deneme

3 Aralık 2008 Çarşamba

ERMENİSTAN’DAKİ GELİŞMELER NEYE İŞARET OLABİLİR?




Rus devlet Başkanı olarak Putin geçen seneki Güvenlik konferansında ABD’nin tek kutuplu dünya anlayışının kabul edilemez olduğunu, diplomasi dilini bir kenara iterek açıklamıştı. Sonrası gelişmeler ve Kosova’nın “bağımsızlığı”, Amerikan emperyalizmiyle Rus emperyalizmi arasındaki son yıllarda belirgin bir biçimde sertleşen rekabetin/çelişkilerin başka alanları da kapsayarak açığa çıkmasına bir vesile oldu.

Kosova’nın bağımsızlığını tanıyan ülkelere seslenen Putin "Kimseyi gücendirmek istemem, ama pratikte Kuzey Kıbrıs 40 yıldır bağımsız. Bunu niye tanımıyorsunuz? Avrupalılar, bu kadar çifte standarttan utanmıyor musunuz? Abhazya, Güney Osetya, Trans Dinyester meseleleri zaten var. Diyorlar ki, Kosova özel bir durum... Hiç öyle bir özellik yok ve herkes bunun böyle olduğunu gayet iyi anlıyor" diyordu.

Böylece Putin, Rusya’nın nüfuzu altındaki bazı etnik yapıların bağımsızlığının tanınabileceğinin önünü açmış oldu. ABD-Rusya arasındaki Kafkasya üzerine çelişkilerin Kosova’nın bağımsızlığının ilanından sonra keskinleşmesi, görünen o ki yeni bir aşamaya sıçraması hiç de tesadüfî değildir.

Kosova’da bağımsızlık ilan ediliyor, Karabağ’da Azerbaycan ve Ermenistan arasında çatışma başlıyor, sonra Ermenistan’da seçimlerden dolayı seçimi kazanan güçlerle kaybedenler arasında çatışmalar gündeme geliyor.

Rusya Devlet Başkanı V.  Putin, başkalarına emsal olur diyerek Kosova'nın bağımsızlık ilanına karşı çıkarıyordu. Ama o bu karşı çıkışıyla aynı zamanda başkalarına da yol gösteriyordu. Putin’in mesajı Güney Osetya’da, Abhazya ve Trans Dinyester’de doğru okundu.  Böylece eski SSCB coğrafyasındaki fiilen bağımsız bu üç ülke ve bu arada Ermenistan kontrolündeki Karabağ için bağımsızlık ilan etme şansı yükseldi. Sonunda 1991’de Gürcistan'dan kopan Güney Osetya yönetimi, bağımsızlığının tanınması için Rusya’ya, Bağımsız Devletler Topluluğuna, BM ve AB'ye çağrıda bulundu. Açık ki Abhazya ve Trans Dinyester de aynı doğrultuda hareket edecekler.

Kafkasya’nın bütününde siyasal ortam karışıyor. Rusya’nın bir parçası olan Kuzey Kafkasya’da Çeçenlerin Rus emperyalizmine karşı mücadelesi sürerken, Güney Osetya ve Abhazya, doğrudan Rus emperyalizminden cesaret alarak bağımsızlığa hazırlanıyor. Güney Kafkasya’da ise durum oldukça karışık, Karabağ’ın bağımsızlık ilanı bugün açısından her ne kadar ciddiye alınacak bir mesele olmasa da, Ermenistan’daki gelişmeler dikkati çekmektedir. Seçimlerle gündeme gelen hükümet yanlıları ve muhalefet arasındaki çatışma boyutlarına varan mücadelenin Kafkasya’da yeni bir “renkli devrim”in başlangıcı olup olmadığı, bu bugünkü gelişme seviyesinde henüz tam olarak anlaşılamıyor. Açık ki Ermenistan seçimleri, daha öncekilerden farklı olarak bu sefer siyasal güçlerin nerede durduklarını açıkça göstermiştir. Seçimleri kazandığını iddia eden Serj Sarkisyan, açık Rusya yanlısıdır. Onun karşısında yer alan ve seçimlere hile karıştırıldığını iddia eden Ter Petrosyan ise, pek desteğini alamadığı Batı yanlısı gözükmektedir. Her iki taraf arasındaki mücadelenin yeni bir “renkli devrim”in başlangıcı olup olmayacağını zaman gösterecektir. Her halükarda Rusya, Ermenistan’da bir “renkli devrim” karşısında Ukrayna ve Gürcistan’da olduğu gibi değil, doğrudan aktif hareket edecektir. Çünkü Ermenistan’ın kaybı Rusya açısından jeopolitik bir kayıp olacaktır.

Kosova’nın bağımsızlığının ilan edilmesiyle tetiklenmiş olan Kafkasya’nın bütününü kapsayan bu gelişmeler, Amerikan emperyalizmiyle Rus emperyalizmi arasındaki sertleşen hegemonya mücadelesinin doğrudan bir yansımasıdır. Rus emperyalizmi, Sovyetler Birliği’nin dağılması sonucu kaybettiği alanlar üzerinde yeniden hâkimiyet kurmak çabasındadır. Bu alanlar bugün Amerikan emperyalizminin hâkimiyeti altındadır. Dolayısıyla bu her iki emperyalist güç, herhangi bir nedenden dolayı değil, jeopolitik ve stratejik nedenlerden dolayı; dünya hâkimiyetini doğrudan ilgilendiren nedenlerden dolayı karşı karşıya gelmektedir.



1 Aralık 2008 Pazartesi

İŞ CİNAYETLERİ, İŞ GÜVENLİĞİ VE İŞÇİ SAĞLIĞI KURULTAYI


İŞ CİNAYETLERİ, İŞ GÜVENLİĞİ VE İŞÇİ SAĞLIĞI KURULTAYI

Tek bir insanın hayatı, dünyanın en zengin adamının tüm mülkünden,
milyon kez daha değerlidir.” (Che)


Adam Smith'in, işbölümü, serbest ticaret, serbest işletmecilik ile “Ulusların Refahı” (1776) propagandası yapmaya başlamasından ve “iyi bir yaşam”ı ön plana çıkartmasından bu yana çok zaman geçti. Tamı tamına 2 asır ve 32 sene geçti. Bu zaman zarfında “ulusların refahı”, insanların “iyi bir yaşamı” değil, tam tersine yoksulluk, sefalet, işsizlik, mesleki hastalıklar, iş kazaları adı altında iş cinayetleri yaygınlaştı. Dünya nüfusunun ancak çok küçük bir azınlığı dünyanın bütün “nimetleri”nden yararlanırken, refah ve “debdebe” içinde yaşarken, ezici çoğunluğu günlük yaşamını sürdürmek için bir dilim ekmeğe muhtaç durumda bırakıldı. Yani, öncesi bir yana Adam Smith'in “ulusların refahı” propagandasından bu yana -bu propaganda kapitalizmin erdemleri, en insancıl sistem demektir- yoksulluk dünya çapında yaygınlaştı ve derinleşti: Bir milyar insan-dünya nüfusunun yüzde 15'i- günde bir dolardan daha az bir miktarla; 1,6 milyar insan -dünya nüfusunun yüzde 25'i- ise günde ancak 1 ila 2 dolar arasında bir miktarla geçinmek zorunda kaldı. Böylece 2,6 milyar insan- dünya nüfusunun yüzde 40'ı- 2 dolardan daha az bir miktarla geçinmek zorunda bırakıldı. Ama AB, her ineği 2 dolarla sübvanse etmeye devam ediyor.

Yoksul ile zengin arasındaki fark giderek açıldı: 1969'da dünyanın en zenginleri (en zengin beşte birlik kesimi) en yoksul kesimden 30 misli daha çok kazanıyordu. Bu fark 1990'da 60'a 1'e ve 2004'te de 90'a 1'e çıktı.

Sömürgecilikten, plantaj köleciliğinden ve sanayileşmeden bu yana “ulusların refahı” kavramının yanı sıra “ulusların yoksulluğu” kavramı da politik ekonomi literatürüne yerleşti. Kapitalizmin kalıcı başarısı, diğer şeylerin yanı sıra iş kazalarının, işsizliğin, mesleki hastalıkların ve nihayetinde yoksulluğun ve sefaletin devamının garanti altına almasıdır. Evet, bu bir başarıysa, kapitalizmin başarısıdır.

Kapitalizm, işsizlik, iş kazaları/cinayetleri, meslek hastalıkları, yaşam güvencesizliği, salgın hastalıklar üretir. Sermaye çıkarı varsa bunların hepsine yapar. Sermaye açısından önemli olan ihtiyaç duyduğu her dönem sömürebileceği bir işçi yığınının hazır olmasıdır.

Kapitalizmi insanları ve toplumu hasta yapar. Nürnberg Üniversitesinin bir araştırmasına göre (2000) İsviçre nüfusunun yüze 25 psikolojik tedaviye ihtiyaç duymaktadır. Bu ülkede 15-24 yaşları arasındaki her kişi psikolojik olarak kendini iyi hissetmemekte. Sadece nüfusun yarısı kendini psikoloji olarak „iyi“ hissetmektedir.

ILO verilerine göre örneğin 2002 yılında iş kazalarında ölenlerin sayısı yaklaşık 2 milyondu. Aynı dönemde savaş nedeniyle ölenlerin sayısı da700 bindi.

ILO verilerine göre her yıl dünyada 1,2 milyon kişi iş kazası ve meslek hastalıkları nedeniyle yaşamını yitiriyor.

ILO Türkiye Ofisi’nde düzenlenen panelde konuşan Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) Türkiye Temsilcisi Gülay Aslantepe, dünya çapında işyerlerinde meydana gelen kazalar sonucunda yılda 2 milyon kişinin yaşamını yitirdiğini, 270 milyon kişinin yaralandığını, 160 milyon kişinin de hastalandığını açıkladı. Bu verilere göre her yıl iş kazalarından dolayı günde 5 bin kişi yaşamını yitirmektedir.

Kapitalizmde sermayenin çıkarlarına göre sürekli değişen, esnekleştirilen çalışma koşulları, işçilerin sağlığını bozduğu gibi, meslek hastalıkları ve iş kazası koşulları da üretmektedir ve nihayetinde sosyal yaşamı, aile yaşamını hızla yıpratmakta ve çöküntüye sürüklemektedir.

Gelişen teknoloji, bunun üretimde uygulanması ve rekabet kaçınılmaz olarak çalışma koşularına yansımaktadır. Kapitalist var olabilmek için sermayesinin giderek daha büyük kısmını değişmeyen sermaye olarak yatırmak zorundadır. İşgücü masraflarını (değişen sermaye) azaltmak ve işgücüyle bağlam içinde çalışma koşullarını çıkarına uygun hale getirmek eğilimindedir. Bunun anlamı, iş kazalarını önlemek için tedbir almamaktır.

Marks'ın dediği gibi “bu nedenle sermaye, toplum tarafından riayete zorlanmadığı yerde işçinin ömrü ve sağlığı karşısında acımasızdır”.

Açık ki, iş kazalarına karşı tedbir sorunu sermaye açısından önemli bir masraf, harcama sorunudur ve bu masraflar kapitalistin karına kar katmayan, aksine karının azalmasına neden olan bir “yatırım”dır.
Bu nedenle bu masraf faktöründen kurtulmak isteyen; her zaman bu eğilimi olan sermaye açısından önemli olan, mevcut koruma yetersizliğini meşrulaştırarak devamını sağlamak, yani koruma yetersizliğinin değişmemesi için mücadele etmektir. Tersanelerde yaşanan devlet destekli patron “direnişi” bunu açıkça göstermektedir.
Sadece kar değil, azami kar amacı olmayan kapitalizm düşünülemez ve aynı zamanda çalışma koşullarını iyileştirmeyi, iş kazalarını önlemeyi esas amaç edinmiş kapitalizm de düşünülemez. Böyle bir kapitalizm, işçi sağlığını düşünen ve bu nedenle de azami kar yerine daha az karla yetinen kapitalizm demektir ki, böyle bir kapitalizm düşünülemez. Bu nedenle azami kar, iş kazası adı altında iş cinayetlerini hesaba katar, işçi sağlığının giderek kötüleşmesini hesaba katar, yoksulluğun yaygınlaşmasını hesaba katar. Azami kar ve iş kazasına karşı tedbir birbiriyle çelişir, birbirini dışlar.

Azami kar, sermayenin en doğal “hakkı”dır, var olma koşuludur. Bu “hak”kın gerçekleştirilmesi ancak ve ancak yasaların, mahkemelerin ve devletin koruması ve düzenlemesi altında mülkiyet hakkının azami kullanılmasıyla mümkün olur. Bu “hak”kın nasıl kullanıldığını ve sonuçlarını en son Tuzla tersanelerinde yaşanan iş cinayetlerinde, patronun ve devletin tavrında gördük.

Şüphesiz ki, kapitalizm koşullarında iş cinayetleri, en kötü sağlıksız yaşam bir kader değildir. Şüphesiz ki, kapitalizm koşullarında işsizlik, iş kazaları, iş güvencesizliği ortadan kaldırılamaz. Bunu biliyoruz ve bunun nasıl ortadan kaldırılacağını da biliyoruz. Ama bu, kapitalizm koşullarında iş kazalarına karşı, iş güvencesi, daha sağlıklı bir yaşam için mücadele edilmeyeceği ve sonuçlar alınamayacağı anlamına asla gelmez. En son olarak Tuzla direnişi pek ala sonuç alınabileceğini de göstermiştir.
-SSK verilerine göre, her gün iş kazalarından dolayı Türkiye’de ortalama 3 işçi yaşamını yitiriyor.
SSK verilerine göre, 1994-2003 yılları arasında meydana gelen 831 bin 248 iş kazasından dolayı toplam 10 bin 85 kişi yaşamını yitirdi.
-1946 yılından bu yana her yıl 3280 işçi "iş kazası" ve meslek hastalığı sonucu ölmüş veya sakat kalmış.

-Türkiye'de çalışma koşulları, 60 yılda 200 bin ölü ve sakat işçiden oluşan bir kaydı tutulmuş “ölü ve sakat işçi ordusu” yaratmış. Geçici olarak çalışamaz durumda kalanlar, ölümle sonuçlanmayan iş kazaları ve kaydı tutulmadığı için akıbeti bilinmeyenler buna dahil değil. Ve Türkiye'de istihdamın yaklaşık yarısı kayıt dışı olduğuna göre sonucun nasıl olabileceğini kafamızda canlandırabiliriz.
Sermaye açısından kaybın hesabı da yapılabilir: Türkiye'de iş cinayetleri sonucunda 500 milyon dolarlık bir ekonomik kayıp oluşuyor. ILO'nun hesaplamasına göre 2005 yılında yaşanan yaklaşık 74 bine iş kazası, Türk sanayine maliyeti 20 milyon iş günü kaybı olmuştur. Demek ki sermaye bu kadar kaybı göze alıyor. Yani iş kazalarını önlemek için alacağı tedbir bu miktardan daha fazlaya mal olacağı için bu kadar işçinin ölmesini göze alıyor.

Sermaye açısından azami kar, kendini değerlendirme olmazsa olmazı ifade eden bir zorunluluktur. Ama çalışma, üretim koşullarında iyileştirme, sermayenin azami kar dürtüsüne hizmet etmediği; sermayenin çoğalmasına hizmet etmediği müddetçe bir zorunluluk değil, olsa olsa bir olasılıktır. Bu olasılığın gerçekliğe dönüştürülmesi de ancak ve ancak mücadele ile mümkündür.
Türkiye'de iş cinayetlerinin en önde gelen nedenleri süreklilik kazanan esnek, kuralsız, kayıtsız ve uzun çalışmadır. Son yıllarda yoğunlaşan taşeronluk sistemi de iş kazalarının önemli nedenlerinden birisidir. Taşeron şirketler kar edebilmek için çalışma koşullarını hiçe sayıyor.

Bütün bunlar kader mi? Hayır. Bütün bunlar kader değil. İşçi sınıfı ve emekçi yığınlar mücadeleleri sonucunda bu düzen içinde de çok şeyin değişmesini sağlayabilirler. Şüphesiz ki, çalışma ve yaşam koşullarını iyileştirmek nihai hedef olamaz. Mülkiyet ilişkisi, kapitalist üretim ilişkisi değiştirilmeden, yerine sosyalist mülkiyet ilişkisi kurulmadan bu sorunlardan kurtuluş yoktur.

Sosyalizmde de iş kazaları olabilir. Ama iş cinayetleri olmaz, olamaz da. Sosyalizm, kapitalizmde olduğu gibi kapitalistin azami karını değil, toplumun gereksinimlerinin azami yerine getirilmesini amaçlar. Sosyalizmde üretimin merkezinde kar değil, insan durur. Bu bakımdan iş kazalarına karşı tedbir almayan bir sosyalist sistem düşünülemez.

Aralık 2008