deneme

31 Mart 2009 Salı

“KOSTAKLANMA, KOSTAK DEĞİLSİN”!




  
Cumhurbaşkanlarının ve Başbakanların ABD ziyaretlerini hatırlayalım. 10-15 dakikalık, bilemedin 30 dakikalık bir görüşme için beklenirdi. Görüşme süresi uzarsa, dakika sayısına göre görüşmenin önemi üzerine değerlendirmeler yapılırdı. Şimdi durum biraz değişmişe benziyor; Obama’nın Türkiye’yi ziyareti burjuvaziyi ve özellikle hükümeti kostaklandırıyor. Nasıl kostaklanmasınlar ki!? Kanada’dan sonra resmi olarak ziyaret edilen ikinci ülkedir. Bütün dünyanın gözü üstümüzde olacak! Bu ziyaret haberi Yunanistan’da kalp krizine neden olmuş! “Stratejik ortaklık”  Barack Hüseyin Obama “bey kardeşimiz” ile ebedi dostluğa dönüşecek gibi gözüküyor! Ne de olsa Obama gelmeden rüzgârı geldi. Bilmem kaç bin km. uzaktan “Türkiye’nin bölgede lider” olduğunu açıkladı. Böylece birinci elden bütün dünyaya Türkiye olmaksızın bölgedeki gelişmelere müdahale edilemeyeceğini ilan etmiş oldu!   

Stratejik Analiz’de Obama’nın ziyaretiyle ilgili bir yazıda diğer şeylerin yanı sıra şu değerlendirme de yapılıyor: “Obama’nın gezisini bir tanışma, Türkiye’nin önemiyle ilgili olarak Ankara’ya ve üçüncü taraflara “mesaj verme”, kamu diplomasisi, karşılıklı tartma, Bush döneminin hoyrat politikaları için bir tür “özür” ve Türkiye’nin Orta Doğu’da artan aktivizmine yönelik bir saygı, ihtiyaç ve hatta belki de takdir ifadesi olarak görmek mümkün olabilir. Bu gezinin aynı zamanda sıkı pazarlıklara sahne olup olmayacağını söylemek ise kolay değildir. Bir başka yoruma göre ise ABD hemen bir jest yapmazsa Türkiye’yi kaybetmek üzere olduğundan endişelenmektedir ve gezinin zamanlaması bu süreci bir an önce durdurmak isteğiyle ilgilidir. Türkiye elbette ABD dış politikasının en önemli önceliklerinden biri değildir. Ama Bush döneminde Washington’un en fazla yara alan ikili ilişkilerinin başında gelen Türk-Amerikan münasebetleri yeni yönetim için “farkını kanıtlamak” için uygun konulardan biri gibi görünmüş olabilir. Obama, başarılı olması beklenen ve ilişkideki iletişim, güven, saygı ve yaratıcılık açığını kapatabilecek böyle bir geziden sonra, “Bush Türkiye’yi küstürmüş ve kaybetmenin eşiğine getirmişti, bense Türkiye’yi tekrar kazandım ve onunla işbirliğinin ve dostluğun derecesini artırdım” diyebilecektir”.
Bunlar “hafif” düşünceler, “küsmüş” olanın gönlünü almaya yöneliktir. Türkiye ile ABD arasındaki ilişkiler ise hiç de küskünün gönlünü alma türünden ilişkilere benzemiyor. Anlaşılan o ki, emperyalistler arası çelişkiler, dünyayı yeniden paylaşmak için sürdürülen rekabet ve nihayetinde dünya hegemonyası için “it dalaşı”, Türkiye’yi Amerikan emperyalizminin jeopolitikasında düne nazaran daha önemli bir konuma oturtmuşa benziyor. Aslında Türkiye’nin bu jeopolitikadaki konumlandırılmasında bir değişme yok. Değişim Türkiye’nin ele alınış yöntemindedir. Bush döneminde yaşanan “hot-zotçuluk” Obama döneminde pek yaşanmayacağa benzemektedir. Dışişleri bakanı Babacan’ın açıklamasına göre her iki ülke arasında başlayan bu sıcaklığın maddi nedeni belli konularda her iki ülkenin aynı düşüncede olmasıdır; çıkarların aynı olmasıdır.
 
R. T. Erdoğan'ın Dış Politika Başdanışmanı Ahmet Davutoğlu, Türkiye-ABD çıkar ortaklığının hangi alanlarda olduğu üzerine oldukça somut konuşuyor. A. Davutoğlu’na göre B. Obama yönetimiyle birlikte ikili ilişkilerde yeni bir dönem başlıyor ve ABD ile çıkar ortaklığını "Ortadoğu, Kafkas, Balkan, enerji güvenliği gibi konulara yaklaşımımız ve ilkelerimiz neredeyse aynı, çok benzer. O yüzden önümüzde işbirliğinde altın bir dönem olduğunu umuyoruz" diyerek dillendiriyor. 

Davutoğlu, Türkiye’nin dış politika ekseninin NATO, AB ve Transatlantik sürecine yönelik olmasına rağmen çok boyutlu coğrafi yapıya sahip olduğunu ve çok boyutlu dış politika izlediğini, böylesine bir coğrafyada yer alan Türkiye'nin bölgesindeki sorunlara kayıtsız kalamayacağını dile getiriyor. Demek oluyor ki Türkiye ve ABD Ortadoğu’da, Kafkasya’da, Balkanlar’da, enerji güvenliğinde aynı politikalara sahipler.

Anlaşılan o ki bu çıkar ortaklığı Türkiye’nin 2003’te açıklanan “yeni” dış politikasıyla uyumluluk içindedir. “Yumuşak diplomasi” üzerinde yükselen bu dış politika, Davutoğlu’nun ifadesiyle  ‘coğrafi ve tarihi derinliğe sahip olan Türkiye'nin stratejik derinliğe de sahip olması gerektiği’ eksenlidir ve beş temel ilkeden oluşmaktadır:
-"Güvenlik ve özgürlük arasında yeni bir dengenin kurulması”
-“Komşularla sıfır sorunlu ilişkilerin geliştirilmesi”
-“Proaktif diplomasi”
-“Küresel güçlerle uyumlu ilişkilerin geliştirilmesi ve
-Uluslararası kurumlarda daha çok temsil edilmek".

Çıkar alanlarının kapsamı ve “aktif” dış politika anlayışı, burjuvazinin Enver Paşa ile birlikte tarihe gömülen o jeopolitikayı yeniden geliştirme hevesinde olduğunu göstermektedir. O jeopolitikanın nasıl bir jeopolitika olduğundan ve Türk burjuvazisinin jeopolitika geliştirme yeteneğine (gücüne) sahip olup olmamasından bağımsız olarak, söz konusu ortak çıkarları gözeten böyle bir dış politika anlayışı, “yumuşak” ve “barışçıl” olamaz. Kapitalist sistemde aktif dış politika, sermayenin çıkarları gerektirdiği için başka ülkelere saldırmak, baskı altına almak, talan etmek için sürdürülen politikadır veya da “aktif” dış politika, birtakım kırıntılar uğruna başka güçlerin; “stratejik” ortağın çıkarlarına koşulmak demektir.

Burjuvazinin jeopolitika uzmanı Davutoğlu’na göre Obama ile birlikte ilişkiler yeni bir döneme giriyor; "Orta Doğu, Kafkas, Balkan, enerji güvenliği gibi konulara yaklaşımımız ve ilkelerimiz neredeyse aynı, çok benzer”. Ve bundan dolayı da “işbirliğinde altın bir dönem”in başlayacağı umuluyor. “Başkan Obama'nın ilk ziyaretlerinden birini Türkiye'ye yapma kararını vermesi de son derece akıllıca" değerlendirmesi yapılarak kostaklanılıyor.

Çıkarların aynılaştığı alanlara ve sorunlara baktığımızda öyle pek de kostaklanacak bir durumun olmadığını görüyoruz:  Açık ki ABD ile Irak sorunu, Kürt sorunu, Kıbrıs sorunu, Afganistan sorunu, Ermenistan sorunu masaya yatırılacak ve Türkiye’nin istekleri de göz önünde tutularak Amerikan çıkarlarının gerçekleştirilmesi için Türkiye’nin atması gereken adımlar üzerine konuşulacak.

Amerikan emperyalizmi dünya hâkimiyeti stratejisini uygulamada büyük zorluklarla karşı karşıyadır. Irak yenilgisini Irak’tan çekiliyoruza dönüştürmek istiyor. Afganistan yenilgisinden, Taliban’la uzlaşarak sıyrılmaya çalışıyor. Bu yenilgileri “zafer”e dönüştürmek için Türkiye’nin katkısını bekliyor; örneğin Afganistan’a ek asker göndermek, Irak’tan çekilişi kolaylaştırmak ve çekilişten sonra bu ülkede Amerikan çıkarlarını kollamak vs. Tabii Türkiye’nin bunları yapması için Kürt sorununun istediği şekilde “çözülmesi” gerekmektedir. Bu alanda ABD’nin doğrudan müdahalesi talep edilmektedir. Keza Kıbrıs sorununda ABD’nin Türkiye lehine daha aktif olması istenmektedir. ABD ve AB arasındaki Ortadoğu ve Akdeniz havzası üzerine rekabet, ABD’nin Kıbrıs konusunda bundan sonra daha açık bir biçimde Türkiye yanlısı hareket edeceğini göstermektedir.

Her halükarda Amerikan emperyalizmi, Ortadoğu ve Kafkaslarda konumunu güçlendirmek; güç dengesini yeniden kendi lehine çevirebilmek için Türkiye’nin katkılarına ihtiyacı vardır. Beklediği katkıyı alabilmek için de Türkiye’nin belli talepleri doğrultusunda adım atmak zorundadır. Burjuvazinin hesabı böyle. Bu hesap ne kadar gerçekçidir, ne kadar tutar, burası pek bilinmez. Ama dünya politikasındaki gelişmeler; emperyalist ülkeler arasındaki ilişkiler; güçler dengesinin seyri, önümüzdeki dönemde Türk-Amerikan ilişkilerinde ABD’nin Avrasya jeopolitikası eksenli ittifak adımlarının gündeme gelebileceğini göstermektedir. 

Emperyalist ülkeler, özellikle de jeopolitika üretme yeteneğine sahip emperyalist ülkeler arasındaki ilişki ve çelişkilerin giderek kapsamlaştığı ve keskinleştiği bir süreçten geçilmektedir; öyle ki emperyalist ülkeler arasında bütün emperyalistlerin ittifakı eğilimi, ittifakı dışlayan eğilime dönüşmüştür. Rekabet merkezlerinin kendi çıkarları doğrultusunda stratejiler oluşturarak hareket etmeleri söz konusudur. Bunların hepsi bir biçimde ve doğrudan dünyayı yeniden paylaşma strateji ve jeopolitikalarıdır. Ve bu stratejilerin hemen hepsi bir biçimde,   Balkanlardan, Ortadoğu’dan ve Kafkasya’dan oluşan üçgensel alanı ve bu alanın merkezinde yer alan Türkiye’yi doğrudan ilgilendirmektedir. Bu nedenle Türkiye’nin bu süreçte geçmişe nazaran daha çok ve kalıcı adımlara açık ilgiyle karşı karşıya kalması kaçınılmaz gözükmektedir. Türkiye-ABD, Türkiye-AB, Türkiye-Rusya, Türkiye-Çin ilişkilerine bu açıdan bakmak gerekir. Bu nedenle Amerikan emperyalizminin Türkiye ile ilişkilerinde yeni bir döneme girme çabaları olacaktır ve bu bedelsiz olmayacaktır; ABD amacına ulaşmak için Türk burjuvazisinin çıkarlarını, taleplerini hesaba katmak zorunda kalacaktır. Açıkçası ABD, Avrasya jeopolitikasında; en somut haliyle de yeni Ortadoğu, İran ve Afganistan politikalarında Türkiye’ye daha fazla ve aktif bir rol biçmiştir. Obama Türkiye’de bu rol üzerine konuşacaktır. Bölgemizde, hangi yöne bakarsa baksın Türkiye’yi gören Amerikan emperyalizm,  çıkarlarının gerçekleştirilmesinde bu kozunu, konjonktür sorunlara feda etmeden değerlendirme eğilimindedir. Obama’nın, Türk burjuvazisini kostaklandıran atıfları bunu göstermektedir.

Her halükarda Türk-Amerikan ilişkilerinde sonu Türkiye için felaketle sonuçlanabilecek bir sürece giriliyor.   
5 Nisanda Obama Türkiye'ye “felaket paketi”yle geliyor.

12 Mart 2009 Perşembe

SONUÇ ALAMAYACAKSINIZ, YENİ BİR DÜNYA EKONOMİ DÜZENİ KURAMIYACAKSINIZ!





2 Nisan’da Londra’da gerçekleştirilecek olan G–20 zirvesi için son hazırlıklar da tamamlanmış.
26 ülkenin Merkez Bankaları, Maliye Bakanlıkları, banka yönetim kurulları tarafından hazırlanan öneri paketi, cumartesi günü toplanacak olan G–20 ülkeleri maliye bakanları ve merkez bankaları başkanları tarafında ele alınacak.
Bu türden toplantılar daha önce mali kriz sürecinde de yapılmıştı. O zaman gerçekleştirilen G–7 grubu ülkeleri toplantısında, daha sonraki dönemde gerçekleştirilen AB ülkeleri ve G–20 ülkeleri toplantılarında bir sonuç alınamamıştı. Gerçi her bir ülke veya her toplantı sonunda mali ve sonra da ekonomik krizin tahribatını engellemek; daha doğrusu krize karşı ortak tavır geliştirmek istendiği açıklanmıştı, ama sonrasında her bir ülke kendi ekonomisini; kendi mali sektörünü, bankalarını, başkaca mali kurumlarını, sanayisini kurtarmak; bir bütün olarak ulusal sermayesini kurtarmak için destek paketleri hazırlamış ve uygulamaya koymuştu. ABD’nin başlattığı bu destek paketiyle krizi önleme tedbiri çok sayıda başka ülkede de uygulamaya konmuştur. 15 Şubat 2009 itibariyle 30’dan fazla devletin planlanmış ve gerçekleştirilen destek paketlerinin toplam hacmi 11.178 milyar İsviçre frankı (11.000.000.000.178 Frank) tutmaktaydı.

Londra’daki toplantıda destek paketlerinin belli bir koordinasyon içinde ele alınması üzerine konuşulacak. Yani her bir ülkenin kendi sermayesini destekleme paketi, başka bir ülkenin ekonomik çıkarıyla veya destekleme paketiyle uyumluluk içinde olmasına dikkat edilecekmiş. Yani bu efendiler kendi aralarında uyumlu rekabet etmeye dikkat edelim demek istiyorlar.
Bunun ötesine bir araya gelen bu devletler, dünya mali sistemini reforme etmek için hazırlanan önerileri tartışacaklar; yani uzun vadeli reformlar hazırlayacaklar. Her iki durumda da; birbirine uyumlu destek paketleri ve uzun vadeli reformlar, amaç rekabetin belli kurallara bağlanmasıdır. Diğer bir ifadeyle amaç, korumacılığa karşı ortak mücadele etmektir.
Kapitalizmde, her kriz sonrasında olmasa da uygulanan ekonomi-politik sistemin, belli bir dönem sonrasında ağır sonuçları olan bir ekonomik krizle iflasının açığa çıkması, yeni bir başlangıç; eskiyi düzelterek yeni bir başlangıç için çıkış noktasını oluşturur. 1929–1932 dünya ekonomik krizinde sonra böyle olmuş ve Keynescilik, özellikle II. Dünya Savaşı sonrasında kapitalist dünya ekonomisine damgasını vurmuştur. 1970’lerden itibaren de Keynesciliğin iflası, umudun monetarizm, neoliberalizm olduğu üzerine yoğun tartışmalar yapılmış ve neoliberal uygulamalara ‘80’li yıllarda ABD ve Büyük Britanya’da başlanmıştı.

1981–1983 ve 1990–1994 dünya ekonomik krizleri doğrudan neoliberal kuralların etkisi altında gelişen krizler değildi, ama 2000–2004 dünya ekonomik krizi doğrudan neoliberal uygulamaların etkisinde patlak vermiş olan bir krizdi. Bugünkü kriz ise neoliberalizmin sonuçlarının doğrudan ve en ağır bir biçimde yaşandığı bir dünya ekonomik krizidir. Nasıl ki bir zamanlar, 1970’li yıllara gelindiğinde Keynescilik iflas etmişse ve yeni-keynescilik uydurmasının tartışması dahi tutmamışsa, şimdi de neoliberalizm iflas etmiştir ve dünya burjuvazisinin alacağı yeni tedbirler de tutmayacaktır. Herhalde alınacak tedbirlerin adı “yeni”-neoliberalizm olacaktır. “Eski”, “normal” neoliberalizm veya “yeni” “neo-liberalizm”, en fazlasıyla dünya burjuvazisinin kapitalizmi kurtarmak için sergilemekte olduğu çaresizliği gösterir.

Alacakları tedbirlerin en kabadayısı, şimdiye kadar ekonomide kurallaştırılan kuralsız uygulamalardan yeniden kurallara bağlanmış uygulamaya geçmek olabilir. Ama bunun Keynescilik olacağına inanmak saflık olur. Çünkü birtakım kuralsızlığa dayanan uygulamanın kaldırılması ve yerine kurallara bağlı uygulamanın geçerli kılınması Keynescilik olamaz.
Ekonomik kriz sürecinde emperyalist ülkeler arasındaki çelişkiler hem artar hem de daha çok keskinleşir, derinleşir. Şimdi, bu kriz sürecinde tam da böyle bir gelişme yaşanmaktadır. Amerikan emperyalizmi, Irak ve Afganistan’da yeni bir tarihsel yenilgi ile karşı karşıyadır. Merkezinde dünya hâkimiyeti duran Avrasya jeopolitikasını gerçekleştirmesinin önünde öncelikle Rusya ve Çin gibi jeopolitika geliştirme yeteneği olan ülkeler durmaktadır. Avrasya kıtasında; Lizbon’dan Wladiwostok’a kadar uzanan alanda dünyanın önde gelen bütün emperyalist ülkeleri, ayrıca Türkiye ve İran gibi ülkeler de itişip-kakışmaktalar. Şimdilik sessizliğe bürünmüş olsa da Balkanlarda emperyalistler arası çelişkiler, Kafkasya’daki gelişmelere bağlı olarak yeniden gündemleşecektir. Kafkasya’da, örneğin Rusya-Gürcistan savaşında olduğu gibi, esas güçler Rusya ve ABD neredeyse karşı karşıya geleceklerdi. Ortadoğu’nun durumu açık. Bunun ötesinde Latin Amerika ve Afrika’daki gelişmeler Amerikan emperyalizmini köşeye sıkıştırmaktadır. Buralarda ABD, doğrudan ve dolaylı olarak öncelikle Çin ve Rusya ile sonra da AB ile karşı karşıya geliyor.

Emperyalist ülkeler arası ilişkilerin gergin olduğu; dünya hâkimiyeti için rekabetin keskinleştiği günümüz koşullarında, öncelikle bu rekabeti yürüten ülkelerin ekonomik krizden çıkış için ortak karar almaları ve adımlar atmaları düşünülemez.
1929–1932 dünya krizinden sonra dünya ekonomisi ilk defa böylesi ağır bir krize girmiştir; borsalarda buharlaşan sermaye miktarı –son hesaplamalar göre- 50 trilyon dolardır. Sanayi üretimi birçok ülkede yüzde 10’ların altında bir mutlak küçülme içindedir. IMF’nin açıklamasına göre dünya ticareti 80 yıl gerilemiştir. Bu, sermaye ve üretimin uluslararasılaşmasının 80 yıl geriye atılması demektir. Yani sermaye ya yurt dışına çıkmamaktadır ya da “vatanı”na –ulus devletine- geri dönmektedir. Sadece tekelci olmayan sermayeyi değil, doğrudan uluslararası tekelleri vurarak emperyalist merkezlerde başlayan bu kriz koşullarında her bir ülkenin kendi sermayesinin derdinde olacağı açık değil mi?
Şüphesiz ki söz konusu toplantıda birtakım kararlar alınacaktır. Bu kararların bir kısmı “şöyle yapalım-böyle yapalım”ı geçmezken bir kısmında da –satır aralarında da olsa- önde gelen emperyalist ülkeler arasındaki rekabetin ne denli keskin olduğunu göreceğiz.