TÜRK BURJUVAZİSİ KENDİ HİKAYESİNİ YAZIYOR (III)
“ALT-EMPERYALİZM”, “ÜST”-EMPERYALİZM VE TÜRKİYE
TÜRKİYE NASIL BİR ÜLKE?
Komünistlerin parti programında tespit ettikleri “...Türkiye, dünya ölçeğinde değerlendirildiğinde orta düzeyde gelişmiş ülkeler kategorisinde yer alır” gerçeğinde nitel olarak değişen bir şey yok. Bu tespit doğrudur. Bu tespitin yapılmasından bu yana bu orta derecede gelişmişlik, kapitalizmin nicel gelişmelerinin birikimi sonucunda, yine de orta derecede gelişmişlik kategorisinde kalsa da belli bir nitel sıçrama sergilemiştir. Şayet diyalektiğin yasalarını reddetmiyorsak, orta derecede gelişmişliğin niceliğindeki gelişmenin de bir gerçeklik olduğunu kabul etmek zorundayız. Orta düzeyin de bir altı, bir ortası ve bir de üstü vardır. Hep aynı yerde kalınamayacağına göre ya geriye doğru veya da ileriye doğru gidilir; geriye doğru gitmek “küme düşmektir”, ileriye doğru gitmek de bir üst kümeye geçmek veya onun sınırına varmak demektir; sınırına mı varıldı, yoksa üst kümeye geçildi mi soruları somut durumun somut analizinin bir sonucudur.
Türkiye nasıl emperyal bir güçtür? Bu sorunun ayrıntılı cevabı başlı başına bir araştırmadır. Burada şu kadarını söyleyelim: Emperyalistleşen Türkiye'den emperyalist bir Amerika'yı, Almanya'yı, Japonya'yı anlamak yanlış olur. Türkiye artık, kapitalist gelişmesi orta düzeyde olan, siyasi, ekonomik, askeri gücü bölgesel olan, ama uluslararası pastadan, dünya pazarlarından güçlü emperyalist ülkelerle ortaklık içinde hareket ederek pay kapmaya çalışan emperyalist bir ülkedir.
Kapitalizmde eşitsiz gelişme yasası ne anlama gelir?
Eşitsiz gelişme yasası Türk kapitalizmi için de geçerli değil mi?
Stalin, eşit olmayan gelişmeden neyin anlaşılması gerektiğini şöyle açıklıyor:
“Emperyalizm döneminde gelişmenin eşitsizliği yasası, ülkelerden birisinin diğerlerine kıyasla sıçramalı gelişmesi, ülkelerden birisinin diğerleri tarafından dünya pazarlarından hızla püskürtülmesi, paylaşılmış dünyanın, savaşa götüren çatışmalar ve savaş felaketleri sayesinde periyodik olarak yeniden paylaşımı, emperyalizmin kampında çatışmaların derinleşmesi ve keskinleşmesi...
Emperyalizm koşulunda gelişmenin eşit olmayan yasasının temel unsurları nelerdir?
Birincisi, dünya artık emperyalist gruplar arasında paylaşılmıştır, dünyada ‘boş’, işgal edilmemiş alanlar yoktur. Yeni pazarlar ve hammadde kaynaklarını (ele geçirmek), işgal etmek ve genişleyebilmek için başkalarının topraklarını zor yoluyla ele geçirmek gerekir.
İkincisi; teknolojinin eşsiz gelişmesi ve kapitalist ülkelerin gelişme seviyesinin giderek artan aynılaşması, bir ülkenin diğerlerini sıçramalı geçişini, daha güçlü ülkelerin daha az güçlü, ama hızlı gelişen ülkeler tarafından püskürtülmesini… mümkün kılmıştır ve bu süreci kolaylaştırmıştır.
Üçüncüsü; münferit emperyalist gruplar arasında nüfuz sahasının eski paylaşımı her defasında dünya pazarındaki yeni güçler ilişkisi ile çatışmaya düşer, nüfuz sahalarının eski dağılımı ve yeni güçler ilişkisi arasındaki ‘denge’; dünyanın, emperyalist savaşlar ile periyodik olarak yeniden paylaşımlarını zorunlu kılar.
Emperyalizm döneminde eşitsiz gelişmenin keskinleşmesi ve güçlenmesi bundan dolayıdır. Emperyalist kampta anlaşmazlıkların barışçıl yoldan çözülmesi imkânsızlığı bundan dolayıdır” (Stalin; C. 9, s. 93/94, “VII. Erweitertes Plenum des EKKI”) .
Eşitsiz gelişme yasasının işlerliği veya kapitalizmin işleyiş yasaları gereği pek çok ülke zaman içinde ekonomik ve siyasal değişim geçirdi. Bu ülkelerden birisi de Türkiye'dir (1) Birçok sömürge konumunda olan ülke, ulus-devlet kurdu ve ekonomik ilişkiler kapitalizme evrilerek kapitalist pazarlar gelişmeye başladı. Türkiye, hiçbir dönem sömürge statüsünde olmadı; sömürgeleştirmek isteyen güçlere karşı ulusal kurtuluş mücadelesi vererek kuruldu. Ama sonrasında emperyalizmin yeni sömürgesi konumuna düştü. Bu dönem zarfında Türkiye'de kapitalizm gelişti, gelişti ve gelişti! Daha 1939'da büyük işletmelerin sanayi üretimindeki payı yüzde 60'a, 1950'de ise yüzde 70'e çıktı (Türkiye’de Kapitalizmin Gelişmesi, 2. kitap).
Tabii, sanayide büyük işletmelerinin payının bu denli yüksek olmasını anlamak gerekir; bu ezber bozan bir veridir.
1980-1983 döneminde GSMH ve TTÜ'de (Toplam Toplumsal Ürün) sanayinin payı tarımın payını geçerek Türkiye tarım-sanayi ülkesi olmaktan çıkmış sanayi-tarım ülkesine dönüşmüştür (Türkiye’de Kapitalizmin Gelişmesi, 3. kitap). Bu da ezber bozan bir gelişmedir.
İhracatta tarımın payı daha 1990'da yüzde 15,6'dan 2000'de yüzde 6'ya, 2010'da da yüzde 4,2'ye düşerken aynı yıllarda sanayi üretimin payı yüzde 81,1'den yüzde 90,9'a ve 92,8'e çıkmıştır. Geriye kalan oran da madencilik ve “diğerleri” kalemlere dahildir.
Bu veri de ezber bozmaktadır.
Aslında sorunun esası, Buldan'lı Cemal efendi ile Türkiye'nin sosyo-ekonomik yapısı arasındaki diyalektik bağı anlamaktır. Buldan'lı Cemal efendi ve Asım efendiyi anlamayan Türkiye'de kapitalizmin gelişmesinin nereden nereye gelmiş olduğunu asla anlayamaz. Bu nedenle Türkiye'de kapitalizmin gelişmesi, kat ettiği evre, Buldan'lı Cemal ve Asım efendilerin neyi, hangi sınıfsal özellikleri hangi ekonomik koşullar içinde oluşarak nasıl temsil ettiklerini anlamaktan geçer (Türkiye’de Kapitalizmin Gelişmesi, 2. kitap).
Bir zamanlar, örneğin en geç olarak 1970'li, 1980'li yıllarda; her halükarda geçen yüzyılın son çeyreğinde Buldan'lı Cemal'i anlamayanın Türkiye'de kapitalizmin gelişmesini anlayacağını beklemek nasıl ki “boşuna bekleyiş”ten farksız idiyse, şimdi 21. yüzyılın, diyelim ki ilk çeyreğinde Türkiye'nin, Türk kapitalizmi ve sermayesinin gücünü ve gelişmişlik seviyesini anlamayanın, o zaman Buldan'lı Cemal'i anlamayandan hiçbir farkı yoktur.
Sözün kısası; Türkiye'de kapitalizm gelişmiş, gelişmiş, gelişmiş bu duruma gelmiş! O tespiti yaptığımızda da orta düzeyde gelişmiş ülkeler kategorisindeydi, bugün de aynı kategoridedir. Ama bazı ülkeler, birtakım özelliklerinden dolayı, örneğin Türkiye'nin stratejik konumu ve dünya jeopolitikasındaki önemi, kapitalizmin tekelci kapitalizm olarak nispeten hızlı gelişmesi (devlet desteği, teşvikler) vb., orta derecede gelişmiş durumlarından dolayı bölgesel güç olabilmişlerdir. Hindistan böyle bir ülkedir. Keza Brezilya da öyledir.
Eşitsiz gelişme yasasının geçerliliğini inkar ederek; başka ülkelerde kapitalizmin gelişmesini kabul edip Türkiye söz konusu olduğunda bu gelişmeyi reddederek bir yere varılmaz. Türkiye söz konusu olduğunda eşitsiz gelişme yasasını, “yarı-feodal üretim tarzı” üretme pahsına reddederek sınıf mücadelesine katkımız ne olabilir? Hele hele, kapitalizmin çöktüğünü, kapitalizm ötesi bir düzene geçildiğini, bu düzenin isyan, kaos, anarşi olduğunu kanıtlamak için kapitalizmin nesnel ekonomik yasalarını, bu arada eşitsiz gelişme yasasını da ortadan kaldırmanın “teorisini” yapmak da durumu kurtarmıyor. Öyle anlayışlar var ki, insan şaşıp kalıyor. ‘Kapitalizmin tekelci aşamasında geri kapitalist bir ülkenin emperyalist kampa sıçrama olanağı tarihsel olarak aşılmıştır’ diyerek akıllara durgunluk veren “emperyalizm” analiziyle örneğin Türkiye’nin veya başka bir ülkenin artık emperyalist olamayacağı açık açık ifade ediliyor. Yani kapitalizmde eşitsiz gelişme yasası artık ‘Kapitalizmin tekelci aşamasında geri kapitalist bir ülke’ için geçerli değildir denebiliyor.
Eşitsiz gelişme yasası, kapitalizmin nesnel, içsel bir yasasıdır; eşitsiz gelişme yasası olmaksızın kapitalizm de olmaz. Her bir kapitalist ülkenin farklı gelişme göstermesinin nedeni bu yasanın işlerlik koşullarından dolayıdır; birtakım imkanlar sonucunda her bir ülkede ekonomik gelişme farklı olur. Türk burjuvazisi de bu imkanlarını kullanarak gelişmesinin son yıllarında emperyalist ülkelerin her dayatmasına boyun eğmeyen, kendi çıkarlarını da göz önünde tutan bir aşamaya gelmiştir. Dünya ekonomisinde sayılı güçlerden birisidir; bölgesel bir güçtür ve 2000'lerden bu yana dünyaya açılımı, emperyalist ülkelerin dikkatinden kaçmamıştır. Mevcut sınırların artık dar geldiğini düşünen sermaye, dünya pazarında pay kapma derdindedir. Diktatör Erdoğan da bu sermayenin çıkarlarını siyasi olarak temsil etmektedir. Erdoğan'ın dış politikası, Türk sermayesinin çıkarlarını dile getirmektedir. Bu da emperyalist ülkelerin çıkarlarıyla, Türkiye'de ve Türkiye üzerinden planlarıyla çelişmektedir.
Eşitsiz gelişme yasasının etkisini daha 12 Eylül 1980 askeri faşist darbesinde çok bariz bir biçimde görmekteyiz. Bu darbeyi “sol” genellikle kendine karşı yapıldığını sanır. Doğrudur, bu darbenin gerçekleştirilmesinin iki ana nedeni varsa bunlardan birisi, Türkiye'de gelişen örgütlü devrimci mücadelenin önünü almaktı, ülkede sermayenin istediği “mezar suskunluğu” yaratmaktı. Diğer neden ise kapitalizmin, ekonominin kabuk değiştirme sürecinin önünü açmaktı. O zamana kadar devlet koruması altında palazlanan büyük burjuvazi, sanayi, ticaret, bankacılık vb. alanlarda kendi çıkarını ifade eden yapısal değişim talep etmekteydi, dışa açılmak istiyordu ve istediği de oldu (Türkiye’de Kapitalizmin Gelişmesi, 3. kitap).
“Sol” ve özel olarak tanımlamak istersek “Marksist”, “Marksist-Leninist”, küçük burjuva, bu gerçeği ne o zaman ne de bugün anlamıştır.
Türkiye'nin ekonomik gücünü önemsemeyebiliriz, küçümseyebiliriz. Ama üreten ve bu anlamda dinamik bir ekonomi olduğunu unutmayalım (Bu konuda “sol” olarak ortak bir yanımız vardır; hep el ele verdik, cehalet düzeyindeki ekonomi değerlendirmelerimizle memleketi sürekli batırdık, krizden çıkartmadık, ama hiçbir değerlendirmemiz doğru çıkmadı. Bu öznelliğimizin sınıf mücadelesine “katkı”sını hala sorgulamıyoruz). Ama Türk burjuvazisi, müttefikleriyle mevcut bağımlılık ilişkilerini sorgulamaktadır; artık eski bağımlılık ilişkileri içinde değil de, yeni oluşturulacak ilişkiler içinde olmak istediğini politikalarıyla dile getirmektedir. Türkiye ile emperyalist ülkeler arasındaki çelişkilerin kaynağı da budur. 'Dünya gücüyüm, dünya çapında oyuncuyum' abartısını (isterseniz buna saçmalık da diyebilirsiniz) bir kenara bırakırsak, bölgesel güç olmasının gereğinin yerine getirilmesini talep etmektedir. Bu da çelişkileri, farklı politikaları beraberinde getirmektedir. Örneğin Ortadoğu'da (Irak, Suriye), Doğu Akdeniz’de, Libya’da, Güney Kafkasya’da, hatta Karadeniz’de Amerikan emperyalizmiyle Türkiye arasındaki çelişkilerin kaynağı bu farklı duruşlarda aranmalıdır. Balkanlar'da Türkiye, başta AB olmak üzere hemen her emperyalist ülkeyi rahatsız etmektedir. Keza Afrika'da da öyle (Bu kıtada Türk işletmeleri, Çin'den sonra ikinci büyük yatırımcı konumundalar). Kafkasya-Hazar Havzası'nda, Orta Asya'da Rusya ile çelişki içindedir. Doğu'dan (Hazar Havzası) ve Güney'den (Ortadoğu ve Doğu Akdeniz) enerji sevkıyatı için en uygun geçiş koridorunun Anadolu coğrafyası olması Türk burjuvazisine ayrı bir fırsat vermektedir.
Bu nedenlerden dolayı Türk burjuvazisi, artık, şimdiye kadar olduğu gibi kendine biçilen rolü kabullenmek, kendine biçilen gömleği giymek istemiyor; o rolün ve gömleğin biçilmesinde bizzat söz sahibi olmak istiyor.
Ezber bozan gerçekleri görmemek için emperyalist ülke denince ABD'yi, Almanya'yı, Fransa'yı, Japonya'yı, İngiltere'yi, İtalya'yı, Kanada'yı anlarım; emperyalist çağın başından bu yana emperyalist olarak var olan bu ülkeler dışında emperyalist ülke tanımıyorum diyorsanız, yapacak bir şey yok. O zaman örneğin Rusya'yı, Çin'i, Hindistan'ı, evet Güney Kore'yi, Brezilya'yı nereye koyalım? Bu ülkeleri hangi ülke kategorisine dahil edelim?
Türkiye, sermaye ihraç eden ülke konumundadır. Bunu küçümseyebilirsiniz, abarttığımı söyleyebilirsiniz. Ama sermaye ihracının da bir başlangıcı vardır ve Türk sermayesi başlangıç aşamasını çoktan aşmıştır. Bunu görmek gerekir. Açık ki, bir Almanya, ABD; bildik klasik emperyalist ülkeler kadar sermaye ihraç edememektedir. Bu durum onun orta derecede gelişmiş emperyalist bir ülke olduğunu gösterir. Ama Türkiye, ekonomisinin dinamikliğinden ve gücünden dolayı her dönem uluslararası sermaye hareketinin bir parçası olmuştur, olmaya da devam etmektedir; Türkiye, uluslararasılaşmış sermaye için vazgeçilemez bir pazardır. Bu kadar “sıcak”,”soğuk” parayı nasıl çekiyor üzerine biraz düşünsek nasıl olur?
Yabancı sermayenin Türk ekonomisi üzerindeki etkisinden; yerli sermayenin yabancı sermayeye bağımlılığından ve hatta yerli sermayenin olmadığından bahsedebilir, 1970'lerden bu yana dilimizden düşürmediğimiz “tekerlemeyi” tekrarlayabilirsiniz. Peki, böyle düşünürken, acaba Türk ekonomisinde, şirketlerinde yabancı kontrollü girişim oranı hangi boyutlardadır diye kendimize bir sorsak ve analiz etsek nasıl olur?
AKP'nin dış politikada sergilediği birtakım ”açılım“lar, Türkiye'de kapitalist gelişmenin ve buna bağlı olarak da burjuvazinin kabuk değiştirdiğini göstermektedir. AKP, hükümet olma mücadelesini geride bırakarak iktidar olmuştur. AKP'yi iktidar yapan onun ne birtakım geleneklerin, dini inançların savunucusu ve uygulayıcısı olmasıdır ne de “liberal” veya ”ileri demokrasi“ye geçişte kararlı olmasıdır; büyük burjuvazinin iki kanadı arasındaki mücadelede; uluslararası tekelci sermaye ile uyumluluk içinde yerli tekelci sermayenin çıkarlarını en iyi bir biçimde savunma mücadelesinde siyasi sorumluluğun ona verilmesidir. Burjuvazi son on yıldan bu yana veya AKP'nin hükümet olmasından bu yana uluslararası politikada ve Türkiye'nin başka ülkelerle ilişkilerinde oldukça cüretkâr hareket etmektedir. Tabii bu, Erdoğan'ın “Kasımpaşalı” olmasıyla açıklanamaz. Burjuvaziyi cüretkârlaştıran birtakım faktörlerin olması gerekir.
Türk burjuvazisi ve sermayesi, gelişmesinin belli bir aşamasından sonra iç ve dış siyasette; başka ülkelerle; müttefikleriyle, komşu ülkelerle ilişkilerinde şimdiye kadar olmadığı kapsamda sorunlar yaşamaya başlamıştır. Türkiye, bir taraftan sermeyenin yeni çıkarları doğrultusunda değişiyor, ama bu değişim içte ve dışta sorunsuz olmuyor, sancılı oluyor. Türkiye'nin ne mevcut bürokratik yapısı ne de bu yapıya şimdiye kadar hakim olan kesimlerin devleti yapılandırma anlayışı Türk sermayesinin önünü açmaktadır. Burjuvazinin belli kesimleri arasındaki iç kavga aslında bu yapılanma sorunundan kaynaklanmaktadır. Kimi bunu “Atatürkçülük”, “laiklik”, Avrupa yanlılığı adına sürdürmeye çalışırken, AKP'li ve AKP'ye yakın büyük sermaye, devletin, sermayenin dünyaya açılımını sağlayacak, teşvik edecek bir yapılanma içinde olması gerektiğini savunmaktadır. Bu, başka ülkelerle, sermayelerle rekabet ve çatışmadan başka bir anlam taşımamaktadır.
Türkiye'de devlet korumacılığı altında birikim, bu korumacılığı kalkan olarak kullanan o eski sermaye grupları, bu anlayışta oldukları müddetçe “yeni” Türkiye'de fazla bir önemleri kalmayacaktır. Oluşan, güçlenen ve iktidarda AKP gibi sözcüsü olan yeni sermaye grupları, Türk burjuvazisinin ve kapitalizminin geleceğini belirliyorlar; bu geleceğin de sadece mevcut sınırlar içinde olmadığını, dünyaya açılarak belirleneceğini görüyorlar. Kendi aralarındaki kavga bunun kavgasıdır.
AKP hükümeti ve diktatör Erdoğan bir konuda oldukça başarılı olmuşturlardır. Hedeflerini iyi bildikleri gibi, o hedefe ulaşmak için nasıl bir yol, politika izleyeceklerini de iyi biliyorlar. Hemen hiç bir etkisi olmayan ana muhalefet de (CHP), AKP ve Erdoğan'ın işini kolaylaştırıyor. Burada söz konusu olan “eski”-”yeni” kavgasıdır. “Eski” Türkiye'nin karşısında “yeni” Türkiye konmaktadır. Bu “eski” sermaye ile “yeni” sermayenin açık bir çatışmasıdır. Bu çatışma, aynı zamanda uluslararası arenada müttefiklerle de çatışma demektir. Emperyalizm, Türkiye'yi uygun gördüğü bağımlılık ilişkileri içinde; o “eski” Türkiye içinde tutmuştu şimdiye kadar. Bunun devam etmesini istiyor. AKP'nin anladığı “yeni” ise mevcut bağımlılık ilişkilerinin kırılması, yeni ilişkilerin kurulması için mücadeledir. Bu mücadelenin nasıl sürdürüldüğünü, hangi boyutlara taşındığını 15 Temmuz darbe girişimi, yeni ulusal güvenlik politikası, Suriye'de işgaller, Libya, Doğu Akdeniz, Güney Kafkasya, diktatörün “Misak-ı Milli” açıklaması vb. çok açık bir biçimde göstermektedir.
Emperyalizm-bağımlılık ilişkilerinde ezber bozan bu gerçekler karşısından “sol” olarak nerede duruyoruz? Bunu kendimize bir soralım.
Orta düzeyde ülkeler de geliştiler, gelişiyorlar ve yeni emperyalist ülkelere dönüştüler, dönüşüyorlar
Bu konuda rivayet çeşitlidir. Örneğin Alman Maocuları (Almanya Marksist-Leninist Partisi) “yeni emperyalist ülkeler”i neredeyse tek kıstasa dayanarak tanımlıyorlar. Bir ülkenin, dünyanın en büyük 500, 1000 veya 2000 tekeli arasında yer alan tekelleri var mı, yok mu sorusundan hareketle o ülkenin “yeni emperyalist” ülke olup olmadığına karar veriyorlar. Haksızlık etmeyelim, neredeyse bu tek kıstasa indirgiyorlar. Böyle bir kıstas aramak tabii yanlış olmaz, ama bir ülkeyi “yeni emperyalist ülke” olarak tanımlamak için de yetersiz kalır. Dünyanın ilk 500, 1000, 2000 tekeli arasında Türkiye’den de birkaç tekelin olduğunu belirtelim. (Çarlık döneminde Rusya’nın kaç uluslararası tekeli vardı, bunu bilemem. Ancak Lenin, Rusya’yı emperyalist olarak tanımlarken Rus tekel sayısına bakmamıştı). Türkiye bağlamında “alt-emperyalizm” kavramını kullananların yanı sıra Mao'nun çok sevdiği “iflah olmazlar” kavramına uygun biçimde gerçeği reddetmek için yeni bir üretim tarzı keşfederek, memleketi “yarı feodal üretim tarzı”na; emperyalizme bağımlılık anlayışını “üç dünyacı”, 1970'lerin küçük burjuva emperyalizm yorumlarına dayandırarak, değişmezliğe mahkum ederek, emperyalizmi her şeye muktedir kılan ve daha nice garip, şu veya bu ideolojiyle, teoriyle açıklanması pek mümkün olmayan; ideolojilerin (burjuva, işçi sınıfı) melezleştirilmesinin bir ürünü olan değerlendirmeler yapanlar da var. Bütün bunları ayrı bir çalışmanın konusu olarak ele almak gerekir.
Türkiye'de genellikle 1970'li yılların ürünü olan Maoizm, “üç dünya teorisi” ağırlıklı emperyalizm anlayışı, biraz aşınsa da hala etkilidir. Bugün de ülkeleri belli gelişmişlik kategorilerine ayırma yöntemi o zamandan kalmadır. Bu yöntemin/anlayışın içinde emperyalizme bağımlı, yeni sömürge ülkelerin gelişebilecekleri, emperyalist ülkelerle rekabet edebilecek duruma gelebilecekleri yoktur. Her ülkenin yeri bellidir: Emperyalist ülkeler, onlara bağımlı, yeni sömürge ülkeler. Başka bir sınıflandırma yoktur. Bu sınıflandırmaya bağlı olarak da ülkeler sosyo-ekonomik bakımdan tanımlanırdı; gelişmiş kapitalist ülkeler (emperyalist ülkeler), az gelişmiş kapitalist ülkeler, “az gelişmiş tutulan ülkeler”, feodal, yarı-feodal ülkeler. Bunların son dördü kaçınılmaz olarak emperyalizme bağımlı ülkeler olarak tanımlanır ve boyunlarına takılan az gelişmişlikten, feodal ve yarı-feodal olmaktan bir türlü kurtulamazlardı. Yöntem, bu ülkeleri kafamızda oluşturduğumuz kategoride yer almaya mahkum ediyordu.
III. Enternasyonal'in (Komintern) VI. Kongresi'nde (1928) tartışılan ve kabul edilen programında - Komünist Enternasyonal Programı) ülkeler gelişmişlik düzeylerine göre farklı kategorilerde tanımlanır:
1- “Çok gelişmiş kapitalist ülkeler (ABD, Almanya, İngiltere vs.)”.
2- “Kapitalist gelişmesi orta düzeyde olan ülkeler (İspanya, Portekiz, Polonya, Macaristan, Balkan ülkeleri vs.)”.
3- “Sömürge ve yarı sömürge ülkeler (Çin, Hindistan vs)”.
4-”Bağımsız ülkeler (Arjantin, Brezilya vs.)”.
5- “Daha da geri ülkeler (Afrika'nın bazı bölgelerindeki ülkeler)” (“Komünist Enternasyonal VI. Dünya Kongresi Protokolü”, C. IV, s. 79-80, Almanca).
Aslında 1970'li yıllardaki ülkeleri gelişmişlik durumuna göre grupladırmakla Komintern'in gruplandırması arasında bir fark yok. Ama her iki gruplandırma arasındaki zaman farkı bir gerçeği gösteriyor. Komintern gruplandırmasında adı geçen ülkeler aynı konumda değiller. Geçen zaman bu ülkeleri belli bir kategoriye mahkum edemeyeceğimizi gösteriyor; gelişme inkar edilemiyor. Ama 1970'li yıllardaki sakatlanmış, dondurulmuş emperyalizm kavrayışı etkisini hala sürdürmektedir; bu nedenle bazı ülkelerin sergilediği gelişme görülmüyor; yöntem buna izin vermiyor. Bir defa bağımlı hep bağımlı anlayışı ilke, kural haline getirilmiş.
Ya bizde bir sorun var veya da o zamanki komünistlerde bir sorun vardı. Daha 1928'de Komintern ülkeleri gelişmişlik düzeyine göre tasnif ediyor ve kategorilere göre devrim önerilerinde bulunuyor. Ama o ülke komünistlerine, ülkeniz hep bu kategorilerde kalacaktır demiyor. Günümüzde ise neredeyse deniyor (Herhalde yeni bir Komintern olmadığı için!): Bir defa emperyalistsen bütün zamanlar için emperyalistsin; bir defa bağımlı, yarı sömürge isen bütün zamanlar için bağımlı, yarı sömürgesin!
Ama gerçekler hiç de öyle değil. Buradan çıkartmamız gereken sonuç şu olmalı: O zamanki gelişmişlik durumlarına göre söz konusu bu ülkeler farklı kategorilerde yer alıyorlardı. Şimdi ise hem o ülkeler hem de o zaman belirtilmeyen ülkeler, değişik kategorilerde yer alıyorlar. Örneğin, Çin'in, Hindistan'ın sömürge, yarı sömürge olduklarını, İspanya'nın orta düzeyde olduğunu söyleyebilir miyiz? Söyleyemeyiz. Bu ülkeler bugün emperyalist ülkeler kategorisinde yer almaktalar.
Bu ve başka ülkeler gelişiyorlar, değişiyorlar. Peki, Anadolu coğrafyasının “günahı” ne? Bu değişim, gelişme dünyanın her tarafında kol geziyor da Türkiye'ye neden uğramıyor?!
Türkiye'de “sol”, emperyalizm-bağımlılık ilişkilerini; emperyalizme bağımlılığın diyalektik olarak ne anlama geldiğini hiç anlamamıştır. Tamam, doğrudur, Türkiye'de kapitalizm emperyalizme; Türk sermayesi, emperyalist sermayeye, Türk burjuvazisi emperyalist burjuvaziye bağımlıdır. Nihayetinde dünya ekonomisi, halka olarak tanımlanan ülkelerden oluşmaktadır; bu ülkeler, dünya ekonomisi istediği kadar bütünleşsin, sermaye ve üretim istediği kadar uluslararasılaşsın hala ulus-devlet olarak, ulus-sermaye olarak o bütünleşmiş pazarlarda birbirleriyle acımasızca rekabet ediyorlar; gerekirse ordularıyla silah elde savaşıyorlar. Bunların hepsi emperyalist küreselleşme ilişkileri içinde oluyor. Ama bu ilişkiler, Türkiye somutunda da bu bağımlılık, Türkiye'de kapitalizmin gelişmesinde, sadece gelişmesinde değil, sıçramalı gelişmesinde engel teşkil etmiş midir? Etmemiştir. Emperyalizm, gelişmenin önünde engel değildir, ama bağımsız gelişmenin önünde kesinlikle engeldir. (Bugün ABD ve AB’nin Türkiye ile ilişkilere bakışı buna bir örnektir) Emperyalizm koşullarında bağımlı, yeni sömürge ülkeler, pekala ekonomik olarak gelişebilirler ve emperyalist ülkelerle rekabet edebilirler veya emperyalizm koşullarında bağımlı ülkeler, emperyalist ülkelerle rekabet edecek kadar gelişebilirler, gelişmiş birçok kapitalist ülkeyi geride bırakabilirler. Özellikle MIST ülkeleri buna birer örnektir. Stalin'in örnek verdiği Hindistan, bugün çok sayıda Hindistan olmuştur.
Komünist Enternasyonal, sözü geçen programında ülkeleri kategorilere ayırırken aslında gelişme düzeylerini gösteren bir hiyerarşi piramidi oluşturuyordu. Biz burada bu kategorileştirmeyi, o ve şimdiki zaman aşısından gösterelim:
“Çok gelişmiş kapitalist ülkeler” (emperyalist ülkeler):
G-7: ABD, Almanya, Japonya, İngiltere, Fransa, İtalya, Kanada.
“Çok gelişmiş kapitalist ülkeler” (emperyalist ülkeler) ve “Kapitalist gelişmesi orta düzeyde olan ülkeler”:
G-20: ABD, Almanya, Japonya, İngiltere, Fransa, İtalya, Kanada, Avrupa Birliği , Arjantin, Avustralya, Brezilya, Çin, Hindistan, Endonezya, Meksika, Rusya, Suudi Arabistan (Biraz duruma aykırı ama G-20 içinde sayılıyor), Güney Afrika, Güney Kore, Türkiye.
“Kapitalist gelişmesi orta düzeyde olan ülkeler”:
E-7: Çin, Hindistan, Brezilya, Rusya, Endonezya, Meksika, Türkiye.
BRICS: Brezilya,, Rusya, Hindistan, Çin, Güney Afrika.
MIST: Meksika, Endonezya, Güney Kore, Türkiye.
Komünist Enternasyonal tanımlamasına göre bugün ülkelerin gelişmişlik düzeyi bakımından tasnifi |
|||
G-7 |
G-20 |
E-7 |
BRICS |
“Çok gelişmiş kapitalist ülkeler” (Emperyalist ülkeler) |
“Kapitalist gelişmesi orta düzeyde olan ülkeler” |
“Kapitalist gelişmesi orta düzeyde olan ülkeler” |
“Kapitalist gelişmesi orta düzeyde olan ülkeler” |
ABD Almanya Japonya İngiltere Fransa İtalya Kanada |
G-7 ve AB hariç aşağıdaki ülkeler: Arjantin Avustralya Brezilya Çin Hindistan Endonezya Meksika Rusya Suudi Arabistan Güney Afrika Güney Kore Türkiye |
Çin Hindistan Brezilya Rusya Endonezya Meksika Türkiye |
Brezilya Rusya Hindistan Çin Güney Afrika |
Günümüzde ülkelerin “çok gelişmiş emperyalist ülkeler”, “gelişmesi orta düzeyde olan yeni emperyalist, emperyalistleşen ülkeler” olarak tasnifi |
|||
Çok gelişmiş emperyalst ülkeler |
“Gelişmesi orta düzeyde olan, yeni emperyalist, emperyalistleşen ülkeler” (G-7, Arjantin ve Suudi Arabistan hariç G-20, BRICS ve MIST ülkeleri |
Orta derecede gelişmiş kapitalist ülkeler |
|
ABD Almanya Japonya İngiltere Fransa İtalya Kanada |
Avustralya Brezilya Çin Hindistan Endonezya Meksika Rusya Güney Afrika Güney Kore Türkiye |
Arjantin (Tasnifi G-7, G-20, E-7, BRICS ve MIST ülke gruplarına göre yaptığımız için bu kategoriler dışında kalan ülkeler dikkate alınmamıştır) |
“Gelişmesi orta düzeyde olan”, “çok gelişmiş” ülkelere nazaran “az gelişmiş, yeni emperyalist, emperyalistleşen ülkeler” kategorisindeki ülkeler, ayrıntılı analiz edilebilir. Şayet bu analiz yapılırsa şunu görürüz: Bu ülkeler, geçişkenliğin süreklilik arz ettiği; hızlı gelişmelerin, sıçramaların olduğu kategoriyi oluşturmaktalar. Bu kategorinin en üstünde örneğin Çin, Rusya gibi ülkeler yer alırlarken alt kısmında da Endonezya, Meksika, Güney Afrika, Türkiye gibi ülkeler yer almaktalar. Hindistan, Güney Kore gibi ülkeler de orta alanda yer alırlar. Açık ki, bu kategoride yer alan ülkeler arasında önemli düzey farklılığı vardır.
Burada Lenin’in deyimiyle darkafalı küçük burjuva tarafından yasallaştırılmış anlayışla, Marksizm-Leninizm’in ülkelerin gelişmesi konusundaki anlayışı arasındaki farkı göstermek isterim. Küçük burjuva, toplumsal ve ekonomik gelişmeyi nasıl anladıysa veya bu gelişme düzeyini kafasına nasıl nakşettiyse yaşamı öyle görür; değişim yoktur! Marksizm-Leninizm’e göre toplum ve ekonomi, sürekli değişim içindedir. Nicel gelişme, birikim sonuçta nitel değişime dönüşür vs.
Türkiye'de küçük burjuva, sosyo-ekonomik yapıyı durağan görür. Bu anlayışa göre yapılan bir analizde emperyalist ülkelerle orta düzeyde gelişmiş ülkeler arasında bir geçişenlik yoktur; emperyalist ülke emperyalisttir, orta düzeyde gelişmiş ülke orta düzeyde gelişmişlikle sınırlıdır. Öyle ki, bu düşünceye göre orta düzeyde gelişmiş bir ülkenin emperyalist olabilme hakkı yoktur. Bu, yasaklanmıştır! Ama 20. ve 21. yüzyıl gerçekliği tamamen farklıdır; birçok ülke, eşitsiz gelişme yasasının bir sonucu olarak feodallikten, yarı feodallikten, sömürge ve yarı sömürge olma statüsünden çıkarak emperyalist ülke olma konumuna gelmiştir. Hindistan, Endonezya, Güney Kore buna birer örnektir. Demek oluyor ki, orta düzeyde gelişmiş bir ülke de pekala mevcut olanaklarını kullanarak hamleler yapabilir ve emperyalistleşebilir. Türkiye bu türden gelişme için tipik bir ülkedir. Ama küçük burjuva bunu asla anlamaz. Ona göre sosyo-ekonomik yapı durağandır; en üstteysen hep oradasın; ortalarda bir yerdeysen hep orada kalacaksın; altta bir yerdeysen hep orada kalacaksın! Bu düşünme tarzının en tipik savunucularını yukarıda adı geçen Partizan çevresinde bulabilirsiniz. Bu arkadaşlar, Türkiye'nin sosyo-ekonomik yapısını değiştirmemek, durağan olduğunu “kanıtlamak” için yeni bir üretim tarzı üretebilme maharetini göstermişlerdir. Bunu da “yarı-feodal üretim tarzı” diye tanımladılar. Soralım: Türkiye neden kapitalist, orta düzeyde gelişmiş emperyalistleşen bir ülke değil de, “yarı-feodal” bir ülke veya “yarı-feodal üretim tarzı”nın hakim olduğu bir ülke? Verebileceğiniz bir cevap var mı?
Bu Maocularımızın ve bir biçimde aynı mantığın esiri olanların ezberini bozmak kolay değildir, hatta mümkün değildir. Bu mantığa göre emperyalizm, sömürgesiz olmaz, kendine bağladığı ülkelerin gelişmesine izin vermez. Bu cüretkar söylem aslında doğrudan ve düpedüz Marks'ın “Kapital”deki ve Lenin'in “Halkın Dostları Kimlerdir ve Sosyal Demokratlara Karşı Nasıl Mücadele Ediyorlar?” ve “Emperyalizm” yapıtlarındaki öğretisinin açık inkarıdır. Her üç yapıtta da Marks ve Lenin, -şu veya bu konuda ne dediklerini bir kenara bırakalım- soruna yöntemsel yaklaşımlarıyla “gelişmeye izin verilmez”liğin mümkün olamayacağını, bunun diyalektiğe aykırı olduğunu döne döne açıklarlar. Tabii, bu döne döne açıklamayı anlamak için önce “Kapital” sonra da “Halkın Dostları Kimlerdir ve Sosyal Demokratlara Karşı Nasıl Mücadele Ediyorlar?” ve “Emperyalizm” yapıtlarını hem içerik hem de yöntem bakımından anlamak gerekir.
Yukarıdaki tasnife bir daha bakalım. Çok gelişmiş emperyalist ülkeler kategorisiyle gelişmesi orta düzeyde olan, çok gelişmiş olanlara nazaran az gelişmiş, yeni emperyalist, emperyalistleşen ülkeler kategorisi arasındaki fark, sadece niceldir. Örneğin sermaye ihracı, teknoloji kullanımı, meta üretimi, ihracat-ithalat ve bileşimi bakımından her iki kategori arasında nitel değil, nicel farklar vardır. Örneğin ABD'nin, Almanya'nın sermaye ihracıyla Çin'in, Türkiye'nin, Endonezya'nın sermaye ihracı arasındaki fark rakamsaldır; ABD ve Almanya 100 sermaye ihraç ederken Türkiye ve Endonezya belki 10 sermaye ihraç ediyor. Burada önemli olan, ölçek olan, sermaye ihracındaki sürekliliktir. Nitel aynılık, her iki ülke grubunun da sürekli sermaye ihraç etme yeteneğine sahip olması ve sermaye ihraç etmesidir. Çok gelişmiş emperyalist ülkelerin elinde olan teknoloji az gelişmiş emperyalist ülkelerin elinde olmayabilir, ama o teknolojiye sahip olmaları sadece bir zaman meselesidir. Nasıl ki, her çok gelişmiş emperyalist ülke atom bombasına sahip değilse, az gelişmiş veya yukarıdaki tasnifte yer almayan Pakistan atom bombasına sahiptir. Demek ki, atom bombasını yapmak için gerekli teknolojiye sahip olmak çok gelişmiş emperyalist ülke olmak için bir kıstas değildir.
Küçük burjuva, Türk kapitalizminin dünyanın çeşitli bölgelerine ve ülkelerine büyük yatırımlar yapan tekellere (sermaye gruplarına) sahip olduğunu ve bu sermayenin özellikle AKP hükümeti ve diktatör Erdoğan tarafından siyasi olarak temsil edildiğini; bu temsiliyetin sonucudur ki, müttefikleriyle arasının açık olduğunu kavrayacak durumda değildir. Ona göre Türkiye bir gün ABD'nin kucağında, ertesi gün Rusya'nın kucağında; bir gün ABD kullanıyor, ertesi gün Rusya kullanıyor. Ama nedense bir türlü de Türkiye'den vazgeçemiyorlar.
Küçük burjuva, Ortadoğu'da Türkiye’nin başta ABD olmak üzere Batı'lı müttefikleriyle yaşamakta olduğu gerginliğin çelişkiye dönüştüğünü, artık ABD'nin, NATO'nun bölgede sorunsuz jandarmalığını yapmaya hiç niyetinin olmadığını anlamıyor. Küçük burjuva, Türkiye ekonomik bakımdan güçlendikçe, kendi çıkarlarını ön plana çıkartmaya başladığını, Gülen Hareketi'nin ordudaki tahribatına rağmen hala oldukça güçlü ve modern silahlara sahip, silah bakımından dışarıya bağımlılığını yüzde 30'lara indirmiş bir orduyla rekabet gücünü artırdığını görmüyor.
Türk burjuvazisinin geliştirdiği yeni güvenlik politikası, Türkiye'nin jeopolitik önemini kavrayarak, kendi çıkarları için kullanarak hareket etme özgüvenine sahip olmaya başlaması, Türk sermayesinin bölgesel ve dünya çapında rekabet etme gücünün bir yansımasıdır. Bu rekabet meselesinde burjuvazinin kendi gücünü abarttığı açıktır, ama bundan hareketle onu küçümseme lüksümüz olmamalıdır.
Açık ki, Türkiye geçen yüzyılın ikinci yarısındaki, daha da daraltırsak son çeyreğindeki Türkiye değildir. Türkiye'de kapitalizmin gelişmişlik seviyesi ve Türk burjuvazisinin bugün içte ve dışta yaşadığı sorunlar kabuk değişiminin sancılarıdır. Bu sancıları, var olup olmamasından bağımsız olarak ekonomik, siyasi vb. krizlerle açıklamak mümkün değildir.
Türkiye'de kapitalizm, Türk burjuvazisi belli bir sıçrama gerçekleştirmiştir; şimdiye kadar var olduğu gibi var olmanın artık mümkün olmadığını, aynı ilişkiler ve gelişme aşamasında kalınamayacağını görmektedir. Bu nedenle gelişmesinin daha ileri bir aşamasında kendine bir yer açma sorunuyla karşı karşıyadır. Bu yer açma sorunu, varmak istediği aşamada var olan güçlerle çelişkili bir durumun oluşmasına neden olmaktadır.
Türk burjuvazisi ve kapitalizmi kendisini, varmak istediği aşamada orada olanlara kabul ettirmek sorunuyla karşı karşıyadır. Batı'lı müttefikleriyle, Rusya ile sorunun-ilişkilerin kaynağı budur; ilişkilerin şimdiye kadarkinden daha üst seviyede düzenlenmesi talebi, Türk burjuvazisinin ve kapitalizminin talebidir. Ya bunu kabul ettirir veya da “şamar oğlanı” olur. Önümüzdeki görülebilir zaman içinde bunun ikisinden birisi gerçekleşecektir; Türkiye, Batı'lı emperyalist müttefikleri veya da Rusya tarafından ya hizaya getirilecektir; uslandırılıp, eskisi gibi uysal köleye dönüştürülecektir veya da kendisini kabul ettirecektir. Türkiye'nin kendisini kabul ettirmesi için elindeki kozlar, en azından küçük burjuvazinin düşünce ufkunu aşan boyutlardadır. Ortadoğu'da IŞİD'e karşı mücadele, Suriye'de işgaller, keza birçok ülkede kalıcı üsler; Libya; Doğu Akdeniz güç göstergesinin bir yanı ise, diğer yanı da Avrupa ve dünya pazarlarına enerji sevkiyatında oynayabileceği rol ve nihayetinde kapitalizm var oldukça var olacak jeopolitik önemini kullanmasını bilmesi, mevcut ekonomik ve askeri gücünün yanı sıra Türkiye'nin kozları olacaktır. Hal böyleyken Türkiye'yi yarı-feodalliğe, az gelişmiş kapitalizme vb. mahkum etmenin sürdürülen sınıf mücadelesine katkısının ne olacağını bu konuda ısrarlı olanların bir daha düşünmeleri gerekmez mi? Gerekir.
Unutmamak gerekir ki, Türkiye Balkanlar-Kafkasya/Hazar Havzası-Ortadoğu üçgeninin merkezini oluşturan ülkedir. Türkiye, bu üçgen içinde ayakta kalabilmenin ötesinde en güçlü ülkedir. Kaderi, coğrafyayla hiçbir ülkede görülmemiş derecede bütünleşmiştir. Türk burjuvazisi gücündeki gelişmeye paralel olarak bu gerçeklikten kurtulamayacağını anlamıştır.
Devem edecek
TÜRK BURJUVAZİSİ KENDİ HİKAYESİNİ YAZIYOR (IV)
“ALT-EMPERYALİZM”, “ÜST”-EMPERYALİZM VE TÜRKİYE
1) Açıklama:
Bu ve diğer makaleleri hazırlamak için daha önce yayınlanmış kitap çalışmalarımdan ve konuyla bağlamı olan bazı makalelerimden yararlandım. Ayrıca belirtilmediyse bütün verileri aşağıdaki çalışmalarda bulabilirsiniz:
İbrahim Okçuoğlu; Türkiye’de Kapitalizmin Gelişmesi – İç Pazarın Oluşma Süreci, Tarihi Yaklaşım, Birinci Kitap, Varyos Yayınları, Ağustos 1996.
--Türkiye’de Kapitalizmin Gelişmesi, İç Pazarın Oluşma Süreci, 1923-1950 Arası, İkinci Kitap, Ceylan Yayınları, Haziran 1999.
-- Türkiye’de Kapitalizmin Gelişmesi, İç Pazarın Oluşma Süreci (1951-1991), Yöntem ve Teori Üzerine Hesaplaşma, Üçüncü Kitap, genişletilmiş 2. baskı, Ceylan Yayınları, Nisan 2001.
-- Türkiye’de Kapitalizmin Gelişmesi, Türkiye Devriminin Diyalektiği, Dördüncü Kitap, Sınırsız Kitap Yayın, Eylül 2018.
--Emperyalist Küreselleşme ve Değişen Güçler Dengesi, Sınırsız Kitap Yayın, Eylül 2018.
--Günümüzde Emperyalizm (Sermaye ve Üretimin Uluslararasılaşma Süreci), Akademi Yayınları, Kasım 2011.
--Emperyalist Küreselleşme ve Jeopolitika, Ceylan Yayınları, Şubat 2009.
--Kapitalizmde Eşitsiz Gelişmenin ve REKABETİN TARİHİ-5, Ceylan Yayınları, Ocak 2006.
--Darbe Karakterli “Renkli Devrim” Girişimi ve Sonrası (I) http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com/2016/09/darbe-karakterli-renkli-devrim-girisimi.html
--Ortadoğu'da “İt Dalaşı” ve Türk Burjuvazisinin Durumu (Darbe Karakterli “Renkli Devrim” Girişimi ve Sonrası – II)
http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com/2016/10/ortadoguda-it-dalasi-ve-turk.html-- Musul “Seferi” ve Türk Burjuvazisinin Durumu (Darbe Karakterli “Renkli Devrim” Girişimi Ve Sonrası – III)
http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com/2016/11/musul-seferi-ve-turk-burjuvazisinin.html--Ulusal Güvenlik Politikası ve Türk Burjuvazisinin Durumu (Darbe Karakterli “Renkli Devrim” Girişimi Ve Sonrası – IV)
http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com/2016/12/ulusal-guvenlik-politikasi-ve-turk.html--Emperyalistleşen Türkiye ve Türk Burjuvazisinin Durumu (Darbe Karakterli “Renkli Devrim” Girişimi ve Sonrası – V)
http://ibrahimokcuoglu.blogspot.com/2017/03/emperyalistlesen-turkiye-ve-turk_14.html