deneme

18 Mart 2001 Pazar

TÜRKİYE EKONOMİSİNİN GENEL DURUMU

“Kara Çarşamba”dan bu yana Türk ekonomisinde Derviş dönemi başladı. Kemal Derviş, kurtarıcı olarak sunulmadı, ama kurtarıcı yapıldı. Anket sonuçlarına göre halkın da desteğini alan K. Derviş, yabancı sermayenin temsilcisi. Türkiye’de Amerikan emperyalizminin, Dünya Bankası’nın (DB), dolaylı olarak da IMF’nin çıkarlarını savunan, “küreselleşme”ve neoliberal dayatmaları “ulusal” program çerçevesinde, yani “ulusallaştırarak” yerine getirmeye soyunmuş birisi. (Dünya Bankası, 1960 darbesinden sonra Kemal Kurdaş’ı, 1971 darbesinden sonra Atilla Karaosmanoğlu’nu ve 1980 darbesinde de Turgut Özal’ı kendi adamları olarak Türkiye ekonomisinde ve politikasında görevlendirmişti). K. Derviş, desteği kesinlikle hükümet partilerinden almıyor, Amerikan emperyalizminden alıyor ve halka bir umut ışığı olarak sunuluyor.
Bu partilere, bu politikacılara, bu siyasi kurumlara hiç kimsenin güveni kalmadı. Koalisyon hükümeti partileri ve muhalefettekiler susuyorlar. Söyleyecekleri, önerecekleri hiçbir şey yok. Yönetememe krizi halkı sokağa döküyor. Elazığ’da, İzmir’de on binlerin protestosu güvensizliğin açık ifadesi. Ve on binlerin, yüz binlerin sokakları işgal edecekleri günler o kadar uzak değil. Burjuvazi bu gelişmenin de önünü alma çabası içinde. K. Derviş, bu anlamda da bir kurtarıcı olarak ortaya çıkıyor.
K. Derviş neyi düzeltmek istiyor? Bu soruya cevap verebilmek için Türk ekonomisinin son on yıllardaki seyrine iki sektör açısından bakmak gerekir; reel sektör, yani sanayi sektörü ve mali sektör. Böylece belli eğilimler ve bugünkü mali krizin nedeni de görülmüş olur.
1990’dan bu yana sanayi ve imalat sanayi üretimi endeksi reel sektörde gelişmenin seyrini ele veriyor.




DİE’nin 1997=100 hesaplamasını 1990=100’e çevirdik. Bu veriler neyin ifadesidir? 1990=100’de sanayi üretiminin 1990’dan 2000’e yüzde 68,7 oranında arttığını, yani 100 liradan 168,7 liraya büyüdüğünü görüyoruz. İmalat sanayi açısından da bu, 1990’dan 1999’a yüzde 23,4 oranında bir artış, yani 100 liradan 123,4 liraya varan bir büyüme. Burada, ele aldığımız dönemin başındaki ve sonundaki reel durum tespit etmiş oluyoruz. Bu süreç içinde büyümenin veya da küçülmenin nasıl bir seyir izlediğini de zincirleme endekste görüyoruz. Zincirleme endeks verileri toplam sanayi ve imalat sanayi üretiminin her yıl farklı boyutlarda/hacimlerde büyüdüğünü, bazı yıllarda ise büyümenin küçüldüğünü gösteriyor. Örneğin 1994’te sanayi üretimi yüzde 6,4 ve imalat sanayi üretimi de 9,3 oranlarında mutlak küçülüyor. 1994 yılı Türk ekonomisinin fazla üretim krizinde olduğu yıldı.1999’da da sanayi üretimi yüzde 5,2 ve imalat sanayi üretimi de yüzde 5,7 oranlarında küçülüyor. Bu küçülmenin esas nedeni, ekonomi dışı faktör olarak depremin etkisiydi. Bu nedenle bu süreci, ara kriz olarak tanımlamıştık. 1999’dan 2000’e sanayi üretimi yüzde 5,4 ve imalat sanayi üretimi de yüzde 3,6 oranlarında mutlak büyüyor. Bu onarlar, enflasyondan arındırılmış, reel değerleri ifade eden büyüme oranlarıdır.
Sanayi üretiminin son bir yıllık seyrini aylık gelişme bazında gösterelim.



Aylar bazında toplam sanayi üretimi sadece 2000 yılının Aralık ayında bir yıl öncesinin aynı ayına göre yüzde 4,2 ve imalat sanayi üretimi de aynı yılın Martında yüzde 0,6 ve Aralığında da yüzde 4,3 oranlarında mutlak olarak küçülüyor.
Bunun ötesinde 1995 sabit fiyatları üzerinden brüt yurt içi üretim 1995’te 169,3 milyar dolardan 2000’de 204,1 milyar dolara çıkarak yüzde 20,5 oranında artıyor. Miktar olarak bu artış 31,1 milyar dolardır.
Marksist kriz teorisine göre salt bu veriler, 1990’dan 2000’e Türk ekonomisinin sadece 1994’te fazla üretim krizi ve 1999’da da ağır bir ara kriz döneminden geçtiğini, diğer yıllarda ekonominin krizde olmadığını gösterirler.
Marksist politik ekonomi, ekonomik kriz kavramıyla fazla üretim krizini tanımlar. Bu tanımlamanın içinde mali kriz, borsa-spekülasyon, para-kredi krizleri yoktur. Marksist kriz teorisi sadece ve sadece bir kriz tanır; fazla üretim krizi. Yine Marksist kriz teorisinde, sürekli kriz, yani süreklilik arz eden bir fazla üretim krizi yoktur. Fazla üretim krizi dönemseldir/devrevidir. Bunun nedenini Marks, sabit sermayenin dönüşümünde arar:
“Kullanılan sabit sermayenin değer büyüklüğü ile dayanıklılığı, kapitalist üretim biçiminin gelişmesiyle birlikte geliştiğine göre, sanayi ile sanayi sermayesinin ömrü her belirli yatırım alanında birkaç yıl, diyelim ki ortalama on yılı kapsayacak şekilde uzar. Sabit sermayenin gelişmesi, bir yandan bu ömrü uzattığı halde, diğer taraftan da bu ömrü, kapitalist üretim biçiminin gelişmesiyle aynı şekilde devamlı olarak hız kazanan üretim araçlarındaki sürekli devirler ile kısalır. Bu, üretim araçlarında bir değişiklik ve bunlar, fiziki olarak tükenmekten çok önce manevi değer kaybı nedeniyle, sürekli yenilenmeleri zorunluluğunu getirir. Modern sanayin temel dallarında bu yaşam çevriminin (ömrünün, bn.) ortalama on yıl olduğu var sayılabilir. Ama burada esas olan, belli rakamlar değildir. Açık olan şudur: Bu süreç içinde sermayenin sabit kısmı tarafından hareketsiz tutulduğu birkaç yılı kapsayan birbiriyle bağlantılı devirler çevrimi, devresel krizlere maddi bir temel sağlar. Bu çevrim sırasında işler, birbirini izleyen durgunluk, orta derecede faaliyet, hızlanma ve kriz dönemlerinden geçer. Sermayenin yatırılmış olduğu zaman bakımından çakışmaktan çok uzak bulundukları doğrudur. Ama bir kriz, daima geniş yeni yatırımların çıkış noktasını oluşturur. Bu nedenle, bir bütün olarak toplumun bakış açısından, bir sonraki devir çevrimine az çok yeni bir temel sağlarlar”(Karl Marks, “Kapital”, Cilt: II, s. 198).
Durum böyle. Marks’ın bu anlayışına ve kapitalist Türkiye ekonomisinde de ekonomik krizin neden sürekli olamayacağına itirazı olanlar eleştirilerini Marks’a yöneltmelidirler ve Marksist kriz teorisine karşı “sürekli kriz” teorilerini savunmalıdırlar.
Fazla üretim krizinin; bir ekonomik krizin patlak vermesi için sanayi üretiminin; maddi değerler üretiminin mutlak küçülmesinin belli bir eğilim halini alması ve ekonomiyi ve toplumu olağandışı derecede etkileyecek seviyeye, diyelim ki yüzde 2’lerin, 3’lerin altına düşmesi gerekir. Yani sanayi üretimini bir veya birkaç ay sürekli veya inişli-çıkışlı düşmesi fazla üretim krizi patlak verdi tespitini yapmak için yetmez. Bu, avanak küçük burjuvazi ve siyasi kaygılardan dolayı burjuva politikacılar için neden olabilir. Fazla üretim krizi tespitini yapabilmek için birçok faktörün bir arada olması gerekir.
Türkiye ekonomisinin fazla üretim krizinde olmaması, her şeyin yolunda gittiği anlamına asla gelmez. Bunu böyle anlamak ancak ve ancak avanak küçük burjuvazinin işidir. Kapitalizm, bir çelişkiler yumağıdır ve hiçbir zaman da kendi iç çelişkilerinden dolayı kendiliğinden çökmez. Şu veya bu biçimde, ama her halükarda kendi çelişkilerini çözer.
Mali sektöre gelince: Türk ekonomisinin, dolayısıyla Türk burjuvazisinin temel sorunları bu sektördeki gelişmelerle açığa çıkıyor ve ekonomiden siyasete bütün toplumu etkiliyor. Bu sektörün özelliği, giderek reel üretimden kopmasıdır (Bu, Türkiye’ye özgü bir gelişme değildir). Sanayi sektörüne kredi açan ve oradan gelen faizlerle yaşayan bir mali sektör; bankacılık Türkiye’de çoktan ölmüştür. Onun yerini, devlete borç para veren ve ne pahasına olursa olsun bu alış-verişi devam ettirmek isteyen, ne pahasına olursa olsun enflasyonlu yaşamı devam ettirmek isteyen bir asalaklar tabakası oluşmuştur. Mali sektöre hâkim olan bunlardır ve ülkede mali krize eden olacak derecede güçlüdürler. Olay ne? Hükümet, enflasyonu düşürmek ve ülkenin gelir ve giderini dengelemek istiyor. IMF tarafından hazırlanan bu program bir yıl uygulandı ve fiyasko ile sonuçlandı. Şimdi K. Derviş ile aynı program, bu sefer sabit kurdan vazgeçilerek uygulanacak. Yani programda yeni bir şey yok. Sadece ve sadece eski programda yer alan bazı taleplerin bu sefer ön plana çıkarıldığını görüyoruz. Adı ne olursa olsun, talepler aynı: Türkiye’de yabancı sermayeye açık olmayan sektörler yabancı sermayeye açılmalıdır. Yani ulusal pazar adı altında hiçbir şey kalmamalıdır. Tabii bu böyle açıkça söylenmiyor. Bu neoliberal anlayış; IMF ve özellikle de DB’nın “yeniden yapılandırma” anlayışı, kamu harcamalarından kurtulmak ve mevcut cari açıkları kapatmak, denk bir bütçe sağlamak için devletin mülkiyetindeki işletme ve kurumların özelleştirme adı altında satılmasını ifade ediyor. Kim satılacak? Yabancı sermayeye. Büyük bir ihtimalle yerli-yabancı sermaye ortaklıklarına. Böylece –şimdi adı konmamış devalüasyondan dolayı daha da ucuzlayan işletmeler- aynen Asya krizi döneminde o bölge ülkelerinde görülen gelişme Türkiye’de de gündeme gelecek. IMF, DB, bu sefer, mutlaka özelleştirme diye diretiyorlar. Yani milyonlarca emekçiden vergi adı altında alınan haraçlarla kurulan ve bu anlamda da ulusal olan birçok işletme yabancı sermayeye peşkeş çekilecek.
Bu, yeni programın en önemli ayağını oluşturuyor.
Enflasyonu düşürmek “yeni” programda da temel hedeflerden birisi. Dalgalı kur döneminde enflasyon, açık ki birkaç ay yükselecek. Kontrol edilemezse hiper enflasyon tehlikesini de içeren bu birkaç aylık süreçten sonra enflasyon, yeniden düşecek. Ama ne pahasına?
Devlet gelir ve gideri arasında denge sağlayamıyor. 100 liralık geliri varsa, 150 liralık da gideri var. Dengenin olması için ya gelir 150 liraya çıkacak, ya da gider 100 liraya çekilecek. Gelirin 150 liraya çıkartılması imkânı olmadığına göre, giderin 100 liraya çekilmesi gerekir. Bunu yapabilmek için devletin, harcamalarını kısması gerekir. Bunu yapıyor mu? Sadece kamu çalışanlarının ücreti söz konusu olduğunda yapıyor. Sanki sorumlu olanlar, kamu çalışanları. Devlet başka ve esas harcamalarında sınırlamaya gitmiyor. Yine çalışanların sırtına binecekler. Yine bir elinde havuç, öbür elinde sopa, yani vaat ve polis copuyla toplumu “hizaya” getirmeye çalışacaklar.
Devlet, açığını kapatmak için iç borçlanma ile yarattığı rantiye canavarının üstüne gidemiyor. Çünkü kendisi onun bir parçası olmuş. Borç alıyor. Belli bir zaman sonra burcu değil, borcun faizini ödemek için daha yüksek faizle yeniden borç alıyor. İşte devletin yarattığı bu rantiye canavarı; barkalar, mali kurumlar bu düzenin devamından yanalar. Mali krizin; istikrar programının uygulanamamasının altında yatan gerçek budur: Rantiyecilerin ölüm-kalım savaşı. Bunların içinde koalisyon partilerinin adamları da var. Mali sektörün köklü değişimine cesaret edememelerinin bir nedeni de budur. Ama artık başka bir çıkar yolun da kalmadığını görüyorlar.
Bu süreçte IMF’nin rolü ne? Kriz içinde olan bir ekonomide IMF’nin, yabancı sermayenin hiçbir çıkarı yoktur. Yabancı sermaye en fazla kar olanağı görürse gelir. Kriz içinde olan bir ekonomi –bırakalım en fazla kar olanağı sağlamayı bir kenara- borç ödenmesine de olanak vermez. O halde yabancı sermaye, borcunu ödeyen, en fazla kar olanağı sağlayan bir ekonomiden yanadır. Böyle bir ekonomi onun için en iyi ekonomidir. Ama böyle bir ekonomiye de kolay kolay işlerlik kazandıramaz, Çünkü IMF’nin çıkarına tekabül eden talepler, ülkenin koşullarına ters düşebilir, çoğunlukla da ters düşer. Bundan dolayı IMF, itfaiyeci olarak gittiği her ülkede kundakçı olarak ortaya çıkıyor.
Bugünkü koşullarda “ulusal” programın başarılı uygulanması söz konusu olabilir mi? Türk burjuvazisinin başka şansı yok. On yılların birikimi siyasi çürümüşlük, yozlaşma, siyasi ve iktisadi ahlaksızlık, sömürü, baskı, işkence vs. geniş yığınlarda derin bir güvensizliğe neden olmuştur. Söz konusu olan, yapısal bir krizdir; kapitalizmin genel krizinin Türkiye toplumu üzerindeki yansımalarıdır. Ya burjuvazi gerekli cüreti gösterir, kendi iç hesaplaşmasıyla bu krizini aşar ya da milyonlarla çatışmayı göze alır. Burjuvazisin kendi iç hesaplaşmasıyla yapısal krizini çözmesi, yeni çelişkilere zemin hazırlaması demektir.
Atılan adımlar veya imalar bu yönde: K. Derviş, muhalefet odaklarını; sivil toplum kuruluşlarını boşuna öncelikle ziyaret etmedi. Söz veriyor, güven arıyor. Bu sefer bitirmeye niyetliyiz diyor. “Şeffaf” konuşuyor. Ama kim ile radikalleşecek? “Ancien regime”in; bu köhnemiş, çürümüş, eskimiş rejimin partileriyle mi? Bu olanaksız. Ancak, yabancı sermayenin kendi çıkarından dolayı, dürtüklemesiyle, dayatmasıyla bazı adımlar atılabilir. Ve umudun kendisi, sadece ve sadece bir nefes almaya dönüşebilir. Kısa bir zaman sonra aynı sorunlarla yeniden karşı karşıya kalınır. Ya da yeter artık diyen geniş yığınlar sokağa dökülür, kendiliğindenci bir hareket gelişir. Aynen Endonezya’da ve başka ülkelerde olduğu gibi. Sokağın gücü kendini göstermedikçe bu alçakların ve soytarıların hiçbirisi kaçacak delik aramaz. Böyle bir gelişmenin olası olduğunu onlar da biliyorlar. Bundan korktukları için de, en azından, bu sefer işi ciddiye alıyoruz havasını ulandırıyorlar.
Sonuç itibariyle:
- En güncel verilere göre Türkiye ekonomisi fazla üretim krizinde değil. Ama fiyaskoyla sonuçlanan ilk “istikrar” programında IMF’nin reel sektörde büyümeyi frenleyin telkinleri, sanayi sektörünün sorunlarının görmezlikten gelinmesi ve mali sektördeki sıkıntıların sanayiye yansıması üretimi olumsuz etkilemiştir. Bu durumun devamı; sanayi sektörünü olumsuz etkileyen faktörlerin üzerine gedilmemesi üretimin seyrini belirsizliğe sürükler. Gelişme bu yönde.
- Türkiye Cumhuriyeti, tarihinin en derin ve kapsamlı mali krizini yaşıyor. Bu krizin aşılması, Türkiye’nin dış borcunu olağanüstü arttıracak, dışa bağımlılığı derinleştirecek ve kapsamlaştıracaktır.
- Türkiye, şimdiye kadar dış borcundan dolayı bir dış borç kriziyle karşı karşıya kalmamıştı. Sıkıntısı olmuştu, ama dış borç krizi yaşamamıştı. Son alınan krediler ve alınacak olanlarla Türk ekonomisi açık ki bir dış borç kriziyle de karşı karşıya kalacak bir sürece girdi.
- Radikal tedbirler ve reformlar olmadıkça Dervişleşen ekonomi, ülkemizin maddi zenginliklerini ucuza pazarlamayı öngören “ulusal” programla en fazlasıyla belli bir dönem nefes alabilir. Ama bugün dayatan çelişkilerini çözemez.
- Yabancı sermayenin de Türk burjuvazisine ve siyasal yapısına kesinlikle güveni yok. Ama jeopolitik ve stratejik çıkar nedeniyle Türkiye’ye her anlamda kredi açıyor. Bu anlamda da K. Derviş, halkın değil, emperyalizmin umududur. Diğerleri gibi o da, sermayenin sorunlarını halkın sırtına yıkarak çözmeye çalışacak.

13 Mart 2001 Salı

Koreli İşçiler Gibi Olmak


 
Şubat’ın 16’snda “Daewoo Motor” yönetimi 1750 işçiyi sokağa attı. Amaç açık: geçen Kasım ayında iflas eden otomobil tekelinin yeniden yapılanmasını sağlamak, yani olası satın alıcıların iştahını kabartmak için hazırlamak. Bu nedenle yapılması gereken ilk iş de işçileri sokağa atmaktı. Amerikan tekeli General Motors (GM), Daewoo Motor’a ilgi duyduğunu açıklamış, ama devir konuşmalarına başlamak için işçilerin kitlesel olarak sokağa atılmasını ön koşul yapmıştı. İşten çıkartmanın nedeni buydu. Bunun üzerine 700 işçi, aileleri ve sendikalarla birlikte işletmeyi, takip eden hafta sonunda işgal ettiler. Şubat’ın 19’unda da 4000 polis işletmeye saldırarak, direnişçilerin kurdukları barikatları yıktı ve yapılan açıklamalara göre, en az 60 direnişçi tutuklandı. Fabrikadaki işgal durumunun zor kullanılarak ortadan kaldırılmasından sonra ülkede protestolar çığ gibi gelişti. Takip eden Cumartesi günü Changwon, Kunsan ve Pusan’daki Daewoo otomobil fabrikalarında işçiler ve polis arasında beş gün süren sokak çatışmaları yaşandı. Öyle ki ana caddeler, işçi kitleleri tarafından bloke edildi.

Daewoo işçilerinin ve onlarla dayanışma içinde olan yığınların eleştirisi kitlesel işten çıkarmalarla sınırlı değildi. Kore Demokratik Sendikalar Konfederasyonu (KDSK) başkanı Dan Biong-Ho’un ifadesine göre, hükümet neoliberal dayatmalara boyun eğiyor, emperyalizmin ve yabancı sermayenin öne sürdüğü koşulları kabulleniyor. Hükümetin bu tavrından dolayı protestolar, sadece sermayeye karşı değil, aynı zamanda hükümete de karşıdır. Daewoo işçileri ve sendikalar, fabrikanın GM’a satılmasına karşılar ve devletin iflas eden bu işletmeyi devralmasını öneriyorlar.

Bu türden protestolar G. Kore’de ilk defa görülmüyor. Bu ülkede mücadeleci sendika, işçi, öğrenci, bir bütün olarak emekçi yığınların gelişmiş, adeta gelenekselleşmiş dayanışması bir tarihtir. Kore, yabancı sermayeye teslim olarak, ülkeyi oldukça ucuz işgücü cenneti yaparak elde ettiği gelişmesinin, borçlanmaya dayanan iktisadi büyümesinin sonuna geldi. Kore işçi sınıfı yabancı sermaye-yerli sermaye- hükümet işbirliğini her seferinde kendi haklarının elinden alınması olarak yaşadı. Bu anlarda yabancı sermayeye karşı duyarlılığı geliştirdi.

Emperyalizm, yabancı sermaye, İMF, Dünya Bankası, bir bütün olarak borçlanma üzerine kurulu düzen “Asya Krizi” döneminde, yani 1997-98’de çöktü. Bu kriz, Kore’nin ne pahasına belli bir iktisadi büyümeyi yakalamış olduğunu gözler önüne serdi. O günden bu güne uluslar arası tekeller, Kore işletmelerinin ucuza kapatmak için dayatıyorlar; yani özellikle İMF, Dünya Bankası, ekonominin yeniden istikrara kavuşması için eskiyen, çürüyen yapıların yıkılması, uyumluluk programlarıyla, ekonominin yeniden yapılandırılması gerektiğini dayatıyorlar. Bunun Türkçesi şudur; yabancı sermaye istiyorsan, ülkelerde onun istediği koşulları oluşturacaksın. Yani özelleştireceksin, işletmelerini satacaksın, yabancı sermayenin giremediği alanları ona açacaksın. Yeniden yapılandırma adı altında işçileri sokağa atacaksın vs. vs.

Vesilesi, doğrudan nedeni ne olursa olsun -işten atılma, ücret artırmanın, sosyal haklar vs- Kore işçilerinin son yıllarda sokak çatışmaları biçiminde sürdürdükleri mücadele esas itibariyle yabancı alana; emperyalizme, İMF’ye, Dünya Bankası’na yani bir bütün olarak yabancı sermaye faaliyetinin sonuçlarına karşıdır.

Kore işçileri bütün dünyaya ve özellikle de İMF programlarına teslim olmuş ülkelerde işçilere yol gösteren eylemler geliştiriyorlar. Şüphesiz bu eylemlere komünist partisinin önderlik yapmaması; yani subjektif faktörün olmaması büyük bir eksiklik ve mücadelenin siyasi karakterinin ön plana çıkmasını engelleyen bir neden. Ama Kore işçi sınıfı, İMF “özürlü” ülkelerde sınıfdaşlarına şu mesajı veriyor; Sendika ağalarını dinlemeyin, yanınızda olmayan sendikaları tepeleyin. Sözlü vaatlere inanmayın. Polisten, askerden çekinmeyin. Toplumun, emekçi yığınların diğer kesimleriyle, onların sorunlarını kendi sorunlarınız olarak algılayarak, dayanışma içinde olun. Mücadeleye aile üyelerinizi de katın. Mücadeleniz, protestolarınız devletin anlayacağı dilde olmalıdır. Polisle çatışmayı göze almadan, gerekirse işyerlerini işgal etmeden, sokaklara barikatlar kurmadan ve satılmış, sarı sendikaları bir kenara atmadan sonuç alamazsınız.

Kore’nin sorunları Türkiye’nin sorunlarını anımsatıyor. Ama yabancı sermaye özelleştirme, yeniden yapılandırma ve sonuçta da işçilerin kitlesel olarak sokağa atılması Kore’de işçilerin fabrikaları işgaline, sokak çatışmalarına ve toplumun; emekçi yığınların dayanışmasına yol açıyor. Böyle bir gelişme Kore’de doğal. Bu doğallık Türkiye’de de olmaktadır. Derin mali kriz ve sonuçları; hızlandırılacağı söylenen özelleştirme, İMF ve Dünya Bankası vasıtasıyla yabancı sermayenin yeni dayatmaları, işsizlik, reel üretimde durgunluk, yolsuzluk, korkunç boyutlara varmış olan gelir eşitsizliği vs. Türkiye işçi sınıfını, adeta sokağa davet ediyor. Hükümetin bu günlerde başlayacak olan yeniden güven tazeleme girişimine, yeni “istikrar” programına verilecek en doğru cevap, sendika ağalarının teslimiyetçiliğini aşarak sokak olmalıdır. Koreli sınıfdaşlarımız bu işin nasıl olacağını gösteriyorlar.
Onlardan öğrenelim.

7 Mart 2001 Çarşamba

DÜNYA EKONOMİSİNİN GENEL DURUMU

Kapitalist dünya ekonomisinin üzerinde yeniden kriz bulutları göründü. Hatırlatacak olursak; son dünya ekonomik krizi 1990’da, önce Kanada, İsveç, İngiltere, Finlandiya, Yunanistan, Avusturya gibi ülkelerde patlak vermiş, 1991/92’de de bu kriz kervanına ABD, Fransa, Almanya ve Japonya katılmıştı. Böylece 1990/92 döneminde ülkelerde oldukça eş zamansız olarak patlak veren fazla üretim krizi, 1994 yılında sonuçlanmıştı. Doğu ve Güneydoğu Asya’nın Çin, G. Kore, Malezya vb. ülkeleri krize girmemişlerdi. Bunun ötesinde 1994 yılında Türkiye ve dağılan revizyonist bloğun ülkeleri fazla üretim krizindeydiler.
1994’ten itibaren dünya ekonomisinin krizde olmaması kapitalist üretimin bütün ülkelerde doludizgin büyüdüğü, işsizliğin ortadan kalktığı, insanlığın giderek yükselen bir refah seviyesi yakaladığı ve sürdürdüğü anlamına gelmez. Tam tersi olmuştur. Aşağıda da göstereceğimiz gibi 1994’ten bu güne bazı ülkelerde üretim sürekli artış göstermiş, bazı ülkelerde ise üretim, ekonomik devreviliğin kriz durgunluk-inişli çıkışlı durgunluk aşamalarında seyretmiştir. 1990/92-94 döneminde krizde olmayan “Asya Kaplanları” denen ülkeleri ve krizden çıkmasına rağmen kendini toparlayamayan Japonya ekonomisi, 1997’nin ikinci yarısından itibaren krizle çalkalanmaya başladı. Bu ülkelerde patlak veren mali kriz, reel üretimi de etkisine alarak fazla üretim krizine dönüşmüştür. Literatürde “Asya krizi” olarak tanımlanan bu krizi “Rusya krizi” takip etti. Rus ekonomisi, 1997’de krizden çıkma eğilimindeyken, patlak veren mali krizle yeniden çalkalanmaya başladı. Asya ve Rusya krizleri dünya ekonomisini oldukça olumsuz etkilemiş, Türkiye ve bazı Latin Amerika ülkeleri bundan nasibini almışlardır. Ama bu krizler, bir bütün olarak dünya ekonomisini yeni bir fazla üretim krizine sürükleyecek güçte değillerdi. Ancak, 1998’in ilk yarısında OECD ve AB ülkelerinde, dolayısıyla dünya ekonomisinde büyüme oranlarının küçülmesine ve bazı ülkelerde de üretimin mutlak düşmesine neden olmuşlardır.
Bugünkü gelişmeye geçmeden önce 1997-2000 döneminde dünya ekonomisinin durumunu gösterelim.






Bu veriler, 2000 yılı itibariyle dünya ekonomisinin fazla üretim krizinde olmadığını gösteriyorlar. Bunun ötesinde soruna tek tek ülkeler bazında baktığımızda da hemen hemen hiç bir ülkenin ekonomik krizde (fazla üretim krizi) olmadığını görürüz. Buna rağmen dünya ekonomisinin giderek artan büyüme içinde olduğunu söyleyemeyiz. Her ne kadar Japon ve G. Kore ekonomileri belli bir düzlüğe çıkmışlarsa da, “Asya krizi“nin etkisinin henüz gerçek anlamıyla atlatamamışlardır. Japon ekonomisindeki çürüme ve olağanüstü borç durumu, ekonominin bütünü üzerindeki etkisini sürdürüyor. Japonya’da, G. Kore’de ve bölgenin diğer ülkelerinde; bir bütün olarak “Asya Kaplanları” denen ülkelerde ekonomi, oldukça hassas dengeler üzerinde ayakta duruyor. Dünyanın bu bölgesinde ekonomide istikrarsızlık sürüyor.
Latin Amerika’da da benzer bir durum söz konusu. Özellikle Brezilya ve Arjantin ekonomileri, pamuk ipliğine bağlı olma özelliklerini koruyorlar. Bu iki ülkede yeniden patlak verecek bir mali kriz, bunun ötesinde fazla üretim krizi, bütün kıtayı etkileyebileceği gibi, dünya ekonomisinin seyrini de etkileyebilir.
Tahminleri aşan bir büyümeyi Rus ekonomisinde görüyoruz. Revizyonist bloğun ve SB’nin dağılmasından sonra Rus ekonomisi ancak yeni yeni toparlanmaya başlamıştır. Bu ülkede brüt yurt içi üretim 1991‘de yüzde 5; 1992‘de yüzde 14,5; 1993‘te yüzde 8,7; 1994‘te yüzde 12,7; 1995‘te yüzde 4,2; 1996‘da yüzde 4,9 oranlarında mutlak küçülürken, 1997‘de ancak yüzde 0,4 oranında büyümüştür.1997’den 1998’e yüzde 4,9 oranında gerileyen brüt yurtiçi üretim, 1998’den 1999’a yüzde 3,2 ve 1999’dan 2000’e yüzde 7,5 oranında mutlak artmıştır. Rus ekonomistlerine göre bu, „30 yıldan bu yana elde edilmiş en iyi büyüme“ oranıdır.
AB ülkeleri ekonomisinde görünürde belli bir istikrar var. Kimi değerlendirmelere göre Fransız ekonomisi, “AB içinde büyüme lokomotifi” durumunda. Kimi değerlendirmelere göre ise Almanya’da “güçlü bir iktisadi yükseliş” söz konusu.
Dünya burjuvazisi açısından düşündürücü olan, ABD ekonomisinin durumudur. Amerikan ekonomisi 1992’den bu yana yıllık olarak yüzde 3 ila 7 arasında sürekli büyümüştür. OECD statiklerine göre durum böyle. Ama bu, Amerikan ekonomisinin, sürekli, ekonomik devreviliğin yükseliş aşamasında olduğu anlamına asla gelmez. Bu görece büyüme oranları, ekonomik devreviliğin inişli-çıkışlı durgunluk aşamasına tekabül eder.
Hangi faktörlerin etkisinden dolayı Amerikan ekonomisinde böyle bir büyüme sağlanabilmiştir? Birincisi, bağımlı ülkelerin talanından dolayı. İkincisi, dünya çapında sermaye hareketini ABD’ye yönlendirerek ve böylece rakiplerini geride bırakarak; Amerikan emperyalizmi düşük faizlerle ve vergilerle ve aynı zamanda yüksek kar vaadiyle dünya çapında sermayeyi ABD’ye çekmeyi başarmıştır. Bundan dolayı ABD ekonomisinde süreklilik arz eden bir büyüme söz konusu olurken, örneğin Japonya, ABD’ye yönelen sermayeden olumsuz etkilenmiştir.
Böylesi sürekli büyüme ve güya “iş mucizesi“ ABD’nin, kapitalizmde kesintisiz ekonomik yükselişe örnek gösterilmesine neden olmuştur. Kapitalizmde de kesintisiz büyüme olur, işsizlik oranı düşürülebilir düşüncelerinin oluşturulmasına ve propagandasına neden olan Amerikan ekonomisinin durumu, hiç de öyle anlatıldığı gibi değil. Amerikan ekonomisinin son aylardaki seyri emperyalist ülkelerde ve bağımlı ülkelerde tedirginliğe, geleceğe karamsar bakmaya neden olmaktadır. Amerikan ekonomisinde gerileme, özellikle “yükselen pazarlar” diye tanımlanan ülkelerin ve bir bütün olarak bağımlı ülkelerin finansman kondisyonunu negatife dönüştürür. Asya-Rusya krizleri döneminde IMF’nin verdiği kredilerin, bugün Türkiye’ye verilen kredilerin kaynağı kurur.
Bunun dışında, Amerikan ekonomisi, dünya ekonomisinin lokomotifi olduğu için, olumsuz gelişmesi ister istemez bütün dünya ekonomisini ve dolayısıyla emperyalist ülke ekonomilerini de etkileyecektir. Bütün ülke ekonomilerinin binbir türlü iple birbirine bağlı olduğu göz önünde tutulursa, emperyalistlerin tedirginliği anlaşılır.
Amerikan emperyalizminin herkese iş bulma ”mucize”si, mucizeden başka her şeydir. Çalışma gününün esnekleştirilmesi ve sömürünün yoğunlaştırılmasıyla tam günlük (8 saatlik) çalışma, kısmi çalışmaya indirildi. Böylece örneğin 100 işyeri, 200 işyerine dönüştürüldü. Bunun sonucu olarak işyeri sayısı istatistikî olarak çoğaldı, aynı oranda da işsizlerin sayısı azaldı. Ama ABD ‘de ortalama reel kazanç, on sene önceki seviyesine düştü. Bugün Amerika’da resmi yoksulluk oranı, rekor seviyededir.
Amerikan ekonomisinde yeni bir fazla üretim krizinin işaretleri var. Bu bir fazla üretim krizine dönüşür mü, dönüşmez mi, bunu ilerde göreceğiz. Ama her halükarda Amerikan ekonomisinde reel üretim gerilemektedir; hemen hemen bütün sanayi dallarında üretim geriliyor. 2000 yılının son çeyreğinde sanayi üretimi bir yıl öncesinin aynı döneme göre yüzde 1,1 oranında, 2000’in Aralığında yüzde 0,5 ve 2001’in Ocağında da 0,3 oranında mutlak geriledi. Amerikan kurumları ve IMF, Amerikan ekonomisinin son aylarda gösterdiği bu gelişmeden dolayı 2001 yılı büyüme oranlarını bir kaç defa aşağıya çekerek düzeltmek zorunda kalmışlardır.
ABD, üretimdeki düşüşü durdurmak ve yeniden canlandırmak için iki cephede mücadele veriyor. Birincisi, ABD, üretimdeki gerilemeyi başka ülkelerin sırtına yıkmaya çalışıyor. Dünya ekonomisi son dönemlerde -II. Dünya Savaşı’ndan bugüne- daha önce olduğu gibi bütünlüklü bir ekonomik devrevilik içinde hareket etmiyor. Yani ülkeler eş zamanlı olarak krize girip, eş zamanlı olarak krizden çıkmıyorlar. Bazıları krizdeyken, bazılarının krizde olmaması durumunu ülkeler, karşılıklı olarak birbirlerinin aleyhine, dolayısıyla kendi ekonomilerinin krize girmemesi veya rakibinin payını kapmak için kullanıyorlar. Bu tarzdaki emperyalistler arası rekabette ABD, son çıkışlarında başarılı olamadı. (Politik ekonominin birçok temel sorununu içeren bu noktanın açılımı, ancak başlı başına bir yazı konusu olabilir. Bu nedenle belirterek geçiyoruz.). İkincisi, Amerikan Merkez Bankası, tüketimi teşvik etmek için, faizleri sadece iki ay içinde iki defa geriye çekmiştir. Ama bu tedbirden de sonuç alınamamıştır. Bütün bu tedbirler, ABD ekonomisindeki son gelişmeleri ve sermayenin en yüksek kar oranı vaat eden ülkelere akışını engelleyememiştir. Örneğin son dönemlerde ABD’den AB ülkelerine yönelen sermaye, Euro’nun değer kazanma trendine girmesine neden olmuştur. Ama bu sefer de değer kazanan Euro, AB ihracatını, örneğin Alman ihracatını olumsuz etkilemiştir; ihracat pahalanmıştır.
Amerikan ekonomisindeki kriz eğilimli bu gelişmeyi rakip ülkeler ve rekabet merkezleri, örneğin AB, kendi ekonomileri için kullanabilirler mi, bunu zaman gösterir. Ama bizzat burjuva ekonomistleri de, AB’nin yıllık yüzde 2,5 ila 3 oranındaki bir büyümeyle dünya ekonomisi için büyüme lokomotifi olamayacağı kanısındalar. Bu doğrudur. Çünkü mevcut durumu ne olursa olsun ABD ekonomisi, dünyanın en güçlü ekonomisi konumunu koruyor.
Sadece Amerikan ekonomisini değil, bir bütün olarak dünya ekonomisini, ama öncelikle rekabet gücü olan ekonomileri etkileyen en önemli faktörlerden birisi, uluslararası yapısal krizdir. Burada kast edilen, coğrafyamızda yanlış kullanılan ve sistem krizi, kapitalizmin genel krizi anlamına gelen yapısal kriz değil, ekonomide yapısal krizdir. Uluslararası çapta firma birleşmeleri sonucunda giderek daha az sayıda tekeller, uluslararası planda devasa bir üretim ağına ve yine devasa boyutlara varan üretim kapasitelerine sahip olmuşlardır. Teknolojik gelişme ve rekabet, üretimin yapısındaki değişimi hızlandırmış ve sürekli kılmıştır ve ekonomide yapısal yenilenmenin yaşam devreviliği giderek düşmüştür. Örnek: bugün otomobil sektöründe „yön veren yenilenmenin yaşam devreviliği“/dönüşümü 6 seneye düşmüştür. Bu devreviliğin süresi elektro sanayinde sadece ve sadece 12 aydır. (Daimler-Chrysler raporu). Bunun anlamı şudur; sürekli teknolojik yenilenme, sürekli yeni modeller, sürekli yeni ürün. Bu ise yeni makine, yeni fabrika, yeni ve giderek artan sabit sermaye demektir. Yeni sabit sermaye yatırımı yapmak için, “moral” açısından eskiyen sabit sermayeyi; yani makineleri, fabrika binalarını, modelleri vs. yok etmek gerekiyor: Devasa boyutlarda sabit sermaye yatırımı yapmak için devasa boyutlarda sabit sermaye kıyımı, kapitalist ekonominin olmazsa olmaz koşuludur. Bunu yapamayanın rekabet gücü kalmaz. Yeni sabit sermaye yatırımı(makineler, binalar, hammadde vs.), değişken sermayeye (işgücü için yapılan harcamaya) oranla sabit sermayenin sıçramalı gelişmesi anlamına gelir. Örneğin değişken sermaye 1 ise sabit sermaye 3 olur. Bu durumda, sömürünün kaynağı işgücü olduğu için, kar oranı; artı değerin toplam sermayeye oranı düşer. Marks buna “kar oranının eğilimli düşüşü”der. Kapitalistler, kar oranının düşmesini engellemek için birçok yola başvururlar; iş gücünün sömürüsünü yoğunlaştırırlar. Ama kapitalist ekonominin nesnel yasalarının sermaye hareketine yön vermesini asla ve asla engelleyemezler.
-Bir taraftan teknolojik yenilenme, firma birleşmeleri, rasyonelleştirme ve milyonlarca işçinin sokağa atılması. Bu, toplumun alım gücünün düşmesi, kapitalist açısından ise ürünlerinin satılmaması anlamına gelir. Marks, bir taraftan üretimin genişletilmesini ve diğer taraftan da emekçi yığınların alım gücünün geri kalmasını „bütün gerçek krizlerin nihai nedeni“ olarak tanımlar.
-Rekabet ve teknolojik gelişme, makine, üretim kapasiteleri vb. biçimindeki sabit sermayenin ömrünü kısaltıyor. Bunun sonucu, sürekli yeni modellerin, yeni metaların; ürünlerin üretilmesi kaçınılmaz oluyor. Milyonların işsiz olduğu toplumda bunları kim satın alacak?
Sonuçta sermayenin kendini değerlendirme (P-M¹-P¹; para-meta¹-para¹) süreci tıkanır. Üretim sürecinde oluşan bu tıkanma kriz demektir. Sermaye hareketinin birinci (P) ve üçüncü (P¹) aşamaları dolaşım aşamalarıdır. Burada artı değer üretimi olmaz. İkinci aşama (M¹) üretim aşamasıdır. Artı değer bu aşamada üretilir ve buradaki tıkanma krize yol açar. Ancak bu, üçüncü aşamada (dolaşım-pazar aşamasında) metaların satılmaması, pazarların metalarla dolup taşması olarak patlak verir.
Amerikan ekonomisinde bu yönde bir gelişme söz konusudur. Bu gelişme devam eder mi, AB ülkeleri ekonomisini, Japon ekonomisini etkileyerek, bütün dünya ekonomisini yeni bir fazla üretim krizine sürükler mi, bunu önümüzdeki dönemde göreceğiz. Böyle bir gelişmenin nesnel koşulları var. Ama bu, yarın; önümüzdeki yakın dönemde mutlaka bir fazla üretim krizi patlak verecektir anlamına asla gelmez.
Gelecek sayımızda Türk ekonomisinin genel durumunu ele alacağız.

6 Mart 2001 Salı

Ortadoğu’da Amerika’nın İflası


 
Filistin-İsrail ilişkilerinin ve Oslo sürecinin sonuçsuz kalmasından bu yana Ortadoğu’da, adeta eski günlere dönüldü. Filistinlilerle İsrail arasındaki çatışma her türlü araç kullanılarak sürüyor. Aylardan beri süren çatışmalarda yüzlerce Filistinli katledildi. bütün bunlar Filistin ile İsrail arasındaki “Pax Americana”nın; Amerikan “barışı”nın sonuçlarıdır.

Filistin yarası kanarken Amerikan emperyalizmi Irak’ı bombaladı. 16 Şubat’ta Irak’ın güneyinden yapılan saldırıyla Bağdat’ın bombalanması ve sonra kuzeyden bombalama, yeni Amerikan yönetiminin saldırgan dış politikasının sadece bir ifadesidir.

Teknik açıdan modernleştirilmiş Irak radarları uçuşa yasak bölgelerde devriye uçuşu yapan Amerikan ve İngiliz uçaklarının tehdit ediliyormuş! Daha önceki saldırılarda da aynı demagoji öne sürülmüştü.

Kuzeyde 36. paralel ve güneyde de 33. paralel doğrultusunda çekilen çizgiyle Irak, fiilen üçe bölündü. 33. ve 36. paraleller arasında kalan bölgede S. Hüseyin’in diktatörlüğü hakim, kuzey ve güneydeki bölgelerde ise Amerika hakim. Amerika, bu bölgeler üzerinden Irak’ı kontrol ediyor.
Yeni Amerikan yönetimi S. Hüseyin’i devirmeyi Ortadoğu’daki esas hedefi olduğunu açıkladı. Amerikan Dışişleri Bakanı Powell; “Irak sorunu öncelliğe sahiptir, İsrail ile Filistinliler arasında yoğun arabuluculuk rolü“ söz konusu değildir açıklamasıyla bundan sonra Ortadoğu’da nelerle karşı karşıya olunacağını gösteriyor.

Bir bütün olarak Ortadoğu, Amerikan emperyalizmi açısından birbirini tamamlayan iki nedenden dolayı oldukça önemlidir. Birincisi, bilindiği kadarıyla dünya enerji rezervinin üçte birinden fazlası körfez bölgesinde bulunuyor. İkincisi, bölge olarak Ortadoğu, Amerikan emperyalizminin Avrasya jeostratejisinin güney ayağını oluşturuyor. Bu iki nedenden dolayı Amerikan emperyalizmi, 21. yüzyılda dünya hakimiyetini gerçekleştirmek için bölge üzerinde mutlak hakimiyet kurmak istiyor.

Irak’a yapılan hava saldırısının nedeni bölge üzerinde hakimiyet için mücadeleden başka bir anlam taşımıyor. Körfez Savaşı’ndan bu yana Amerikan emperyalizminin Irak üzerinde estirdiği terör, bugünlerde delik deşik olan ambargo, Saddam rejiminin yıkılmasına değil, tersine güçlenmesine ve Irak halkının yoksulluğa ve sefalete sürüklenmesine neden olmuştur. Bu durum ve Filistin-İsrail “barışı”nın fiyaskoyla sonuçlanması Amerikan emperyalizminin bölgedeki nüfuzunu yıpratmıştır. Yeni Amerikan yönetimi bu gelişmeyi durdurmayı hedefliyor ve ne pahasına olursa olsun Saddam rejimini devirene kadar saldırı ve baskıyı yoğunlaştırarak sürdüreceğini açıklıyor. Sorunların çözümsüz kalması, yani Amerika’nın Ortadoğu politikasının iflası, başka emperyalist ülkeleri cesaretlendirmiş ve onlar da bölgedeki faaliyetlerini yoğunlaştırmışlardır.

Son yıllarda AB, bu entegrasyonunun üyesi olan Almanya, Fransa gibi ülkeler, Çin, Japonya, Rusya, ABD kontrolünde Türkiye ve başka ülkeler, Ortadoğu’da etkili olmak için faaliyetlerini yoğunlaştırdılar. Irak’a uygulanan ambargoyu delik deşik eden ülkelerin başında Fransa, Çin, Rusya ve bizzat ABD’nin kendisi geliyor. Amerikan şirketleri, Körfez Savaşı’ndan hemen sonra, özellikle Ürdünlü işadamlarıyla, Ürdün mülkiyetinde kurdukları şirketlerle Irak’a ihracatı sürdürdüler. Fransa, Çin, Rusya ve Japonya gibi emperyalist ülkeler de Irak ile, petrolün çıkartılması ve işletilmesi üzerine bir dizi anlaşma yaptılar. Ama bu anlaşmaların uygulanması için tek koşul, ambargonun kalkmasıdır. Ambargo devam ettiği müddetçe bu ülkelerin Irak petrolüne uzanmaları engellenmiş oluyor. Bu nedenden dolayıdır ki bu ülkeler, adeta ABD’ye nazire yaparcasına ambargoyu “tıbbi yardım” uçaklarıyla deliyorlar. ABD ise ne pahasına olursa olsun ambargonun devamından yana. Çünkü ambargonun kalkması durumunda Irak petrolü üzerinde kontrolü kalkmayacak. Bu durum gösteriyor ki, Amerikan emperyalizmi, ambargo sürdüğü müddetçe Irak’ta var.

Amerikan emperyalizmi Irak’ı bombalayarak rakiplerine gözdağı veriyor, mücadelesiz Irak’tan ayrılmaya niyeti olmadığını gösteriyor.
Aynı taktiği Amerikan emperyalizmi Filistin-İsrail sorununda da uyguluyor. Rakiplerini bu sorundan da uzak tutmaya çalışıyor. Geçen yılın son aylarından, Arafat-Barak-Clinton görüşmelerinin sonuçsuz kaldığı dönemden bu yana Fransa’dan, Almanya’dan, Rusya’dan devlet ve hükümet başkanları, dışişleri bakanları ve AB temsilcileri İsrail ve Filistin’de görüşmeler yaparak “barış”ı kurtarmaya çalışmışlardır. Bu görüşmelere Amerikan tarafı seyirci kalmamış, o da adamlarını göndererek sorunu, çözersem ben çözerim, başkaları müdahale edemez mesajını vermiştir. Amerika’nın dediği oldu. Diğerleri geldikleri gibi gittiler, ama ABD orada kaldı. 

Irak’a saldırısı, Filistin-İsrail “barış” görüşmelerini sürüncemede bırakması -ki bununla Filistin’in soluğunu kesmeyi, Arap ülkelerini kendi pozisyonuna getirmeyi amaçlıyor- ABD’nin Ortadoğu ve Yakındoğu politikasının iflası anlamına geliyor.

Filistin’de intifadanın yeniden canlanması, bir halkın iradesi kırılmadıkça kolay kolay teslim alınamayacağını göstermektedir. İsrail’in Filistin üzerinde estirdiği terör, yüzlerce Filistinliyi katletmesi ve ABD’nin Irak’a saldırısı, komşu Arap ülkelerinde antiamerikancılığı güçlendirmiş ve kitlesel protestolara yol açmıştır. Yeni intifadanın dünya çapında etkisi olur mu, ulusal ve sosyal kurtuluş için mücadeleyi yeniden ve daha güçlü olarak etkiler mi, bunu önümüzdeki süreç gösterecek.

1 Mart 2001 Perşembe

TARİHSEL VE GÜNCEL OLARAK FİLİSTİN SORUNU


TARİHSEL VE GÜNCEL OLARAK FİLİSTİN SORUNU 
 

I- İsrail Devletinin Kuruluşu

Ortadoğu'da, Arap kurtuluş hareketi karşısında emperyalizm yeni bir müttefik bulmuştu. Bu müttefik güç, siyasi siyonizmdir. Siyasi siyonistler, I. Dünya Savaşı sonrasında Filistin'i kendi nüfuz sahasına alan, orada bir manda idaresi kuran İngiliz emperyalizmi vasıtasıyla bir Yahudi devleti kurmayı amaçlıyordu. Ama Filistin'de devlet kurmak için yeterli sayıda veya devlet kurabilecek sayıda Yahudi yoktu. Yahudilerin ezici çoğunluğu Filistin dışında yaşıyordu: 1880'de bütün dünyadaki Yahudi sayısı 7,75 milyon civarındaydı. Bunun çoğunluğu da -6,858 milyonu (yüzde 88,5)- Avrupa'da, 620 bini (yüzde 8) Asya ve Afrika'da yaşıyordu. Geriye kalan yaklaşık 250 bin Yahudi, deniz aşırı ülkelerde yaşıyorlardı. Avrupa'da ise Yahudilerin çoğunluğu Doğu da (Litvanya, Polonya, Beyaz Rusya, Romanya ve Galiçya'da, toplanmıştı. 19. yüzyılın sonuna doğru durum değişir ve 18811914 arasında yaklaşık 3 milyon Yahudi, Doğu Avrupa ülkelerinden göç ederler. Göç edenlerin çoğunluğu da Kuzey Amerika'ya yerleşir. Kuzey Amerika'da Yahudilerin sayısı 19. yüzyılın başında 2000'den aynı yüzyılın sonunda bir milyonun üzerine çıkar. Her halükarda II. Dünya Savaşı'na kadar Yahudilerin çoğunluğu, yüzde 58,2'si (9,7 milyon) Avrupa'da yaşıyordu.