deneme

28 Aralık 2001 Cuma

BÜYÜK OYUNUN AFGANISTAN PERDESI


 
11 Eylül saldırısı, Amerikan emperyalizminin bir taşla birkaç kuş vurması için vesile oldu.
"Uluslararası terörizme karşı yeni savaş" bir şekilde başlatılmalıydı. 11 Eylül bu savaşın başlatılmasına vesile oldu. İnsanı hayrete düşürecek bir hızla bütün emperyalist ülkeler, neredeyse bütün bağımlı ülkelerin hükümetleriyle bu "yeni savaş"ı başlatmak için anlaştılar. 
 
W. Bush'un "Yeni Savaş"ı, bütün dünyaya karşı sürekli, uzun yıllar sürecek olan bir savaş ilanından başka bir anlam taşımıyordu. Bu, önde gelen emperyalist ülkelerin, bütün dünyada bütün araçları kullanarak istenmeyen rejimlere, ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelelerine karşı savaşıydı.

Son dönemlerde, daha doğrusu 11 Eylülden bu yana bütün Orta ve Yakındoğu NATO'nun yığınak bölgesine dönüştürüldü. 7 Ekimde Afganistan'a karşı başlatılan emperyalist saldırı, Taliban rejiminin devrilmesine rağmen hala devam ediyor. Bugün gelinen aşamada "uluslararası terörizme karşı yeni savaş"ta emperyalist ülkeler arası ittifaktan da artık pek söz edilemez. Bunun nedeni, her bir emperyalist ülkenin, terörizme karşı mücadele adı altında kendi aralarındaki çelişkileri kaçınılmaz olarak ön plana çıkarmalarıdır.

Rusya, Çin gibi emperyalist ülkeler, kendi etnik sorunlarından dolayı 11 Eylülden sonra ABD'nin yanında yer aldılar. AB ülkeleri, başta da Almanya ve İngiltere keza "uluslararası terörizme karşı yeni savaş"ta müttefikleri ABD'yi yalnız bırakmak istemediler(!). Ama her bir emperyalist ülkenin esas niyeti, bu savaşta yer alarak Amerikan emperyalizminin kendi çıkarlarını zedelemesini engellemeye çalışmak ve dünyanın yeniden paylaşımında yeni mevziler elde etmekti.

Neden Afganistan ve emperyalist ülkelerin amacı ne?
Emperyalistler arası çelişkilerin günümüzde en çok keskinleştiği üç bölgede (Balkanlar, Ortadoğu ve Kafkasya/Hazar Havzası) önde gelen emperyalist ülkeler karşı karşıya geliyorlar. Genellikle ortak hareket eden bu ülkeler, aslında kendi çıkarlarını ifade etmenin peşindeler. 1991'de Irak'a ittifak kurarak saldırdılar, ama kısa zamanda çıkar çatışması ön plana çıktı. Balkanlar'da NATO+Rusya ittifakı söz konusuydu. Ama bu bölgede de nihayetinde kendi çıkarları doğrultusunda hareket ettiler. Aynı gelişmeyi Afganistan savaşında da görüyoruz. Taliban rejimine karşı ortak hareket edildi, ama bu rejim daha yıkılma sürecindeyken kendi çıkarlarını ön plana çıkardılar.

Afganistan, söylendiği kadarıyla yer altı zenginliğinin ötesinde, Avrasya jeopolitikası açısından oldukça önemli bir konuma sahiptir. Revizyonist blokun ve Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra Amerikan emperyalizmi tarafından yeniden geliştirilen Avrasya jeopolitikası, Amerikan emperyalizminin 21. yüzyıl dünya hakimiyetinin esasını oluşturur. Bu jeopolitikanın içeriği, Hazar Havzası/Orta Asya yer altı zenginliklerine, dünya pazarlarına sürmek de dahil, hakim olmaktır.

Böyle bir jeopolitikanın uygulanabilmesi bir çok faktöre bağlıdır. Her şeyden önce, bölgede gücü olan, aynı amacı güden emperyalist güçlere ve potansiyel rakiplere karşı mücadele gerekmektedir. Bölgede iddialı ve potansiyel iddialı olan ülkelerin başında ABD, Rusya, Çin, AB ülkeleri (özellikle de Almanya, İngiltere ve Fransa), Japonya, Hindistan, Türkiye, Iran ve Pakistan geliyor.

Afganistan, Orta Asya yer altı zenginliklerinin (petrol ve doğal gaz) dünya pazarlarına taşınmasında düşünülen geçit güzergahlarından birisi olmasının ötesinde, Amerikan emperyalizminin Avrasya jeopolitikasının gerçekleşmesi için uygulanan stratejinin önemli bir ayağını oluşturur. Orta Asya'nın güneyinde yer alan bu ülkeye yerleşmek veya onu kontrol etmek, Amerikan emperyalizmi açısından Kafkasya/Hazar Havzası'nı kuşatmada Türkiye'den sonra ikinci önemli bir üsse sahip olmak ve Rusya, Çin ve muhtemelen Hindistan gibi ülkelerin bölgedeki faaliyetlerini, olası Rusya-Çin-Hindistan yakınlaşmasını ve "Şanghay Beşlisi"nin faaliyetini yakından takip etmek anlamına gelmektedir. Afganistan bu açıdan Amerikan emperyalizmi için önemlidir.

Orta Asya'dan, Afganistan'dan kovulan Rusya, ABD'nin veya "uluslararası terörizme karşı savaş"ın safında yer alarak bölgeye yeniden yerleşme niyetinde. Bölgede bugün için Amerikan emperyalizmine karşı askeri açıdan meydan okuyabilecek yegane güç, Rus emperyalizmidir. Çin ve Japonya, şimdilik izliyor gözükmekle yetiniyorlar. AB ülkeleri, özellikle İngiltere ve Almanya, bölgede var olabilmek için ABD ile ortak hareket etmek zorundalar. Bu iki ülkenin bu bölgede tek başlarına Rusya, Çin ve ABD'ye karşı hegemonya mücadelesi sürdürecek potansiyelleri yoktur.

Emperyalist ülkeler, Balkanları "barış"a kavuşturdular- kendi aralarında paylaştılar. fiimdi sıra Orta Asya'ya geldi. 11 Eylül saldırısı, bir vesile oldu ve Orta Asya'da emperyalistler arası hegemonya çatışması silahlı biçimini Afganistan savaşında buldu.

Taliban rejiminin yıkılması ve geçici hükümetin kurulmasıyla önde gelen emperyalist ülkelerin dünya hegemonyası için mücadelelerin yeni bir boyut kazanacak; Balkanlar'da uygulanan emperyalist "barış" Afganistan'da da uygulanmaya konacak ve Amerikan emperyalizmi "uluslararası terörizme karşı yeni savaş"ını başka ülkeleri bombalayarak, işgal ederek sürdürecek. Amerikan ve dünya basınında Irak'ın işaret edilmesi, saldırının hangi ülkeye olacağını gösteriyor

24 Aralık 2001 Pazartesi

DÜNYA VE TÜRKİYE EKONOMİSİNİN SEYRİ

Kapitalist dünya ekonomisi, bir kısım emperyalist ülkelerin yeni bir fazla üretim krizi sürecine girmeleriyle ve bir kısmının da krize doğru gelişmesiyle karakterize olmaktadır. Durumun böyle olduğunu; dünya ekonomisinin krize doğru gelişme gerçeğini OECD'nin birkaç gün önce açıkladığı oldukça geriye çekilmiş konjonktür tahminlerinden de anlıyoruz. Diğer şeylerin yanı sıra bu tahmine göre sanayi ülkelerinde GSMH, 20 seneden beri ilk defa bu yılın ikinci yarısında mutlak olarak geriliyor.
Dünya ekonomisinin motoru konumunda olan ABD ekonomisinde yeni bir fazla üretim krizi patlak verdi. Bu ülkede sanayi üretimi 2000 yılının 3. çeyreğinden bu yana sürekli geriliyor. Üretimdeki en güçlü gerileme bu yılın Ekim ayında gerçekleşti; 11 yıldan bu yana en güçlü mutlak gerileme, krize doğru gelişmenin başlangıcından bu yana ekonomide yüzde 6,5 oranında bir mutlak gerileme söz konusu. Bugün Amerikan ekonomisi Temmuz 1999'daki seviyesinde.
Amerikan sanayinde kapasite kullanımı düştü. Bugün mevcut kapasitenin ancak yüzde 74,8'i kullanılıyor. Yani Haziran 1983'deki kapasite kullanımına denk düşen bir oran.
Japon ekonomisi, '90'lı yılların ikinci yarısından bu yana sürekli krizle, yapısal sorunlarını aşmakla uğraşıyor. Bu ülkede sanayi üretimi 2001'in Şubat ayından bu yana hızla düşüyor; Japon sanayi üretimi Nisanda yüzde 4,1, Temmuzda yüzde 9,8 ve Eylülde de yüzde 11,5 oranlarında mutlak geriledi. Bugün için Japon sanayi üretimi 1999'un başındaki seviyesinde bulunuyor.
AB (15 ülke) ülkelerinde ekonominin gelişme durumu, "iyi" olmaktan başka her şeye benziyor. Bu ekonomik entegrasyon ülkelerinde de sanayin ve GSMH'nın büyüme oranları sürekli geriliyor. İngiltere, Finlandiya, İspanya gibi ülkelerde sanayi üretimi mutlak geriliyor. Açık ki bu ülkeler de yeni bir fazla üretim krizi içindeler.
Alman ekonomisinin durumu da diğerlerinden pek farklı değil. Uzun bir dönem, değeri yükselen dolardan yararlanan Alman ekonomisi (ihracat) şimdi aynı ihracat silahı tarafından vuruluyor. Hazirandan bu yana yurt dışı siparişler geriliyor. Bu gerileme Eylülde yüzde 17,8 oranına vardı. Yılın çeyrekleri bazında karşılaştırıldığında Alman sanayi üretiminin bu yılın 2. çeyreğinde yüzde2,3 ve 3. çeyreğinde de yüzde 0,4 oranında gerilediğini görürüz. Hazirandan bu yana sanayide de siparişler geriliyor. Eylülde bu gerileme, Ağustos ayına göre yüzde 6,5 oranına varmıştı.
Alman inşaat sektörü 2000 yılından bu yana krizde. Bu sektörde mutlak gerileme 2001'de 2000'e göre yaklaşık yüzde 10 civarında. İnşaat sektöründeki gerileme, sanayi sektörünün büyüme verilerini geriye çekiyor. Ama sanayi üretimi büyüme oranlarının gerilemesinin esas nedeni bu değil. Sanayin çekirdeğini oluşturan yatırım malları üretimi (otomobil sektörü de dâhil) 2000 yılında yüzde 10,9 oranında büyümüştü. Bu sektördeki büyüme 2001'in ilk çeyreğinde yüzde 11,4 oranında gerçekleşirken, aynı yılın 2. çeyreğinde yüzde 3,5 ve 3. çeyreğinde de yüzde 0,5 oranında gerçekleşmişti.
Elektro sanayinde üretim artışı 2000 yılında yüzde 35 oranındaydı. Bu büyüme oranının 2001 yılı itibariyle ancak yüzde bir olacağı tahmin ediliyor.
2001 yılının başından bu yana faizler ABD'de 11, Avrupa Alanı'nda 4 ve Japonya'da da iki defa düşürüldü. Ekonomiyi canlandırmak için; parayı (sermayeyi) ucuzlatmak için alınan bu tedbirler, krize doğru gidişi durduran çare olmadı.
Amerikan emperyalizminin krize doğru gidişi durdurmak için konjonktürel programlar çerçevesinde harcadığı bir kaç yüz milyar dolar da çare olmadı. Öyle ki bu yılın başında uygulamaya konan 40 milyar dolarlık konjonktür programı neredeyse tamamen etkisiz kaldı. Petrol fiyatlarının yüzde 40 oranında düşmesi, yani petrolün ucuzlaması da ekonominin yönünü değiştiremedi.
Rusya ve Çin, gelişen ve giderek dünya ekonomisini etkisi altına alan bu krizden ne denli etkilenirler, bunu bilmiyoruz. Ama açık olan şu; Bütün emperyalist ülkeleri etkisi altına alan bu krizde öncelikle büyük tekeller topun ağzındalar;
-Çünkü devasa boyutlara varan bir sermaye fazlalığı, azami kar getirmeyen bir sermaye birikimi söz konusu. Bu sermaye, büyük tekellerin elinde ve bu nedenden dolayı yıkım, öncelikle onları vuracak.
-Bunun ötesinde yeni sömürgecilik, neoliberalizm şemsiyesi altında azgınca sürdürülen talan, sonuç itibariyle emperyalizme bağımlı çoğu ülkeyi kronikleşen bir borç krizine sürüklemiştir. Bir bütün olarak yeni sömürgeciliğin krizi, bu krize neden olanları; emperyalist ülkeleri vuruyor.
-Ayrıca, pratiğin de gösterdiği gibi, krizi engelleme programları işe yaramıyor, sonuç vermiyor.
Bu nedenlerden dolayı giderek dünya ekonomik krizi özelliğini alan bu ekonomik krizde büyük yıkımların ve alt üst oluşları gündeme gelmesi beklenmelidir.
Emperyalist burjuvazi yeni bir ekonomik krize doğru gidişin ve bazı ülkelerde krizin patlak vermesinin nedenini 11 Eylül saldırısında arıyor. Bu saldırıyı krizin nedeni olarak gösteriyor. Şüphesiz ki bu saldırının dünya ekonomisine olumsuz bir etkisi olmuştur, ama krizin nedeni olmamıştır, olamaz da.
Özellikle Amerikan emperyalizmi bu saldırıyı bahane ederek savaş politikalarını, yaşadığımız saldırgan politikasını, jeopolitik açılımı doğrultusunda geliştirmiş ve kullanmıştır/kullanmaktadır.
Saldırıdan sonra dünya borsaları, Amerikan borsasından etkilenerek değer kaybına uğramış ve bu da reel ekonomiyi; maddi eğerlerin üretildiği sektörleri, örneğin sanayi, oldukça olumsuz etkilemiştir. Bu etkilenmenin sonucu olarak, örneğin Alman borsası, Mart 2000'den bu yana, dönem dönem, yüzde 60 oranına varan bir değer kaybına uğramıştır. Bu, 30 en büyük Alman anonim şirketinin yaklaşık bir trilyon marka varan zararı anlamına geliyor.
Pek hissedilmese de yaşanan, bir borsa krizidir ve bu kriz, bugün öncelikle hisse senedi mübadelesi üzerinden gerçekleştirilen firma birleşmeleri ve devralmaları vasıtasıyla sürekli sermaye kıyımını zorlaştırıyor. Borsa krizinden dolayı bu yılın ilk yarısında dünya çapında firma birleşmelerinin değeri yüzde 54 oranında ve birleşen firmaların sayısı da yüzde 25 oranında geriledi. Bu durum çok uluslu tekellerin elinde aşırı biriken sermayenin yok edilmesini zorlaştırmaktadır.
Tabii ki, burada dikkat edilmesi gereken nokta, borsanın ekonomik krizin nedeni olmadığı, en fazlasıyla krizin patlak vermesini ve derinleşmesini hızlandıran bir faktör; üretimin gelişmesinin bir ifade biçimi olduğudur.
Yeni dünya ekonomik krizinin; en azından ABD, Japonya, Almanya, İngiltere, İspanya, Finlandiya gibi ülkelerde patlak veren ekonomik krizin nedeni;
a-süreklilik arz eden devasa boyutlara varmış kapasite fazlalığında,
b-ulusal ve uluslararası alanda yığınların alım gücünü aşan üretimde,
c-teknolojinin sürekli yenilenmesinde, yani yapısal krizde aranması gerekir.

Gelişen dünya ekonomik krizi Türkiye'yi, Türkiye ekonomisini nasıl etkiler?
Buna bir açıklık getirmek için önce bazı verileri değerlendirelim.







Önce, ekonomi ne derece dibe vurmuştur veya ekonomi, hareketinin hangi devresinde bulunuyor sorusuna cevap arayalım ve sonra da buna bağlı olarak Türk ekonomisini, bulunduğu aşamada etkileyen olumlu ve olumsuz faktörleri tespit etmeye çalışalım.
2000 yılı verilerini karşılaştırma yapılması için aktardık. Kasım ve Aralık ayı verilerinin nasıl çıkacağını bilmiyoruz, ama 1997=100 bazında aylık veriler, sanayi üretiminin Haziran-Ekim döneminde dibe vurduğunu gösteriyorlar. Gerçeğe daha yakın sonuçları üç aylık ortalama değerler gösteriyor. Bu verilere göre de sanayi üretimi yılın 2. çeyreğinde, yani Nisan-Mayıs-Haziran aylarında dibe vuruyor. Sonraki aylarda (3. çeyrekte) önemsiz de olsa bir canlanmanın olduğunu görüyoruz (Aylık verilerde bu görülmüyor).
Sorunun bir yönü böyle.
Bu istatistik verileri başka açıdan da değerlendirebiliriz. 1997=100 bazında aylık sanayi üretimi endeksi, yukarıdakinden farklı sonuçlara götürüyor. 2001'de ekonomi, 1997'ye göre Mart ayında yüzde 14,1 oranlık mutlak gerilemeyle dibe vuruyor. Sonraki dönemde istikrarsız ama olumlu bir gelişme; 1997'deki seviyesine yaklaşan bir gelişme söz konusu. Bu verilere göre sanayi üretimi, 2001'in Mart ayında, 1997'nin Mart ayındaki değerinden yüzde 14,1 oranında geride. Ama Ekim ayında ancak yüzde 1,1 oranında geride. Yani sanayi üretimi Ekim ayında neredeyse 1997 Ekimindeki seviyesini yakalayacak duruma gelmiş.
Aynı eğilimi üç aylık ortalama değerlerde de görüyoruz. Bir önceki döneme göre sanayi üretimi 2001 yılının 1. çeyreğinde yüzde 15,9 oranında mutlak gerilerken, 2. çeyreğinde yüzde 3,5 ve 3. çeyreğinde de yüzde 4,4 oranında mutlak artmış.
Bu verilerden çıkartabileceğimiz sonuç şudur; Sanayi üretimi ve dolayısıyla ekonomi, bu yılın 2. çeyreğinde dibe vurmuştur. Ekonomi, devrevi hareketinin kriz aşamasına bu dönemde girmiş ve şimdi bu aşamadan çıkma eğilimi gösteriyor.
Kapasite kullanımı da başka bir göstergedir. İmalat sanayinde kapasite kullanımı 2001 yılının Nisan ayında dibe vuruyor; mevcut kapasitenin ancak yüzde 68'i kullanılıyor. Şubat ayında yüzde 70,2'si ve Mayıs ayında da yüzde 70,3'ü kullanılıyor. İmalat sanayinde kapasite kullanımı Nisan ayından itibaren nispeten istikrarlı bir şekilde sürekli artıyor ve Ekim ve Kasım aylarında yüzde 74,6 oranlarında gerçekleşiyor. Kapasite kullanımındaki bu durum, hem üretimin ne zaman dibe vurduğunu ve hem de ne zamandan beri belli bir canlanmanın söz konusu olduğunu açıklar. Yani kapasite kullanımı verileri, yukarıdaki verilere dayanarak tespit ettiğimiz gelişme eğilimini doğrulamaktadır.
Hangi faktörler ekonominin gelişme seyrini etkiler?
Ekonominin hangi yönde gelişeceğinde önemli bir faktör olan borç çevirme sorunu atlatılmış gibi gözüküyor. Yani Türk ekonomisi, borçlanma krizinin eşiğinden döndü. İç ve dış borcun çevrilebilirliğinin sağlanması hem yurt dışı mali kurumların Türkiye'ye bakışında, hem de yurt içindeki güvensizliğin aşılmasında önemli bir rol oynadı(x). Türk burjuvazisi böyle bir gelişmeyi kendi yetenek ve olanaklarıyla yakalamadı. Sadece bu sorunda değil, bir bütün olarak Türk ekonomisinin seyrini etkilemede dış faktörler belirleyici olmuştur. Yani Türkiye'nin jeostratejik konumu, ekonomisinin can simidi olmuştur. Özellikle Amerikan emperyalizmi ve aynı zamanda, bölgemiz üzerinde hegemonya iddiasında olan AB’nin emperyalist ülkeleri, ekonomisi bir nebze istikrarlı ve toplumsal alt üst oluşlar yaşamayan bir Türkiye'nin kendi çıkarlarına daha iyi hizmet edeceğinden hareketle, sadece, kapitalist ekonominin olağan krizinden dolayı değil, 75 yıllık birikmiş yapısal sorunlarından dolayı da dökülen ekonomi ve toplum düzenini reforme ederek ayakta tutmaya çalışıyorlar.
Türk burjuvazisi bu konumundan dolayı, bu yıl boyunca sürekli dış kaynak buldu. 11 Eylülden sonra, daha önce hayal edemediği yeni kaynaklara da ulaştı. Açık ki pompalanan bu yabancı sermaye, ekonominin yeniden hareketlenmesini ateşliyor. Burada, krizin nedeni olmayan faktörlerin, krizden çıkışı hızlandıran faktörlere dönüştüğünü görüyoruz.
Ama madalyonun bir de diğer yüzü var: Bu da dünya ekonomisinin durumudur. Dünya ekonomisinin, özellikle, Türkiye'ye, konumundan dolayı önem veren emperyalist ülkelerin (ABD, AB ülkeleri), ne denli derin ve kapsamlı bir kriz içinde olacakları, ne denli kendi sorunlarıyla boğuşmak zorunda kalacakları, Türk ekonomisi ile ilgilenmelerinin çapını belirleyecektir. Dünya ekonomisinin krizde olması, Türk ekonomisini olumsuz etkileyecektir. Ama derinleşen bir dünya krizi sürecinde, krizden çıkan bir ekonomi durumu yakalanırsa bu, başka ülkelerin sırtından, onların yetersizliklerinden yararlanmayı ve burjuvazinin de beklemediği bir ekonomik gelişmeyi beraberinde getirebilir. Türk ekonomisi bu iki olasılığa; dünya krizi ile birlikte ve onun etkisiyle krizle boğuşma veya fırsattan yararlanma olasılığına hemen hemen aynı derecede uzak veya yakındır.
Dünya ekonomisinin krize girmesi bizi, ulusal ve uluslararası arenada sadece pratik-politik sorunlarla karşı karşıya bırakmayacaktır. Bu sorunların yanı sıra bu kriz, revizyonist bloğun dağılmasından sonraki gelişmelerin; kapitalist ekonomideki bir kısım yeni olguların kedisini ve sonuçlarını da içeren ve etkileyen bir kriz olacaktır. Bu nedenle bu kriz, sonuç itibariyle şimdiye kadar tartışılmayan, ama sürekli gündemi zorlayan sorunların tartışılmasına yol açacaktır.
-'90'lı yıllardan bu yana uluslararası kapitalist üretimin örgütlenmesinde yeni olan,
-Kapitalist üretim biçiminin uluslararasılaşması ve proleter devrimin sorunları,
-Dünyanın yeniden paylaşımında değişimin olup olmadığı,
-Kapitalist dünya sisteminin yapısında değişimin olup olmadığı,
-Çok uluslu tekellerin, üretimin seyrini dünya çapında nasıl etkiledikleri veya yönlendirdikleri,
-Burjuva, küçük burjuva "küreselleşme" teorileriyle mücadele,
-Bu gelişmelerden ve tartışmalardan sınıf mücadelesinin strateji ve taktiği için sonuçlar çıkartmak vs. vs.
---------------
x) "Yastık altındaki" paranın ekonomideki yeri ayrı bir tartışma konusudur. Ama şu kadarını belirtelim: Türkiye'de ne zaman mali sorunlar kriz boyutuna varır ve borçlanma, ödeme, paranın değeri gündeme oturursa, parası olanların sığındığı liman dolar olmuştur. Devalüasyon korkusu, TL'den kaçışı hızlandırmış ve bir anda insanlar, normal koşullarda harcaması gerektiği miktarı döviz veya dolar olarak "yastık altı"na koymuştur. 2000 yılının Kasım-Aralık aylarındaki mali sarsıntı döneminden itibaren de böyle bir süreç yaşanmış ve TL'den kaçış, dolara yöneliş, harcamama ve "yastık altı"nda biriktirme Şubat krizinden sonra geniş boyutlar almıştır. Böylece, harcanmaya, "yastık altı"nda tutularak ekonomik ilişkilerden çekilen para, sanayi üretiminde düşüşe neden olmuştur. Yani mali krizin, devalüasyonun etkisi, TL'den kaçış; mali sektörün sorunları, sanayi üretimini olumsuz etkilemiştir. Bu nedenlerden dolayıdır ki, DIE’nin yayımladığı göstergelerde yer alan "iç pazar talep yetersizliği" kısmında oranlar, 2000 ve 2001 yılı başında birbirine yakınken, fark yılsonuna doğru giderek açılmaktadır. Yani bir alım yetersizliği, kapitalist açısından iç pazarın daralma durumu söz konusu. Bundan dolayı da üretimin gerilemesi. Peki şunu soralım. Mali sarsıntı, mali kriz olmasaydı, TL'den kaçış olmasaydı, milyarlarca dolarla ifade edilen miktar "yastık altı"nda tutulur muydu, yoksa tüketim için kullanılır mıydı? Veya bir kaç haftadan beri piyasaların "yüzünü güldüren" ve kapasite kullanım oranını da attıran o paralar nereden çıktı? Dış kaynakla beslenen güven sonucunda, harcanmayan/saklanan miktarlar iç pazara sürülüyor. Bunun fazla üretim kriziyle değil, mali krizle ilişkisi kurulmaksızın; bu gerçek göz önünde tutulmaksızın iç talepteki durum; gelişme eğilimi doğru saptanamaz.

23 Aralık 2001 Pazar

ARJANTİN VE BAĞIMLILIK

Latin Amerika'nın üçüncü büyük ülkesi, toprakları verimli, madenleriyle zengin ülke, bir zamanların refah ülkesi, İngiltere’ye kredi veren ülke. Arjantin, kelimenin gerçek anlamıyla iflas etti. Arjantin yüzyılın başından itibaren yükselen bir ülke olarak tanımlanıyordu. '50'li yıllardan bu yana ise tedricen gerileyen bir ülke olarak görüldü. Bunun bir dizi nedeni var. En önemli neden, emperyalizme bağımlılıktır. Arjantin'in, daha doğrusu Arjantin krizinin son on senelik tarihi, IMF’ ye bağımlılığın, IMF dayatmalarının uygulama tarihidir. '90'lı yılların başında siper enflasyona karşı IMF'nin sunduğu reçete, ulusal para birimi pezonun bire bir karşılığında dolara bağlanmasıydı: bir pezo=bir dolar.
Bu reçeteyle paranın değer kaybı durduruldu. IMF'nin örnek öğrencisi Arjantin burjuvazisi, uygulamada kusursuzluğu ve kararlılığıyla övüldü, ödüllendirildi; Arjantin'e sürekli yabancı para akışı başladı. Pezo, dolara bağlandığı için Arjantin'in kredi güvenirliği artmıştı ve para akışını hiç kimse ne kontrol ediyor ne de engelliyordu. Alan da, veren de memnundu! Bir kaç yıl böyle geçti. Sonra, evet sonra, sanki bilinmiyormuş, önceden görülmezmiş gibi Arjantin metalarının, ticaret yapılan ülkelerin, özellikle komşu ülkelerin -başta da Brezilya'nın- metalarından pahalı olduğu anlaşıldı; Arjantin ürünleri pahalı olduğu için Latin Amerika pazarlarında satılamıyordu. Ama yabancı ürünler Arjantin'de daha ucuza geliyordu. Bu durum, dış pazara açılamama üretimin düşmesinin önemli nedenlerinden birisi oldu.
Birkaç yıllık rüya sona ermişti. Arjantin, borcunu ödeyecek durumda değildi ve yeniden IMF'nin kapısını çaldı. "Yardım" etmek için IMF, koşullarını sıraladı. Dolar paritesinden (bir pezo=bir dolar), ulusal paranın dolara bağlı kalmasından vazgeçilmeyecekti. Bunun ötesinde bütçe sıfır açık vermeliydi. Yani devlet, geliri kadar harcayacaktı. Devlet, tasarruf etmek, mali yüklerini sırtından atmak zorundaydı. Bu, IMF'nin adamı Arjantin Derviş'i Domingo Cavallo'nun IMF patentli reçetesiydi.
Devletin tasarruf etmesi, yani harcamalarından kurtulma tedbirleri, IMF tarafından ekonomik krize karşı bir faktör olarak algılandı. Reel sektörün; maddi değerlerin üretildiği sanayi ve tarım sektörlerinin sorunlarına çözüm aramak yerine IMF, yıllarca "açık vermeyen bütçe" ile uğraştı. Öyle ki "açık vermeyen bütçe" uğruna ücretlerle, emekli maaşlarıyla oynanmasına da göz yumuldu.
Hiper enflasyon (yüksek enflasyon) döneminde; '90'lı yılların başında ülkenin kuzeybatısında insanlar süper marketleri yağmaladılar. Sadece, karınlarını doyurmak için gerekli yiyecek maddelerini aldılar. On yıl sonra, enflasyonun önü alındı, ama sıkıyönetim ilan edilmişti, devlet, çalışanlarının ücretlerine, emeklilerin maaşlarına göz dikmişti. Gırtlağına kadar borçluydu. İflas etmişti. Hükümet ve devlet başkanı istifa etmek zorunda kalmıştı ve yığınlar, ülkenin her tarafında yeniden süper marketleri yağmalamaya başladılar. Bu sefer de sadece yiyecek maddelerini aldılar. Açlık, yoksulluk, emperyalist baskı ve talan, Arjantin halkını ayaklandırdı. Kendiliğindenci bir ayaklanma. Bunun örneğini, yine zengin bir ülke olan Endonezya'da bir kaç yıl önce görmüştük. Orada faşist diktatörlük yıkıldı, burada hükümet ve devlet başkanı istifa etmek zorunda kaldı, resme kaçtı; Devleti küçültmek, kamu harcamalarını sınırlandırmak, emeklilerin ve ücretlilerin maaşlarına el koymak ve özel kontoların bir kısmını dondurmak, birikmiş paralara el koymak isteyen hükümet ve devlet başkanı, kurtuluşu kaçmakta buldu.
İşsizlik oranı yüzde 18'e varan Arjantin'de yığınlar, aç ve polisle çatışıyor. Dış borcu 132 milyar dolara varan devlet, borcunu ödeyecek durumda değil.
Arjantin bir global player değil, tersine uluslararası mali oligarşinin bir oyuncağıdır.
Arjantin krizi, bir borçlanma krizidir, devletin resmen parasal iflasıdır.

14 Aralık 2001 Cuma

NATO-AGSP VE TÜRKIYE


 
Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası'nın (AGSP) amacının ne olduğunu anlamak için II. Dünya Savaşı'nın sonuçlarına ve emperyalistler arası rekabetin ve güçler dengesinin durumuna bakmak gerekir. Çünkü AGSP, belirtilen gelişmenin sadece bir sonucudur.

II. Dünya Savaşı sonucunda dünya iki kampa bölünüyor: Bir taraftan sosyalist Sovyetler Birliği önderliğinde sosyalist kamp, diğer taraftan da Amerikan emperyalizmi önderliğinde emperyalist/kapitalist kamp.

1956'da (SBKP-20. Kongresi) SB'nde Kruşçev modern revizyonistleri siyasi iktidarı gasp ediyorlar ve sosyalizmin dünya çapındaki bu kalesi yıkılıyor. Bu seferde dünya, SB önderliğinde revizyonist ve Amerikan emperyalizmi önderliğinde emperyalist/kapitalist kamplara bölünmüş oluyor.

Heri iki blok, jeopolitik çıkarlarını gerçekleştirmek; dünyayı kendi hegemonyaları altına almak için askeri güçlerini Varşova Paktı'nda ve NATO'da yoğunlaştırıyorlar. Süreç içinde Sovyet sosyal emperyalizmi önderliğinde Varşova Paktı, dünya "barışı"nın korunmasında ve "sosyalizm"in savunulmasında belirleyici askeri güç olurken, NATO da, keza dünya "barışı"nın ve Sovyet saldırganlığı karşısında "özgür" dünyanın korunmasında vurucu askeri güç görevini üstlenmiş oluyordu.

1989/91'de revizyonist bloğun yıkılmasıyla durum değişiyor; Soğuk savaş dönemine, iki süper güçlü dünyaya özgü uluslar arası örgütlerin bir kısmı dağılıyor, bir kısmı da işlevsizleşiyor veya işlevsizleşme tehlikesiyle karşı karşıya kalıyor. Varşova Paktı dağılıyor. NATO işlevsizleşme tehlikesiyle karşı karşıya kalıyor.

Neden NATO işlevsizleşme tehlikesiyle karşı karşıya kalıyor ve bunun AGSP ile ilişkisi ne?
"Komünizm" tehdidinin ortadan kalkmasıyla Amerikan emperyalizminin iktisadi, siyasi ve askeri gücüne dayanarak kendi kontrolünde tuttuğu ve kendi jeopolitikasına göre yönlendirmeye çalıştığı AB'nin ve NATO'nun diğer emperyalist ülkeleri kendi çıkarları doğrultusunda hareket etmeye başladılar. Artık ikiye bölünmüş dünya değil, çok rekabet merkezli dünya söz konusuydu ve her bir rekabet merkezi de (ABD,AB, Rusya, Çin, Japonya) kendi çıkarı için mücadele ediyordu. Yani soğuk savaş döneminde emperyalist kampta bütün şiddetiyle açığa çıkmayan emperyalistler arası çelişkiler, konumuz somutunda da ABD-AB arasındaki çelişkiler, revizyonist blokun dağılmasından sonra dünya politikasında ve ABD-AB ilişkilerinde yönlendirici çelişkiler olarak etkide bulunuyorlardı.

Amerikan emperyalizmi 21. yüzyılda da dünya çapında hegemonal güç olarak kalmak için Avrasya stratejisini geliştirdi ve adım adım uyguluyor. Bu stratejisinde ABD, AB'yi bir "sıçrama tahtası" olarak görüyor. AB ve özellikle de Almanya ve Fransa gibi bileşenleri, her alanda ABD ile rekabete girişiyorlar ve çıkarlarını askeri güçle de korumak ve gerçekleştirmek için ABD'den, NATO'dan bağımsız bir askeri güç oluşturmaya çalışıyorlar. AGSP bu anlayışın; AB'nin ABD karşısında bağımsız, hegemonal bir güç olarak gelişme eğiliminin; dünyayı yeniden paylaşımına askeri güçle hazırlanmanın açık ifadesidir.
AB'nin emperyalist ülkeleri dünya politikasına, emperyalistler arası çelişkilerin en çok geliştiği/keskinleştiği alanlara (bugün açısından Balkanlar, Ortadoğu ve Kafkasya/Hazar Havzası) NATO üyesi olarak değil, AGSP olarak, AB olarak müdahale etmek istiyorlar. Ama, bırakalım kuruluş aşamasındaki AGSP'yi, bir bütün olarak AB'nin askeri gücü, Amerika'nın askeri gücüyle boy ölçüşecek durumda değil. Bu nedenle AB, şimdilik, NATO'nun olanaklarını kullanarak askeri gücünü yapılandırmaya çalışıyor ve NATO'dan tamamen kopmaya ve askeri güç olarak bağımsızlaşmaya yanaşmıyor.

AB'nin bu durumunu ve geleceğe ilişkin niyetini Amerikan emperyalizmi de kendi açısından değerlendiriyor: Amerikan emperyalizmi, AGSP'nin gelişimini durduramayacağının bilincindi. Bu nedenle AB'nin askeri güç olarak da bağımsızlaşmasını mümkün olduğunca sürüncemede bırakmak, NATO üzerinden AB'nin askeri potansiyelini ve gelişme yeteneğini kontrol etmek istiyor. Bu nedenle, NATO olanaklarından yararlanan bir AGSP, Amerikan emperyalizmi için en uygun AGSP'dir. Böyle düşünün ABD, AB'nin NATO olanaklarından yararlanarak kuracağı bir askeri güce katkıda bulunmuş oluyor! Amerikan emperyalizminin bu politikası, AGSP'yi daha kuruluş aşamasında kendine bağımlı kılma ve NATO çerçevesinde etkisizleştirme ve eritme politikasıdır.

Türkiye bu gelişmenin; NATO-AGSP veya ABD-AB çatışmasının neresinde?
NATO-AGSP ilişkisini Türk burjuvazisi AB'ye girmek için bir koz olarak kullanmayı denedi. Söylenmek istenen şuydu: Madem ki AGSP NATO'nun yeteneklerini kullanmak istiyor, o halde AGSP'nin faaliyetinde biz de tam üye gibi söz sahibi olmalıyız. Yani AGSP, AB üyeleri tarafından oluşturulduğuna ve Türkiye de tam üye olmadığına göre, üye olmalıdır. Aksi taktirde NATO çerçevesinde veto hakkımızı kullanırız. Türk burjuvazisinin bu tavrı AB-Türkiye ilişkilerinde belli bir gerginliğe neden olmuştur. Ama sonuç itibariyle uzlaşma sağlanmıştır. Türk devleti, AGSP'nin, Türkiye-Yunanistan ilişkilerinde, Kıbrıs, Ege sorunlarında veya Kafkasya'daki olası gelişmelerde Türkiye'ye karşı kullanılmayacağı sözü üzerine veto hakkını kullanmayacağını açıklamıştır. Bu garantiyi verenler veya uzlaşmanın sağlanmasında belirleyici rol oynayanlar İngiltere ve ABD'dir. Uzlaşmanın sağlanmasının esas nedeni ise ABD-AB ilişkilerinde ve bölgemiz üzerindeki rekabetlerinde aranmalıdır. Türk burjuvazisinin çıkar alanı olarak gördüğü , söz sahibi olmak istediği Balkanlar, Ortadoğu (Kıbrıs da) ve Kafkasya/Hazar Havzası'nda diğer emperyalist ülkelerin yanı sıra ve özellikle ABD ve AB de rekabet içindeler. Bu bölgelerde hakimiyet, Türkiye olmaksızın olanaksız gözüküyor. 
 
Türkiye, stratejik konumundan dolayı ABD ve AB tarafından kazanılmak isteniyor, ama aynı zamanda ABD-AB rekabeti, iplerin tamamen kopartılmasını kaçınılmaz kılacak derecede keskinleşmiş değil. Bunun ötesinde İngiltere'den sonra Türkiye üzerinden de AGSP'nin denetimi Amerikan emperyalizmi açısından önemli. Türkiye-AB ilişkilerinde olduğu gibi, 
 
Türkiye-AGSP ilişkilerinde de belirleyici olan, Amerikan emperyalizmiyle AB emperyalistleri arasındaki rekabettir, bölgemiz üzerinde hegemonya mücadelesidir. Bu rekabetin seyri Türkiye'yi AB ve AGSP'ye yakınlaştıracağı gibi -bugün gelişme bu yönde- yarın uzaklaştırabilir de.

10 Kasım 2001 Cumartesi

JEOPOLİTİKA VE KIBRIS

Kıbrıs sorunu yeniden gündeme getirildi. Aslında hiç gündemden çıkmamıştı. Ama bazı dönemlerde üzerinde fazla durulmayan bir sorun olarak kalmıştı. Son günlerde Dışişleri Bakanı I. Cem' in açıklamaları ile yeniden ön plana çıkartılan Kıbrıs'ın çoktandır sadece Türkiye ve Yunanistan arasındaki bir sonun olmadığı bir kez daha kanıtlandı. Her ne kadar bu ada, Türkiye ve Yunanistan tarafından "ulusal" duyguların kabartıldığı ve şovenizmin şahlandırıldığı bir vesile olsa da, esas olan, adanın, özellikle son 10 yılda kazanmış olduğu jeostratejik konum ve bu konuma tekabül eden jeopolitik hesaplardır. Bu hesabı yapanlar da ne Yunanistan ve ne de doğrudan Türkiye'dir. Bu hesabı yapanlar, Amerikan emperyalizmi ve AB'nin emperyalist ülkeleridir, başta da Alman emperyalizmidir.
Kıbrıs'ı önemli kılan ne?
Kıbrıs, iki süper güçlü dünyada revizyonist/sosyal emperyalist Sovyetler Birliği ve Amerikan emperyalizmi açısında dünya hegemonyası dalaşının bir parçası olarak şu veya bu biçimde önemliydi.
Revizyonist bloğun dağılmasından sonra dünya çapında güçler dengesinde önemli değişmeler oldu ve oluşumu daha gerilere giden rekabet merkezleri açığa çıktı. Dünya, jeopolitik yeteneği olan ABD, Rusya, Almanya, Çin ve jeostratejik hesapları olan AB, Japonya gibi emperyalist ülke ve rekabet merkezlerine bölündü. Kıbrıs, bu rekabet merkezlerinden ABD ve AB açısından oldukça önemlidir. Bu adayı önemli kılan da Amerikan emperyalizminin dünya hegemonyasında ve AB'nin Ortadoğu’ya açılış yolunda elde edilmesi, en azından kontrol edilmesi gereken bir konumda olmasıdır.
AB açısından: AB'nin genişlemesi doğu (Polonya, Macaristan, Çek Cumhuriyeti vs.) ve güney (Kuzey ve Kuzeybatı Afrika) yönünde. Bugün açısından AB'nin sınırı, Yunanistan'ın sınırıyla sonlanıyor. Ortadoğu'da güç olmak isteyen AB açısından Kıbrıs, bölgeye en yakın konumdadır. AB, bu jeostratejik hesabından dolayı Kıbrıs'ı üye yapmak istiyor. Bu jeostratejik hesabın diğer ayağını da Hazar Havzası petrolünün Türkiye üzerinden sevkiyatını kontrol etme eğilimidir. Bakü-Ceyhan boru hattının inşası durumunda Kıbrıs, bu hattın bitiş noktasını oluşturuyor ve dolayısıyla petrolün dünya pazarlarına sevkiyatını kontrol etmek bakımından oldukça önemli bir stratejik konuma sahip oluyor.
ABD açısından: AB'nin Ortadoğu'ya yönelik her adımı, ABD açısından çıkarlarının zedelenmesi, jeopolitik anlayışı doğrultusunda attığı adımların engellenmesi olarak algılanıyor.
Tek başına Kıbrıs, ABD açısından hiç de önemli değil. Ama AB ile rekabetinde ve Avrasya stratejisinin Türkiye ayağı açısından oldukça önemlidir.
ABD'nin hegemonyasında Kıbrıs, AB'nin bölgeden dışlanması demektir. ABD hegemonyasında Kıbrıs, Hazar Havzası petrolünün ve dünya pazarlarına sevkiyatının kontrol edilmesi demektir.
Türk burjuvazisi uzun yıllar Kıbrıs'ı doğrudan "ulusal" bir sorun olarak ele aldı ve yaklaşımı da hep bu çerçeveyle sınırlı kaldı. Revizyonist bloğun dağılmasından ve ABD’nin Avrasya dünya hegemonyası jeopolitikasını geliştirmesinden ve adım adım uygulamaya başlamasından sonra Türk burjuvazisi, özellikle Ecevit'in ağzından Kıbrıs'ın Bakü-Ceyhan açısından, Türkiye'nin güvenliği açısından ne denli önemli olduğunu vurgulamaya başladı. Önceleri "ulusal" dava olduğundan dolayı Kıbrıs'tan vazgeçemeyiz deniyordu. fiimdi de ülke güvenliği ve jeostratejik konumundan dolayı Kıbrıs'tan vazgeçemeyiz deniyor.
I. Cem'in açıklaması, adanın ne denli önemlileştiğini, AB'ye girememe pahasına da olsa adadan vaaz geçilmeyeceğini göstermektedir. Cem, blöf yapmıyor, yalnız da değil. Arkasında ABD var ve ABD, Kıbrıs konusunda farklı düşünse de, -böyle bir şey yok- Türk burjuvazisinin dediğini kabul etmek zorunda. Çünkü Amerikan emperyalizmi, Türkiye olmaksızın bölgede etkili olamayacağını biliyor. Bu nedenden dolayı "stratejik müttefiki"nin taleplerini her zaman reddedemiyor.
Kıbrıs konusunda restleşmenin nereye varacağı belli olmaz. Ama belli olan şu: Türk burjuvazisi başından beri "taksim"den yanaydı ve süreç böyle ilerlerse "taksim", yani adanın bölünmesini -zaten de facto bölünmüş durumda- resmileşmiş, hukukileşmiş olacak. Rum kesiminin AB üyesi olmasından sonra Türk kesiminin devlet olarak kalması veya başka bir biçimde Türkiye'ye yamanması hiç önemli değil. Adanın bölünmesi, onun ABD ve AB'ye hizmet eden iki stratejiye bölünmesi demektir. Gelişme bu yönde.
Adada oyun büyük, uluslar arası bir oyun.

3 Kasım 2001 Cumartesi

DÜNYA EKONOMİSİ VE EKONOMİK KRİZ

Emperyalist burjuvazi ve tekeller, ekonomideki yeni bir fazla üretim krizine doğru gelişmeyi 11 Eylüldeki saldırıyla açıklamaya çalışıyorlar. Bu saldırının ekonomiye zarar verdiğini, binlerce, evet on binlerce iş yerinin yok edilmesine, bazı firmaların iflasına veya iflasın eşiğine gelmelerine neden olduğunu ciddi ciddi neden olarak gösteriyorlar. Doğrudur, 11 Eylülden sonra bazı havayolu şirketleri zor durumda kalmışlardır. Ama işyerlerinin kapanışı, yüz binlerce işçinin sokağa atılması, 11 Eylülden önce de gündemdeydi. Son bir sene içinde ABD’de yaklaşık bir milyon iş yeri yok edildi ve o kadar da işçi sokağa atıldı. Bunun yarısı 11 Eylülden önce gerçekleşmişti.
Almanya’da bu yılın üçüncü çeyreğinde yok edilen işyeri sayısı ve sokağa atılan işçi sayısı, 50 binden fazla.
Bir ülkede ekonomik gelişmenin somut durumu, o ülkedeki sınıf mücadelesi açısından oldukça önemlidir. Keza dünya ekonomisinin gelişme durumunun somutlaştırılması da uluslararası sınıf mücadelesi açısından oldukça önemlidir. Tabii ki ekonominin durumu, tahminle tespit edilemeyeceği gibi, bir veya iki faktörün bazında da tespit edilemez. Bu tespit için ülke ve dünya ekonomisinin iktisadi temel güçlerinin (iflaslar, işten çıkartmalar, üretimin seyri, kapasite kullanım durumu, borsanın, ticaretin durumu vs.) gelişme seyrine bakılmalıdır. Soruna bu açıdan baktığımızda dünya ekonomisinin, genel anlamda yeni bir fazla üretim krizine doğru gelişmesi gerçeğinin ötesinde, bazı ülkelerin de yeni bir fazla üretim krizi eşiğinde; krize girme süreci içinde olduklarını görmekteyiz.
ABD’de sanayi üretimi daha geçen seninin sonundan itibaren gerilemeye başlamıştı. 2001’in ikinci çeyreğinden itibaren de sanayi üretimi bir yıl öncesinin aynı dönemine göre mutlak düşme sürecine girmişti. Eylül ayında sanayi üretimi bir yıl öncesine göre yüzde 5,9 oranında mutlak gerilemişti ve 1999’un Eylülündeki seviyesine düşmüştü. Bu senenin ikinci çeyreğinde gayri safi yurt içi hâsıla da yüzde 2,6 oranında gerilemişti.
Amerikan ekonomisinde kapasite kullanımı yüzde 75,5 oranla son fazla üretim krizi (1990’ın başı) seviyesinin de gerisine düşmüştü. Bu veriler Amerikan ekonomisinin yeni bir fazla üretim krizine geçiş sürecinde olduğunu gösteriyorlar.
Japon ekonomisi ise ‘90’lı yıllardaki yapısal sorunlarını hala aşamamış olmasının etkisiyle zaten ekonomik kriz sürecinde bulunuyor. Bu ülkede sanayi üretimi bu yılın ilk çeyreğinde yüzde 0,9, ikinci çeyreğinde de (geçici hesaplama) yüzde 5,5 oranında mutlak gerilemiştir.
AB ülkelerinin durumu da pek parlak değil. Altı AB ülkesinde sanayi üretimi ve gayri safi yurt içi üretim geriliyor. İspanya, İngiltere ve Finlandiya gibi ülkelerde sanayi üretimi, mutlak düşmüştür. Almanya’da da sanayi üretimi bu yılın başından bu yana sürekli gerileme sürecine girmiştir. Temmuzda ise yüzde 2,9 oranında mutlak düşmüştür.
Şüphesiz ki 11 Eylülün ekonomiye olumsuz etkisi olmuş ve ekonomideki mevcut olumsuz gelişmeyi derinleştirmiş ve hızlandırmıştır. Örneğin 11 Eylül saldırısının bir sonucu olarak New York’ta 15 bin işyeri yok edilmiştir. Ama ABD’de ve başka emperyalist ülkelerde ekonomideki krize doğru gelişmenin nedeni 11 Eylül saldırısı olamaz.
Kapitalistin sınır tanımayan kar çabası, bundan dolayı değişmeyen sermayenin (makineler, tesisatlar, hammaddeler vs.) devasa büyümesi ve bu büyümeye göre değişken sermayenin (işçi ücretleri) görece gerilemesi sonucunda kar oranları hızla düşmeye başlar. Bu gelişmenin belli bir aşamasında sermayenin dolaşımı ve üretim süreci tıkanır. Böylece bu süreç, periyodik patlak veren kriz tarafından kesilir. Kriz, fazla üretimi geçici olarak durdurur; metalar, üretim araçlar yok edilir, ücretler düşer veya dondurulur. İflaslar birbirini kovalar. Bu süreç, kriz süreci, yeni bir canlanma olana kadar ve sermaye hareketinin yeniden başlamasına kadar sürer.
Marksist politik ekonomiye göre makineler, tesisatlar, hammaddeler, yardımcı maddeler vs. değişmeyen sermaye olarak tanımlanır. Değişken sermaye ise, iş gücü için ödenen miktarı oluşturur. Kar oranı da elde edilen artı değerin yatırılmış toplam sermayeye oranıdır. Bu oran düşerse, kapitalist için kriz çanları çalıyor demektir.
Uluslar arası tekeller, rekabette iddialı kalmak için sürekli devasa boyutlarda değişmeyen sermaye ve iş yeri yok etmek zorundadırlar. Ama aynı zamanda da, teknolojinin üretimde kullanılmasının sonucunda verimliliği sıçramalı arttırırlar. Kapitalist üretim biçiminin diyalektiği böyledir ve bu süreç, artı sermaye/fazla sermaye ile geniş yığınların alım gücü arasındaki çelişkiyi keskinleştirir.
Uzun bir dönemden bu yana ilk defa bu yılın ilk yarısında firma birleşmeleri yüzde 25 oranında geriledi. Borsa değeri açısından bu yüzde 54’e varıyordu. Böylece, sermayenin aşırı birikimi üzerindeki baskı artıyor ve bu da yeni bir fazla üretim krizi vasıtasıyla sermayenin kontrolsüz kıyımı/yok edilişi riskini beraberinde getiriyor.
Firma birleşmelerindeki gelişmenin nedeni, uluslar arası borsa krizleri ve krizsel gelişmeleridir. Çünkü birleşmeler ve firma devralmaları genel olarak, öncelikle hisse senedi mübadelesiyle finanse ediliyor. Bu alandaki; borsalardaki her olumsuz gelişme de, ister istemez, firma birleşmeleri ve devralma hareketine yansıyor.
Yeni bir fazla üretim sürecine geçiş, toplumsal çelişkileri keskinleştiriyor.
Amerikan emperyalizmi, bu yılın başından bu yana 8 kere faizleri aşağı çekti. Tekeller için vergileri indirdi. Askeri harcamaları arttırdı. Bütün bunlar için yüzlerce milyar dolar harcadı. Ama yeni bir fazla üretim krizine doğru gelişmenin önünü alamadı. Şimdi ise Afganistan’a saldırısıyla, yeniden askeri harcamaları arttırarak, silah tekellerinin ve bu alandaki üretime bağlı ürünlerin üretilmesiyle piyasayı canlandırmayı düşünüyor. Amerikan silahlanma bütçesi önümüzdeki yıl 50 milyar dolara daha artacak. 11 Eylül saldırısından etkilenen firmalar için ayrılan 55 milyar dolarlık sübvansiyona 75 milyar dolar daha ekleniyor. Böylesi silahlanma ve konjonktür programları, en fazlasıyla, krizin patlak vermesini belli bir süre geciktirebilir. Ama krizin patlak vermesini asla engelleyemez. Bugünkü gelişme açısından geciktirebilir olup olmayacağı ise soru götürür. Çünkü aşırı birikmiş sermaye miktarı yanında Amerikan emperyalizminin bu harcamaları devede kulak gibi kalıyor.
Yeni bir fazla üretim krizine doğru gelişme, emperyalist ülkeler arasındaki çelişkileri de keskinleştiriyor, daha da keskinleştirecek. Afganistan savaşının giderlerinin paylaşımı gündeme gelecek. Bu savaş ilerledikçe emperyalist ülkeler, gerçek çıkarlarını ön plana çıkartacaklar; Bu, aynı zamanda, dünyanın, Orta Asya’nın yeniden paylaşımında emperyalistler arası çelişkilerin keskinleştiğinin ifadesi olacaktır.
Diğer taraftan, neoliberalizm adı altında talan edilen dünya halkları, geniş emekçi yığınları, bu talana karşı tepkilerini giderek radikalleşen ve kitleselleşen eylemlerde gösteriyorlar. Neoliberalizm adı altında emperyalizm, bağımlı ülkeleri, kelimenin gerçek anlamıyla talan ediyor, ulusal ekonomiyi yıkıyor. IMF ve Dünya Bankası programları buna hizmet ediyor.
Amerika’nın “Yeni Savaşı”, aynı zamanda, devrimci mücadele ve ayaklanmalar karşısında emperyalist burjuvazinin nasıl hareket edeceğini göstermesi bakımında da önemlidir. Verilen mesaj şu: varlığımızı tehdit eden veya varlığımızı tehdit ediyor algılamamız sonucunda her ülkeye, her örgüte, her devrimci mücadeleye, “terör” tespitiyle yok etmek için saldırırız. Söylenmek istenen bu.
Yeni bir fazla üretim krizine doğru gelişme ve bu gelişmenin beraberinde getirdiği çelişkilerin keskinleşmesi, Afganistan savaşı ve beraberinde getirdiği çelişkilerin keskinleşmesi, dünya işçi sınıfının ve emekçi yığınlarının örgütlü dayanışmasını ve haydutlara karşı uluslar arası birliğini yeniden sağlayarak mücadele etmesi gerektiğini göstermektedir.

27 Ekim 2001 Cumartesi

AMERİKAN EMPARYALİZMİNİN DÜNYAYA KARŞI SAVAŞI

Bush’un “New War”i, bütün dünyaya, Amerikan emperyalizminin çıkarlarına karşı gelen her ülkeye, ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelesi veren halklara, uluslara ve işçi sınıfına karşı açılmış bir savaştır. ABD’nin Afganistan’a saldırısının gelişme seyri, esas hedefin Bin Laden olmadığını açıkça göstermektedir.
Afganistan’la sınırlı olarak esas hedef, Taliban Rejiminin yıkılmasıdır. Zaten bunu, Bin Laden ölse de “savaş devam edecektir” açıklamasıyla ilan ettiler.
Bu politikanın kaçınılmaz devamı, “terörizmi destekleme” bahanesiyle Irak’a, Sudan’a ve başka ülkelere saldırmak olacaktır.
Amerikan emperyalizmi “terörizme karşı savaş”ın “10-15 sene süreceğini”, “başka örgütlerin ve devletlerin de bu savaşın” hedefi olacaklarını açıkladı. “Terörizme karşı savaş”ın kazanılması için “diplomasinin bütün olanaklarının, gizli haber alma servislerinin bütün olanaklarının ve savaşın her zorunlu silahının” kullanılacağını Bush, bütün dünyaya neredeyse her gün açıklıyor. Bu savaş, bütün dünyaya, Amerikan emperyalizminin çıkarlarına ters düşen her devlete ve örgüte karşı uzun yıllar sürecek savaş demektir.
“Yeni Savaş”, “terörizme karşı mücadele” adı altında bütün dünyaya karşı ilan edilmiş savaştır.
Afganistan’a saldırının somut ifadesi, Afganistan’la sınırlı olmayan ifadesi, bölgenin jeopolitik ve jeostratejik konumunda ve öneminde aranmalıdır. ABD ve tabii diğer emperyalist ülkeler de, Orta Asya’nın hammadde kaynaklarını kontrol etmek; kendi kontrollerine almak için amansız bir rekabet içindeler. Orta Asya, zengin hammadde kaynaklarından dolayı jeostratejik öneme sahip. Bundan dolayı bütün emperyalist ülkelerin bölgedeki faaliyetleri, nüfuz alanlarının yeniden paylaşılması/saptanması için rekabetten başka bir şeyi ifade etmiyor.
Bütün emperyalist ülkelerin ittifak halinde hareket etmeleri bizi yanıltmamalı. Irak’a karşı da başlangıçta ittifak içindeydiler. Sonrası biliniyor. Şimdi de öyle olacak. Fazla sürmeyecek ve emperyalist ittifak dağılacak ve emperyalistler arası çelişki ön plana çıkacaktır.
11 Eylül saldırısı olmasaydı Amerikan emperyalizmi başka bir vesile bularak “Yeni Savaş”ını başlatırdı. Başlatırdı, çünkü dünya çapında yeniden yükselmeye başlayan ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelesinin ezilmesi gerekiyordu. “Küreselleşme” adı altında dünyanın talanı, milyonları harekete geçiriyor. Öyle ki bağımlı ülkelerde hükümetler de, yani hâkim sınıflar da homurdanıyorlar. Bu durum, yeni sömürgeciliğin kapsamlı ve derin bir kriz içinde olduğunu gösterir. Bütün dünyada “küreselleşme”yi, IMF'’yi, Dünya Bankası'nı, Dünya Ticaret Örgütü'nü veya bir bütün olarak emperyalizmi simgeleyen her şeye karşı grevler, ayaklanmalar, güçlü kitle gösterilerinin artık arkası alınamıyor. Böyle bir ortamda “terörizme karşı mücadele”, bütün emperyalistleri birleştirdi. Artık her devlet, “kendi teröristi”ne karşı değil, bütün “teröristler”e karşı mücadeleden bahsediyor.
AB’den Rusya’ya, Türkiye’den Çin’e bütün ülkeler, “terörizme karşı mücadele” adı altında ABD’nin yanında yer aldılar. Emperyalist burjuvazi ve bağımlı ülkelerdeki yerli işbirlikçileri için düzene, sermayeye karşı olan her hareket, “terör” hareketi olarak tanımlandı. Ulusal kurtuluş mücadelesi terör!, Kitlesel protesto terör! Amaç belli: Geniş yığınları susturmak, sindirmek, mevcut demokratik hakları rafa kaldırmak vs.
Afganistan’a saldırı, Amerikan emperyalizminin Avrasya stratejisinin yumuşak karnı olan güney şeridinin güçlendirilmesine hizmet ediyor. Afganistan’da Amerika, Rusya-Çin-Hindistan, Rusya-Hindistan yaklaşımını, olası ittifakı, Şanghay Beşlisi’nin faaliyetini akamete uğratmaya, bu ülkelerin bölgedeki faaliyetini kontrol etmeye de hizmet ediyor.
Afganistan’a saldırıdan, “durumdan görev” çıkartarak yararlanmak isteyen ülkelerin başında Türkiye geliyor. Türk burjuvazisi, bölgedeki etnik-kültürel bağlarını da kullanarak Amerikan emperyalizminin çıkarları için işgale hazır olduğunu açıkladı. Türkiye’nin jeostratejik konumu, bölgeyle ilişkisi, Türkiye-AB ilişkilerine de yansıdı.
ABD’nin “Yeni Savaş”ı, dünya çapında protesto ediliyor, milyonlar, Afganistan’ın işgalini, bombalanmasını kabullenmedi, kabullenmiyor. Amerikan emperyalizminin Afganistan üzerinde estirdiği terör, bütün dünya üzerinde estirilen emperyalist terördür. Bu teröre karşı mücadele, emperyalizme karşı mücadeledir. Bu terörün önünü almak, antiemperyalist mücadelenin uluslar arası çapta örgütlenmesine ve yönlendirilmesine bağlıdır.

24 Ekim 2001 Çarşamba

JEOPOLİTİK VE STRATEJİK AÇIDAN BALKANLARIN ÖNEMİ

Balkan, Türkçe bir kelimedir, sarp ve sıradağlar anlamına gelir. Ama Balkan kelimesi oldukça geniş anlamla kullanılmış ve Avrupa’nın güney doğusunun, yarım adanın adı olmuştur; Balkan yarımadası, Balkan ülkeleri, bir bütün olarak Balkanlar.
Balkan, aynı zamanda, tecritliğin, geri kalmışlığın, merkeze yakın olmasına rağmen kıyıda kalmışlığın, yani çevre konumunda olmanın da ifadesi olmuştur. Balkan, geçit vermez, aşılamaz, zor hâkimiyet altına alınabilirliğin; halklarının boyun eğmezliğinin, savaşçılığının, “komitacı”lığının da ifadesidir.
Balkan, aynı zamanda, rekabet eden güçlerin, sürekli hâkimiyet altına almak istedikleri bir coğrafyadır.
Bu coğrafyayı önemli kılan, yeraltı zenginlikleri, bu anlamda iktisadi potansiyeli değildir. Onu önemli kılan, konumudur.
Balkanlar, 14. yüzyıldan itibaren Osmanlı hâkimiyetine geçmiştir. Osmanlı olgusu ortadan kalktıktan sonra, bu sefer de Ekim Devrimi gerçeği Balkanlara yeni bir önem kazandırdı. Özellikle Fransız ve İngiliz emperyalizmi; SB’ne karşı bir güvenlik çemberi, “cordon sanitaire” oluşturmak istiyorlardı. Bu çember de Balkanların Kuzeydoğusundan geçiyordu. Cordan Sanitaire, Finlandiya’dan Karadeniz’e kadar uzanır!
Özellikle İngiliz emperyalizminin Balkanlardaki jeopolitik planları tutmadı. Yugoslavya, Alman faşizmini yendi ve bağımsızlığına kavuştu.
Revizyonist bloğun ve Sovyetler Birliği’nin dağılması Yugoslavya’yı da etkiledi. Özellikle Alman emperyalizminin kışkırtması sonucu Slovenya ve Hırvatistan, Yugoslavya’dan ayrıldılar.
Yugoslavya, geçen yüzyılın ‘90’lı yıllarını savaşla geçirdi. NATO, Kosova’yı kurtarma (!) gereğini duydu ve saldırdı. Kosova’nın işgaline homurdanarak bakan Rusya, son anda Priştina havaalanını işgal ederek ben de varım dedi.
Arkasından, son olarak Makedonya işgal edildi. Kosova’ya yerleşmiş emperyalist ülkeler bu sefer de Makedonya’ya yerleştiler.
Peki bölgeyi önemli yapan ne? Şüphesiz ki stratejik konumu. Emperyalist ülkelerin jeopolitik çıkarları bölgeyi; Balkanları stratejik olarak önemli kılıyor:
Balkanlar, Alman emperyalizminin Ortadoğu’ya, Akdeniz’e açılması için mutlaka hakim olunması gereken bir koridordur. Bağdat Demiryolu bu koridorun bir parçasıdır. Alman emperyalizminin jeopolitik anlayışında bir değişme olmamıştır. Drang nach Osten; “Drang nach Südosten”; doğuya ve güneydoğuya açılmak için Balkanların elde tutulması gerekir. Alman emperyalizmi bu anlayışından dolayı Yugoslavya’nın parçalanmasını desteklemiş ve Federasyondan ayrılan Hırvatistan ve Slovenya’yı iktisadi olarak etkisi altına almıştır.
Almanya’nın niyetini gören ve önünü kesmek isteyen bütün güçler; Rusya, ABD, Fransa, İngiltere de bölgeye yerleşmeyi kendi çıkarlarına uygun görmüşlerdir. Emperyalist ülkeler, Balkanlarda birbirlerini kontrol etmek için Kosova’yı, arkasından da Makedonya’yı işgal etmişlerdir.
Revizyonist bloğun dağılmasından sonra Orta ve Doğu Avrupa’da Rusya’nın etkisi kalmamış, bölge NATO (Polonya, Macaristan, Çek Cumhuriyeti) ve AB’nin (Doğu genişlemesi) etkisi altına girmiştir. Böylece AB ve Amerikan emperyalizminin etki alanı Polonya’nın doğu sınırına dayanmıştır.
SB’nin dağılmasıyla Hazar Havzası’nın yeraltı zenginlikleri de emperyalistlerin Balkan politikasını etkileyen önemli bir faktör olmuştur. Batının tekelleri, başta da ABD petrol tekelleri, Azerbaycan, Kazakistan petrollerini paylaştılar. Şimdi bütün sorun, petrolün dünya pazarlarına taşınmasında. Petrol, hangi boru hattıyla Batı pazarlarına ulaştırılacak ve hattın güvenliği, dolayısıyla geniş bir bölgenin kontrolü nasıl sağlanacak? ABD’ye göre Boru hatları, Rusya’nın hâkimiyetinde ve kontrolünde olmamalıdır. Boru hatları konusunda AB de söz sahibi olmamalıdır. Bakü-Ceyhan hattının dışında bir de Bakü-Karadeniz-Bulgaristan hattı söz konusudur. Amerikan emperyalizmi çeşitli olasılıkları göz önünde tutarak, Bakü-Ceyhan hattının gerçekleşmemesi durumunda veya Türkiye’nin kendi çıkarını ön plana alması durumunda veya başka nedenlerden dolayı Bakü-Bulgaristan hattının kontrolünü sağlamanın adımlarını bugünden atmıştır. Bunun için Balkanlarda söz sahibi olmak gerekir.
Balkanlar, Amerikan emperyalizminin Avrasya jeopolitik anlayışının da bir parçasıdır. ABD bundan dolayı da oradadır.
Öyleyse:
Alman emperyalizminin Ortadoğu ve Akdeniz’e açılmak için Balkanları koridor; geçiş alanı olarak kullanmasını engellenmelidir anlayışında olan bütün emperyalist ülkeler, Kosova’yı ve arkasından da Makedonya’yı işgal etmişlerdir.
Bugün açısından emperyalist ülkeler arası çelişkilerin en çok keskinleştiği Balkanlar-Ortadoğu-Kafkasya/Hazar Havzası üçgeninin Hazar Havzası ayağındaki gelişmelerin; petrolün Batı pazarlarına taşınmasının kontrolü için Balkanlar, stratejik olarak önemlidir. ABD, bunun için de oradadır.
ABD, AB’nin Orta ve Doğu Avrupa’ya doğru yayılmasını kontrol etmenin ötesinde, varlığını askeri olarak da göstermek için Balkanlarda.
Esasen bu nedenler; emperyalistler arası rekabet, Balkanları jeopolitik ve stratejik olarak önemli kılmaktadır. Kosova ve Makedonya da Balkan yarımadasının kalbidir. Bundan dolayı da emperyalistlerin nezdinde, işgal edilmeye değecek kadar önem kazanmışlardır. Sırp mezalimi katliam vs işin hikâye tarafıdır.
Miloseviç’i yargılamaları da bir şovdur. Miloseviç, emperyalistlerin istediği doğrultuda hareket etmiş olsaydı, iktidarından olmazdı. Bütün dünyada katliamlar düzenleyenler, işlerine gelmezse darbeler düzenleyenler, işlerine gelmeyen hükümetleri devirenler, dünya haklarına bomba yağdıranlar, ne denli adaletli olduklarını, “savaş suçluları”nı affetmeyeceklerini(!) göstermek için Miloseviç’i yargılamayı kendi çıkarları için uygun görmüşlerdir. Elbette Miloseviç gibi bütün savaş suçluları yargılanmalı ve cezalandırılmalıdır. Her bir ülke işçi sınıfı, emekçi yığınları; bir bütün olarak halk, böylesi katilleri yargılamalıdır. .

1 Ekim 2001 Pazartesi

AMERİKA’NIN “YENİ SAVAŞ”I

Dünya Ticaret Merkezi ve Pentagon’a saldırıdan sonra, bu saldırıları vesile eden ABD Başkanı W. Bush, “terörizm”e karşı dünya çapında savaşacaklarını açıkladı. Savaşın adı da kondu: “New War”, yani “Yeni Savaş”!
Böyle bir saldırıyı kimin gerçekleştirdiği bilinmiyor. Ama çok iyi korunan hava sahasında saldırı uçaklarının dolaşması, saldırıdan yaklaşık yarım saat sonrasında ilk tutuklamaların gerçekleşmesi ve zanlının tespiti, saldırıda CIA da dâhil kimlerin parmağı olabileceği konusunda oldukça düşündürücü ip uçları veriyor.
Amerikan emperyalizmi saldırı sonrasında, binlerce insanın ölmesinin neden olduğu ortamı da değerlendirerek, hemen hemen bütün ülkelerin desteğini aldı ve Usame Bin Laden ve Afganistan’a karşı savaş hazırlığına başladı. NATO Konseyi’nin de desteğini alan Amerikan ordusu, “Yeni Savaş” için yığınağını sürdürüyor. Psikolojik savaş ise saldırıdan hemen sonra başlatıldı.
Amerikan emperyalizminin “New War” anlayışı hiç de yeni değil. Bu, uzun bir dönemden beri hazırlanan stratejinin uygulanmaya konmasıdır. Revizyonist bloğun çökmesinden ve Varşova Paktı’nın dağılmasından sonra varlığı anlamsızlaşan NATO’nun geleceği ‘90’lı yıllar boyunca tartışıldı. Sonunda NATO’ya yeni bir görev verildi. 1999 yılında alınan kararla NATO, dünyanın neresinde olursa olsun “terörizm”e karşı mücadelede kullanılacaktı. Terörizmle kast edilen devrimci ulusal kurtuluş hareketlerine karşı mücadeleydi. Yeni göreviyle donatılan NATO, sorumluluk alanı (üye ülkeler sahası) dışında ilk güç gösterisine Balkanlarda (Yugoslavya) girişti.
“New War”ün esas amacı, dünya çapında yeniden canlanmaya başlayan sosyal ve ulusal kurtuluş için mücadeleyi engellemektir.
Körfez Savaşı’nda Amerikan emperyalizmi, Irak’ın Kuveyt’e saldırısını bahane ederek en geniş emperyalist ittifakı kurmuştu. Bu ittifak, Ekim Devrimi’ni, genç Sovyetler Birliği’ni yıkmak için saldıran emperyalist-kapitalist ittifaktan daha kapsamlıydı. Şimdi ise terörizm bahane edilerek emperyalizmin tarihinde görülmüş en kapsamlı ittifakı arkasına aldı. Ulusal, etnik vb. sorunu olan bütün ülkeler, “terörizm”e karşı dünya çapında mücadeleyi selamladılar. Rusya’dan Çin’e kadar bütün ülkeler dolaylı veya dolaysız bu ittifakın içindeler ve “terörizm” bahane edilerek baskı altında tutulan uluslar ve azınlıkların ulusal kurtuluş mücadelesini ezmek için kendilerine göre meşru ortam elde ettiler.
Afganistan, Usame Bin Laden tesadüfî bir seçim değil. Saldırıyı U. Bin Laden ve örgütünün gerçekleştirdiği kanıtlanmamasına rağmen, onun hedef seçilmesi, Afganistan’da olduğu için de bu ülkeye saldırı çok anlamlıdır.
Taliban rejiminin yıkılmasını, kökten dinciliğe karşı olan bütün İslam ülkeleri istiyorlar. Bu, Amerikan emperyalizminin dolaylı desteklenmesi, en azından İslam ülkelerinden fazla ses çıkmaması anlamına gelir.
En önemlisi, Afganistan’ın stratejik konumudur. Bu ülke, dünya petrol rezervlerinin yüzde 75’nin bulunduğu bölge kıyısındadır. Son birkaç on yıldaki araştırmalar sonucunda Azerbaycan, Çeçenistan, Kazakistan, Türkmenistan, Özbekistan ve Tacikistan’da, yani bu Kafkasya ve Orta Asya ülkelerinde dünyanın en zengin petrol, doğal gaz, kömür ve başka önemli madenleri bulundu. Afganistan bu ülkelere komşu veya yakın.
SB’nin dağılmasından sonra emperyalistler arası çelişkilerin en çok keskinleştiği üç alan söz korusu: Balkanlar, Ortadoğu ve Kafkasya/Hazar Havzası. Körfez Savayı adı altında sürdürülen, bölgenin petrolünü paylaşım dalaşı, Irak’a konan ambargo ile şimdilik dondurulmuş durumda. AB ve özellikle de Alman emperyalizmi ve Orta Asya petrollerinin dünya pazarlarına taşınması bakımından stratejik önemi alan Balkanlarda “it dalaşı”, Amerikan emperyalist “barışı”yla şimdilik donduruldu. Anlaşılan o ki sıra şimdi Kafkasya ve Orta Asya’nın yeraltı zenginliklerinin kontrolüne geldi.
21.yy’da da dünya hâkimiyetini sürdürmeyi planlayan ABD, dünya petrol rezervlerinin yüzde 75’ni ve dünya doğal gaz rezervlerinin de yüzde 33’rü barındıran bu bölgeyi kontrol etme amacında. Amerikan emperyalizmi, Avrasya stratejisini ve bu stratejiyi ifade eden jeopolitikasını adım adım gerçekleştirme peşinde.
Bilinen petrol ve doğal gaz kaynaklarının paylaşılması yetmiyor. Bu paylaşımda Amerikan ve İngiliz tekelleri aslan payını aldılar. Şimdi sıra, bu enerjinin dünya pazarlarına taşınmasına geldi. Yani Güzergâh sorunu. Amerikan emperyalizmi bu güzergâhın Rusya ve Çin dışında ve onların kontrolünden uzak olması için elinden geleni yapıyor.
Taliban rejiminden dolayı şimdiye kadar olasılığı neredeyse imkânsız gözüken Afganistan üzerinden geçen hat yeniden gündemde.
Böylece “dünya çapında terörizm”e karşı mücadelenin, “New War”ün esas nedeni açığa çıkıyor. Anlaşılan o ki, günümüzde emperyalistler arası çelişkilerin en çok keskinleştiği Balkanlar-Ortadoğu-Kafkasya/Hazar Havzası üçgeninin Orta Asya ayağı ısıtılıyor. Nasıl ki Körfez Savaşı’nda bütün emperyalist ülkeler, Kuveyt’e saldırıyı bahane ederek bölgeye üşüşmüşlerse, şimdi de terörizmi bahane ederek Afganistan ve bölgede cirit atıyorlar, yığınak yapıyorlar.
Amerikan emperyalizmi Afganistan’a yerleşmekle (Yerleşme, “Kuzey İttifakı”nı iktidara taşımakla olabileceği gibi Taliban’ı müttefik olacak derecede yumuşatmakla veya da kıpırdayamayacak derecede abluka altına almakla da olur) aynı zamanda, Avrasya stratejisinin en zayıf karnı olan güney şeridini güçlendiriyor, bu anlamda, olası Rusya-Çin ittifak alanının yakınında oluyor ve Hindistan’ın Kuzey (bölge) hesaplarının önünü kesiyor.
Afganistan’a olası saldırının sadece bu ülkeyle sınırlı kalacağını ve kısa zamanda sonuçlanacağını düşünmek yanlış olur. Bir defa bu bölge, belirttiğimiz nedenlerden dolayı bütün emperyalist ülkelerin çıkar alanıdır. Her biri kendi çıkarı için “it dalaşı”na karışıyor/karışacak. Bunun ötesinde ABD’nin olası başarısı, onu Ortadoğu’ya, yani Irak’a saldırı ve Saddam rejiminin yıkılması için de cüretlendirecektir. Bu kaçınılmazdır. Irak üzerinde ambargonun kalkması, ABD ve İngiliz tekellerinin “hava alması” anlamına geliyor. Çünkü Irak rejimi bu iki ülke dışında hemen hemen bütün emperyalist ülkelerle petrol anlaşması yaptı. Anlaşmaların yürürlüğe girmesi için tek koşul, ambargonun kaldırılması.
Amerikan emperyalizminin uzun sürecek bir savaştan bahsetmesini, çok güçlü bir düşmanla karşı karşıya olduğu şeklinde yorumlamak oldukça yanıltıcıdır. Amerikan emperyalizmi, silah ve teknik gücüyle Taliban’ı kısa zamanda dize getirir. Ama o, uzun sürecek savaşla bunu kast etmiyor, sadece bunun kast edilmesini istiyor.
Uzun süreli savaşla ABD, ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelesine karşı savaşı kast ediyor. O, antiemperyalist mücadeleyi, sosyalist devrim mücadelesini ezmek için dünyanın neresinde olursa olsun savaşacağını ilan ediyor. Amerikan hegemonyası altında kurulu düzenin devamı için ve bu düzeni yıkmak isteyenlere karşı savaşacağını ilan ediyor. Kime karşı? Ezilen uluslara karşı, emekçi yığınlara karşı, dünya işçi sınıfına karşı. Yani antiemperyalist, antifaşist ve komünist güçlere karşı. Uzun süreli savaş, kapitalizmle sosyalizm; devrimci proletarya ile burjuvazi arasındaki savaştır Uzun süreli savaştan anlaşılması gereken budur.
Amerikan emperyalizminin savaş narası atmasının ekonomik nedenleri de var. Amerikan ekonomisinin yeni bir fazla üretim krizine doğru evrilmesi, savaş olanaklarıyla durdurulmak istenebilir. Bunun ötesinde savaş, silah tekellerinin ve başka savaş araç ve gereçlerini üreten tekellerin kasalarını yeniden doldurur, yığınları kendi sorunlarından uzaklaştırır. Bugün açısından daha ziyade tali olan bu düşünceye –savaş ve ekonomi- başka bir yazımızda ele alacağız.
Olası savaş, Türk burjuvazisini de doğrudan ilgilendiriyor. Körfez Savaşı’nda olduğu gibi bir koyup üç alırız diye 35-40 milyar dolarlık kaybı göze alabilir mi, bunu bilmiyoruz. Ama koşulların değişik olması, sonuçlarının da değişik olacağını göstermektedir.
Türk burjuvazisi, “dışarıdan gelen teröre karşı yıllardan beri savaşıyoruz, ama bunu şimdiye kadar bazı müttefiklerimize kabul ettiremedik” anlayışından hareketle bazı Batılı emperyalist ülkelerin Kürt ulusal kurtuluş mücadelesi karşısındaki tavrını bir daha sergilemelerinin önünü alma hesabı içinde. Bunun ötesinde ve en önemli olarak, Kafkasya-Orta Asya ile ilişkili olarak Afganistan, faşist diktatörlüğün, Amerikan şemsiyesi altında jeopolitik amacının, yani yayılmacı, emperyalist politikasının vazgeçilmez bir noktasıdır. Bu, Enver Paşa macerasından sonra ele geçen ilk fırsattır ve bu fırsatı, olası savaş durumunda sonuna kadar değerlendirmeye çalışacaktır. Buradaki sorun, üç-beş milyar dolarlık “yardım” değildir. Olası savaş, bütün bölgeyi etkiler ve bölgede sonuçlanmamış hesaplar var: Gürcistan, Azerbaycan karışır. Karabağ sorunu oldu-bittiye getirilebilir. Bölgede gözü olan İran ile Türkiye gerginliği had aşamaya gelebilir. Azerbaycan’a ve diğer Türk devletlerine saldırı veya terörizme karşı mücadele bahanesiyle NATO, öncelikle de Türk ordusu bölgeye girebilir. Bölgenin karışması, tetikte bekleyen Rusya ve Çin’in müdahale olasılığı, Türkiye’yi ABD için daimi üs yapabilir. Her halükarda olası savaş, Türkiye açısından Körfez Savaşı sonuçlarını getirmez.

25 Ağustos 2001 Cumartesi

“ANTİ-KÜRESELLEŞME HAREKETİ” VE ANTİEMPERYALİST MÜCADELE


 
Küreselleşme”, Marksist kavramla ifade edecek olursak sermayenin uluslararasılaşması yeni olmayan bir olgudur. Marks ve Engels, daha 1848’li yılların sonunda, somut olarak da “Komünist Manifesto”da sermayenin uluslararasılaşmasından, uluslararasılaşma olmaksızın kapitalist üretim biçiminin gelişemeyeceğinden, dünya pazarının, ticaretinin kurulamayacağından bahsederler.
Sermayenin uluslararasılaşması, kapitalizmin emperyalist aşamasında gerçek anlamına bulmuştur.
Emperyalizmin oluşumundan bugüne veya da son birkaç yıldan bu yana “anti-küresel hareket” kavramıyla ifade edilen protesto hareketinin gelişmesine kadar dünya politikası ve sınıf mücadelesinde böyle bir hareket görülmemişti. Bugüne kadar bütün dünyada emperyalizme karşı mücadele, yığınsal antiemperyalist mücadeleyi geliştirmişti. Bugün ise antiemperyalist mücadeleden bahsedilmeksizin yüzbinlerce insanı harekete geçiren bir “anti-küresel hareket” gelişti.

Bu hareketin hedefi ve bileşenleri nedir/ nasıldır ? Antiemperyalist mücadelede bütün yönleriyle emperyalizme karşı mücadele söz konusuyken, “anti-küresel hareket” bu mücadeleyi IMF, Dünya Bankası (DB), Dünya Ticaret Örgütü’ne (DTÖ) karşı mücadeleyle; neredeyse salt çok uluslu tekellere karşı mücadeleyle sınırlandırıyor. Bunun böyle olması siyasi yetersizlikten, kavrayışsızlıktan kaynaklanmıyor. Tam tersine, bu sınırlandırma bu hareketin belirleyici bileşenlerinin siyasi anlayışını ifade ediyor. Bu hareket içinde sendikacılar, küçük ve orta köylü üreticiler, aydınlar, gençlik, işçiler, siyasi şekillenme bakımından ifade edecek olursak anarşistler/otonomcular, troçkistler, hükümet dışı örgütler, çevreciler, feministler, revizyonistler, küçük burjuva devrimci akımlar ve komünistler yer alıyorlar. Bunların bir kısmı, örneğin komünistler, mücadelenin salt IMF, DB, DTÖ ve çok uluslu tekellere karşı mücadeleyle sınırlandırılmamasını, bütün yönleriyle emperyalizmin hedef alınmasını savunurlarken, hareketin bileşenlerinin önemli bir kesimi reformist çizgideler. Bu kesim, emperyalist ülke hükümetlerine reform yapın, küreselleşmenin “‘kötülük”lerini ortadan kaldırın çağrısı yapıyor. Bu kesim, hareketin seyrini belirleyecek derecede güçlü olduğundan dolayı, bu hareketin antiemperyalist yönü arka planda kalıyor ve sorun IMF, DB ve DTÖ ile sınırlandırılmış oluyor.

Öne sürülen talepler, bu çevrelerin hayal dünyasında yaşadıklarını gösteriyor. Troçkistler, her zaman olduğu gibi bu sefer de bu hareketi vesile ederek Marksist teoriye saldırıyorlar ve aynı zamanda bu hareketi “antikapitalist” ilan ederek, onun üzerinden “dünya devrimlerini” gerçekleştirme hayaliyle yaşıyorlar.
Anarşistler ve otonomcular, her türlü örgütlü mücadeleye kesinlikle karşı geliyorlar. Örgütlü mücadeleyi, bireyin özgürlüğünün ortadan kaldırılması olarak anlıyorlar.
Geniş bir yelpazeden oluşan reformist kesim ise, başka bir hayal dünyasında yaşıyor. Farklı çevrelerden oluşmasına rağmen reformist çevrelerin temel görüşleri aynı. Bunlar, küreselleşmeye karşı alternatif ekonomiler geliştirmeyi hedefliyorlar. Küreselleşme yerine bölgeselleşme diyorlar. Bölgeselleşmeyi, küresel olarak koruyalım diyorlar. Yerel ekonomilerle küresel tekellere, çok uluslu tekellere karşı mücadeleyi savunuyorlar. Sundukları alternatif bu. Bu anlayışlarıyla reformist kesim, kapitalizmin küçük üretim aşamasını, yani 200-300 sene önceki aşamasını -kapitalizmin gelişmesinin ilk aşamasını- savunuyor.

Bu çevreler, gerçek anlamda ütopyacı ve siyasi olarak da gericidir. Üretici güçlerin bugünkü gelişmişliğini, geleceğin düzeninin, sosyalizmin maddi temeli olması gerektiğini görmüyorlar (sınıfsal yapıları gereği göremezler de). Tersine, üretici güçlerin geriletilmesini, 200-300 sene önceki seviyesine çekilmesini savunacak derecede siyasi gerici konumdalar.

Bu çevreler, nasıl oluyor da bu türden görüşleri pervasızca savunabiliyorlar? Onlar, meydanı boş buldular. Uluslar arası komünist ve devrimci hareketin örgütsüzlüğü ve güçsüzlüğü bunlara yarıyor. Komünistlerin, devrimcilerin, antiemperyalist güçlerin uluslar arası planda dağınık olmaları, bu hareket içinde etkili olmamalarını beraberinde getiriyor. Bu dinamik ve ilerinin temsilcisi güçlerin uluslar arası planda örgütlenmeleri, bu harekete örgütlü katkıları ve hareketi yönlendirmeleri, reformistlerin ve troçkistlerin savundukları deli saçması görüşlerin geriletilmesi, etkisizleştirilmesi anlamına gelecektir.

22 Ağustos 2001 Çarşamba

EKONOMİK KRİZ VE ŞİRKET “KAPATMA”!

Ekonomik kriz, değişmeyen sermayenin değersizleşmesidir. Böylesi dönemlerde fabrika binası, makineler, hammaddeler vb. biçimlerde değişmeyen sermaye, kendini değerlendiremediği için değersizleşmiş olur.
Ekonomik kriz; fazla üretim krizi dönemlerinde akıl almaz boyutlarda sermaye kıyımı yapılır. Fabrikalar yıkılır, ne kadar yeni olursa olsun teknoloji ürünleri atıl kalır. Makinelerin ömrü bitmemiştir, ama krizle onların ömrü bitirilir. Kapitalizmde, bu üretim biçiminin yasal bir çelişkisi olan ekonomik kriz, belli aralıklarla patlak verir. Klasik değerlendirmeye (Marks-Engels) göre her 10-12 yılda bir patlak veren bu krizlerin devreviliğinin nedenini Marks, sabit sermayenin dönüşümünde arar.
Sabit sermayenin dönüşümü, sabit sermaye unsurlarının ömrüne bağlıdır. Yani aşınmaya. Aşınmanın belirleyici olan üç faktörü vardır. Birincisi, kullanımdan doğan aşınma; örneğin 16 saat faal olan bir makine 10 saat faal olan bir makineye nazaran daha hızlı aşınır. İkincisi, doğa gücü etkisiyle oluşan aşınma; örneğin fabrika binaları, açık havada bulunan tesisler vs. Üçüncüsü, moral aşınma; moral aşınma bilimsel teknik devrimin gelişmesi ve bunun ürünlerinin teknoloji olarak uygulanmasıyla doğrudan ilişkilidir. Yani üretici güçlerin gelişmesi, bir taraftan makineleri ucuzlatırken, diğer taraftan da ömürlerini kısaltır/koşullar. Örneğin bugün tekelci kapitalizmde otomobil sektöründe temel teknoloji her altı yılda bir, elektro sanayinde ise yılda bir yenileniyor.
Değişmeyen sermayenin(işletme binaları, makineler, hammaddeler) artışı doğrudan sabit sermaye(işletme binaları, makineler) ile ilgilidir. Makineler, sürekli bir alt üst oluşa tabidir. Sürekli ve kapsamlı yenilenme makine alanındadır. Sürekli yenilenme, aynı zamanda, sabit sermayenin kapsamını da büyütür ve sabit sermaye, nihayetinde, modern sanayin devreviliğinde belirleyici olur. Kapitalizmde devrevi gelişmenin maddi temelini ve böylece krizlerin devreviliğinin maddi temelini oluşturur. Bu devreviliğin (klasik anlamda durgunluk, kriz, canlanma ve yükseliş; bugünkü durumda durgunluk, kriz, canlanma ve inişli-çıkışlı durgunluk) kriz aşamasında akıl almaz boyutlarda sabit sermaye yok edilir. Alıcı bulamadığı veya fiyatlar düşmesin diye ürünlerin yok edilmelerinin ötesinde kapitalist, başlayan (kriz, yeni bir devreviliğin başlama sürecidir aynı zamanda) yeni devrevilikte daha güçlü olmak, rakiplerini pazarlarda alt etmek için başta sabit sermayesi olmak üzere değişmeyen sermayesini yeniler. Yani yeni, en modern makineleri alır, bu makinelere uygun işletme binaları yaptırır. Sabit sermayenin yenilenmesi, var olan sabit sermayenin yok edilmesi anlamına gelir. Bu süreç, makineli üretim aşamasında olan her kapitalizmde/ülkede görülür.
Sorun genel anlamda böyle olmasına rağmen, kapitalizmde eşit olmayan gelişmenin bir sonucu olarak bugün güçlü, uluslar arası tekelci olan sermaye, kriz koşullarını kullanarak iflas eden, kendini yenileyecek güçte olmayan işletmeleri satın alır. Kriz dönemlerinde emperyalizme bağımlı ve yeni sömürge ülkelerde, özellikle mali kriz ve devalüasyon sonucu zor durumda kalan, değerleri düşen işletmeler, yabancı sermaye tarafından ucuza kapatılır. Bu işletmeler ne denli modern olurlarsa olsunlar, kriz onları kelepir yapar. Birkaç sene öncesini hatırlayalım. “Asya Kaplanları” denen ülkelerde patlak veren mali ve arkasından da fazla üretim krizleri sonucunda bu ülkelerde ulusal para birimlerinin değeri düşmüş, sanayi ve hizmet sektörlerinde o güne kadar pahalı ve dev işletmeler kelepir olmuş ve uluslar arası tekelci sermaye temsilcileri bu işletmeleri ucuza kapatmak için adeta kuyruk oluşturmuşlardı. Özellikle Amerikan kaynaklı yatırımcılar, bu ülkeleri, ucuzlamış şirketlerini de ele geçirerek talan ettiler ve ediyorlar.
Birkaç sene önce “Asya Kaplanları” denen ülkelerde yaşananlar bugün Türkiye’de yaşanıyor. Şubat mali krizi, Türkiye’de görülmüş en şiddetli ve kapsamlı mali kriz, TL’nin dolar karşısında neredeyse yüzde yüz değer kaybetmesine yol açtı, öncelikle mali sektörü, başta da bankacılığı vurdu. Kamu bankalarına ilgi fazla yok, ama özel bankalar (Demirbank, Finansbank, Garanti Bankası, TEB) yabancı sermaye tarafından satın alınıyor. Krizden dolayı değer kaybına uğrayan bankalar, akıl almaz ucuzlukla, yaklaşık değerinin üçte birine, yabancı sermayenin eline geçiyor. Talan sadece mali sektörle sınırlı değil. Maddi değerlerin üretildiği sektörlerde de (sanayi, tarım, enerji, ulaşım) durum aynı. Bu sektörlerde de işletmeler, bedava denecek derecede ucuzlamış. Kriz ve zorluklar, bu işletmelerin yabancı sermayeye peşkeş çekilmesini beraberinde getiriyor. Bunun en tipik örneğini Telekom oluşturur. Bir zamanlar 20-30 milyar dolarlık fiyat biçilen bu işletmenin -teknolojik bakımdan dünyanın bu alandaki sayılı işletmelerinden biri- bugün 3-5 milyar dolarlık bir değeri olduğu söyleniyor.
Ekonomik kriz ve sonuçları, bunun ötesinde özelleştirme dayatması, özel ve devlet sektörlerinde işletmelerin ucuza satılmasına neden olmaktadır. Özelleştirme ile devlet işletmeleri, çoğunlukla yerli özel sermayenin eline geçiyor. Yerli sermaye ise ya yabancı sermaye ile ortaklık içinde ya da doğrudan yabancı sermaye tarafından satın alınıyor.
Böylece yabancı sermaye, ülkenin ekonomisini doğrudan ele geçiriyor, yönlendiriyor. Yabancı sermaye ulusal pazar olgusunu böyle ortadan kaldırıyor, ülkenin bütün zenginliklerine adeta el koyuyor.
Hükümet mi? Burjuvazi buna yerli-yabancı ortaklığı diyor. Yabancı sermayeyi çekmek diyor, yabancı sermaye yatırımı diyor. Doğrudur, bu bir yabancı sermaye yatırımıdır. Ama o sermayenin koşullarında bir yatırım. Bu, aynı zamanda ülkede üretilen artı değerin götürülmesi, işgücünün ve maddi zenginliklerinin talan edilmesidir. Bundan dolayı bu, emperyalist hâkimiyetin somut ifadesidir. Öyleyse bu, antiemperyalist ve sosyalizm için mücadelenin önemli bir nedenidir.
Kriz, ucuzlayan sabit sermaye, yabancı sermaye, ülkenin zenginliklerinin talanı, bütün toplumu; başta işçi sınıfı ve emekçi yığınları ayağa kaldıran bir faktör olmalıydı. Şimdiye kadar olmadı, daha doğrusu böyle bir faktöre dönüştürülemedi. Neden böyle bir faktöre dönüştürülemediği ders çıkartılması gereken bir sorun yapılmalıdır.

ŞİMDİ DE MAKEDONYA İŞGAL EDİLİYOR


 
Balkanların(eski Yugoslavya’nın) yerel çatışmalar sonucunda emperyalist ülkeler tarafından işgali son aşamasına geldi. Yugoslavya’nın parçalanmasıyla başlayan yerel çatışmalar süreci Makedonya’nın işgaliyle sonuçlandırılıyor. Makedonya’ya NATO çerçevesinde emperyalist ülkelerin müdahalesini, UÇK’yı (Ulusal Kurtuluş Ordusu) silahsızlandırmak olarak açıklamak -asker göndermenin resmi açıklaması böyle- ne kadar inandırıcı ve doğruysa, Kuveyt’in bağımsızlığını savunmak adına Irak’a saldırmak da o kadar doğru ve inandırıcıdır.

NATO Konseyi’nin aldığı karar üzerine “durumun yerinde bir fotoğrafını çıkartmak” için NATO’nun Avrupa baş komutanı Joseph Ralston, Makedonya’ya gitti ve “silahların istikrarlı bir susuşunun”, planlanmış 3500 NATO askerinin gönderilmesi için ön koşul olduğunu açıkladı. Ama silahlar istikrarlı susmadan önce -susmuyor- öncü askerler Makedonya’ya indirildi. Aynen Kosova’da olduğu gibi Makedonya’da da NATO askerleri, hazırlanan plan gereği her bir emperyalist ülkenin kontrol etmekle -Nato’nun resmi açıklamasına göre UÇK’yı silahsızlandırmak için- görevlendirildikleri bölgelere yerleşecekler. Nasıl ki Kosova, Amerikan, Alman, Fransız, İngiliz vb. bölgelerine ayrılmışsa, Makedonya da UÇK’nın eylem alanı veya Arnavutların yaşadıkları alan bazında bölgelere ayrılıyor.

Kim ne istiyor?
NATO çerçevesinde emperyalist ülkelerin Makedonya politikası, Kosova politikalarının bir devamıdır. Bütünselliği içinde AB, Makedonya’da NATO faaliyetinin sorumluluğunu üstlenmekle ne derece ortak hareket etme yeteneğine sahip olduğunu gösterecek. Ama AB sorumluluğuna rağmen NATO, ABD’nin çıkarlarına ters düşen bir politika izleyemez.

Alman emperyalizmi açısından Balkanlar, bu ülkenin dünya politikasında önemlidir. Çünkü Alman emperyalizminin Ortadoğu’ya, bunun ötesinde Kafkasya/Hazar Havzası’na, Akdeniz’e doğru yayılmasında veya Almanya’nın etrafının İtalya, Fransa, İngiltere ve doğuda da Rusya tarafından çevrili olduğunu düşünürsek, Balkanların Alman emperyalizminin dünyaya açılabileceği yegane koridoru oluşturduğunu görürüz. Alman emperyalizmi yüz yıllık “Drang nach Osten”; Doğuya yöneliş ve “Drang nach Südosten”; Güneydoğuya yöneliş politikasından vazgeçmemiştir. Bu jeopolitik anlayış Balkanları, Alman emperyalizmi açısından önemli kılmaktadır. 
 
Amerikan emperyalizmi, AB’nin bağımsız askeri ittifak oluşturma çabasını nihayetinde kendine karşı bir güç oluşturma olarak algılıyor. Amerikan emperyalizmi Balkanları böyle bir oluşuma terk etmek istemiyor. Özellikle Alman emperyalizminin yayılmacılığını (Balkanlar, Orta ve doğu Avrupa) ve Hazar Havzası petrol ve doğal gazını dünya pazarlarına taşıyan boru hatlarından birisinin Karadeniz-Bulgaristan-Balkanlar (muhtemelen Kosova veya Makedonya) üzerinden geçmesi durumunda bu hattı kontrol etmek amacıyla Balkanlara yerleşmiş durumda.

Fransa ve İngiltere gibi emperyalist ülkelerin Makedonya’daki fonksiyonu, ABD ve Almanya’nın politikalarını kontrolden pek öteye geçmiyor. Bu iki ülke, Balkanlarda, somutta da Makedonya’da Almanya ve ABD ile “aşık atacak” durumda değil.

Kosova’da olduğu gibi Makedonya’da da emperyalist ülkeler birbirlerini izliyorlar, UÇK’yı silahsızlandırma adı altında faaliyetlerini karşılıklı kontrol ediyorlar.

Rusya şimdilik sessiz kalıyor. Ama bu, Makedonya’da NATO çerçevesinde emperyalist ülkelerin faaliyetini onadığı anlamına gelmez. 
 
Tarihi bağlarından dolayı Kosova’ya asker gönderen Türkiye, aynı nedenlerden dolayı Makedonya’ya da asker gönderiyor. Emperyalist kurtların sofrasında Türkiye’ye yer yok. Sadece, verilen görevi yerine getiriyor, emperyalist işgale hizmet ediyor ve aynı zamanda bölgede var olduğunu göstermiş oluyor.

Makedon devleti, Arnavut milliyetçileriyle tek başına baş edemeyeceğini, bölünmenin kaçınılmaz olduğunu ve bölünme durumundan sonra geriye kalan Makedonya üzerinde komşu ülkelerin (Yunanistan, Bulgaristan ve Sırbistan) baskıların artacağını hesap ederek NATO’nun UÇK’yı silahsızlandırma adı altında ülkeye müdahalesini kabul etti. 
 
Kosova savaşı ve Makedonya’ya müdahale en çok Arnavut milliyetçilerin işine yaradı. Büyük Arnavutluk politikası güden Kosova ve Makedonya’da UÇK, emperyalistler arası çelişkilerden yararlanıyor. Arnavutlar, Büyük Arnavutluğu kurmak için acele etmiyorlar. Bu amaca tek başına ulaşamayacaklarını da biliyorlar. Kosova, fiilen bağımsız. Oradaki emperyalist hakimiyetin devamı, Kosova üzerinde Sırp talebinin giderek hayal olması anlamına geliyor. Aynı taktik şimdi Makedonya’da uygulanıyor. Makedonya’da NATO’nun varlığı, bu ülkenin Makedon ve Arnavut nüfusların yaşadıkları bölgelere göre bölünmesi anlamına geliyor. Bu bölünme, sonuç itibariyle, fiili bölünmeye doğru gelişen sürecin başlangıcı olmaktadır. Kendiliğinden olmazsa, terör ve baskıyla nüfus hareketi de olacak; ülkelerin demografik yapısı değişecek. Arnavutların hak talep ettikleri bölgelerde sadece Arnavutlar yaşar olacak, oradaki Makedonlar kovulacak. Tersi bir gelişme de Makedonların yaşadığı bölgelerde olacak. Aynen Kosova’da, Bosna-Hersek’te, dağılan Sovyetler Birliği’nde olduğu gibi.

Balkanlar, emperyalistler arası çelişkilerin en çok keskinleştiği üç bölgeden birisi. Revizyonist blokun dağılmasından sonra Balkanlarda keskinleşen emperyalistler arası çelişkiler, Yugoslavya’nın dağılmasını beraberinde getirdi. Dağılan Yugoslavya toprakları üzerinde yerel savaşlar kapsamında sürdürülen emperyalist hegemonya mücadelesi, Makedonya’ya NATO çıkartmasıyla nihai aşamasına varıyor. 
 
NATO’nun Makedon macerası güya bir ay sürecek. Ama Makedonya’da bir ay kalmanın değil, daha uzun bir dönem kalmanın nedenleri çok. Makedonya’nın Kosova olmamasının değil, olmasının nedenleri çok. Bu durumda NATO çerçevesinde emperyalist ülkeler, bu ülkeye asker gücüyle de yerleşecekler ve böylece, emperyalistler arası çelişkilerin günümüzde en çok keskinleştiği üç bölgeden birisi olan Balkanlarda güya barış sağlanmış olacak. Bu “barış” adı altında emperyalistler arası rekabet sürecek.

Anlaşılan o ki, sıra Hazar Havzası petrol ve doğal gaz boru hattı için rekabete geliyor. Bu bölgedeki doğal enerji kaynakları; çıkarımı ve üretimi çok uluslu tekeller tarafından paylaşıldı.

Şimdi sıra bu enerjinin dünya pazarlarına taşınmasına geldi. Balkanların bu şekilde halledilmesiyle hegemonya mücadelesinde öncelikle boru hatlarının güzergahına kayacağa benziyor.

19 Ağustos 2001 Pazar

HAZAR HAVZASI-ORTADOĞU EKSENINDE NE OLUYOR?


 
Kosova’dan sonra şimdi Makedonya da NATO çerçevesinde emperyalist ülkeler tarafından fiilen işgal ediliyor, paylaşılıyor. Bir “gece operasyonu” ile Priştina havaalanını işgal eden Rusya, bu sefer de Üsküp havaalanına iner mi, bunu bilmiyoruz. Ama her halükarda Makedonya’nın işgaline seyirci kalmaz. Aynı dönemde Hazar Havzası’nda sular Iran tarafından ısıtıldı. Diğer taraftan ABD ve Ingiltere, yeni bir bahane ile Irak’ı bombaladı. Bunun ötesinde Suriye üzerinden Filistin-Israil sorununa fiilen katılmak isteyen Irak’ın bu niyetine Suriye’nin olumlu yaklaşmaması için İncirlik'ten kalkan uçaklar Suriye üzerinden Irat’a yöneldirildi. Kısa bir zaman önce de Israil başbakanı A. Şaron Türkiye’yi ziyaret etti. Türkiye-Israil görüşmelerinde, Türkiye’nin Filistin sorunundan dolayı Israil’i uyarısının yanı sıra askeri konular konuşuldu ve Israil, Hazar Havzası’ndaki çelişkilerde, somutta da Azerbaycan-Iran arasındaki sorunda Türkiye üzerinden Iran’a karşı tavır alma isteğini açıkça dile getirdi. Bu gelişmeler günümüzde emperyalistler arası çelişkilerin en çok keskinleştiği Balkanlar-Hazar Havzası-Ortadoğu üçgeninde belli bir hareketliliğin olduğunu ve bundan Türkiye’nin doğrudan etkilendiğini ve Amerikan emperyalizmi yanında taraf olduğunu göstermektedir.

Emperyalistler arası çelişkilerin bugün açısından en çok keskinleştiği bu üç alan ve onun ortasında yer alan Türkiye, Amerikan emperyalizminin 21. yüzyıl hakimiyet stratejisi açısından; Avrasya jeopolitikası açısından bağlayıcı önemi haiz bir ülkedir.

Bu dönemde hangi akla hizmetten dolayı veya ne türden bir durumu fırsat olarak değerlendirdiğini sanarak Azerbaycan’a tehdit savuran Iran, cevabını almakta gecikmedi. PKK’ye verdiği destekten dolayı Iran’a Türkiye’nin tepkisi nispeten “ılımlı” kalmışken, bu sefer iş, nota vermeye ve tehdide kadar vardırıldı. Verilen mesaj açıktı: Azerbaycan’a dokunan bana dokunur! Aynı dönemde ABD ve İngiltere de tepkilerini gösterdiler.

Ortadoğu’da (Körfezde) ABD ve İngiltere, Irak’ı havadar kontrole ve ara sıra da bombalamaya devam ediyor. Bu iki emperyalist ülke, ambargo devam ettiği müddetçe diğer emperyalist ülkelerin ve tekellerinin Irak ile yaptıkları petrol üzerine anlaşmaların geçersiz kalacağını biliyor. Bu nedenden dolayı Irak’ı taciz ve Arap ülkeleri arası ilişkilerde ve Filistin-Israil sorununda tecrit etmeye devam ediyor.

Filistin-Israil arasındaki çatışmalar, kontrollü çatışmalar olarak devam ediyor. Her iki taraf da şiddetin dozajını o anki duruma göre tespit ediyor. Şiddet, her halükarda kontrollü. 
 
Y. Arafat, Oslo anlaşması koşullarında veya Camp David görüşmeleri koşullarında İsrail ile yeniden “barış” masasına oturmaya hazır. Ama İsrail buna hazır değil. İsrail, Y. Arafat ve Filistin Otonomi Yönetimi nezdinde Filistin’i teslim almaya, Y. Arafat’ın koşulsuz ve evet diyecek bir ruh hali içinde masaya oturmasını istiyor. İsrail, biz Filistin ile anlaşırız, ama bizim koşullarımızda anlaşırız. Şimdiye kadar uzlaşılmayan konularda tartışmayız ve Filistin’in bu konularda İsrail'in görüşlerini onaması gerekir dayatmasında bulunuyor.

Filistin tecrit edilmiş durumda. Filistin sorununda ılımlı Arap ülkeleri; Ürdün, Mısır, S. Arabistan vs. İsrail'in saldırılarından rahatsız olduklarını ifade ediyorlar. Ama daha da ileri gideni yok. Filistin’i güya destekleyen Türkiye ve AB’nin tavrı da aynı. Irak, Iran ve Suriye’nin soruna müdahaleleri olanaksız (gerçekten müdahale edip etmeye niyetli olup olmadıkları da ayrı bir sorun). Duyarlı dünya kamu oyunun tepkisi ve desteği de verbal olmaktan öteye geçmiyor. Bu durumu İsrail de görüyor ve acele etmeksizin kontrollü şiddetle Filistin yönetimini, bazen fiziki olarak da yok ederek, teslim almaya çalışıyor.

Hazar Havzası-Ortadoğu hattındaki gelişmelerde Türkiye ve İsrail'in konumu, gelişmelere müdahale istekleri göz önünde tutulursa Amerikan emperyalizmi patronluğunda kurulan yeni Türkiye-İsrail ilişkilerinin ne denli derinleşmiş olduğu anlaşılır. ABD+Türkiye+İsrail stratejik ortaklığı, ayrıca Türkiye+ABD ve ABD+İsrail stratejik ortaklığı Amerikan emperyalizminin çıkarlarına en iyi hizmet edecek bir şekilde gelişiyor.

Hazar Denizi’nin paylaşımı konusunda kıyıdaş ülkeler arasında anlaşma henüz sağlanamadı. Konuya ilişkin gerginlikte Iran, dönem dönem ortak hareket ettiği Rusya’nın desteğini bile alamadı. Yalnız kalınca -belki, bunu bahane ile Türkiye’nin doğal gaz anlaşmasını iptal eder tedirginliğiyle de- geri adım attı. Bölgedeki çelişkiler, henüz, yerel çatışmaları gündeme getirecek kadar keskinleşmemiştir. Keza Ortadoğu’da da, Körfez ve Filistin-İsrail sorunundan dolayı çelişkiler, bölge ülkelerinin savaşmalarını beraberinde getirecek kadar keskinleşmemiştir. Ama her iki bölge barut fıçısı olma özelliğinden hiçbir şey kaybetmemiştir.

Amerikan emperyalizmi 21. yüzyıl hakimiyet stratejisini; Avrasya jeopolitikasını her iki bölgede üssü olan Türkiye ve İsrail üzerinden adım adım örüyor. Bu ve diğer “dost” ülkeleri kendi çıkarlarına koşuyor. İsrail'in pervasızlığının ve Türkiye’nin birdenbire Iran’a kükremesinin altında yatan, Amerikan politikası ve desteğidir.

18 Ağustos 2001 Cumartesi

EKONOMİ VE GÜVEN

Ekonomik gelişmenin, burjuva ve Marksist teorilere göre değerlendirilmesi farklı sonuçlara götürür. Burjuva iktisat teorilerine göre kıstas olan, Marksist ekonomi teorisinde önemsiz bir gösterge olabilir. Soruna farklı sınıflar ve bu sınıfların dünya görüşüne tekabül eden teoriler açısından yaklaşım esas olduğu için, varılan sonuçlar da her bir sınıfın siyasi eğilimini yansıtır. İster istemez bu böyledir. Her bir sınıf, ekonomiye kendi sınıfsal çıkarları doğrultusunda yaklaşır. Ekonomik kriz dönemlerinde aynı yaklaşım, farklı faktörlerin etkide bulunmasıyla daha karmaşık da olabilir. Öyle ki farklı faktörlerin, doğrudan ekonomiden kaynaklanmayan faktörlerin gündemde olması ve ekonominin seyrini etkilemesi durumunda kimin ne dediğinin pek belli olmadığı, politikasızlık ve çözümsüzlük gibi durumların olduğu algılanması yaygınlaşır. Buna güvensizlik ortamı denir. Türkiye’de böyle bir ortam hâkimdir. Ama bu güvensizliğin son bir kaç ayın ürünü olduğuna inanmak yanlış olur. Söz konusu güvensizlik, ekonomik krizle; Şubattan bu yana ekonomik gelişmelerin sonucu olarak doğmuş bir güvensizlik ortamı değildir. Şubattan bu yanaki süreç güvensizliği, deyim yerindeyse, sadece ve sadece kapsamlaştırmış ve derinleştirmiştir.
Bu güvensizliğin yegâne nedeni siyasi krizdir. Bu anlamda siyasi güvensizlik ve siyasi kriz, bir madalyonun iki yüzünü oluşturur.
Türkiye’de burjuvazi yönetememe krizi ve bu anlamda siyasi kriz içinde debeleniyor. Burjuvazi yönetememe yeteneğinden yoksun değil. Ama mevcut kadrolarıyla yönetemez duruma gelmiştir. Türkiye burjuva cumhuriyetçi tarihinin birikmiş bütün yapısal sorunlarıyla karşı karşıya. Zamanında şu veya bu sorun bazında kendini yenilemeyen, yapısal yeniden yapılanamayan sistem şimdi zorlanıyor. Burjuvazinin önemli bir kesimi yeniden yapılanmaya cesaret edemiyor. Böyle bir durum ekonomik krizi de olumsuz etkiliyor.
Burjuva anlayışa göre, alınan tedbirlerle ekonominin olumlu bir seyir içinde olması gerekiyordu: 19 milyar dolardan fazla bir kredi. Başta ABD olmak üzere hemen bütün emperyalist ülkelerden gelen destek. Türkiye’nin stratejik önemini ön plana çıkartan çağrılar. Amerikan emperyalizminin jeopolitik çıkarındaki önemli konumundan dolayı sürekli vurgulanan “stratejik ortaklık”. IMF’nin ikinci başkanı S. Fischer’in Türkiye ziyareti ve verdiği “gaz” vs. vs. Bütün bunlar burjuva iktisat anlayışına göre mali piyasalarda ateşi söndürmeye bin kez yeterdi. Ama olmadı ve kolay kolay da olacağa benzemiyor. Çünkü siyasi güvensizlik faktörü belirleyici oluyor.
Geniş emekçi yığınları; rahatlıkla söyleyebiliriz ki Türkiye’nin kaymağını yiyen birkaç on bin dışında herkes, bu hükümete ve mevcut siyasi yapıya güvenmiyor. Bunların içinde parasal birikimi olanlar TL yerine dövizi tercih ediyor. Burjuva iktisatçılarının önemini çokça vurguladıkları “yastık altındaki para”yı harcamıyorlar, dolaşıma çıkarmıyorlar.
Rantçılar, mevcut güvensizlik ortamını kullanarak vurgun yapıyorlar. Buna yerli ve yabancı bankalar ve sanayi işletmeleri de katılıyorlar. Rantçılar mevcut güvensizlik ortamını kullanarak vurgun yapıyorlar. Buna yerli ve yabancı bankalar ve sanayi işletmeleri de katılıyor.
Oldukça yüksek reel faiz Türkiye’yi vurgun/talan cenneti yapmış.
Böylesi koşullarda alınan tedbirler, burjuva iktisadı açısından ne denli doğru ve önemli olursa olsun, etkisini hemen ve olduğu gibi yansıtamaz.
Ekonomik kriz devam ediyor. Bunun ötesinde Türkiye, borçlanma krizi sorunuyla da karşı karşıya. Böyle bir kriz patlak verir mi, yani Türk burjuvazisi, ‘kusura bakmayın, borçlarımı ödeyemiyorum, bir moratoryuma gidelim’ der mi, bunu bilemeyiz. Ama böyle bir olasılığın maddi koşulları var. Burjuvazi, bundan sonraki sürecin, son 10-15 yıldaki gibi olamayacağını, borcun sürekli ve yüksük faizle çevrilemeyeceğini artık anlamış gözüküyor.
Ekonomik krizden dolayı 100 binlerce işçi sokağa atılmış, binlere esnaf iflas etmiş, küçük ve orta boy işletmeler batıyor. 2001 yılının ilk yarısı itibariyle imalat sanayinde üretim, toplam işletmelerde yüzde 62,5 oranında gerilemiş.
Bu gelişmelerin toplum açısından kaçınılmaz sonucu: siyasi güvensizliğin artmış, yoksulluğun, sefaletin artması, intihar, hırsızlık, fuhuş olaylarının artması, umutsuzluğun, geleceğe güvensizliğin kol gezmesi ve nihayet toplumsal patlama olasılığı. Ekonomik krizin sonuçlarının ve siyasi güvensizliğin nihai sonucunun toplumsal patlama olabileceğini burjuvazi de görüyor. Bu nedenle o, bir taraftan “sağduyu” çağrısı yaparken, diğer taraftan da tedirginlik içinde. Burjuvazi korkuyor. Korkmakta ve tedirgin olmakta haksız da değil.