri de sermayenin açılıp serpilmesi önündeki engellerin yıkılmasıydı. Bu nedenle bu faşist darbesinin oynadığı ön açıcı; gelişmenin ortamını hazırlama rolü iyi analiz edilmelidir.

1930-1980 arasında yerli sermaye, devletin koruması altında iç pazara yönelik üretimle; gümrük duvarları desteğiyle büyüdü. O dönemde yerli sermaye ancak böyle palazlandırılabilir ve geliştirilebilinirdi. Bu, sanayileşmede stratejik anlayıştı. Söz konusu bu dönemde tekelleşen sermayenin, yeterli, rekabet edebilecek güce sahip olmadığı için dış pazarlara açılma diye bir dürtüsü de henüz gelişmemişti. Ama 1980'den itibaren durum değişmeye başladı. 1980-1990 arasında geçirdiği yapısal değişimin, büyümede kabuk değiştirmesinin bir sonucu veya yansıması olarak bölgesel açılımlara girişti. Veya vurgulamak için şöyle de diyebiliriz: 1980-1990 arasında kapitalizmin gelişmesi bakımından Türkiye, ilk yapısal değişimini sonlandırdı. Sermaye kabuk değiştirmişti; artık iç pazarla yetinemeyen, gözünü dış pazarlara dikmiş bir sermaye ile karşı karşıyaydık.

1990-2000 döneminde, özellikle revizyonist blokun dağılmasından sonra Türk burjuvazisinin eline, oldukça önemli ve birçok bakımdan bölgesel olmanın ötesinde fırsatlar geçti. Bu fırsatları, planladığı, istediği gibi değerlendirmede dirençlerle karşılaştı, ama hiç değerlendiremedi demek de tamamen yanlış olur. Böyle düşünenler 1990-2000 arasında, en azından dağılan Sovyetler Birliği ve Yugoslavya eksenli olarak olağanüstü artan diplomasi trafiğini; uluslararası ilişkileri ve aynı zamanda artan sermaye ilişkilerini veya genel anlamda siyasi ve sermaye hareketliliğini yok saymalıdır. Tekelci sermaye 1980'li yıllarda iştahlanmıştı, 1990'lı yıllarda ise salyası akacak derecede cüretkârlaştı. Bu dönemde ihracatı, yatırımları yoğunlaştırma, pazar arama çabaları bu gelişmenin açık ifadesidir.

1990-2000 arası, burjuvazinin ve tekelci sermayenin tarihinde dışa açılma bakımından cüretkârlaştığı dönemdir. Bu dönemde sermaye, dış pazarsız, dışa açılmaksızın büyüyemeyeceğini gördüğü için dış pazarlara açılma adımları attı; artık sıra ihracatı ön plana almaya, ihracata dayalı üretime ve aynı zamanda sermaye ihracına gelmişti. Bütün bu gelişmeler 20. yüzyılın sonunda Türkiye'nin yeni bir kabuk değişimine uğradığını; çapı ne olursa olsun, uluslararası tekelci sermayenin ve politikanın hesaba kattığı emperyalistleşen ve bölgesel güç olma sınırlarını zorlayan bir ülke olduğunu göstermektedir. Dün bunun üzerine düşünce beyan etmek, bu gelişmeyi kanıtlamak “zor”du, ama bugün zor olmanın ötesinde, gerçeği olduğu gibi söylememek sınıf mücadelesi bakımından affedilmez bir hata olur.

Revizyonist blokun dağılmasından sonra Türkiye'nin stratejik olarak önemsizleşeceği üzerine bolca yazıldı. Hangi verilerden veya kurgulardan hareketle böylesi öznel değerlendirmeler yapıldığı, yükselen neoliberalizm koşullarında emperyalizmi ve jeopolitikayı nasıl anladığımızı yansıtır. Oysa gerçekleşen, savunulanın tam tersiydi; Türkiye'nin dünya jeopolitikasında, dünya hakimiyeti için rekabet etme yeteneğine sahip olan emperyalist ülkeler ve aynı zamanda uluslararası tekelci sermaye açısından stratejik önemi daha da arttı. Şöyle de diyebiliriz; Türkiye'nin bu önemi daha da görünür oldu. Burjuvazi ve yerli tekelci sermaye bu durumun bilincindeydi ve eline geçen fırsatları da değerlendirmekten geri kalmadı.

21. yüzyıla Türkiye emperyalistleşen bir ülke olarak girdi. Emperyalistleşen Türkiye kavramı korkutuyorsa, 1970'li yıllardan kalma, dünya ve ülkeler arası ilişkiler ne derece değişirse değişsin, değiştirmeye hiç niyetli olmadığımız emperyalizme bağımlılık anlayışı -mevcut nesnel gerçekliği göz önünde tuttuğumuzda- düşünce dünyamızı yıkıyorsa, başka bir kavram kullanalım ve emperyal özellikleri görünür olan Türkiye diyelim. Hangi kavramı kullanırsak kullanalım, ister kapitalizmin az geliştiği veya çok geliştiği veya da orta derecede geliştiği ülke diyelim, izah etmekten kurtulamayacağımız; bu konudaki düşüncelerimizi sürekli takip eden; olumlayan veya reddeden nesnel gerçekler vardır. Bu nesnel gerçeklere aykırı değerlendirmelerin beş paralık bir değeri yoktur. Nasıl ki, ‘gördüklerine inanma, sömürü feodaldir’ demekle Türkiye gerçekliğini zerre kadar açıklamamış oluyorsak, Türkiye emperyalizme bağımlıdır demekle de Türkiye gerçekliğini açıklamış olmuyoruz. İkinci durumda nasıl bir bağımlılık sorusuna cevap vermek gerekir. Ama devrimci, hatta Marksist-Leninist görünümlü küçük burjuva, emperyalizme bağımlılıktan 'bir kere bağımlı, sürekli bağımlı' anlayışının; 1970’li yılların çarpık emperyalizm yadigarının ötesine henüz geçmemiştir.

12 Eylül darbesinden sonra Özal ile birlikte dışa açılım, devlet politikası olmaya başlamıştır. Bu açılım darbe öncesinde 24 Ocak kararlarıyla uygulanmak istendi, ama istenilen sonuç alınamadı; uygulamanın siyasi ortamı darbeden sonra oluşturuldu. Aynen emperyalist ülkelerde olduğu gibi, devletin dış politik ilişkilerinde sermayenin çıkarlarını koruması esas amaç oldu. Özal’ın dış gezilerine sermaye sahibi veya şirket temsilcisi “zevat’’ın yoğun ilgi duymaları, gidilen hemen her yerde iş bağlantıları kurmaları bunu açıkça göstermektedir.

Devletin dış gezilerine sermaye çevrelerinin katılması özellikle Özal ile başlamış ve teşvik edilmiştir.

Tekelci sermaye, meta veya sermaye biçiminde salt ihraç etmekle yetinmediği, aksine gittiği hemen her yerde, ortam çıkarlarına uygunsa fabrikalar kurduğu veya mevcut olanları satın aldığı bir sürece girmişti. Böylece Türk tekelci sermayesi gittiği ülkenin ekonomik ve siyasal yaşamında etkileyici bir faktör olmaya başlamıştı. Her halükarda faal olduğu ülkenin ekonomisine entegre oluyordu.

Birtakım “sol”ların böyle bir gelişmeyi anlayacaklarını beklemiyorum. Bunların, emperyalizm ve bağımlılık kapsamında anlamadıkları, nasıl olur da dışarından sermaye gelmesini bekleyen, hükümetten bunu teşvik etmesini talep eden yerli tekelci sermaye (o da varsa!), aynı zamanda dış pazarlara açılabilir? Emperyalizm ve ona bağımlılığın diyalektiğini değişmezlik olarak donduran “Marksist”, “Marksist-Leninist” küçük burjuvanın savunduğu düşünce, 1970'li yılların “yadigârı” olan çarpıtılmış bir emperyalizm anlayışıdır. Bunun Leninist emperyalizm analiziyle uzaktan yakından hiçbir ilgisi yoktur.

Gerçekten de sermaye hareketinin diyalektiğini anlamayan bu devrimci hareketler için böyle bir gelişme olamaz; Partizan örneğinde olduğu gibi olmamalıdır. Hele hele ülke, emperyalizme bağımlı, yarı sömürge olmanın yanı sıra bir de feodal veya yarı feodal ise, o ülke öyle kalmaya mahkumdur. Bir de kapitalizmin tekelci aşamasında geri kapitalist bir ülkenin emperyalist kampa sıçrama olanağı tarihsel olarak aşılmıştır’ dedin mi, işte o zaman eşitsiz gelişme yasasını da askıya alarak, yok sayarak birtakım ülkeleri birtakım kategorilerde kalmaya mahkum etmiş olursun.

Bağımlı bir ülke, yabancı sermayeyi ülkeye davet eder, hükümet bunu teşvik eder ve bu ülke aynı zamanda dışarıya sermaye ihraç eder veya genel anlamda söylersek dış pazarlara-dünya pazarlarına açılır. Bu, sermaye hareketinin diyalektiğini, yerli tekelci sermayenin uluslararası tekelci sermayeye entegre olduğunu, onun ayrılmaz bir parçası olduğunu gösterir. Küçük burjuva düşünce tarzının tahayyül edemediği, anlayamayacağı, kapitalizmde eşitsiz gelişme yasasının işlerliği ve emperyalizme bağımlılığın rekabeti ortadan kaldırmadığıdır.

Belki de sanılıyor ki, dış pazarlara açılmak, oralarda fırın inşa edip ekmek satmaktır veya market (dükkan) açıp Türkiye'den getirilen ürünleri pazarlamaktır. Tabii bunları yapanlar da var, ama sorun bunlar değil. Dışa açılan sermaye, uluslararası planda rekabet edebilmek için genel geçerli kalitede ve fiyatta üretmek, ötesinde kaliteyi yükseltmek, üretim masraflarını düşürmek zorundadır. Daha fazla artı değerin sağlanabildiği sektörlerde faal olma yeteneğini geliştirmek zorundadır. Büyük yatırımlara girişebilecek koşulları oluşturabilecek imkanlara sahip olmak zorundadır. Birçok yerli tekelci sermaye aynen böyle hareket etmektedir. Bunların yatırım hacmi milyon değil, milyar dolarla ifade ediliyor. Stratejik sektörlere, daha çok kâr getiren sektörlere yöneliyor, gücünü aşan ihalelere girmek için ortaklıklar (konsorsiyum) oluşturuyor. Böyle stratejik hareket eden “çok uluslu Türk şirketleri”nin de olduğuna “alışmak” gerekir artık.

Yayılmacı Gerçekler ve “Sıfır Sorun” Politikası

Kapitalizmde eşitsiz gelişme yasası ve rekabet ile bir zamanlar hükümetin dilinden düşürmediği “sıfır sorun” politikası birbiriyle çelişir. “Sıfır sorun” politikası, sermaye hareketinin diyalektiğine aykırıdır. Bu, meselenin bir yönü. Diğer taraftan “sıfır sorun” politikası, emperyalist yayılmacılığın, tahakküm eğiliminin, rekabette güçlü olduğuna inanmanın açık bir ifadesidir. Bu, korkutarak, sindirerek karşıdakini “sıfır sorun”lu politikaya razı etmektir. Aynen bugün Amerikan emperyalizminin yaptırım, baskı ve tehditle Türkiye’yi kendisi için “sıfır sorun’’lu Türkiye olmaya zorlaması gibi. Bu politika, A. Davutoğlu Dışişleri Bakanı olmadan önce AKP hükümeti tarafından uygulamaya konmuştu. Ancak bu politikanın esas uygulaması A. Davutoğlu’nun Dişişleri Bakanı olduğu dönemde olmuştur. Sonuç ortada: A. Davutoğlu’nun “Stratejik Derinlik” kitabında Türk burjuvazisinin jeopolitik açılımının uygulanması ile “sıfır sorun”lu dış politikanın birbirine tamamen ters olduğu ortaya çıktı.

Sıfır sorun“la yol alınamayacağını burjuvazi de gördü. Ermenistan ile ilişkiler öyle kaldı. Suriye ile ”düşmanlık“tan ”can ciğer“ olmaya geçtik, sonra (şimdi) yeniden ”düşman“ olduk. İran ile ilişkiler, ne olacağı bilinmeyen -aslında çok iyi bilinen- bir aşamada devam ediyor. İsrail ile dostluk ”düşmanlığa“ dönüştü, şimdi yeniden “dost” olunuyor. Yunanistan ile oldum olası “düşmanız”. Libya, Doğu Akdeniz, “dost” değil, ama “düşman” sayısını çoğalttı.

Liberal, burjuva muhalif ve “sol” basın, diktatör Erdoğan’ın “değerli yalnızlığını” eleştiriyor. Kavgacı, geçimsiz, zor Erdoğan olduğu için mi “değerli yalnızlık” içinde, yoksa Türk tekelci sermayesinin çıkarını, yayılmacılığını savunduğu ve bu doğrultuda adımlar attığı için mi “değerli yalnızlık” içinde? Devrimci cenahta yer alan birçok yapı bu soruya cevap veremez. Veremez, çünkü bu durumda emperyalizm, emperyalizme bağımlılık, yarı-sömürge, yeni-sömürge, bilmem ne sömürge anlayışlarını tamamen gözden geçirmesi gerekir. Veya aramızda ‘diktatör gündem değiştirmek için sağa sola saldırıyor, savaş çıkartıyor’ görüşünde olanların sayısı hiç de az değildir. Dünya tarihi, hele hele günümüzde gündem değiştirmek için sağa sola saldıran, savaş çıkartan bir ülkeyi şimdiye kadar görmemiştir. Yani diktatör Erdoğan, gündem değiştirmek için mi Suriye’de/Rojava’da işgallere girişti, Güney Kürdistan’da üsler kurdu, Libya seferine çıktı, Doğu Akdeniz’i kartıştırdı? Gündem değiştirmek için mi Azerbaycan-Ermenistan savaşına müdahil oldu?

Sıfır sorun“ güç dengesine göre tanımlanır. Gücün varsa, tehdit edebiliyorsan karşındaki gücün seninle bir sorunu “olmaz” ve böylece onunla ”sıfır sorun“lu olursun. Ama kapitalizmde esas olan eşitsiz gelişmedir; bugün güçsüz olan yarın güçlenebilir ve dayatılan ”sıfır sorun“lu ilişkiyi sorunlu ilişkiye dönüştürebilir.

Türkiye'nin sınır komşusu ülkelerle ilişkileri oldukça değişkendir. Değişimin nedeni de genellikle bu ülkelerden değil, Türkiye'den kaynaklanıyor. Türk burjuvazisi komşu ülkelerle ilişkilerini kendi çıkarlarına göre dizayn etmek istiyor. Buna uymayan ülkelerle de sorunlu oluyor. Bu nedenden dolayı ”komşularla sıfır sorun“ aslında komşularla çok sorun demektir.

Boru Hatları ve Türk Burjuvazisi

Burjuvazinin mevcut enerji boru hatlarından sadece geçiş ücreti almakla yetindiğini ve bunun için yeni boru hatlarına talip olduğunu sananlar fena halde yanılmış olurlar. Geçiş için alınan ücret burjuvazi açısından hiç de önemli değildir. Türk burjuvazisinin sorunu, yakın bölgede elde edilen enerjinin başta Avrupa olmak üzere dünya pazarlarına sevkiyatında söz sahibi olabilmektir. Bu da enerji boru hatları (petrol ve doğal gaz) Türkiye'den geçtiğinde mümkün olabilir. Bu, emperyalist bir politikadır. Kıyasıya rekabet bunun için sürdürülmektedir. Şimdi, Rusya (“Türk Akımı”), Orta Asya, Hazar Havzası (Bakü-Ceyhan hattı ve TANAP boru hattı), İran, Irak kaynaklı petrol ve doğal gazın Avrupa'ya taşınması üzerine rekabete Doğu Akdeniz'de keşfedilen petrol ve doğal gaz sahalarının paylaşımı ve bu enerjinin Avrupa pazarlarına sevkiyatı üzerine rekabet de eklenmiştir. En kısa ve maliyeti en düşük olan hat, Türkiye üzerinden geçecek olan hattır.

Stratejik Konum Pazarlaması

Yıllarca Türkiye'nin stratejik konumunu pazarladığı, bu konumunun ötesinde bir güç olmadığı üzerine yazdık. Oysa durum bugün hiç de öyle değil. Yanlış anladığımız emperyalizm-bağımlı ülke denklemi gözümüzü siyasi ve teorik olarak körleştirmişti. Kendi tarihini öğrenmeden Rus, Çin tarihini öğrenen; Rusya, Çin, Arnavutluk gerçekliğini kendi gerçekliğinden çok daha iyi bilen bir nesilden geliyoruz. Türkler gelmeden önce de bu coğrafyanın stratejik önemi vardı. Bu coğrafya bu özelliğinden hiçbir şey kaybetmemiştir; aksine kapitalizmin uluslararasılaşmasından; emperyalizmden bu yana dünya hakimiyeti için jeopolitikalar geliştiren her güç için mutlaka kontrol edilmesi gereken bir alan olarak görülmüştür.

Türkiye, stratejik konumunu pazarlıyor saptaması 1945-1990 arası için genel hatlarıyla doğrudur. Ama 1990'dan itibaren bu durum değişmeye başlamıştır. Bugün sahip olduğu ekonomik ve askeri gücüne dayanarak stratejik konumunu pazarlamanın ötesine geçmiştir. Burjuvazi, tekelci sermayenin çıkarları söz konusu olduğunda ekonomik, siyasi ve askeri gücüne dayanarak konum değiştirebilmektedir; açık ki manevra yapma kabiliyeti artmıştır. Öyle ki, emperyalist dayatmalara direnebilmekte ve bu anlamda bağımsız politika üretebilmektedir. Yeni ulusal güvenlik konsepti bu çerçevede ele alınmalıdır.

T. Özal ile birlikte Türkiye'nin dış politikası giderek yayılmacı bir karakter almaya başladı. AKP'nin sürdürdüğü dış politika, bölgesel güç olarak emperyalistleşen bir ülkenin dış politikasından başka bir şey değildir. Bu politikanın uygulanabilmesi için belli bir ekonomik ve askeri gücün olması gerekir. Bu iki güç, siyasi gücün, dayatmacı dış politikanın temelini oluşturur.

Türk burjuvazisinin hükümet eden siyasi temsilcileri, somutta da AKP hükümeti, tekelci sermayenin çıkarlarına hizmet etmek için bu dış politikayı uygulamak zorundadır.

Şüphesiz, Türk burjuvazisini, başta ABD olmak üzere Batı'lı emperyalist ülkelerin ve yerli tekelci sermayeyi de uluslararası sermayenin salt taşeronu olarak görenler vardır. Bu siyasi körlere söylenecek pek fazla bir şey yok, ama en azından şöyle de düşünebilirler: Dünkü taşeron Türk burjuvazisi ve sermayesi ile bugünkü taşeron Türk burjuvazisi ve sermayesi arasındaki nicel farklar nitel değişim sürecinde geriye dönülmeyecek derecede ilerlemiştir. Hayır deniyorsa, Libya’da, Rojava’da, Doğu Akdeniz’de, Güney Kafkasya’da Türk burjuvazisi kimin taşeronluğunu yapıyor sorusuna cevap verilmelidir.

Diyalektikte değişmeyen bir şey varsa, o da değişimin kendisidir diyorsanız taşeronluktaki bu değişimi de kabul etmek zorundasınız.

15 Temmuz darbe girişiminden sonra Türkiye-ABD ve AB arasındaki ilişkilerin gerilmesinden ve Ortadoğu, Doğu Akdeniz, Libya ve Güney Kafkasya’da sorunların çelişkiye dönüşmesinden ve Türkiye-Rusya ilişkilerinin yeniden ve daha kapsamlı gelişmeye başlamasından bu yana yeni bir “eksen kayması”ndan bahsedilmeye başlandı. İlkinde eksen İslamcılığa doğru kaydırılırken, ikincisinde Rusya'ya, Çin'e; bir bütün olarak Avrasyacılığa doğru kaydırıldı. Eksen kayması politikası yapan çevreler, burjuvazinin değişen politikalarını kendi anlayışlarına göre yorumluyorlar. Ama veya peki, şu “sol”a, Lenin’in bir deyimiyle “dar kafalı” o küçük burjuvaziye ne oluyor? Erdoğan eksen kaydıramazmış. Niye kaydıramazmış? Batı'ya bağımlıymış. Bu küçük burjuvalar, Türkiye Batı'dan kopamazın teorisini yapıyorlar. Bunların kafalarında kurguladıkları düşünce dünyasına göre Türk burjuvazisi Batı emperyalizmine bağımlıdır ve bu bağımlılık değişmez. Ama bunlar Türk burjuvazisinin Batı'dan, müttefiklerinden kopma diye bir derdinin olmadığını, sadece ve sadece bağımlılık ilişkilerini yeniden düzenlemek diye bir derdinin olduğunu anlamıyorlar. Ancak, dünya çapında güçler dengesinin hızlı değişimi, jeopolitik değişimlere de neden olacaktır. Bu bakımdan bugün Batı'dan kopuyorum diyen Erdoğan, zamanı gelince Avrasya'ya yöneliyorum da diyebilir.

Küçük burjuva değerlendirmenin başka bir türü de var. Bu değerlendirme oldukça basit: Türkiye, mutlaka emperyalizme bağımlıdır; Batı emperyalizminden koparsa, başka bir emperyalizme bağımlı olacaktır; Türkiye bir biçimde bu emperyalizme bağımlı değilse, mutlaka öbür emperyalizme bağımlı olmalıdır!

Tekelci sermayenin çıkarlarının dile getirilmesi ”eksen kayması“ oluyor. Uluslararasılaşmış sermayenin öyle eksen kaymasıyla falan bir ilişkisi yoktur. Olsaydı Çin'e yatırım yapan emperyalist ülkeler ve tekelleri bayağı eksen kaymasına uğramış olurlardı. ”Eksen kayması“ ile ifade edilen Türk tekelci sermayesinin dünya pazarlarına açılımıdır; pazarlarını çoğaltması ve çeşitlendirmesidir.

Eksen kayması“, kabına sığmayan, iç pazarla yetinemeyen, kaçınılmaz olarak dış pazara yönelmek zorunda olan Türk tekelci sermayesinin faaliyet alanını genişletmesidir. Bu, sermaye hareketinin bir zorunluluğudur, olmazsa olmaz yasasıdır; büyüyen sermaye iştahı, saldırganlığı artan sermayedir, yayılmak zorundadır.

Sermaye İhracı

Türkiye'de 1980'li ve 1990'lı yıllarda önemli bir sermaye birikimi yoktu, hiç yoktu değil, önemli boyutlarda yoktu. Ama bu yüzyılın başından itibaren geçen 16 yıl içinde küçümsenemeyecek boyutlarda bir sermaye birikimi sağlanmıştır. Bir taraftan dünyanın şu veya bu ülkesinde, bölgesinde iktisadi faaliyette bulunacaksın, diğer taraftan da kayda değer bir sermaye birikimin, dünya pazarlarına açılmışlığın olmayacak! Bu, sermaye hareketinin diyalektiğine aykırıdır.

Birtakım “sol”lar bunu anlar mı? Anlamaz. Burada sermayenin diyalektiğine aykırı olan onların diyalektiğine; düşünce tarzına asla aykırı değildir!

Türkiye'nin yurt dışındaki toplam varlık (doğrudan yatırımları, ticaret ve banka alanındaki krediler, borç senetleri, hisse senetleri, para piyasalarındaki işlemler, her türden banka mevduatları ve yatırımları ve rezerv konumundaki varlıkları) miktarı 2000'de yaklaşık 53.2 milyar dolardan 2021'in Ocak ayı itibariyle 246,3 milyar dolara çıkarak 4,6 misli artmıştır. Önemsiz de olsa toplam varlıkların artışı, toplam yükümlülüklerin artışından daha hızlı olmuştur. Örneğin 2006-2021 (Ocak) arasında toplam varlıklar yüzde 111,6 oranında artarken toplam yükümlülükler yüzde 108,9 oranında artmıştır.

2006’dan 2021’e (Ocak ayı) toplam varlıkların toplam yükümlülüğe oranı yüzde 38 olarak kalmıştır.

Türk ekonomisi, toplam sermaye ihracı bakımından 2000-2020 döneminde daha öncesiyle karşılaştırılamayacak derecede büyümüştür.

Yurt dışına sermaye ihracı 2000'den sonra sıçramalı bir gelişme göstermiştir. 2000 yılında uluslararası pazarlarda faal olan Türk sermayeli işletme sayısı 1154 iken 2017 itibariyle 4000 civarındadır.

Türk sermayeli şirketlerin uluslararası pazarlara açılmakta kat ettiği yol, bu sermayenin Misak-ı Milli sınırları içinde kalmaya artık hiç de niyetli olmadığını çok açık bir biçimde göstermektedir. Bu şirketleri sadece yabancı sermaye ağırlıklı Türk şirketleri olarak görmekte de yanlıştır. Doğru, önceleri yabancı sermaye ağırlıklı Türk şirketleri söz konusu iken şimdi uluslararası pazarlarda Türk sermayesi ağırlıklı şirketler yayılmaktadır.

AKP, büyüyen bu sermayenin ihtiyaçlarına en iyi cevap veren partidir, onun esas politikası budur. Türkiye'de dış politik açılımların veya genel olarak dış politikanın AKP döneminde daha ziyade sürekli gündemde olmasının, ”sıfır sorun“ adı altında sağa sola yapılan saldırganlık veya ABD ve AB'ye ”diklenmek“ emperyalist Türkiye'nin çıkarlarını ifade etmektir. Saldırganlığı, parti olarak AKP ve Erdoğan üslubu, ‘içeride sıkıştı, gündem değiştiriyor’ diye açıklamak saflık olur. Sorun ne üsluptur ne de içeride sıkıştığı için gündem değiştirmektir. Sorun, büyüyen sermayenin iştahından kaynaklanan saldırganlık.

Burjuvazinin bütün çabası meta ve sermaye ihracat kapasitesini arttırmak için yeni pazarlar bulmaktır. Bu nedenle burjuvazinin Ortadoğu, Afrika, Balkan ülkeleriyle ticari ilişkilerini sıçramalı geliştirmesi anlaşılır. Meta ve sermaye ihracında değer ağırlığı hala AB'dir. Ama meta ve sermaye ihraç alanları oldukça çeşitlenmiştir. Dün, daha doğrusu 2000 öncesi böyle bir ihracat alanı çeşitlendirmesi yoktu. Önceleri (ve hala da) ekonomik ”eksen“ Avrupa, siyasi ve askeri ”eksen“ de ABD idi. Şimdi bu durum değişme sürecine girmiştir; Türk burjuvazisi, hal ve hareketiyle ekonomik ve siyasi ”eksen“ bütün dünya olmalıdır diyor.

Türkiye'de kapitalizmin 1980'lerden sonra sıçramalı büyümesi sonucunda ne olmuştur? Türk ekonomisi dünyanın ve Avrupa'nın büyük ekonomilerinden birisi olmuştur. Ekonomik güç bakımından sınır komşularıyla karşılaştırırsak: Ekonomik güç bakımından Türkiye'ye en yakın olan İran'ın GSYİH''sı 1990'da Türkiye'nin GSYİH'sının yüzde 67'sine, 2015'te de yüzde 55'ine tekabül etmekteydi. Sadece komşu ülkelerle değil, Rusya hariç bölge ülkeleriyle (Ortadoğu, Balkanlar, Orta Asya, Kafkasya, Afrika) karşılaştırıldığında birinci ekonomi konumundadır.

Sonuç itibariyle: Burjuvazinin ne oranda yayılmacı olduğu veya dış politikasının, uluslararası ilişkilerinin yayılmacılıktan ayrı düşünülemeyeceği ve tekelci sermayenin dış pazarlarda mevcut yayılmışlık durumu, Türkiye'nin emperyalistleşmesinde katettiği mesafeyi göstermektedir. Meta ve sermaye ihracının kapsamı ve ülke ve bölgelere/kıtalara göre dağılımı bu yazı çerçevesinde ayrıntı olacaktır. Ama burada şu kadarını söyleyelim: Türk tekelci sermayesinin Balkanlar, Ortadoğu, Orta Asya ve Afrika'da yayılmışlık durumunu küçümseyen fena halde yanılmış olur. Şüphesiz, hacmi kendi çapındadır, ama önemlidir.

Askeri-Sanayi Kompleksi ve Türkiye Gerçeği

Askeri-sanayi kompleksinden anlaşılması gereken nedir? Bu kavramı şöyle tanımlayabiliriz: Silah sermayesinin çıkarlarının ve gücünün, ordunun ve bürokrasinin çıkarları ve gücüyle kaynaşarak sağlam bir iktidar kompleksi oluşturmak. Askeri-sanayi kompleksi, emperyalist politikanın olmazsa olmazlarındandır. Böyle bir güç veya yapılanma Türkiye'de de gelişmiştir.

Kuruluş yıllarındaki çabanın ötesinde özellikle Kıbrıs'ın işgalinden bu yana Türkiye'de yerli silah sanayi geliştirilmiştir. Dış düşman algılaması ve neredeyse 40 senedir devam eden kirli savaş, bir taraftan TSK'ya milyarlarca dolarla ifade edilen sermaye akışını sağlarken, diğer taraftan da özel sektörün bu alanda giderek yoğunlaşan faaliyetine yol açmıştır.

Belirttiğimiz nedenden dolayı yerli silah sanayi de sıçramalı bir gelişme göstermiştir. TSK ihtiyaçlarının yurt içinde karşılanma oranı 2003'te yüzde 25'ten 2010'da yüzde 52,1'e, 2015'te yüzde 60'lara ve bugünlerde de yüzde 70’lere yükselmiştir.

TSK ihtiyaçlarının yerli üretimle karşılanma oranının 17 sene içinde yüzde 25'ten yüzde 70'lere çıkması Türkiye'de silah sanayinin; askeri-sanayi kompleksinin ne denli hızlı gelişmiş olduğunu gösterir.

Bu değişim kaçınılmaz olarak silah ithalatı ve ihracatı dengesinde de değişime neden olmuştur. Bir zamanlar neredeyse sadece silah ithalatıyla var olabilen Türkiye, özellikle son yıllardaki yerli silah üretim kapasitesini olağanüstü geliştirmesiyle aynı zamanda silah ihraç eden ülkeler listesinde yerini almıştır. Bugün birçok silah ve mühimmat Türk silah fabrikaları tarafından üretilmektedir. Bu modern teknolojiyle üretilen silahlar hem Kürt Özgürlük Hareketine karşı (Güney Kürdistan ve Rojava) hem de Suriye işgali sürecinde IŞİD'e karşı, Libya müdahalesinde ve Azerbaycan-Ermenistan savaşında denenmiştir ve kullanılmaktadır.

Askeri-sanayi kompleksi geliştirmek, her ülkenin üstesinden gelebileceği bir iş değildir. Bunu yapabilmek için o ülke burjuvazisinin belli bir gelişmişliği ve jeopolitik hedefleri olmalıdır. Bunun yanı sıra ülkenin coğrafi konum da askeri-sanayi kompleksinin oluşturulmasında önemli bir rol oynar. Türk burjuvazisi, jeopolitik hedeflerinin yanı sıra bu stratejik konumundan dolayı “belalı” coğrafyada var olabilmenin yerli silah sanayinin geliştirilmesinden geçtiğini görmektedir.

Mevcut gelişmişlik haliyle askeri-sanayi kompleksi küçümsenmemelidir. Zaten ordu olarak TSK, dünyanın en güçlü 10. ordusu konumundadır. Ama her konuda olduğu gibi askeri gücü bakımından da TSK “sol” tarafından küçümsenmektedir. Örneğin uçak yapamıyor, tank yapamıyor, yapsa da motoru dışarıdan geliyor, lisans üzerine üretiyor vb. türünden söylemler TSK'nın gücünü ve silah sanayinin gelişmişlik durumunu anlamamanın açık ifadeleridir.

Askeri-sanayi kompleksinin gelişmişlik durumu bakımından sınıf düşmanını küçümsemek emperyalizmi her şeye muktedir görme anlayışının bir yansımasıdır. Günümüzün modern teknolojisinde esas olan yazılımdır. Belli ülkeler belli tekonolojileri geliştirmiş olabilirler. Geliştiremeyenler, ama o teknolojiye sahip olmak isteyenler o teknolojiyi çalıyorlar ve rakibinin yaptığı silah sisteminin aynısını üretiyorlar. Bu konuda Çin bayağı profesyoneldir. Türkiye ne kadar çalmıştır orasını bilemem. Ancak, şimdiki haliyle ürettiği bütün silahları istediği gibi kullanmaktadır. Böyle olmasaydı ABD veya Batılı ülkeler Türkiye’nin Güney Kürdistan’da, Rojova’da, Libya’da, Doğu Akdeniz’de, Güney Kafkasya’da askeri faaliyetlerinde silahlarının kullanılmasına izin verirler miydi? Bu alanlarda Türkiye, ABD ve AB ile aynı yerde durmuyorlar.

Türkiye'de askeri-sanayi kompleksi, kendi gelişim sürecinde nicel ve nitel olarak kat ettiği mesafe ile ölçülürse bir anlam kazanır. Küçümsenmemesi gereken de bu mesafedir.

Yayılmacılığın Bazı Kurumları

Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı Başkanlığı (TİKA), Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu (DEİK), Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı (AFAD), Yunus Emre Enstitüsü, Diyanet İşleri Başkanlığı, başkaca BM çerçevesinde ve aynı zamanda bağımsız olarak yapılan maddi yardımlar Türk burjuvazisinin yayılmacılık kurumları ve faaliyetidir. Bu kurumların Türkiye ve Türk sermayesi için uluslararası alanda oynadığı rolü anlamayan, bir zamanlar dış güçlerin Osmanlı Devletindeki misyonerlik faaliyetini de anlamaz.

Söz konusu bu kurumların ve bu kurumlarla işbirliği içinde Dışişleri Bakanlığının politikaları açıktan emperyalist politikalardır.

Türk devleti bütün emperyalist devletlerin yaptığı gibi hareket ediyor ve nüfuz alanını genişletmek için birtakım kurumları kullanıyor ve kendisiyle bütünleştirilebilecek adımlar atıyor. Örneğin hemen her gidilen ülkede cami inşa etmek istiyor. Bu isteği dini saiklerle açıklanabilir ve ötesinde bu isteği küçümseyebiliriz. Ama durum hiç de öyle değil; gelişmiş kapitalist ülkelerin ve emperyalist ülkelerin Osmanlı topraklarındaki misyonerlik faaliyeti ile Türk burjuvazisinin cami yapma faaliyeti arasında bir fark yoktur.

Gelişmiş kapitalist ülkelerin, emperyalist ülkelerin Osmanlı topraklarındaki misyonerlik faaliyetinde bir art niyet aramıyorsanız Türk devletinin bu türden faaliyetlerinde de bir art niyet yoktur diyebilirsiniz. Ama durum ne Osmanlı topraklarında misyonerlik yapanların ne de Türk devletinin yardımseverliğiyle açıklanabilir. Bu faaliyetler üzerinden söz konusu ülkelerin yöneticileri ve halkları ile belli bir yakınlaşma sağlamayı amaçlıyor Türk burjuvazisi; bu faaliyetleri kendi emperyal amaçlarını hayata geçirmek için kullanıyor.

Türk burjuvazisi nüfuz alanı haline getirmeyi amaçladığı ülkelerde ve bölgelerde olumlu bir imaj oluşturmak için kültürel alanda da planlanmış ve kesintisiz devam eden etkileme faaliyetleri örgütlemektedir. Bu faaliyetler sadece cami inşasıyla sınırlı değildir; ekonomik yardımları oldukça yaygındır. Taktik, klasik emperyalist ülkelerin kullandıkları taktiğin aynısıdır; kültürel etkileşimi sağlamak, ekonomik destekler sunmak; sonuçta hedef ülkelerde ve bölgelerde sermayenin kolay hareket etmesini, ticari ilişkilerin kurulmasını ve kapsamlaştırılmasını mümkün kılmaktadır. Örneğin, karşılıksız kalan, Amerikan sermayesinin önünü açmayan bir Amerikan yardımı var mı? Olmadığını ben bilmiyorum. Türk burjuvazisinin yardımları da karşılıksız kalmayacaktır, kalmıyor da.

Türk burjuvazisi bu türden faaliyetlerini çeşitlendirerek ve yoğunlaştırarak adeta bir saldırı biçiminde; başka emperyalist ülkelerle yarışırcasına uygulamaktadır: Sinema, edebiyat, sanat, eğitim, spor alanlarında Türkiye'nin hedef ülkelerde sürdürdüğü faaliyetler, ekonomik alanda sunulan destekler (proje destekleri), hedef ülkeler için yapılan “bonkörce” harcamalar, şu veya bu konuda gerçekleştirilen yardım örgütlemeleri ve bütün bu faaliyetlerin sürekli ve her vesileyle bütün dünyaya tanıtılması karşılıksız değildir.

Türk burjuvazisinin imkanları bununla da sınırlı değildir. Örneğin TİKA. Başlangıçta Türk Cumhuriyetlerinde kültürel, eğitim, sosyal, teknik ve ekonomik-ticari alanlarda faaliyet gösteren TİKA şimdi dünya çapında 100’den fazla ülkede Türk sermayesinin çıkarları için faaliyet göstermektedir. Bu kuruluşun faaliyetleri zamanla Orta Asya, Kafkasya ve Balkan ülkelerinden sonra Ortadoğu, Kuzey Afrika ve diğer Afrika ülkelerine doğru yayılmıştır.

Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı sitesinde bu türden yardımlarla ilgili devlet politikası açıklanmaktadır.

Yunus Emre Enstitüsü 30’dan fazla ülkede 40’a yakın Türk Kültür Merkezi ile faaliyet göstermektedir. Bu kurumun yurt dışında Türk kültür ve dilini yaymak için gerçekleştirdiği projeler de Türkiye'nin emperyal (kültür) politikalarının önemli bir parçasıdır. Türk kültürünün, dilinin ve sanatının tanıtılması için üniversitelerle anlaşmalar yapılıyor ve bu çerçevede oralara akademisyenler gönderiliyor. Bunun karşılığı olarak da anlaşma yapılan üniversitelerden Türkiye’deki üniversitelere akademisyenler geliyor. Bu türden faaliyetler Türkoloji projesi kapsamında sürdürülmektedir.

Erasmus öğrenci değişim programı da kültürel etkileşim faaliyetleri çerçevesinde ele alınmalıdır.

Türkiye'de sinema endüstrisi sinema sanatı bakımından ne kadar değerli ve önemlidir bilemem, ama yadsınamayacak gerçek şudur: Türk sinemasında olağanüstü gelişen “dizi kültürü”ne AKP hükümeti –her ne kadar dini, ahlaki bakımdan bu dizilerden hoşlanmasa da- etkisini bildiği ve o etkiyi elde etmek ve kullanmak için göz yummaktadır. Türk dizilerinin, Türk burjuvazisinin kültür emperyalizmini yaygınlaştırmasında ne denli önemli ve aynı zamanda da bir sermaye kaynağı olduğunu anlatmaya gerek yok. Nasıl ki, Amerikan sineması, Amerikan emperyalizmi ve sermayesi için önemliyse, Türk dizileri de Türk emperyalist kültürünün yaygınlaştırılması ve sermayesi için kendi çapında önemlidir. Bu çapı küçümsememek gerekir: Türk dizilerinin popülerliği Balkanlar'la, Ortadoğu'yla, Yakındoğu'yla sınırlı kalmamıştır. Bu dizilerin “yan etkileri” de Türk sermayesi için önemli olmuştur; örneğin Türkiye'ye gelen turist sayısının artmasında, Türk sermayesi için turizmden ticarete yeni olanakların doğmasında küçümsenmemesi gereken bir faktördür. Bu diziler Türkiye'nin imajını hep olumlamıştır. Bu diziler üzerinden de kazanan Türk sermayesi olmuştur.

Gülen Cemaati'nin yurt dışındaki eğitim faaliyeti de kültür emperyalizminin gelişmesinde önemli katkılar sunmuştur. Bu okullar, Türkçenin yaygınlaşmasında ve Türkiye'ye sempatiyle bakan insanların yetiştirilmesinde önemli rol oynamışlardır. Bu okullarda yetişenler, kendi ülkelerinde sahip oldukları konumlarla (siyasi, askeri, kültürel, bürokrasi) Türkiye ve Türk sermayesi için olanakların sağlanmasında yönlendirici veya kolaylaştırıcı unsurlar olmuşlardır. Türkiye'de açılan Alman Lisesi, Robert Kolej, Saint Joseph gibi okullar Almanya, Fransa ve ABD için ne kadar önemliyse bu cemaatin açtığı okullarda Türkiye için o kadar önemliydi.

15 Temmuz darbe girişiminden sonra AKP hükümetiyle Gülen Hareketi'nin arasının açılması, “din düşmanı” olmaları bu gerçekliği değiştirmez. Gülen Hareketi'nin elindeki okulları devralmak ve devam ettirmek için şimdilerde "Yurtiçindeki ve yurtdışındaki vatandaşlara, soydaş ve akraba topluluklara öğrenimleri sırasında maddi, manevi destek vermek, eğitim ve öğretimlerine katkı sağlamak, yüksek ahlaki ve milli değerlere saygılı gençlerin yetişmesine yardımcı olmak" adına “Maarif Vafkı” kurdu bu hükümet.

Bu çalışmalara “Diyanet İşleri Başkanlığı”nın yurt dışındaki misyonerlik faaliyetlerini de eklemek gerekir.

Dünya Çapında Değişen Güç Dengeleri ve Türkiye

Yurt dışına açılan sermaye, çapı ne olursa olsun dünya pazarlarında pay talep eden ve bunun için de rekabet eden sermaye demektir. Karakteri böyle olan bir sermaye, Türkiye'yi kaçınılmaz olarak saldırganlaştırmaktadır. Bu bakımdan Türkiye, yeni bir paylaşım savaşının müstakbel aktörlerinden birisidir. Tabii bundan yeni bir paylaşım savaşının baş aktörü sonucunu çıkartmak oldukça öznel, oldukça yanlış olur; Türkiye yeni bir paylaşım savaşında yer almak bakımından müstakbel bir aktördür; birileriyle birlikte birilerine karşı paylaşımda pay kapmak için savaşa hazır olan bir aktördür.

Yeni bir paylaşım savaşının müstakbel aktörü olmasıyla Türkiye'nin dünya hegemonyası merkezli bir jeopolitik anlayışının ve bunu uygulama yeteneğinin olduğunu söylemiyorum. Bu anlamda Türkiye ne ABD ile ne Rusya ve ne de Çin ile boy ölçüşebilir, ama Balkanlarda, Ortadoğu/Doğu Akdeniz ve Hazar Havzası/Kafkasya üçgeninde gözü olan bu ve başka emperyalist ülkeler, Türkiye'nin de bu bölgelerde gözü olduğunun ve aynı zamanda mutlaka hesaba katılması gereken bir güç olduğunun bilincindeler.

II. Dünya Savaşı sonrasında kurulan dünya düzeni, revizyonist blokun çökmesiyle dağıldı. İki kutuplu dünyanın yerini çok rekabet merkezli dünya aldı. Bu çok rekabet merkezli durum devam etmektedir. Emperyalist ülkeler arasında kalıcı olan yeni bir ittifaklaşma henüz yok. Bu ittifaklaşmada Türkiye gibi birçok ülkenin de söz sahibi olacağı açıktır.

ABD, Japonya, Almanya, Fransa, İtalya, İngiltere gibi emperyalist ülkelerde kapitalist ekonominin dinamikliği kalmamıştır. ABD ve Almanya'yı biraz ayrı tutarsak bu ülkelerde büyüme oranları oldukça düşüktür. G-7'lerin yerini alabilecek yeni ülkeler ortaya çıkmıştır. Bu, kapitalizmde eşitsiz gelişme yasasının bütün şiddetiyle işlediğini gösterir. Yaşlı emperyalist ülkeler, zamanın ve güç dengesinin değiştiğini pekala görmekteler. G-7'lerin yerini (veya G-8) 19 ülke ve AB'den oluşan G-20'lerin alması, yaşlanmış emperyalist ülkelerin bir lütfu değildir; arkadan gelerek hızla gelişen ülkelerin, gelişiyor olduklarını dayatmalarıdır.

Şimdilerde ise G-20, BRICS, E-7, MIST gibi ülke gruplaşmalarını ifade eden kavramlar ön planda. Açık ki, bu kategorilerde yer alan ülkeler hesaba katılmadan dünya ülkelerinin katıldığı uluslararası veya bölgesel toplantılar artık pek anlamlı değildir.

Yeni güçler bölgesel ve uluslararası alanda sahne alıyorlar. Bu gerçeği görmek gerekir. Bu güçler mevcut dünya statükosunu değişim için zorluyorlar. Revizyonist blokun dağılmasından sonra ABD, AB ve Japonya'dan oluşan çok merkezli rekabetin seyri daha da karmaşıklaşıyor; rekabet merkezlerinin sayısı artıyor; ABD'nin, AB'nin, Japonya'nın yanı sıra Çin, Rusya, Hindistan, G. Kore, Türkiye, Brezilya vb. ülkeler bölgesel ve uluslararası rekabette söz sahibi oluyorlar.

Güçler Dengesi ve Bazı “Yükselen” Ülkelerin Değişen Konumu

Türkiye'de tekelci burjuvazi tarihsel, coğrafi ve ekonomik gücünün beraberinde getirdiği olanak ve avantajları kullanarak uluslararası planda değişen güçler dengesi içinde hızlı yükselen güçlerden birisi oldu. Türk tekelci burjuvazisi, dünyanın dört bir yanında yatırım ve pazar alanı bulmak için cirit atmaktadır. Sıklaşan ve yaygınlaşan diplomasi trafiği, artan meta ve sermaye ihracı bunun açık bir ifadesidir.

Her gelişen, yükselen güç, önce en yakın çevresine ilgi duyar. Tarihte bunun örnekleri çoktur. Örneğin Amerikan kapitalizmi Monroe doktrini ile ”Amerika Amerikanlılarındır” anlayışından hareket ederek bütün Amerikan kıtasını kendi arka bahçesi ilan etmiştir. AB, öncelikle merkez Avrupa ülkelerini üye yaparak bütün kıta üzerinde hakimiyetini kurmuştur. Keza Rusya BDT ile eski SB ülkeleri üzerinde hakimiyet kurmaya çalışmaktadır. Türkiye de Balkanlar-Ortadoğu-Kafkasya/Hazar Havzası üçgenindeki ülkelere ilgi göstermekte, bu bölgeleri tarihsel olarak da “arka bahçesi” olarak görmektedir. Tekelci sermayenin stratejisi bölgesel güç olarak gelişmek ve buna dayanarak dünya pazarlarında pay kapmaya çalışmaktır.

Arjantin, Brezilya, Hindistan, Endonezya, Güney Kore, Türkiye vb. ülkeler, emperyalist çağda dünya ekonomisi denen o zincirin hangi halkalarını oluştururlar diye sorarsanız herhalde çoğunluğu “emperyalizme bağımlı, yeni sömürge veya yarı sömürge” ülkeler cevabını alırsınız. Şüphesiz, bu tanımlamanın doğru olduğu dönemler vardı. O dönemler artık geride kaldı. Son yıllarda, özellikle de revizyonist blokun yıkılmasından ve küreselleşme dalgasının göklere çıkartılmasından bu yana bir kenara itilen emperyalizm kavramının yerini sanallaştırılan, kökeninden kopartılan, ne olduğu belli olmayan, ama her halükarda uluslar ötesi; ulus-devlet ötesi; ulus-devletten bağımsızlaşmış bir sermaye aldı. Emperyalist küreselleşme sürecinde söz konusu bu ülkelerin uluslararası güç dengelerindeki yeri hep geçiştirildi. Her şey, her gelişme, ulusal kökeninden, menşeinden tamamen kopmuş (!), tamamen uluslararasılaşmış (!); yeri yurdu olmayan (!), ama her tarafta var ve hakim olan uluslararası tekelci sermayeye tabi kılındı. Dolayısıyla bu ülkeler de bu sermayeye tabi kılındı. Ama bizzat yaşamın kendisi, örneğin 2008-2010 dünya fazla üretim krizi, bu anlayışın yanlışlığını gösterdi. Nasıl ki, A. Negri'nin ”İmparatorluk“ teorisi birkaç yıl içinde güneş altında kalmış kar gibi eriyip yok olduysa, ulusal kökeninden, menşeinden kopuk bir sermayenin de olamayacağını bu dünya krizi döneminde gördük. Dolayısıyla bu anlayış da güneş altında kalmış kar gibi eridi. Negri, ”İmparatorluk“ anlayışıyla her şeyi sanal imparatorluğa bağlamıştı. Diğer anlayış ise neyi nereye bağlayacağını pek beceremeden bu krizin ortaya çıkardığı ülkeler arası, sermayeler arası rekabetin tozu-dumanı içinde yolunu şaşırdı. Ne yapacağını bilemiyor. Küreselleşmeyi nihai noktasına götürdü ve kapitalist sistemin kendiliğinden çökeceğini ilan etti. Ama kriz, küreselleşmenin kâr oranı hareketine bağımlı bir gelişme olduğunu gösterdi. Ortaya bildiğimiz klasik emperyalist/kapitalist ilişkiler ve çelişkiler çıktı: Gördük ki, tamamlanmış, nihai sınırına dayanmış bir küreselleşme yok, dünya pazarlarında rekabet eden sadece birkaç emperyalist ülke yok; yeni ülkeler de aynı pazarlarda pay kapmak için eski emperyalist ülkelerle dişe diş rekabet ediyorlar. Bir kısım ülke giderek gerilerken, bir kısım ülke giderek yükseliyor. Öyle ki, eski emperyalist ülkelerden oluşan çok rekabet merkezli dünya, yeni rekabet merkezleriyle yeni bir güçler dengesi sürecine girmiştir. Bu gelişme, küreselleşmeyi nihai sınırına götürenlerin yüzüne çarptı.

Kapitalizmde eşitsiz gelişme yasasını hesaba katmayan bir değerlendirme ancak yanlış sonuçlara götürebilirdi. Öyle de oldu.

Sermaye ve üretimin uluslararasılaşması koşullarında sadece Türkiye değil, diğer bütün ülkelerin geçirmiş olduğu yapısal değişim değerlendirmelerde hesaba katılmalıydı. Söz konusu bu ülkelerin hepsi değişik dönemlerde bir biçimde emperyalizme bağımlı ülkelerdi. Bu bağımlılık içinde yapısal değişimi içeren gelişme sergilediler; sıçramalı bir gelişme gösterdiler. Söz konusu bu ülkeler, farklı dönemlerde iç çatışmalardan geçerek (Örneğin askeri yönetimler, darbeler) kabuk değiştirebilmişlerdir.

Neydi o ”müthiş“ anlayış! Emperyalizme bir defa bağımlı mısın, o zaman ebediyen bağımlısın veya emperyalizm gelişmenin önünde engeldir. Ama bizzat emperyalizm, gelişmenin önünde engel olmadığını ama bağımsız gelişmenin önünde kesinlikle engel olduğunu göstermedi mi? Böyle bir anlayışın Marksist yöntemle, Leninist emperyalizm analiziyle, hele hele Marks'ın Kapital'de sermaye hareketini ele alışıyla ne türden bir ilişkisi olabilirdi/olabilir? Neyse. Söz konusu bu ülkeler süreç içinde yapısal değişimden geçerek, emperyalizme bağımlılık ilişkilerinden çıkarak gelişmişlik ve dolayısıyla güç seviyesi farklı olan ülkeler arasındaki karşılıklı bağımlılık ilişkileri sürecine girmişlerdir.

Ne diyordu Stalin? “Savaş döneminde ve savaştan sonra (I. Dünya Savaşı’nı kastediyor. İ.O.) sömürge ve bağımlı ülkelerde kendilerine ait genç bir kapitalizm doğmuş ve büyümüştür. Bu kapitalizm, pazarlarda eski kapitalist ülkelerle başarılı bir şekilde rekabet ediyor ve böylece pazar alanları uğruna mücadeleyi keskinleştiriyor ve karmaşıklaştırıyor.”

Stalin kapitalizmde eşitsiz gelişme yasasının sonuçlarından bahsediyor. Söz konusu bu ülkelerdeki yapısal değişim ve eski emperyalist ülkelerle dünya pazarlarında giriştikleri rekabet de bu yasanın işlerliğinin doğrudan bir sonucudur. Demek ki, önceleri feodal, yarı feodal, az gelişmiş kapitalist ülkeler süreç içinde gelişebilirler, emperyalizme bağımlılık, yarı sömürge ilişkilerinden çıkarak pekala emperyalistleşebilirler. Jeopolitika geliştirme yeteneğine sahip olan veya potansiyel olarak sahip olan ve başkaca olanakları olan ülkeler sıçramalı gelişebilirler. E-7, MIST ülkeleri, her biri farklı boyutlarda da olsa bu özelliklere sahiptir.

Geçen yüzyılın '70'li yıllarında emperyalist ülkelerin üniversite çevrelerinde ”alt-emperyalizm“, ”üst-emperyalizm“ (bunu da ben eklemiş olayım) tartışmaları oldukça yaygındı. Hocaların da katıldığı “fikir jimnastiği” bolca yapılırdı. Bu tartışmalar Latin Amerika'da ‘’dependency theory’’ (bağımlılık teorisi) olarak devam etti. Bu tartışmalarla o zaman söz konusu olan ülkelerdeki (Örneğin Brezilya) ekonomik gelişme arasında ne türden bir bağ vardı, orası ayrı bir konu. Ama her halükarda bir kısım ülke geliştikçe, emperyalizme bağımlılık ilişkisi de başka biçimler almaya başladı. Bağımlılık ilişkileri, gelişen, güçlenen veya “yükselen” ülkeler lehine gevşedi. Bağımlılık ilişkilerinin gevşemesi, gelişen ülkelerin kendi çıkarlarını ön plana çıkartarak hareket ettikleri anlamına gelir. Bir zamanlar bölgesinde sadece bağımlı olduğu ülkenin çıkarlarının jandarması rolünü üstlenmiş ve bu rolü yerine getirdiği oranda nemalanmış yarı sömürge, yeni sömürge, emperyalizme bağımlı gelişen ülkeler, artık bu rolle yetinmiyorlar. Yetinmenin ötesinde kendi çıkarları göz önünde tutulmuyorsa bu rolü oynamıyorlar. Açık ki, emperyalist ülkeler, söz konusu böylesi ülkelerdeki yapısal değişimi görüyorlar ve ona göre hareket etmek zorunda kalıyorlar. Buna karşın bölgesel güç olan, yükselen ülkeler, yayılmacı planlarını gerçekleştirmek için emperyalist ülkelerle ortaklık içinde hareket ediyorlar.

Türkiye'nin Batı'lı müttefikleriyle sıkıntısı; gerginlikten çelişki boyutlarına varmış ilişkileri bu çerçevede görülmelidir; Türk burjuvazisi, müttefiklerine artık 'hep bana' dönemi kapandı, şimdi 'biraz da bana' dönemi başladı diyor.

Bölgesel güç olan bu ülkeler aslında emperyalistleşen veya da emperyalistleşmiş ülkelerdir: çapı ne olursa olsun ekonomik, askeri, mali, siyasi nüfuzu bölgesel olan, ama aynı zamanda bölgesellik sınırlarını zorlayan, aşan ülkelerdir. Bu ülkelerden birisi de Türkiye'dir.

Bu nedenle Türkiye'nin salt stratejik konumunu pazarlaması anlayışı artık geçerli değildir; Türkiye emperyalizmle ilişkilerinde stratejik konumunu da kendi tekelci sermayesinin çıkarlarının hesaba katılması için pazarlıyor; bölgesel çıkarlarda pay talep ediyor. Bu anlamda ”kırıntı“ kavramının da artık bir geçerliliği kalmamıştır. Hangi kırıntı (taşeronluk) için Amerikan emperyalizmi Türkiye'yi Ortadoğu'da, Balkanlarda, Libya’da, Doğu Akdeniz’de, Kafkasya/Hazar Havzası'nda veya Orta Asya'da kendi çıkarlarına koşabilir? TSK, hangi kırıntı karşılığında Somali açıklarında “korsan avcılığı” yapıyor?

Türk burjuvazisi Batı'ya bağımlılığın yeniden tanımlanmasını talep etmektedir. Bu, Batı ile siyasi, ekonomik, askeri ilişkilerin yeniden düzenlenmesi talebidir.

21. yüzyılla birlikte dünya ekonomisinde bir grup ülkenin ”gelişen“ ülkelerden koptuğu ve sıçramalı gelişmesinin sonucunda farklı bir konuma geldiği görüldü. Önceleri ”yükselen“ tek tek ülkelerden -örneğin Çin, Hindistan, Brezilya- bahsedilirken, sonraları BRIC ülkelerinden (Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin) bahsedilmeye başlandı. (Bu ülkelere son olarak Güney Afrika da dahil edildi ve kısaltma BRICS oldu). Bu da olmadı ve G-7 kavramından esinlenerek E-7 kavramı üretildi. Böylece BRICS ülkelerine Türkiye, Endonezya ve Meksika da eklendi. E-7, “yükselen“ bu 7 ülkeyi ifade ediyor. Şimdi bu türden ülke sınıflandırmasına bir de MIST (Meksika, Endonezya, Güney Kore, Türkiye) eklendi.

Türkiye çıkışlı (yerli) tekelci sermaye uluslararasılaşmıştır; Ortadoğu'da, Afrika'da, bütün Amerika kıtasında, bütün Asya kıtasında, kısaca bütün kıtalarda faaliyet sürdürüyor, kâr, daha fazla kâr peşinde koşuyor. Öyle ki, uluslararasılaşmış önemli şirketleri satın alıyor; satın alınarak değil, satın alarak uluslararasılaşıyor. Bu derme çatma bir kapitalizmin; ulusal sınırlar içinde kalmış bir sermayenin değil, uluslararasılaşmış, emperyalistleşen bir sermayenin, bir kapitalizmin işi olabilir.

Sadece Türkiye değil, diğer E-7, MIST ülkeleri de aynı gelişme içindeler.

2008-2010 dünya ekonomik krizinin ideolojik sisinde yolunu şaşıranlar, kapitalizmin kendiliğinden çökeceği teorisine sarıldılar; dünya işçi sınıfına ve emekçi yığınlarına umutsuzluk yaydılar. Yolunu şaşıran bunlar, 21. yüzyılda kapitalizmin aynı zamanda uluslararası alanda güç dengelerinde değişim olduğunu; yeni güç dengelerinin oluşmaya başladığını, E-7, MIST ülkelerinin de oluşan yeni güç dengelerinde hesaba katılması gerektiğini göremiyorlar, ama uluslararası tekelci sermaye görüyor: Yolunu şaşıran bunlar, bu gelişmeyi, şimdiye kadar geçerli olan güç dengelerinin değişmesini, kapitalizmin kendiliğinden çöküşü olarak algıladılar, algılıyorlar.

Herkesin yapamayacağı “felaket” bir değerlendirme!


Devam edecek


Türk Burjuvazisi Kendi Hikayesini Yazıyor (II)

Alt-Emperyalizm”, “Üst”-Emperyalizm ve Türkiye

Jeopolitika Ve Ulusal Güvenlik


*


1) Açıklama:

Bu ve diğer makaleleri hazırlamak için daha önce yayınlanmış kitap çalışmalarımdan ve konuyla bağlamı olan bazı makalelerimden yararlandım. Ayrıca belirtilmediyse bütün verileri aşağıdaki çalışmalarda bulabilirsiniz:

--İbrahim Okçuoğlu; Türkiye’de Kapitalizmin Gelişmesi – İç Pazarın Oluşma Süreci, Tarihi Yaklaşım, Birinci Kitap, Varyos Yayınları, Ağustos 1996.

--Türkiye’de Kapitalizmin Gelişmesi, İç Pazarın Oluşma Süreci, 1923-1950 Arası, İkinci Kitap, Ceylan Yayınları, Haziran 1999.

-- Türkiye’de Kapitalizmin Gelişmesi, İç Pazarın Oluşma Süreci (1951-1991), Yöntem ve Teori Üzerine Hesaplaşma, Üçüncü Kitap, genişletilmiş 2. baskı, Ceylan Yayınları, Nisan 2001.

-- Türkiye’de Kapitalizmin Gelişmesi, Türkiye Devriminin Diyalektiği, Dördüncü Kitap, Sınırsız Kitap Yayın, Eylül 2018.

--Emperyalist Küreselleşme ve Değişen Güçler Dengesi, Sınırsız Kitap Yayın, Eylül 2018.

--Günümüzde Emperyalizm (Sermaye ve Üretimin Uluslararasılaşma Süreci), Akademi Yayınları, Kasım 2011.

--Emperyalist Küreselleşme ve Jeopolitika, Ceylan Yayınları, Şubat 2009.

--Kapitalizmde Eşitsiz Gelişmenin ve REKABETİN TARİHİ-5, Ceylan Yayınları, Ocak 2006.

--Darbe Karakterli “Renkli Devrim” Girişimi ve Sonrası (I) http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com/2016/09/darbe-karakterli-renkli-devrim-girisimi.html

--Ortadoğu'da “İt Dalaşı” ve Türk Burjuvazisinin Durumu (Darbe Karakterli “Renkli Devrim” Girişimi ve Sonrası – II)

http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com/2016/10/ortadoguda-it-dalasi-ve-turk.html

-- Musul “Seferi” ve Türk Burjuvazisinin Durumu (Darbe Karakterli “Renkli Devrim” Girişimi Ve Sonrası – III)

http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com/2016/11/musul-seferi-ve-turk-burjuvazisinin.html

--Ulusal Güvenlik Politikası ve Türk Burjuvazisinin Durumu (Darbe Karakterli “Renkli Devrim” Girişimi Ve Sonrası – IV)

http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com/2016/12/ulusal-guvenlik-politikasi-ve-turk.html

--Emperyalistleşen Türkiye ve Türk Burjuvazisinin Durumu (Darbe Karakterli “Renkli Devrim” Girişimi Ve Sonrası – V)

http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com/2017/03/emperyalistlesen-turkiye-ve-turk_14.html