deneme

25 Ekim 2000 Çarşamba

SON ZİRVEDEN SONRA FİLİSTİN


 
Şarm el Şeyh zirvesinden çıkan sonuç, durumu idare etmenin ifadesinden öte bir anlam taşımıyordu. Bir dizi laf salatası; Clinton, “toplantı kolay değildi, çünkü son günler oldukça çetindi” felsefi tespitini yapıyordu. Mubarak’a göre “iyi niyetle barışa ulaşılabilinir”. Fatah’ın Batı Şeria şefi Barghouti’ye göre de “Amerikalılar, İsrail’i kurtarmak için Şarm el Şeyh’e gelmişlerdi. Filistin devleti kurulana kadar intifada devam edecek” anlayışında.

Durumu idare etmenin ikinci zirvesi, Arap ülkeleri toplantısıydı. Niyetler bilindiği için, toplantının sonucunun nasıl olacağı daha baştan biliniyordu. Dağ fare doğurdu; İsrail’i kınama, çatışmaların nedenini araştırmak ve sorumlularını tespit etmek için uluslar arası bir komisyonun kurulması kararı alındı. Diğer taraftan, isteyen Arap ülkesi İsrail ile ilişkilerini kesebilir önerisinde de bulunuldu. Bu kararları yumuşak bulan Libya, toplantıdan ayrıldı. Onun protestosuna Irak da katıldı.

Arap ülkeleri zirvesi de”hareket her şey sonuç hiçbir şey” ile tarihe karıştı.
Sonucun böyle olması Amerikan emperyalizminin ve İsrail’in işine yaradı. Libya ve Irak hariç hiçbir Arap ülkesi, iplerin daha da gerilmesinden yana değil. Ürdün, Mısır, S. Arabistan ve diğerleri, İsrail ile çatışmaya, savaşmaya hazır olmadıkları gibi, Filistin yönetiminin bizi destekleyin çağrılarını da ancak kınamayla cevapladılar. Hepsi bu kadar. Filistin yönetimi zirveden eli boş döndü. Bu da İsrail’i cesaretlendirdi.

Gelişmelerin bugün geldiği düzey, her iki tarafın da bir araya gelecek güçte olmadığını gösteriyor. Filistin halkı mücadele ediyor, İsrail ordusu saldırıyor, öldürüyor ve yaralıyor. Arafat ve Barak da siyasi geleceklerini düşünüyorlar. Gelişmeleri kontrol edemiyorlar ve taraflardan hiçbiri de çatışmaları ilk durduran ve dolayısıyla iç politik güçler/karşıtlar karşısında taviz veren olmak istemiyor.

120 üyeli İsrail parlamentosunda Barak hükümetinin yanında olan milletvekili sayını 30 ila 40 arasında. Barak, ancak, parlamentoda ikinci güçlü parti olan Likud ile koalisyona giderse hükümetinin devamını sağlamış olacak. Şimdi o, bunun için uğraşıyor. Bugünün İsrail’inde hükümet olabilmek veya hükümette kalabilmek için mevcut çatışmaların destekçisi ve körükleyicisi olmak gerekiyor. Bunu Barak da biliyor ve siyasi geleceğini düşünerek çatışmaların devamından yana tavır alıyor. Yaklaşık bir ay önceki provokasyonuyla çatışmaların başlamasına vesile olan Şaron ise (Likud başkanı) Barak’ın koalisyon kuralım önerisini reddetmiyor, ama barış konusunda veto hakkı talep ediyor. Barak’ın böyle bir tavize yanaşıp yanaşmayacağı bilinmiyor, ama Şaron, Barak’ın gününün sayılı olduğunu biliyor. Öldürülen yüzden fazla Filistinlinin ve binlerce yaralının sırtından hükümet olacağı günü bekliyor.

Arafat da aynı durumda. Arafat, Filistin halkının direncini kıramadı. Olayların kendini aştığını anlayan Arafat, kurtuluşu ileriye fırlamakta gördü. Halkına, savaşçılara geri çekilin çağrısı yapacak durumda değil. Bunu yaparsa, bir taraftan lanetleneceğini, diğer taraftan da muhalifleri tarafından etkisiz hale getirileceğini biliyor. Filistin halkını, Oslo görüşmelerinden bu yana vaatlerle yönlendiren Arafat, patlayan öfkenin, kendine ve yönetimine de yönelen kin ve nefretin altında kalmamak ve siyasi varlığını sürdürmek için çocuk generallerini, intifadayı hatırladı. Ona bunu hatırlatanların başında “Tanzim” örgütündeki Fatah savaşçıları geliyor. Bu savaşçıları, “Tanzim” örgütünü yönlendiren de Fatah’ın Batı Şeria şefi Barghouti dir.

İç politik ve siyasi gelecek kaygısı nedeniyle hem Barak (İsrail), hem de Arafat (Filistin) kanıksanan çatışmaların devamından yanalar. “Barış” masasına oturmamak, taviz vermemek, radikal görünmek revaçta.
İsrail’de hükümet sorununun çözümlenmesi sağlanmadan, İsrail’in Filistinlilere saldırısını hiçbir güç durduramaz.

Arafat, Filistin direnişini tamamen eline geçirip, tartışmasız önderliğini halkına, muhaliflerine, dünyaya ve Arap dünyasına bir daha kabul ettirene kadar intifadayı devam ettirecektir.

Arafat ve Barak’ın birbirlerine atıflarda bulunmaları, suçlamaları konjonktüre tekabül eden retorik açıklamalardan öte bir anlam taşımıyor. Her ikisi de siyasi durumlarını biliyor ve konumlarını güçlendirmek için çaba harcıyorlar. Durumun böyle olduğunu ABD, AB ve Arap ülkeleri de biliyorlar.
İç politikada taşlar yerine oturunca, kırk yıllık dost gibi el sıkışıp İsrail-Filistin “barış”ına Amerikan emperyalizminin patronluğunda, kalınan yerden devam edileceğinden şüphe duyulmamalıdır.

18 Ekim 2000 Çarşamba

FİLİSTİN-İSRAİL ÇATIŞMASI

Filistin-İsrail sorunu, eski bir sorundur. 19.yy’ın son çeyreğinden bu yana siyonizm, Filistin’de İsrail devleti kurmanın ideolojisi olarak gelişti. I. Dünya Savaşı sonuna kadar bu bölgenin Osmanlı hegemonyası altında olması, savaş sonrasında Ortadoğu’da İngiliz ve Fransız emperyalizminin rekabeti, siyonizmin gelişmesinde belirleyici olumsuz etkide bulunmadı. İsrail devletinin kurulmasını amaçlayanlar, bir taraftan Yahudi diasporasıyla dünya kamuoyunu etkilemeye çalışırken, aynı zamanda, özellikle İngiliz emperyalizmiyle çatışmaya girmeden Filistin’i, dışarıdan göçlerle doldurmaya başladılar. Nitekim 19. yy’ın sonundan itibaren İsrail devleti talebine uyarak Filistin’e göç eden Yahudiler, bu topraklarda devlet olarak örgütlenebilecek bir nüfus oluşturdular. İsrail devleti, işgal edilen Filistin topraklarında kuruldu. Özellikle II. Dünya Savaşı döneminde “Holocaust”tan kurtulanlar, Nazi katliamından kaçanlar ve geriye kalanlar, örgütlenmiş göçle Filistin’i doldurdular. Yahudi nüfusu yarım milyonu geçmiş ve Yahudi terör örgütleri, Filistinlileri ve İngiliz işgalcilerini yıldırma ve varlıklarını kabul ettirme eylemlerini yoğunlaştırmışlardı. Çatışmaların yoğunlaşması üzerine BM, Filistin’in bölünmesini öngören bir plan hazırladı. Bu plana göre Filistin topraklarında iki devlet kurulacaktı; Filistin ve İsrail. Araplar bu plana; Filistin ve İsrail devletlerinin kurulmasına karşı çıktılar.
Ben Gurion’un 14 Mayıs 1948’de İsrail devletinin kurulduğunu ilan etmesinden bir gün sonra Filistin ve İsrail arasındaki ilk Ortadoğu savaşı patlak verdi. Komşu Arap ülkelerinin saldırılarını püskürten İsrail ordusu, Filistin devleti için öngörülen toprakları da işgal etti. Bunun ötesinde, 1949’da, savaşın sona erdiğinde yaklaşık 800 bin Filistinli, komşu Arap ülkelere göçmek zorunda kaldı. Böylece Filistinlilerin hala süren göç ve kamp dramı/yaşamı başladı.
1949 yılı sonunda yayımlanan bir BM bildirgesinde Kudüs’ün uluslar arası statüye sahip olması ve göçmenlerin geri dönmeleri ve kendilerine tazminat ödenmesi talep ediliyordu. İsrail’in buna cevabı, Kudüs’ü başkent ilan etmesi oldu.
İsrail’in kurulmasından bu yana İsrail-Arap ülkeleri ilişkileri, hemen hemen hep savaş ilişkileri oldu. 1956’da (Ekim sonu) İsrail, Süveyş savaşında İngiltere ve Fransa’nın yanında yer aldı ve bu emperyalist devletlerin desteğiyle Mısır’a saldırdı.
Altı Gün Savaşı’nda (Haziran 1967) Filistin haritası yeniden değişti: İsrail, Gazze Şeridi’ni, Batı Şeria’yı ve Kudüs’ün merkezini işgal etti. Bu işgal sonucunda bir milyondan fazla Arap, siyonist diktatörlüğün hâkimiyeti altında kaldı. İşgal edilen bölgeler aynı yıl içinde yerleşime açıldı. Bu bölgeler, İsrail’den ve dışarıdan gelen Yahudi göçmenlerle dolduruldu.
Ekim 11973’te Suriye ve Mısır, İsrail’e saldırdı. Bu Ortadoğu savaşı altı ay kadar sürdü ve savaş sonrasında sağlanan uzlaşma hala tartışma konusu.
Arafat’ın 1974’te BM’de ki konuşmasından sonra bu kurum, Filistin halkının kendi kaderini tayin hakkını tanıdı.
1978’de Amerikan emperyalizminin patronluğunda Mısır ve İsrail, Camp David’de kendi aralarında barış ve Ortadoğu barışının genel ilkeleri üzerine anlaştılar. Bu barış anlaşması, işgal bölgelerinde İsrail askeri hâkimiyetine (idaresine) son verilmesini ve buralarda (Batı Şeria ve Gazze Şeridi) Filistin otonom idaresinin kurulmasını öngörüyordu.
1980’de İsrail parlamentosu çıkardığı bir yasayla Kudüs’ü “İsrail’in ebedi başkenti” ilan etti.
1982’de İsrail, Lübnan’a saldırdı. Beyrut’a kadar ilerleyen İsrail ordusu, Lübnanlı Hıristiyan milislerle (Falanjistler) birlikte Filistinlileri katletmeye başladı. Filistin göçmen kamplarında toplu katliamlara girişildi.
İsrail ordusu 1985’te Lübnan’dan çekildi, ama ülkenin, İsrail sınırı bölgesini işgal etti. Bu işgal birkaç ay öncesine kadar devam etti.
Revizyonist bloğun yıkılmasından sonra, başka bölgelerde olduğu gibi Ortadoğu’da da “barış” sorunu iki süper gücün (SB ve ABD) hegemonya çatışması kıskacından çıkmış oldu. Ama bu sefer de Amerikan emperyalizmi, Yeni Dünya düzeni perspektifiyle, dünyanın tek hâkim gücü perspektifiyle Ortadoğu’da hâkimiyetini öngördüğü gibi pekiştirmek için İsrail/Filistin arasındaki sorunun “barışçıl” çözümüne yöneldi. Diğer emperyalist ülkelerden daha erken davranarak inisiyatifi eline aldı.
Ortadoğu barış konferansı 1991’in sonunda Madrid’de başladı. İsrail, bazı komşu Arap ülkeleriyle ilk defa, başlayan bu yeni süreç içinde ilişki kurdu.
Uzun ve gizli görüşmelerden sonra Oslo’da (1993) Filistin-İsrail “barış”ının temeli atıldı (!). Her iki taraf, birbirini tanıma ve işgal bölgelerine otonomi statüsü verme konusunda anlaştı.
Oslo ilke anlaşmaları tam anlamıyla uygulanmadı. Şüphesiz İsrail, Netenyahu döneminde bile bazı bölgeleri (Hebron’un önemli bir bölümünü) Filistinlilere devretti.
Oslo ilke anlaşmasına, o zaman yapılmış olan açıklamalara uyulmadığından dolayı, Oslo’dan sonra, Oslo kararlarını uygulamak için, İsrail tarafından çıkartılan sorunların üstesinden gelmek için yeni toplantılar/zirveler düzenlendi. Wye 1 ve 2 buna bir örnektir.
Oslo anlaşmalarına göre, beş yıl sonrasında Filistin devletinin kuruluşu ilan edilecekti. Ama olmadı.
Barak ve Arafat, Şarm El Şeyh’deki ilk görüşmelerinde (Eylül 1999) barış anlaşması için nihai tarihin 13 Eylül 2000 olması konusunda anlaştılar. Ama sonuç alınamadı. Son Camp David görüşmesi de fiyasko ile sonuçlandı. Ve barut fıçısına dönen Filistin, A Şaron’un provokasyonu sonucunda patladı.
Filistin-İsrail sorununu hangi politikalar bu durumla getirdi?
İki süper devlet döneminde; dünyanın sosyal emperyalist Sovyetler Birliği ve ABD önderliğinde ikiye bölünmüş olduğu dönemde sorunlu taraflardan birisinin arkasında ABD varsa, diğerinin arkasında da SB vardı. Güçler dengesinde olağanüstü bir eşitsizlik söz konusuysa güçlü olan yeniyor, diğeri de bu yenilgiyi geçici olarak kabulleniyordu. ABD ve SB de, bir dahaki dalaşmaya kadar sonucu anlayış(!) karşılıyorlardı. Güçler dengesinde eşitsizliğin önemli olmadığı durumlarda ve bölgenin önemi de göz önünde tutularak, ABD ve SB arasındaki dünya barışı adına it dalaşı, dünyanın çeşitli bölgelerinde haklı ve haksız çatışma içinde olan güçlere perspektif olarak sunuluyordu. Revizyonist bloğun dağılmasından sonra bu durum da ortadan kalktı. En güçlü emperyalist ülke ABD, dünya “barış”ını 21. Yy stratejisinin gereksinimlerine göre düzenlemek için harekete geçti. Ortadoğu “barış”ı da bunun bir sonucudur. Amerikan emperyalizmi, ne pahasına olursa olsun inisiyatifi elinde tutmaya çalışıyor. Başka emperyalist ülkelerin bu sorunla fazla haşır-neşir olmasını istemiyor veya bunu engelliyor. Amerikan emperyalizmi “barış” görüşmelerini, her iki taraf karşısında bağımsız, tarafsız konumda kalarak sürdürmüyor. Tersine, görüşmeleri ve “barış”ı hep İsrail lehine yontarak ele alıyor. Bunu yapabiliyor, çünkü Suriye ve Irak dışında bölgenin diğer Arap ülkeleri (Mısır, Ürdün, S, Arabistan ) Amerikan emperyalizmine bağımlı konumdalar. Bu ülkeler, aynı zamanda, Arafat için de önemli, hem genel olarak dünyada ve özel olarak da Arap dünyasında kamuoyu oluşturmak ve maddi destek sağlamak bakımından.
Diğer taraftan, mücadele anlayışı değişmiş, reformist olmuş, emperyalizme teslim olmuş bir Arafat da Amerikan emperyalizminin ve İsrail’in işini kolaylaştırıyor. Arafat, Oslo görüşmelerinden bu yana sürekli sürüklenmiştir, etkin, inisiyatifli değil, edilgen olmuştur Önce gürlemiş, esmiş, ama yağmamıştır! Asarım, keserim demiş, ama ABD patronluğunda, Mısır’ın –son zamanlarda bazen de Türkiye’nin telkinleriyle- İsrail ile masaya oturduğunda kuzu olmuştur. Son 8/10 yılın Arafat’ı, uzlaşan, taviz veren, Filistin davasını Amerikan emperyalizminin çıkarlarına peşkeş çeken, gerçek/tutarlı barış ve özgürlüğü “pax Americana” uğruna rafa kaldıran Arafat’tır.
İsrail ve ABD, barış adına Arafat’ı oyalıyorlar, oynatıyorlar ve kendi koşullarını dayatıyorlar. Ama Filistin halkı bu oyuna tahammülünün kalmadığını son intifadasıyla gösterdi. Bu son irtifada aslında sadece İsrail’e karşı değil. Bu intifada, Arafat ve Otonomi idaresini de hedef alıyor. Bir taraftan İsrail işgali, baskısı, onur kırıcı yaşama mahkûm edilmek, verilen özlerin tutulmaması, diğer taraftan Arafat’ın teslimiyeti, Otonomi yönetiminin yeteneksizliği, yolsuzluklar, işsizlik vb. Filistin halkını patlayacak duruma getirmişti. Ve o, patladı: 100’den fazla ölü ve binlerce yaralı.
Bundan sonra ne olacak? Ortada bir belirsizlik yok. Görünüş, aldatıcı. Ne olacağı belli; kalınan yerden devam edilecek. Önce, taraflar birbirlerini kınayacaklar. Bir araya gelmek için biraz naz edecekler, ama ABD patronluğunda yeniden bir araya gelecekler. Belli bir süre –bu, birkaç gün olabileceği gibi, birkaç hafta, hatta ay da olabilir. İç politik ortama bağlı olan bir sorun- uzlaşmaz, taviz vermez, sonuna kadar hakkını savunan bir tavır sergileyecekler, ama sonra yeniden uzlaşacaklar. Arafat ve yönetimi Filistin halkını temsil ettiği müddetçe bu oyun böyle oynanacak ve Şarm El Şeyh’de bu oyun başladı bile.

11 Ekim 2000 Çarşamba

YUGOSLEVYA’DA SEÇİM SONUÇLARI


 
Yugoslavya’da siyasi yaşamın eskisi gibi devam etmeyeceğini nihayet Miloseviç de anladı. Seçimlerde baş vurduğu hileyle iktidarda kalmayı deneyen bu faşist diktatör, yığınsal irade karşısında yenilgiyi kabul etmek zorunda kaldı.

30 Eylülde Kolubara’da 7500 maden işçisi, Miloseviç iktidarını protesto amacıyla grev başlattı. Bu maden ocağında başlatılan grev, ülke çapında yaygınlaşan protestolar, sokak barikatları ve devlet kurumlarının (özellikle radyo ve tv.) işgali için bir sinyaldi. Kolubara madencileri, müdürlerin ve başka görevlilerin tehditlerine boyun eğmediler ve grevlerini, halkın iradesi kabul edilene, yani seçimlerin gerçek sonuçları açıklanana kadar devam ettireceklerini açıkladılar.

3 Ekimde polis ve ordu birlikleri grevci madencilerin, Belgrad’a yürüyüşünü engellediler, ama bu arada ülke çapında yüzden fazla fabrikada grevler başladı. Sadece fabrikalarda değil, hizmet sektöründe, belediyelerde, okullarda grev ve boykotlar yaygınlaştı. Navi Sad’da üç öğrencinin sokağa barikat kurmaktan dolayı 30 günlüğüne hapisle cezalandırılmaları öğrenci ve öğretmenlerin ortak eylemlerini engelleyemedi.

Yugoslav emekçileri, ancien regime karşısında korku duvarını yıkmışlardı. Artık on binler, mücadele şevkiyle hareket edebiliyor, Belgrad şehir merkezini işgal ederek, abluka altına alarak, seçimlerin gerçek sonuçlarının açıklanmasını talep edebiliyorlardı.

Belgrad’daki bu kitlesel eylem, ülkenin diğer şehirlerine de sıçramış ve oralarda da şehir merkezleri işgal edilmiş, sokaklarda barikatlar kurulmuştu. Okullarda ve üniversitelerde de eğitim durmuştu.


Ücretli memurlar, gazeteciler, televizyoncular, tekniksiyenler, müzikçiler ancien regime’e karşı itaatsizlik çağrısı imzaladılar. Seçimlere kadar hükümetin kontrolünde kalan merkezi ve yerel radyo ve tv. çalışanları da bu çağrıya katıldılar.


Yığınların iradesi,kitlesel eylemler, Miloseviç diktatörlüğünün sonunu getirmişti. Yenilgiyi kabullenmeyen Miloseviç, sakağa, fiili yaşama hakim olan halkın üzerine ordu ve polisi göndermeye niyetlendi. Ama olmadı. Ordu ve polis de halktan yana tavır aldılar veya yüksek rütbeli subaylar ve polis şefleri, geleceklerini düşünerek halktan yana tavır almak zorunda kaldılar. Saklanan ve ordu ve polisin tavrını bekleyen Miloseviç, kendi rejiminin bu temel dayanaklarından da umudunu kesmek zorunda kaldı. Bu arada Rusya, devreye girdi. Rusya, uluslar arası arenada Yugoslav rejiminin ön önemli destekçisiydi. O da bu rejimin sonunun geldiğini görüyordu ve Rus Dışişleri Bakanı, Miloseviç’i seçimlerin sonucunu ve dolayısıyla yenilgiyi kabul etmesi için zorladı. Faşist diktatörün, sonucu kabullenmekten başka seçeneği kalmamıştı.


13 senelik iktidarı döneminde Miloseviç, Yugoslav halkına savaştan, işsizlikten, umutsuzluktan, yabancı müdahalesinden başka bir şey vermemişti. 13 sene boyunca Sırp emekçilerini, yığınları “Büyük Sırbistan” hayaliyle, Sırp şovenizmiyle peşinde sürüklemişti. “Büyük Sırbistan” uğruna Slovenya’ya, Hırvatistan’a, Bosna-Hersek’e karşı, son olarak da Kosova’da BM karşı savaştı. Kaybedilen bu savaşlarla birlikte “Büyük Sırbistan” hayali de buharlaştı. Ambargonun da etkisiyle iktisadi yaşam çekilmez oldu. İşsizlik, yoksulluk, zoraki göç, enflasyon milyonlarca emekçinin sorunu olurken, bir avuç azınlık zenginleştikçe zenginleşti.


Bunun ötesinde faşist rejim, kendine karşı her türlü muhalefeti bastırmasını bildi. Yığınların protestosu, zor kullanılarak bastırıldı. Burjuva muhalefetin beceriksizliğini ise Miloseviç çok iyi kullandı. Muhalefetin kendi arasında anlaşamaması iktidarın işine yarıyordu. Ayrıca Miloseviç, muhalefetin bir bölümünü, diğerine karşı kullanıyor, gerektiğinde bir bölümünü iktidarına ortak ediyor ve böylece karşısında örgütlü ve güçlü bir muhalefetin oluşmasını engelliyordu. Bu seçimlerde de aynı oyunu oynayabileceğini sanmıştı. Ama yanıldı. Halk açısından bıçak kemiğe dayanmıştı. Miloseviç rejiminin devrilmesi için mücadelede kararlı olan emekçi yığınlar, muhalefet önderliğini de etkiliyorlardı. Dolayısıyla bu zafer, burjuva medyanın lanse ettiği gibi, Voyislav Kostuniça önderliğindeki burjuva muhalefetin değil, doğrudan yığınlarındır. Onların ülke çapında kitlesel eylemleri sonucudur ki, örgütlü burjuva muhalefet cesaretlenmiştir.


Dört savaş kaybeden Miloseviç’in beşinci savaşı Yugoslav halkına karşı olacaktı. Yığınsal tepki ve uluslar arası arenada en büyük destekçisi Rusya’dan umduğunu bulamayan Miloseviç, gitmek zorunda kaldı. Ama onun açısından her şey, Yugoslavya başkanlığından ayrılmak zorunda kalmasıyla bitmiş olmuyor. Ancien regime (eski, köhne iktidar) olduğu gibi yerinde duruyor. Bütün devlet kurumlarında, bürokraside, orduda, poliste onun adamları var. Miloseviç, politikadan ayrılmadığını, partisi vasıtasıyla ülkenin geleceğinde söz sahibi olmaya çalışacağını açıkladı.


Başta AB emperyalistleri olmak üzere batının, Yugoslavya’daki gelişmeyi “tarihsel olay” olarak açıklamaları, bu gelişmeye “devrim” demeleri, Kotuniça’yı kutlamak için adeta kuyruk oluşturmaları, olayları çarpıtmaktan ve iki yüzlülükten başka bir anlam taşımaz.


Yugoslavya’da neyin ne olacağı henüz pek belli değil. Belli değil, çünkü hukukçu V. Kostuniça, bir Miloseviç yetiştirmesidir. Azılı bir Sırp şovenistidir. Birçok konuda Miloseviç’ten farkı, sadece yüzeyseldir. Onun ön plana çıkmasının yegane nedeni, yıllardan beri muhalefet önderliği yapanların, dönem dönem ancien regime ile uzlaşmaları, Miloseviç ile kucaklaşmaları, kendi aralarında uzlaşamamaları ve yeteneksizliklerini sergileyerek yığınlar nezdinde teşhir olmaları, prestij kaybetmeleridir. Bundan dolayı, siyasi ve yığınsal bir gücü olmayan Kostuniça bir anda önemli oldu. Batı yanlısı, antiamerikancı gözüken bu bayın ilk açıklamalarından birisinin, savaş suçluları olarak “aranan” Yugoslavları, bu arada Miloseviç’i de uluslar arası savaş suçluları mahkemesine teslim etmeyeceğini açıklamasıdır.
Yugoslavya’da ne tarihsel bir gelişme, ne de bir devrim olmuştur. Miloseviç’in seçimle devrilmesi ve aynı politik anlayışla yetişmiş birisinin, ılımlı ve “demokratik”, batı yanlısı görünümle devlet başkanı seçilmesi “tarihsel bir olaysa”, dünyanın ve tek tek ülkelerin tarihleri, tarihsel olaydan başka bir şey olamaz.


Neyin ne olacağını zaman gösterecektir. Kostuniça, ülkeyi ancien regime’den temizlediği, devlet kurumlarında, orduda ve poliste Miloseviç güçlerini saf dışı bıraktığı, halkın özlem duyduğu demokrasi ve özgürlüğe değer verdiği vb. oranda değerlendirilecektir. O, henüz yolun başında. O, şimdilik sadece ve sadece devlet başkanı. Hükümetin kurulmasında, yeni siyasetin oluşturulmasında Kostuniça önderliğinde birleşen ve 18 partiden oluşan muhalefetin nasıl bir yol izlemeyeceği henüz belli değil.


Ama şu da bir gerçek ki, Kostuniça’nın seçimleri kazanması, emperyalist ülkeleri de harekete geçirmiştir. Yugoslavya, Balkanlardaki hegemonya çatışmasının dışında düşünülemez. Kostuniça’nın AB yanlısı olduğu biliniyor. Daha muhalefetteyken batılı ülkelerden birkaç yüz milyon dolar tutarında maddi destek almıştır. Bu muhalefet, Yugoslavya’yı batıya, AB’ye peşkeş çekmeye hazırdır. “Yeni iktidar”, Yugoslav halkı için kurtuluş değildir.


Tabii ki sonuç, sadece Kostuniça’nın tavrıyla sınırlı değil. Henüz sonuçlanmamış Bosna-Hersek ve Kosova sorunları duruyor. Bu iki bölgeye emperyalist ülkeler yerleşmiş durumdalar. Yegane amaçları, stratejik önemi olan Balkanların kontrolünde dışlanmamak. Şimdi “yeni” Yugoslavya”yı da kontrol etmek için harekete geçtiler. Kutlayıcılar arasında ABD de var.


Önümüzdeki dönemde Kosova sorunu bir şekilde gündeme gelecektir. Karadağ’ın nasıl bir yol izleyeceği belli değil. Keza Bosna-Hersek’te de taraflar (Boşnaklar, Sırplar ve Hırvatlar), birbirlerini kollayarak beklemedeler.


Rusya, ABD ve AB, AB içinde de Almanya ve Fransa, zor ve silah zoruyla eski Yugoslavya topraklarında elde ettiklerini, Kostuniça döneminde –şayet kalıcı olursa- yoğun siyasi ve mali ilişkilerle güçlendirerek korumaya, karşılıklı rekabetlerinde “barış”, “özgürlük” ve “demokrasi” vb. kavramlara özellikle ağırlık vermeye özen göstereceklerdir.

5 Ekim 2000 Perşembe

FİLİSTİN KAYNIYOR


 
Filistin ile İsrail arasında kararlaştırılan ateşkesten birkaç saat sonra yeniden alevlenen çatışmalar, bütün Filistin topraklarına yayılarak devam ediyor. Filistin ve İsrail kaynakları, Gazze Şeridi’nde ve Batı Şeria’da ağır çatışmaların olduğunu bildiriyorlar. Hebron, Nablus, Ramallah, Nazaret, Um-al Fam, çatışmaların sürdürüldüğü belli başlı merkezler. Bu çatışmalara Filistin halkının yanı sıra Filistin polisi ve istihbarat polisi de katılıyor. İsrail ordusu, işgal bölgelerinde ağır silahlar da kullanıyor.

ABD Başkanı Clinton’ın inisiyatifi üzerine E. Barak ve Y. Arafat, Amerikan Dışişleri Bakanı M. Albright ile görüşecekler. Görüşmenin ana konusu, çatışmaların durdurulması ve barış görüşmelerine yeniden başlanılması olacak. İsrail ile Filistin arasında barışı sağlayan başkan olarak tarihe geçme umudunu yitirmemiş olan Clinton, “bölgedeki duman dağıldıktan sonra” her iki tarafın bir araya gelme “şansı yüksek” açıklamasını yaparak Filistin halkıyla adeta alay ediyor.

Yıllardan beri süre gelen görüşmeler; Oslo anlaşması ve onu takip eden görüşmeler, alınan kararlar, anlaşmanın uygulanması için yapılan yeni anlaşmalar, verilen sözlerin İsrail tarafından yerine getirilmemesi ve son olarak Camp David fiyaskosu, baskı sonucunda Filistin devletinin kuruluşunun açıklanmasının ertelenmesi, işgal koşulları, işsizlik vb. Filistin’i barut fıçısına dönüştürmüştü. İsrail’e duyulan kin ve nefret, Filistin Otonomi yönetiminin tavizkar tavrı, yönetme yeteneksizliği, kol gezen yolsuzluklar, tepkinin tuzu biberi olmuştu. Sadece bir kıvılcım, sadece yerinde ve zamanında bir provokasyon, bu barut fıçısını ateşlemeye yetecekti. A. Şaron, nam-ı diğer “Beyrut kasabı”, bu provokatörlüğü üstlendi. “Harem-i Şerif”i ziyaret ederek, Filistin halkını açıkça çatışmaya davet etti. Sonuç, şimdilik sayısız yaralı ve 63 ölü.

Yaşamı boyunca Sinagog dahi ziyaret ettiği pek bilinmeyen Şaron’un, müslümanlar için kutsal bir yeri ziyaret etmesi, barış değil, çatışma istemek anlamına geliyordu.

Şaron’un hesabı ne?
Hükümet başkanı olsa, o da Amerikan güdümünde sürdürülen “barış” görüşmelerini, aynen Barak gibi, sürdürecek ve Arafat ile tokalaşacak. Aynen selefi Netanyahu’nun yaptığı gibi. Ama Şaron, henüz hükümet başkanı değil. Barak’ın parlamentodaki konumu ise zayıf. Bu provokasyondan sonra, Barak’ı destekleyen İsrailli Arap milletvekilleri (on kadar), desteklerini çekeceklerini açıkladılar. Böylece Barak’ın parlamentoda çoğunluğun desteğini alması imkansızlaşacak. Hükümet düşecek ve yeni bir seçimi gündeme gelecek. “Beyrut kasabı” buna oynadı. O, yeni seçimlerde Likud partisinin seçimi kazanması ve kendisinin de başbakan olması için Arap-Filistin düşmanlığının körüklenmesi gerektiği bilinciyle hareket etti. Şaron, sağcıların ve toprak işgalcilerinin oylarına göz dikmişti. Hesap, Barak hükümetinin düşmesi, yeni seçimler ve Şaron’un başbakan olması üzerine kurulmuştu. “Harem-i Şerif” ziyareti de bu amaca hizmet eden provokasyondu.

Şaron’un hesabı şimdilik tuttu ve nasıl sonuçlanacağı pek bilinmeyen çatışmalar sürüyor.
Çatışmaların seyri, Filistin Otonomi idaresinin inisiyatifi elinden kaçırdığını da göstermektedir. Aynı durum Barak için de geçerli. Filistin Otonomi idaresi ve Barak hükümeti bin biçimde yalnız kalmış durumdalar, şu son birkaç gün içinde.
Bu çatışmalar, Filistin halkında mücadele ruhunun ölmediğini, direnme ve savaşma iradesinin kırılmadığını da göstermektedir. Arafat’ın İsrail’e ve emperyalizme teslimiyet politikası, Filistin sorununun çözümünü Amerikan emperyalizmine havale etme anlayışı, Filistin halkı üzerinde pek etki yapmamış. Filistin halkı, Otonomi yönetimine açık mesaj veriyor: Bir yere kadar dinleriz, ama ondan sonra bildiğimizi yaparız. Bu halkın bildiği ve siyonizm ve emperyalizmin anladığı dil, dişe diş mücadele. Filistin halkı, bu mücadele geleneğini ve yeteneğini kaybetmediğini gösteriyor. Bu anlamda Filistin halkı radikalleşmedi, sadece onu var eden mücadele anlayışını yeniden ortaya koydu. Umarız ki Filistin halkının bu tavrı, başkalarına da örnek olur.

Diğer taraftan, çatışmaların şiddeti ve bütün ülkeye yayılması, her iki taraf arasındaki güvenin ne denli sığ olduğunu da göstermektedir. Sadece Filistin ve İsrail’i değil, bütün bölgeyi doğrudan ilgilendiren “barış”, iç politik nedenlerden dolayı kullanılabilecek derecede önemsiz görülüyor. Hakim güçler, birbirlerine güvenmiyorlar. Her iki tarafın halkı arasında güven ortamı oluşmamış ve oluşmaması için de her yola başvuruluyor. Bu, “pax Amercana”nın bir sonucudur.

Şimdi ne olacak? Bugün veya yarın, çatışmalar mutlaka kontrol altına alınacak. Yeni bir ateşkes anlaşması yapılacak. Hükümeti düşmezse Barak, düşerse yeni başbakan, Arafat ile Amerikan emperyalizminin kontrolünde yeniden buluşacak. Bugüne kadar konuşulmuş olan konular, alınmış olan kararlar üzerine yeniden konuşulacak, eski kararlar, yeni kararlar olarak alınacak. Kudüs sorununda, Camp David’den sonra tarafların karşılıklı olarak verdikleri tavizler veya bu yönlü açıklamaları bir daha ele alınacak. Belki de yeni bir “barış zirvesi” için temel konu yapılacak. Ama her halükarda Amerikan emperyalizmi, bölge üzerindeki hakimiyetini devam ettirmek ve rakip emperyalist ülkeleri bu sorundan uzak tutmak için inisiyatifi elinde tutacak. Irak’a karşı ambargonun bazı emperyalist ülkeler (örneğin Rusya, Fransa) tarafından delinmeye başlandığı bugünlerde Amerikan emperyalizmi, bölgedeki konumunu güçlendirmek için Filistin-İsrail sorununa ayrı bir önem vermek zorunda kalacak.