deneme

23 Haziran 2021 Çarşamba

TÜRK BURJUVAZİSİ KENDİ HİKAYESİNİ YAZIYOR (II)


TÜRK BURJUVAZİSİ KENDİ HİKAYESİNİ YAZIYOR (II)

ALT-EMPERYALİZM”, “ÜST”-EMPERYALİZM VE TÜRKİYE


JEOPOLİTİKA VE ULUSAL GÜVENLİK


Ulusal Güvenlik ve Jeopolitika

Ulusal güvenlik politikaları günümüzde, daha doğrusu II. Dünya Savaşından bu yana uluslararası güvenlik politikaları olarak geliştirilmektedir. Başlangıçta sistemler arası (kapitalist dünya-sosyalist dünya, sonrasında kapitalist dünya-revizyonist dünya) güvenlik olarak geliştirilen güvenlik politikaları, revizyonist blokun dağılmasından sonra kapitalist dünyada (bütünleşmiş tek dünya) güvenlik politikaları olarak geliştirilmiştir. Burada söz konusu olan, tekil ülkelerin ulusal güvenlik politikalarının yanı sıra AB ve NATO gibi ekonomik ve askeri entegrasyonların geliştirdikleri uluslararası güvenlik politikalarıdır. Örneğin Rusya'nın, Çin'in, Japonya'nın ulusal güvenlik politikalarının yanı sıra AB'nin, ABD'nin de geliştirdikleri ulusal güvenlik politikaları vardır. Ama ABD'nin ve AB'nin ulusal güvenlik politikaları aslında NATO çerçevesinde geliştirilen ve uygulanan güvenlik politikasıdır. NATO örneğinde olduğu gibi ortaklaştırılmış güvenlik politikası olarak sunulan politika, aslında bu kurum içinde belirleyici rol oynayan ülke ve ülkelerin çıkarlarını, oluşan ve oluşturulan tehdide karşı savunmak ve korumak içindir. Örnek; ABD ve AB'nin Almanya ve Fransa gibi emperyalist ülkeleri dışında başka NATO üyesi ülkelerin Ukrayna'da, Rusya ile ilişkilerini germe pahasına bir çıkarı yoktur veya bu ülkeler Ukrayna üzerinde başka güçlerle rekabet edecek durumda değiller. Aynı durum Afganistan, Suriye, Irak için de geçerlidir. (Afganistan ve Irak tipik bir oluşturulan tehdittir). Demek ki, NATO politikası adı altında üye ülkeler, AB'nin, ama özellikle ABD'nin çıkarları için savaşa sürükleniyorlar.

Dünya hegemonyası için jeopolitika üretme yeteneğine sahip olan ülkeler açısından (günümüzde ABD, Rusya ve Çin) ulusal güvenlik aynı zamanda jeopolitik doktrindir.

Her bir ülkenin kendi koşullarından, özgün çıkarlarından kaynaklı olarak tespit ettiği “tehdit”, farklılık gösterdiği için NATO gibi “kolektif” askeri örgütlerde politikaların tespitinde gönüllü ortaklık, görüş ve çıkarların aynılaştırılması pek mümkün değildir. Örneğin, ABD'nin Irak ve Suriye politikaları hiç de Türkiye'nin ulusal çıkarlarıyla uyumluluk içinde değildir; NATO, uluslararası güvenlik için Türkiye'den yararlanıyor, ama Suriye kaynaklı İslami terör saldırılarına karşı Türkiye'yi korumak için hiç de gönüllü hareket etmedi, etmiyor. Alman emperyalizmi, Almanya'nın çıkarlarını Hindikuş'da savunmak için NATO çerçevesinde Afganistan seferine çıkabiliyor, ama her üye ülke kendi çıkarlarını Hindikuş'da savunmak için mi NATO çerçevesinde Afganistan savaşına katıldı?

Bunun anlamı şudur: Bir ülkenin ulusal güvenlik politikası, başka bir ülke için bir tehdit olabilir ve hegemonya için rekabet etme yeteneği olan ülkelerin ulusal güvenlik politikaları da kaçınılmaz olarak başka ülkeler için bir ulusal güvenlik sorunudur; bir ülkenin ulusal güvenlik politikası, başka bir ülke için ulusal tehdit olduğu için, silahlanma kaçınılmaz olur ve sonunda da “ulusal” çıkarlar için savaş gündeme gelebilir.

Açık ki, ulusal ve uluslararası güvenlik sorununda devletler arasında standart bir yaklaşım; çıkarların uyumluluğu, geçici, taktiksel adımlar hariç pek mümkün değildir. Her devletin ulusal güvenliği kendi sermayesinin çıkarlarının korunmasıyla ve genişletilmesiyle ilgilidir, yani rekabet, savunma ve savaş.

Türk Burjuvazisinin Ulusal Güvelik Anlayışı

Sovyetler Birliği ve revizyonist blokun dağılması, iki süper güçlü dünyada düşman ve tehdit algılamasında ve buna uygun güvenlik politikası geliştirmede önemli değişimlere neden olmuştur. NATO'nun varlık nedeni üzerine 1990'lı yıllarda sürdürülen tartışmalar; var olmak için NATO'nun yeni görevlerle donatılması Türkiye'de ulusal güvenlik oluşumunu ancak gecikmeli olarak, 2000'li yılların başından itibaren etkilemeye başlamıştı. Bu değişimi, küresel çapta emperyalist ülkeler, kamplar arasında o zamana kadar maddi zemini olan ittifak anlayışlarının maddi zemininin ortadan kalkmasıyla uluslararası ve ulusal güvenlik anlayışlarındaki değişme ve bunun Türkiye'ye yansıması olarak da tanımlayabiliriz.

Sovyetler Birliği ve revizyonist blokun ve nihayetinde Varşova Paktı'nın dağılması, NATO'nun yeniden şekillendirilmesine maddi zemin oluşturmuştu. NATO'nun klasik güvenlik konseptinin geçersiz olmaya başlaması ve yeni düşman algılaması veya tehdit olarak algıladığı gelişmelerin coğrafyamızda; daha doğrusu Türkiye'yi kuşatan yakın ve orta-uzak coğrafyada (Balkanlar-Kafkasya/Hazar Havzası-Orta Asya-Afganistan-Ortadoğu) gündeme gelmesi, buralara müdahalenin karar mekanizmasında, AB üyesi olmadığı için Türkiye'nin dışlanması kaçınılmaz olarak Türkiye-ABD, Türkiye-NATO ilişkilerini olumsuz etkilemenin yolunu açmıştır. Özellikle Suriye savaşının başlangıcından bu yana Türk burjuvazisi, NATO'ya karşı güvensizliğini, dozajı giderek artan bir biçimde dile getirmeye başlamıştı. 15 Temmuz darbe girişimiyle birlikte bu güvensizlik adı konarak dillendirildi. Bu süreç aynı zamanda Türk burjuvazisinin kendi ulusal güvenlik politikasını ABD ve NATO'dan bağımsız geliştirme sürecidir. Bir biçimde 2000'li yıllara kadar geçerli olan ulusal güvenlik politikasında önemli değişimler olmuştur; savunmacı anlayış yerini saldırgan anlayışa bırakmaya başlamıştır.

Her ülkenin ulusal güvenlik anlayışını etkileyen küresel jeopolitik belirlemelerin yanı sıra özgün faktörler de vardır. Öyle durumlar (ülkenin coğrafi konumu ve maddi zenginliği) olur ki, küresel jeopolitik yönelimler özgün faktörlere baskın olurlar veya özgün faktörler küresel jeopolitik konseptlerde oldukça önemli rol oynayabilirler.

Daha öncesiyle birlikte ele alacak olursak:

1-Osmanlı devleti: Beylik (kuruluşu 1299), kuruluş (1299-1453) ve yükseliş (1453-1687) dönemlerinde yayılmacı, saldırgan bir politika izlemiştir. Dolayısıyla o dönemin koşul ve anlayışına göre “ulusal” güvenlik politikası veya konsepti, saldırganlık ve işgal üzerine kurulmuştur. O dönem bu türden bir politikayı sürdürebilecek çok az sayıda küresel güç vardı. Karlofça Antlaşmasıyla (1699) başlayan gerileme döneminden I. Dünya Savaşında çökmesine, Sevr Antlaşmasıyla (1920) parçalanmasına ve Ulusal Kurtuluş Savaşı sonucunda yok olmasına kadar (1699-1923) süren dönemde savunmacı bir “ulusal” güvenlik politikası izlemiştir.

2- Türkiye, 1923-1945 döneminde -II. Dünya Savaşı döneminde “tarafsızlık” anlayışı giderek bozulsa da- emperyalist ülkelerle sosyalist Sovyetler Birliği arasındaki; daha genel ifade edersek kapitalist dünya ile sosyalist Sovyetler Birliği; oluşmakta olan sosyalist dünya arasındaki çelişkilerden yararlanmaya dayanan bir ulusal güvenlik politikasını takip etmiştir. Bu ulusal güvenlik konsepti ifadesini “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” politikasında veya “hatt-ı müdafaa yoktur, sath-ı müdafaa vardır. O satıh, bütün vatandır”da anlamlaşan savunmacı politikada buluyordu.

II. Dünya Savaşı dönemini bir geçiş dönemi olarak alırsak 1923-1939 döneminde Türkiye'nin siyasi, askeri, ticari vb. alanlarda yapmış olduğu bütün anlaşmalarda açık bir “tarafsızlık”, “işbirliği”, “ortaklık” anlayışı hakimdir; bu anlayış, o zamanki ulusal güvenlik politikasının dış politika ayağının temelini oluşturmuştur. Türkiye'nin bu dönemde hiçbir uluslararası çatışmaya girmemesi, sorunların “barışçıl” çözümünden yana tavır alması bunun açık ifadesidir.(1)

3-II. Dünya Savaşından 1952'ye kadarki (NATO'ya giriş) dönem, Türk burjuvazisinin emperyalizme, özellikle de Amerikan emperyalizmine tamamen teslim olmaya başladığı dönemdir. Bu dönemde bir taraftan Sovyetler Birliği ile ilişkiler açık bir biçimde kötüleşirken, kapitalist dünyanın başını çeken Amerikan emperyalizmiyle ve dolayısıyla Batı dünyasıyla kapsamlı ve derin bağımlılık ilişkileri kurumlaştırılmıştır. Bu süreç, Batıya yaslanarak var olma sürecinin başlangıcıdır.

1952'den bu yana NATO, Türkiye'nin ulusal güvenlik politikasının mihenk taşını oluşturmaktadır. NATO, Türkiye'yi değil, SSCB'ye ve Varşova Paktı'na karşı Amerikan emperyalizmi önderliğinde kapitalist dünyanın, daha ziyade ideolojik içerikli jeopolitik çıkarlarını korumak için oluşturulan uluslararası güvenlik konseptinin güney kanadının savunulmasında Anadolu coğrafyasını kullanma stratejileri geliştirmiştir. Bunların hiçbiri doğrudan Türkiye'nin güvenliğiyle ilgili değildi.

4-1952-2000 döneminde Türkiye'nin ulusal güvenlik politikası, NATO'nun temel ilkelerine göre şekillenmiştir.

5-2000 ve sonrası: 2002-2010 döneminde ABD ve AB ile AKP hükümeti arasındaki uyumluluk giderek bozulmaya, uyumsuzluğa dönüşmeye; ilişkilerdeki gerilme kaçınılmaz olarak ulusal güvenlik anlayışına da yansımaya başladığı için AKP hükümeti, ulusal güvenlik politikasında kendi gücüne dayanma konseptinin geliştirilmesi için adımlar atmaya başlamıştır. AKP hükümeti eksenli faşist rejimle başta ABD olmak üzere Batılı güçler arasında ilişkiler, özellikle ulusal güvenlik politikaları temelinde gerilmiş; öyle ki, 15 Temmuz askeri darbe girişiminden sonra Türkiye-ABD/AB arasındaki ilişkiler, keskinleşen çelişkilere dönüşmüştür.

Var oluşunun belli bir aşamasından itibaren bölgesel ve küresel siyasi ve ekonomik gelişmelerde kendine rol biçen ülkelerin, kendilerine biçtikleri bu rol nedeniyle, ülkenin coğrafi konumunu da hesaba katarak oluşturdukları veya oluşturmaya çalıştıkları ulusal güvenlik politikalarına Türkiye tipik bir örnek oluşturur. Türkiye'nin ulusal güvenlik politikasını bu çerçevede; ekonomik gücünü coğrafi konumu ile bağlam içinde ele almak gerekir.

Üzerinde yaşadığımız bu coğrafya dünya jeopolitikasında oldukça önemli bir rol oynamaktadır. Bu nedenle hep sorunlu olmuştur, “belalı” bir coğrafyadır. Osmanlı döneminde de böyleydi; kuruluş ve gelişme döneminde bu coğrafya Osmanlı devleti tarafından saldırganlığın, genişlemenin stratejik önemli faktörü olarak değerlendirilmiştir. Aynı coğrafya gerileme döneminde, gelişen güçler tarafından dünya hegemonyası için ele geçirilmesi gereken stratejik alan olarak görülmüştür.

Ulusal Kurtuluş Mücadelesi sonucunda kurulan Türkiye, genç Sovyetler Birliği ile ilişkilerinden, I. Dünya Savaşı sonrasında emperyalistler arası ve aynı zamanda kapitalist dünya ile Sovyetler Birliği arasındaki çelişkilerin gelişme/keskinleşme seyrinden yararlanarak kurulmakta olan savaş sonrası dünyada bağımsız yer almış ve bu duruşunu da “yurtta sulh cihanda sulh” politikasıyla formüle ederek doğrudan içe yönelik (sınıf mücadelesini ve süreklilik arz eden Kürt özgürlük mücadelesini bastırmak, imha etmek) ulusal güvenlik politikası geliştirmiş ve uygulamıştır.

II. Dünya Savaşı sürecinde, ama esas olarak savaş sonrasından itibaren Türkiye'nin daha ziyade içe yönelik ve yukarıda belirttiğimiz emperyalistler arası ve sistemler arası çelişkilerden yararlanmaya dayanan ulusal güvenlik konseptinin yerini, sosyalist sisteme karşı kapitalist dünyanın oluşturduğu uluslararası güvenlik konsepti almıştır. Türkiye'nin, başta ABD olmak üzere Batılı emperyalist ülkelerle ve onların uluslararası örgütlenmeleriyle geliştirdiği ilişkiler, ulusal güvenlik politikasının Amerikan emperyalizminin temsil ettiği kapitalist dünyanın uluslararası güvenlik konseptine entegre olmasını beraberinde getirmiştir. Daha doğrusu, Türkiye'nin 1952'de NATO'ya üye olmasıyla birlikte, kendine özgü bir ulusal güvenlik politikası/konsepti kalmamıştır; ulusal güvenlik NATO nezdinde Amerikan emperyalizmine havale edilmiştir.

Kısacası: NATO şemsiyesi altında Türkiye'de ulusal güvenlik politikası hem dar kapsamlıydı hem de nispeten tek yanlıydı. İki kutuplu dünya koşullarında, kutuplardan birisine dahil olmak ulusal güvenliğin de dahil olunan kutup tarafından belirlenmesine ve bunun da ulusal olmaktan ziyade uluslararası anlam taşımasına neden olmaktaydı. NATO ve Varşova Paktı, kapitalist ve revizyonist sistemlerin uluslararası güvenlik araçlarıydı. Bu paktlara üye olan ülkelerin ulusal güvenliğinden de bu paktlar sorumluydu. Dolayısıyla bu paktlara üye olan ülkelerin kendilerine özgü ulusal güvenlik politikaları geliştirmelerinin bir anlamı yoktu.

Emperyalizme bağımlılık koşullarında bağımsız ulusal güvenlik politikasının yerini uluslararası bağımlı “ulusal” güvenlik politikası almıştır. Uluslararası güvenlik politikasını belirleyen de, uluslararası alanda hegemonya yeteneği olan güç veya güçlerdir. Örnek olarak belirtirsek: II. Dünya Savaşından sonra kapitalist dünyanın hakim gücü olan Amerikan emperyalizmi, NATO kurulana kadar tek başına ve kurulduktan sonra da NATO çerçevesinde, ama belirleyici güç olarak, sosyalist dünyaya -SBKP 20. Kongresinden sonra da revizyonist dünyaya- karşı kapitalist dünyanın güvenliğini kendi çıkarlarına göre şekillendirerek sağlamayı hedeflemiştir. Bu nedenle Amerikan emperyalizmi, dünya çapında rekabetini sürdürmek için NATO'yu, kapitalist dünyanın başkaca uluslararası örgütlerini ve ülkelerini sürekli kullanmıştır. Türkiye de bu amaçla kullanılan ülkelerden birisidir.

 

Görüyoruz ki, stratejik derinliği olan bu coğrafyada Türk burjuvazisi var olabilmek için AKP iktidarına kadar üç yol izlemiştir.

Birinci yol: Kemalist burjuvazinin iktidar olduğu dönemde devletin, hiçbir ülkeyle bağımlılık ilişkisini beraberinde getiren ekonomik, siyasi ve askeri anlaşma imzalamadığını görüyoruz. (Bkz. Türkiye’de Kapitalizmin Gelişmesi, 2. kitap)

Bu anlaşmalar teker teker incelenirse, bağımlılığı beraberinde getiren maddelerin olmadığı görülür.

İkinci yol: II. Dünya Savaşından sonra dünya koşulları yeniden değişti ve Türkiye, Sovyet “tehdidi”ne karşı varlığını Batı ittifakında yer almakta gördü. Yaklaşık 2000'e kadar devam eden bu süreçte Türk burjuvazisi, dünya politikasında, ekonomisinde ve askeriyesinde Batı'lı müttefiklerine yaslanarak, onların çıkarlarını savunarak veya onların çıkarlarından farklı düşünmeyerek ayakta kaldı.

Üçüncü yol: AKP'nin iktidara gelmesi ve ekonomik alanda Türk burjuvazisinin kendini güçlü hissetmesi, en azından bölgesel güç olmasının kabul görmesi, sonuç itibariyle Türk burjuvazisinde jeopolitik eğilimlerin gelişmesini beraberinde getirmiştir.

AKP ile Türkiye-Batı arasındaki siyasi, ekonomik, askeri ilişkiler, eskisi gibi -ikinci yol- dönemindeki gibi yürümemeye başlamıştır. Örneğin üç konuda aynı görüşte olsalar, bir veya iki konuda farklı görüşte oluyorlar ve bunu da açıkça dile getiriyorlar. Bu bir çıkarlar çatışmasıdır. Bu dönemde Türkiye, emperyalizme bağımlılığı, müttefiklik ilişkilerini farklı yorumlamaya başlıyor.

Bu değişimin adını ne koyarsak koyalım; isterseniz buna “yalancı pehlivanlık”, “adamın burnunu sürterler”, “emperyalizm buna asla müsaade etmez”, “bir defa bağımlı sürekli bağımlı” diyelim veya başka tanımlamalar kullanalım. Esas olan şudur: Türk burjuvazisi ve sermayesi II. Dünya Savaşı sonrasında oluşturulan siyasi ve ekonomik kalıplar çerçevesinde salt Batı'lı emperyalist ülkelerin ve sermayesinin çıkarları doğrultusunda hareket etme anlayışında değildir.

Coğrafyanın bir ülkenin kaderinde, güvenliğinde ne kadar önemli, evet belirleyici olduğunu Türkiye gerçeğinde görüyoruz. Burada belirleyicilik, jeopolitik çıkarlarla doğrudan ilişkilidir; bölgemizde ve dünya çapında emperyalist çıkarlar, hegemonya rekabeti içinde olan güçler, bu coğrafyayı sürekli baskı altında tutmaya, kendi çıkarları için kullanmaya çalışmışlar ve çalışmaktalar. Bu nedenle bu coğrafyada ya güçlü olursun ve böylece kolay kolay dokunulamaz olursun veya da güçsüzlüğün, bağımlılığın sonuçlarına katlanmak zorunda kalırsın.

Güvenlik tanımlamasında coğrafi konum, Türkiye için bir gelecek sorunu derecesinde önemlidir. Bu konum, Türkiye'ye uluslararası ilişkilerde pek eşi görülmeyen bir pozisyon sağlamaktadır; büyük fırsatlar verdiği gibi, büyük belalara da kaynaklık yapmaktadır. Bu konum, bu coğrafyada sürekli tetikte olmayı beraberinde getirmektedir. İsterseniz, konuyu biraz detaylandırma pahasına da olsa ne demek istediğimizi biraz açalım:

Türkiye coğrafyası veya Misak-ı Milli sınırlarını kapsayan coğrafya, dünya coğrafyasında eşi olmayan bir coğrafyadır. Yerküreyi göz önüne getirelim; kıtaların yer aldığı bir haritaya bakalım veya her bir ülkeye ve kıtalara, bölgelere bakalım. Hiçbir yerde coğrafyamızın sahip olduğu stratejik önemde başka bir kara parçası bulamazsınız. Bu coğrafyayı bu denli önemli yapan, onun önemli olmasını güçlendiren ve bu anlamda coğrafya ile politikanın birleşmesinin sonucu olarak ortaya çıkan, etrafını sarmalayan ülkelerin ve dünya hegemonyası iddiasında olan güçlerin rekabetidir veya bu rekabette coğrafyamızın sahip olduğu fiziki konumudur.

Açıklayalım:

 

1-Türkiye coğrafyasını merkez alırsanız doğrudan üç kıtaya (Avrupa, Asya ve Afrika) ulaşabilirsiniz.

 

2-Türk burjuvazisi, jeopolitika oluşturmasında hakimiyet alanı olarak gördüğü bölgelere doğrudan ulaşabilmektedir (Ortadoğu, Hazar Havzası ve Balkanlar).

 

3- Türkiye coğrafyası, emperyalistler arası çelişkilerin keskinleştiği bölgeler, dünya hegemonyası iddiasında olan emperyalist ülkelerin geliştirdikleri jeopolitik açılım bakımından ateş çemberinin veya Hazar Havzası, Ortadoğu ve Balkanlar'dan oluşan üçgenin ortasında yer almaktadır:

 

-Balkanlarda AB-Rusya, ABD-Rusya, AB-ABD ve Türkiye arasındaki çelişkiler, her ne kadar bugün uyutuluyorsa da biraz kaşımakla her an patlak verebilir ve keskinleşebilir özellikte olan çelişkilerdir.

 

-Kafkasya/Hazar Havzasında ABD-Rusya, AB-Rusya, Türkiye-Rusya, Türkiye-İran arasındaki rekabet sonlanmamıştır. Çeçenistan-Rusya ve Gürcistan-Rusya savaşlarından sonra bu bölgedeki rekabet “barışçıl” yöntemlerle sürdürülmektedir. Bu bölgede emperyalistler arası hesaplaşma sonlanmış olmaktan çok uzaktır.

 

-Ortadoğu'nun durumu belli; ABD-Rusya, ABD-İran, Türkiye-ABD, Türkiye-Rusya, Türkiye-İran ve diğer bölge ülkeleri arasındaki çıkar çatışmaları vekalet savaşı boyutlarında sürmektedir. Ortadoğu'nun haritası bu çelişkilerin/çatışmaların nasıl sonuçlanacağına bağlı olarak yeniden şekillendirilecektir.

 

4-Türkiye coğrafyası, Türk burjuvazisinin üç kıtaya doğrudan ulaşmasına imkan vermesinin ötesinde Okyanuslara açılmasını da mümkün kılan bir coğrafyadır; Cebelitarık Boğazı üzerinden Atlantik Okyanusu'na ve Süveyş Kanalı üzerinden de Hint Okyanusu’na açılan bir coğrafya.

 

5-Ticari ulaşım bakımından:

Türkiye coğrafyası, doğuyu batıya (Asya'yı Avrupa'ya) kuzeyi güneye (Rusya'yı Akdeniz'e, Afrika ve okyanuslara) bağlayan kavşaktır. Burada söz konusu olan, özellikle kara ve deniz yollarıdır (karayolu, demiryolu, deniz ulaşımı ve boru hatları).

Dünya çapında enerji (petrol ve doğal gaz) kaynaklarının % 70’i Türkiye coğrafyasının etrafında yer almaktadır. Bu enerjinin çıkarımı ve dünya pazarlarına sevkiyatı üzerine rekabet henüz sonlanmamıştır. Sevkiyat konusunda emperyalistler arası rekabet; Rus emperyalizmini dışlayarak bu enerjiyi dünya pazarlarına ulaştırma çabaları Türkiye'yi önemli kılmaktadır. Mevcut boru hatları bunun böyle olduğunu göstermektedir.

 

6- İşbirliği veya müttefiklik ilişkilerinin olmadığı koşullarda Türkiye coğrafyası, Rusya'nın Güneye (Akdeniz yönü) açılması önünde fiziki bir engeldir. Aynı zamanda AB'nin (üyesi olan Almanya ve Fransa gibi emperyalist ülkelerin) Balkanlar üzerinden Ortadoğu ve Kafkasya/Hazar Havzasına açılması önünde fiziki bir engeldir.

 

7-Doğu Akdeniz'de bulunan enerji kaynakları üzerine rekabet de Türkiye coğrafyasını önemli kılmaktadır. Kaynakların paylaşılması üzerine rekabetin yanı sıra üretilen enerjinin Avrupa pazarlarına taşınması bakımından Türkiye coğrafyası tartışmasız avantajlara sahiptir.

Bütün bu nedenler Türkiye coğrafyasını benzersiz “belalı” bir coğrafya yapmaktadır. Ne İran ne Yunanistan, bağımsız olsa ne Kürdistan ve ne de Suriye bu özelliklere sahiptir. Parantezi burada kapatıyoruz.

1923-1945 döneminde belirtilen çelişkilerden yararlanarak var olmayı bir kenara korsak, II. Dünya Savaşı sonrasından, ama özellikle de NATO'ya girişten sonra, dünya politikasında ve jeopolitikasında tanımlanmış kamplar vardı; ya sosyalist -sonra da revizyonist- kampta veya kapitalist kampta yer alınıyor, ulusal güvenlik politikası da o kampın uluslararası güvenlik politikası olarak belirleniyordu. 1991/1992'de sosyal emperyalist Sovyetler Birliği ve revizyonist kampın dağılmasından sonra, o kalıplaşmış anlayış ve yapılarda belli değişimlerin yolu açıldı.

Osmanlı devletinin yıkılmasından Sovyetler Birliği ve revizyonist kampın dağılmasına kadar Türkiye, Balkanlar-Kafkasya-Ortadoğu üçgeninin merkezinde olmasına rağmen bu üçgenin sorunlarından/çelişkilerinden pek etkilenmemişti; etkilenemezdi de, çünkü oralardaki sorunlar iki kutuplu dünyanın süper güçlerini ilgilendiren, onların nüfuz sahasının sorunları olarak ele alınmaktaydı. Burada Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkasya ile karşılaştırıldığında, her iki kampın rekabetinden dolayı biraz sıra dışı durumdaydı. Sovyetler Birliği ve revizyonist kampın dağılmasından sonra koşullar tamamen değişti: Sovyetler Birliği'nin ve Yugoslavya'nın dağılmasıyla yeni devletler ortaya çıktı. Yugoslavya'nın parçalanması ve bu topraklarda sürdürülen savaşlar, Irak'ın Kuveyt'i işgalinden sonra yaşanan Körfez Savaşı; 2003'te Irak'ın işgalini ve Saddam rejiminin devrilmesini beraberinde getiren savaş; Suriye’de savaş ve Rojava Devrimi; Libya, Doğu Akdeniz ve Güney Kafkasya en yakın coğrafyasındaki gelişmeler olarak Türkiye'yi doğrudan etkilemiştir. Sonuçta söz konusu bu üçgenin hemen bütün sorunları, sanki kendi sorunları gibi Türkiye'yi ilgilendirmiştir.

Sovyetler Birliği ve revizyonist blokun dağılmasından sonra iki kutuplu dünya jeopolitiği ve bunun bir ifadesi olarak dünya güvenlik konsepti, tek kutuplu, çok rekabet merkezli dünya jeopolitiği ve güvenliği olarak yeniden şekillendirilme sürecine girmiştir. 1990'lı yılların başında oluşmaya başlayan bu süreç, bugün de devam etmektedir. Türkiye'nin ulusal güvenlik anlayışı da bu sürecin bir parçası olarak değişime uğramaya başlamıştır.

Türkiye'nin kuruluşundan bu yana izlediği güvenlik politikasının temel özelliği -güncel düşman algılamasının değişmesine paralel olarak- ulusal birlik, milliyetçilik, şovenizm ve nihayetinde faşizm temelinde her dönem içte saldırganlık, baskı ve dışa karşı da “tarafsızlık”, savunmacı ve saldırganlık olarak şekillenmiştir.

Türk burjuvazisinin (Milli Güvenlik Kurulu’nun) düşman algılama serüveni

MGK'nın düşman algılaması, ulusal güvenlik politikasındaki değişimi göstermektedir. 1985’ten bu yana MGK toplantılarında dış politikayı ilgilendiren konuların dış politika dışı konulara oranı giderek artmıştır.

Buradan çıkartmak istediğimiz sonuç şudur: 1990 öncesi dönemde MGK, esasen iç güvenlik sorunlarını ele alırken 1990'dan sonra Türkiye'nin ulusal güvenlik politikasında sınır örtesi sorunlar giderek ağırlık kazanmıştır.

Ulusal güvenlik konseptinde 1990'lı yılların hemen başında bir yön değişimine gidiliyor; daha önce NATO çerçevesinde SSCB'ye ve NATO üyesi olmasına rağmen Yunanistan'a göre şekillenmiş olan ulusal güvenlik konseptinde iç tehdit ve bu tehditle bağlam içinde Suriye-Irak-İran ilk sırada yer alıyordu. Açık ki bu değişimde revizyonist blokun dağılması (dış düşman algısı) ve aynı zamanda Kürt ulusal mücadelesinin yükselmesi (PKK-iç düşman) belirleyici olmuştur.

Ulusal güvenlik konseptindeki bu değişimlere rağmen bütün 1990'lı yıllarda Türkiye'nin ulusal güvenlik konsepti iki kutuplu dünyada geçerli uluslararası güvenlik konsepti çerçevesinde kalmıştır.

Değişim önce ulusal güvenlik konseptinin belirlenme mekanizmasında başlamıştır. 1980 askeri faşist darbeden sonra, 1980-1983 arasında siyasi iktidarı elinde tutan Milli Güvenlik Konseyi (Beşli faşist çete) ulusal güvenlik politikasını hazırlıyor ve MGK Genel Sekreterliği vasıtasıyla ülkenin ulusal güvenlik konsepti ve dış politika anlayışı olarak belirliyordu. MGK kararları olarak yayınlanan anlayışlar tartışılmıyordu; “ulusal çıkarlar” baskısıyla MGK'nın izlediği politikaların sorgulanması engelleniyor, daha ileri gidildiğinde de “vatana ihanet”le “mezar suskunluğu” ortamı yaratılıyordu.

Ancak bu durum 2000'li yıllarla birlikte değişmeye başlamıştır. Değişim önce karar alıcı mekanizmalarda başladı.

Yeni dış politikanın temel özelliklerini Davutoğlu “Stratejik Derinlik” kitabında ayrıntılı olarak açıklar. Coğrafya, jeopolitika, dış politika ve ulusal güvenlik arasındaki diyalektik bağı Türk burjuvazisinin çıkarları açısında irdeler ve atılması gereken adımları açıklar. Osmanlı coğrafyası ve özellikle de yakın alan coğrafyası üzerinde tarihsel etkiden, hak sahipliğinden; komşu ülkelerle yabancılaşmanın sonlandırılmasından, karşılıklı önyargıların silinmesinden bahseder.

Sonuç itibariyle Davutoğlu, Türkiye'nin yeni dış politikasını coğrafi konum ve tarihsel miras üzerine kurmuştur. Yeni dış politika kaçınılmaz olarak yeni ulusal güvenlik politikası oluşturmak anlamına gelir.

Başbakan olarak Davutoğlu azledildi. Ama mimarı olduğu “proaktif dış politika” ve o temelde yükselen yeni ulusal güvenlik konsepti geliştirildi ve uygulanıyor. Bu politikanın yansımalarından birisi de Erdoğan'ın gevelediği “Misak-ı Milli”dir.

Sonuç itibariyle şunu söyleyebiliriz:

A. Davutoğlu ile daha Erdoğan'ın baş danışmalığı döneminde başlayan yeni dış politika ve ulusal güvenlik açılımı, bu alandaki değişim, bölgesel ve uluslararası gelişmeleri dikkate alan bir perspektife sahiptir. Bu ulusal güvenlik anlayışı, açıktan da dile getirildiği gibi Türk burjuvazisinin ve dolayısıyla sermayesinin bölgesel ve uluslararası aktör olma iddiasının dışa vurumudur. Bu “proaktif dış politika” ve onun başka bir biçimde tarifi olan ulusal güvenlik politikası, koşulların uygun olduğu her fırsatı değerlendirerek yayılmacılığı, saldırganlığı, savaşı içermektedir.

Türk burjuvazisinin ulusal güvenlik algılamasında savunmacılık son döneme kadar hep belirleyici olmuştur. Kıbrıs'a müdahale ve adanın bir kısmının işgali dahi savunma konseptinde değişime neden olmamıştır. Ancak Davutoğlu tarafında geliştirilen “proaktif dış politika” ve bu politikayla bağlam içinde ulusal güvenlik anlayışı, savunmacı ulusal güvenlik anlayışının önüne geçmiştir.

Türkiye'nin güvenlik konseptinde jeostratejik konumu belirleyici önemi haizdir. Dün değil ama bugün Türk burjuvazisi, bu konuma dayanarak bölgesel ve küresel jeopolitika geliştirme hevesine kapılmıştır. Türkiye Balkanlar-Kafkasya/Hazar Havzası-Ortadoğu üçgeninin tam ortasında yer almakta ve buna ek olarak Akdeniz, Karadeniz ve Eğe Denizi ile çevrelenmektedir.

Türk burjuvazisi ülkenin bu jeostratejik konumunu ulusal güvenlik konseptinin tespitinde başat faktör olarak değerlendirmektedir. Bu nedenle Türkiye'nin ulusal güvenlik konseptinde coğrafya belirleyicidir; bu konumdan uzaklaşan bir güvenlik konsepti Türk burjuvazisi için düşünülemez. İki kutuplu dünyanın dağılmasından sonra Balkanlar'da, Kafkasya'da ve Ortadoğu'da yaşanan ve hala devam eden savaşlar, Doğu Akdeniz, Libya, Türkiye coğrafyasının ne denli çelişkilerle dolu olduğunu ve bunun da Türkiye'yi nasıl etkilediğini göstermektedir.

Dışişleri Bakanlığı'nın sitesinde yer alan “Türkiye´nin Uluslararası Güvenlik Perspektifi ve Politikaları” yazısında, coğrafya ve ulusal güvenlik politikası arasındaki bağ şöyle açıklanmaktadır:

Cumhuriyetin kurulmasından günümüze Türkiye’nin güvenlik politikası, biri coğrafi konum, diğeri komşu ülkelerle ilişkiler olmak üzere, iki temel olgu dikkate alınarak şekillendirilmiştir. Bu iki belirleyici faktör, Türkiye’yi Avrupa, Balkanlar, Kafkasya, Ortadoğu, Akdeniz ve Karadeniz bölgelerinde ve zaman zaman bu bölgelerin de ötesinde güvenlik alanında önemli bir aktör haline getirmiştir”.

Türk Burjuvazisinin Yeni Ulusal Güvenlik Konsepti

Türkiye'nin ulusal güvenliğinin oluşturulmasında ve belirlenmesinde birçok yeni gelişmeler meydana gelmiştir. Davutoğlu'nun mimarlığını yaptığı yeni ulusal güvenlik konsepti, özellikle de 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında açıktan savaş, saldırganlık konsepti olarak karşımıza çıkmaktadır.

Türk burjuvazisi çok özgün bir süreçten geçmektedir. Bu özgünlük sadece şimdiye kadar olduğundan daha sık ulusal güvenlikten, yeni bir ulusal güvenlik politikasının oluşturulmasından bahsetmesi değildir. Bu sefer durum, şimdiye kadarki ulusal güvenlik anlayışından oldukça farklıdır.

Belirtiğimiz gibi, NATO üyesi olmasından bu yana Türkiye'nin ulusal güvenlik politikası NATO'nun kapitalist dünyayı sosyalist, sonra da revizyonist dünyaya karşı koruma konseptine; uluslararası “güvenlik” konseptine entegre edilmişti. Ama 15 Temmuz darbe girişiminden sonra durum değişti. Dış düşman algılamasında bu sefer Rusya yer almıyor, ama NATO'da müttefiki konumunda olan ülkelerin bir kısmı, ismen tanımlanmasalar da ilk sıralarda yer alıyorlar; bu ülkelerin en başında ABD gelmektedir.

Yeni ulusal güvenlik konseptinde iç düşman algılamasında yeni olan “Gülen Hareketi” iken dış düşman algılamasında ise Batılı emperyalist güçlerdir. Sahadaki somut durum, örneğin 15 Temmuz darbe girişimi, Suriye’de, Rojava’da, Libya’da, Doğu Akdeniz’de, Güney Kafkasya’da, Türkiye-Rusya ilişkilerinde, S-400 sorununda ABD-Türkiye çelişkileri bunun böyle olduğunu göstermektedir.

Yine yeni ulusal güvenlik konseptinde yeni olan Türk burjuvazisinin “Misak-ı Milli’’ çıkışıyla açıktan saldırganlık politikası güdeceğini açıklamasıdır.

Yeni ulusal güvenlik konsepti savunma eksenli değil, saldırı eksenlidir. Daha önceki ulusal güvenlik konseptiyle yeni ulusal güvenlik konsepti arasındaki temel değişim budur.

Yeni ulusal güvenlik konsepti, Erdoğan önderliğinde Türk burjuvazisinin bir savaş programıdır.

Yeni ulusal güvenlik konseptinin içeriğine bakarak bunun nasıl bir savaş programı olduğunu açıklayabiliriz.

TÜRKSAM (Uluslararası İlişkiler ve Stratejik Analizler Merkezi) Türk burjuvazisine akıl veriyor: Türkiye'nin “önleyici vuruş hakkı” vardır, bu hakkı tereddüt etmeksizin kullanması gerekir, Başbakan Erdoğan bu hakkı kullanma konusunda yıllarca çekingen davranmıştır, ama sonunda “çekimser ifadelerle de olsa” bu haktan yararlanılabileceğini açıklamıştır. Türkiye, tereddütsüz olarak, saldırana karşı bu hakkı, saldıran neredeyse onu orada imha ederek kullanmak zorundadır vb. Akıl hocası yeni güvenlik konseptinin saldırganlık üzerine inşa edilmesini önermektedir. 15 Temmuz darbe girişiminden sonra da savunma içerikli ulusal güvenlik konseptinin, saldırı içerikli ulusal güvenlik konseptine dönüştürülmesi için adımlar atılmaya başlanmıştır.

Daha Türkiye kurulmadan Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı döneminde, somutta da Sakarya Meydan Muharebesi (23 Ağustos – 13 Eylül 1921) esnasında Mustafa Kemal ulusal güvenlik konseptini "hatt-ı müdafaa yoktur, sath-ı müdafaa vardır. O satıh, bütün vatandır” diye açıklıyordu. Bu, savunma eksenli bir ulusal güvenlik konseptiydi.

Türk burjuvazisinin akıl hocası TÜRKSAM, böyle bir ulusal güvenlik konseptinin artık geçerli olamayacağını saldırı eksenli ulusal güvenlik konseptine geçilmesini önermektedir.

Saldırı eksenli ulusal güvenlik konsepti hakkında R. T. Erdoğan'ın açıklamaları Türk burjuvazisinin sorunu nasıl gördüğünü yeteri kadar aydınlatmaktadır.

Şimdiye kadar NATO'nun uluslararası güvenlik konseptine entegre edilmiş güvenlik konseptini artık yanlış bulan Türk burjuvazisi, yeni güvenlik konseptini “tehdidi yerinde yok et” adı altında doğrudan saldırı eksenli konsept olarak geliştiriyor. Bu konseptin temel özelliklerini ana başlıklar olarak sıralayacak olursak:

1) Lozan bir zorunluluktu – Hedef Misak-ı Milli'dir

Gelişmesinin bu aşamasında Türk burjuvazisi, Lozan Antlaşmasıyla belirlenmiş olan sınırları tanımadığını ve hedefinin Misak-ı Milli olduğunu savunuyor ve bunu da Erdoğan vasıtasıyla açıklıyor. Tarihi yeniden yazmak için -burjuvazi tarihi, çıkarlarına göre sürekli yeniden yorumlayabilir- Lozan'ı “incelenmesi, araştırılması”, gerçeklerin öğrenilmesi için tartışmaya açıyor. Erdoğan, şimdiye kadarki resmi tarihin Lozan'ı büyük bir zafer olarak ele aldığını, toplumun ve özellikle de gençliğin bu algılamayla yetiştirildiğini, bunun doğru olmadığını, şimdi gerçekleri dile getirmenin zamanı geldiğini açıkça ifade ediyor.

Erdoğan'a göre Misak-ı Milli'nin o zaman gerçekleştirilememesi, birtakım zorunluluklardan dolayı kabul edilebilir, ama artık bu zorunluluğun maddi nedenleri çoktan ortadan kalkmıştır. Erdoğan, Lozan'la çizilmiş olan sınırları “Bu devletin sınırlarını gönüllü olarak kabul etmiş de değiliz” diyerek reddediyor ve esas amacının saldırganlık ve başka (komşu) ülkeleri işgal etmek olduğunu açıklıyor. Bu, bir savaş programıdır.

Misak-ı Milli anlayışına M. Kemal sosunu bulaştırarak, kendine Kemalist diyen çevreleri de bu açılıma katmak isteyen diktatör Erdoğan, Misak-ı Milli sınırları içinde ve dışında sahip çıkılması gereken bir tarihin; kast ettiği coğrafyada “bu milletin geçmişi”nin olduğunu ifade ediyor. Kurtuluş savaşının hedefinin Misak-ı Milli sınırlarına sahip çıkmak olmasına rağmen, bu hedefe ulaşılamadığını açıklıyor. Bahsettiği bu coğrafya, şimdiki sınırları çevreleyen, İran hariç yakın alandır; 2,5 milyon kilometrekare ile bu alanı kast ediyor ve 780 bin kilometrekareye çekilmişliği kabullenmenin hata olduğunu açıklıyor: “Asıl vahimi, zorunluluktan kaynaklanan bu durumu esas olarak kabul edip kendimizi tamamen bu kabuğun içine hapsetme anlayışıdır. Biz işte bu anlayışı reddediyoruz. Türkiye’yi 1923’ten beri böyle bir kısır döngüye hapsedenlerin amacı, coğrafyamızdaki bin yıllık varlığımızı, Selçuklu ve Osmanlı geçmişimizi bize unutturmaktır”.

Bu yakın alan coğrafi sınır çizimi “yeni Osmanlıcılık” olarak da tanımlanabilir. Önemli olan bu alanın hangi kavramla tanımlandığı değil, önemli olan Türk burjuvazisinin bugün gelmiş olduğu gelişmişlik sürecinde bir Misak-ı Milli talebiyle “arka bahçe”den bahsetmesidir. Açık ki bu, Türk burjuvazisinin yakın alan jeopolitik hedefidir.

2) “1923 psikolojisiyle hareket edemeyiz”

Eski ulusal güvenlik konsepti:

2016 yılında 1923’ün psikolojisiyle hareket edemeyiz” diyen Erdoğan şimdiye kadar geçerli olan ulusal güvenlik konseptinin eskidiğini; Türk burjuvazisinin çıkarlarına hitap etmediğini ve yeni bir ulusal güvenlik anlayışına ihtiyaç olduğunu açıklıyor: “1923’ün psikolojisi”,”hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır, o satıh tüm vatandır” anlayışı “psikolojisi”dir. Yani ulusal güvenliğin bütün vatanı savunmaktan geçtiğinin anlatımıdır. Başka türlü ifade edersek; vatan diye sahiplenilen topraklara dışarıdan bir saldırı olursa o saldırıyı vatan topraklarında karşılama anlayışıdır. Bu, doğrudan savunma eksenli bir ulusal güvenlik anlayışıdır.

Bizi Cumhuriyet tarihimizin tamamını hattı müdafaayla geçirmeye zorlayan anlayışı geride bırakmak mecburiyetindeyiz. 93 yıldır başımıza ne geldiyse işte bu anlayıştan gelmiştir” diyerek savunma eksenli ulusal güvenlik konseptinin günümüz koşullarına cevap vermediğini ve terk edilmesi gerektiğini açıklıyor.

Yeni ulusal güvenlik konsepti:

Artık savunma eksenli ulusal güvenlik politikasından saldırı eksenli ulusal güvenlik politikasına geçerek yeni bir ulusal güvenlik konsepti oluşturmanın zamanı geldiğini açıklıyor Erdoğan. Bu konseptin belirleyici özelliği, düşman olarak algılanan güçlerin sınır ötesinde imha edilmesidir. Bu konsepti şöyle açıklıyor:

2016 yılında 1923’ün psikolojisiyle hareket edemeyiz, bunda ısrar etmek ülkeye ve millete yapılacak en büyük haksızlıktır. Cumhuriyetimizi kurduğumuzdan beri dünyada her şey değişirken, biz o tarihteki konumumuzu korumayı kazanç olarak göremeyiz...

Nitekim şöyle bir geriye dönüp baktığımızda, sorun kapıyı çalmadan, bıçak kemiğe dayanmadan, gırtlağımıza kadar bataklığa gömülmeden harekete geçemediğimizi görüyoruz. Bunun için, dikkat ederseniz kapımız hiç boş kalmadı, rahat nefes aldığımız dönemimiz hiç olmadı ve her dönem bu tür bedeller ödedik...

Türkiye artık bu yanlış güvenlik anlayışını terk etmiştir, bunu bitirmiştir. Bundan sonra sorunların kapımızı çalmasını beklemeyeceğiz. Bundan sonra bıçak kemiğe dayanana kadar sabretmeyeceğiz. Bundan sonra gırtlağımıza kadar bataklığa gömülmeye rıza göstermeyeceğiz. Artık sorunların üzerine biz gideceğiz. Terör sorunumuz mu var? Terör örgütlerinin gelip bize saldırmasını beklemeyeceğiz, bu örgütler nerede faaliyet gösteriyorsa, nerede yuvalanıyorsa gidip orada tepelerine tepelerine bineceğiz. Suriye’de, Irak’ta bize yönelik tehditler mi var? Bu tehditlerin sınırlarımıza dayanmasını beklemeyeceğiz, tehditleri kaynağında yok etmenin, çözmenin çaresine bakacağız. Sineklerle uğraşmak yerine, bataklığı kurutmanın yollarını bulacağız”.

Diktatör Erdoğan ulusal güvenlik politikasında radikal bir değişimden bahsetmektedir. Bu yeni ulusal güvenlik konseptine göre Türkiye, hiçbir tehdidi ülke sınırları içinde karşılamayacak, tehdidi kaynağında, nereden geliyorsa orada vuracak. Türkiye saldırgan eksenli bu ulusal güvenlik anlayışında yalnız değil; ABD, İsrail ve dönem dönem Rusya da saldırı eksenli ulusal güvenlik politikası uygulamaktalar.

3) Türkiye'nin ulusal güvenliği müttefiklere bırakılamaz

Suriye savaşıyla birlikte Türk burjuvazisinin NATO hakkında düşüncelerinde belli değişimler oluşmaya başlamıştır: Ortadoğu'da özellikle Suriye'den kaynaklı kendine yönelik saldırılar söz konusu olduğunda NATO'nun soruna gönülsüz müdahil olma tavrı veya Türk burjuvazisinin algılamasına göre müttefik ülkelerin Türkiye'den ziyade terör örgütleriyle ilişki içinde olmaları, Türk burjuvazisinde ulusal güvenliğin müttefiklere bırakılamayacak kadar önemli olduğu düşüncesinin gelişmesine neden olmuştur. 15 Temmuz darbe girişiminde Batılı müttefik ülkelerin tavrı da güvensiliğin tuzu biberi olmuştur. Özellikle bu darbe girişiminden sonra başta ABD olmak üzere Batılı müttefik ülkelerin terörizm konusundaki tavırları; Türkiye'yi, Suriye, Rojava, Irak, Libya, Doğu Akdeniz'den uzak tutmaya çalışmaları ve Türk burjuvazisinin algılamasına göre çarpık ilişkiler (Rojava'da PYD-ABD ilişkisi) sonuçta yeni güvenlik konseptinin oluşturulmasına yol açmıştır. Bu konsepte müttefiklere güvenmenin yerini, kendi gücüne güven alıyor. Bu durumu Erdoğan şöyle açıklıyor:

Yıllarca Suriye’de hem mazlum Suriye halkının mağduriyetini giderecek, hem ülkemizin sınırlarının güvenliğini sağlayacak bir çözüm bulunması için bekledik. Ama baktık ki biz bekledikçe sorunlar üzerimize geliyor. Bir yanda DEAŞ terör örgütü, diğer yanda PYD-YPG terör örgütü karşımızda bayrak sallamaya başlayınca anladık ki kimseden bize fayda yok, kendi göbeğimizi kendimiz kesmemiz gerekiyor...

İşte Cerablus, Rai, Dabık...Ama şimdi birileri bize akıl veriyor. Ne diyorlar? ‘Dabık’a girdiniz, iyi, bundan dolayı tebrik ederiz, kutlarız; ama daha aşağıya gitmeyin.’ Daha aşağıda ne var? El-Bab var. Kusura bakmayın, biz oraya da gideceğiz. Niye gideceğiz? Çünkü bizim tehdidi altında olduğumuz yer çizgi olarak söylüyorum, Dabık’ta bitmiyor, El-Bab’ın da güneyine doğru iniyor. Ve oradan bizim Münbiç’i de koalisyon güçleriyle beraber kuşatma altına almamız lazım...”.

15 Temmuz başarısız darbe girişiminde başta ABD olmak üzere Batılı müttefiklerinin suçüstü yakalanma durumu, darbe sonrasında iktidar ile müttefikleri arasındaki ilişkilerin gerilmesi, Türk burjuvazisine travma yaşatmıştır. Bu travma, darbede “Gülen Hareketi”nin oynadığı rolden daha da ağır ve önemli olmuştur. Varlığımıza kast ediliyor ve kast edenler de müttefiklerimizdir’den hareketle Türk burjuvazisi, bu coğrafyada var olmak için kendi gücüne dayanan ulusal güvenlik politikası geliştirilmesi gerektiği sonucuna varmıştır.

Kendi gelişmesinin ve müttefiklik ilişkilerindeki gelişmenin bu aşamasından sonra Türk burjuvazisinin Batı'yla sorunsuz denebilecek güvenlik ilişkilerine geri dönmesi beklenmemelidir.

4)Yeni ulusal güvenlik konsepti kuşatılmışlığı kuşatmaya dönüştürme konseptidir

Bu coğrafyada var olmak için ya kuşatılırsın veya da kuşatırsın. Bu iki durumun dışında üçüncü bir durum istisnai olarak mümkün olabilir. Türkiye bu istisnai durumu 1923-1952 arasında, ama özellikle 1923-II. Dünya Savaşı başlangıcı arasında yaşamıştır. Her iki dünya savaşı arasında Türkiye-Sovyetler Birliği arasındaki dostluk ilişkileri gelişmiş, Türkiye ve Batılı emperyalist ülkeler arasında ilişki mesafeli kalmıştı (Bu ilişki öncelikle Almanya-Türkiye arasında giderek Almanya lehine bozulmaya başlamıştı). II. Dünya Savaşı sonrasında Türkiye'nin Batı dünyasına kapağı atması, bu istisnai durumu ortadan kaldıran adım olmuştur.

NATO üyeliğiyle birlikte Türkiye, Amerikan emperyalizmi önderliğinde kapitalist dünyanın çıkarlarını savunmak için sosyalist, sonra da revizyonist dünyayı kuşatanlar arasında yer almıştır. Suriye savaşından bu yana ise hem müttefikleri hem de Rusya tarafından kuşatılmış durumdadır. Türk burjuvazisi bu kuşatmayı kırmak için yeni ulusal güvenlik konsepti oluşturmaktadır. Bu konsept, Türkiye'nin bu kuşatılmışlıktan kurtulmak, hapsedildiği çemberi kırmak için geliştirdiği veya ana hatlarıyla açıkladığı jeopolitik anlayışını da dile getirmektedir. “Mavi vatan” doktrini kuşatılmışlığı parçalamanın doktrinidir.

Kuşatılmışlığı parçalamak anlayışının temel özelliklerini herhangi bir sistematiğe tabi tutmadan şöyle özetleyebiliriz:

-Kuşatılmak istemiyorsan, kuşatmak istiyorsan, kuşatmak isteyeni sınır dışında karşılamak ve imha etmek zorundasın. Esas hedef, “sinekler” değil, bataklıktır; yani tehdidin kaynağı esas hedeftir. Bu durumda Suriye ve Irak üzerinden Türkiye'yi tehdit edenler hedef alınacaktır. Suriye ve Irak üzerinden tehdidi Türk burjuvazisi sadece Kürt Özgürlük Hareketiyle sınırlamamaktadır; onun algılamasına göre Türkiye'yi bölmek isteyen Batılı güçler bunu “terör” örgütü üzerinden gerçekleştirmek istiyorlar. Türk burjuvazisinin algılamasına göre bütün terör örgütleri belli devletlerin kontrolü altındadır (Kürt Özgürlük Hareketi, devrimci ve komünist örgütler de terör örgütleri olarak görülmekteler ve dolayısıyla şu veya bu devletin çıkarları için mücadele etmekteler). Türkiye'ye karşı rekabet içinde olan, Türkiye'yi vurmak isteyen ülkeler bunu terör örgütleri üzerinden yapmaktalar. Bu nedenle bu terör örgütlerinin Türkiye'ye karşı sınır içindeki ve dışındaki faaliyetleri, Türkiye'ye karşı bir savaş halinin yansımasıdır. Bu nedenle bu terör örgütleri nerede konuşlanmışlarsa (bataklık) orada imha edilmelidir. Türk burjuvazisinin algılamasına göre bu ve yakın coğrafyada çıkarları olan ülkeler, Türkiye'nin terörle meşgul olmasını ve başka bir şey yapacak durumda olmamasını istiyorlar. Bu durumda Türkiye bu yüzyılı kaybedecektir; kaybetmesini isteyen ülkeler kazanacaktır. O halde Türkiye bu yüzyılı kaybetmemek için kaybetmesini isteyen ülkeleri yönlendirdiği terör örgütleri üzerinden vurmalıdır.

Faşist diktatörlüğe göre bu örgütler Türkiye'yi Irak ve Suriye üzerinden vurdukları için Türkiye de onları Suriye ve Irak topraklarında vurmalıdır. Bu nedenle Suriye ve Irak’a girilmiştir.

-Kuşatmayı yarmak için Türkiye kendi gücüne güvenecektir, kimseden (müttefiklerden) izin ve talimat almayacaktır.

-Bu coğrafyada var olmak için Türkiye, kuşlatılmışlığı, kuşatmaya dönüştürmek zorundadır; diğer bir ifadeyle, kuşatmak için sınır dışı odaklı savunma kalkanı oluşturulmalıdır. Bu nedenle Akdeniz'den başlayarak Irak sınırına kadar, yani Rojava'da kesintisiz bir tampon bölge oluşturulmalıdır. Ancak böyle bir tampon bölge oluşturulursa, yani Rojava devrimi boğulursa Suriye ve Irak toprakları Türkiye için saldırı üssü olmaktan çıkartılmış olur.

Kuşatılmışlıktan kuşatmaya geçmenin Kafkasya cephesi de var: Türkiye, Gürcistan ve Azerbaycan'da da askeri faaliyet sürdürmektedir. Azerbaycan ve Gürcistan'ın en azından Batum bölgesi Türkiye için oldukça önemlidir. Bölge olarak Batum, Misak-ı Milli'nin sınırları içindedir. Türk burjuvazisi bu yönden gelebilecek tehdidi önlemek için bu coğrafi alanı kontrol etmek gerektiği anlayışındadır. Ermenistan-Azerbaycan savaşına aktif müdahil olan Türkiye, Güney Kafkasya’da varlığıyla bu cephede bir kuşatma tehdidini bertaraf etmiş oldu.

Bu da yetmiyor. Uluslararası alanda teröre karşı mücadele adı altında Türkiye, Irak, Somali ve Katar'da askeri üsleri kurdu, resmen Libya sorununa askeri güç göndererek doğrudan müdahil oldu. Bu durumda Türk burjuvazisi, kuşatılmışlığı parçalamış olmanın ötesinde, Alman emperyalizminin Almanya'nın çıkarlarını Hindikuş'da savunmak için Afganistan işgal ve savaşına katıldığı gibi, Türk sermayesinin çıkarlarını korumak için kuşatmayı Libya, Katar, Somali ve Afganistan'a kadar uzatmak gerekir anlayışındadır.

Türk burjuvazisi, Osmanlı döneminde olduğu gibi yeniden üç kıtada varız diyor! Ama burada önemli olan Balkanlar-Kafkasya/Hazar Havzası-Ortadoğu üçgeninin her bir köşesinde, Doğu Akdeniz ve Libya’da askeri varlık göstermesidir.

Bütün bunlar kuşatılmışlığı kırmanın, kuşatmaya geçmenin, diğer bir ifadeyle; ulusal güvenliği sağlamak için tehdidi sınır ötesinde alınacak tedbirlerle önleme, imha etme, sınır ötesi savunma kalkanı kurma aşamasına geçmenin açık ifadesidir.

5)”Proaktif” dış politika ve saldırı eksenli ulusal güvenlik konsepti

Yukarıda “Proaktif” dış politikadan bahsetmiştik. Eski Başbakan A. Davutoğlu, bu politikanın ne anlama geldiğini jeopolitik açıdan “Stratejik Derinlik” kitabında analiz eder. Onun altyapısını oluşturduğu bu dış politika, bugünlerde ulusal güvenlik ve Türk burjuvazisinin jeopolitik açılımı perspektifiyle uygulanmaktadır. Bu dış politika, Türk burjuvazisine Osmanlı döneminde kendi hakimiyetinde olan yakın çevresinde yeniden aktif olmanın; bu bölgelerde hakimiyet kurmanın yol ve yöntemlerini göstermektedir. Bugün açısından en belirleyici özelliği, ulusal güvenliği sağlamak için tehdidi sınır ötesinde karşılamanın ve imha etmenin yanı sıra birtakım insani yardımlarla, kültürel ilişkilerle, ekonomik desteklerle söz konusu bu bölgelerde tarihsel ilişkileri canlandırmak ve etkili olmaktır. Türk burjuvazisi bu jeopolitik açılımında sadece askeri varlığını değil, bunun ötesinde TİKA, AFAD, Kızılay, Diyanet, Yunus Emre Enstitüsü, STK'lar gibi sivil kurumlarını da harekete geçirmektedir. Türkiye'nin bu alanda yapmış olduğu harcamalar dikkate değer boyutlardadır.

Açık ki, Türk burjuvazisi, ulusal güvenlik adı altında jeopolitik açılımını gerçekleştirmek için saldırgan olacaktır; bunu da tehdide karşı proaktif olmak, önleyici tedbirler almak; tehdidi sınır ötesinde karşılamak ve imha etmek perspektifiyle yapacaktır.

Burada şunu belirtmekle yetinelim: 15 Temmuz darbe girişiminden sonra Türk burjuvazisinin konseptleştirdiği ulusal güvenlik politikası, iyi analiz edilmesi ve ciddiye alınması gereken bir politikadır. Bu politika Erdoğan önderliğinde Türk burjuvazisinin bir savaş programıdır; saldırganlıktır, işgalciliktir. Türk burjuvazisi bu politikayı, şu veya bu emperyalist güce dayanarak değil, tam tersine müttefikleri de dahil emperyalist ülkeleri (ABD, AB, Rusya) karşısına alarak bağımsız geliştirmiştir.


Devem edecek

ALT-EMPERYALİZM”, “ÜST”-EMPERYALİZM VE TÜRKİYE

TÜRKİYE NASIL BİR ÜLKE?


1)Açıklama:

Bu ve diğer makaleleri hazırlamak için daha önce yayınlanmış kitap çalışmalarımdan ve konuyla bağlamı olan bazı makalelerimden yararlandım. Ayrıca belirtilmediyse bütün verileri aşağıdaki çalışmalarda bulabilirsiniz:

İbrahim Okçuoğlu; Türkiye’de Kapitalizmin Gelişmesi – İç Pazarın Oluşma Süreci, Tarihi Yaklaşım, Birinci Kitap, Varyos Yayınları, Ağustos 1996.

--Türkiye’de Kapitalizmin Gelişmesi, İç Pazarın Oluşma Süreci, 1923-1950 Arası, İkinci Kitap, Ceylan Yayınları, Haziran 1999.

-- Türkiye’de Kapitalizmin Gelişmesi, İç Pazarın Oluşma Süreci (1951-1991), Yöntem ve Teori Üzerine Hesaplaşma, Üçüncü Kitap, genişletilmiş 2. baskı, Ceylan Yayınları, Nisan 2001.

-- Türkiye’de Kapitalizmin Gelişmesi, Türkiye Devriminin Diyalektiği, Dördüncü Kitap, Sınırsız Kitap Yayın, Eylül 2018.

--Emperyalist Küreselleşme ve Değişen Güçler Dengesi, Sınırsız Kitap Yayın, Eylül 2018.

--Günümüzde Emperyalizm (Sermaye ve Üretimin Uluslararasılaşma Süreci), Akademi Yayınları, Kasım 2011.

--Emperyalist Küreselleşme ve Jeopolitika, Ceylan Yayınları, Şubat 2009.

--Kapitalizmde Eşitsiz Gelişmenin ve REKABETİN TARİHİ-5, Ceylan Yayınları, Ocak 2006.

--Darbe Karakterli “Renkli Devrim” Girişimi ve Sonrası (I) http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com/2016/09/darbe-karakterli-renkli-devrim-girisimi.html

--Ortadoğu'da “İt Dalaşı” ve Türk Burjuvazisinin Durumu (Darbe Karakterli “Renkli Devrim” Girişimi ve Sonrası – II)

http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com/2016/10/ortadoguda-it-dalasi-ve-turk.html

-- Musul “Seferi” ve Türk Burjuvazisinin Durumu (Darbe Karakterli “Renkli Devrim” Girişimi Ve Sonrası – III)

http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com/2016/11/musul-seferi-ve-turk-burjuvazisinin.html

--Ulusal Güvenlik Politikası ve Türk Burjuvazisinin Durumu (Darbe Karakterli “Renkli Devrim” Girişimi Ve Sonrası – IV)

http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com/2016/12/ulusal-guvenlik-politikasi-ve-turk.html

--Emperyalistleşen Türkiye ve Türk Burjuvazisinin Durumu (Darbe Karakterli “Renkli Devrim” Girişimi Ve Sonrası – V)

http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com/2017/03/emperyalistlesen-turkiye-ve-turk_14.html

--“Pençe-Kartal” ve “Pençe-Kaplan” Operasyonları Kalıcı İşgalin Son Hazırlığıdır

http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com/2020/06/pence-kartal-ve-pence-kaplan.html

--Libya’da Emperyalistler Arası “İt Dalaşı”

http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com/2020/07/libyada-emperyalistler-arasi-it-dalasi.html

--Doğu Akdeniz’de Keskinleşen Rekabet

http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com/2020/07/dogu-akdenizde-keskinlesen-rekabet.html

--Elele Verip Rojava Devrimini Tasfiye Ediyorlar

http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com/2019/10/elele-verip-rojava-devrimini-tasfiye.html

--Rusya - Türkiye “Mutabakatı” - Rojava Devriminin Tasfiyesi

http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com/2019/10/rusya-turkiye-mutabakati-rojava.html

--Faşist Diktatörlüğün Rojava “Seferi” Sonuçları

http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com/2019/11/fasist-diktatorlugun-rojava-seferi.html