deneme

26 Mart 2005 Cumartesi

“LALE DEVRİMİ”

Kimine göre “yumuşak devrim”, kimine göre de “lale devrimi”, Kırgızistan’da şaşırtıcı bir hızla gelişti ve şimdilik amacına ulaştı. “Devrim” de ayaklar altına düştü. Amerikan menşeli “post modern dünya devrimi”nin, yani Amerikan emperyalizminin dünya hâkimiyeti stratejisinin gerçekleştirilmesi için iki yöntem kullanılıyor: Yöntemlerden birisi, gerekli görülen yerlerde, örneğin Irak’ta olduğu gibi, ülkeyi işgal etmek ve ikincisi de ortamı hazırladıktan sonra “devrim” dedikleri iktidar değişimini gerçekleştirmek. Gürcistan’da, Ukrayna’da ve şimdi de Kırgızistan’da ikinci yöntem oldukça kolay uygulandı.

Kırgızistan’da işe biraz da sülale çıkarlarının neden olduğu söylenmekte. Akayev iktidarının yıkılmasında sülale çıkar ve çatışmasının belirleyici olduğu söylenemez. Örgütlü birkaç bin kişinin bir-iki günlük sokak gösterisi sonunda iktidar yıkıldı ve geriye yönetimde kaos ve sokakta yağmalama kaldı.

Geleceğini düşünen veya „lale devrimi“ için önceden örgütlenmiş olan kolluk güçleri ve ordu, gelişmeler karşısında neredeyse tamamen sessiz ve seyirci kaldı. Böylece taraflı olduğunu da göstermiş oldu.

Akayev’in parlamentosu Cuma günü Kurbanbek Bakiyev’i geçici hükümet ve devlet başkanı olarak atadı. Ülkenin güney kesimindeki sülalelerin sözcüsü, ülkenin en zengini ve Aralık 2000-Mart 2002 arasında da başbakanlık yapmış olan Kurbanbek, muhalif güçlerin sadece şimdilik kabul ettiği bir önder.

Muhalefet ve „lale devrimi“nin dış örgütleyicileri ülkedeki yoksulluğu, güney-kuzey ayrımını, devlet imkânlarının Akayev’i destekleyen kuzeyli sülalelere sunulmasını, yolsuzluğu, seçimlere hile karıştırılmış olduğunu öne sürerek güneyde örgütlendi, bölgenin iki büyük şehrini ele geçirdi ve yarın da Bişkek’teyiz dedi. Öyle de yaptı. Hiçbir güç onların başkente girmesini engellemedi.
İktidar değişimi gerçekleştikten sonra Rusya, iktidar değişiminin „hiç meşru olmadığını“, ABD de Kırgızistan’daki gelişmeleri örgütlemediklerini açıkladılar.

Akayev, Rusya’ya daha yakın olduğu için Rusya’nın iktidar değişimini meşru görmemesi ve ona sığınma teklif etmesi anlaşılır. Ama Amerika, önderini bulmadan, iktidar ve çıkar ilişkileri belirlenmeden önce gelişen ve sonuçlanan „devrime“, sonu nereye varır diye şüpheli bakmaya başladı. Veya dünya kamuoyu önünde böyle bir tavır sergilemeyi daha uygun görüyor.
Her iki ülke de Kırgızistan’daki askeri güçlerini harekete geçirme gereği görmedi.

Gorbaçov’un azli, Azerbaycan’da 8-10 tankın 100 kadar asker eşliğinde harekete geçirilmesi sonucunda gerçekleşen darbe, Gürcistan ve Ukrayna’daki iktidar değişimleri, eski revizyonist blok ülkelerinde üstyapı kurumlarının ne denli oturaklaşamamış olduklarını, bürokrasinin, polis ve ordunun hakim sınıf fraksiyonları arasındaki dalaşmada ne denli taraf olduklarını açıkça göstermektedir. Bu güçler, kendilerine göz kırpanların yanında yer alıyorlar ve kadifeli, portakal renkli ve laleli „devrim“lerin gerçekleştirilmesini kolaylaştırıyorlar.

Amerikan emperyalizmi, „post modern devrim“lerin örgütleyicileri bu gerçeğin farkındalar ve kullanıyorlar. Geriye, memnuniyetsizlerin örgütlenmesi kalıyor. Bu da dolarla yapılıyor. Sayısız vakıf, komite, hükümet dışı örgütler bu amaç için harekete geçiriliyor. „Devrim“in önderi bulunuyor ve örgütlenen yığınlar, sonuç alana kadar sokağı terk etmiyorlar. Gürcistan, Ukrayna ve Kırgızistan’da senaryo böyleydi.

Kırgızistan küçük ve yeraltı kaynakları bakımından fakir bir ülkedir. Ama Orta Asya’daki „satranç oyunu“nda stratejik konumundan kaynaklanan önemli bir rolü var.

Kırgızistan, İngiliz jeopolitikacısı Mackinder’e göre „dünya adasının çekirdeği“ ve Amerikan jeopolitikacısı Brzezinski’ye göre de „orta bölge“ diye tanımlanan alanın güneyinde bir ülke. Sovyetler Birliği döneminde ve Hazar Havzası petrollerinin paylaşılmasından, Afganistan’ın işgalinden önce Kırgızistan’ın stratejik bir önemi pek yoktu. Hazar Havzası petrolleri, ağırlıkta İngiliz ve Amerikan tekelleri olmak üzere paylaşıldı, Afganistan işgal edildi ve böylece Amerikan emperyalizmi Orta Asya’da Rusya ve Çin’e komşu oldu. Kırgızistan, Rusya-Çin ve ABD’nin, aralarındaki emperyalist rekabetten dolayı buluşmak zorunda oldukları alandır. Şimdi bu rekabete AB de katılma hevesinde.

EU öne sürülerek Alman emperyalizminin jeopolitik açılımı için akıl hocalığı yapan kurumlardan birisi olan „Dış politika İçin Alman Cemiyeti“, Doğrudan Rusya, ABD ve Çin ile rekabeti göz önünde tutan oldukça ilginç öneriler sunuyor:

“Liberal bir Ukrayna, Sovyet sonrası alanın demokratikleşmeye devam etmesinde yeni bir lokomotif olabilir. Ukrayna ve Gürcistan’daki demokratik devrimler, Beyaz Rusya, Ermenistan ve Kırgızistan gibi ülkelere sıçrayabilirler. Böylece portakal renkli ve gül devrimleri Avrupa kıtasında 15 sene önceki tarihsel altüst oluşların devamı olurlar. AB ve ABD’nin siyasal nüfuzu ve demokrasi transferi, Ukrayna üzerinden eski Çar İmparatorluğu derinliklerine sızar” (“Körber-Zentrum” der DGAP).
Bunun gerçekleşebilmesi için AB’nin Moldavya ve Güney Kafkasya’daki “etnik-topraksal çatışmalara” güçlü bir şekilde taraf olması/karışması ve böylece “bu barış misyonu üzerinde Rusya’nın kontrolünün” geriletilmesi gerektiği önerilir.
Devamla, taraf olmaktan neyin anlaşılması gerektiğine de açıklık getirilir. Şimdiye kadar Rusya’nın nüfuzu altında olan bu bölge devletleri, AB’ye veya da ABD tarafından kontrol edilen Ortadoğu’ya entegre edilmeliler.

“Önümüzdeki on yıllarda AB’nin güvenlik politikası ve ekonomik çıkarları, sürekli, Avrasya’ya doğru kayacaktır. Karadeniz, AB’nin bir iç denizi olabilir. Sovyet sonrası alan, siyasal ve tarihsel önemini kaybeder, Hazar Havzası ise, ya bir doğu Avrupa’ya dönüşür, ya da Ortadoğu ile kaynaşır”(Agy.).

„Büyük Oyun“u üçüncü aşaması üzerine şu değerlendirme yapılır:
“„Büyük Oyun“ kavramı 19. yüzyıldan kalmadır ve Çarlık Rusya’sı ile Büyük Britanya arasındaki stratejik önemi olan Orta Asya üzerine mücadeleyi ifade eder… „Büyük Oyun“un bugünkü aktörleri Rusya, ABD, Çin ve EU’dur. Çıkarlar değişime uğradı, ama sahne aynı kaldı” (“Great Game”: Phase 3; Marie-Carin ve Markus Brach von Gumppenberg).

Bu yazarlara göre “yeni oyun”un ilk aşamasında, 1991’den sonra Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Türkmenistan ve Tacikistan kurulur ve bu devletler, Bağımsız Devletler Topluluğu üzerinden Rusya ile, “Şanghay Beşli Grubu” üzerinden Çin ve NATO’nun Barış İçin Ortaklığı üzerinden de Batı ile ilişkilerini sürdürürler. İkinci aşamada, 11 Eylülden sonra ABD, bu ülkelerdeki nüfuzunu güçlendirir; Kazakistan ve Tacikistan ile “antiterör mücadelesi”nde işbirliği yapılır ve ABD, Kırgızistan ve Özbekistan’da üsler kurar. Ama Irak savaşından sonra ABD, bu bölgedeki nüfuzunu kaybetmeye başlar ve bölge ülkeleri yüzlerini yeniden Rusya’ya ve Çin’e çevirirler.

„Büyük Oyun“: Aşama 3“ün yazarları, Amerikan emperyalizminin Orta Asya devletlerinde „Amerikanizmi“ yerleştirmeye çalışmasından ve stratejik çıkarlarını açıkça ifade etmesinden dolayı bölge devletlerinin mesafeli hareket etmeye başlamalarından ve Rusya ve Çin’in de bunu kullanarak bu ülkeleri nüfuz alanlarına çekmeye çalışmalarından yakınırlar.

Çin, bu ülkeler ile “Şanghay Beşli Grubu” (2001 yazından sonra „Şanghay İşbirliği Örgütü“) çerçevesinde yoğunlaştırılmış siyasi-askeri ortaklık„ geliştirilmektedir.

“Rusya, Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan arasında yoğunlaştırılmış askeri işbirliği“ söz konusudur.
„Orta Asya’da petrol ve doğalgaz sektöründe Rusya ve Çin’in etkisi artmaktadır”.

Rusya, „yakın komşu“ doktriniyle Bağımsız Devletler Topluluğu üzerinde hegemonyasını meşru görüyor. Çin, „Şanghay İşbirliği Örgütü“ üzerinden Orta Asya’ üzerinde hegemonya kurmaya çalışırken, AB ve ABD, bölge ülkelerini BM, NATO, Avrupa’da Güvenlik ve İşbirliği Örgütü, sayısız vakıfları ve özel olarak görevlendirilmiş sayısız Hükümet Dışı Örgütleriyle, askeri üsleriyle bölge üzerinde hegemonya mücadelesi sürdürmektedir.

Emperyalistler arası çelişkiler Orta Asya’yı karıştırıyor.
Bu nedenle Amerikan emperyalizmi, Orta Asya’da „post modern devrim“ gerçekleştiriyor.

21 Mart 2005 Pazartesi

AVRUPA SOSYAL FORUMU VE SAVAŞ KARŞITLIĞI

Irak’ta direnenler bütün insanlığa şu çağrıyı yapıyorlardı:
“Savaşa ve yaptırımlara karşı dünya çapında bir cephe oluşturmanızı rica ediyoruz. Bilgili ve tecrübeli olanlar tarafından yönlendirilen bir cephe. Reform ve düzen getiren bir cephe. Mevcut yozlaşmış kurumların yerini alacak yeni kurumlar” (Aralık 2004)

Avrupa Sosyal Forumu (ASF) önderliği, Savaş Karşıtı Hareketi bölmeyi ve Irak’a saldırının ikinci yıl dönümünde antiemperyalist mücadelenin görkemli gösterilere dönüşmesini engelledi. ASF, 19 Martta Brüksel’de “Sosyal Bir Avrupa” için merkezi bir gösteri düzenledi. Katılımcıların sayısının 50 bin ila 200 bin arasında olduğu söyleniyor. Her halükarda bu sayı, 200 bin de olsa, Avrupa çapında yapılan bir çağrı için başlı başına bir başarısızlıktır. Attac ve benzeri örgütlenmeler, kendilerini “sosyal hareket” olarak tanımlayanlar Brüksel çağrılarında söz birliği etmişçesine ASF’nun Londra’da aldığı karara atıfta bulunuyorlar. Yani 19 Martta Brüksel’de merkezi gösteri düzenleme kararı alındığı için Brüksel’deyiz demeye getiriliyor. Alınan karara yapılan bu atıf, savaş karşıtlığıyla pek ilişkimiz yok demenin utangaç bir kabulüdür.

ASF’nun pasifist ve reformist önderliği, antiemperyalist mücadeleyi defterinden sildiğini, emperyalist savaş tehdidine, emperyalist işgale karşı mücadeleyi Avrupa merkezi dışında gördüğünü 25-27 Şubatta Atina’da yapılan ASF toplantısında da ifade etmişti: “En güçlü eylemler İstanbul, Atina, Roma ve Londra’da bekleniyor”. Gerçekten de, ne derece güçlü olduğundan bağımsız olarak, Avrupa’da savaş karşıtı gösteriler bu merkezlerde gerçekleştirildi.

Londra’da ASF çerçevesinde “sosyal hareketler”in 19 Martta Brüksel’de “neoliberal Avrupa”ya karşı gösteri kararının yanına “savaşa karşı” olmayı da eklemeleri meselenin özünde hiçbir şey değiştirmiyor. Çünkü bu hareketlerin hiç birisi üyelerine ve etkiledikleri çevrelere, “Brüksel”e gelemiyorsanız, şu veya bu şehirlerde düzenlenen Irak savaşını protesto eylemlerine katılın çağrısı yapmamıştır.

Buna rağmen dünyanın çeşitli ülkelerinde düzenlenen savaş karşıtı eylemlere yüz binlerce insan katılmıştır. Londra’da 150 bin, Roma’da 100 bin insan savaşın ikinci yılında işgali protesto etmek için sokağı seçmiştir. ABD’nin bütün federal devletlerinde savaş karşıtı gösteriler düzenlenmiştir. Bunun ötesinde İstanbul, Stockholm, Barselona, Montreal gibi merkezlerde de binlerce insan savaşı protesto etti.

İki senelik süreç; savaş tehdidine karşı dünya çapında milyonlarca insanın katıldığı 15 Şubat 2003’ten bugüne kadaki dönemi savaş karşıtlığı, antiemperyalist mücadele ve Irak’ın işgaline karşı mücadele açısından ele alırsak, emperyalist savaş, antiemperyalist mücadele ve Irak’ta işgale karşı tavır konusunda Avrupa merkezli bir vurdumduymazlığın, evet belli bir antipatinin örgütlü olarak geliştirildiğini görürüz. Bunu örgütleyen ASF önderliğidir. “Sosyal devlet”e geri dönüş için mücadeleyi bayraklarına yazan ve bunu da “başka bir dünya olasıdır” ile sloganlaştıran bu reformist ve pasifist unsurların “her türlü zor kullanımına” karşıyız söylemini fiili zor kullanma dönemiyle sınırlandırmaları şaşırtıcı değildir. Bu unsurlar açısından önemli olan, ne işgaldir ve ne de işgale karşı mücadeledir. Onlar için önemli olan, işgalin de “sosyal devlet” çerçevesinde gerçekleştirilmesidir.

Avrupa merkezli savaş karşıtlığını öldürmek için attıkları adımlara baktığımızda şunu görüyoruz:
Önce işgali kabullendiler ve yapabileceğimizi yaptık demeye getirdiler.


Sonra bu pasifist ve reformistler; bu direnişe sırt çeviren ASF önderliği, Irak halkı, silahlı direnişi desteklemiyor; Irak’ta silahlı direniş „Saddamcılar, İslamcı fanatikler“ ve „yabancı teröristler“ tarafından yürütülüyor demeye başladılar. Bu nedenle savaş karşıtı hareketin bir kısmı, emperyalist işgale karşı sürdürülen silahlı direnişi ilerici bir mücadele, antiemperyalist bir mücadele olarak tanımıyor.

Bu reformistlerin ruhu, E. Bernstein’ın ruhudur. Revizyonizmin ve reformizmin babası Bernstein, daha yüz yıl önce şöyle diyordu:“İlerleyen kapitalist medeniyete karşı vahşilere ve barbarlara mücadelelerinde yardımcı olmak romantizmdir“. „Güçlü ırkların yaygınlaşması“, ileriye doğru gelişmenin bir sorunudur. „Kültür düşmanı“ ve „kültür yeteneği olmayan“ halkların „kültüre karşı ayaklandığı“ yerde işçi hareketi onlara karşı mücadele etmek zorundadır.
Bernstein’ın torunları Irak halkının emperyalist işgale karşı direnişini “Saddamcılık”, “fanatik İslamcılık”, “teröristlik” olarak, yani “barbarlık” ve” kültür düşmanlığı” olarak görüyorlar. Ve bundan dolayı da Avrupa’daki “sosyal hareketleri” yönlendirerek Irak direnişinden uzak tutmaya çalışıyorlar.

Ve nihayet, “neye karşı mücadeleye öncelik verelim” tartışmasıyla neoliberal saldırılar ve emperyalist tehdit, savaş ve işgal arasındaki diyalektik bağı yapay olarak kopardılar.

Neolberal saldırıları, kapitalist sistemin “aşırılıkları”na indirgeyen ve bunun sorumlusu olarak da belli örgütleri (IMF, DB, DTÖ) gören bu unsurlar, enternasyonal kitle hareketinin Avrupa kanadını sistem içinde tutmaya çalışıyor. Haklılar. Çünkü son bir-iki yıla baktığımızda İtalya, Fransa, İngiltere, İspanya gibi ülkelerde yüz binlerin sokakta olduğunu görürüz. Öyle ki kitlesel eylemlerin, diğer ülkelerle karşılaştırıldığında görece gecikmeli geliştiği Almanya’da bile son iki yılda yüz binler sokaktaydı. Şu veya bu ülkede bu hareketi aşan kendiliğindenci mücadeleler, yığınları zapt etmenin kolay olmayacağını göstermektedir. Böyle bir durumda yığınları işgale karşı mücadeleye çağırmak, onları emperyalizme karşı örgütlemenin bir biçimi ve adımı olacaktır. Böylesi kitle gösterilerinde yığınlar, I. ASF döneminde görüldüğü gibi, radikalleşebilirler. Bu engellenmelidir. ASF’nin ve onun esas taşıyıcısı olan Fransa ve Almanya’da Attac’ın asli görevi budur. Ne de olsa her iki ülkedeki Attac üyeleri arasında hükümet ve muhalefet partilerinden tanınmış milletvekilleri, senatörler, başkaca politikacılar var. Bunun ötesinde Fransa Attac’ın önderlerinden Ignacio Ramonet’un, yığınları sokağa çıkartmama, onları avutma çağrısı bilinen bir çağrıdır.
Yapılması gereken, sistemden umudunu kesmiş olan emekçi yığınları yeniden sisteme bağlamak için umut dağıtmaktır. ASF tam da bunu yapıyor.
”Başka bir dünya mümkündür”den neyi anladıklarını en son olarak Brüksel’de bir kez daha gösterdiler.

Brüksel yürüyüşü çağrısını oldukça geniş bir ittifak yaptı; sendikalar, barış inisiyatifleri, Attac gibi örgütler çağrıyı yapanlar arasında.
Bu örgütlerin bir kısmı kendilerini sosyal demokrat olarak tanımlıyorlar, diğerleri de bin bir türlü iple soyla demokrasiye bağlı. Örneğin IG Metall ve Ver.di gibi sendikalar Alman hükümetiyle işbirliği içindeler. Bunlarda, işgale bir şekilde katılan hükümetlerini protesto etmelerini beklemek bir hayaldir. Yapılan çağrı da bunu gösteriyor.

Brüksel yürüyüşü için yaptıkları çağrı, işgal bir gerçekliktir, ikinci yıl dönümünde onu protesto etmeyelim. Irak’ta direniş bir gerçekliktir. Bu direnişten uzak duralım. Ama “sosyal bir Avrupa” için mücadele edelim mesajını veriyor (“Barışçıl, sosyal, ekolojik ve demokratik Avrupa için yürüyoruz”). Demek ki “başka bir dünya mümkündür”den “sosyal bir Avrupa” mümkündürü anlıyorlar. Yani hayal!
Yığınları hayal peşinde koşmak için seferber ediyorlar. Çünkü emperyalist bir ittifak, kapitalist bir entegrasyon olan AB, sosyal olamaz, “sosyal Avrupa”yı gerçekleştiremez. AB’nin böyle bir niyeti olsa neoliberal saldırıları uygulamaz.

Avrupa’da ASF’nin ve “sosyal hareketler”in boyunu aşan yeni bir hareket gelişiyor: Avrupa işçi hareketi. Yok olduğu sanılan, düzene entegre olduğu sanılan dev uyanıyor. Özellikle İtalya, Fransa ve Almanya gibi emperyalist ülkelerde, AB’nin bu önde gelen ülkelerinde, diğer sosyal tabakaların yanı sıra yüz binlerce işçinin neoliberal saldırılara karşı hak arayışı, grevi etkili bir direniş biçimi olarak seçmesi ve dönem dönem de mevcut sendikal örgütlenme çerçevesini aşarak direnmesi oldukça anlamlıdır. Anlamlı olan diğer bir nokta da, sermayenin ve üretimin uluslararası örgütlenmesinin işçi hareketinin enternasyonal hareket etmesine maddi zemin oluşmasıdır. Örneğin Almanya’da Opel grevi, diğer ülkelerdeki üretimi de ilgilendirdiği için daha baştan enternasyonal bir karakter taşıyordu.
Bu hareketi geliştirmek, sisteme karşı yöneltmek, bu hareketin bayrağına “başka bir dünya mümkündür”den sosyalist bir dünya mümkündürün anlaşılması gerektiğini yazdırmak Avrupa ülkelerindeki komünist partilerinin görevidir. Aksi taktirde gelişen bu işçi hareketi de, reformistler tarafından boğulacak ve sistem içinde eritilecektir.

20 Mart 2005 Pazar

“IV. DÜNYA SAVAŞI“ İÇİN…

Geçen yüzyılın ‚50’li ve ‚70’li yıllarında Sovyetler Birliği’ne karşı faaliyet yürüten „Mevcut Tehlikeye Karşı Komite“ (“Committee on the Present Danger”, CPD), yeniden kuruldu, daha doğrusu yeniden canlandırıldı. Komitenin bugünkü asli görevi, rejim değişikliği propagandası yapmak ve bu faaliyeti için de müttefikler bulmak ve örgütlemektir. Müttefiklerin öncelikle Avrupa’da aranması tesadüfî değildir.

Komitede yer alanların ve katılımcıların adları, başlı başına bir program. Önde gelen bütün savaş kışkırtıcıları; belizistler bu komitede yer alıyorlar veya komite katılımcıları durumundalar. Komitenin başkanı eski CIA-Şefi James Woolsev’dir. (Komite başkanı, 11 Eylül’den sonra „IV. Dünya Savaşı“ kavramını „bulan“lardan birisidir). Cumhuriyetçi partiden J. Kyl de başkan yardımcısı. Demokrat partiden senatör J. Lieberman ise Woolesv’in koruyucu meleği.

Lieberman, Amerikan emperyalizminin Ortadoğu’ya yönelik savaş politikasını destekleyenlerin başında gelir. Baba Bush’a verdiği desteği oğul Bush’a da veriyor. Senatör Lieberman, Cumhuriyetçilerin Demokratik Parti içindeki en önemli müttefikidir.
Militarizm alanında söz sahibi olan E. Cohen ve „Commentary“ dergisinin yayımlayıcısı N. Podhoretz de komitenin üyeleri arasındadır.

‚50’li yıllarda kurulan Komite kendini „vatandaş lobisi“ olarak tanımlıyordu. Görünüşte amaç, o zaman sosyalist olan Sovyetler Birliği’ne ve sosyalist dünya sistemine karşı bir „karşı savunma“ geliştirmekti. Sosyalizm, Amerikan emperyalizmi için bir tehlike oluşturduğu için „vatandaş lobisi“ buna karşı mücadele çağrısı yapıyordu. Esas amaç ise savaş kışkırtıcılığı yaparak silahlanmayı yeniden hızlandırmaktı. Gerçekten de bu komite, II. Dünya Savaşı sonrasında savaş harcamaları bütçesinin üçe katlanması hedefine ulaştı. Komite, açıktan silahlanma sanayi için propaganda yapmıştı.

Dış politika alanında komite, Başkan H. Truman’ın önde gelen destekçilerindendi. Başkanın, SB’ne karşı „önünü almak“ ve „geri püskürtmek“ politikalarının propagandasını yapıyordu. Somut olarak yapılan şuydu: Şu veya bu ülkede, şu veya bu biçimde Amerika’ya muhalefet edenlerin ezilmesi, „sağcı“, faşist diktatörlüklerin kurulması ve desteklenmesi, 1953’te İran’da ve 1954’te Guatemala’da olduğu gibi, Amerikan emperyalizminin çıkarlarına tam boyun eğmeyen politikacıların, iktidarların devrilmesi ve rejim değişimi için sosyalist ülkelerde „halk hareketleri“nin örgütlenmesi ve yönlendirilmesi.

‚60’lı yıllarda işlevsizleştirilen Komite, ‚70’li yılların ortasında yeniden canlandırıldı. O zamanki ABD Başkanı G. Ford’un direktifi üzerine baba Bush’un yönetimindeki „Tim B“, Komitenin yeniden canlandırılmasında belirleyici bir rol oynadı. Amaç, Sovyet potansiyelini ve niyetlerini araştırmaktı. Paul Wolfowitz, „Tim B“ adını taşıyan bu çalışma grubunun üyesiydi.
Komite, Demokratik Partinin „Demokratik Bir Çoğunluk için Koalisyon“ kanadı tarafından personel olarak da destekleniyordu. Bu kanat, Sovyetler Birliği’ne karşı güdülen politikayı yetersiz buluyordu. Bu kanadın önderliğini senatör H. M. Jackson yapıyordu. R. Perle de Jackson’ın yardımcılarındandı.

1979’da R. Reagan Komite üyesi olur. 1980’de ABD Başkanı olunca birçok Komite üyesi hükümette görev alır. Bunlardan birisi zamanın Dışişleri Bakanı P. Shulty’tu. Shultz, şimdiki Komitede de anahtar bir rol oynuyor.

Yeniden canlandırılan Komitenin de amacı aynıydı. Amerika’nın atom silahıyla vurulabilir olduğu üzerine teoriler üretti. Yani, o zaman SB ile sürdürülen silahsızlanma görüşmelerine karşı tavır aldı ve silahlanma sanayi tarafından desteklendi. Komite, silahlanma yarışının yeniden başlatılmasını talep ediyor ve böylece rakibin dize getirileceğine inanıyordu.
Nitekim Komite, Revizyonist Bloğun çökmesini ve SB’nin dağılmasını kendi politikasının bir sonucu olarak görmektedir.

Komite, geçen yılın yazında FDD’nin davetine katılanlar tarafından üçüncü kez yeniden canlandırılır. (FDD -Foundation for the Defense of Democracies-, Revizyonist Blok döneminde SB’nin nüfuz alanlarında karşı devrim örgütlemekle görevli bir Amerikan kuruluşudur. Ama FDD, faaliyet alanını sadece bu alanlarla sınırlandırmamıştır. Bu kuruluş aynı zamanda Müslüman ülkelerden 30’dan fazla mülteci örgütün faaliyetini de koordine etmektedir).

Kuruluşundan bu yanaki politikaları savunan Komite, bu sefer „İslam terörizmi“ne karşı mücadeleyi ön plana çıkartır. „Bugün radikal İslamcılar, Amerikan halkının ve özgürlüğü seven başka milyonlarca insanın güvenliğini tehdit etmekteler. Tehdit küreseldir. Hücreler halinde çok sayıda ülkede faaliyet sürdürüyorlar. Şer rejimleri, terör gruplarıyla ortak hareket ederek hâkimiyet peşinde koşuyorlar. Açıktır ki, bu öldürücü işbirliği, kitle imha silahlarını da içerebilir. Örgütlü terörizme karşı özgürlüğümüzün güvenlik altına alınması, soğuk savaş gibi, uzun süren bir mücadeledir“.

Bu Komite, ABD’nin şimdiye kadar böyle tehlikeli bir karşıtla karşı karşıya kalmadığını iddia ediyor ve „terörizm“in yeşerdiği yer olarak da Afrika’da Sudan, Mauritanya, Nijerya, Kenya, Tanzanya, Somali ve Mısır; Asya’da Filipinler, Pakistan, Malezya, Endonezya, Ortadoğu’da Lübnan, Suriye gibi ülkeleri göstermekte. Komiteye göre, artık Güney Amerika bile güvenlikli değil. Komite, Güney Amerika’da „uzun dönemden beri var olan antiamerikancılığın islamist cihatla birleşerek yeni bir ifade biçimi“ alacağı tehlikesinden bahsetmektedir.
Komite, belli bir düşman fotoğrafı çıkarmakta ve Amerika’yı tehdit eden tehlikeyi tanımlamaktadır. Bu düşman her tarafta olduğu için, ABD’nin de dünya çapında bir müdahale stratejisi izlemesi gerektiği vurgulanmakta.

Komite, her türlü aracı kullanarak „barış ve demokrasi“yi dünya çapında yaygınlaştırmayı amaç edindiğini açıklıyor. Bunun anlamı veya her türlü araçtan kastedilen oldukça açık: Komite, 40-50 ülkede „iktidar değişimi“ talep ediyor. Amerikan neo-muhafazakârlarına göre bu ülkeler „son diktatörlükleri“ oluşturtuyorlar. Bu ülkeler arasında Rusya da var.

Eylül 2004’te kurulan yeni bölümüyle (CPD-International) Komite, ABD sınırları dışında, özellikle de Avrupa’da etkili olmaya çalışmaktadır. Bu alanda İspanya eski Başbakanı J. M. Aznar, Çek eski Cumhurbaşkanı V. Havel, Amerika eski Dışişleri Bakanı G. Shultz görevlendirilmiş.

Havel’in imzasını taşıyan „açık mektup“ta Rusya’ya karşı daha sert bir tavrın alınması talep edilmekte, Rusya’nın komşularına karşı tavrının düşündürücü olduğundan, uluslararası yükümlülüklerini yerine getirmediğinden vs. bahsedilmekte.
Açık ki komite, Avrupa koluyla da özellikle AB ülkelerini Amerikan emperyalizminin politikaları doğrultusunda hareket etmeye yöneltmeye çalışmaktadır.

Şimdilerde ise İran’da „rejim değişimini“ sağlamak için öneriler paketi hazırlamakla meşgul. Bu pakette kapatılan elçiliğin yeniden açılmasından, rejim karşıtı örgütlerin, tanınmış kişilerin desteklenmesine kadar bir dizi öneri yer almakta ve en son çare olarak da silahlı müdahale görülmektedir.
Anlaşılan o ki, Komite, BOP’un yaşama geçirilmesi için mücadele ediyor.
Aslında komite doğrudan bir iş yapmamakta, bütün işlerini yan kuruluşları, kendine bağlı kuruluşlar üzerinden gerçekleştirmekte.

6 Mart 2005 Pazar

SIRA “SEDİR DEVRİMİ”İNDE Mİ?


 
Lübnan’da iç savaş 1975’ten 1990’a kadar 15 yıl boyunca devam etti. Bu savaş boyunca cepheler ve ittifaklar sıkı sık değişti. Savaşın nedeni olarak sürekli, ülkenin karmaşık demografik ve sosyal durumu gösterildi. Osmanlı İmparatorluğunun I. Dünya Savaşı sonunda dağılmasından sonra Lübnan ve Suriye gibi sömürgeleri Fransız hakimiyetine geçti. Lübnan, Alman faşizminin onayıyla 1941’de bağımsız devlet olarak ilan edildi. (Fransa, Almanya tarafından işgal edilmişti ve Vichy’deki işbirlikçi hükümet, Alman faşizmiyle işbirliği yapıyordu. Alman faşizminin onayı olmaksızın Fransa’nın Lübnan’ın bağımsızlık açıklamasını onaylaması olası değildi).

1943’te yürürlüğe giren Lübnan Anayasası, ülkedeki iktidar ilişkilerini o zamanki demografik yapıya göre düzenliyordu. Bu düzenleme devlet başkanının Hristiyan, başbakanın Sünni Müslüman ve meclis başkanın da Şii olmasını öngörüyordu. Bütün halk grupları ve ana gruplara bağlı alt gruplar için de parlamentoda kontenjanlar belirlenmişti. Ama çoğunluk 6/5 oranında Hristiyanlara verilmişti.

Demografik yapı değişkendir. 1943’te Hristiyanlar Lübnan nüfusunun yüzde 51 ila yüzde 52’sini oluşturuyorlardı. Hakim sınıfların en zenginleri; sülaleler ve aileler Hristiyan'dı. Müslümanlar ise daha ziyade emekçilerden oluşmaktaydı. Ama Müslümanlar arasında da büyük burjuva olanlar vardı. Burjuvazi arasındaki rekabet ve çelişkiler, ülkenin demografik yapısına indirgendi ve sanki sorun Hristiyanlık-Müslümanlık sorunuymuş gibi gösterildi. Müslümanlar, nüfusun çoğunluğunu oluşturunca 1943 Anayasasında belirlenen iktidar ilişkilerinin kendi lehlerine değiştirilmesini talep etmeye başladılar.

Daha 1958’de yükselen Müslüman muhalefetine karşı koymak için o zamanın devlet başkanı Amerika’dan askeri yardım talep etti ve bu talep üzerine Amerikan ordusu ülkede„istikrarı“ sağlamak adına Lübnan’a çıktı.

1971’de Ürdün’ü terk etmek zorunda kalan Filistinlilerin çoğunluğu Lübnan’a yerleşti. Bu da demografik yapıyı Müslümanların lehine değiştiren bir faktör oldu. Bunun ötesinde FKÖ de, ülkenin en güçlü silahlı gücü durumuna geldi.
Lübnan’da iç savaş 13 Nisan 1975’te bir kilisenin yakılmasıyla başladı ve 1990’a kadar da devam etti.
Bu 15 sene içinde Hristiyanlar ve Müslümanlar, karşılıklı olarak birbirlerine boğazlatıldılar, karşılıklı olarak birbirlerini katlettiler.

İç savaşı durdurmak ve arabuluculuk yapmak bahanesiyle Suriye Mayıs 1976’da Lübnan’ı işgal etti ve ülkedeki güçler dengesini bir kaç ay içinde Hristiyanların lehine değiştirdi.
Diğer Arap ülkeleri Suriye’nin Hristiyanları desteklemesini eleştirmelerine rağmen 16 Ekim 1976’da Riad’da düzenledikleri bir konferansta Lübnan’ı işgal etmesini ve sınırsız olarak işgali devam ettirmesini onadılar.

Amerikan emperyalizminin ve İsrail’in sessiz onayı, Lübnan’ı işgalde Suriye’yi cesaretlendirmişti. Bu işgalle Hıristiyan kökenli büyük burjuvazinin siyasal ve ekonomik durumu güçlendirildi, ama aynı zaman da iç savaşın devamına neden olan adımlar da atılmış oldu.
Mart 1978’de Hayfa yakınlarında gerçekleştirilen bir Filistin komando eylemini bahane eden İsrail, Lübnan’ın güneyini işgal eder ve kendi adamı olan Saad Haddad’ın silahlı güçlerini „Güney Lübnan Ordusu“ olarak tanır ve silahlandırır.
Uluslararası baskı sonucunda hem İsrail ve hem de FKO Lübnan’dan çekilirler.
Sonrasında Lübnan’da iç savaş yeniden alevlenir ve güçler dengesi ve ittifak bileşenleri sürekli değişir. Hakim sınıflar arasındaki çelişkiden dolayı Lübnan’da ‚80’li yılların sonunda iki hükümet kurulur; birisi batı Beyrut’ta, diğeri de doğu Beyrut’ta; birisi Hristiyanların hükümeti, diğeri de Müslümanların hükümeti.
Lübnan sorununa emperyalist ülkelerin ve zaten sorunun içinde olan Suriye ve İsrail’in dışında İran ve Irak da taraf olurlar.

22 Eylül 1989’da Arap Ligi’nin arabuluculuğu sonucunda iç savaş durdurulur. Parlamento üyeleri ve savaşan taraflar 1 Ekim 1989’da Tayfa’da (S. Arabistan) 1943 Anayasasının yerine geçen ve ülkedeki değişen dengeleri hesaba katan anlaşmaya varırlar. Artık parlamentonun yarısı Hristiyanlardan ve yarısı da Müslümanlardan oluşacak ve devlet başkanının yetkileri sınırlandırılacaktı.
Tayfa anlaşması, iç savaşı kısmen durdurur. Ama son gelişmeler bu savaşın başka biçimlerde devam ettiğini göstermektedir.

Lübnan’da siyasi olarak kimin elinin kimin cebinde olduğu pek belli olmuyor. Son 20 sene içinde bir şekilde Suriye ile ortak hareket etmemiş olan önemli bir grup yoktur. Valid Çumblat bunun tipik örneğidir. ‚70’li ve ‚80’li yıllarda iç savaşın bir tarafı olan bu Dürzi önder, hemen her tarafla bir şekilde ve belli bir zaman ortak hareket etmiştir ve hemen herkese karşı da mücadele etmiştir. 1983’te Amerikan düşmanıydı ve şimdilerde de Amerika tarafından destekleniyor.

Amerikan emperyalizminin Suriye’ye yönelik tehditleri sonuç vermeye başladı. Anlaşılan o ki, yeni bir „devrim“ peşindeler. Eski başbakanının öldürülmesi ülkede Suriye’ye karşı gösterilerin başlaması için start verilmiş. Bu filmi daha önce „kadife devrim“in gerçekleştirildiği Gürcistan’da ve sonra da „portakal rengi devrim“in veya “turuncu devrim”in gerçekleştirildiği Ukrayna’da görmüştük. Amerikan emperyalizmi adamını da bulmuşa benziyor. Fransa’da sürgünde yaşayan eski general Aoun. Anlaşılan o ki bu general, „devrim“ sonrası Lübnan’da Amerika’nın adamı olacak. Tabii o zamana kadar bir suikasta kurban olmazsa!

Irak ve Lübnan Amerikan emperyalizminin BOP’unu nasıl gerçekleştireceğini de göstermektedir. Irak’ta olduğu gibi gerekirse savaş ve işgalle ve Lübnan’daki gelişmelerin de gösterdiği gibi “devrim”lerle. Bu bağlamda S. Arabistan’daki halkın seçime katılması ve dolayısıyla demokrasi komedisi ve Mısır’da devlet başkanının çok adaylı olması gerektiğini açıklaması hiç de tesadüfen aynı dönemlerde yapılmış seçim ve açıklamaya bezemiyor. Hele baskılar karşısında Suriye’nin askerlerini geri çekmeye hazır olduğunu açıklaması Suriye rejimi tarafından nasıl yenilir-yutulur, bilinmiyor.

Amerikan emperyalizmi, Gürcistan ve Ukrayna’da olduğu gibi Lübnan’da da muhalefeti maddi olarak destekliyor, örgütlüyor ve ne zaman hangi adımın atılması gerektiği konusunda talimatlarına tam uyulmasını talep ediyor.

Bugün için esas olan, Suriye muhaliflerinin hemen hepsinin kitlesel olarak sokağa dökülmesini sağlamak. Slogan hazır: Suriye askerlerini geri çekmeli, bağımsız Lübnan vs.
Bu süreç içinde hangi palyaçonun Amerikan çıkarlarını en iyi bir şekilde temsil edeceği de açığa çıkacaktır. Aoun şimdilik favori. Yarın ne olur belli olmaz. Yeni uşak, seçim sonrası belli olmuş olacak.

Yeni bir „devrim“le karşı karşıyayız. Bu „devrim“in adı çeşitli. Kimine göre „sedir devrimi“, kimine göre „dağ selvisi devrimi“, kimine göre „katran ağacı devrimi“, kimine göre de „Lübnan çam ağacı devrimi“!

Lübnan’daki gelişmelerle ilgili olarak Amerikan emperyalizmi „İnsan hakları ve demokrasi açısından devasa ilerleme döneminde bulunuyoruz“ açıklamasını yapıyor. Bu açıklama yapılırken Ukrayna’daki „turuncu devrim“e veya „portakal rengi devrimi“ne ve Lübnan’a özgü olan sedir ağacına atıfta bulunularak, gerçekleşecek darbe „sedir devrimi“ olarak tanımlanıyor. Yani bütün hazırlılar yapılmış ve darbenin adım adım gerçekleştirilmesi için start çoktan verilmiş.

W. Çumblat, „yeniden kazanılan bağımsızlığın yeni tarihi bir adımı“ndan bahsediyor ve „hizbulla da dahil“ bütün tarafların katıldığı bir geçiş dönemi hükümetinin kurulmasını talep ediyor. Bu açıklamasından bir kaç gün önce Çumblat, Amerikan Dışişleri bakanlığı sorumlularından David Satterfiel ile görüşmüştü.

Amerikan emperyalizmi „terörizme karşı savaş“ına paralel olarak BOP çerçevesinde Arap ülkelerinde „daha çok demokrasi“ kampanyası da yürütüyor. Ortadoğu’yu tamamen kendi çıkarı doğrultusunda yeniden yapılandırmak isteyen Amerikan emperyalizmi, bir çok Ortadoğu ülkesinde iktidar değişimi talep etmektedir. Bu ülkelerin başında Suriye, Lübnan, İran, S. Arabistan ve Mısır gelmektedir. Bu amaçla hazırlanmış olan „A Clean Break“teki tezlerde savaş naraları da atılmaktadır.

Amerikan jeopolitikacısı Zbigniew Brzezinski de dersini almışa benziyor. Bu bay, 2004’te, İran’ın savaş yoluyla tahrip edilmesini savunanlara karşın bu ülke ile „on yıllardan beri gergin olan ilişkilerin bir ölçüde de olsa normalleştirilmesi“ gerektiğini savunmuştur. Bu jeopolitikacının görüşleri C. Rice tarafından uygulanmaktadır. Bilindiği gibi bu bayan Polonya ve Ukrayna’nın yeniden yapılanmasında önemli bir rol oynamıştı. 1989/1990’da revizyonist blokun yıkılması örnek alınmıştı. Şimdi aynı taktik „daha fazla demokrasi“ talebiyle Ortadoğu’da uygulanmaya kondu. Amaç Amerikan emperyalizminin Ortadoğu’daki çıkarlarının –enerji; petrol, doğal gaz- korunması ve jeostratejik önemi olan bu Arap ülkelerinde Amerikan hegemonyasının pekiştirilmesi ve onun mevcut ve potansiyel rakiplerinin bu bölgede tutunmalarının engellenmesidir. Bu anlamda Lübnan „barışçıl devrim“in gerçekleştirilmek üzere olduğu ülkedir.

Eski Başbakan Hariri’nin öldürülmesinde ABD, Suriye’yi sorumlu göstermiştir. Aslında hiçbir zaman Suriye’ye karşı olmayan Hariri, gerçek anlamda ve siyasi olarak da bir Ortadoğu tüccarıydı ve bu anlamda Suriye ile işbirliği içindeydi. Mayıs 2005 seçimlerinde de en güçlü adaydı. Ama Hariri, Lübnan’daki statüko’yu değiştirecek güçte değildi. Mevcut yapının değişmesini ise muhalefet ve Amerikan emperyalizmi, dolayısıyla da İsrail istiyordu.
Bu nedenle Çumblat’ın, Fransa’da sürgünde olan eski generali, Hristiyanların önderi olarak ülkeye dönmesi için zorlaması boşuna değildi. Bu generalin geri dönmesini Vatikan da istiyordu. Bu zorlamalar karşısında Auon, „insanları davamızın doğruluğu konusunda ikna etmek için 15 sene kaybettik“ diye geri dönme ve seçimlerde aday olma sinyalini verdi.
Sıkı ilişki içinde olduğu Amerikan emperyalizminin isteği de buydu. Amerikan emperyalizmi, İsrail’de Likud partisi çevreleri ve bazı Lübnanlı işadamları Auon önderliğinde ABD’ye bağımlı bir hükümet talep ediyorlardı. Bunun önündeki tek engel de gelecek seçimlerin güçlü adayı Hariri idi.
Bush, Lübnan için aradığı kovboyları bulmuştu ve engel ortadan kaldırıldı. Chirac da „bağımsız ve demokratik“ bir Lübnan için Brüksel’de ikna edilmişti.

Sıra Suriye’nin cenderede sıkıştırılmasına, siyasi olarak nefes almasına izin verilmemesine gelmişti. Öyle de oldu ve oğul Esat, askerlerimizi çekeriz açıklamasına yapmak zorunda kaldı.




1 Mart 2005 Salı

SAVAŞIN İKİNCİ YILINDA ULUSLARARASI DAYANIŞMA


SAVAŞIN İKİNCİ YILINDA ULUSLARARASI DAYANIŞMA

Irak'da direnenler, bütün insanlığa şu çağrıyı yapıyorlardı:
Savaşa ve yaptırımlara karşı dünya çapında bir cephe oluşturmanızı rica ediyoruz. Bilgili ve tecrübeli olanlar tarafından yönlendirilen bir cephe. Reform ve düzen getiren bir cephe. Mevcut yozlaşmış kurumların yerini alacak yeni kurumlar” (14 Aralık 2004 tarihli açıklamadan).