deneme

29 Kasım 2000 Çarşamba

KIBRIS VE EMPERYALİST ÇIKARLAR

Katılım Ortaklığı Belgisi’nin (KOB) açıklanmasından sonra Türkiye-AB ilişkileri yeniden gerildi. Türk hükümeti, KOB’nin açıklanmasından önce sürdürülen pazarlıkların sonuçlarından hareketle oldukça rahat görünüyor ve AB’nin, Türkiye’nin hassasiyetlerini göz önünde tutacağına, Helsinki kararlarının dışına çıkılmayacağına inandığını açıklıyordu. Öyle de oldu. KOB, AB’nin, Türkiye’nin “hassasiyet”lerini dikkate alarak hazırladığı bir belge özelliğini taşıyor. Bu belgede Kürt kavramına yer verilmediği gibi, Helsinki’de Türkiye’nin önüne konan “ev ödevi”nin de ötesine geçilmedi. Ama Helsinki kararlarında da yer alan bir noktanın; Kıbrıs sorununun ele alınış tarihinin öne alınması ortalığı karıştırdı. Üyelik görüşmelerinin başlayabilmesi için veya AB-Türkiye ilişkilerinin belirlenen “yol haritası” doğrultusunda ilerlemesi için Kıbrıs sorununun çözümü, “kısa vadeli önlemler” paketine alındı. Oysa Helsinki zirvesinde Kıbrıs ve bunun ötesinde Ege sorunlarının çözümü, AB üyeliği için önkoşul yapılmamıştı.
Kıbrıs sorununun KOB’nde ifade edilişi oldukça masum; “Politik diyalog çerçevesinde BM Genel Sekreter’inin Kıbrıs sorununa çözüm bulunması sürecini başarılı bir sonuca ulaştırmak için harcadığı çabaları kuvvetle desteklemesi” Türk hükümetinden isteniyor. Bu çabalar, 2001 yılı sonuna kadar semeresini vermeli, yani Kıbrıs sorunu, AB’nin istediği şekilde çözümlenmeli. Türk hükümeti, BM Genel Sekreteri’nin çabalarını zaten destekliyorum, ama buna rağmen sorun 2001 yılı sonuna kadar çözülmezse bunun sorumlusu ben olmam diyebilirdi. Önce böyle demeye hazırlandı, ama sonra, gelişmenin yönünü anlamış olacak ki, bundan vazgeçerek, Kıbrıs üzerine oynanan oyunun açık tanımlanmasına yardımcı olan bir politikaya yöneldi. 24 Kasımda “Devlet Zirvesi”nde bir araya gelen Cumhurbaşkanı Sezer; Başbakan Ecevit; Başbakan Yardımcıları Yılmaz, Bahçeli ve Özkan; Kıbrıs’tan sorumlu Devlet Bakanı Gürel; Dışişleri Bakanı Cem; Genelkurmay Başkanı Kıvrıkoğlu ve KKTC Cumhurbaşkanı Denktaş, Kıbrıs’ın niçin önemli olduğunu ve neden ondan vazgeçilemeyeceğini kamuoyuna açıkladılar. “Devlet Zirvesi”nde, “bu şartlar altında KKTC’nin aracılı görüşmelerden ayrılması doğru bir karardır” sonucuna varıldı. Ecevit’in açıklamaları bunun ne anlama geldiğini yeteri kadar aydınlatıyor:
“Avrupa Birliği Kıbrıs’ı ele almasaydı, er veya geç bir uzlaşmaya varılacaktı. Ama bu konuda kimsenin bize bir şey söylemeye, hele yaptırım uygulamaya hakkı da, gücü de yoktur”
“KKTC Devleti’nin varlığı göz ardı edildikçe bir yere varılamayacağı biliniyor. Fakat çok anlamsız bir şekilde ve her taraf için, yani gerek Batılılar, gerek bizim, gerekse Kıbrıs Türkleri için sakıncalı bir süreç gitgide yerleşiyordu. Bunu bir yerde kırmak gerekiyordu tabii”
“Türkiye’nin güvenliği ile KKTC’nin güvenliği artık birbirinden ayrılmaz halde. Hele Bakü-Ceyhan boru hattı da gerçekleşince, Doğu Akdeniz’in önemi ve tehlikesi büsbütün artacak bizim güvenliğimiz açısından”.
Demek oluyor ki Kıbrıs;
a- Türk devleti açısından bir ulusal politika sorunudur,
b- Türkiye’nin stratejik çıkarı ve
c- Emperyalistler arası rekabet açısından önemlidir.
Kıbrıs’ı Türk burjuvazisi açısından önemli yapan, esasen bu üç nedendir.
Bu nedenlerden dolayı Kıbrıs, Türk hâkim sınıfları açısından hükümet politikası olamaz. O, bir “ulusal” davadır ve devlet politikasıdır. Gelip geçen her hükümet, devletin bildik politikasını uygulamak zorundadır.
Önceleri daha ziyade Türk şovenizminin güçlendirilmesi ve yığınların dikkatinin sosyal sorunlardan uzaklaştırılması için kullanılan Kıbrıs, revizyonist bloğun dağılmasından bu yana giderek stratejik açıdan da önem kazanmıştır. Daha önce, SB-ABD rekabetinde önemli olan Kıbrıs, ‘90’lı yıllardan bu yana ABD-AB arasında stratejik önemi artan bir konuma sahip olmuştur.
Ortadoğu’ya yakınlığı ve Hazar Havzası enerjisinin (petrol ve doğal gaz) dünya pazarlarına taşınması için inşası ciddiyet kazanan Bakü-Ceyhan boru hattı, bu adayı daha da önemli kılmaktadır. Türk burjuvazisi, Kıbrıs sorununa bu açıdan baktığını, ilk defa bu kadar açık dile getiriyor. Şimdiye kadar “ulusal” dava ve iç politik hesaplar ön plandaydı. Ama bugün bu hesapların yanı sıra Bakü-Ceyhan boru hattı, Kıbrıs’ı önemlileştiriyor.
Bu konuda aynı paralelde düşünen Türkiye-ABD karşısında AB yer alıyor. AB, Kıbrıs’ı üye yapınca, bu adaya, dolayısıyla bölgeyi kontrol etme olanağına sahip olacağına inanıyor. Bu hesabından dolayı AB, bazen Yunanistan’ı öne sürerek Kıbrıs sorununun çözümünde söz sahibi olmaya çalışıyor.
Türkiye’nin, Yunanistan’ın ve emperyalist ülkelerin çözüm anlayışında Kıbrıs’ta yaşayan halkların; Türk ve Rum toplumlarının yeri yok. Onları nasıl yaşamak istedikleri sorulmuyor. Sadece her iki taraf, “ulusal” çıkar adına sınıfsal çıkarlarını ve bağımlı ilişki içinde oldukları emperyalist güçlerin çıkarlarını dayatıyorlar.
Kıbrıs’ta Türk ve Rum toplumlarının beraber yaşama olanağı elerinden alınmış. Her iki tarafta hâkim güçler, tek başına adaya sahip olamayacağını biliyor. Bütün hesaplar, fiili bölünmüşlüğün hukuksal olarak da tamamlanmasında karlı çıkmak ve bölünmenin sorumlusu görünmemek üzerine yapılıyor. Bu hesabın arkasında emperyalist güçle, somutta da AÜBD ve AB var.
AB, KOB’de öne sürdüğü Helsinki kararlarını zorlayan tavrıyla Türk hükümetinin nabzını ölçmeye çalışıyor. AB, ortaklık için esas olan hem hemen hiçbir konunun üzerinde durmuyor, ama Kıbrıs konusu üzerinde duruyor. Türk burjuvazisini yokluyor. Bu hassas ve “ulusal” konuda nereye kadar gidebileceğini ölçüyor. Türk burjuvazisinin bu konuda taviz vermesinin, diğer bütün konularda daha kolay taviz vereceği anlamına geldiğini AB de biliyor. AB, arkasına ABD’yi almış Türkiye’nin bu talebi geri çevirmesini, gerekirse ilişkileri dondurabileceğini bilmesi gerekirdi. Şayet bunu bilerek yapıyorsa, bundan çıkartılması gereken sonuç, Türkiye’yi üyelik konusunda oyalamak istediğidir.
Türk hükümeti, Kıbrıs ve KOB konusunda genel tepkisini belli; gerekirse ilişkileri bir daha gözden geçirmek, yani bir nevi, Helsinki öncesindeki gibi etkili restleşme tehdidi. AB’nin buna cevabı, izleyecekleri politika konusunda yeterli ipucu verecektir.

14 Kasım 2000 Salı

KATILIM ORTAKLIĞI BELGESİ VE TÜRKİYE

Katılım Ortaklığı Belgesi’nin (KOB) içeriği 8 Kasımda açıklandı. Bu tarihten önceki ve sonraki günlerde burjuva basında çıkan haberler ve yorumlar, Türkiye’nin AB’ye katılması olayının ne denli sığ ele alındığını, ağaçtan ormanın görülmediğini, yani sorunların, taleplerin stratejik bakıştan bağımsızlaştırılarak ele alındığını göstermektedir. Bir kısım aydınlar, aydın geçinenler, yurtsever denilebilecekler, bu belgenin Türkiye’yi hegemonya altına almaya hizmet ettiğini, sonuçta Türkiye’nin AB’ye alınmayacağını yazdılar. Bunların hepsi doğrudur. AB-Türkiye ilişkisi, Yunanistan-Türkiye ilişkisi değildir. Bu, emperyalizm-bağımlı/yeni sömürge ülke ilişkisidir. Tek yanlıdır, dengesizdir; emperyalizmin lehinedir. Dolayısıyla AB’nin Türkiye’ye bakışında kendi çıkarları esastır. Çıkarların nasıl ifadelendirileceği ise güçler dengesine, konuma, olanaklara bağlıdır. Bu anlamda AB, revizyonist bloğun yıkılışına kadar jeostrateji olarak tanımlayacağımız bir strateji geliştirmemiştir. Daha doğrusu geliştirememiştir. Amerikan emperyalizmi ve Sovyet sosyal emperyalizmi tarafından ikiye bölünmüş dünyada AB, Amerikan emperyalizmi cephesinde, ABD’nin dünya hegemonyası hedefini ifade eden; revizyonist bloğa karşı jeostrateji içinde yer aldı. 1989/91’de bu bloğun dağılmasından sonra dünya çok rekabet merkezli oldu. Bu merkezlerden birisi de AB'dir. AB belgelerine, iç tartışmalarına bakarsak, ancak ‘90’lı yıllardan itibaren AB’nin genişleme eğiliminde ifadesini bulan bir jeostrateji geliştirdiğini görürüz.
Çekişme Fransa ve Almanya arasındaydı/arasındadır. Fransız emperyalizmi AB’nin güneye doğru, Alman emperyalizmi de doğu ve orta Avrupa’ya doğru gelişmesinden yanaydı. Türkiye ise hesapta hiç yoktu. Türkiye hesapta olmadığı için 1959’dan itibaren imzalanan anlaşmalar, bu anlaşmalardan doğan karşılıklı haklar ve yükümlülükler tek taraflı çalıştı; yükümlülükler Türkiye yerine getirdi, hakları o zamanki adıyla Avrupa Ekonomik Topluluğu kullandı. Talebi göz ardı edilen Türkiye, 36 sene bekleme odasında bekletildi. Nihayetinde AB’nin Luksemburg zirvesinde hakaret boyutuna varan tavırlarla karşılaşıldı. Söylenmek istenen şuydu: tek taraflı olarak Gümrük Birliği’ni imzaladın. Bu bize yeterli. Seni AB’ye almayacağız.
AB’nin bu tavrı Türkiye’ye duyulan özel antipatiden ve Türkiye’nin AB’nin hiçbir ortaklık koşulunu yerine getirmediğinden/getirmeyeceğinden kaynaklanmıyordu. Soruna bu açıdan; ortaklık koşullarını yerine getirip getirmeme açısından bakılırsa İspanya’nın, Portekiz’in ve Yunanistan’ın AB’de ne işi var diye sorulur. Sorun, AB’nin genişleme konseptinde, oluşturmaya başladığı jeostratejisinde Türkiye’nin olmamasıydı. Bu planda Türkiye yoktu. Çünkü Türkiye, ne Avrupa’nın güneyinde, ne de doğusunda ve ortasında yer alıyor. Ama AB, Türkiye’nin önemini kısa zamanda anladı. Amerikan emperyalizminin Balkanlardaki, Ortadoğu ve Kafkasya/Hazar Havzası’ndaki faaliyeti, emperyalistler arası rekabetin bu üç bölgede keskinleşmesi ve Türkiye’nin de bu üç bölgenin ortasında yer alması AB’yi uyandıran temel etkenler oldu. Amerikan emperyalizmi, dünya enerji kaynaklarını ele geçiriyor ve bu enerjiyi dünya pazarlarına taşıyacak güzergâhı tek başına belirliyor ve kontrolü altına alıyordu. Söz konusu bölgelerin özelliği, Türkiye’yi AB gözünde şirinleştirdi! Avrupalı emperyalistler, Türk burjuvazisinde birtakım erdemler keşfetmeye başladılar! Aynı dönemde Türk burjuvazisi de, Türkiye’nin artan jeostratejik önemini bilinçli olarak pazarlamaya yöneldi. Konuya ilişkin daha önceki yazılarımızda bahsettiğimiz restleşmenin nedeni buydu. 1997-1999 arasında Türk burjuvazisi, ABD’yi de arkasına alarak AB ile restleşti, siyasi ilişkiler donma noktasına geldi. Öyle ki zamanın Başbakanı M. Yılmaz, Almanların “yaşam alanı” peşinde olduğunu açıkladı ve sonra buzlar birden bire eridi. Tabii avanak takımı bunu depreme bağladı. 1999’un ikinci yarısından itibaren Türkiye-AB arasında sürdürülen görüşmeler, Aralık 1999’da Türkiye’nin AB aday üyeliğine kabul edilmesiyle sonuçlandı.
Değişen hangi taraftı ve değişimin nedeni neydi? Türkiye mi, yoksa AB mi değişmişti? Türkiye cephesinde hemen hemen hiçbir değişme olmamıştı; demokrasi, insan hakları, düşünce özgürlüğü vs. konularında faşist diktatörlük bildik politikasını uyguluyordu. Sokakta infaz ediyor, işkence yapıyor, zindanları dolu tutuyor, en ufak ekonomik ve demokratik hak için kıpırdanmaya saldırıyor, Kürt ulusunu inkâra ve katletmeye devam ediyordu. Kopenhag kriterlerinin siyasi açılımı bu konuları içeriyor. AB, Türkiye’ye bu noktalarda kendini düzelt diyordu. Ve aynı zamanda Kürt kartına oynuyordu. Öyle ki Almanya ile AB konusunda çelişkilerin keskinleştiği dönemde zamanın Alman Başbakanı Kohl, Türkiye’nin güneydoğu sınırları belirsizdir, yine o zamanın Alman Dışişleri Bakanı Kinkel de, Kürtler de var diyordu. Helsinki’de bunların hepsinin unutulduğunu görüyoruz. Demek ki değişen taraf AB’ydi. AB’yi değiştiren de Türkiye’nin jeostratejik konumu ve AB-ABD arasındaki rekabetti. Bundan dolayıdır ki AB’nin doğu, orta ve güney Avrupa’ya doğru genişleme stratejisinde yer almayan Türkiye, sahip olduğu konumundan dolayı AB’nin Ortadoğu’ya, Kafkasya/Hazar Havzası’na açılım stratejisinde vazgeçilemez önemi haiz bir ülke oldu.
Türkiye-AB ilişkilerine bu stratejik yönelme açısından bakılmaksızın Türkiye-AB ilişkileri değerlendirilemez. Soruna bu açıdan bakmayan için yeni sömürge/bağımlı bir ülke olan Türkiye’nin AB’ye rest çekmesi kavranamaz. Soruna bu açıdan bakmayan, AB’nin Türkiye’ye yönelmesini şu veya bu konudaki çıkara indirger. Örneğin Türkiye’nin pazar alanı olmasını ön plana çıkartır. Soruna bu açıdan yaklaşmayan, Türkiye-AB ilişkilerinin sertleşmesini Türkiye’nin Kopenhag kriterlerine uymamasıyla açıklar. Şüphesiz bunlar da doğrudur. Ama bunlara yön veren ne? AB’nin Türkiye’ye stratejik çıkar açısından yaklaşımı değil mi? Öyle.
İkiyüzlülük yapan, güya önemsediği değerleri ayaklar altına alan AB’dir. Türkiye, kendi açısından ikiyüzlülük yapmamıştır; ne ise o olmaya devam etmiştir!
Türk burjuvazisinin Kopenhag kriterlerine uyma, talep edilen demokratikleşmeyi gerçekleştirme yeteneğine sahip olup olmadığını göreceğiz. Ama AB, 1999’dan önce Türk burjuvazisinin böyle bir yeteneğe sahip olmadığını söylüyordu, 1999’un sonunda ise böyle bir yeteneğe sahip olduğunu savunuyordu.
KOB’da, “yol haritası”nda nelere yer veriliyor?
13 aday üyenin eline tutuşturulan KOB’da talepler iki aşamada ele alınıyor; kısa vadeli ve orta vadeli talepler. Kısa vade ile 2001 yılı sonuna kadar olan dönem ve orta vade ile de 2004’e kadar olan dönem kastediliyor.
2001 yılı sonuna kadar Türkiye’den beklenenler şunlar: -idam cezasının uygulanmamasına devam
-işkenceye karşı önlem alınması
-sivil toplum örgütlerinin kurulması, anayasal ve yasal güvence altına alınması
-kültürel haklara saygı
-ifade özgürlüğünün anayasal ve yasal güvence altına alınması
-Kıbrıs sorununda BM Genel Sekreteri’nin çabalarına yardımcı olunması
Orta vadeli talepler:
-MGK’nın anayasal rolünün yeniden düzenlenmesi ve AB’nin kabul edeceği duruma getirilmesi
-idam cezasının kaldırılması
-siyasi, iktisadi ve kültürel haklar ve siyasi ve sivil haklara ilişkin uluslar arası anlaşmaların imzalanması
-Türkiye’de insan haklarının AB’nin İnsan Hakları Sözleşmesine uyumu için adımlar atılması ve bunun anayasal teminat altına alınması
-etnik, dinsel ve siyasal fark gözetmeksizin bütün bireylerin insan haklarından ve temel haklardan yararlanmalarının teminat altına alınması.
Türkiye’nin eline tutuşturulan KOB’un, “yol haritası”nın içeriği böyle.
Bu talepler Helsinki zirve toplantısında formüle edilmişlerdi. Yani Türkiye’nin yaklaşık bir yıl önce memnuniyetle kabul ettiği talepler. Öze ilişkin yeni hiçbir şey yok. Yeni olan, kısa vadeli talepler arasına Kıbrıs sorununu alınmış olmasıdır.
Türkiye bu talepleri yerine getiremez ve AB de Türkiye’yi üye olarak kabul etmez anlayışı veya Türkiye-AB ilişkilerini bu perspektifle ele almak yanlış olur. Böyle bir değerlendirme, ancak ve ancak Türk burjuvazisini tanımayanlara ait olabilir.
Unutulmaması gereken nokta şu: Faşist diktatörlük, AB üyesi olacağım diye bu taleplere uyarak değişmez. Yanlış anlaşılmasın; Türk burjuvazisi değişmez demiyoruz. Değişebilir, ama AB’ye üye olacağım diye değişmez. Aynı zamanda, hükümetin birtakım yeni düzenlemeler yapacağından, yeni “uyum” yasaları çıkartacağından da şüphe duyulmamalı. Hükümet, bu talepleri yasal olarak yerine getirir. Bunu yapmak zorunda. Zaten 1982 Anayasası, “ama”ları ve “gerekçeler”i çıkartılınca AB’nin kabul edeceği bir anayasaya dönüşmüş olacaktır.
Türk burjuvazisi, kafa yapısı bakımından, siyasi olgunluk bakımından demokratik adımlar atmaya hazır değildir. Ona bu olgunluğu, demokratik adım atma cesaretini AB veremez. Çünkü onun kafasında hâkim olan anlayış şu: Beni Helsinki’de olduğum gibi kabul eden, bundan sonra da eder ve stratejik önemim var olduğu ve AB-ABD rekabeti devam ettiği müddetçe kendimi ağıra satarım.
Türk burjuvazisinin kafasını değiştirmenin yegâne yolu, onu hizaya getirmektir. Bu ise sınıf mücadelesiyle olur. Yığınsal mücadele, sadece üç-beş kuruşluk zam için değil, siyasi haklar, demokrasi ve özgürlük için binlerin, on binlerin, yüz binlerin, milyonların yolları aşındırması ve faşist diktatörlüğün karşısına dikilmesidir. O, bu lisandan anlıyor ve ancak bu koşullarda burjuvazinin burnu sürtülür ve burjuva demokrasisi doğrultusunda adımlar atmak zorunda kalır. Aynen İspanya ve Portekiz’de olduğu gibi.
Türk burjuvazisi bu talepleri yerine getirmez ve AB’ye üye olamaz diyenler yanılıyorlar. AB, Türkiye’yi, KOB koşullarını yerine getirse de üye yapmayabilir. Ama aynı zamanda, KOB koşullarını yerine getirmese de üye yapabilir. Türkiye’nin AB’ye üye olması, diğer 12 aday üyenin üyelik koşullarıyla birbirine karıştırılmamalıdır. Diğer 12 aday üyenin hiçbirisi Türkiye’nin sahip olduğu jeostratejik konuma ve büyüklüğe sahip değil.
Türkiye’nin AB’ye üye yapılmasında veya yapılmamasında temel kıstas, KOB değildir. KOB işin olumlu veya olumsuz anlamda vitrinidir. Temel kıstas;
a- AB emperyalistlerinin jeostratejik açılımı ve
b- AB-ABD arasındaki bölgeye yönelik ve dünya çapında hegemonya mücadelesidir. (Diğer bütün nedenler, olasılıklar bu iki anlayış çerçevesinde değerlendirilmelidir).
Aday üyeliğin temel kıstası bu iki nokta değil miydi? Üyelik için de bu noktalar geçerlidir.
AB, Ortadoğu ve Kafkasya/Hazar Havzası bölgelerinde; dünya enerji kaynaklarının elde edilmesi, kontrol altına alınması mücadelesinde ve bunun ötesinde coğrafyamızı bu bölgelere açılan alanlar için üs olarak kullanmada Türkiye’den vazgeçemez. Bakü-Ceyhan petrol hattı projesinin ciddiyet kazanmaya başladığı bugünlerde AB’nin yapacağı şu: Türk burjuvazisinin üstüne giderek onun devletsel, yasal, anayasal yapılanmasında/kurumlaşmasında çatlaklar açmak, onun bu alanda iradesini kırmak, yani yarın karşısına olası bir güç olarak çıkmasını engelleyen ön adımlar atmak ve onu, kulağından çekerek istediği gibi yönlendirebileceği bir üye durumuna getirmek. AB, Türk burjuvazisine bunu yaptıracağını anlarsa bu yolu deneyecektir. Ama Türk burjuvazisi bildik tavrıyla direnirse, ABD ile ilişkilerini daha da kapsamlaştırırsa –eğilim bu yönde- AB, Türkiye’yi tamamen elden kaçırmamak için hemen üye olarak kabul edebilir. Helsinki’de aday üyelik aynen böyle kabul edilmedi mi? Tabii bu bazıları için bir sürpriz olabilir. Ama işin sürprizlik bir yanı yok. Bunu Helsinki de gördük.
Yakın gelecekte ne olabilir, beklentiler nedir?
Kısa vadeli taleplerde Türk burjuvazisi açısından sıkıntı yaratabileceği düşünülen üç sorun yer alıyor: Kıbrıs, kültürel haklar ve ifade özgürlüğü.
Deniyor ki Türkiye, Kıbrıs sorununun çözümü için BM Genel Sekreteri’nin çabalarını desteklemeli ve bu sorun 2001 yılı sonuna kadar çözülmeli. Türkiye, Kıbrıs sorununun çözümü için BM’in çabalarını desteklediğini sürekli açıklamış ve BM’in görüşme çağrılarına uymuştur. Türk hükümetinin ne diyeceği biliniyor: ‘Biz zaten BM Genel Sekreteri’nin çabalarını destekliyoruz ve bu desteğe rağmen Kıbrıs sorunu 2001 yılı sonuna kadar çözülmezse ben ne yapayım’! Şimdi Rum ve Yunanistan tarafı, işi ağırdan almak ve Türkiye’yi köşeye sıkıştırmak için her yola başvuracaklar. 2001 sonunu iple çekecekler. Rum ve Yunanistan tarafının böyle hareket edeceğini bilen Türk tarafı, bu sorun 2001 yılı sonuna kadar çözülsün diye bildik tavrından vazgeçmeyecektir. Sonuç belli; AB’nin Kıbrıs sorununu, uluslar arası burjuva devletsel ilişkilere aykırı bir şekilde Türkiye’nin önüne talep olarak koyması, Kıbrıs adasının fiili bölünmüşlüğünü daha da pekiştirecektir.
Türk burjuvazisinin, Yunanistan’ın isteği üzerine Kıbrıs sorununun kısa vadeli talepler içine alınmasına tepki duymasının nedeni, AB’nin bu sorunu üyelik konusunda bahane yapabileceği kaygısından dolayıdır. Gerçekten de AB, Türkiye diğer bütün koşulları yerine getirse de, isterse Kıbrıs meselesinden dolayı Türkiye ile üyelik görüşmelerine başlamayabilir. Türk burjuvazisi, AB ile ilişkilerinde yeterli tecrübeye sahip olduğu için, Kıbrıs sorununun acil talepler içinde yer almasını AB’nin elinde bir koz olarak görüyor. Tepkisi bundan dolayıdır.
Faşist diktatörlük “ölü olarak ele geçir”emediğini, “kazaran” katledemediğini idam etmeyecek! Bu doğrudur. Diktatörlüğün esas pratiği, yakalamamaktır, infaz etmektir, “çatışma” ile yok etmektir. Bu anlamda idam cezası, rahatlıkla kaldırılır.
Hükümet, sivil toplum örgütlenmelerini anayasal güvence altına alır, işkenceyi lanetler(!), kültürel haklar verir(!), ifade özgürlüğünü teminat altına alır. Zaten anayasada ve yasalarda bunlar var. Bütün bunlar, yasal düzenleme bakımından Türk burjuvazisi için sorun değil. Bunları yapar ve Hitler’in taktiğini uygular. Hitler, Weimar Cumhuriyeti Anayasası’nı yürürlükten kaldırmadan faşist diktatörlüğü kurmuş ve katliamlarını gerçekleştirmişti. Alman faşizminin, “demokratik” bir anayasası vardı. Naziler bu anayasadan hiç de rahatsız olmadılar. Ülkemizde de faşist diktatörlük de yeni ve demokratik olan yasalar çıkartabilir. Sorun bunda değil, diktatörlüğün bu doğrultuda atacağı adımlara bel bağlayanlardadır. Zaten var olan birtakım hakların uygulanıp uygulanmamasında diktatörlüğün tavrına bel bağlanmaz. Bu mücadele işidir. Mücadele sonucudur ki bazı hakları kullanabiliyoruz. Ama bu hakları kullanmak, yurtseverlerde olduğu gibi, diktatörlüğe güvene dönüşmemelidir. Dünyanın hiçbir yerinde sömürgeleştirilen, baskı altına alınan bir halk, bir ulus, ana dilini kullanma hakkından dolayı özgürleşmemiştir. Bu iş bu kadar kolay değil. Birçok ülkede azınlık konumunda olanlar, ana dillerini kullanıyorlar, ama özgür değiller. Türkiye’de kürtçenin radyo ve Tv. lisanı olarak kullanılması Kürtlerin siyasal durumunu değiştirmeyecektir. Faşist diktatörlüğün yasal tedbirleriyle bir yere varılamayacaktır, ama Türk burjuvazisi, tedbirleriyle istediği yere varacaktır.
Sonuç itibariyle;
Türkiye’nin AB’ye üye olup olmayacağında söz konusu “yol haritası”nda yer alan taleplerin yerine getirilip getirilmemesi değil, Türkiye’nin jeostratejik konumu ve AB-ABD arasındaki rekabet belirleyici olacaktır.

9 Kasım 2000 Perşembe

“KATILIM ORTAKLIĞI” NE ANLAMA GELİYOR?


 
AB, Aralık 1999’da Helsinki zirvesinde aldığı kararla Türkiye’yi aday üye yaptı. Böylelikle, 36 yıllık bekleme odasında tutulma süreci sona ermiş, AB-Türkiye ilişkilerinde yeni bir dönem başlatılmıştı. Helsinki’de bu kararı alan AB, daha önceki zirve toplantılarında Türkiye’yi dışlayıcı, hakaret edici tavırlar sergilemiş, sürekli, senin yerin bekleme odasıdır demişti. Bir-iki senelik karşılıklı restleşmeden sonra AB, Türkiye’yi yeniden keşfetti. Türkiye’ye sürekli söylenen, Kopenhag kriterlerine uymasıydı. Genel anlamda ifade edersek, insan haklarına, azınlık haklarına saygı duymak, düşünce özgürlüğünü geçerli kılmak; AB kıstaslarına göre demokrasi uygulamak vs. vs. Restleşme sürecinde, Kopenhag kriterleri doğrultusunda hemen hemen hiçbir iyileşme, köklü düzenleme olmamasına rağmen Avrupa Birliği’nin Türkiye’yi aday üye statüsüne çıkartması, kendi ilkelerine sadakat bakımından gerçek anlamda bir tutarsızlıktı. Bu tavrıyla AB, kendisi açısından, Kopenhag kriterleri çerçevesinde savuna geldiği değerlerin değil, jeostratejik çıkarların önemli olduğunu sergilemiş oluyordu.

Türkiye cephesinde, Kopenhag kriterleri doğrultusunda hiçbir adım atılmamasına; adresi devlet olan cinayetlerin, işkencenin, Kürt ulusu üzerinde baskı ve katliamın devam etmesine, düşünce beyanının suç sayılmasına, ilerici, devrimci gazeteci ve yazarların zindanlara tıkılmasına, devrimci basının susturulmaya çalışılmasına rağmen Türkiye, AB tarafından, Kopenhag kriterlerine uyma yeteneğinde bir ülke olarak kabul edildi. Helsinki’den bu yana yaklaşık bir sene geçti, ama Türkiye’de aday üyenin yapması gerekenler yapılmadı. Bunun ötesinde, AB Komisyonu’nun “Katılım Ortaklığı” belgesinde Türkiye’yi doğrudan ilgilendiren sorunların tanımlanması gerçek anlamda bir somutluk yok. “Yol Haritası” denen bu belgede Türkiye’ye özgü olarak belirtilen sorunlar ve bunların formülasyonu, Helsinki zirvesindekinin hemen hemen aynısı. “Katılım Ortaklığı” belgesinde Türk burjuvazisini “rahatsız” edecek hiçbir tanımlama yok. Ege ve Kıbrıs sorunu, Helsinki’de nasıl tanımlandıysa öyle tanımlanıyor. Kürt sorunu, azınlık sorunu diye bir ifadelendirme yok. Onun yerine Türk vatandaşlarının dil, kültür vs. farklılıklarından bahsediliyor.

Sadece son anda Yunanistan’ı tatmin etmek için Kıbrıs sorununun çözümü –Helsinki’de 9a maddesi- bu belgede “kısa vadeli” sorunlar içinde ele alınıyor. Türkiye’den istenen, Kıbrıs sorununun kısa zamanda –2001 yılı sonuna kadar çözümlenmesi için BM’in çabalarına katkıda bulunmak. Türk burjuvazisinin, Kıbrıs sorununun çözümü için BM’in çabasını zaten destekliyorum diyeceği açık. Bu durumda AB, Kıbrıs sorununu bir yılda çözümleyin mesajıyla, Kıbrıs’ın fiili bölünmüşlüğünü pekiştiriyor ve bunun sonu, hukuksal bölünmedir. Türkiye’nin istediği de bu.

Türk hükümeti, AB’yi, “Katılım Ortaklığı” belgesinde bizi rahatsız edecek konu ve kavramlardan kaçının diye sürekli uyardı. Şimdiye kadar AB Türkiye’yi uyarıyordu, şimdi de Türkiye AB’yi uyarıyor. Bunun nedeni oldukça açık. Söz konusu olan, çıkardır. Gerisi hikaye; Türkiye, jeostratejik bakımdan oldukça önemli. Bugün emperyalistler arası çelişkilerin keskinleştiği Balkanlar-Ortadoğu-Kafkasya/Hazar Havzası üçgeninin tam ortasında. Bu konumundan/öneminden dolayı Türkiye’yi kendi kontrolünde tutmak için ABD ve AB arasında kıyasıya bir rekabet sürdürülüyor. Belirtilen bu bölgeler üzerine rekabette Türkiye’nin önemi, Türk burjuvazisi tarafından da biliniyor. Emperyalizme körü körüne uşaklık, yerini bilinçli, taleplerin de dile getirildiği bir uşaklığa/bağımlılığa bıraktı.

Türk burjuvazisi, AB emperyalistlerinin ve Amerikan emperyalizminin jeopolitik açılımını; dünya hegemonyası için rekabetini kendi çıkarları açısından değerlendiriyor. Türk burjuvazisi, jeostratejik konumunun bilincinde olarak hareket ediyor ve AB’ye ‘beni üzme, ben de seni üzerim’ mesajını verebiliyor.

Kısaca, Helsinki’den bugüne Türkiye cephesinde, bazı düzenlemeler hariç, değişen önemli bir şey yok; AB, Türkiye’yi Helsinki’de nasıl kabullenmişse öyle kabulleniyor. AB, üyelik döneminin başlatılacağı bu süreçte Türkiye’yi, olduğu gibi olmasa da, bazı yeni, sistemi değiştiren değil, ama güçlendiren düzenlemelerle kabul etmeye hazır olduğunu ifade ediyor.

1 Kasım 2000 Çarşamba

2001 YILI BÜTÇESİ


 
Önümüzdeki yılın bütçesi üzerine haftalardan beri tartışılıyor. Hükümetin istikrar programının uygulanması (gerçekleştirilmesi), IMF’nin, Dünya Bankası‘nın beklentileri ve dayatmaları, enflasyonu düşürme vaadinin baskısı, devletin gelir ve gider bakımından iki yakasının bir araya gelmemesi, gelir dağılımındaki adaletsizliğin boyutlarının bizzat burjuvazi tarafından da saklanamaz olması vb. koşullarında yeni yılın bütçe çalışması sürdürülüyor. 
 
Bütçe nedir? Marks’ın ifadesiyle kapitalist devletin “bütçesi, sınıf bütçesinden, burjuvazi için bütçeden başka bir şey değildir”.
Bu anlamda kapitalizmde bütçe, ulusal gelirin bir kısmının; bütçede ifadesini bulan kısmının hakim sınıfların çıkarları doğrultusunda yeniden paylaştırılmasıdır.
Vergiler ve istikrazlar, bütçenin kaynağını oluştururlar. Yani işçi sınıfından, emekçilerden dolaylı ve dolaysız olarak vergi adı altında alınan haraç, bütçenin esas kaynağıdır. İşte hükümet, bu miktarı hakim sınıfların çıkarları doğrultusunda yeniden paylaştırmak için planlar, programlar hazırlar. Plan ve programlar, harcamaların yapılacağı koşulların göz önünde tutulmasıyla hazırlanır.
Koşullar nedir?
-Devleti küçültmek,
-Enflasyonu düşürmek,
-IMF ve DB’nın taleplerini gerçekleştirmek,
-Borç ödemek,
-Vergi toplamak,
-Özelleştirme,
-Askeri harcamalara devam vs. vs.
Tabii ki başka koşullar da vardır ve koşullar ülkeden ülkeye farklıdır.
Burjuvazinin işi çok zor. Enflasyonu düşürmeyi, 2001 yılı sonu itibariyle yüzde 10’a indirmeyi başarmak için –ki bu imkansız değildir- öyle bir bütçe hazırlamalı ki gelir gidere eşit olsun. Yani gider (harcama) gelirden çok olmasın ve açık verilmesin. Aksi taktirde, açığın kapatılması, yeni borç, karşılığı olmayan para basma anlamına gelir. Bu, hem enflasyonun seyrini, hem de bir sonraki yılın bütçesini etkiler.

Peki burjuvazi (hükümet) dengeli bütçeyi; giderin gelire eşit olduğu bütçeyi fiilen gerçekleştirebilmek için ne yapmak zorundadır? Gidere eşit gelire sahip olmalıdır. Bu olmazsa ne yapacak? Para bulacak? Nasıl? Yeni vergiler gündeme getirecek. Geçici olarak geçerli olan vergilerin geçerlilik süresini uzatacak. Vergi miktarları üzerinde oynayacak. Bu da yetmeyecek ve çalışan yığınlardan vergi adı altında alınan haraçlarla yapılmış işletmeler özelleştirilecek. Yani yerli ve yabancı sermayeye peşkeş çekilecek. Bu da yetmezse ne olur? Bu sefer borçlanmaya gidilir, içeriden ve dışarıdan borç alınır.

Hükümet, devleti küçültmek istiyor. Ama yanlış yerde tasarruf yapmaya çalıştığı için devlet küçülmüyor. Var olduğu kadarıyla sosyal hakları kısıtlıyor, eğitim, sağlık gibi doğrudan yığınları ilgilendiren kalemleri önemsizleştiriyor. Ama bütçeyi yutan askeri harcamalara, “güvenlik” harcamalarına dokunmuyor. Dokunmak bir yana, arttırıyor.

Hükümet, harcamaları azaltmak, enflasyonu düşürmek bahanesiyle kamu çalışanlarının ücretlerini sınırlıyor. Enflasyonu düşürme hedefine göre ücretler artırılacaktır diyor.
2001 yılı bütçesinin gerçekleştirilmesi için, daha doğrusu kapitalist devletin bütçesinin dengeli olabilmesi için gündeme gelen bütün zorluklar, çalışanların sırtına yükleniyor. Hangi kapitalist ülkede olursa olsun burjuvazi, hakim sınıfların çıkarlarını dikkate almayan bir bütçe hazırlayamaz. Her koşul altında bütçedeki bütün düzenlemeler, çalışan yığınların hakkına saldırı demektir.
Burjuvazi, bu saldırının Türkiye koşullarında nasıl şekilleneceğini tartışıyor. Ama bugünden bilinen gerçekler, mevcut uygulamanın kapsamlaştırılacağıdır: Ek vergiler, vergi adı altında halktan toplanan haracın artırılması, ücretlerin açıklanan oranlarda dondurulması, özelleştirmenin hızlandırılması, programın uygulanması adı altında sosyal hakların iç edilmesi vs. vs.

Bu genel kapsamın ayrıntılarının ne olacağına hükümet karar vermeyecektir, daha doğrusu veremeyecektir. Çünkü bu ayrıntı, bu “ince ayar”, IMF’nin bir ayrıcalığıdır. Yine geldiler ve bütçe çalışmalarının ayrıntılarını inceliyorlar. Giderken veya çalışmalar tamamlanınca hangi alanda ne gibi düzeltme yapılması gerektiğini açıklayacaklar. Bunun ötesinde belli aralıklarla gelerek uygulamayı yerinde denetleyecekler ve her seferinde Türk ekonomisinin gelişmesini övdükten sonra, yapılması gereken “ince ayar” üzerinde duracaklar. Bunun böyle olacağı biliniyor ve bu nedenden dolayı, 2001 yılı bütçesi Türk hükümetinin değil, IMF’nin hazırladığı bir bütçedir. IMF, uygulanan istikrar programına tekabül eden bir bütçe hazırlatıyor. Bunun uygulayıcısı da hükümet olacak.

2001 yılı bütçesi, Türkiye’de silahlanmanın boyutlarını artıran, zengini daha zengin yapan, yoksulu dana yoksullaştıran bir bütçe olacaktır. 2001 yılı bütçesi, yolsuzluğun, bankacılık sektöründe olduğu gibi vurgunun, soygunun mali yükünün çalışanların sırtına yıkan bir bütçe olacaktır. 2001 yılı bütçesi, gerçekten uygulanması durumunda, enflasyonu, milyonlarca insanı sefaletin pençesine iterek biraz daha düşüren bir bütçe olacaktır.
2001 yılı bütçesi, öyle planlandığı gibi, ekonomik gelişmenin –sanayi üretiminin seyrini belirlemeyecektir. Programla, büyüme oranını küçültmek, ithalatı azaltmak, iç talebi kısmak bir hayaldir. Bu alanda sermayenin nesnel yasaları geçerlidir ve bu yasalar, bütçe ile yönlendirilemez.

2001 yılı bütçesi genel çerçevesi ve bilindiği kadarıyla içeriği bakımından başta işçi sınıfı olmak üzere köylüleri (tarım, sübvansiyon sorunu), ücretli memurları, bir bütün olarak emekçi yığınları mücadeleye davet eden ögeleri çok belirgin olan bir bütçedir.