deneme

30 Ağustos 2005 Salı

DÜNYA EKONOMİSİNİN GÜNCEL DURUMU VE SÜPER TEKELLERİN HÂKİMİYETİ

Son dünya ekonomik krizinden (2000-2003) bu yana iki sene geçmesine rağmen bir-iki istisna ülke hariç ne tek tek ülke ekonomileri ve ne de bir bütün olarak dünya ekonomisi istikrarlı bir büyüme içinde olmuştur. Ekonomi, burjuva iktisatçılarının ve iktisadi kurumlarının plan ve programlarına göre değil, kendi nesnel yasalarına göre hareket etmiştir. Genel olarak 2003 yılı itibariyle canlanma aşamasına giren belli başlı emperyalist ülkelerde ekonomi, bugün ya durgunluk içinde, ya da büyüme oranları oldukça küçülmüş durumdadır. Verilerden de anlaşıldığı gibi bu ekonomiler krizden güçlü bir çıkış gerçekleştirememişlerdir. Çoğu ülkelerde ekonomi, belirgin bir durgunluk içinde mutlak gerileme ve önemsiz mutlak büyüme arasında gelip gitmektedir. Ekonominin böyle bir seyri, hem tek tek ülkelerde, hem de dünya çapında kapitalist ekonomisinin ne denli bir kırılganlık içinde olduğunu göstermektedir.

Son dünya ekonomik krizinden bu yana emperyalist ülkelerde burjuvazinin ekonomiyi canlandırmak için aldığı tedbirler ve uygulamalar; yani neoliberal politikalar umulan sonuçları vermemiştir. Nasıl bir durumla karşı karşıya olunduğunu bazı ülke ekonomilerindeki gelişmeyle göstermeye çalışalım.

Önde gelen emperyalist ülkeler bazında dünya ekonomisinin seyri:

ABD:

ABD ekonomisinde yükseliş, hızı yavaşlayarak devam etmiştir. Sanayi üretimi 2003’ten 2004’e yüzde 4,1 oranında artarken 2005’in ilk çeyreğinden ikinci çeyreğine ancak yüzde 0,5 oranında artmıştır. Haziran 2005 itibariyle son 12 ayın ortalama büyüme oranı da yüzde 3,9 olarak gerçekleşmiştir.
Üretim artışında ihracattan ziyade iç talep belirleyici olmuştur. Ekonomideki büyüme işsizlik oranında etkisini pek göstermemiştir. ABD’de resmi verilere göre işsizlik oranı Şubat 2005 itibariyle yüzde 5,2 idi.

Japonya:
2004 yılı, Japon ekonomisinin oldukça güçlü durgunluk yaşadığı bir süreçti. 2003’ten 2004’e yüzde 5,3 oranında büyüyen sanayi üretimi 2005’in ilk çeyreğinden ikinci çeyreğine yüzde 0,4 oranında geriledi. Haziran 2005 itibariyle son 12 ay içinde Japon sanayi üretimi ortalama olarak ancak yüzde 0,2 oranında büyümüştür.
Japon ekonomisindeki bu durgunluğun nedeni, iç talepteki gerileme ve ABD’den talebin, dolayısıyla bu ülkenin ABD’ye ihracatının düşmesidir.

Almanya:
Alman ekonomisinin durumu da pek parlak değil. Alman ekonomisi 2005’in ilk yarısında durgunluk sürecine girmiş ve üretimde düşüşler olmuştur. Örneğin 2003’ten 2004’e yüzde 3 oranında büyüyen Alman sanayi 2004’ün üçüncü ve dördüncü çeyreklerinde aynı seviyede kalarak büyüme kaydedememiş, ancak 2004’ün son çeyreğinden 2005’in ilk çeyreğine yüzde 1,5 oranında ve Mayıs 2005 itibariyle de son 12 ay içinde ortalama olarak ancak yüzde 1,3 oranında büyümüştür.

Fransa:
Fransız ekonomisinin durumu Alman ekonomisinden daha da beter. 2003’ten 2004’e yüzde 2,2 oranında büyüyen Fransız sanayi üretimi 2004’ün üçüncü çeyreğinden son çeyreğine ancak yüzde 0,9 oranında artmış ve 2005’in ilk çeyreğinde de 2004’ün son çeyreğindeki seviyesini aşamamıştır. Mayıs 2005 itibariyle Fransız sanayi üretimi son 12 ay içinde ortalama yüzde 0,2 oranında mutlak gerilemiştir.

Benzeri bir gelişmeyi İtalyan ve İngiliz ekonomilerinde de görmekteyiz:
İtalyan sanayi üretimi 2003’ten 2004’e yüzde 0,7 oranında; 2004’ün son çeyreğinden 2005’in ilk çeyreğine keza yüzde 0,7 oranında ve Mayıs 2005 itibariyle de son 12 ay içinde ortalama olarak yüzde 1,6 oranında mutlak gerilemiştir.

Britanya sanayi üretimi 2003’ten 2004’e ancak yüzde 0,7 oranında artmış, sonraki dönemde ise mutlak gerileme sürecine girmiştir. 2004’ün son çeyreğinden 2005’in ilk çeyreğine Britanya sanayi üretimi yüzde 0,8 ve Mayıs 2005 itibariyle de son 12 ayın ortalaması olarak yüzde 1,9 oranında mutlak gerilemiştir.

OECD Toplamında Ekonomi:
G-7’lerin (ABD, Japonya, Almanya, Büyük Britanya, İtalya, Fransa ve Kanada) güdümünde 30 sanayi ülkesinin oluşturduğu OECD, dünya ekonomisinin yaklaşık yüzde 60’ını ve dünya ihracatının da yüzde 75’ini kendinde toplamıştır. Dolayısıyla OECD’de ekonominin seyri dünya ekonomisinin seyrini belirler.

OECD’de sanayi üretimi 2002’den 2003’e ancak yüzde 1,1 oranında; 2003’ten 2004’e ise yüzde 4 oranında mutlak büyümüştür. Sanayide büyüme oranı 2004’ün son çeyreğinden 2005’in ilk çeyreğine ancak yüzde 0,7 oranında ve Mayıs 2005 itibariyle de son 12 ayın ortalaması olarak yüzde 1 oranında gerçekleşmiştir.

G-7:
2000 itibariyle OECD sanayi üretiminin yüzde 74,2’sine sahip olan G-7’lerde toplam sanayi üretimi, 2003’ten 2004’e yüzde 3,5 oranında; 2004’ün son çeyreğinden 2005’in ilk çeyreğine de ancak yüzde 0,8 oranında artarken, Mayıs 2005 itibariyle son 12 ay içinde ortalama olarak yüzde 1 oranında artmıştır.

OECD-Avrupa:
OECD’nin Avrupa ülkeleri, OECD sanayi üretiminin 2000 yılı itibariyle yüzde 40,4’üne sahipler. Bu ülkeler toplamında sanayi üretimi 2003’ten 2004’e yüzde 2,9 oranında artmıştır. Sanayi üretimindeki artış 2004’ün son çeyreğinden 2005’in son çeyreğine ancak yüzde 0,2 oranında ve Mayıs ayı itibariyle de son 12 ay içinde ortalama olarak yüzde 0,1 oranında gerçekleşmiştir.

EU-15:
Yeni üyelerin dışında kalan eski 15 üye bazında AB, OECD sanayi üretiminin 2000 yılı itibariyle yüzde 35,3’üne sahip. Bu ülkelerde sanayi üretimi 2003’ten 2004’e ancak yüzde 1,7 oranında artarken, sonraki dönemlerde sanayi üretimi mutlak gerileme sürecine girmiş ve Mayıs ayı itibariyle son 12 ayın ortalaması olarak yüzde 0,2 oranında mutlak gerilemiştir.
AB’nin yeni üye ülkelerinde brüt yurt içi üretim 2004 yılında güçlü bir artış göstermiş, ama sonraki dönemde AB’de ekonominin durgunluğu nedeniyle büyüme oranları düşmeye başlamıştır.

Türkiye gibi nispeten gelişmiş bağımlı ülkelerde ise ekonomi dinamikliğini sürdürmektedir. Sadece Doğu Asya’da dinamik gelişme hız kaybetmiştir. Bu bölgede brüt yurt içi üretim 2004’te ortalama olarak yüzde 5,7 oranında artmıştı. 2005’te bu artışın yüzde 4,5 oranında gerçekleşeceği tahmin edilmektedir.

Son yıllarda Çin ekonomisi sürekli ve güçlü büyümektedir. 2005 itibariyle bu ülke ekonomisinin yüzde 8,8 oranında büyüyeceği tahmin edilmektedir. Böylece Çin, günümüz koşullarında kapitalist dünya ekonomisinin büyüme merkezi olmuştur.

Rusya’da ise brüt yurt içi üretim 2003’te yüzde 7,3 oranında ve 2004 yılında da yüzde 7 oranında artmıştır. Brüt yurt içi üretimin 2005 yılı ortalaması olarak yüzde 6,5 oranında artacağı tahmin edilmektedir.

Yukarıdaki verileri toplu olarak gösterelim




Sonuç itibariyle:
Veriler, dünya ekonomisinin 2004 yılı boyunca büyüme hızının giderek yavaşladığın gösteriyorlar. Büyümenin hızı her bir bölgede farklı olmuştur. Örneğin görece büyüme, ABD ve “yükselen pazarlar” diye tanımlanan ülkelerde hızı kesilerek devam ederken, Avrupa ve Japonya’da üretim gerilemiştir.

Dünya brüt üretimi 2004’te yüzde 3,8 oranında artmıştı. Bu artışın 2005 yılı sonu itibariyle yüzde 3 oranında olacağı tahmin edilmektedir. 2004 yılı itibariyle yüzde 9 oranında artan dünya ticaretinin de 2005 yılı sonu itibariyle yüzde 7 oranında artacağı tahmin edilmektedir.

Dünya ekonomisini biraz canlandıran iki önemli faktör var: Bunlardan ilki dünya ekonomisinin motoru durumunda olan Amerikan ekonomisi. İkincisi de Çin ekonomisi. Amerikan sanayi üretiminde görülen artış, alınan tedbirlerin bir sonucudur ve bu nedenle de Amerikan ekonomisinin gerçek durumunu yansıtmamaktadır. Alınan tedbirler, geçici olarak sanayi üretiminin artışına neden olmuştur, ama aynı zamanda; sonuçta ekonominin gelişme seyrini olduğundan daha da istikrarsızlaştırmıştır.

Çin’de ise GSMH 1990’dan bu yana altı misli artmıştır. Bu ülkede ekonominin büyüme oranları oldukça yüksektir. Örneğin dünya ekonomisinin krizde olduğu yıllarda bile Çin ekonomisi, 2000 yılında yüzde 11,5; 2001 yılında yüzde 12,7; 2003 yılında yüzde 16,7 oranında büyümüştü. Çin ekonomisinde de büyüme oranları yavaşlamaya başlamıştır.

Dünya ekonomik krizinden sonra, ekonomik devreviliğin canlanma aşamasında gelişmiş ülkeler büyük ekonomik sorunlarla karşı karşıya kaldılar. ABD, Japonya, Almanya, Fransa gibi emperyalist ülkelerde sanayi üretimi, kriz öncesi seviyesine ancak ulaşabilmişti. Bazı emperyalist ülkelerde ise üretim gerilemişti. Örneğin İngiltere’de sanayi üretimi 2004’te, 2000’deki seviyesinden yüzde 3,7 oranında daha gerideydi. İtalya’da yurtiçi brüt üretim, 2004’ün 4. ve 2005’in de 1. çeyreğinde gerilemişti.

Bu veriler göstermektedir ki, Doğu Avrupa’nın bazı ülkelerini, Çin ve Türkiye gibi bazı ülkeleri dışlarsak, bugün bir bütün olarak dünya ekonomisinin yarısı gibi önemli bir kesimi durgunluk içindedir.

Ekonomik krizin hemen arkasından böyle bir gelişme şimdiye kadar görülmemişti. Özellikle emperyalist ülke ekonomilerinde izlenen bu durum; ekonomideki derin istikrarsızlık bu ülkelerde sermayenin değerlendirilmesinde çözülmez sorunlarla karşı karşıya olunduğunu göstermektedir.

Bu çözülemez sorunları brüt yatırımların ve ağır aksak gerçekleştirilen yeni sermaye yatırımlarının durgunluğunda görmekteyiz. Örneğin 2004 yılında önde gelen emperyalist ülkelerde brüt sermaye yatırımları 2000’deki seviyesinden ancak yüzde 3,5 oranında daha fazlaydı. Almanya’da ise brüt sermaye yatırımları sürekli geriledi. (2004’te bu yatırımlar 2000’deki seviyesinden yüzde 13,1 oranında daha geriydi.)

Yatırımlardaki bu durgunluk ve gerileme, çok açık olarak bir gerçekliği göstermektedir: Tekelci sermaye, fazlalık sermaye sorununu; azami kar getirmeyen sermaye sorununu çözememiştir ve bu sorun, keskinleşen bir çelişki olarak tekelci sermayenin önünde durmaktadır.
Bunun böyle olduğunu birçok alanda görmekteyiz: Örneğin bu sorun, daha yüksek pay için dünya otomobil sektöründe, beyaz eşya sektöründe, Chip imalinde sürdürülen fiyat rekabetinde; genel olarak perakende ticarette yaşanmaktadır. Burada söz konusu olan, fiyat üzerine rekabettir ve bu rekabet, aslında yok etme, iflas ettirme rekabetidir. İflasların, işletme kapatmalarının dalga dalga yayılması bu rekabetin doğrudan bir sonucudur. Bunun diğer adı, yüz binlerce, milyonlarca işçinin sokağa atılmasıdır. Örneğin Almanya’da sadece 2004 yılında 39 binden fazla işletme iflas etmiştir ve bu iflaslar sonucunda sokağa atılan işçilerin sayısı 605 bindi. Toplam zarar ise 39,4 milyar Euro’ya varıyordu. Yani bu iflaslar sonucunda 39,4 milyar Euro tutarında bir sermaye yok edilmişti.

Güçlü tekellerin –süper tekeller- pazar paylarını arttırmak için aldıkları tedbirler, esas itibariyle rakip tekellerin payını kapmaktan başka bir anlam taşımaz. Ama uluslararası tekellerin aldığı pazar payını arttırma tedbirleri, aynı zamanda pazarları yıkıma uğratan tedbirleridir. Tekellerin uluslararası alanda rekabet gücüne sahip olmak için sürdürdükleri bu mücadele, sömürünün arttırılmasıyla doğrudan ilgilidir; Tekeller, uluslararası rekabet gücüne sahip olabilmek için ancak en modern teknoloji temelinde mücadele sürdürebilirler. En modern teknoloji ise işletmelerin kapatılmasına, işçilerin yığınsal olarak sokağa atılmalarına neden olur. Bu nedenle tekellerin uluslararası rekabet yeteneğine sahip olma mücadelesiyle sömürünün arttırılması ve artan işsizlik arasında doğrudan bağ vardır. İşsizlik, yoksulluk, yığınların alım gücünün düşmesi demektir. Bu da iç pazarı daraltır. Yani üretimin büyümesi, pazarların genişleme sınırına çarpar. Bu, kapitalizmin çözümleyemeyeceği bir sorundur.

Kapitalizmin çözemeyeceği temel sorunlarından birisi de işin verimliliği ile pazar arasındaki ilişkinin seyridir. Sömürünün yoğunlaştırılması; devasa artışı nedeniyle işin verimliliği; çokça bahsedilen “emeğin” verimliliği, pazarların kapasitesinden daha hızlı artar. Böylece bir taraftan maddi değerlerin üretiminde çalışan işçilerin sayısı azalırken, diğer taraftan iş verimliliği artar. Yani giderek az sayıda işçi daha çok üretir.
Böyle bir durumda sermaye, azami kar temelinde değerlendirilemez. Azami karın olmadığı yerde de sermaye yatırımı olmaz. Örneğin, salt bu gerçekten dolayı; sermayenin azami kar temelinde değerlendirilememesinden dolayı 2003 yılında dünya çapında doğruda yatırımlar olağanüstü gerilemiş ve 2000’deki değerinin yüzde 40’ı seviyesine düşmüştür; Uluslararası firma birleşmelerinin ve devralmalarının genel sermaye ihracındaki payı 2000 yılında yüzde 96’dan 2003 yılında yüzde 48’e düşmüştür.

Kapitalist ekonominin mevcut durumu şunu gösteriyor:
Devasa karlar elde etmelerine ve faizlerin çok düşük olmasına rağmen uluslararası tekeller yatırım yapmaktan uzak duruyorlar. Çünkü sermaye, azami karın olmadığı yerde yatırıma hazır değildir.
Emperyalist devlet istediği gibi tedbir alabilir, bütün kolaylıkları sağlayabilir, ama azami kar elde etme olanağı yoksa hiçbir tekel yatırımda bulunmaz.

Diğer taraftan kapitalizmin çözemeyeceği sorunlardan bir diğeri de kar ile yatırılan sermaye arasındaki oranın seyridir. Kar ile yatırılan sermaye (sabit sermaye) arasındaki oran giderek sermayenin aleyhine değişmektedir. Bu oranı kendi lehlerine çevirmek için tekeller üretimi olağanüstü genişletirler; pazarın alım gücünü aşacaklarını bile bile genişletirler. Böylece üretim kütlesini artırarak kar kütlesini artırırlar. Ama bu her zaman ve sürekli tekellerin istediği gibi olmaz. Pazarlar satılmayan ürünlerle dolup taşmaya başlar ve böylece yeni bir fazla üretim krizi patlak verir. Bu, fazla üretimin kronikleşmesi demektir. Fazla üretimin kronikleşmesi, dünya pazarlarında rekabetin kapsamlaşması ve keskinleşmesi demektir. Bu durumda en güçlü olan, uluslararası çapta örgütlü olan tekeller, rakiplerini alt edebilirler. Bu nedenle süper tekellerin dünya pazarlarında sürdürdükleri rekabet, kelimenin gerçek anlamıyla tam bir yok etme muharebesidir.

Dünya pazarlarında aslan payını kapmak için sürdürülen rakibi yok etme veya yutma muharebesinde süper tekeller, işçileri de kullanmaya çalışırlar. Yaptıkları açıklama çok basit: Ücret artırımı için mücadele etmeyin. Ücret artırımından vazgeçin ve işletmeniz rekabet yeteneğine sahip olsun ve böylece siz de işten atılmazsınız!

Süper tekellerin dünya pazarlarında sürdürdükleri rekabet, bu tekellerin ait oldukları emperyalist ülkeler arasındaki eşit olmayan ekonomik gelişmeyi de ele verir. Soruna dünyanın en büyük 500 süper tekeli açısından baktığımızda şu gelişmeyi görmekteyiz:

Merkezi ABD’de olan süper tekel sayısı 2003’te 189’dan 2004’te 176’ya düşmüştür.
Merkezi Japonya’da olan süper tekel sayısı 2000’de 104’ten 2004’te 81’e düşmüştür.
Merkezi AB’de olan süper tekel sayısı 2000’de 141’den 2004’te 161’e çıkmıştır.
ABD ve Japonya merkezli süper tekel sayısında belli bir azalma, AB merkezli süper tekel sayısında da önemli bir artış görülmektedir.

Önde gelen AB ülkelerinde süper tekel sayısındaki gelişme de şöyledir:
Merkezi Almanya’da olan süper tekel sayısı 1995’te 40’dan 2003’de 34’e; merkezi Fransa’da olan süper tekel sayısı keza aynı yıllarda 42’den 37’ye ve merkezi İtalya’da olan süper tekel sayısı, yine aynı yıllarda 12’den 8’e düşerken, merkezi Büyük Britanya’da olan süper tekel sayısı aynı dönemde 33’ten 36’ya çıkmıştır.

Bu veriler, kaybedenlerin öncelikle ABD ve Japonya olduğunu, kazananın da öncelikle AB olduğunu göstermektedir. Sermaye akışından dolayı Çin ve Hindistan da kazananlar arasında yer almakta.

Süper tekeller sömürüyü olağanüstü artırarak dünya pazarlarında rekabet ediyorlar. Örneğin en büyük 500 süper tekel, çalışan başına cirolarını 2003 yılında yüzde 9,7 ve 2004 yılında da yüzde 8,1 oranında arttırmışlardı.

En büyük 500 süper tekelin dünya çapında toplam ciro miktarı 2004 yılı itibariyle 16,8 trilyon dolara varıyordu. Bu rakam dünya üretiminin yüzde 40’ına tekabül etmektedir.

5 Ağustos 2005 Cuma

AĞUSTOS AYI

• 2 Ağustosta Potsdam Anlaşması imzalandı.
• 5 Ağustos 1895’te Friedrich Engels’i kaybettik.
• Amerikan militarizmi, Japonya’nın Hiroşima (6 Ağustos 1945) ve Nagazaki (9 Ağustos) kentlerine atom bombası attı.
• 13 Ağustos 1961’de “antifaşist koruma duvarı”nın (nam-ı diğer Berlin Duvarı veya ihanet duvarı) yapımına başlandı.
• 18 Ağustos 1944’te Alman proletaryasının seçkin önderlerinden Ernst Thälmann katledildi.
• 19 Ağustos 1991’de bir kısım revizyonist önderin örgütlediği darbe yenilgiyle sonuçlandı ve SBKP Rusya’da yasaklandı.

• 2 Ağustos, Potsdam Antlaşması:
Antihitler Koalisyonu tarafından (SSCB, ABD ve İngiltere) 2 Ağustos 1945’te imzalanan Potsdam Antlaşması, Alman faşizminin yenilgisini, koşulsuz teslimiyetini ifade ediyordu. Aradan 60 sene geçmesine rağmen bu antlaşmanın hala güncel olan yönleri vardır. Stalin önderliğinde sosyalist Sovyetler Birliği’nin bütün çabalarına rağmen, kapitalist dünyanın patronluğunu üstlenen Amerikan emperyalizmi, İngiltere ve Fransa gibi diğer emperyalist ülkelerin de desteğini alarak Potsdam kararlarının uygulanmaması ve uygulanması gerektiği gibi uygulanmaması için yoğun çaba harcamıştır. “Alman militarizmi ve nazizminin yok edilmesi” sadece Sovyet kontrolündeki Almanya’da gerçekleştirilmiştir. Amerikan, İngiliz ve Fransız işgal bölgelerinde görünüşte bir “temizlik” yapılmış ve faşizm döneminin unsurları savaş sonrası Almanya’nın yeniden inşasına ekonominin ve toplumsal yaşamın her alanında aktif olarak katılmışlardır. “Nazi partisinin yok edilmesi”, “Nazi yasalarının kaldırılması”, Nazi partisi üyelerinin ve faşist Almanya döneminde önemli görevler üstlenmiş olanların kamu yaşamından uzaklaştırılmaları, eğitimin demokratik düşünceler temelinde yeniden örgütlenmesi, Alman savaş potansiyelinin yok edilmesi, savaş suçlularının cezalandırılması gibi kararlar, ancak ve ancak SB’nin ısrarlı tutumundan dolayı Amerikan, Fransız ve İngiliz işgal bölgelerinde savaş sonrasının ilk yıllarında yetersiz olarak, göstermelik olarak, Sovyet bölgesinde ise gerektiği gibi uygulanmıştır.

Potsdam Antlaşması demokratik, silahsızlanmış, barışçıl bir Almanya öngörmekteydi. Ama Stalin önderliğinde sosyalist Sovyetler Birliği’nin bütün çabalarına rağmen başta ABD olmak üzere İngiltere ve Fransa, Almanya’nın bölünmesi ve kendi kontrollerinde olan bölgelerin bir devlet olarak birleşmesi (Federal Almanya Cumhuriyeti) için; Potsdam Antlaşmasının fiilen geçersiz kılınması için sürdürdükleri çabada başarılı olmuşlardır. 1949’da kurulan her iki Almanya (Alman Demokratik Cumhuriyeti ve Federal Almanya Cumhuriyeti) Potsdam Antlaşmasının Sovyetler Birliği tarafından doğru bulunmayan sonucudur.

• 5 Ağustos 1895, Engels`in ölümü:
Marksizm-Leninizm’in ustalarından Friedrich Engels 28.11.1820’de Barmen’de (Almanya) doğdu ve 5.8.1895’te de Londra’da öldü. Karl Marks’ın en yakın mücadele arkadaşı olan Engels, Marks ile birlikte bilimsel sosyalizmin teorisini geliştirdi. Marksist teorinin oluşumuna devasa katkısına rağmen O, kendini Marks’ın yanında bir “yardımcı” olarak “2. keman” olarak görecek derecede alçakgönüllüydü. Engels, teori alanındaki (özellikle felsefe, diyalektik) katkısının yanı sıra barikatlarda ön saflarda savaşacak kadar da pratik mücadelede yer aldı. Marks tarafından yazılan Kapital’in ikinci ve üçüncü ciltlerini basılacak duruma getiren ve bu ciltlere Marks’ın düşünceleri doğrultusunda gerekli yerlerde ekler yapan (yaptığı ekleri parantez içine alarak belirtmiştir) Engels’tir.
Marks ve Engels’in düşünceleri dünya proletaryasının ortak mirasıdır.





• 6-9Ağustos 1945, atom bombasının atılması:

Amerikan emperyalizmi, Japonya’yı koşulsuz teslim alma bahanesiyle Hiroşima (6 Ağustos 1945) ve Nagazaki (9 Ağustos) kentlerine atom bombası attı.

Hiroşima’ya atılan bomba (“Little Boy”) 6 Ağustostan Aralık 1945’e kadar geçen zaman içinde 140000 ila 150000 arasında insanın ölümüne neden olmuştur. 9 Ağustos 1945 Nagazaki’ye atılan bomba (“Fat Man”) sonucunda da 70000 ila 80000 arasında insan ölmüştür. Radyoaktiviteden dolayı sonradan ölenlerin sayısı Hiroşima’da 350000 ve Nagazaki’de de 270000 olarak tahmin edilmektedir.
15 Ağustos 1945’te Japonya koşulsuz teslim oldu.

Japonya’nın savaşı devam ettirecek gücünün kalmadığı ve teslim olmasının sadece bir zaman sorunu olduğu bilindiği halde Amerikan emperyalizmi, sosyalist Sovyetler Birliği’ni göz önünde tutarak atom bombasını kullandı. Esas amacı SB’ni tehdit etmekti.

Amerikan emperyalizmine göre SB, Doğu’da da zafere “ortak” edilmemeliydi. Bunun ötesinde ve esas olarak Sovyet “yayılması”nın önüne geçilmeliydi ve o dönemde silah sanayi oldukça gelişmiş olan SB, ancak ve ancak yıkıcı gücü korkunç olan yeni bir silahla tehdit edilebilirdi. Bu da atom bombasıydı. Bu silah, Stalin önderliğinde sosyalist SB’ni proleter enternasyonalist politikasını geliştirmede, savunmada ve uygulamada engelleyemedi. Birkaç sene içinde SB de aynı teknolojiyi geliştirdi ve bu teknolojiyi barışçıl amaçlar için kullanacağını açıkladı.
Ama 20. Parti Kongresinden sonra; Kruşçev modern revizyonistlerinin SB’nde siyasi iktidarı ele geçirmelerinden sonra SB ve ABD arasında atom silahlanma yarışı da hız kazandı.
Bugün mevcut atom silahı potansiyeli dünyayı en azından 90 kere yok edecek boyutlardadır.

• 13 Ağustos 1961 Berlin duvarının inşası:
13 Ağustos 1961’de “antifaşist koruma duvarı”nın yapımına başlandı. Bu duvar “Berlin Duvarı” veya “utanç duvarı” olarak da bilinir. Ama bu duvarın siyasal karakterini en iyi açıklayan kelime ihanettir ve bu nedenden dolayı da bu duvar bir “ihanet duvarı”dır. Nedeni çok açıktır.

Revizyonist SB ile ABD arasındaki veya Revizyonist Blok (Varşova Paktı) ile NATO arasındaki çelişkilerin keskinleşmesinin nedeni, revizyonist SB ve Amerikan emperyalizmi arasındaki dünya hegemonyası için rekabetti. O dönemde Alman Demokratik Cumhuriyeti medyası sık sık “üçüncü dünya savaşı”ndan, “intikamcı Alman militarizmi”nden, “Berlin’e saldırı”dan bahseden haberlerle, yorumlarla ve provokasyonlarla doluydu. Berlin’in duvar örülerek çembere alınacağı Almanya Sosyalist Birlik Partisi 1. sekreteri W. Ulbricht tarafından sürekli yalanlanıyordu. Ama duvarın inşası için de bütün hazırlıklar sürdürülüyordu. Nihayetinde 3-5 Ağustos 1961’de Moskova’da bir araya gelen Varşova Paktı ülkeleri komünist partileri 1. sekreterleri “Batı Alman emperyalizminin ve NATO’daki yandaşlarının tehdidi altındaki barışı güvenlik altına almak için SB ve Demokratik Alman Cumhuriyeti tarafından öngörülen tedbirleri onadılar”. Böylece Berlin duvarının inşası için karar alınmış oldu. Gerisi biliniyor. Alman Demokratik Cumhuriyetinin başkenti olan Doğu Berlin örülen duvarla çember içine alındı. Bu duvar 1989’da yıkılana kadar sosyalizm adına bir utanç ve ihanet abidesi olarak kaldı ve emperyalist burjuvazi tarafından antikomünist propagandanın önemli bir aracı olarak kullanıldı. Peki, sorun neydi?

II. Dünya Savaşı sonrasında oluşan “Halk Demokrasisi” ülkelerinde Stalin önderliğinde sosyalist SB’nin her alandaki unutulamaz fedakar katkısıyla başlayan ekonominin yeniden inşası ve toplumun demokratik ve sosyalist yeniden yapılanma süreci 1956’da, SBKP’nin XX. Kongresinde iktidarı ele geçiren Kruşçev monden revizyonistleri tarafından kesintiye uğratıldı veya ekonomide ve toplumsal yapıda yeniden inşa, proleter enternasyonalizmini rafa kaldıran, revizyonist SB çıkarlarını ön plana çıkartan Sovyet modern revizyonizmi tarafından yeni dünya koşullarına göre yönlendirilmeye başlandı. Artık revizyonist SB’nin çıkarları Varşova Paktı ülkelerinin de çıkarları olmuştu. Bu durum hemen bütün Varşova Paktı ülkelerinde iktisadi ve toplumsal yaşamı olumsuz etkilemiş ve toplumsal huzursuzluklara neden olmuştu. Bu nedenden dolayı on binlerce Alman “açık kapı” durumunda olan Berlin üzerinden Batıya kaçıyordu. Doğu Almanya’nın ikna gücü kalmamıştı. Kaçışı durdurmak için duvar örüldü. Böylece “duvarlı sosyalizm” dönemi başladı.

Berlin duvarıyla korunmak istenen sosyalizm değildi. Çünkü daha önceleri Doğu Almanya’dan Batı Almanya’ya kitlesel göç yoktu. Ne zaman ki Sovyet revizyonizmi doğrultusunda Doğu Almanya’da da baskıcı revizyonist diktatörlük kuruldu, işte o zaman kitlesel göç hareketi de başladı. Duvar bu göçü engellemek için inşa edildi ve yıkılana kadar da bir utanç ve ihanet abidesi olarak kaldı.

• 18 Ağustos 1944 E. Thälmann`in katledilmesi:
14 Ağustos 1944’te faşist sürüsü SS’in komutanı, polis şefi ve içişleri bakanı H. Himmler Hitler ile E. Thälmann’ın katledilmesi üzerine konuşur ve Hitler’in emri, “o katledilmeli” olur.






E. Thälmann 18 Ağustos gecesi Buchenwald toplama kampında katledildi. Öldürülmesinin duyulmaması için tedbirler de alındı. Önce, 28 Ağustostaki hava saldırısında öldüğü açıklandı. Ama katledilmesi gizlenemedi.
11 sene faşizmin zindanlarında tutuklu kalan Thälmann AKP başkanlığı görevini de sürdürdü. Alman proletaryasının bu seçkin oğlu, sosyalizmin, proleter enternasyonalizminin boyun eğmez savunucusuydu.

Thälmann’ın öngörüsü gerçekleşti; Alman faşizmi SB’nin gücü karşısında çöktü. Katledilmesinden birkaç ay sonra faşist Almanya koşulsuz teslim oldu.

• 19 Ağustos 1991 SB`nde darbe denemesi ve SBKP`nin sonu:
Darbecilerden oluşan “Sıkıyönetim Devlet Komitesi” 19 Ağustos 1991’de bütün ülkede sıkıyönetim ilan etmişti. Ama darbeciler halkın direnişi karşısında ancak iki-üç gün ayakta kalabilmişler ve 21 Ağustosta da geldikleri gibi gitmişlerdi. Söz konusu komite, grevleri, gösterileri, siyasi faaliyeti yasakladığını 19 Ağustosta açıklamıştı. Ama onu dinleyen olmadı. Ülkenin önemli sanayi merkezlerinde işçiler greve gittiler. Leningrad’da tanklar şehrin varoşlarını aşamadı.

Kimdi bu darbeciler ve neyi kurtarmaya çalışıyorlardı? Darbeciler, on yıllar boyu devlet, parti ve ordu bürokrasisinde önder görevler üstlenmişlerdi ve sosyalist SB’nin revizyonist, sosyal emperyalist, bürokratik kapitalist bir ülkeye dönüşmesinde önemli payı olan unsurlardı. Bunlar, yeniden inşa edilen kapitalizmi on yılar boyunca sosyalizm diye pazarlamasını beceren unsurlardı.

Darbenin en önemli sonucu, Rusya Federasyonu sınırları içinde SBKP’nin yasaklanmasıydı. Rusya Federasyonu başkanı olan Yelzin, Kırım’da gözaltında tutulan SSCB başkanı ve SBKP Genel Sekreteri Gorbaçov’u Moskova’ya getirtmiş ve bütün dünyanın gözü önünde parlamentoda partinin yasaklanması kararını okutmuştu. Gorbaçov, onursuzluğun örneği olmuş ve bu korkunç aşağılanmayı protesto dahi etmemişti.
KGB ve ordunun belli kesimlerine dayanan darbe hareketi SBKP’nin ölümü olmuştur.

Başarısız darbeden sonra Gorbaçov, SBKP’nin “reforme edilmesinin imkânsız” olduğunu bizzat açıklamış, partinin dağıtılmasını önermiş ve nihayetinde Genel Sekreterlik görevinden ayrılmıştır.

Sosyal emperyalist SB ve revizyonist SBKP’nin çöküşünün ve dağılmasının ardından ağlayanlar olmuştur. Ama bu tarihsel gelişmeyi Markist-Leninistler ancak selamlayabilirler. Ne de olsa 35 senelik bir çarpıtma sona ermiş oldu. 1956’dan sonra SB’nde iktidara gelen revizyonistler, Marksizm-Leninizm’e, sosyalizme tarihte görülmemiş darbeler vurmuşlardı. XX. Parti Kongresinden itibaren Sovyet modern revizyonistleri Lenin ve Stalin’in devrimci partisini halk yığınlarını baskı altında tutmanın ve yanıltmanın en önemli araçlarından birisine dönüştürmüşlerdi.

Bir zamanların güçlü sosyalist ülkesinin; SSCB’nin sefil çöküşü, Marksizm-Leninizm’in değil, modern revizyonistlerin sosyalizme ihanetlerinin doğrudan bir sonucudur.
Revizyonist SBKP dağıldı ve onunla birlikte de bürokratik kapitalist sistem, Sovyet sosyal emperyalist sistemi çöktü.