deneme

26 Kasım 2002 Salı

KİMİN “MALINI” SATIYORLAR?

Yeni hükümet de gözünü özelleştirmeye dikti. Bütçe açığını kapatmak veya başka cari giderlerini karşılamak için özelleştirmeye hız vereceğini açıkladı. Daha önceki hükümetler de benzeri açıklamalar yapmışlardı. Özelleştirme, özelleştirmeye karşı mücadeleyi de gündeme getirdi. Özelleştirme, aynı zamanda, özelleştirilen maddi değerlerin sınıfsal karakterini ve buna bağlı olarak başka kavramları da gündemleştirdi. Örneğin özelleştirme ve ulusal zenginlik arasındaki bağ. Sorun, maddi değerlerin üretimi ve bunun bir sonucu olarak ulusal zenginlik olduğuna göre bu konuda iki farklı sınıfsal yaklaşımın açıklamak gerekir. Kapitalizmde modern sınıfların; burjuvazi ve işçi sınıfının ve siyasi temsilcilerinin bu kavrama yükledikleri anlam farklı. Buna açıklık getirmek için şöyle de sorabiliriz: kapitalizmde sermaye ne derece ulusaldır, ne derece ulusal değildir? Emperyalist sermaye ile işbirliği içinde olan, ona tabi olan işbirlikçi tekelci burjuvazinin sermayesi ne derece ulusaldır? Veya güncel konu olan özelleştirmeyi ele alalım. Burjuvazi, özelleştirme adı altında kimin “malını” satıyor? Özelleştirilen fabrikalar, işletmeler, bankalar, yani kapitalist devletin mülkiyetinde olan bu maddi değerler ne derece ulusaldır?
Bu soruya açıklık getirmeden önce bir açıklama yapalım: Ulus kavramını iki kapsamda ele almak gerekir: Birincisi, geniş anlamda ulus ve ikincisi de dar anlamda ulus: Geniş kapsamlı ulus kavramı içinde sınıf olarak burjuvazi yer alır. Ama onun işbirlikçi kesimi, yani hâkim sınıf konumunda olan, emperyalizmle işbirliği içinde olan kesimi bu kavramın dışındadır. Kozmopolit olan işbirlikçi tekelci burjuvazinin Türk ve Kürt ulusuyla özdeşleşen (dil, isim vs. dışında) hiçbir yanları yoktur. Dar kapsamlı ulus kavramı içinde esas itibariyle işçi sınıfı ve emekçiler yer alırlar. Bu kapsamdaki ulus içinde sınıf olarak burjuvazinin yeri yoktur.
İster geniş, isterse de dar kapsamlı ulus kavramı açısından bakalım, soru şu: Sermaye ne derece ulusaldır ve özelleştirilen maddi değerlerin esas sahibi kimdir? Ulusu, geniş kapsamlı ele alırsak, ulusal zenginlikten bahsedemeyiz, ama dar kapsamlı olarak ele alırsak ulusal zenginlikten bahsedebiliriz anlayışında olanlar olabilir. Bu yanlış bir anlayıştır. Kapitalizmde maddi zenginlikler, değerler, bir bütün olarak üretim araçları, hâkim sınıf olan burjuvazinin elindedir, özel mülkiyettedir. Özel mülkiyeti, işbirlikçi tekelci burjuvazinin mülkiyeti, devlet mülkiyeti, ulusal burjuvazinin mülkiyeti diye ayırsak da sonuç aynı; kapitalizmde sermayenin sınıfsal adı burjuvazidir. Ama buna rağmen bu sınıfın elindeki/mülkiyetindeki sermaye ulusaldır. Hem de yüzde yüz ulusaldır ve hükümet, özelleştirme adı altında yüzde yüz ulusal olan maddi değerleri pazarlıyor.
Burjuvazinin ve devletinin elindeki sermaye neden yüzde yüz ulusaldır? Marksizm bunu şöyle açıklıyor:
Kapitalist üretim, ücretli işe dayanır. Her sermaye yola, belli miktarda para olarak çıkar. Ama para, para olarak, tek başına sermaye değildir. Para, ancak, yabancı işgücünü sömürmek için kullanılmaya başladığında sermaye olur. Demek oluyor ki sermaye sahibi; kişi, şirket veya devlet, kapitalist üretim yapabilmek için üretim araçları, hammaddeler (değişmeyen sermaye) ve değişken sermaye (işgücü) satın almak zorundadır. Diyelim ki bu kişi, şirket veya devlet biçimindeki kapitalistin sermayesi 100 TL olsun. Sermayesinin 70 TL'sini değişmeyen sermaye için harcarken, geriye kalan 30 TL'sini de işgücü satın almak için kullanmış olabileceğini düşünebiliriz. Düşünmeye düşünebiliriz. Ama birazcık yanılmış oluruz.
Çünkü kapitalist, işgücü ücreti olarak işçiye kendi kesesinden hiçbir şey vermez:
"Kapitalist üretim biçiminin hâkim olduğu bütün ülkelerde, sözleşmeyle belirlenen süre içinde işgücü kullanılmadan önce ödeme yapılmaz. Örneğin ödeme, hafta sonunda yapılır. Bundan dolayı, her zaman, işgücünün kullanım değeri, kapitaliste avans olarak verilir. İşçi, henüz karşılığını almadığı işgücünün, satın alıcı tarafından tüketilmesine izin vermekte ve bundan dolayı işçi, her tarafta kapitaliste kredi açmakta. Bu kredinin bir hayal ürünü olmadığı, yalnız kapitalistin iflası üzerine zaman zaman işçinin uğradığı ücret kayıpları ile değil, bir dizi uzun süreli sonuçlarla da görülür." (K. Marks, Kapital, C.I, s. 188, Alm. Not: A. Bilgi, buraya aktardığımız anlayışın ilk cümlesini şöyle çevirmiş:"Kapitalist üretim biçiminin hâkim olduğu her ülkede, …emek-gücü kullanımından önce ödemenin yapılmaması bir gelenektir." Sol Yayınları, 3. Baskı, s. 189. A. Bilgi bu yasayı gelenek haline getiriyor. Yani işçiler, çalışmadan önce de ücretlerini alabilirler, ama bu gelenek olmamış gibi bir havayı çevirisinde uyandırıyor. Marks'ın yasa olarak gördüğünü, A. Bilgi gelenek olarak görüyor ve olan da okura oluyor.)
Demek oluyor ki kapitalist, işçinin ücretini kendi cebinden ödemiyor. Yukarıdaki örneğimizde söz konusu olan 30 TL'yi, işçiye, ücret olarak vermiyor. Olan şu: İşçi, çalışmaya başlıyor, meta üretiyor ve kapitalist, bu metaları satıyor. Sonra da işçiye ücretini veriyor. Bu durumda işçi, kapitalisti finanse ediyor, dolayısıyla da kendi kendini finanse ediyor.
İşgücü için harcama yapmıyorsa, üretim araçları için harcama yapıyor diyebilirsiniz? Yani elindeki 100 TL tutarındaki sermayenin hepsini üretim araçlarına yatırmış diyebilirsiniz. Ama yanılmış olursunuz.
"Ama kapitalist her hangi bir yerde, her hangi bir zamanda başlamak zorundadır. Bundan dolayı, …kapitalistin bir zamanlar, ödenmemiş yabancı işten bağımsız olarak herhangi bir birikimin parasal sahibi olması muhtemeldir ve o bundan dolayı pazarda, işgücü satın alıcısı olarak görülebiliyordu." (K. Marks, Agk., s. 594)
Burada kapitalistin, kapitalist olmaya nasıl başladığını öğreniyoruz. Tabii ki bu, muhtemel bir başlangıç. Her kapitalist, kapitalist olmaya böyle başlar diye bir kural yok. Marks, burada sermayenin menşei hakkında muhtemel dürüstlüğe bir örnek vermiş. Ama bu "dürüst" kapitalistin çalıştırdığı işçiye ücretini nasıl ödediğini yukarıda görmüştük.
"İşgücünün tüketim süreci, aynı zamanda meta ve artı değerin üretim sürecidir" (Marks, Agk., s. 189). Bu süreç ise bir defaya mahsus olan bir hareket/eylem değildir. Kapitalist üretim sürecinde devamlılık esastır ve bu devamlılık, bütün sermayeyi etkileyen olağanüstü değişmeleri beraberinde getirir.
"Eğer, 1000 sterlinlik bir sermaye, yılda 200 sterlinlik bir artı değer yaratır ve bu artı değer her yıl tüketilirse, beş yılın sonunda tüketilen artı değer 5x200 sterline ya da başlangıçta yatırılan 1000 sterline ulaşacaktır. Yok eğer yalnız bir kısmı, diyelim ki yarısı, tüketilecek olursa, 10 yılın sonunda aynı sonuca varılacaktır. Çünkü 10x100=1000 sterlin eder. Genel olarak; yatırılan sermayenin değeri yılda tüketilen artı değere bölünürse, başlangıçta yatırılan sermayenin kapitalist tarafından tamamen tüketilmiş ve bu nedenle de yok olacağı yılların, ya da yeniden üretim dönemlerinin sayısı elde edilir. Kapitalist başkalarının karşılığı ödenmemiş işini, yani artı değeri ürettiğini ve ilk yatırdığı sermayesi ise olduğu gibi tuttuğunu sanır. Ama onun bu düşüncesi gerçekleri değiştirmez. Aradan belli sayıda yıl geçtikten sonra, o zaman sahip olduğu sermaye değeri, o yıllar boyunca elde ettiği artı değer toplamına ve tükettiği toplam değer ise başlangıçtaki sermayesine eşittir. Elinde toplam miktarı değişmeyen bir sermaye bulunduğu ve bunun bir kısmının, yani binaların, makinelerin vb. daha işe giriştiği zaman var oldukları doğrudur. Ama bizi burada ilgilendiren şey maddi öğeler değil, bu sermayenin değeridir. Bir kimse bütün varını yoğunu, bu varlığın değerine eşit bir borca girmekle tüketmiş olsa onun bu varlığının borçlarının toplamından başka bir şeyi temsil etmeyeceği açıktır. Kapitalist için de durum böyledir; ilk yatırdığı sermayenin eşdeğeri miktarında bir değeri tüketmiş olsa o günkü sermayenin değeri, karşılığını ödemeksizin elde ettiği artı değerin toplam miktarından başka bir şeyi temsil etmez. Eski sermayenin tek bir kuruşu bile artık var olmaya devam etmez.
Demek ki, her türlü birikimin dışında, salt üretim sürecinin sürekliliği, başka türlü ifade edilirse, basit yeniden üretim, eninde sonunda ve zorunlu olarak her sermayeyi, birikmiş sermayeye ya da sermayeleşmiş artı değere dönüştürür. Bu sermaye, başlangıçta onu kullanan kimsenin kişisel işi ile elde edilmiş bile olsa, er geç eşdeğeri verilmeksizin elde edilmiş bir değer, başkalarının parada ya da başka bir metada maddeleşen karşılığı ödenmemiş emeği halini alır"(Marks, Agk., s. 594-595).
Burada söz konusu olan kapitalistin yerine Koç’u, Sabancı'yı veya devleti koyalım. 1000 sterlin yerine de 1000 TL diyelim ve Koç veya devlet, bu miktarla (aynen ‘30’lu yıllarda olduğu gibi) üretime başlamış olsun. Bu durumda Koç veya devlet, sermayesinin ancak bir kısmını kişisel veya kamusal tüketmek ve geriye kalan kısmını yeniden yatırıma dönüştürmek koşuluyla –ki bu kapitalist üretimin 'olmazsa olmaz' koşuludur– bir kaç sene içinde kendine ait olan başlangıç sermayesini tüketmiş olacaktır. Koç veya devlet, 1000 TL ile işe başlamışsa ve bu sermaye ile yılda 200 TL tutarında bir artı değer elde ediyorsa ve diyelim ki, bunun 100 TL'sini kişisel veya kamusal olarak tüketiyorsa, geriye kalanını yeniden yatırımda kullanıyorsa, 10 sene sonra o, başlangıçtaki sermayesini, yani 1000 TL'yi tamamen tüketmiş olacak ve elinde var olan bütün zenginlikler, sermaye; makineler, fabrika binalar vb. yabancı işgücünün sömürülmesiyle elde edilmiş olacaktır. Burada, Marks'ın dediği gibi, Koç'un veya devletin "eski sermayesinden bir atomluk değer" dahi yoktur. Bütün değer, başkasına aittir. Bütün değer, onu üretene aittir. O halde zenginliğin kaynağı ne kapitalisttir, ne devlettir ve ne de başlangıç sermayesidir. Zenginliğin kaynağı, üretimde çalışan işçidir.
Ama Koç veya devlet, 10 işçi ile işe başladıysa bugün binlerce işçiyi çalıştırıyor, onların ücretini kendi sermayesinden ödemiyor mu diye düşünebilirsiniz. Ama yanlış düşünmüş olursunuz. Koç veya devlet, 100 bin işçi de çalıştırsa, ücret olarak onların hiçbirisine kendi cebinden beş para ödemiyor.
"Artı değer, kapitalistin malıdır; zaten hiçbir zaman bir başkasına ait olmamıştır. Şayet bunu, üretim amacıyla yatıracak olursa, bu yatırım, tıpkı pazara ilk gittiği gün olduğu gibi onun kendi fonundan yapılmış olur. Bu defa bu fonun, çalıştırdığı işçilerin, karşılığı ödenmemiş işinden toplanmış olması hiçbir şey değiştirmez. İşçi B'nin ücreti, eğer işçi A'nın ürettiği artı değerden ödenmişse, önce A, bu artı değeri, kendine ait metanın tam fiyatından tek bir kuruş kesilmeksizin sağlamıştır. Sonra bu alışveriş B'yi hiç mi hiç ilgilendirmez. B'nin isteyeceği ve istemeye hakkı olduğu şey, kapitalistin, işgücünün değerini kendisine ödemesidir“ (K. Marks, Agk., s. 612)
Örneğimiz üzerinden devam edelim: Koç veya devlet, üretime, örneğin 10 işçi ile başlamış olsun. O, bu 10 işçinin ücretini, bu 10 işçiyi belli bir süre, diyelim ki bir hafta, çalıştırdıktan sonra haftalık olarak veriyordu. Şimdi ise çalıştırdığı binlerce işçi, Koç veya devlet adına birbirlerinin ücretlerini finanse ediyorlar. Ali'nin ücreti, Veli'nin daha önce ürettiği artı değerden, Veli'nin ücreti de Ali'nin daha önce ürettiği artı değerden vb. kaynaklanıyor.
O halde Koç veya herhangi bir kapitalist veya devlet, kendi sermayesini değil, başkalarının, işçilerin ürettikleri artı değeri kullanıyor.
"Kaynağı ne olursa olsun, basit yeniden üretimde bile bütün sermayenin, birikmiş sermayeye, sermayeleşmiş artı değere dönüştüğünü… görmüştük. Doğrudan doğruya birikmiş sermaye ile yani ister biriktirenin, ister başkalarının elinde çalıştırılan, sermayeleşen artı değer ya da artı ürün ile karşılaştırıldığında, başlangıçta yatırılan bütün sermaye, bu üretim seli içinde, gittikçe yok olan bir miktar… haline gelir. İşte bu nedenle, politik ekonomi sermayeyi 'artı değer üretiminde tekrar kullanılan biriktirilmiş zenginlik' (dönüştürülmüş artı değer ya da gelir) olarak, kapitalisti ise 'artı değerin sahibi' diye tanımlar. Bu tanım, bütün mevcut sermaye, biriktirilmiş ya da sermayeleşmiş faizdir sözünün başka türlü ifade edilmiş şeklidir" (K. Marks, Agk., s. 613-614)
Demek oluyor ki, üretim süreci nasıl başlarsa başlasın, sermayenin menşei ne olursa olsun, belli bir zaman sonra bu sermaye, başlangıçtaki sermaye olmaktan çıkıyor. Başlangıçta yatırılan sermaye, işçinin sömürülmesiyle elde edilen sermayeye, "birikmiş sermaye veya sermayeleşmiş artı değer"e oranla giderek azalıyor. İşte bu "sermayeleşmiş artı değer", her bir kapitalistin (kişi, şirket, devlet olarak) sermayesinin esasını oluşturmaktadır. Dolayısıyla o, aslında, onu üreten sınıfındır. Yani işçi sınıfının.
"Ama başlangıçta yalnızca hareket noktası olan bu şey, salt sürecin sürekliliği… ile kapitalist üretimin durmadan yenilenen ve yenilenen, kendine özgü bir sonucu halini alıyor. Üretim süreci bir yandan ardı arkası kesilmeden maddi zenginliği sermayeye, kapitalist için daha fazla zenginlik ve zevk yaratma aracına çeviriyor. Öte yandan işçi, üretim sürecine bir zenginlik kaynağı olarak girdiği halde, süreci kendisinin de zenginliğinin kaynağı olabilecek bütün araçlardan yoksun olarak terk ediyor. …üretim süreci, aynı zamanda, kapitalistin, işgücünü tükettiği bir süreç olduğu için, işçinin ürünü sürekli olarak yalnız metalara değil, sermayeye, değer yaratıcı gücü emen değere, işçiyi satın alan geçim araçlarına, üreticilere komuta eden üretim araçlarına da dönüşür. İşçi bu nedenle, durup dinlenmeden, sermaye biçiminde, kendisine egemen olan ve onu sömüren yabancı bir güç biçiminde, maddi nesnel zenginlik yaratır…"(Marks, Agk., s. 595-596) ve
"Kapitalist üretim, toplumsal üretim sürecinin tekniği ve kombinasyonlarını… aynı zamanda, bütün zenginliğin kaynağını –toprak ve işçi– kurutarak geliştirir" (Marks, Agk., s. 529-530).
İşçinin sürekli, nesnel zenginlik olarak sermaye üretmesi ve kapitalistin de işçide var olan öznel zenginlik kaynağı olarak işgücünü üretmesi, kapitalist üretimin olmazsa olmaz koşuludur (Marks).
Yukarıda, kapitalist üretim sürecinde başlangıçta kapitaliste ait olan sermayenin, artı değerin artmasına oranla nasıl azaldığını veya kapitalistin kendi sermayesini –örneğimizde olduğu gibi– 10 senede hangi nedenden dolayı tüketmiş olduğunu Marks vasıtasıyla gösterdik. Bu durumda ister geniş kapsamlı ulus kavramı dışında kalan kozmopolit burjuvazisinin (Türkiye somutunda da işbirlikçi tekelci burjuvazi) isterse de kapsamdaki ulus kavramı içinde yer alan ulusal burjuvazinin elinde/mülkiyetinde olsun sermaye, onu üretenin kaynağı açısından işçi sınıfınındır ve bu anlamda da ulusal zenginliğin doğrudan bir ifadesidir ve hükümet, özelleştirme adı altında bu ulusal zenginliğin tekellere peşkeş çekmektedir.
Burjuva hukuk anlayışı bu konuda çifte standartlıdır. Bir taraftan her şeyi ulusal varlık/zenginlik olarak görür, ama diğer taraftan da mülkiyet anlayışından dolayı bu zenginliklerin önemli bir kısmını kişinin özel mülkiyeti alarak değerlendirerek "adalet"ini bu mülkiyet temelinde yükseltir. Böylelikle işçi sınıfı, kendi ürettiği zenginliğe hukuksal olarak da sahip çıkamaz.
Bu zenginliğin nasıl üretildiğini ve sahibini biliyoruz. Bu işçi sınıfıdır. O halde işçi sınıfı, bütün ulusal zenginliği üretiyor ve onun esas sahibidir. Demek oluyor ki, Türkiye'de faal olan yerli ve yabancı sermaye, burjuva hukuk bazında emperyalistlerin ve işbirlikçi tekelci burjuvazinindir. Ama onun esas sahibi işçi sınıfıdır.
Ayrıca soruna böyle bakmıyorsak, özelleştirme konusunda şunu demeliyiz. Devletin mülkiyetinde olan zenginliğin (fabrikalar, işletmeler, toprak, bankalar vs.) şu veya bu tekele satılması, peşkeş çekilmesi bizi ilgilendirmiyor. Bunu diyemeyiz. Aksi taktirde, ülkenin talan edilmesine seyirci kalmış oluruz. Seyirci kalamadığımız, talan edilmesine kayıtsız olmadığımızın şey, maddi değerlerdir, işçi sınıfının ürettiği artı değerin sermaye (fabrika, makine vs.) biçimidir.
İşçi sınıfı, hem geniş, hem de dar kapsamlı ulus kavramının en önemli bileşenidir. Bu sınıfın ulusallığından (buradaki ulusallığın herhangi bir ulusla; Türk ulusu, Kürt ulusu veya Alman ulusu kavramıyla bir ilgisi yoktur) şüphemiz yoksa onun ürettiği artı değerin, zenginliklerin ulusallığından da şüphemiz olamaz. Özelleştirmeye karşı mücadelede sorunun bu yönü açılmalıdır.

13 Kasım 2002 Çarşamba

SAVAŞ ÜZERİNE (V)

SAVAŞ KARŞITI MÜCADELENİN İÇERİĞİ VE ÖRGÜTLENMESİ SORUNLARI

Amerikan emperyalizminin Irak’a saldırı olasılığı, yeni bir kitle hareketinin gelişmesine neden olmuştur. Geçen yüzyılın ‘80’li yıllarının silahsızlanma ve barış hareketinin yerini, aynı yüzyılın ‘90’lı yıllarının başından itibaren gelişen ve bugünlerde doruk noktasına ulaşmış olan “antiküresel hareket” aldı. Şimdi, 1990’lı yıllardaki Balkan Savaşlarına karşı protestolarla gündeme gelen ve Irak’a karşı emperyalist savaşı protesto ile şekillenen yeni bir kitle hareketiyle karşı karşıyayız. Şüphesiz ki bu hareketi, sınıfsal bileşenleri ve siyasal yönelimleri; bir bütün olarak amaçları bakımından “antiküresel hareket”ten tamamen farklı olarak göremeyiz. Yakın geçmişte kendisini, IMF, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü’nün oluşturduğu “üçlü kutsal ittifak”a karşı mücadele ile ifade eden ve bileşenlerinin büyük çoğunluğunun emperyalizme karşı mücadeleyi, bu “üçlü kutsal ittifak”a karşı mücadele ile sınırlayan ve daha ziyade antiamerikancı olan “antiküresel hareket” içinde yer alan akımlar, bugün bu hareketi, somut savaş olasılığından dolayı savaş karşıtı hareket olarak devam ettiriyorlar.

Amerikan emperyalizminin Irak’a karşı olası savaşı vesilesiyle oluşan ve özellikle ABD ve İngiltere’de görüldüğü gibi yüz binleri harekete geçiren savaş karşıtı hareketin, devrimci ve komünist güçlerin yönlendirici müdahalesi olmazsa, hangi yöne doğru gelişeceğini tahmin etmek kehanet olmaz. “Antiküresel hareket”in bugünkü durumu, savaş karşıtı hareketin geleceğini göstermektedir. Bu nedenle devrimci ve komünist güçlerin görevi, daha başından bu hareketi içeriklendirmek ve örgütsel bir yapıya kavuşturmak için mücadele etmek olmalıdır.

Nasıl ki “antiküresel hareket”te, antiküreselliği veya antiemperyalistliği, neredeyse salt antiamerikancılıkla ve antitekelcilikle sınırlandırma eğilimi belirleyici olmuşsa, savaş karşıtı harekette de genel olarak savaşa karşı olmak ve Amerikan emperyalizminin savaşına karşı olmak gibi eğilimlerin hâkim olma olasılığı oldukça güçlüdür.

“Antiküresel hareket”e bütün yönleriyle antiemperyalist öğe yüklemekten özellikle kaçınanlar ve kapitalizmi, birtakım hayallerden öteye gitmeyen “talepler”le reforme edeceğine inanan güçler, savaş karşıtlığını, genel olarak savaş karşıtlığı ve barışı da, savaşın olmadığı mevcut kapitalist düzen olarak algılayan ve bu doğrultuda mücadele eden güçlerdir. Burada, savaş karşıtı hareketi, genel olarak savaş karşıtı hareket olarak algılayanlarla, savaş karşıtı hareketi her türlü haksız savaşlara karşı, ama haklı savaşların yanında olan bir hareket olarak algılayanlar arasında ideolojik farklılık söz konusudur. Burada soruna yaklaşımda, görünümü nasıl olursa olsun reformizmle Marksizm-Leninizm arasında bir çatışma söz konusudur.

Savaş karşıtı hareketin, genel olarak savaşa karşı bir hareket olarak şekillenmemesi için komünist ve devrimci güçler, bu hareketi antimilitarist bir hareket olarak algılamak ve ona göre hareket etmek zorundadırlar.
Antimilitarizm, devrimci işçi hareketinin emperyalizme ve emperyalist savaşlara, haksız savaşlara karşı ve özgürlük ve sosyalizm için mücadelesinin esasını oluşturur. Yani antimilitarizm, genel olarak savaşa değil, haksiz savaşlara, emperyalist savaşlara ve dolayısıyla emperyalizme karşı duruşun ifadesidir. Bunun ötesinde antimilitarizm, özgürlük için (antiemperyalist, antifaşist) ve sosyalizm için (antikapitalist) mücadele demektir.
K. Liebknecht’in dediği gibi militarizm, “kapitalizmin barışı ihlal eden eğilimlerinin” toplamı ve içeriğidir. Militarizm, demokrasi karşıtlığıdır, hümanizm karşıtlığıdır ve savaş tehlikesini sürekli gündemleştirir.
Antimilitarizm;
a)daimi orduya,
b)halkların birbirlerine karşı kışkırtılmasına (şovenizme),
c)üretici güçlerin silah üretimiyle israf edilmesine,
d)emperyalist, haksız savaşlara,
e)kapitalist/emperyalist ülkeler arasındaki askeri ittifaklara (örneğin NATO) karşıdır.
Antimilitarizm;
a)kamu yaşamının militarizmden arındırılması,
b)silahsızlanma,
c)özgürlük ve demokrasi ve
d)nihai olarak militarizmi ortadan kaldırmak için emperyalizmi ortadan kaldırma mücadelesi demektir.
Bunu gerçekleştirmenin yegâne yolu, belirttiğimiz gibi, emperyalizme karşı mücadeledir; militarizmi ve emperyalizmi ortadan kaldırmak ancak ve ancak antiemperyalist demokratik ve sosyalist devrimlerle mümkün olabilir.
Demek oluyor ki militarizme karşı mücadele, gerçek antiemperyalist, antifaşist ve antikapitalist mücadeleleri; devrimleri ifade eden bir mücadeledir.

Gelişen savaş karşıtı hareketi, militarizm karşıtı harekete dönüştürmek için komünist ve devrimci güçlerin bu hareket içinde etkin bir şekilde yer almaları gerekmektedir.
Bu nedenle, antiküresel ve şimdi de savaş karşıtı hareketin bileşenleri, birbirlerine siyasal ve ideolojik yakınlık nedeniyle nasıl ki koordineli hareket ediyorlarsa, devrimci ve komünist güçler de bu hareket içinde güçlerini koordine etmek zorundadırlar. Bu kendiliğindenci harekete, sınıf bilinçli karakter vermek zorundayız.

Bu harekete koordineli katılmak, ona sınıf bilinçli karakter vermek ve yönlendirici gücü olmak için, hareketin gelişmesine yön verecek bir platformun oluşturulması gerekir. Böyle bir platform çabası, uluslararasında tek tek devrimci ve komünist oluşumların bir araya gelmesini sağlayabileceği gibi, mevcut “enternasyonal” karakterli gruplaşmaları da bir araya getirebilir. Böyle bir platformu oluşturma çabası, bölgesel antiemperyalist güçlerin ortak hareket etmelerinin yolunu açan bir vesile de olabilir.

Her halükarda Marksist Leninist Komünistler, gelişen savaş karşıtı bu harekete anti militarist karakter verme, bu hareket içinde devrimci; antiemperyalist, antifaşist ve komünist güçleri uluslararası bir antiemperyalist oluşumda bir araya getirme ve aynı zamanda bölgesel (örneğin, emperyalistler arası çelişkilerin en çok keskinleştiği ve ülkemizi doğrudan ilgilendiren Balkanlarda, Kafkasya’da ve Ortadoğu’da) antiemperyalist ve komünist güçlerin cephe oluşturmaları için mücadele göreviyle karşı karşıyadırlar. Amerikan emperyalizminin Irak’a saldırısı ve bu ülkeyi işgali durumunda alevlenecek antiemperyalist mücadelede güçlü olmanın, emperyalizmi bölgemizde kovmanın ve işbirlikçi düzenleri yıkmanın yolu, bölgemizin devrimci ve komünist güçlerinin ortak hareket etmesinden geçer.

5 Kasım 2002 Salı

SAVAŞ ÜZERİNE(IV)

SAVAŞTA MORAL FAKTÖRÜ

Savaşta moral faktörü veya moral güçleri, toplum düzeninin karakterine, geniş emekçi yığınlarının mevcut düzene bakışına, devletin politikasına, hâkim ideolojinin sınıfsal karakterine ve nihayetinde işçi sınıfı ve emekçi yığınların; bir bütün olarak halkın siyasi bilinçlilik derecesine bağlıdır.

Ordunun moral durumu, genelkurmayının ve hâkim sınıfların her zaman göz önünde tutukları bir faktördür. Sürekli etkileyici olan ordunun moral durumu kendini, subayların ve askerlerin bilinç derecesinde, zafere inançlarında, yurtsever duyguların ifade ediliş derecesinde, silahlı güçlere ve ülke yönetimine inançlarında, düşmanı yenme ve zaferi elde etmedeki kararlılıkta açığa vurur. Moral faktörüne önem vermeyen bir ordu ve ülke yönetimi düşünülemez. Tabii her bir hâkim sınıf moral faktörünü kendi çıkarları açısından değerlendirir ve kullanır. Moral faktörü, sınıfsal karakterli faktördür ve her hâkim sınıf ve orduları, bu faktörü savaşta bir birbirlerine karşı kullanırlar.

Moral faktörünün kendine özgüllüğünün, savaşın seyri üzerindeki etkisinin ve kaynaklarının açıklığa kavuşturulması, halk yığınlarının savaştaki rolünün doğru kavranmasıyla ve savaşın sınıfsal karakteriyle sıkı bağ içindedir.

Sömürüye dayanan toplum düzenlerinde hâkim sınıflar, tarihin gelişmesinde halk yığınlarının rolünü sürekli küçük görürler, önemsizleştirirler. Onların bu anlayışı, kaçınılmaz olarak askeri düşünce tarzına da yansır.

Çağımızda savaş tekniğinin devasa gelişmesi, burjuvazinin askeri ideologlarının bir dizi teoriler geliştirmelerine neden olmuştur. Bu teorilerin özü, teknolojinin abartılması ve savaşta insan faktörünün rolünün önemsizleştirilmesidir. Bu teorilere göre savaşta belirleyici olan, tekniktir, insan faktörünün rolü önemli değildir.

II. Dünya Savaşı öncesini düşünelim. Hemen bütün emperyalist ülkelerde askeri teorisyenler ve yazarlar, insan gücüne dayanan ordu anlayışının tarihe karıştığı, bunun yerini modern silah teknolojisiyle donatılmış, az insandan oluşan ordu anlayışının alması gerektiği üzerine bolca görüş açıklamışlardır.

Aynı anlayışı Amerikan askeri teorisyenlerinin atom bombasını savaşın kazanılmasında belirleyici faktör olarak değerlendirmelerinde de görüyoruz. Bugün de aynı veya benzeri teoriler yeniden ısıtılıyor. Burjuvazi, halk yığınlarından korkusundan dolayı savaşını, mümkün olduğunca az asker kullanma yöntemiyle kazanmaya çalışıyor. Burjuvazi, talancı, katliamcı savaş planlarını teknolojiye dayanarak gerçekleştireceğini sanıyor. Şüphesiz ki bir ordu, modern teknolojiyle donatılmamışsa, modern silahları yoksa savaşını kolay kolay kazanamaz. Ama bundan, teknik her şeydir sonucu çıkartılmamalıdır. Teknik, önemli bir faktördür, ama hiçbir zaman belirleyici faktör olamaz. Engels’in dediği gibi, muharebeyi silah değil, insan kazanır.

Tarih, savaşın, halk yığınlarına sadece yoksulluk, korku ve zulüm vermediğini, aynı zamanda onlarda siyasi bilinci uyandırdığını, saldırganlara, talancılara karşı mücadele isteğini geliştirdiğini de göstermiştir. Bunun böyle olduğunu I. ve II. Dünya Savaşlarında, Ekim Devriminde, bütün ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelelerinde görmekteyiz. Burjuvazi, savaşın bu yönünü de görüyor ve ordu ve savaş doktrinini geliştirirken bunu hesaba katıyor. Ama her seferinde de yanılıyor. Yanılıyor çünkü en modern teknik dahi, moral açıdan bitmiş insanlar, yani burjuva ordu kurmayları tarafından yönlendirilen savaşta hiçbir işe yaramıyor. Kahraman Vietnam halkının, modern Amerikan ordusu karşısında kazandığı zafer, bunun böyle olduğunu yeteri kadar açıklıyor.

Tarih, savaşta insanın öneminin, orduda moral öneminin azalmadığını, teknolojinin belirleyici yegâne faktör olmadığını göstermektedir.

Moral üstünlüğünün ve moral yoksunluğunun kaynağı sınıfsal karakterlidir, savaşın haklı, yoksa haksız savaş mı olduğuna bağlıdır. Niçin savaşıldığı, moral üstünlüğünün ve moral yoksunluğunun esas kaynağıdır.

Emperyalist burjuvazinin askeri uzmanları, yüksek moral özelliği olmayan orduların savaşta başarılı olamayacaklarını sık sık işlerler. Onların unuttukları temel nokta şu: Burjuvazinin ordusu, mevcut düzeni korumakla görevlidir. Emperyalist ordular, başka ülkeleri talan etmek, fethetmek için, ulusal ve sosyal kurtuluşu için mücadele edenlerin bu mücadelesini ezmek için, dünyanın emperyalist ülkeler tarafından yeniden paylaşımını gerçekleştirmek için kurulmuşlardır. Böylesi orduların morali olamaz. Bundan dolayıdır ki burjuvazinin ideologları, her araç ve yöntemi kullanarak askerlerini aldatmaya, ölüm makinesi olarak kullanmaya özel önem gösterirler. Burjuvazi, etiği, demokrasiyi, özgürlüğü, insan haklarını teorileştirerek, yücelterek askerlerini atlatmaya, ölüm makinesi yapmaya çalışır. Bugün Afganistan’da gördüğümüz ve Irak’a saldırı hazırlıklarının da gösterdiği gibi, emperyalist ordular, dolayısıyla askerler, insanları ”kötü”nün pençesinden kurtarmak için savaşıyorlar!

Burjuvazi bu demagojisinde de hiçbir zaman başarılı olamadı, olamaz da. Bu nedenle başka “moral” özellikler ön plana çıkartılıyor. Tarihi deneyler, haksız savaşlarda askerler arasında hırsın, açgözlülüğün, çapulculuğun, hayvani duyguların bilinçli bir biçimde “moral” olarak yaygınlaştırıldığını ve askerlerin beynine işlendiğini göstermektedir. Emperyalist saldırganlar, böylesi “moral” özelliklerle ordularını savaşa sürüyorlar.

İşgal edilen ülkelerde çapulculuk, talan, zora başvurma, tecavüz, katliam, burjuva emperyalist orduların geleneğinde vardır. F. Engels, Britanya ordusunu karakterize ederken, bu ordunun “dünyadaki en canavarca ordu olduğunu”, bu ordunun “talan, zora başvurma, katliam” anlamına geldiğini ve bütün bunların bu ordu açısından “çoktandır doğal bir imtiyaz, yasal bir hak anlamına geldiğini” tespit eder (New York Daily Tribune, 25.5.1858).

Diğer burjuva, emperyalist ülke ordularının da Britanya ordusundan aşağı kalır yanı yoktur. Emperyalist çıkarlarını savunmak, başka ülkeleri fethetmek ve katliamlar gerçekleştirmek için emperyalist propagandacılar, akla, bilince hitap etmekten kaçınırlar, bunun yerine askerlerde hayvani içgüdüleri geliştirmeyi esas alırlar.

Burjuvazi, haksiz savaşlara, talan ve fetih savaşlarına katılmaları için geniş yığınları yönlendirmeye çalışır. Son savaş karşıtı hareketin de gösterdiği gibi, burjuvazi bu çabasında da başarılı olamaz. Şüphesiz ki emperyalist burjuvazi, emekçi yığınların bir kısmını demagojiyle kendisi için kazanabilir. Ama bu durum geçicidir. Demagojiyle kazanılan “moral”in de ömrü uzun olmaz. Çünkü emperyalist burjuvazi, savaşının gerçek nedenini eylemiyle açıklamak zorunda kalır.
Emperyalist ülke orduları, talan ordularıdır, işgal ordularıdır, sömürgeci ordulardır. Bu ordularda davaya inanç yoktur, olamaz da. Bu nedenle de güçlüklerin üstesinden gelme yetenekleri yoktur.

Savaşta moral güçlerinin üstünlüğü, ancak ve ancak haklı amaçlar için savaşan ordularda; güçlerde vardır. Haklı savaş, baskıya, sömürüye, işgale karşı mücadeleye milyonlarca insanın katılmasını sağlar, onlarda dayanışma ve coşkuyu, siyasi bilinçlenmeyi geliştirir. Örneğin ulusal kurutuluş savaşı, sosyal kurutuluş savaşı, işçi sınıfı ve geniş emekçi yığınların; bir bütün olarak ülkenin bütün rezervlerinin harekete geçirilmesini ve bunların devasa maddi güce dönüşmesini ve zaferin elde edilmesini sağlayan moral faktörlerin bütününü kapsar. Tarih, haklı savaşın, haklı davanın yüce amaçlarıyla coşan orduların kendilerinden teknik olarak üstün olan orduları yendiğini göstermiştir. Çin halkının, Vietnam halkının Amerikan emperyalizmine karşı mücadelesi buna bir örnektir. Yıllarca savaştırılan, yorgun düşen, savaştan kaçan Anadolu insanının işgale karşı direnişi ve aynı zamanda Kürt halkının sömürgeciliği karşı direnişi de birer örnektir. Kahramanlıklar yaratan Kızıl Ordu’nun moral üstünlüğü, haklı davasında aranmalıdır.

Amerikan ve İngiliz orduları, Afganistan’ı bombaladılar. Muhtemelen Irak’ı da yeniden bombalayacaklar ve işgal edecekler. Ama bu geçici bir durumun ifadesi olacaktır. Geniş yığınlar, er veya geç, işgale karşı örgütlü direneceklerdir, bütün moral rezervlerini seferber edeceklerdir. Kahramanlıklar yaratan Filistin halkının direnişinde, davasında haklı olmasına inancının, moral gücünün etkisi inkâr edilebilir mi? İşgalcilere ve sömürgecilere, işgal edilen ülkelerin mezar edilmesinde, halkın bütün rezervlerinin harekete geçirilmesi anlamına gelen moral gücün etkisi göz ardı edilebilir mi? Silahlı Vietnam halkının modern silahlarla donatılmış Amerikan işgalcilerini kovalamasında, işgalcilerin son uçağa binmek için birbirlerini çiğnemesinde moral gücün etkisi göz ardı edilebilir mi?

Moral gücün kaynağı davada haklılıktır. Davada haklılık, sömürüye, baskıya, işgale, sömürgeciliğe karşı mücadeledir. Bu nedenle halk yığınlarının savaşa karşı alacağı tavır, savaşın seyrine etkide bulunan moral de dâhil bütün faktörler için belirleyici önemi haizdir.

Burjuva ideologlar, bütün olanaklarını kullanarak burjuva ordunun tarafsız olduğunu, sınıflar üstü olduğunu, sadece ulusal çıkarları koruduğunu anlatmaya çalışırlar. Tabii bunun gerçekle uzaktan yakından bir ilişkisi yoktur. Bugün dünyanın hemen her tarafında savaşan Amerikan ordularının ve başka burjuva orduların, devrimci gelişmeleri boğmak, emperyalizme direnenleri susturmak; ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelelerini bastırmak, tekelci sermayenin çıkarlarını korumak için birer araç oldukları artık gizlenmiyor bile. Sadece demagojinin adı değişti: emperyalist burjuvazi, ordularını artık “uluslararası terörizme karşı savaş”a sürüyor. Bu vesileyle ülkeler işgal ediyor, yeni silahlar deniyor, katliamlar gerçekleştiriyor.