deneme

31 Ağustos 2000 Perşembe

PRAG’A DOĞRU!


 
IMF emperyalizm demektir. Dünya Bankası(DB) emperyalizm demektir. IMF, DB, emperyalist sermaye demektir. IMF, DB, küreselleşmenin, yani sermayenin uluslararasılaşmasının doğrudan araçlarıdır. BM’e bağlı kurumlar olarak IMF ve DB, bütün üye ülkelerin değil, sadece ve sadece önde gelen emperyalist ülkelerin çıkarlarının uluslar arası avukatlarıdır.
Dünya sermayesinin/burjuvazisinin yaklaşık 20 bin temsilcisi IMF-DB zirvesine katılmak için Prag’a gelecek. Prag’da emperyalist/uluslar arası sermaye, 55. yıl toplantısını yapacak. Orta ve Doğu Avrupa’da bu türden toplantıların ilki Prag’da yapılacak.
Emperyalist sermayenin temsilcileri bu toplantıda dünya ekonomisinin liberalleştirilmesi üzerine taslaklar sunacaklar, önerilerde bulunacaklar, belli bir liberalleştirme şeması üzerine tartışacaklar. Yani kredi ve yapısal uyumluluğun koşullarını yeniden belirleyecekler. IMF ve DB, “dünya sorunları”nın çözümünün yegane yolunun liberalleşme olduğunu iddia ediyorlar. Bu anlamda liberalleşme ve küreselleşme, eş anlamlı olarak kullanılıyor; hedef, sermayenin uluslar arası arenadaki hareketi önünde bütün engellerin kaldırılmasıdır. Prag’da bu konu ele alınacak.
IMF ve DB, yapısal uyumluluk programları çerçevesinde “gelişen” ülkelere, emperyalizme bağımlı ülkelere verilecek kredileri daha sıkı kontrol altına almayı ve koşullarını kapsamlaştırmayı hedefliyorlar. Alınacak tedbirler, sermayenin konumunu güçlendirmeye hizmet ederken, milyonlarca insanın sefaletine neden olacaktır/olmaktadır. Kredi alacak olan ülkeler, kamu harcamalarını; eğitim, sağlık vs. kısmak zorunda kalacaklar. Dayatılan koşullar, yaşam koşullarını zorlaştırmaya, üretimi kısmaya, işsizliği artırmaya açıktır. Bu koşullar, emekçi yığınların örgütsüzlüğünü, sendikaların işlevsizleştirilmesini de gündeme getiriyor. Dayatılan koşullar, tarımı da yıkıma uğratıyor.
IMF ve DB, uyumluluk programları çerçevesinde kredi alan ülkelerin neyi ne kadar üreteceğini de belirlemeyi hedefliyorlar.
4 milyardan fazla insanın günlük geliri 2 dolardan daha az. Yaklaşık 17 milyon çocuk, iyi edilebilir hastalıklardan dolayı her yıl ölüyor. Güney yarım kürenin; “fakir ülkelerin”, nüfusunun üçte biri 40 yaşına ulaşamıyor. Ailelerinin geçimini sağlamak için dünya çapında çalışan çocuk sayısı, yaklaşık 250 milyon. ABD’de 30 milyon insan, yeterli beslenemiyor. AB’de 30 milyon insan yoksulluk içinde, 5 milyon insanın ise konutu yok.
Bütün bunların sorumlusu/nedeni olarak “yetersiz” liberalleşme gösteriliyor! Oysa bunların; bu talanın, yoksulluğun, sefaletin, işsizliğin vs. yegane nedeni/sorumlusu sermayedir. Sorumlu ve yargılanması gereken kapitalist sistemdir. Bu sistem yıkılmadan, bu sorunlardan; sömürüden ve talandan kurtulmanın da olanağı yoktur. Bu nedenle, IMF ve DB’nın amaçlarını sadece görmek yetmiyor. Esas olan, mücadeledir.
Emperyalist burjuvazi, Seattle’den, Washington’dan ve Davos’tan dersler çıkardı. Prag toplantısını amacına ulaştırmak için hazırlanıyor. Bu zirve, emperyalist burjuvazinin bir gövde gösterisidir. Buna cevap verilmelidir ve “Seattle”ller çoğaltılmalıdır. “Karşıt güçler”in dünya çapındaki hazırlıkları da bu yöndedir.  İnisiyatif grupları, gençlik örgütleri, sendikalar, devrimci partiler, tek tek bireyler, hangi siyasi görüşten olursa olsun antiemperyalistler, Prag’da ”eylem haftası” (21-28 Eylül) ve “eylem günü” (28 Eylül) örgütlemek için hummalı bir çalışma içindeler. Avrupa’nın her yerinden, bütün dünyadan en geniş katılımın sağlanması için uğraşı ve yaratıcılık kapsamlı.
Ama emperyalist burjuvazinin bu zirvesini protesto etmek için mutlaka Prag’a gitmek gerekmez. Bu toplantı bulunduğumuz her yerde protesto edilmelidir. Ülkemizde sendikalar, demokratik kuruluşlar, antiemperyalistler; gençlik ve emekçi yığınlar, IMF ve DB’nı protesto etmek için ortak hareket etmelidirler. İstanbul’daki, Atina’daki, Tokyo’daki protestoların Prag’dakinden farkı yoktur. Sermaye, enternasyonaldir ve ona enternasyonal alanda cevap verilmelidir.

ANKARA’DAKİ SİYASİ TRAFİK YOĞUNLUĞU


 
Camp David başarısızlığı Ankara’nın siyasi trafiğine de yansıdı. Filistin-İsrail “barış” süreciyle ilgili olarak 5 Ağustosta Türkiye’ye gelen Y Arafat’tan sonra İsrail Dışişleri Bakanı Sh. Ben-Ami, ABD’nin Ordadoğu’dan sorumlu Dışişleri Bakan yardımcısı E. Walker ve son olarak da İsrail Başbakanı E. Barak, Ankara’yı ziyaret etti.
Bütün bu “bilinen” ziyaretlerde aynı konu çeşitli açılardan; tarafların görüşleri açısından yeniden ele alındı. Sadece, Barak’ın günü birlik ziyaretinde ele alınan konular yelpazesinin genişliği basına da yansıdı.

Amerikan emperyalizmi, bölgemizdeki en önemli üssü olan Türkiye’yi, Ortadoğu’daki çıkarlarına angaje etmeye devam ediyor. Körfez Savaşı’na, “bir koyup üç alma” sevdasıyla dolaylı katılan Türkiye, burjuvazinin kendi hesabına göre bu maceradan 30-40 milyar dolarlık zararla çıktı. Amerikan emperyalizmi, şimdiki Ortadoğu “barış” sürecine de Türkiye’yi katıyor. Böylelikle Türkiye, bir defa bu sürece katıldıktan sonra, Arap ülkeleri-İsrail veya ABD/İsrail-Arap ülkeleri arasındaki ilişkilere de taraf olarak katılmış olacak.
ABD-Türkiye-İsrail üçlüsü, Ortadoğu’yu kendi çıkarlarına, somutta da Amerikan emperyalizminin çıkarlarına göre şekillendirmek için yoğun çaba harcıyor.

Amerikan emperyalizmi, “barış” anlayışını kabul ettirmek için bütün gücünü kullanıyor. Çünkü sorun, sadece Filistin-İsrail ile sınırlı değil. Sorun, Ortadoğu’nun bütününü ilgilendiriyor; sorun, bölgemizdeki petrol, enerji kaynakları üzerine hegemonya sorunudur. ABD, bölgede gözü olan diğer emperyalist güçleri, başta da AB ve Rusya'yı’ "iş”e karıştırmak istemiyor. Bu nedenle, fiyasko ile sonuçlanan Camp David görüşmelerini, yeni olanaklar/araçlar devreye sokarak devam ettirmek ve “barış” sürecinin kesintisiz devam ettiğini göstermek istiyor.

Tabii Barak’ın ziyareti sadece bu konudaki görüş teatisiyle sınırlı kalmadı. İsrail, Türk ordusunun modernleşme pastasında pay almak istediğini de dile getirdi. Şimdiye kadar ki bir kaç milyar dolarlık ihalelerde –örneğin saldırı helikopteri ihalesinde- umduğunu bulamayan İsrail, mevcut modernleştirme (tank ve uçak) siparişleriyle yetinmek istemiyor. İsrail, Türk ordusunun silah ve başka araç kapasitesinde/sisteminde söz sahibi olmak istiyor. Bunun yolu bir defa açıldı mı, artık arkası gelir. Çünkü silah sistemi, bu alanda bağımlılığı beraberinde getirir. İsrail sermayesinin önemli bir amacı da bu. Türkiye’yi çevreleyen ülkelerdeki uzun menzilli füze yoğunluğu göz önünde tutulursa, İsrail’in neden füze savunma sistemi satmak için büyük çaba harcadığı anlaşılır.

İsrail, silah siparişinde kendisine pay verilmesi durumunda bazı silah teknolojilerinin Türkiye tarafından üçüncü ülkelere satılmasına itirazı olmayacağını açıklıyor. Burada da güdülen amaç açık; Türkiye üzerinden Türk cumhuriyetlerine ve bazı İslam ülkelerine silah satmak ve böylece birçok ülkeyi ve Türk silah sanayini kendine bağımlı kılmak!
Görünen o ki Türkiye, Amerikan emperyalizmi çıkarları doğrultusunda Filistin-İsrail “barış” görüşmelerine giderek daha kapsamlı olarak taraf edilmek isteniyor.

Türkiye’yi taraf yapmak istemenin arkasındaki bir neden de su sorunudur. Bölgeyi susuzluktan kurtarabilecek olan yegane ülke, Türkiye’dir. Sınır aşan ve aşmayan mevcut su kapasitesinin “ortak” kullanımı için ortam oluşturulmaya çalışılıyor. Hemen bugün olmasa da yakın gelecekte, örneğin Suriye’nin, suyu da ön koşul yaparak ABD ve İsrail ile “barış” görüşmesi talep etmeyeceğini kim söyleyebilir? Türk burjuvazisinin böyle bir talebe ne derece karşı çıkabileceği soru götürür. A. Öcalan’ın İmralı’ya getirilmesinde ve Kürt ulusal mücadelesinin yenilgisinde Amerikan emperyalizminin payı, İsrail’in katkısı, Türk burjuvazisinin karşısına, sınır aşan su konusunda bir taviz olarak çıkabilir. Su sorunu, Filistin-İsrail “barış”ında olmasa da, Suriye-İsrail/ABD “barış”ında önemli bir sorun olacak. Bu nedenle de Türkiye, Ortadoğu sorunlarından uzak tutulmuyor.

23 Ağustos 2000 Çarşamba

KİME, NEYE İNANALIM!!!

22.08.2000


“Yeni Evrensel” gazetesi, 4 Ağustos tarihli sayısında B. Özgür’ün kalemiyle Marksist teoriyi, Marksist-Leninist politik ekonomiye ve Leninist emperyalizm analizini “çürütme”yi bir kez daha denemiş. Bu gazete, “Özgürlük Dünyası” dergisi ve öncelleri, her konuda Marksizmi sulandırma, çarpıtma ve burjuvazi tarafından kabul edilir hale getirme çabasını sürdüre gelmişlerdir. En son olarak B. Özgür, “Ekonomik Boyut” köşesinde her haliyle bir burjuva aydı olan Ottova Üniversitesi öğretim üyesi Prof. M. Chossudovsky’nin hazırladığı bir çalışmayı, Leninist emperyalizm teorisine ve Marksist kriz teorisine saldırı için silah olarak kullanıyor. B. Özgür’e göre “M. Chossudovsky’nin hazırladığı (bu) çalışma, yıllardır ülkelerin aynı ‘silahla’ teslim aldığını ve bu programın sonuçlarının da sadece ve sadece ‘ekonomik krizle’ sonuçlandığını gösteriyor”. Tabii burada söz konusu olan IMF programı.
“IMF’nin yirmi yıldır her ülkede uyguladığı (ve) bugün Türkiye’de de uygulanan bu şablon, daha önce Latin Amerika’dan Afrika’ya, Güney Doğu Asya’dan eski Doğu Bloku ülkelerine kadar her yerde uygulandı. Ve hükümetin ‘özgünlüğü ile övündüğü’ program, kelimesi kelimesine diğerleriyle aynı. Ortaya çıkacak sonuç da çok farklı olmayacak: kriz!
“Sonuç: Ekonomik kriz. IMM şablonunun uygulanmasının ardından yatırımı çökmüş, tarımı çökmüş, ticaret ithalat lehine genişleyen, borç sarmalına girmiş bir ekonomi geriye kalır...Üretim hiçbir şekilde programda yer almadığı için teşvik edilen rant ekonomisi, imalat sanayini kemirir. Ve kriz patlak verir!
Türkiye, Chossudovsky’nin ortaya koyduğu bu şablona göre ’istikrar programı’nın içinde yer alan ticaretin liberalizasyonu sonucunda gelişen ‘ithalatın patlaması’ aşamasında bulunuyor. Bu durum ödemeler dengesini bozduğu, döviz rezervlerini erittiği ve ülke kaynaklarını yurtdışına akıttığı için ekonomik çöküşe doğru gidildiğinin de en somut göstergesidir. Gelecek yıl Türkiye’nin borç yükünün GSMH’sinin yüzde 50’sini aşacağı düşünüldüğünde bir krizin kapıda olduğunu söylemek kehanet olmayacaktır”.
Kriz hakkında Evrenselciler böyle düşünüyorlar. Aynı konuda Marks ise şöyle düşünüyor: “Bütün gerçek krizlerin son nedeni, daima, kapitalist üretimin üretici güçleri sanki sadece toplumun mutlak tüketim gücü bu güçlerin sınırını teşkil edermişçesine geliştirme çabasına zıt olarak, yığınların yoksulluğu ve sınırlı tüketimidir” (“Kapital”, C. 3, s. 429).
Yani, “bütün gerçek krizlerin son nedeni”, bir taraftan üretimin genişletilmesi ve büyümesi ile diğer taraftan da emekçi yığınların alım gücünün gerilemesi arasındaki çelişkinin keskinleşmesidir.
Marks, böyle diyor. Ama ülkemizde m-l adına konuşan bütün küçük burjuva akımlar ve reformistler, örneğin B. Özgür gibileri hiç de Marks gibi düşünmüyorlar. Bunlar, kapitalizmin, sermaye hareketinin nesnel yasalarını Türkiye’de geçersiz kılıyorlar. Yani bu yasaların evrenselliğini reddediyorlar ve emperyalizme bağımlılığı, kriz olarak algılıyorlar. Tabii bağımlılık sürdükçe, ekonomi de sürekli kriz içinde olacaktır! Sorun bu kadar basit mi? B. Özgür’ün kriz nedeni olarak gösterdiği hiçbir neden; IMF şablonu, Marksist kriz teorisine göre ekonomik krizin nedeni olamaz. En fazlasıyla sonuçları olabilir/olur. Sonuçları, neden olarak görebilen bir anlayışın, emperyalizme bağımlılığın yansımalarını da kriz nedeni olarak görmesi doğaldır. Emperyalizme bağımlılık eşittir kriz anlayışı böyle türetiliyor! Diyelim ki, bu bayların dediği doğru. Peki, bundan emperyalizmin ne gibi bir çıkarı olabilir? Marksist teoriye göre ekonomik kriz, maddi değer üretiminin sürekli azalması, düşmesi anlamına gelir. Diyelim ki Türkiye’de maddi değerlerin (sanayide, tarımda üretim vs.) üretim miktarı 1970’de 30 milyar TL. olsun. Her yıl, krizden dolayı – üretim yapılamamasından dolayı kayıp 1 milyar TL. olsun. 2000 yılında ekonominin sıfırlaması gerekirdi. Bu örneğin yerine sabit fiyatlar üzerinden gerçek değerleri alarak hesaplama yapabilirsiniz. Varılan sonuç, savunulanın tam tersi olacaktır. Peki, IMF, Dünya Bankası (DB), emperyalist ülkeler, böyle biten, tükenen ülkelere neden “yardım” etsinler, kredi versinler? Ekonomisi krizde olan bir ülke, ödeme (borç) yapamayan, ithalat yapamayan, aynı zamanda ihracat da yapamayan bir ülkedir. Böyle bir ülkeden IMF’nin, DB’nın ne gibi çıkarı vardır? Nerede görülmüş, IMF’nin, karşılığını fazlasıyla almadığı bir ülkeye kredi verdiği? Emperyalistler “enayi” mi?!
Nerede görülmüş IMF’nin dayatmasından, “istikrar programı”ndan ve DB’nın “uyumluluk programı”ndan dolayı ekonomik krizlerin patlak verdiği? Hangi kıtada, hangi ülkede? Marksist kriz teorisi kıstaslarına göre buna örnek gösterilemez, ama burjuva kriz teorisine göre, emperyalizme bağımlı bütün ülkelerde bu görülür. Burjuva ve küçük burjuva açısından ekonomide ve politikada en ufak bir olumsuzluk veya tartışma bir “kriz”dir. IMF ve DB, bağımlı ülkeye, borcunu sürekli ödeyebilmesi ve talanın koşullarının korunması temelinde bağımlı kalması için “yardım” eder. Önemli olan, verilenin geri alınmasının koşullarını sürdürebilmektir, sürekli kılabilmektir. IMF’nin yaptığı da bundan başka bir şey değil. Verilenin, geri alınmasının koşulu ise kriz olamaz. Tam tersine, krizsiz koşullar olmalıdır ki, yabancı sermaye, verdiğini fazlasıyla geri alabilsin!
IMF programıyla Türkiye’de ortaya çıkacak olan, kriz olmayacak. Bu programla Türkiye, emperyalizme daha kapsamlı ve derinlemesine bağımlı olacak. Türkiye, aldığını aksatmadan geri ödeyecek durumda tutulacak. IMF’nin programı buna hizmet ediyor. Bu program kriz anlamına geliyorsa, bu durumda Türkiye, ödeme yapamaz, aldığını veremez, emperyalist efendilerinin isteklerini yerine getiremez. Yabancı sermayenin, IMF’nin bundan ne gibi bir çıkarı olabilir? Hiçbir çıkarı olamaz. Öyleyse; IMF’nin, şu veya bu ülkedeki değil, emperyalizme bağımlı bütün ülkelerdeki programı, yapılan “yardım”ların, verilen kredilerin geri ödenmesinin ve her türlü talanın ve isteğin koşullarını sürekli kılmaya hizmet eder. Programın uygulanmasıyla bu koşullar –pratiğin gösterdiği gibi- 2-3 sene sürekli kılınır ve sonra aksamalar gündeme gelir. Küçük burjuva avanak açısından bu, bir krizdir. Ama IMF açısından ise hedeften sapmadır. IMF gelir ve yeni bir anlaşmayla 2-3 senelik bir “ayar” yapar. Pratik, aynen böyle değil mi?
Demek oluyor ki ekonomik kriz ve emperyalizme bağımlılık aynı anlama gelmiyor, ama küçük burjuva reformist için aynı anlama geliyor.
Evrensel geleneğinden reformistler, ülke ve ekonomi çökertmekle ünlüdürler. Ö. Dünyası’nın birkaç yıl önceki bir sayısında “ekonomi çöktü” tespiti yapan anlayış, şimdi ekonomiyi çöküşe doğru götürüyor! “İthalat patlaması”ndan ekonomi çökseydi, çökmemiş ekonomi, parmakla gösterilecek kadar az sayıda olurdu. Borç, GSMH’nın yüzde 50’sini geçince ekonomi çökseydi, örneğin ABD, Almanya gibi emperyalist ülke ekonomilerinin tamamen yok olmuş olmaları gerekirdi. Ayrıca, Türkiye’nin borç yükü 100 milyar dolar ve GSMH da 200 milyar dolar civarında. Birkaç yıldan bu yana durum böyle. Ama bırakalım bundan dolayı çökmeyi/krizi, adamlar tıkır tıkır borç ödüyorlar ve alıyorlar. Sorun desteksiz atmak değil, bu mekanizmanın nasıl işlediğini açıklamaktır. Bundan dolayı, emperyalizmi, kapitalizmi, bağımlılığı teşhir etmek için mutlaka ve mutlaka ekonomi çökertmek, ekonomi krizde açıklaması yapmak gerekmez. Emperyalizmi ve ona bağımlılığı teşhir etmek için yaşam, sayısız olay ve gelişme sunuyor. Önemli olan, nesnel gerçeklikten hareketle propaganda ve ajitasyondur. Sorunu, yenilmez teoriye; Marksist teoriye göre açıklayabilmektir. Ama anlaşılan o ki, bazılarının dağarcığında kriz ve çöküş kavramından başka kavram yok. Ellerinden gelse, 24 saatte bir kriz patlatacaklar ve ekonomi çökertecekler! Hal böyle olunca bu tür insanlardan teori dürüstlüğü ve bilimsellik beklenemez.
IMF programlarını uygulayan ülkelerde ekonomi, şayet krizde değilse bu onun çok iyi durumda olduğu anlamına mı gelir? Hayır. Bu ülkelerde ekonomi ve de siyaset, sadece ve sadece IMF’nin, bir bütün olarak yabancı sermayenin istek ve taleplerini karşılamak için yeniden yapılandırılır. Bunun adı, tedbirdir. Tedbir, yönlendirmedir. Yönlendirme, örneğin hükümetin “istikrar programı”, sermaye hareketini etkiler, ama ona asla ve asla yön veremez. Çünkü programlar, tedbirler, nihayetinde hukuksaldır. Sermaye hareketinin tanıdığı yegâne “hukuk” ise kendi nesnel yasasıdır. Bir kapitalist ekonomi, şu veya bu tedbirden, programdan dolayı değil, ancak ve ancak kendi nesnel hareketi sonucunda ekonomik krize girer veya girmez.
Evrensel, doğruyu yazmamakta, yani yalan yazmakta oldukça ustadır. Bilerek mi yapıyor, aklı mı bu kadar yetiyor, bunu bilmiyoruz. Örneğin, Türkiye’deki “ithalat patlaması”nı “istikrar programı”na bağlayarak, bay Chossudovsky’nin şablonunu doğrulamaya çalışıyor. Oysa ithalat patlamasının nedeni tamamen başka yerde aranmalıdır: bu patlamanın nedeni, Türk ekonomisinin ara krizden çıktığının, sabit sermayenin (yeni makineler, ara mallar vs.) yenilendiğinin; genişletilmiş yeniden üretimin koşullarının yeniden hazırlandığının, bu nedenle de olağanüstü boyutlarda üretim araçları ve ara malları satın alındığının ifadesidir. 1994’teki kriz sonrasındaki ithalat hareketiyle bugünkü ithalat hareketini karşılaştırırsak, bu gelişmenin krizden çıkışın işareti olduğunu görürüz (isteyen, ithalat kalemlerine baksın; üretim araçları mı, üretime hizmet eden malları mı, yoksa tüketim araçları mı ağırlıkta satın alınıyor sorusunun cevabı orada var). B. Özgür, bu “patlama”nın nedenini açmıyor, sonuçlarını, ne pahasına yapıldığını açıklayıp, teşhir etmiyor. Yapması gerekeni yapmıyor. Susmaması gerektiği yerde susuyor. Nesnel süreci/gerçekliği açıklayarak politika yapmıyor. Nesnelliğin açıklanmasını ve yorum yöntemini bay Chossudovsky’nin şablonunda arıyor, marksist-leninist teoride aramıyor
Evrensel’in ikinci yalan bombasına göre, Türkiye’de “2001 yılında borç krizi kapıda. Çünkü ithalatı sürekli artan Türkiye’nin 2001 yılında borç yükünün Gayri Safi Milli Hâsıla’nın yarısını aşacağı düşünüldüğü zaman bir borç krizi ile karşılaşacağı ortaya çıkar. Bu da IMF’nin şablonuna göre ekonomik çöküşe bir adım daha yakınlaştığını gösteriyor".
Durumun böyle olduğunu sadece Evrensel ve bay Chossudovsky görüyor, ama IMF, DB ve emperyalist ülkeler görmüyorlar! Görmedikleri için de Türkiye’ye kredi üstüne kredi veriyorlar. Yani yabancı sermaye aptal! Türkiye’nin borç yükü, birkaç seneden beri GSMH’nın yüzde 50’sini aşmış. Türk burjuvazisi, borcunu aksatmadan, bir şekilde ödüyor. 2001’de de ödeyecek. Bundan emin olunduğu için kredi veriliyor. Evrensel, bay Chossudovsky’nin şablonunu doğrulamak için kafa yoracağına, alınan borcun nasıl ödendiğine, borç ödemek ve borç krizine girmemek için emekçi yığınların nasıl talan edildiğine kafa yorsaydı, doğru hareket etmiş olurdu.
Böylesi eleştirmenleri ve karşıtları olduğu müddetçe emperyalizm ve Türk kapitalizmi daha çok yaşar!

15 Ağustos 2000 Salı

CAMP DAVID SONRASI

Camp David görüşmelerinin fiyasko ile sonuçlanmasından sonra taraflar (İsrail ve Filistin) pozisyonlarını savunmaya devam ettiler. Amaç, bu fiyaskoyu iç politika açısından “başarı”ya çevirmekti. Görüşmelerden sonuç alınamaması tarafları arayışa itti ve uluslar arası planda kamuoyu oluşturmak için Filistin ve İsrail görüşlerini anlatmak için dünya turuna çıktı.
Amerikan emperyalizminin dayattığı “nihai barış”ın İsrail ve Filistin tarafından kabul edilmemesinin nedeni, her iki tarafın anlaşmaya ve kurumlaşacak sonuçlarına hazır olmamalarında aranmalıdır. Şu veya bu şekilde yüz seneden beri süre gelen sorunun ve bu soruna göre siyasi olarak şekillenmiş toplumların, ön yargının ötesinde, duyarlılığı ve talepleri bir nebze de olsun yerine getirilmeden “barış”ın sağlanması olanaksızdı. 1993’te Oslo’da sadece bir başlangıç yapılmış ve FKÖ-Arafat önderliğinde Filistin halkının antiemperyalist (daha ziyade antiamerikancı ve antisiyonist) direnci kırılmış ve teslim alınmıştı. Bu teslimiyeti Filistin halkına kabul ettirmek için Arafat ve FKÖ, çok çaba harcamışlardı. Filistin açısından zorlukların karakter ve çapını bilen İsrail, bu durumu, Oslo anlaşması kararlarını uygulamayı savsaklamak için kullandı. Oslo'dan sonra yapılan anlaşma ve görüşmeler, ara anlaşma ve görüşme özelliğini taşıyorlardı. Bu ara anlaşma ve görüşmeler, daha önce alınan kararların uygulanması üzerine yeni kararların alındığı görüşmelerdi.
Kararları uygulamayarak veya uygulamayı geciktirerek sorun çıkartan taraf, İsrail olmuştu. Oslo anlaşması, otonomi idaresinden sonra “bağımsız” Filistin devletinin kurulmasını öngörüyordu. Camp David de böyle bir devletin kurulmasının önündeki bütün engellerin aşıldığı bir zirve olacaktı. Amerikan emperyalist burjuvazisi böyle düşünüyordu ve Clinton, tarihe “barış” güvercini olarak da geçmek istiyordu. Ama olmadı ve Camp David, başarının değil, fiyaskonun zirvesi oldu.
Zirvenin fiyasko ile sonuçlanmasından hemen sonra Clinton, Arafat’ı sorumlu tuttu. Arafat, uzlaşmaz tavrıyla zirvenin başarısız sonuçlanmasına neden oldu dedi ve aynı zamanda, görüşmelerin kesintisiz devamı için çaba harcanacağını ve bu amaç için Filistin ve İsrail’e bir görevlinin gönderileceğini de açıkladı.
Camp David öncesinde olduğu gibi sonrasında da Arafat, Eylülde bağımsız Filistin devletinin kurulacağını ilan edeceğini açıkladı ve uluslar arası destek almak için, başta Arap ve AB devletleri olmak üzere, görüşme turlarına başladı. Türkiye, İran ve Rusya da dâhil bir dizi devlet ve hükümet başkanlarıyla görüştü ve bu türden görüşmelerini sürdürmeye devam ediyor. Ne var ki bu görüşmelerde Arafat, umduğunu bulamadı. Hiçbir devlet ve hükümet başkanı, ‘devletin kurulduğunu açıkla, seni destekleriz’ demedi. Arafat’ın, özellikle Arap zirvesi ve bu zirvede Filistin devletinin kurulması ve Kudüs sorununda destek umudu, Arap ülkeleri tarafından kabul görmedi. Öyle ki Mısır devlet başkanı Mubarak, “devlet kurma ilanının ertelenmesini düşünüyorum” açıklamasını yaptı. ABD-AB, ABD-Rusya çelişkilerinden yararlanmak için kapısını çaldığı bir kısım AB devletleri ve Rusya da Arafat’ın önerisini geri çevirdiler. Arafat, her gittiği yerde “tek taraflı devlet ilanı”ndan sakın“ tavsiyesi aldı. Her ne kadar henüz anlaşma olmasa da, Amerikan emperyalizminin ipleri sıkı bir şekilde elinde tuttuğu bir alanda; ilişkiler yumağında Arafat’ın bu girişimiyle söz sahibi olunamayacağını bilen emperyalist ülkeler, başta da AB ve Rusya, onun niyetine mesafeli yaklaştılar.
Arafat, turlarına devam ederken İsrail ve ABD de boş durmadılar. İsrail’in yeni Dışişleri Bakanı Ben-Ami, özellikle AB ülkelerini ziyaret ederek konuya ilişkin anlayışlarını açıkladı. Bugünlerde Ortadoğu’ya gelecek olan Amerikan özel elçisi Ross, yeni bir zirvenin koşulları hakkında nabız yoklaması yapacak. Amerikan Dışişleri Bakanı yardımcısı Walker’a göre “her iki tarafı da memnun eden bir çözüme ulaşmak için önümüzdeki aylar zarfında çetin bir çalışma” yapılacak.
Sözün kısası, Arafat, 13 Eylülde “bağımsız” Filistin devletinin kurulduğunu ilan etme sözünü geri almak, ilanı ertelemek durumuyla karşı karşıya.
Bundan sonra ne olabilir? Dönem dönem intifadadan bahsedilmesi, bir zamanların doğru mücadele biçimlerine dönülebileceğinin dillendirilmesi, Filistin halkının dinamik güçlerini aldatmaktan öte bir anlam taşımıyor. Antiemperyalist, antisiyonist mücadeleden vazgeçen, gerçekten bağımsız Filistin mücadelesini rafa kaldıran ve sorunun çözümünü emperyalizme, somutta da Amerikan emperyalizmine havale eden bir anlayışın devrimci bir özü olamaz. Amerikan barış anlayışı ve hegemonyasını kabul eden ne devrimci olabilir ne de devrimci güçleri harekete geçirebilir. Bu anlamda Arafat ve FKÖ önderliği, devrimci özünü kaybetmiş ve reformizmi, emperyalizmle uzlaşmayı temsil eden simgeler konumundalar. Emperyalizm ve başta da Amerikan emperyalizmi, Arafat’ın tehlikeli olamayacağını, teslim alınmış ve dayatılan koşullar çerçevesinde kalmaya mahkûm edilmiş bir simge olduğunu biliyor. Bu nedenle emperyalist burjuvazi, onun tehdidvari çıkışlarına aldırmıyor. Emperyalizmi korkutan, sorunun sürüncemede kalmasından dolayı Filistin halkının kendi içinde yeni dinamik, devrimci güçler çıkartabileceğidir. Emperyalistleri korkutan bu olasılıktır. Benzeri bir gelişmeyi Kürt sorununda ve başka ulusal kurtuluş hareketlerinde de görüyoruz. Emperyalizm, “barış” adına teslim aldığı ve reformizmin bataklığına gömdüğü güçleri eritiyor, tamamen uşak yapıyor. Latin Amerika’da birçok ulusal kurtuluş örgütü, bölgemizde FKÖ ve PKK, aynı yolun yolcusu olmuşlardır. Mücadele edilen güçlere; devlete ve emperyalizme teslim olduktan sonra, teslim eden, uşaklaşan, yenilgiyi kabul eden anlayışın yeniden devrimcileşeceğini beklemek ciddiyetsizliktir. Otonomi bazında devletsel kurumlaşan, polis olan, memurlaşan Filistinli eski gerillaların yeniden silaha sarılacağını düşünmek ne derece doğruysa, silahlarını teslim eden Honduraslı gerillaların yeniden silaha sarılacaklarını düşünmek de o derece doğrudur. Aynısı Apo ve Arafat için de geçerlidir. “Demokratik Cumhuriyet” anlayışını kültürel haklara indirgeyen ve yeni cumhurbaşkanına övgüler dizen A. Öcalan’ın “antiemperyalist”liğiyle Arafat’ın “antiemperyalist”liği arasında zerre kadar fark yoktur. Her ikisi de halklarına sırt çevirmiş ve sorunu ABD ve AB’ye havale etmiştir. Böylesi “önderler” emperyalizmin hesabına çalışıyorlar ve Kürt ve Filistin halklarının çilesi, bağımsızlık isteği, artık onları ilgilendirmiyor. Filistinliler ve Kürtler, bu durumda olan başka halklar, eski önderlerinin teslimiyetini anladıkça, onlardan umutlarını kesecekler ve artık onların kaderiyle ilgilenmeyecekler. Böyle bir süreç, devrimci mücadelenin yeniden başladığı süreçtir. Bağımsız Filistin ve Kürdistan’ın önündeki engel sadece emperyalizm, Türk devleti ve İsrail değildir. Bu güçlere, yani düşmana teslim olan FKÖ ve PKK önderlikleri, Arafat ve Öcalan da gerçekten bağımsız Filistin ve Kürdistan’ın önündeki engel durumundalar. Bu engellerin aşılması, antiemperyalist, devrimci mücadelenin gelişmesi anlamına gelir. Biz böyle bir mücadelenin bütün dünyayı yangın alanına çevirmesinden yanayız ve bu mücadelenin içindeyiz.