deneme

24 Şubat 2002 Pazar

ŞER YUVASI ABD’DİR

“Terörizme” karşı mücadele adı altında çıkarlarına ters düşen örgüt ve devletlere karşı “haçlı seferi”ne çıkan Amerikan emperyalizmi, Afganistan’dan sonra saldırabileceği ülkeleri “şer ekseni” tanımlamasıyla yeniden hedef tahtasına koydu. Amerikan emperyalizminin bugünkü uluslararası konjonktürde İran ve Kuzey Kore’ye saldırması söz konusu değil. Ama Irak’a her an saldırabilir. Afganistan’dan sonra sıranın Irak’a geldiği doğrultusunda haber ve yorumlar aylardan beri sürdürülüyor. Hatta Irak’ın nasıl işgal edileceği ve S. Hüseyin rejiminin nasıl yıkılacağı üzerine senaryolar üretiliyor.
Gerekirse ABD, tek başına Irak’a saldırır denmesi, Amerikan emperyalizminin “Irak’ta terörizme” karşı mücadelesinin zor olacağına bir işarettir. Körfez Savaşında ve Afganistan’a saldırıda geniş bir emperyalist koalisyonu peşinde sürükleyen, en azından önde gelen rakiplerinin onayını alan ABD, bu sefer yalnız kalacağını hesaba katıyor.
Irak’a saldırı, yeni Balkan Savaşlarının ve Afganistan Savaşının bir devamı olacaktır. Bugün açısından emperyalistler arası çelişkilerin en çok keskinleştiği bu bölgelerde savaşın nedeni, belli emperyalist güçlerin hegemonya çabasında, çıkar çatışmasında aranmalıdır.
Balkanlar ve Afganistan, Amerikan emperyalizmi önderliğinde “barış”a kavuşturuldu. Şimdi sıra Irak’a geldi. Ama Irak’ta emperyalist ülkeler arasındaki çıkar çatışması, Saddam rejimini devirmek için gerekli ittifaktan daha güçlü.
Irak, dünya petrol rezerv ve üretiminin önemli bir kısmına sahip. Dünyanın en büyük enerji(petrol) yatağı, Basra Körfezinde bulunuyor. Bölgeyi ve dolayısıyla Irak’ı önemli kılan bu.
Körfez Savaşından sonra konan ambargo ile Irak petrol üretimi sınırlandırıldı. Bu arada Irak, Rus, Çin, Japon, Fransız petrol şirketleriyle anlaşmalar yaptı. Ancak, ambargo devam ettiği müddetçe bu anlaşmalar geçerli olmuyor. Bu durumda ABD ve İngiltere, ambargonun mutlaka devamını istiyorlar. Ama ambargonun kaldırılmasını isteyenler de giderek seslerini yükseltiyorlar. Bu durumda Irak petrollerini rakiplerine kaptırmak istemeyen ABD, yeni bir durum oluşturmak ve ülkenin petrollerini ele geçirmek için, “terörizme karşı savaş” bahanesiyle Irak’a saldırmaktan başka çıkar yol görmüyor.
Irak’ta oyun oldukça açık oynanıyor:
-ABD, Saddam rejimini devirmek istiyor, çünkü bu rejim, Amerikan tekellerinin, bir bütün olarak Amerikan emperyalizminin çıkarlarına hizmet etmiyor.
-Rusya, Çin, Japonya ve bir bütün olarak AB, Irak’a saldırılmasına karşı çıkıyorlar, çünkü Saddam rejiminin yıkılması durumunda yapmış oldukları petrol anlaşmaları geçersiz olacaktır.
-ABD ve İngiltere, Irak’a uygulanan ambargonun devamından yanalar. Çünkü böylece Irak’ın diğer emperyalist ülkelerle yapmış olduğu petrol anlaşmaları kâğıt üzerinde kalacak.
-Rusya, Çin, Japonya ve AB, Irak’a uygulanan ambargonun kaldırılmasını talep ediyorlar. Çünkü böylece yapmış oldukları petrol anlaşmaları yürürlüğe girecek.
Amerikan emperyalizmi, durumu kendi lehine değiştirmek için saldıracaktır. Irak’ta, öncelikle Amerikan çıkarlarına hizmet eden yeni bir rejim kurmaya çalışacaktır. Amaç bu ve şerlik de bu.

17 Şubat 2002 Pazar

S. P. HUNTİNGTON VE JEOPOLİTİKA


 
İstanbul’da gerçekleştirilen “AB-İKÖ Ortak Forumu”nda, “21. Yüzyılın bu ilk büyük toplantısı”nda “medeniyetler”in bir araya gelmesi söz konusu olduğu için Samuel P. Huntington’a da atıfta bulunuldu. Forumun, S.P. Huntington’un iddiasının aksine medeniyetlerin çatışmadığının, tersine birbirini anlamaya ve sorunlarını diyalog yoluyla çözmeye çaba harcadığının bir ifadesi olduğu vurgulandı.


Huntington kim ve görüşünün kıymeti harbisi ne?
Bu şahıs Amerikalı bir siyaset bilimcisi. Harvard Üniversitesi’nde Stratejik Araştırmalar John-M.-Olin-Enstitüsü yöneticisi. Aynı zamanda ABD Dışişleri Bakanlığı danışmanı. Çoğu yazısında 21. yüzyıl dünya politikası sorunlarını, 21. yüzyılın nasıl şekillendirileceğini ele alan Huntington, Amerikan emperyalizminin stratejik sorunlarına, jeopolitik arayışlarına kafa yoran, bunun için görevlendirilmiş bir ideologdur, bir Amerikan jeopolitikacısıdır. Aynen Z. Brzezinski gibi bu şahıs da jeopolitikanın temel sorunlarını analiz etmekte ve Amerikan emperyalizmine yol göstermektedir.


Z. Brzezinski’nin “Yegane Dünya Gücü, Amerika’nın Hakimiyet Stratejisi” kitabında ele aldığı temel konular, S. P. Huntington’un “Medeniyetler Mücadelesi” veya “Kültürlerin Mücadelesi, 21. Yüzyılda Dünya Politikasının Yeniden Şekillendirilmesi” kitabında ele alınıyor. Tabii ki, tıpatıp aynılık yok. Brzezinski, sorunu doğrudan siyasi-ekonomik açıdan ele alırken, Huntington, aynı sorunu kültürlerin/medeniyetlerin sorunu olarak ele alıyor.


Huntington, adı geçen kitabında şöyle diyor:
Soğuk savaştan sonra bütün dünyada halklar arasındaki en önemli farklılıklar artık ideolojik, siyasi ve ekonomik cinsten değildir... En önemli devlet grupları, artık, soğuk savaş döneminin üç bloğu değil, bilakis dünyanın yedi veya sekiz büyük kültürüdür” (Syf., 21).
Soğuk savaştan sonraki dünya, yedi veya sekiz büyük kültür çevresinin veya ‘medeniyetler’in bir dünyasıdır” (s. 28). 
 
Şimdiki durumda Batı, yoğun olarak hakimdir ve 21. Yüzyılın (önemli bir bölümünde de) güç ve nüfuz bakımından numara bir olarak kalacaktır. Ama kültürler arasındaki güç dengesi bugün tedricen, önü alınamaz bir şekilde ve kökten değişmektedir” (Syf., 119).


Kültürlerin mücadelesinde Avrupa ve Amerika birleşik yürümek zorundalar veya ayrı ayrı yenileceklerdir. O büyük mücadelede, medeniyet ve barbarlık arasındaki küresel ‘esas’ mücadelede din, sanat ve edebiyat, felsefe, bilim ve teknik, ahlak ve duygusallık alanında büyük hizmetleriyle büyük dünya kültürleri de keza birleşik yürümek zorundalar. Aksi taktirde ayrı ayrı yenilecekler” (s. 531).


Huntington, Amerikan eski Dışişleri Bakanı ve jeopolitikacı H. Kissinger’in “21. Yüzyılın uluslararası sisteminde, bir dizi orta büyüklükte ve küçük ülkelerin yanı sıra, en azından altı büyük güç –ABD, Avrupa, Çin, Japonya ve muhtemelen Hindistan- olacaktır” tespitini aktarıyor ve ekliyor: “Kissinger’in altı büyük gücü, çok değişik beş kültüre aittir” (s. 21). Benzeri tespiti Brzezinski de yapıyor.


Burada söz konusu olan, 21. yüzyılda jeopolitika üretebilecek yeteneği olan güçlerin tespitidir. Huntington’un Çin(sin), Hindi, İslam, Batı, Latin Amerika ve Afrika kültürleri ayrımı işin hikaye tarafı. Bu ayrım, emperyalistler arası rekabetin ötesinde 21. Yüzyılda dünyanın hangi jeopolitik yetenekli güçler tarafından paylaşılacağının hesabıdır.


Huntington, emperyalist çıkar çatışmasını kültürler arası çatışma olarak göstererek, yığınların; dünya çapında emekçilerin, sınıf çıkarı temelinde birleşmelerini engellemeyi, ama kültür çatışması temelinde ayrı ayrı kümelenmelerini ve böylece kendi kültürü; kendi emperyalistinin/burjuvazisinin çıkarı için savaşmasını salık veriyor.


Huntington’un çekirdek devlet modeline göre, her bir kültür çevresi içinde belli bir devlet, o kültür çevresine dahil olan devletler üzerinde otorite kurabilecek, bu kültür çevresinde belli bir düzeni geçerli kılabilecek güçte olmalıdır.


Huntington, Batı kültürünün,yani ABD ve AB’nin hakimiyetini 21. yüzyılda da devam etmesi için birlikte hareket etmelerinin gerektiğini vurgulayarak kitabını sonluyor.


Kime karşı birlik? Diğer kültürlere karşı!
Huntington, medeniyet ve barbarlık arasındaki bir çatışmadan bahsediyor. Medeniyeti kim temsil ediyor ve neyin medeniyeti? Kendi çıkarları için dünyayı kana bulayanlar mı, işgalciler mi, talancıların mı, insanlığı açlık ve sefalete mahkum edenler mi medeniyeti temsil ediyorlar? Sonra ideolojiden, felsefeden, siyasetten bağımsız/kopuk bir medeniyet anlayışı, sınıfsal olmayan bir medeniyet anlayışı olur mu? Huntington açısından bunların hiç bir önemi yok. Önemli olan, Batı kültürünün 21. yüzyılda da hakimiyetini koruyabilmesidir ve bunun için mücadeledir.


Kültürlerin çatışması”nda Huntington, güçlünün hakkını savunuyor. Yani diyelim ki Çin, Vietman’ saldırdığında buna müdahale edilmemelidir. Bu anlayış şöyle de yorumlanabilir. Batı kültürü veya bu kültüre dahil bir ülke, diyelim ki ABD, başka bir kültüre dahil bir ülkeye saldırırsa buna müdahale edilmemelidir.


Samuel P. Huntington, bir provokatördür, farklı kültür çevresinde şekillenen yığınları birbirine karşı kışkırtan bir emperyalizm uşağıdır.

2001 YILINDA TÜRKİYE EKONOMİSİNİN PANORAMASI


 
Emperyalistler, Türkiye’den istediklerini almak veya taleplerini kabul ettirmek için övgüden başka bir zahmete bugünlerde pek katlanmıyorlar. Ziyarete gelmeden birkaç gün önce başlayan pohpohlama, ziyaret sonuna kadar devam ediyor. Örneğin, ABD Hazine Bakan Yardımcısı J. Taylor, “Türkiye dünyaya başarı öyküsü yazabilir” diyor, ama aynı zamanda IMF’nin ve Dünya Bankası’nın (DB) ve Amerikan emperyalizminin dayatmalarını sıralıyor. Sonra da, istekleri makul karşılanmış olacak ki, “Türkiye’de gördüklerimden çok etkilendim” diyor. “Türk halkının çok çektiğine” üzülenlerin(!) başında da IMF Ankara Temsilcisi Odd Per Brekk geliyor. “Yeni anlaşma Türkiye’ye güveni gösteriyor”muş, “hükümet gerçekten etkileyici mesafe” almış ve uygulanan “program başarılı olursa”, “Türk halkının” çektiği “bu ıstırap geride” kalacakmış.

Burjuvaziye söylenen şu: emperyalistlerin uslu uşağı olmaya devam etmelisin. Düşünmek, programlaştırmak bizden, uygulamak da sizden. Zaten uygulamada aksamalar olduğu için sürekli sorunlarla karşılaşıyorsunuz! Başka bir ifadeyle; Burjuva politik ekonomi –IMF ve DB vasıtasıyla Türkiye’ye dayatılan neoliberalist politikalar burjuva politik ekonominin bir yansımasıdır- irade ile ekonomiyi yönlendireceğine inanıyor. Ama uslu uşak Türkiye’nin her talebi yerine getirmesine rağmen ekonomide istenilen sonucun alınamaması, ekonominin programlara göre hareket etmediğini, kendi nesnel yasaları doğrultusunda hareket ettiğini göstermektedir. Türkiye ekonomisinin 2001 yılı serüveni de bu açıdan değerlendirilmelidir.

1-Sanayi üretiminin seyri açısından

Sanayi üretiminin gelişme yönünü göstermeden önce yaşanan ekonomik krizin 2001 yılı itibariyle şiddetini gösterelim. Bunu göstermek için 2001 yılı verisini cumhuriyet tarihinde sanayi üretiminin mutlak olarak gerilediği bütün yıllarla karşılaştıracağız.






















Soruna salt sanayi üretimi seyri açısından baktığımızda, üretimin en çok gerilediği yılın 1945 olduğunu görüyoruz:-%16,6. Fazla üretim krizi koşullarının oluştuğu 1970’lerden bu yana ise sanayi üretiminde en büyük mutlak gerilemenin 2001 ‘de gerçekleşmiştir:-%9,4.

Ekonomik krizin şiddetinin ve bunu tespit etmenin önemi nedir?
-Krizin şiddeti ile sınıf mücadelesinin seyri, yığınların hareketlenmesi arasında diyalektik bağ vardır.
-Krizin şiddeti ile devletin tedbirleri, baskısı, kısaca siyasi hareket olanağı arasında bağ vardır.
-Krizin şiddeti ile büyük-küçük sermaye arasında ve sonuç olarak hangi türden sermayenin krizden daha ziyade etkilendiği ve bunun işsizlik ve sermaye kıyımı açısından ne anlama geldiği arasında diyalektik bir bağ vardır.
-Krizin şiddetiyle propaganda ve ajitasyonun nesnel koşulları (eldeki veriler ve bunun siyasi faaliyet açısından değerlendirilmesi) arasında diyalektik bağ vardır.

Bir bütün olarak: Ekonomik krizin şiddeti ile siyasi mücadele arasında diyalektik bir bağ vardır. Ekonomik kriz ne denli şiddetli olursa, yığınların kendiliğindenci hareketinin maddi koşulları da o denli daha da olgunlaşmış olur. Türkiye’de esnaf hareketi bunu gösterdi. Krizle yığınların hareketlenmesi arasındaki bağı Güney Kore’de, Endonezya’da gördük ve bugünlerde de Arjantin’de görüyoruz. Ama ekonomik krizle, onun şiddetiyle sınıf mücadelesi arasındaki diyalektik bağı mutlaklaştırmamak gerekir. Aksi taktirde umudunu krize bağlayanlar durumuna düşülür. Kriz şiddetli olabilir, ama subjektif faktör zayıfsa ve devlet yoğun tedbir alıyorsa, bırakalım sınıf bilinçli hareketi, kendiliğindenci hareket de boğulabilir. Esnaf hareketinin arkasının gelmemesi, bu hareketi işçi sınıfının -sınıf olarak- desteklememesi veya destekleyememesi, esas itibariyle; a)devletin tedbir aldığını; b)subjektif faktörün yetersiz kaldığını ve c) işçi sınıfının sarı sendikalar tarafından yönlendirildiğini göstermiştir.



















Bu veriler bize, sanayinin ve dolayısıyla ekonominin krizden çıkabilmesi için toplam sanayi üretiminin, 1990=100 bazında, 1998 ve 2000 yılları seviyesini, 1997=100 bazında da keza aynı yıllardaki üretim seviyesini (%100,9 ve %101) aşması gerektiğini gösteriyorlar.

Gelişmenin hangi yönde olduğunu aylık sanayi üretiminin seyrinden çıkartabiliriz. Buna göre:
1997=100 bazında 2001’de aylık sanayi üretimi
Ocak........................................91,4
Şubat.......................................88,5
Mart........................................85,9
Nisan.......................................87,1
Mayıs......................................93,4
Haziran...................................93,6
Temmuz.................................90,1
Ağustos..................................92,3
Eylül.......................................95,3
Ekim.......................................98,7
Kasım.....................................98,1
Aralık.....................................89,0
2001 yılı ortalaması...............92,0

1997’nın aynı aylarına göre 2001’in Ocak ayından Mart ayına kadar sanayi üretimi sürekli düşüyor. Nisandan Kasım ayına kadar ise, kısmen istikrarsız olarak artıyor. Aralıkta ise yeniden düşüyor. Bu veriler, üretimde belli bir kıpırdanmanın olduğunu, ama bunun henüz yön tayin etmeye yetmeyeceğini gösteriyorlar. Her halükarda başka kıstasları göz önünde tutarsak, sanayi üretiminin dibe vurmuşluğunun geride kaldığını söyleyebiliriz. Bu, ekonomide devreviliğin kriz aşamasıyla-canlanma aşaması arasında gidip geldiğini gösterir.

Böyle bir eğilimi göstermek için en önemli kıstaslardan birisi de kapasite kullanımındaki durumdur. İmalat sanayiinde kapasite kullanımı(2001) Nisanda yüzde 68,5 ile en düşük seviyesindeydi. Bu ay göz önünde tutulmazsa, kapasite kullanımı Ocaktan Kasıma sürekli artmıştır. Ocakta kapasite kullanımı yüzde 70,5’ten Kasımda yüzde 74’1’e çıkmış, ama Aralıkta yüzde 73,6’ya düşmüştür. Kapasite kullanımındaki bu değişim; kriz dönemlerinde hiç de küçümsenmemesi gereken bu değişim, üretimde belli bir hareketlenmenin olduğunu gösterir.

2-İşsizlik açısından

Devletin işsiz sayısı ve oranıyla ilgili verileri hiç inandırıcı değildir. Şimdiye kadar işsiz ve çalışan kavramı, gerçek anlamda tanımlanmadığı ve bunları tespit etme diye bir sorunu olmadığı için resmi veriler, gerçek durumu olduğu gibi yansıtmıyor. Buna rağmen, en son verilere göre Türkiye’de işsizlerin sayısı, 2001’in III. döneminde bir yıl öncesinin aynı dönemine göre 612 bin artarak 1907 bine çıkmıştır. Böylece işsizlik oranı da yüzde 5,6’dan yüzde 8’e çıkmış oluyor. Başka bir ifadeyle; 2001 yılı III. döneminde, 2000 yılının aynı dönemine göre üretimde çalışanların sayısı yüzde 11,7 ve çalışma saati de yüzde 13,2 oranlarında azalıyor. Buna rağmen; devlet sektöründe üretimde çalışanların sayısı yüzde 10,4 azalmasına rağmen, kısmi verimlilik yüzde 10,6 oranında artıyor. Özel sektörde ise üretimde çalışanların sayısı yüzde 11,9 oranında, kısmi verimlilik ise ancak yüzde 1,4 oranında azalıyor. Yani işletmelerde teknolojik yenilenmeden bahsedemeyeceğimiz bir dönemde, işten atmalara rağmen devlet sektöründe verimliliğin artmasını, özel sektörde de önemsiz oranda gerilemesini, sömürünün yoğunlaştırılmasında, işçilerin susturulmasında veya işten atılırım korkusuyla susmasında aramak gerekir.

2001 yılı krizinden dolayı işten atılanların sayısının ne kadar olduğu bilinmiyor. Ama Türkiye’de çalışan nüfusun küçümsenemeyecek bir bölümünün, birkaç milyonun işsiz olduğu genel kabul gören bir gerçekliktir.

3- Firma iflasları açısından

Yeni açılan firma sayısı 2001’in Ocak ayında 2265’ten 2002’nin Ocak ayında 2626’ya çıkıyor (yüzde 15,94 oranında bir artış). Aynı dönemde kapanan firma sayısı da 2182’den 2217’ye çıkıyor (yüzde 3,02 oranında bir artış). 2001'’n Ocak ayında yeni açılan firma sayısı kapanan firma sayısından 113 fazla. 2002'’in aynı döneminde bu rakam 409'a’ulaşıyor. Yani yeni açılan firma sayısı ile kapanan firma sayısı arasındaki fark, yeni açılanların lehine değişiyor. Bu veriler, krizden dolayı firma kapanma sürecinin durduğunu gösterir.
Yeni açılan 2626 firmanın 263’ü, kapanan 2217 firmanın da 170’i imalat sanayii sektöründeydi.

4- Dış ticaret açısından

Son açıklanan istatistiklere göre ihracat 2000’den 2001’e (Ocak-Kasım toplamı) 25.285.879 dolardan 26.620.466 dolara çıkarak yüzde 13,2 oranında artarken, aynı dönemde ithalat da 50.066.324 dolardan 37.154.376 dolara düşerek yüzde 25,8 oranında azalmıştır. İhracatın ithalatı karşılama oranı da yüzde 50,5’ten yüzde 77’ye çıkmıştır.

İhracatın bileşimine baktığımızda görünen şu: 2000’den 2001’e (Ocak-Kasım toplamı) üretim malları ihracatı yüzde 20,3; ara malları ihracatı yüzde 16,5 ve tüketim malları ihracatı da yüzde 9,5 oranında artıyor. Aynı dönemde üretim mallarının ihracattaki payı yüzde 7,7’den yüzde 8,2’ye; ara mallarının yapı yüzde 41,6’dan yüzde 42,8’e çıkarken, tüketim mallarının payı da yüzde 50,6’dan yüzde 48,9’a düşüyor.

İhracatın bileşiminin böyle gelişmesi, bir taraftan dünya ekonomisindeki durgunluğu (tüketim malları ihracatındaki gerileme) gösterirken, diğer taraftan da –krize rağmen- üretim malları ve ara malları üretimindeki dinamiği gösterir. Krize rağmen bu kalemlerde üretim, birincisinde yüzde 20,3 ve ikincisinde de yüzde 16,5 oranlarında artarak sürmüştür.

Kriz olgusunu ithalatın bileşiminde daha çıplak olarak görürüz:
2000’den 2001’e (Ocak-Kasım toplamı) üretim malları ithalatı yüzde 37,9 oranında; ara malları ithalatı yüzde 18,8 oranında ve tüketim malları ithalatı da yüzde 44,3 oranında gerilemiştir. Diğer bir ifadeyle: Üretim ve ara malları bazında sabit sermaye/değişmeyen sermaye (makineler, teçhizatlar, hammaddeler vs.) yenilenmesi belirtilen oranlarda gerilemiştir, kapitalistler mevcut değişmeyen sermaye ile yetinmek zorunda kalmışlardır.
Tüketim malları ithalatındaki gerileme ise, alım gücünün gerilemesini, yani krizi doğrudan ifade ediyor.

5- Bağımlılık açısından

Türkiye, jeopolitik konumundan dolayı önemli. Bu nedenle bölgemiz üzerindeki rekabette Türkiye, elde edilmesi gereken bir güç olarak görülüyor. Bu nedenden dolayıdır ki Amerikan emperyalizmi, Türkiye’yi ”stratejik ortağı”ilan etti. Böyle bir ortağın kendinden beklenileni verebilmesi, emperyalist sermayeye istenildiği gibi hizmet edebilmesi için belli bir istikrarı sürdürmesi gerekir. Türkiye, talep edilen hizmeti verebilsin diye Amerikan emperyalizmi, kendi güdümünde olan IMF, DB gibi mali kuruluşlar tarafından adeta krediye boğuldu. Devlet Bakanı K. Derviş’in açıklamasına göre 2000 yılı başından itibaren kullanılan kredi miktarı 19 milyar dolar. Yeni stand-by anlaşmasına göre 16,3 milyar daha gelecek. Yani toplam kredi miktarı, 2000 yılından bu yana35 milyar doları geçiyor. Bu kredilerin bir kısmı, daha önce alınan borçların taksitini ödemek ve hortumlanan bankaların geriye bıraktığı borç batağını kurutmak için kullanıldı. Bu kredilerle mali sektörde belli bir iyileşme, borç çarkını çevirebilme durumu yakalandı. Ama maddi değerlerin üretildiği sektörler, en önemlisi sanayi sektörü, bu kredilerden doğrudan yararlanamadı. Bunun ötesinde şimdiye kadar yapılan birtakım “reformlar”, mali sektör ve genel ekonomi idaresiyle sınırlı kaldı. Bu alandaki iyileşmeler, sanayi üretimine ne zaman ve nasıl yansır veya yansıyacak mı, bunu ileride göreceğiz.

Türkiye, bu kredileri almak için IMF ve DB tarafından önüne konan bütün dayatmaları kabul etti. Niyet mektubu üzerine niyet mektupları yazıldı. Özelleştirmeden sübvansiyonlara (örneğin tarım) varana kadar ne dendiyse ikiletmeden kabullenildi.

Türkiye ekonomisi, IMF ve DB öncülüğünde neoliberalizme göre, adeta yeniden düzenlenme sürecine girdi. Neoliberalizm, bağımlı ülke ekonomilerini emperyalist sermayenin çıkarlarına göre şekillendirdiği için, bugün ekonomiyi ve toplumu rahatlatıcı görünen birçok tedbir, yarın karşımıza daha kapsamlı ve derin krizlerin tetikleyicisi olarak çıkacaktır. Bunlardan birisi ve belki de en önemlisi borçlanma krizidir. Türkiye 2000 yılı sonu 2001 yılı başında;Ocak-Mart sürecinde böyle bir krizin eşiğinden döndü. Türkiye, bir taraftan borç alıyor (kredi), diğer taraftan da borç ödüyor. Bu çark, yeniden döndürülebilecek duruma geldi. Emperyalizme bağımlılık koşullarında borç çarkının sürekli çevrileceğinin hiçbir garantisi yoktur. Üretim;maddi değer üretimi olmadığı müddetçe veya bu artmadığı müddetçe mali sıkıntı ve borçlanma krizi, ekonominin kaderi olmaya devam eder.

Bunun ötesinde dünya ekonomisinin seyri de kaçınılmaz olarak Türkiye ekonomisini etkiliyor. İstikrarsız, kriz ögelerinin giderek çoğaldığı bir dünya ekonomisinin, Türkiye’de ekonomiyi nasıl etkileyeceğini zaman gösterecektir. Şayet yoğun kredi akışı olmasaydı, bu etkilemenin çok olumsuz olacağını söyleyebilirdik. Olumsuz etkilenmenin karşısında nakit sağlayan, çarkı döndüren kredi etkilemesi var. Önümüzdeki dönem, bu gidişin nasıl şekilleneceğini gösterecektir.

2001 yılında Türkiye birden fazla krizi bir arada yaşadı: Hükümet krizi bazında siyasi kriz, mali kriz ve bu iki krizin hakim olduğu süreçte patlak veren fazla üretim krizi. Mali kriz geride kaldı. Siyasi kriz tanımlamasına denk düşen bir hükümet krizi de yok. Ama fazla üretim krizi devam ediyor. Bu kriz, on binlerce esnafın iflası, 100 binlerce işçinin işsiz kalması, yoksulluğun dayanılmaz boyutlara varması, intiharların, boşanmaların artması, kırsal alanda küçük üreticinin kaderine terk edilmesi, kısaca; işçi sınıfı ve emekçi yığınların daha da fakirleşmesi, ulusal gelirden aldıkları payın düşmesi ve kapitalist sınıfın devlet tarafından desteklenmesi olarak yansıyor.

Bu kriz, esnaf hareketinde görüldüğü gibi kendiliğindenci harekete neden oldu. Ama bu krizin neden olduğu toplumsal rahatsızlıktan, yığınların protestosundan yararlanılamadı.

10 Şubat 2002 Pazar

İKİ GÜNDEM ÜÇ PERSPEKTİF

Şubat ayının ilk haftası uluslar arası planda üç anlayışı gündemleştirdi. Bir taraftan New York’ta düzenlenen Dünya Ekonomik Forumu (DEF), diğer taraftan da Porto Alegre’de (Brezilya) düzenlenen Dünya Sosyal Forumu (DSF).
Geleneksel olarak Davos’ta (İsviçre) düzenlenen DEF, bu yıl New York’ta düzenlendi. Kimine göre, 11 Eylül saldırısı nedeniyle ABD ile dayanışma amacından dolayı, kimine göre de Davos’un yaygın protestolara açık olmasından dolayı. Her halükarda emperyalist ülkeler, dünyanın geleceğini tartışmak için, aslında talan ve sömürülerini nasıl sürdürecekleri gerektiğini tartışmak için artık istedikleri gibi toplantı düzenleyemeyeceklerini anladılar.
Birkaç yıldan beri kitlesel olarak sürdürülen antiküreselleşme hareketi, emperyalist ülkelerin toplantı düzenleme ve istedikleri gibi konuşma özgürlüklerini sınırlandırmıştır. Bu anlamda Davos yerine NewYork, yaygın protestolardan korkunun ve kaçışın bir ifadesidir.
DEF’da ne konuşuldu, hangi sorun halledildi? Başta ABD olmak üzere birçok emperyalist ve bağımlı ülkenin ekonomik krizde olduğu, bir bütün olarak dünya ekonomisinin yeni bir fazla üretim krizine doğru yol aldığı, özellikle birçok bağımlı ülkede borçlanma krizinin patlak verdiği, neoliberal politikaların uygulanması sonucunda açlığın, sefaletin, işsizliğin kol gezdiği günümüz koşullarında DEF, dünyanın hiçbir sorununu çözemez. O, böyle bir platform da değil.
DEF, “Üçüncü Dünya”da açlıkla mücadeleyi konuştu. 5 gün boyunca terörizme ve dünya ekonomisindeki durgunluk üzerine tartıştı. Dünya çapında gelir farkının uçuruma dönüştüğünün altı çizildi. “Üçüncü Dünya” adına, dünyanın yoksulları adına BM Genel Sekreteri, zengin ülkelere merhametli olun çağrısında bulundu. Bu forumda BM’e biçilen görev buydu.;gerginliği yumuşatma çağrısı yapmak. Talanı, neoliberal politikaları, “küreselleşme”nin sonuçlarını kanıksayın, ama bazı düzeltmeler için de ricada bulunun!
DEF, emperyalist sömürü, savaş, talan ve baskının nasıl tamamen kanıksandırılacağıyla uğraştı.
Bu foruma karşı düzenlenen DSF’unda aynı sorunlar başka bir perspektifle ela alındı. DSF, protestonun, savaşa ve neoliberalizme, “küreselleşme”nin sonuçlarına karşı oluşan bir forumdu. Bu forumda güncel sorunlar; Filistin’de, Afganistan’da askeri çatışmalar, neoliberal politikaların mali sektör, sanayi üretimi, tarım vs. üzerindeki yıkıcı etkileri tartışıldı. Demokratik hakların tırpanlanması, sermayenin “ücretliler”e karşı saldırısı üzerine konuşuldu. Bir bütün olarak emperyalizm; yabancı sermaye, çok uluslu tekeller protesto edildi.
DSF’nun en radikal kararı, BM’in ve emperyalist ülkelerin düzenleyecekleri uluslararası forumlara karşıt forumlar ve protestolar düzenlemekti. Bu forumun en radikal kararı, protestoya devam ve “dünyanın lanetlileri“nin sorunlarını sürekli gündemde tutmaktı. Ama “dünyanın lanetlileri“nin sorunlarının çözümü için DSF’nun en radikal çözümü uzlaşmacılık, sorunları, sorunlara neden olanların kurumlarıyla konuşmak, yani açlığın, sefaletin, işsizliğin, haksızlığın vs. giderilmesi, “küreselleşme“nin olumsuz sonuçlarının yok edilmesi için emperyalist ülkelere çağrı yapmak.
DEF ve DSF, iki gündemi ve iki perspektifi gösteriyor: Emperyalist burjuvazinin dünya sorunlarını ele alışı ve çözüm perspektifi; dünya bizimdir ve öyle de kalacaktır.
DSF; reformizmin, küçük burjuvazinin dünya sorunlarını ele alışı ve çözüm perspektifi; Bu sorunların nedeni sizsiniz (emperyalistler), konuşarak çözelim. Dünya, sizin olduğu kadar bizim de.
Bugün için henüz gündemleşmeyen, ama kurtuluş yolunu açan perspektif komünistlerinkidir. Bu sistem; kapitalizm yıkılmalıdır, sömürü ortamı/ilişkileri ortadan kaldırılmalıdır. Bu dünya üretenlerindir, üretenlerin olacaktır. Bütün sorunların çözümü buradadır. Bu, bir devrim sorunudur.
Gönül isterdi ki komünistler de DSF’unda seslerini duyursunlar veya bütün insanlığa yol gösteren bir forum düzenlesinler. Katılmak ve desteklemek yetmiyor, yetmez de. Örgütleyici, yönlendirici, düşünceleri ve eylemi devrimleştirici olmak gerekiyor.