deneme

21 Aralık 2000 Perşembe

ASGK-NATO VE TÜRKİYE


 
14-15 Aralıkta düzenlenen NATO Konseyinde sonuç alınamadı. Bakanlar düzeyindeki bu toplantıda AB’nin Nice zirvesi kararları sonucu, AB ile NATO arasındaki güvenlik ve işbirliği sorunlarının sonuçlandırılması ve belli bir kararın alınması bekleniyordu. Toplantı sonuçsuz kaldı, bir uzlaşma sağlanamadı. Bunun nedeni de Türkiye’nin itirazı ve diretmesiydi. En son gün ABD’nin devlet başkanı düzeyinde devreye girmesi ve Türkiye’den veto hakkını kullanmasından kaçınmasını istemesi de sonuç vermedi. Türk hükümeti, veto etmiyoruz, ancak “ulusal” çıkarlarımızdan taviz vermiyoruz açıklamasını yaptı. Veto etmekle, ulusal çıkarlardan vazgeçmem anlayışı, soruna ilişkin olarak, en fazlasıyla farklı bir diplomatik tanımlamaydı.

Türkiye ile AB’yi yeniden karşı karşıya getiren gelişme nedir? Daha ortalıkta AB yokken (1957’de Roma Anlaşmalarına göre kurulmuştur), ‘40’lı yılların sonunda Batı Avrupa Birliği (BAB), Avrupalı devletlerin güvenlik örgütü olarak şekillendirilmek amacıyla kuruldu. ABD’nin müdahalesi, NATO’nun kurulması, BAB’ın ölü doğmasına neden oldu. BAB, ABD-AB arasında çelişkilerin sertleştiği dönemlerde, güya ABD’yi tehdit amacıyla AB’li emperyalist ülkeler tarafından gündeme getirilse de, ne o zaman var olan Sovyetler Birliği-Warşova Paktı tarafından, ne ABD ve ne de bizzat AB tarafından ciddiye alınmıştı. Revizyonist blokun ve dolayısıyla Warşova Paktı’nın dağılmasıyla (1989-1990/91) NATO, amaçsız bir askeri pakta dönüştü. Bir taraftan NATO, kendine yeni görev ararken; durumdan görev çıkartmaya çalışırken, diğer taraftan da ABD ile AB arasındaki emperyalist çelişkiler, “komünizm”, Sovyet tehlikesi baskısı ortadan kalkınca bütün çıplaklığıyla ortaya çıktı. AB, ABD ile çelişkilerinin, dünya hegemonyası için mücadelesinin kaçınılmaz bir sonucu olarak ayrı askeri örgütlenmesine ağırlık vermeye başladı ve fonksiyonsuz BAB anlayışı bir kenara atılarak, Avrupa Savunma ve Güvenlik Kimliği (ASGK) anlayışı geliştirildi.

Amerikan emperyalizmi, ASGK’nın NATO’ya vurulan bir darbe olduğunu çok iyi bildiğinden bu örgütlenmenin kendi kontrolünde gelişmesi için faaliyetini yoğunlaştırdı. AB’nin, Almanya ve özellikle Fransa gibi emperyalist ülkeleri Amerikan emperyalizminin tepkisini yumuşatmak ve bağımsız askeri örgütlenmenin kurumsallaşmasını engellememesi için ASGK’nın, NATO’dan bağımsız olmayacağı anlayışını geliştirdi. Ama gelinen nokta, esas düşüncenin hiç de öyle olmadığını gösterdi. ASGK, bugün güç açısından bir hiç olduğu için bugün NATO olanaklarından yararlanmayı istiyor, ama güçlenince tamamen bağımsızlaşacaktır. Bu, AB’nin bilinen, ama açıklanmayan esas hedefi. Sorunu karmaşıklaştıran ise, bir kısım NATO üyesinin AB üyesi olması ve bir kısmının da olmaması. NATO üyesi olup da AB üyesi olmayan ülkelerden birisi de Türkiye. Türkiye, NATO üyesi olduğu, ama AB üyesi olmadığı için AB’nin, NATO olanaklarını kullanarak ASGK’yi şekillendirmesine ve karar mekanizmasından dışlanmasına karşı geliyor ve AB’nin, ASGK olarak NATO olanaklarını kullanmak için NATO üyelerinin, dolayısıyla Türkiye’nin de onayını alması gerektiğini savunuyor. Yani, ben de ASGK’nin üyesi olmalıyım diyor ve bunda da direniyor. Son toplantının başarısızlıkla sonuçlanmasını esas nedeni bu.

Tabii sorun, sadece bununla sınırlı değil. Amerikan emperyalizmi ASGK gelişmesinin yönünü görüyor: AB’nin kendine rakip olduğunu ve askeri örgütlenmesini de geliştireceğini biliyor. Bu askeri gelişmeyi yönlendirmeye çalışıyor. Bunu yapabilmek için de kendine bağımlı, aynı zamanda AB üyesi olan NATO üyesi ülkelere ihtiyacı var. İngiltere’nin yanı sıra söz konusu olabilecek ikinci ülke, Türkiye. Ama Türkiye AB üyesi değil. ABD, Türkiye’nin AB üyeliğini esasen bundan dolayı destekliyor; İngiltere ve Türkiye, AB ve ASGK içinde ABD’nin köstebeği olmalılar!
ASGK içinde de görüş birliği şimdilik sağlanmış değil. Fransız emperyalizmi, ASGK’nın NATO’dan bağımsız, salt AB’ye özgü bir askeri kurum olarak geliştirilmesini talep ediyor. AB’nin Nice zirvesinde bu görüşünü dile getirerek ısrarlı oldu, ama İngiltere’nin buna karşı gelmesi sonucunda ASGK’nın özerk olmasına karar verildi. Bu durumda ASGK, şimdilik özerk; NATO’nun olanaklarından yararlanarak gelişen bir askeri yapılanma durumunda.

AB, bölgesindeki; genişleme alanındaki ve de giderek dünyadaki kendi çıkarlarını zedeleyen gelişmelere; devrimci mücadelelere ve kendisiyle diğer emperyalist ülkeler arasındaki çelişkilerin keskinleşmesiyle ortaya çıkacak sorunlara acil müdahale etmek istiyor. Bugün ABD’nin, NATO ve BM ile yaptığına AB, ASGK ile yapmaya soyunuyor. AB, Balkanlara, Ortadoğu’ya, Kafkasya/Hazar Havzası’na müdahale edebileceği ve AB emperyalist çıkarlarını savunacağı varsayımından hareket ediyor.

AB, siyasi bir bütünlük değildir. AB siyasi birliğini sağlamış olmaktan çok uzaktır. Tekelci sermayenin birliği olan AB’de emperyalistler arası çelişkiler; güçler dengesi, AB’nin gelişme ve genişleme seyrini belirlemektedir. Bu anlamda AB önderliğinde bir askeri kurumlaşmanın; somutta da ASGK’nın bir ordu, bir ülkenin ordusu olarak gelişeceğini sanmak siyasi saflıktır. ASGK, bir NATO olarak da gelişemez. Çünkü NATO’nun, iç emperyalist çelişkileri bastırarak gelişmesinin yegane nedeni, sosyalist ve sonra da revizyonist dünya sisteminin varlığıydı. Bu sistem ortadan kalktıktan sonra, NATO içindeki gevşeme ve çıkar farklılıkları tamamen su yüzüne çıktı. ASGK’yı, NATO gibi bütünlüklü geliştirecek; AB içinde emperyalist ülkeler arasındaki eğilimi sıkı ittifaka dönüştürecek, onların arasındaki çelişkileri geri plana atacak bir durum yok. Dolayısıyla ASGK, AB’nin gelişmesine; AB içindeki emperyalist ülkeler arasındaki (özellikle Fransa, Almanya ve İngiltere) çelişkilerin keskinleşmesine bağlı olarak; bu gelişmelere paralel sıkı veya gevşek bir askeri örgütlenme olacaktır. En fazlasıyla, bugün ve yakın gelecekte AB’nin kolektif sömürgeciliğini koruyan bir acil müdahale kurumu olacaktır.

Türkiye, bu müdahalenin kendi bölgesinde olma olasılığından hareketle ve AB'yi, ‘NATO’nun olanaklarını kullanmak istiyorsan beni de üye yaparsın’ dayatmasından dolayı Avrupa emperyalistleriyle ilişkilerini sertleştiriyor ve Türkiye’siz bir ASGK’yı reddediyor.

13 Aralık 2000 Çarşamba

AB’İN NİCE ZİRVESİ

AB, Nice zirvesinde siyasi birliğine bir adım daha yakınlaşmayı, “Avrupa’yı birleştirmeyi” amaçlamıştı. Ama zirvedeki pazarlıklar ve elde edilen sonuçlar, AB’nin siyasi birliği sağlamaktan, Avrupa’yı birleştirmekten fersah fersah uzakta olduğunu gösterdi. Nice zirvesi, AB içinde çıkar çatışmalarını bir kez daha su yüzüne çıkardı.
AB, kendisini yapısal yenilemek ve yeni üyelerin alınması için hazırlanmak amacıyla Nice zirvesini düzenledi. Maastricht’ten sonra en anlamlı zirve olması gerekiyordu. Öyle de oldu; çıkar çatışmalarını bütün çıplaklığıyla yansıtma özelliği bakımından anlamlı bir zirve oldu. Alınan kararlar da çıkar çatışmasını yansıtan kararlar oldu.
Nice kararlarından sonra AB’de hiçbir şey daha kolay ve daha demokratik olmayacak. Tersine, işlerlik daha zor ve daha az demokratik olacak.
Nice zirvesi üye ülkeleri, “ulusal” çıkarlardan dolayı karşı karşıya getirdi. Özellikle emperyalist ülkelerin ulusal çıkar diye öne sürdükleri, tekelci sermayenin çıkarlarından başka bir şey değildi. Almanya, birleşmeden sonra AB’nin, nüfus bakımından da büyük ülkesi olmuş ve bunun karar mekanizmasında hesaba katılmasını talep ediyordu. Almanya’nın büyüklüğünden ve rekabetinden çekinen Fransa, buna karşı geliyor ve Almanya ile kendisi arasındaki güç eşitliğinin devamını talep ediyordu. Büyük Britanya ve İtalya gibi diğer büyük ülkeler de, Fransa gibi açıktan ifade etmeseler de, aynı anlayıştalar.
Yapısal reform, az nüfuslu ülkelerin AB mekanizmasındaki konumlarını zayıflatıyor. Nüfus yoğunluğundan dolayı, örneğin kurucu üyelerden Belçika, Hollanda, aday üyelerden Polonya’nın, Romanya’nın gerisine düşüyorlar. Bu nedenden dolayı Belçika’nın başını çektiği grup, zirveyi terk tehdidini savurdu. Bunun ötesinde AB fonlarından en çok yararlanan Yunanistan, Portekiz ve İspanya gibi ülkeler, yeni üyelerle birlikte AB’nin 27 üyeye çıkmasıyla aldıkları miktarın azalacağı kaygısını düştüler.
Nice’de her bir ülkenin kendisi açısından bir sorunu vardı ve her bir ülke, Avrupa’nın birliğinin kendi sorununun dikkate alınması temelinde sağlanabileceğine inanıyor. Yani bu gidiş, siyasi birliği sağlamaya değil, güçlü olanın hâkimiyetinin açıkça kabulüne götürüyor.
Alınan bazı kararlara:
-Genişleme:
AB, aday üyelerin koşulları yerine getirmeleri durumunda, 2002 yılı sonu itibariyle yeni üye alabilecek durumda olacağını açıkladı. Süreç, kararlaştırıldığı gibi devam ederse, yeni üyeler 2004’teki Avrupa Parlamentosu seçimlerine katılacaklar.
-Çoğunluğa göre karar:
Bakanlar Konseyi’nde şimdiye kadar oybirliğini zorunlu kılan AB Anlaşmasının 40 kadar maddesi, oy çoğunluğuna göre işlem görecek.
-Oy ağırlığı:
AB Bakanlar Konseyinde dört büyük ülkenin (Almanya, Fransa, İtalya ve Büyük Britanya) her birinin 29 oyu olacak (şimdiye kadar her birinin 10’ar oyu vardı). Bu dört ülkeyi 27’şer oyla İspanya ve Polonya takip ediyor.
-AB Komisyonu:
2005’ten itibaren her ülke, Brüksel’e bir komiser gönderme hakkına sahip olacak. Ancak, üye sayısı 27 olunca komiser sayısı da yeniden gözden geçirilecek.
-Askeri politika:
Toplantıda AB’ye özgü askeri politikada karar kılındı. Ama İngiltere’nin çekincelerinden dolayı NATO ile ilişkiler konusunda açıklama yapılmadı.
Portekiz Başbakanı Guterres’in görüşüne göre Nice’de “büyük devletler darbe yaptı”lar. Gerçekten de öyle oldu. Nice’de alınan bütün kararlar dört büyük devletin lehine. Şimdi bu dört emperyalist ülke, AB’yi kendi çıkarları için daha pervasız kullanacaklar.
Yeni oy ağırlığı büyük devletlerin işine yarıyor: 27 üyelik AB’de 17 en küçük ülkenin toplam nüfusu Almanya’nınki kadar (82 milyon). Bakanlar Konseyinde bu ülkelerin toplam oy sayısı 57 iken Almanya’nınki 10 olacaktı. Şimdi durum değişti. Bakanlar Konseyinde oy dağılımı dört büyük devletin lehine değiştirildi.
AB Bakanlar Konseyinde oy sayısı 87’den 346’ya çıkartıldı.
Avrupa Parlamentosunda nüfus çoğunluğu belirleyici. Bu yöntemde de karlı olan Almanya. Mevcut nüfusla elde ettiği sandalye sayısı 99. Buna karşın B. Britanya’nınki 72(15 eksik), Fransa’nınki 72 (15 eksik), İtalya’nınki 72 (15 eksik), İspanya’nınki 50 (14 eksik, Polonya’nınki 50, Romanya’nınki 33. Lüksemburg hariç AB’nin mevcut üyeleri 3 ila 6 arasında sandalye kaybına uğradılar.
Avrupa Parlamentosunda toplam parlamenter sayısı 626’dan 732’ye çıkıyor.
Oy çoğunluğu da büyük devletlerin işine yarıyor. Oybirliği ile karar yerine oy çoğunluğunun koşul olarak getirilmesiyle büyük devletler, istedikleri gibi karar alabilecekler. Örnek; şimdiye kadar nitelikli oy çoğunluğu (ülkelerin nüfus büyüklüğüne göre oy sayısından oluşan çoğunluk) yüzde 71 idi. Bu oran yüzde 73,5’e çıkartıldı. Ama AB’nin üç büyük ülkesi, oy sayısı yeterli olmayan Malta, Kıbrıs, Lüksemburg, Slovenya ve Estonya dışında herhangi bir küçük (oy sayısı yeterli) üye ülke ile ortak hareket ederek herhangi bir kararı engelleyebileceği gibi, istediği kararı da alabilir. Bundan da en çok yararlanan yine Almanya. 82 milyonluk nüfusu ile Almanya, herhangi başka iki büyük ülke ile birlikte her kararı bloke edebilir veya istediği kararı aldırabilir.
Nice zirvesinde Türkiye de yer aldı. AB’nin bu zirvesinde üye ülkelerin yanı sıra aday ülke olarak Türkiye’nin de katılması ve Başbakanın “aile fotoğrafı”nda yer alması burjuvaziyi, en azından AB’cileri sevindirdi. Ne de olsa Türkiye restini çekmiş, Fransa da “Ankara’nın restini gördük” açıklamasını yapmış ve AB, açıkladığı katılım belgesinde Türkiye’nin talep ettiği değişikliği yapmıştı. Böylece Türkiye, ilk aşamada, zirveye katılım koşulu yaptığı noktalarda (Kıbrıs ve Ege sorunları) istediğini koparmış oldu. Ama bu, sorunun sadece bir yönüydü. Katılım Ortaklığı Belgesiyle Helsinki’nin gerisine düşen AB, Nice’de Helsinki kararları seviyesine gelmiş oldu. Hepsi bu kadar.
AB, ileriye dönük yeniden yapılanma planında Türkiye'’e yer vermiyor. Bu planda Türkiye yok, en azından 2010 yılına kadar yok.
Türkiye’nin AB’ye üye olmaya hazır olup olmadığı işin hikâye tarafı. Türkiye, hazırlık bakımından diğer aday üyelerden, en azından bir kısmından hiç de geri değil. AB için sorun olan, Türkiye’nin büyüklüğü, ABD ile ilişkisi ve jeostratejik konunu nasıl kullanacağı.
Üye olma durumunda Türkiye, AB’nin karar mekanizmasında en azından Almanya kadar ağırlığa sahip olacak. Bakanlar Konseyinde Almanya, Fransa, İtalya ve İngiltere’nin yanı sıra 29 oya sahip olacak. Avrupa Parlamentosu’nda da Almanya gibi 99 sandalyeye sahip olacak. Bu gücüyle Türkiye, örneğin İngiltere veya Fransa ve bir-iki küçük ülke ile birlikte AB’yi karar almasında yönlendirebilecek duruma gelecek. Bunu kendi çıkarına mı, yoksa ABD’nin çıkarına mı yapacağı pek de önemli değil. Önemli olan ağırlığın kendisi ve bu Almanya’yı korkutan nedendir.
Gelinen süreç şunu gösteriyor:
Kıbrıs ve Ege sorunları öne sürülerek Türkiye’nin üyelik sürecini sürüncemede bırakma taktiği artık geride kaldı. AB, Türkiye’yi, karar mekanizmasındaki ağırlığını da hesaba katarak ya üye yapacak, ya da yapmayacak. Her iki durumda da Türkiye’nin jeostratejik konumu/önemi belirleyici olacaktır. Türkiye’nin AB üyeliğine kararı verdirecek olan AB ile ABD’nin bölgemizdeki rekabetidir.

5 Aralık 2000 Salı

BORSA OYUNU!

İMKB’nda iki haftadan beri süren olağanüstü hareketlilik çeşitli kesimler tarafından farklı biçimlerde yorumlanıyor. Burjuva kesimlerin genel kanısı, İMKB’nda faiz-kredi likidite hattında bir mali krizin patlak vermiş olmasıdır. İMKB’nda endeksin gelişme seyri, bu kanıyı doğrular gözükmektedir. Öyle ya 20 bin sınırına dayanmış olan endeksin şimdi, 4.12. 2000 tarihi itibariyle, 7 bin seviyesine düşmesi borsada işlem gören hisse senetleri fiktif (hayali) değerinin yarıdan çoğunun kaybedilmesi anlamına gelir.
Görünümü bir kenara bırakıp, mali kriz için nesnel koşulların olup olmadığına bakarsak farklı bir durumla karşı karşıya kalırız. Hangi biçimde olursa olsun mali kriz, fazla üretim krizinin bir refakatçisidir, habercisidir. Marksist kriz teorisine göre birçok kriz yoktur. Bir kriz vardır. O da fazla üretim krizidir. Bu kriz de kapitalist yeniden üretim sürecinde doğar. Diğer krizler; para-kredi-mali krizler, kapitalist yeniden üretim sürecinden kaynaklanmazlar. Bu krizlerin patlak vermesinin bir dizi nedeni vardır. Bu nedenlerin toplamı, yansıyış biçimleri nasıl olursa olsun, reel üretimdeki; sanayi üretimindeki gelişmenin olumsuzluğuna doğrudan bir işarettir. Yani kapitalist bir ülkede, hangi biçimde olursa olsun bir mali kriz patlak veriyorsa bu, sanayi sektöründe olumsuz gelişmenin bir habercisidir. Şayet böyle bir durum yoksa; mali sektördeki dalgalanma reel üretim sektöründeki gelişme eğilimini yansıtmıyorsa, orada belli bir zorlama, politikada, hükümetin aldığı birtakım tedbirlerde ve uygulanmasında sakatlık var demektir. Türkiye’de böyle bir durum söz konusudur.
Sanayi üretiminin gelişme seyri bunun böyle olduğunu göstermektedir: sanayi üretimi, bir yol öncesine göre 2000 yılının ilk çeyreğinde yüzde 3; ikinci çeyreğinde yüzde 3,7 ve üçüncü çeyreğinde de yüzde 9,7 oranında mutlak büyüyor. Soruna aylık reel üretim bazında bakarsak: 1999’un aynı aylarına göre sanayi üretimin 2000 yılının Haziranında yüzde 2,4; Temmuzunda yüzde 3,5; Ağustosunda yüzde 17,1 ve Eylülünde de yüzde 6,3 oranında mutlak büyümüş.
Demek oluyor ki, reel üretim açısından ekonominin bir sorunu, krizsel bur durumlu söz konusu değil. Tam tersine sanayi üretimi, genel beklentinin de ötesinde oldukça hızlı büyüyor ve büyümenin hızı, enflasyona karşı mücadeleyi olumsuz etkilediği için IMF ve hükümet tarafından pek de istenmiyor. Salt bu durum, İMKB’nda yaşanan son gelişmenin ekonomi kaynaklı olmadığını ve bundan dolayı da gerçek bir mali-likidite-borsa krizinden bahsedilemeyeceğini göstermektedir.
İMKB’ndaki gelişmenin, bu boyutlarda olmasa da böyle olacağı çok önceden biliniyordu. Bu anlamda yeni olan bir şey yok. 1999’da, depremden önce acınacak bir durumda olan borsa, depremin verdiği zarara; sanayi üretimini olumsuz etkilemesine rağmen sürekli yükselmiş ve bu yılın başında 20 bin sınırına dayanmıştı. Bu, şişirme bir gelişmeydi. Sonra endeks, düşüşe geçti. Bu düşüş, 12-13 bir civarında normal seviyesini almaşı olacaktı. Belli bir dönem öyle de oldu. Ama sonra durum yeniden değişti. Bu değişmenin nedenini Merkez Bankası Başkanı Gazi Erçel şöyle açıklıyor:
“Bizde bankalar tepişiyordu, şu oluyordu, bu oluyordu. Ekonomik programın yarattığı değişiklikler var. Düzen değiştiriyoruz, kolay değil. Bütün faktör gelirlerinin altını üstüne getiriyoruz. Kar, faiz, rant, ücret alışkanlıklarını değiştiriyoruz. Tam buralara doğru giderken bir boşluk aranıyor, zayıf bir nokta bulunuyor, o nokta daha da zayıfladığı bir anda yükleniliyor” (Sabah, 3 Aralık 2000).
Erçel doğru söylüyor.
Reel ekonominin hiçbir göstergesinin İMKB’ndaki son gelişmelere işaret olmaması bunu gösteriyor.
Borsa, hayali büyük miktarların el değiştirdiği, birilerinin kazanıp birilerinin kaybettiği bir kumarhanedir. Orada endeksin hareket yönü, spekülasyon tarafından belirlenir. “Camia”da ortaya atılan bir dedikodu bile borsayı etkiler.
Ne oldu? Hasan, Hüseyin’e kredi vermedi. Hüseyin de Veli’ye olan borcunu ödeyemedi ve Veli de, Hasan’a olan borcunu ödeyemedi. Hasan, Hüseyin, Veli veya A,B,C, birer şirket veya banka. Bunlar arasındaki parasal ilişkinin tıkanması sonucunda Merkez Bankası devreye girdi ve piyasaya fazladan para sürerek tıkanıklığı, likidite ihtiyacını gidermeye çalıştı. Enflasyonu düşürme üzerine kurulmuş bir “istikrar” programının uygulandığı, bankacılık sektöründe yolsuzluğun üzerine gidildiği bir dönemde borsanın her türlü oyuna daha açık olacağı, birtakım çevrelerin fırsat kolladıkları ve saldırıya geçecekleri bilinmeliydi. “İstikrar” programının ne denli başarılı veya başarısız olduğundan bağımsız olarak, hükümetin bu program uygulanmasından rahatsız olanlar var. Bunlar; rantçılar, faizciler, banka içi boşaltanlar, hortumcular, kayıt dışı ekonomi alanında faal olanlar, enflasyondan kazananlar düzenlerinin devamından yanalar. Bunlar, sistemin bir nebze de olusun disipline edilmesine şiddetle karşıdırlar. Bunlar, uygulamadaki aksaklıktan, Erçel’in belirttiği sorunlardan yararlanarak mevcut likidite sorununu bilinçli bir şekilde büyüttüler ve bugünkü yapay borsa krizine neden oldular.
IMF ve Dünya Bankası, hazırladıkları ve hükümet tarafından uygulanan programlarının selameti için borsadaki gelişmeye, likidite sorununu çözümleme doğrultusunda müdahale ediyorlar. Apar topar Türkiye’ye heyet göndermelerinin, birkaç milyar dolar tutarında krediden bahsetmelerinin nedeni budur.
Bu yapay borsa krizi sonuçta neye mal olabilir? Çok zayıf bir ihtimalle hükümetin, “istikrar” programını, enflasyona karşı mücadeleyi rafa kaldırmasına neden olabilir. Bildik faizli, enflasyonist dönem yeniden başlar ve rantçılar kazanır. Veya hükümet, direnir, kararlı hareket eder ve borsa, belli bir zaman içinde “normal” gelişme seyrine girer. Büyük bir ihtimalle gelişme böyle olacak. Bunun belli başlı nedeni var:
a- reel ekonomide olumsuz gelişmenin olmaması,
b- IMF ve Dünya Bankası’nın nakit para desteği ve
c- Hükümetin programını uygulamada kararlı gözükmesi.
Rantçılarla, enflasyon vurguncularıyla, Ecevit’in deyimiyle “yüksek faiz lobisi”yle ekonomiyi disiplin altına almak isteyenler arasındaki bu savaşta emekçilerin hiçbir çıkarı yoktur. Bu, çürümüşlüğün öğeleriyle çürümüşlüğü kapatarak sisteminin selameti için çaba harcayanlar arasındaki mücadeledir.
İşçi sınıfı ve emekçi yığınlar açısından sorun, talanın derecesi ve biçimi olamaz. Önemli olan, sömürü ve talan düzeninin ortadan kaldırılmasıdır. Yegane alternatif budur ve Türkiye’de kapitalizm, burjuva düzen, her gün bu konudaki propaganda ve ajitasyon için materyal sunuyor.

YOLSUZLUK VE KAPİTALİZM

Ecevit hükümetinin en “önemli” icraatlarından binisi de yolsuzluğa karşı mücadeledir. Son dönemlerde her yeni hükümetin ilk açıklamalarından birisi hep aynı konu üzerine olmuştur; yolsuzluğa karşı mücadele, demokrasiden taviz vermemek, vatandaşın hakkını korumak, herkesin yasalar önünde eşit olduğu ilkesine göre hareket etmek vs. vs. Bu söylemler Ecevit hükümeti tarafından, daha önceki hükümetlerden farklı olarak, slogan olmaktan çıkartılmış, resmen sistemi kurtarmak için bir eyleme dönüştürülmüştür.
Memurların ve burjuva siyasi fonksiyonerlerin satın alınmasına rüşvetçilik denir. Yansıma biçimi ve niceliği ne denli farklı olursa olsun rüşvetçilik, sömürüye dayanan bütün toplumsal düzenlerde vardır. Kapitalizmde ve özellikle de onun emperyalizm aşamasında rüşvet ve onu takiben yolsuzluk, güçlü ve kapsamlı biçimler alır.
Burjuva devlet mekanizmasının güçlü sermaye çevreleriyle; bankalarla, tekellerle iç içe olması, rüşvet ve yolsuzluk için en uygun zemini hazırlar. Yasalara göre ceza gerektiren bu türden faaliyetler kapitalist ülkelerde genellikle cezasız kalır. Öyle ki, Özal’ın dediği gibi “benim memurun işini bilir” açıklamalarıyla da teşvik edilir.
Ancak, rüşvet ve yolsuzluğun ayyuka çıktığı, hırsızlığın, soygunun, insanları düzenden iten boyutlar aldığı durumlarda burjuvazi, sistemi kurtarmak için yolsuzluğu karşı mücadele eder. Bu mücadele çoğu kez sözde kalırken, bazen de buzdağının görünen kısmını yontmaya yönelebilir. Yani toplumun gözü önünde yapılan soygunu durdurmaya yönelik olabilir.
Yolsuzluğa karşı mücadelede hükümet, gerçekten de ciddi olabilir. Örneğin bankacılık sektöründe “temizlik” yapan Temizel, operasyon ardına operasyon düzenleyen Tantan, bu faaliyetlerinde ciddi olabilirler. Burada önemli olan, kişilerin subjektif niyet ve duruşlarından ziyade mücadelede taraf olanların durumudur; Bir toplum, kendi örgütlenmesiyle, inisyatifiyle, bunun ötesinde işçi sınıfı ve emekçi yığınların siyasi örgütlenmesiyle yolsuzluğa karşı mücadeleyi takip eden, baskı unsuru oluşturan bir konumdaysa, o toplumda yolsuzluğa karşı mücadelede hükümet, istemese de ciddi adımlar atmak zorunda kalacaktır. Türkiye'de işçi sınıfı ve emekçiler, siyasi örgütlenmeleriyle bir baskı unsuru olma durumunda değiller, ama yolsuzluğun almış olduğu boyutlar ve talanın, hortumlamanın açıktan açığa yapılması, yığınları düzenden uzaklaştıran, sisteme güvensizliği geliştiren faktör olmuştur. Bu nedenden dolayı hükümetin yolsuzluğa karşı mücadelesi, bugün açısından bilinenin üzerine “ciddi” bir gidişi kaçınılmaz kılmıştır. Hükümet, sistemi kurtarmak için temizliğe girişmek zorunda kalmıştır.
Ecevit hükümeti, yolsuzlukların üstüne sonuna kadar gidileceğinin propagandasını yaparak, burjuva düzenin yolsuzluk olmaksızın da var olabileceği anlayışını yaymaya çalışıyor. Bu, kelimenin gerçek anlamıyla tam bir demagojidir; yığınları sisteme yeniden bağlamak için bir çabadır.
En demokratik, en adaletli burjuva cumhuriyette de yolsuzluk vardır. Bunun nedeni üzerine Engels şöyle der:
”Modern toplum koşullarında giderek kaçınılmaz bir zorunluluk durumuna gelen ve proletarya ve burjuvazi arasındaki nihai mücadelenin, ancak kendi çerçevesinde sonuna kadar götürebileceği devlet biçimi olan demokratik cumhuriyet, en yüksek devlet biçimi, servet ayrımlarını artık resmen tanımaz. Zenginlik, demokratik cumhuriyette, gücünü, dolaylı, o kadar da güvenli bir biçimde gösterir. Bir yandan, Amerika’nın klasik bir örnek sunduğu, memurların düpedüz rüşvet yemesi, diğer taraftan da hükümetle borsa arasındaki ittifak biçimi altında; bu ittifak devlet borçları ne kadar çok artar ve hisse senetli şirketler, yalnızca ulaştırmayı değil, üretimin kendisini de ellerinde ne kadar çok toplar ve böylece borsada ne kadar merkezi bir durum kazanırlarsa, o kadar kolay gerçekleşir” (“Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni”, C. 21, s. 167).
Demek oluyor ki sorun, kapitalizmle demokrasinin, en demokratik cumhuriyetle rüşvetin ve yolsuzluğun ne denli bağdaşacağı sorunudur. Buna, Engels’in verdiği cevap açık; en demokratik cumhuriyette sermaye, hâkimiyetini dolaylı bir biçimde gerçekleştirir. Dolaylı da olsa sermayenin hâkimiyeti, rüşvet ve yolsuzluk olmaksızın gerçekleşmez.
Lenin, sermayenin hâkimiyetinin gerçekleşmesi için iki ekonomik aracın zorunlu olduğuna işaret eder; 1- dolaysız rüşvet ve 2- hükümet ve borsanın ittifakı.
“Meta üretiminin, burjuvazinin ve paranın hâkimiyeti koşulunda rüşvet (dolaysız ve borsa vasıtasıyla) her hükümet biçiminde, her demokraside “gerçekleşir” (“Marksizm Üzerine Bir Karikatür”, C. 23, s. 39).
Bu anlayışlardan çıkartılması gereken sonuç şudur: mevcut hükümetin yolsuzluklara, hortumlamaya, resmi ve resmi olmayan hırsızlığa karşı mücadelesi, yolsuzluğun ve rüşvetin maddi nedenini ortadan kaldıramaz. Bu mücadele, en fazlasıyla, yapılan yolsuzluğu belli ölçülerde tutamaya yönelik olabilir. Gelir dağılımının oldukça dengesiz olduğu, birkaç bin ailenin ulusal gelirin çok önemli bir bölümüne el koyduğu bir ülkede; yolsuzluğun, hırsızlığın, soygunun kurumlaşmış olduğu bir ülkede; bakanın, milletvekilinin, her derecede memurun, polisin kayırma ve rüşvetle iç içe olduğu bir ülkede; devletin, kendini soyanları koruduğu bir ülkede; devlet yönetimiyle sermayenin, hükümetle borsanın iç içe geçtiği bir ülkede yolsuzluklara karşı mücadele, sistemi kurtarma çabasından öteye geçemez.
Bugün özellikle bankacılık sektöründe yaygınlaşan yolsuzluk hikâyeleri hiç de yeni değildir. Yapılan soygun yıllardan beri biliniyordu ve devlet, bu soygunu ve kendini soyanları koruyordu. Türkiye’ye de özgü olmayan bu olay, kapitalizmin genel krizi koşullarında yapısal-sistemsel çürümüşlüğün varmış olduğu boyutun da açık ifadesidir. Güçlü bir rantçı kesim, kupon alıp satmakla “geçinen” bu kesim, Türkiye’de de kapitalizmin ne denli çürümüş olduğunun doğrudan bir göstergesidir. Yıllardır ulusal gelirin çok önemli bir kısmını iç eden, resmen çalan bu kesim, reel ekonominin kaynaklarını da kurutmakta ve dolayısıyla; reel ekonominin kaynaklarını sınırlamasıyla dış ekonomik ilişkiler de olumsuz etkilenmekte. Bu da yabancı sermayenin çıkarlarına ters düşmekte. IMF’nin, Dünya Bankası’nın, hükümetin arkasında olmasının nedenlerinden birisi de budur. Kendi çıkarlarına uygun düşen bir Türk ekonomisi yabancı sermayenin baş talebidir. Böyle bir ekonomi, yolsuzluğun boyutlarının sınırlandırılmasından ve halkın güveninin yeniden kazanılmasından geçmektedir. IMF, Dünya Bankası ve hükümet işin farkındalar. Bilinenin üzerine gidiyorlar ve büyük bir dirençle karşılaşıyorlar. Karşılaşıyorlar, çünkü Türkiye’de kayıt dışı ekonomi yüzde 40 oranlarında. OECD ülkeleri içinde Türkiye, kayıt dışı ekonominin en yüksek oranda olduğu ülke.
Türkiye’de yolsuzluğa karşı mücadele, ekonominin yüzde 40’ına karşı mücadele demektir. Kayıt dışılık, yolsuzluğu göstergesidir. Hiçbir güç, hiçbir hükümet ekonominin yüzde 40’ına karşı mücadele edemez. Böyle bir mücadele için milyonların desteği gereklidir. Türkiye’de hiçbir hükümet, yolsuzluğa karşı mücadelede milyonların desteğini alamaz. Çünkü düzene güven kalmamıştır. Ancak ve ancak mevcut üretim/mülkiyet ilişkilerinin; mülk farkının ortadan kaldırılmasıyla; devrimle yolsuzluğun kökü kazınır.
Yolsuzluğa karşı hükümetin mücadelesi desteklenemez, ama o teşhir edilerek daha kapsamlı mücadeleye zorlanmalıdır.

29 Kasım 2000 Çarşamba

KIBRIS VE EMPERYALİST ÇIKARLAR

Katılım Ortaklığı Belgisi’nin (KOB) açıklanmasından sonra Türkiye-AB ilişkileri yeniden gerildi. Türk hükümeti, KOB’nin açıklanmasından önce sürdürülen pazarlıkların sonuçlarından hareketle oldukça rahat görünüyor ve AB’nin, Türkiye’nin hassasiyetlerini göz önünde tutacağına, Helsinki kararlarının dışına çıkılmayacağına inandığını açıklıyordu. Öyle de oldu. KOB, AB’nin, Türkiye’nin “hassasiyet”lerini dikkate alarak hazırladığı bir belge özelliğini taşıyor. Bu belgede Kürt kavramına yer verilmediği gibi, Helsinki’de Türkiye’nin önüne konan “ev ödevi”nin de ötesine geçilmedi. Ama Helsinki kararlarında da yer alan bir noktanın; Kıbrıs sorununun ele alınış tarihinin öne alınması ortalığı karıştırdı. Üyelik görüşmelerinin başlayabilmesi için veya AB-Türkiye ilişkilerinin belirlenen “yol haritası” doğrultusunda ilerlemesi için Kıbrıs sorununun çözümü, “kısa vadeli önlemler” paketine alındı. Oysa Helsinki zirvesinde Kıbrıs ve bunun ötesinde Ege sorunlarının çözümü, AB üyeliği için önkoşul yapılmamıştı.
Kıbrıs sorununun KOB’nde ifade edilişi oldukça masum; “Politik diyalog çerçevesinde BM Genel Sekreter’inin Kıbrıs sorununa çözüm bulunması sürecini başarılı bir sonuca ulaştırmak için harcadığı çabaları kuvvetle desteklemesi” Türk hükümetinden isteniyor. Bu çabalar, 2001 yılı sonuna kadar semeresini vermeli, yani Kıbrıs sorunu, AB’nin istediği şekilde çözümlenmeli. Türk hükümeti, BM Genel Sekreteri’nin çabalarını zaten destekliyorum, ama buna rağmen sorun 2001 yılı sonuna kadar çözülmezse bunun sorumlusu ben olmam diyebilirdi. Önce böyle demeye hazırlandı, ama sonra, gelişmenin yönünü anlamış olacak ki, bundan vazgeçerek, Kıbrıs üzerine oynanan oyunun açık tanımlanmasına yardımcı olan bir politikaya yöneldi. 24 Kasımda “Devlet Zirvesi”nde bir araya gelen Cumhurbaşkanı Sezer; Başbakan Ecevit; Başbakan Yardımcıları Yılmaz, Bahçeli ve Özkan; Kıbrıs’tan sorumlu Devlet Bakanı Gürel; Dışişleri Bakanı Cem; Genelkurmay Başkanı Kıvrıkoğlu ve KKTC Cumhurbaşkanı Denktaş, Kıbrıs’ın niçin önemli olduğunu ve neden ondan vazgeçilemeyeceğini kamuoyuna açıkladılar. “Devlet Zirvesi”nde, “bu şartlar altında KKTC’nin aracılı görüşmelerden ayrılması doğru bir karardır” sonucuna varıldı. Ecevit’in açıklamaları bunun ne anlama geldiğini yeteri kadar aydınlatıyor:
“Avrupa Birliği Kıbrıs’ı ele almasaydı, er veya geç bir uzlaşmaya varılacaktı. Ama bu konuda kimsenin bize bir şey söylemeye, hele yaptırım uygulamaya hakkı da, gücü de yoktur”
“KKTC Devleti’nin varlığı göz ardı edildikçe bir yere varılamayacağı biliniyor. Fakat çok anlamsız bir şekilde ve her taraf için, yani gerek Batılılar, gerek bizim, gerekse Kıbrıs Türkleri için sakıncalı bir süreç gitgide yerleşiyordu. Bunu bir yerde kırmak gerekiyordu tabii”
“Türkiye’nin güvenliği ile KKTC’nin güvenliği artık birbirinden ayrılmaz halde. Hele Bakü-Ceyhan boru hattı da gerçekleşince, Doğu Akdeniz’in önemi ve tehlikesi büsbütün artacak bizim güvenliğimiz açısından”.
Demek oluyor ki Kıbrıs;
a- Türk devleti açısından bir ulusal politika sorunudur,
b- Türkiye’nin stratejik çıkarı ve
c- Emperyalistler arası rekabet açısından önemlidir.
Kıbrıs’ı Türk burjuvazisi açısından önemli yapan, esasen bu üç nedendir.
Bu nedenlerden dolayı Kıbrıs, Türk hâkim sınıfları açısından hükümet politikası olamaz. O, bir “ulusal” davadır ve devlet politikasıdır. Gelip geçen her hükümet, devletin bildik politikasını uygulamak zorundadır.
Önceleri daha ziyade Türk şovenizminin güçlendirilmesi ve yığınların dikkatinin sosyal sorunlardan uzaklaştırılması için kullanılan Kıbrıs, revizyonist bloğun dağılmasından bu yana giderek stratejik açıdan da önem kazanmıştır. Daha önce, SB-ABD rekabetinde önemli olan Kıbrıs, ‘90’lı yıllardan bu yana ABD-AB arasında stratejik önemi artan bir konuma sahip olmuştur.
Ortadoğu’ya yakınlığı ve Hazar Havzası enerjisinin (petrol ve doğal gaz) dünya pazarlarına taşınması için inşası ciddiyet kazanan Bakü-Ceyhan boru hattı, bu adayı daha da önemli kılmaktadır. Türk burjuvazisi, Kıbrıs sorununa bu açıdan baktığını, ilk defa bu kadar açık dile getiriyor. Şimdiye kadar “ulusal” dava ve iç politik hesaplar ön plandaydı. Ama bugün bu hesapların yanı sıra Bakü-Ceyhan boru hattı, Kıbrıs’ı önemlileştiriyor.
Bu konuda aynı paralelde düşünen Türkiye-ABD karşısında AB yer alıyor. AB, Kıbrıs’ı üye yapınca, bu adaya, dolayısıyla bölgeyi kontrol etme olanağına sahip olacağına inanıyor. Bu hesabından dolayı AB, bazen Yunanistan’ı öne sürerek Kıbrıs sorununun çözümünde söz sahibi olmaya çalışıyor.
Türkiye’nin, Yunanistan’ın ve emperyalist ülkelerin çözüm anlayışında Kıbrıs’ta yaşayan halkların; Türk ve Rum toplumlarının yeri yok. Onları nasıl yaşamak istedikleri sorulmuyor. Sadece her iki taraf, “ulusal” çıkar adına sınıfsal çıkarlarını ve bağımlı ilişki içinde oldukları emperyalist güçlerin çıkarlarını dayatıyorlar.
Kıbrıs’ta Türk ve Rum toplumlarının beraber yaşama olanağı elerinden alınmış. Her iki tarafta hâkim güçler, tek başına adaya sahip olamayacağını biliyor. Bütün hesaplar, fiili bölünmüşlüğün hukuksal olarak da tamamlanmasında karlı çıkmak ve bölünmenin sorumlusu görünmemek üzerine yapılıyor. Bu hesabın arkasında emperyalist güçle, somutta da AÜBD ve AB var.
AB, KOB’de öne sürdüğü Helsinki kararlarını zorlayan tavrıyla Türk hükümetinin nabzını ölçmeye çalışıyor. AB, ortaklık için esas olan hem hemen hiçbir konunun üzerinde durmuyor, ama Kıbrıs konusu üzerinde duruyor. Türk burjuvazisini yokluyor. Bu hassas ve “ulusal” konuda nereye kadar gidebileceğini ölçüyor. Türk burjuvazisinin bu konuda taviz vermesinin, diğer bütün konularda daha kolay taviz vereceği anlamına geldiğini AB de biliyor. AB, arkasına ABD’yi almış Türkiye’nin bu talebi geri çevirmesini, gerekirse ilişkileri dondurabileceğini bilmesi gerekirdi. Şayet bunu bilerek yapıyorsa, bundan çıkartılması gereken sonuç, Türkiye’yi üyelik konusunda oyalamak istediğidir.
Türk hükümeti, Kıbrıs ve KOB konusunda genel tepkisini belli; gerekirse ilişkileri bir daha gözden geçirmek, yani bir nevi, Helsinki öncesindeki gibi etkili restleşme tehdidi. AB’nin buna cevabı, izleyecekleri politika konusunda yeterli ipucu verecektir.

14 Kasım 2000 Salı

KATILIM ORTAKLIĞI BELGESİ VE TÜRKİYE

Katılım Ortaklığı Belgesi’nin (KOB) içeriği 8 Kasımda açıklandı. Bu tarihten önceki ve sonraki günlerde burjuva basında çıkan haberler ve yorumlar, Türkiye’nin AB’ye katılması olayının ne denli sığ ele alındığını, ağaçtan ormanın görülmediğini, yani sorunların, taleplerin stratejik bakıştan bağımsızlaştırılarak ele alındığını göstermektedir. Bir kısım aydınlar, aydın geçinenler, yurtsever denilebilecekler, bu belgenin Türkiye’yi hegemonya altına almaya hizmet ettiğini, sonuçta Türkiye’nin AB’ye alınmayacağını yazdılar. Bunların hepsi doğrudur. AB-Türkiye ilişkisi, Yunanistan-Türkiye ilişkisi değildir. Bu, emperyalizm-bağımlı/yeni sömürge ülke ilişkisidir. Tek yanlıdır, dengesizdir; emperyalizmin lehinedir. Dolayısıyla AB’nin Türkiye’ye bakışında kendi çıkarları esastır. Çıkarların nasıl ifadelendirileceği ise güçler dengesine, konuma, olanaklara bağlıdır. Bu anlamda AB, revizyonist bloğun yıkılışına kadar jeostrateji olarak tanımlayacağımız bir strateji geliştirmemiştir. Daha doğrusu geliştirememiştir. Amerikan emperyalizmi ve Sovyet sosyal emperyalizmi tarafından ikiye bölünmüş dünyada AB, Amerikan emperyalizmi cephesinde, ABD’nin dünya hegemonyası hedefini ifade eden; revizyonist bloğa karşı jeostrateji içinde yer aldı. 1989/91’de bu bloğun dağılmasından sonra dünya çok rekabet merkezli oldu. Bu merkezlerden birisi de AB'dir. AB belgelerine, iç tartışmalarına bakarsak, ancak ‘90’lı yıllardan itibaren AB’nin genişleme eğiliminde ifadesini bulan bir jeostrateji geliştirdiğini görürüz.
Çekişme Fransa ve Almanya arasındaydı/arasındadır. Fransız emperyalizmi AB’nin güneye doğru, Alman emperyalizmi de doğu ve orta Avrupa’ya doğru gelişmesinden yanaydı. Türkiye ise hesapta hiç yoktu. Türkiye hesapta olmadığı için 1959’dan itibaren imzalanan anlaşmalar, bu anlaşmalardan doğan karşılıklı haklar ve yükümlülükler tek taraflı çalıştı; yükümlülükler Türkiye yerine getirdi, hakları o zamanki adıyla Avrupa Ekonomik Topluluğu kullandı. Talebi göz ardı edilen Türkiye, 36 sene bekleme odasında bekletildi. Nihayetinde AB’nin Luksemburg zirvesinde hakaret boyutuna varan tavırlarla karşılaşıldı. Söylenmek istenen şuydu: tek taraflı olarak Gümrük Birliği’ni imzaladın. Bu bize yeterli. Seni AB’ye almayacağız.
AB’nin bu tavrı Türkiye’ye duyulan özel antipatiden ve Türkiye’nin AB’nin hiçbir ortaklık koşulunu yerine getirmediğinden/getirmeyeceğinden kaynaklanmıyordu. Soruna bu açıdan; ortaklık koşullarını yerine getirip getirmeme açısından bakılırsa İspanya’nın, Portekiz’in ve Yunanistan’ın AB’de ne işi var diye sorulur. Sorun, AB’nin genişleme konseptinde, oluşturmaya başladığı jeostratejisinde Türkiye’nin olmamasıydı. Bu planda Türkiye yoktu. Çünkü Türkiye, ne Avrupa’nın güneyinde, ne de doğusunda ve ortasında yer alıyor. Ama AB, Türkiye’nin önemini kısa zamanda anladı. Amerikan emperyalizminin Balkanlardaki, Ortadoğu ve Kafkasya/Hazar Havzası’ndaki faaliyeti, emperyalistler arası rekabetin bu üç bölgede keskinleşmesi ve Türkiye’nin de bu üç bölgenin ortasında yer alması AB’yi uyandıran temel etkenler oldu. Amerikan emperyalizmi, dünya enerji kaynaklarını ele geçiriyor ve bu enerjiyi dünya pazarlarına taşıyacak güzergâhı tek başına belirliyor ve kontrolü altına alıyordu. Söz konusu bölgelerin özelliği, Türkiye’yi AB gözünde şirinleştirdi! Avrupalı emperyalistler, Türk burjuvazisinde birtakım erdemler keşfetmeye başladılar! Aynı dönemde Türk burjuvazisi de, Türkiye’nin artan jeostratejik önemini bilinçli olarak pazarlamaya yöneldi. Konuya ilişkin daha önceki yazılarımızda bahsettiğimiz restleşmenin nedeni buydu. 1997-1999 arasında Türk burjuvazisi, ABD’yi de arkasına alarak AB ile restleşti, siyasi ilişkiler donma noktasına geldi. Öyle ki zamanın Başbakanı M. Yılmaz, Almanların “yaşam alanı” peşinde olduğunu açıkladı ve sonra buzlar birden bire eridi. Tabii avanak takımı bunu depreme bağladı. 1999’un ikinci yarısından itibaren Türkiye-AB arasında sürdürülen görüşmeler, Aralık 1999’da Türkiye’nin AB aday üyeliğine kabul edilmesiyle sonuçlandı.
Değişen hangi taraftı ve değişimin nedeni neydi? Türkiye mi, yoksa AB mi değişmişti? Türkiye cephesinde hemen hemen hiçbir değişme olmamıştı; demokrasi, insan hakları, düşünce özgürlüğü vs. konularında faşist diktatörlük bildik politikasını uyguluyordu. Sokakta infaz ediyor, işkence yapıyor, zindanları dolu tutuyor, en ufak ekonomik ve demokratik hak için kıpırdanmaya saldırıyor, Kürt ulusunu inkâra ve katletmeye devam ediyordu. Kopenhag kriterlerinin siyasi açılımı bu konuları içeriyor. AB, Türkiye’ye bu noktalarda kendini düzelt diyordu. Ve aynı zamanda Kürt kartına oynuyordu. Öyle ki Almanya ile AB konusunda çelişkilerin keskinleştiği dönemde zamanın Alman Başbakanı Kohl, Türkiye’nin güneydoğu sınırları belirsizdir, yine o zamanın Alman Dışişleri Bakanı Kinkel de, Kürtler de var diyordu. Helsinki’de bunların hepsinin unutulduğunu görüyoruz. Demek ki değişen taraf AB’ydi. AB’yi değiştiren de Türkiye’nin jeostratejik konumu ve AB-ABD arasındaki rekabetti. Bundan dolayıdır ki AB’nin doğu, orta ve güney Avrupa’ya doğru genişleme stratejisinde yer almayan Türkiye, sahip olduğu konumundan dolayı AB’nin Ortadoğu’ya, Kafkasya/Hazar Havzası’na açılım stratejisinde vazgeçilemez önemi haiz bir ülke oldu.
Türkiye-AB ilişkilerine bu stratejik yönelme açısından bakılmaksızın Türkiye-AB ilişkileri değerlendirilemez. Soruna bu açıdan bakmayan için yeni sömürge/bağımlı bir ülke olan Türkiye’nin AB’ye rest çekmesi kavranamaz. Soruna bu açıdan bakmayan, AB’nin Türkiye’ye yönelmesini şu veya bu konudaki çıkara indirger. Örneğin Türkiye’nin pazar alanı olmasını ön plana çıkartır. Soruna bu açıdan yaklaşmayan, Türkiye-AB ilişkilerinin sertleşmesini Türkiye’nin Kopenhag kriterlerine uymamasıyla açıklar. Şüphesiz bunlar da doğrudur. Ama bunlara yön veren ne? AB’nin Türkiye’ye stratejik çıkar açısından yaklaşımı değil mi? Öyle.
İkiyüzlülük yapan, güya önemsediği değerleri ayaklar altına alan AB’dir. Türkiye, kendi açısından ikiyüzlülük yapmamıştır; ne ise o olmaya devam etmiştir!
Türk burjuvazisinin Kopenhag kriterlerine uyma, talep edilen demokratikleşmeyi gerçekleştirme yeteneğine sahip olup olmadığını göreceğiz. Ama AB, 1999’dan önce Türk burjuvazisinin böyle bir yeteneğe sahip olmadığını söylüyordu, 1999’un sonunda ise böyle bir yeteneğe sahip olduğunu savunuyordu.
KOB’da, “yol haritası”nda nelere yer veriliyor?
13 aday üyenin eline tutuşturulan KOB’da talepler iki aşamada ele alınıyor; kısa vadeli ve orta vadeli talepler. Kısa vade ile 2001 yılı sonuna kadar olan dönem ve orta vade ile de 2004’e kadar olan dönem kastediliyor.
2001 yılı sonuna kadar Türkiye’den beklenenler şunlar: -idam cezasının uygulanmamasına devam
-işkenceye karşı önlem alınması
-sivil toplum örgütlerinin kurulması, anayasal ve yasal güvence altına alınması
-kültürel haklara saygı
-ifade özgürlüğünün anayasal ve yasal güvence altına alınması
-Kıbrıs sorununda BM Genel Sekreteri’nin çabalarına yardımcı olunması
Orta vadeli talepler:
-MGK’nın anayasal rolünün yeniden düzenlenmesi ve AB’nin kabul edeceği duruma getirilmesi
-idam cezasının kaldırılması
-siyasi, iktisadi ve kültürel haklar ve siyasi ve sivil haklara ilişkin uluslar arası anlaşmaların imzalanması
-Türkiye’de insan haklarının AB’nin İnsan Hakları Sözleşmesine uyumu için adımlar atılması ve bunun anayasal teminat altına alınması
-etnik, dinsel ve siyasal fark gözetmeksizin bütün bireylerin insan haklarından ve temel haklardan yararlanmalarının teminat altına alınması.
Türkiye’nin eline tutuşturulan KOB’un, “yol haritası”nın içeriği böyle.
Bu talepler Helsinki zirve toplantısında formüle edilmişlerdi. Yani Türkiye’nin yaklaşık bir yıl önce memnuniyetle kabul ettiği talepler. Öze ilişkin yeni hiçbir şey yok. Yeni olan, kısa vadeli talepler arasına Kıbrıs sorununu alınmış olmasıdır.
Türkiye bu talepleri yerine getiremez ve AB de Türkiye’yi üye olarak kabul etmez anlayışı veya Türkiye-AB ilişkilerini bu perspektifle ele almak yanlış olur. Böyle bir değerlendirme, ancak ve ancak Türk burjuvazisini tanımayanlara ait olabilir.
Unutulmaması gereken nokta şu: Faşist diktatörlük, AB üyesi olacağım diye bu taleplere uyarak değişmez. Yanlış anlaşılmasın; Türk burjuvazisi değişmez demiyoruz. Değişebilir, ama AB’ye üye olacağım diye değişmez. Aynı zamanda, hükümetin birtakım yeni düzenlemeler yapacağından, yeni “uyum” yasaları çıkartacağından da şüphe duyulmamalı. Hükümet, bu talepleri yasal olarak yerine getirir. Bunu yapmak zorunda. Zaten 1982 Anayasası, “ama”ları ve “gerekçeler”i çıkartılınca AB’nin kabul edeceği bir anayasaya dönüşmüş olacaktır.
Türk burjuvazisi, kafa yapısı bakımından, siyasi olgunluk bakımından demokratik adımlar atmaya hazır değildir. Ona bu olgunluğu, demokratik adım atma cesaretini AB veremez. Çünkü onun kafasında hâkim olan anlayış şu: Beni Helsinki’de olduğum gibi kabul eden, bundan sonra da eder ve stratejik önemim var olduğu ve AB-ABD rekabeti devam ettiği müddetçe kendimi ağıra satarım.
Türk burjuvazisinin kafasını değiştirmenin yegâne yolu, onu hizaya getirmektir. Bu ise sınıf mücadelesiyle olur. Yığınsal mücadele, sadece üç-beş kuruşluk zam için değil, siyasi haklar, demokrasi ve özgürlük için binlerin, on binlerin, yüz binlerin, milyonların yolları aşındırması ve faşist diktatörlüğün karşısına dikilmesidir. O, bu lisandan anlıyor ve ancak bu koşullarda burjuvazinin burnu sürtülür ve burjuva demokrasisi doğrultusunda adımlar atmak zorunda kalır. Aynen İspanya ve Portekiz’de olduğu gibi.
Türk burjuvazisi bu talepleri yerine getirmez ve AB’ye üye olamaz diyenler yanılıyorlar. AB, Türkiye’yi, KOB koşullarını yerine getirse de üye yapmayabilir. Ama aynı zamanda, KOB koşullarını yerine getirmese de üye yapabilir. Türkiye’nin AB’ye üye olması, diğer 12 aday üyenin üyelik koşullarıyla birbirine karıştırılmamalıdır. Diğer 12 aday üyenin hiçbirisi Türkiye’nin sahip olduğu jeostratejik konuma ve büyüklüğe sahip değil.
Türkiye’nin AB’ye üye yapılmasında veya yapılmamasında temel kıstas, KOB değildir. KOB işin olumlu veya olumsuz anlamda vitrinidir. Temel kıstas;
a- AB emperyalistlerinin jeostratejik açılımı ve
b- AB-ABD arasındaki bölgeye yönelik ve dünya çapında hegemonya mücadelesidir. (Diğer bütün nedenler, olasılıklar bu iki anlayış çerçevesinde değerlendirilmelidir).
Aday üyeliğin temel kıstası bu iki nokta değil miydi? Üyelik için de bu noktalar geçerlidir.
AB, Ortadoğu ve Kafkasya/Hazar Havzası bölgelerinde; dünya enerji kaynaklarının elde edilmesi, kontrol altına alınması mücadelesinde ve bunun ötesinde coğrafyamızı bu bölgelere açılan alanlar için üs olarak kullanmada Türkiye’den vazgeçemez. Bakü-Ceyhan petrol hattı projesinin ciddiyet kazanmaya başladığı bugünlerde AB’nin yapacağı şu: Türk burjuvazisinin üstüne giderek onun devletsel, yasal, anayasal yapılanmasında/kurumlaşmasında çatlaklar açmak, onun bu alanda iradesini kırmak, yani yarın karşısına olası bir güç olarak çıkmasını engelleyen ön adımlar atmak ve onu, kulağından çekerek istediği gibi yönlendirebileceği bir üye durumuna getirmek. AB, Türk burjuvazisine bunu yaptıracağını anlarsa bu yolu deneyecektir. Ama Türk burjuvazisi bildik tavrıyla direnirse, ABD ile ilişkilerini daha da kapsamlaştırırsa –eğilim bu yönde- AB, Türkiye’yi tamamen elden kaçırmamak için hemen üye olarak kabul edebilir. Helsinki’de aday üyelik aynen böyle kabul edilmedi mi? Tabii bu bazıları için bir sürpriz olabilir. Ama işin sürprizlik bir yanı yok. Bunu Helsinki de gördük.
Yakın gelecekte ne olabilir, beklentiler nedir?
Kısa vadeli taleplerde Türk burjuvazisi açısından sıkıntı yaratabileceği düşünülen üç sorun yer alıyor: Kıbrıs, kültürel haklar ve ifade özgürlüğü.
Deniyor ki Türkiye, Kıbrıs sorununun çözümü için BM Genel Sekreteri’nin çabalarını desteklemeli ve bu sorun 2001 yılı sonuna kadar çözülmeli. Türkiye, Kıbrıs sorununun çözümü için BM’in çabalarını desteklediğini sürekli açıklamış ve BM’in görüşme çağrılarına uymuştur. Türk hükümetinin ne diyeceği biliniyor: ‘Biz zaten BM Genel Sekreteri’nin çabalarını destekliyoruz ve bu desteğe rağmen Kıbrıs sorunu 2001 yılı sonuna kadar çözülmezse ben ne yapayım’! Şimdi Rum ve Yunanistan tarafı, işi ağırdan almak ve Türkiye’yi köşeye sıkıştırmak için her yola başvuracaklar. 2001 sonunu iple çekecekler. Rum ve Yunanistan tarafının böyle hareket edeceğini bilen Türk tarafı, bu sorun 2001 yılı sonuna kadar çözülsün diye bildik tavrından vazgeçmeyecektir. Sonuç belli; AB’nin Kıbrıs sorununu, uluslar arası burjuva devletsel ilişkilere aykırı bir şekilde Türkiye’nin önüne talep olarak koyması, Kıbrıs adasının fiili bölünmüşlüğünü daha da pekiştirecektir.
Türk burjuvazisinin, Yunanistan’ın isteği üzerine Kıbrıs sorununun kısa vadeli talepler içine alınmasına tepki duymasının nedeni, AB’nin bu sorunu üyelik konusunda bahane yapabileceği kaygısından dolayıdır. Gerçekten de AB, Türkiye diğer bütün koşulları yerine getirse de, isterse Kıbrıs meselesinden dolayı Türkiye ile üyelik görüşmelerine başlamayabilir. Türk burjuvazisi, AB ile ilişkilerinde yeterli tecrübeye sahip olduğu için, Kıbrıs sorununun acil talepler içinde yer almasını AB’nin elinde bir koz olarak görüyor. Tepkisi bundan dolayıdır.
Faşist diktatörlük “ölü olarak ele geçir”emediğini, “kazaran” katledemediğini idam etmeyecek! Bu doğrudur. Diktatörlüğün esas pratiği, yakalamamaktır, infaz etmektir, “çatışma” ile yok etmektir. Bu anlamda idam cezası, rahatlıkla kaldırılır.
Hükümet, sivil toplum örgütlenmelerini anayasal güvence altına alır, işkenceyi lanetler(!), kültürel haklar verir(!), ifade özgürlüğünü teminat altına alır. Zaten anayasada ve yasalarda bunlar var. Bütün bunlar, yasal düzenleme bakımından Türk burjuvazisi için sorun değil. Bunları yapar ve Hitler’in taktiğini uygular. Hitler, Weimar Cumhuriyeti Anayasası’nı yürürlükten kaldırmadan faşist diktatörlüğü kurmuş ve katliamlarını gerçekleştirmişti. Alman faşizminin, “demokratik” bir anayasası vardı. Naziler bu anayasadan hiç de rahatsız olmadılar. Ülkemizde de faşist diktatörlük de yeni ve demokratik olan yasalar çıkartabilir. Sorun bunda değil, diktatörlüğün bu doğrultuda atacağı adımlara bel bağlayanlardadır. Zaten var olan birtakım hakların uygulanıp uygulanmamasında diktatörlüğün tavrına bel bağlanmaz. Bu mücadele işidir. Mücadele sonucudur ki bazı hakları kullanabiliyoruz. Ama bu hakları kullanmak, yurtseverlerde olduğu gibi, diktatörlüğe güvene dönüşmemelidir. Dünyanın hiçbir yerinde sömürgeleştirilen, baskı altına alınan bir halk, bir ulus, ana dilini kullanma hakkından dolayı özgürleşmemiştir. Bu iş bu kadar kolay değil. Birçok ülkede azınlık konumunda olanlar, ana dillerini kullanıyorlar, ama özgür değiller. Türkiye’de kürtçenin radyo ve Tv. lisanı olarak kullanılması Kürtlerin siyasal durumunu değiştirmeyecektir. Faşist diktatörlüğün yasal tedbirleriyle bir yere varılamayacaktır, ama Türk burjuvazisi, tedbirleriyle istediği yere varacaktır.
Sonuç itibariyle;
Türkiye’nin AB’ye üye olup olmayacağında söz konusu “yol haritası”nda yer alan taleplerin yerine getirilip getirilmemesi değil, Türkiye’nin jeostratejik konumu ve AB-ABD arasındaki rekabet belirleyici olacaktır.

9 Kasım 2000 Perşembe

“KATILIM ORTAKLIĞI” NE ANLAMA GELİYOR?


 
AB, Aralık 1999’da Helsinki zirvesinde aldığı kararla Türkiye’yi aday üye yaptı. Böylelikle, 36 yıllık bekleme odasında tutulma süreci sona ermiş, AB-Türkiye ilişkilerinde yeni bir dönem başlatılmıştı. Helsinki’de bu kararı alan AB, daha önceki zirve toplantılarında Türkiye’yi dışlayıcı, hakaret edici tavırlar sergilemiş, sürekli, senin yerin bekleme odasıdır demişti. Bir-iki senelik karşılıklı restleşmeden sonra AB, Türkiye’yi yeniden keşfetti. Türkiye’ye sürekli söylenen, Kopenhag kriterlerine uymasıydı. Genel anlamda ifade edersek, insan haklarına, azınlık haklarına saygı duymak, düşünce özgürlüğünü geçerli kılmak; AB kıstaslarına göre demokrasi uygulamak vs. vs. Restleşme sürecinde, Kopenhag kriterleri doğrultusunda hemen hemen hiçbir iyileşme, köklü düzenleme olmamasına rağmen Avrupa Birliği’nin Türkiye’yi aday üye statüsüne çıkartması, kendi ilkelerine sadakat bakımından gerçek anlamda bir tutarsızlıktı. Bu tavrıyla AB, kendisi açısından, Kopenhag kriterleri çerçevesinde savuna geldiği değerlerin değil, jeostratejik çıkarların önemli olduğunu sergilemiş oluyordu.

Türkiye cephesinde, Kopenhag kriterleri doğrultusunda hiçbir adım atılmamasına; adresi devlet olan cinayetlerin, işkencenin, Kürt ulusu üzerinde baskı ve katliamın devam etmesine, düşünce beyanının suç sayılmasına, ilerici, devrimci gazeteci ve yazarların zindanlara tıkılmasına, devrimci basının susturulmaya çalışılmasına rağmen Türkiye, AB tarafından, Kopenhag kriterlerine uyma yeteneğinde bir ülke olarak kabul edildi. Helsinki’den bu yana yaklaşık bir sene geçti, ama Türkiye’de aday üyenin yapması gerekenler yapılmadı. Bunun ötesinde, AB Komisyonu’nun “Katılım Ortaklığı” belgesinde Türkiye’yi doğrudan ilgilendiren sorunların tanımlanması gerçek anlamda bir somutluk yok. “Yol Haritası” denen bu belgede Türkiye’ye özgü olarak belirtilen sorunlar ve bunların formülasyonu, Helsinki zirvesindekinin hemen hemen aynısı. “Katılım Ortaklığı” belgesinde Türk burjuvazisini “rahatsız” edecek hiçbir tanımlama yok. Ege ve Kıbrıs sorunu, Helsinki’de nasıl tanımlandıysa öyle tanımlanıyor. Kürt sorunu, azınlık sorunu diye bir ifadelendirme yok. Onun yerine Türk vatandaşlarının dil, kültür vs. farklılıklarından bahsediliyor.

Sadece son anda Yunanistan’ı tatmin etmek için Kıbrıs sorununun çözümü –Helsinki’de 9a maddesi- bu belgede “kısa vadeli” sorunlar içinde ele alınıyor. Türkiye’den istenen, Kıbrıs sorununun kısa zamanda –2001 yılı sonuna kadar çözümlenmesi için BM’in çabalarına katkıda bulunmak. Türk burjuvazisinin, Kıbrıs sorununun çözümü için BM’in çabasını zaten destekliyorum diyeceği açık. Bu durumda AB, Kıbrıs sorununu bir yılda çözümleyin mesajıyla, Kıbrıs’ın fiili bölünmüşlüğünü pekiştiriyor ve bunun sonu, hukuksal bölünmedir. Türkiye’nin istediği de bu.

Türk hükümeti, AB’yi, “Katılım Ortaklığı” belgesinde bizi rahatsız edecek konu ve kavramlardan kaçının diye sürekli uyardı. Şimdiye kadar AB Türkiye’yi uyarıyordu, şimdi de Türkiye AB’yi uyarıyor. Bunun nedeni oldukça açık. Söz konusu olan, çıkardır. Gerisi hikaye; Türkiye, jeostratejik bakımdan oldukça önemli. Bugün emperyalistler arası çelişkilerin keskinleştiği Balkanlar-Ortadoğu-Kafkasya/Hazar Havzası üçgeninin tam ortasında. Bu konumundan/öneminden dolayı Türkiye’yi kendi kontrolünde tutmak için ABD ve AB arasında kıyasıya bir rekabet sürdürülüyor. Belirtilen bu bölgeler üzerine rekabette Türkiye’nin önemi, Türk burjuvazisi tarafından da biliniyor. Emperyalizme körü körüne uşaklık, yerini bilinçli, taleplerin de dile getirildiği bir uşaklığa/bağımlılığa bıraktı.

Türk burjuvazisi, AB emperyalistlerinin ve Amerikan emperyalizminin jeopolitik açılımını; dünya hegemonyası için rekabetini kendi çıkarları açısından değerlendiriyor. Türk burjuvazisi, jeostratejik konumunun bilincinde olarak hareket ediyor ve AB’ye ‘beni üzme, ben de seni üzerim’ mesajını verebiliyor.

Kısaca, Helsinki’den bugüne Türkiye cephesinde, bazı düzenlemeler hariç, değişen önemli bir şey yok; AB, Türkiye’yi Helsinki’de nasıl kabullenmişse öyle kabulleniyor. AB, üyelik döneminin başlatılacağı bu süreçte Türkiye’yi, olduğu gibi olmasa da, bazı yeni, sistemi değiştiren değil, ama güçlendiren düzenlemelerle kabul etmeye hazır olduğunu ifade ediyor.

1 Kasım 2000 Çarşamba

2001 YILI BÜTÇESİ


 
Önümüzdeki yılın bütçesi üzerine haftalardan beri tartışılıyor. Hükümetin istikrar programının uygulanması (gerçekleştirilmesi), IMF’nin, Dünya Bankası‘nın beklentileri ve dayatmaları, enflasyonu düşürme vaadinin baskısı, devletin gelir ve gider bakımından iki yakasının bir araya gelmemesi, gelir dağılımındaki adaletsizliğin boyutlarının bizzat burjuvazi tarafından da saklanamaz olması vb. koşullarında yeni yılın bütçe çalışması sürdürülüyor. 
 
Bütçe nedir? Marks’ın ifadesiyle kapitalist devletin “bütçesi, sınıf bütçesinden, burjuvazi için bütçeden başka bir şey değildir”.
Bu anlamda kapitalizmde bütçe, ulusal gelirin bir kısmının; bütçede ifadesini bulan kısmının hakim sınıfların çıkarları doğrultusunda yeniden paylaştırılmasıdır.
Vergiler ve istikrazlar, bütçenin kaynağını oluştururlar. Yani işçi sınıfından, emekçilerden dolaylı ve dolaysız olarak vergi adı altında alınan haraç, bütçenin esas kaynağıdır. İşte hükümet, bu miktarı hakim sınıfların çıkarları doğrultusunda yeniden paylaştırmak için planlar, programlar hazırlar. Plan ve programlar, harcamaların yapılacağı koşulların göz önünde tutulmasıyla hazırlanır.
Koşullar nedir?
-Devleti küçültmek,
-Enflasyonu düşürmek,
-IMF ve DB’nın taleplerini gerçekleştirmek,
-Borç ödemek,
-Vergi toplamak,
-Özelleştirme,
-Askeri harcamalara devam vs. vs.
Tabii ki başka koşullar da vardır ve koşullar ülkeden ülkeye farklıdır.
Burjuvazinin işi çok zor. Enflasyonu düşürmeyi, 2001 yılı sonu itibariyle yüzde 10’a indirmeyi başarmak için –ki bu imkansız değildir- öyle bir bütçe hazırlamalı ki gelir gidere eşit olsun. Yani gider (harcama) gelirden çok olmasın ve açık verilmesin. Aksi taktirde, açığın kapatılması, yeni borç, karşılığı olmayan para basma anlamına gelir. Bu, hem enflasyonun seyrini, hem de bir sonraki yılın bütçesini etkiler.

Peki burjuvazi (hükümet) dengeli bütçeyi; giderin gelire eşit olduğu bütçeyi fiilen gerçekleştirebilmek için ne yapmak zorundadır? Gidere eşit gelire sahip olmalıdır. Bu olmazsa ne yapacak? Para bulacak? Nasıl? Yeni vergiler gündeme getirecek. Geçici olarak geçerli olan vergilerin geçerlilik süresini uzatacak. Vergi miktarları üzerinde oynayacak. Bu da yetmeyecek ve çalışan yığınlardan vergi adı altında alınan haraçlarla yapılmış işletmeler özelleştirilecek. Yani yerli ve yabancı sermayeye peşkeş çekilecek. Bu da yetmezse ne olur? Bu sefer borçlanmaya gidilir, içeriden ve dışarıdan borç alınır.

Hükümet, devleti küçültmek istiyor. Ama yanlış yerde tasarruf yapmaya çalıştığı için devlet küçülmüyor. Var olduğu kadarıyla sosyal hakları kısıtlıyor, eğitim, sağlık gibi doğrudan yığınları ilgilendiren kalemleri önemsizleştiriyor. Ama bütçeyi yutan askeri harcamalara, “güvenlik” harcamalarına dokunmuyor. Dokunmak bir yana, arttırıyor.

Hükümet, harcamaları azaltmak, enflasyonu düşürmek bahanesiyle kamu çalışanlarının ücretlerini sınırlıyor. Enflasyonu düşürme hedefine göre ücretler artırılacaktır diyor.
2001 yılı bütçesinin gerçekleştirilmesi için, daha doğrusu kapitalist devletin bütçesinin dengeli olabilmesi için gündeme gelen bütün zorluklar, çalışanların sırtına yükleniyor. Hangi kapitalist ülkede olursa olsun burjuvazi, hakim sınıfların çıkarlarını dikkate almayan bir bütçe hazırlayamaz. Her koşul altında bütçedeki bütün düzenlemeler, çalışan yığınların hakkına saldırı demektir.
Burjuvazi, bu saldırının Türkiye koşullarında nasıl şekilleneceğini tartışıyor. Ama bugünden bilinen gerçekler, mevcut uygulamanın kapsamlaştırılacağıdır: Ek vergiler, vergi adı altında halktan toplanan haracın artırılması, ücretlerin açıklanan oranlarda dondurulması, özelleştirmenin hızlandırılması, programın uygulanması adı altında sosyal hakların iç edilmesi vs. vs.

Bu genel kapsamın ayrıntılarının ne olacağına hükümet karar vermeyecektir, daha doğrusu veremeyecektir. Çünkü bu ayrıntı, bu “ince ayar”, IMF’nin bir ayrıcalığıdır. Yine geldiler ve bütçe çalışmalarının ayrıntılarını inceliyorlar. Giderken veya çalışmalar tamamlanınca hangi alanda ne gibi düzeltme yapılması gerektiğini açıklayacaklar. Bunun ötesinde belli aralıklarla gelerek uygulamayı yerinde denetleyecekler ve her seferinde Türk ekonomisinin gelişmesini övdükten sonra, yapılması gereken “ince ayar” üzerinde duracaklar. Bunun böyle olacağı biliniyor ve bu nedenden dolayı, 2001 yılı bütçesi Türk hükümetinin değil, IMF’nin hazırladığı bir bütçedir. IMF, uygulanan istikrar programına tekabül eden bir bütçe hazırlatıyor. Bunun uygulayıcısı da hükümet olacak.

2001 yılı bütçesi, Türkiye’de silahlanmanın boyutlarını artıran, zengini daha zengin yapan, yoksulu dana yoksullaştıran bir bütçe olacaktır. 2001 yılı bütçesi, yolsuzluğun, bankacılık sektöründe olduğu gibi vurgunun, soygunun mali yükünün çalışanların sırtına yıkan bir bütçe olacaktır. 2001 yılı bütçesi, gerçekten uygulanması durumunda, enflasyonu, milyonlarca insanı sefaletin pençesine iterek biraz daha düşüren bir bütçe olacaktır.
2001 yılı bütçesi, öyle planlandığı gibi, ekonomik gelişmenin –sanayi üretiminin seyrini belirlemeyecektir. Programla, büyüme oranını küçültmek, ithalatı azaltmak, iç talebi kısmak bir hayaldir. Bu alanda sermayenin nesnel yasaları geçerlidir ve bu yasalar, bütçe ile yönlendirilemez.

2001 yılı bütçesi genel çerçevesi ve bilindiği kadarıyla içeriği bakımından başta işçi sınıfı olmak üzere köylüleri (tarım, sübvansiyon sorunu), ücretli memurları, bir bütün olarak emekçi yığınları mücadeleye davet eden ögeleri çok belirgin olan bir bütçedir.

25 Ekim 2000 Çarşamba

SON ZİRVEDEN SONRA FİLİSTİN


 
Şarm el Şeyh zirvesinden çıkan sonuç, durumu idare etmenin ifadesinden öte bir anlam taşımıyordu. Bir dizi laf salatası; Clinton, “toplantı kolay değildi, çünkü son günler oldukça çetindi” felsefi tespitini yapıyordu. Mubarak’a göre “iyi niyetle barışa ulaşılabilinir”. Fatah’ın Batı Şeria şefi Barghouti’ye göre de “Amerikalılar, İsrail’i kurtarmak için Şarm el Şeyh’e gelmişlerdi. Filistin devleti kurulana kadar intifada devam edecek” anlayışında.

Durumu idare etmenin ikinci zirvesi, Arap ülkeleri toplantısıydı. Niyetler bilindiği için, toplantının sonucunun nasıl olacağı daha baştan biliniyordu. Dağ fare doğurdu; İsrail’i kınama, çatışmaların nedenini araştırmak ve sorumlularını tespit etmek için uluslar arası bir komisyonun kurulması kararı alındı. Diğer taraftan, isteyen Arap ülkesi İsrail ile ilişkilerini kesebilir önerisinde de bulunuldu. Bu kararları yumuşak bulan Libya, toplantıdan ayrıldı. Onun protestosuna Irak da katıldı.

Arap ülkeleri zirvesi de”hareket her şey sonuç hiçbir şey” ile tarihe karıştı.
Sonucun böyle olması Amerikan emperyalizminin ve İsrail’in işine yaradı. Libya ve Irak hariç hiçbir Arap ülkesi, iplerin daha da gerilmesinden yana değil. Ürdün, Mısır, S. Arabistan ve diğerleri, İsrail ile çatışmaya, savaşmaya hazır olmadıkları gibi, Filistin yönetiminin bizi destekleyin çağrılarını da ancak kınamayla cevapladılar. Hepsi bu kadar. Filistin yönetimi zirveden eli boş döndü. Bu da İsrail’i cesaretlendirdi.

Gelişmelerin bugün geldiği düzey, her iki tarafın da bir araya gelecek güçte olmadığını gösteriyor. Filistin halkı mücadele ediyor, İsrail ordusu saldırıyor, öldürüyor ve yaralıyor. Arafat ve Barak da siyasi geleceklerini düşünüyorlar. Gelişmeleri kontrol edemiyorlar ve taraflardan hiçbiri de çatışmaları ilk durduran ve dolayısıyla iç politik güçler/karşıtlar karşısında taviz veren olmak istemiyor.

120 üyeli İsrail parlamentosunda Barak hükümetinin yanında olan milletvekili sayını 30 ila 40 arasında. Barak, ancak, parlamentoda ikinci güçlü parti olan Likud ile koalisyona giderse hükümetinin devamını sağlamış olacak. Şimdi o, bunun için uğraşıyor. Bugünün İsrail’inde hükümet olabilmek veya hükümette kalabilmek için mevcut çatışmaların destekçisi ve körükleyicisi olmak gerekiyor. Bunu Barak da biliyor ve siyasi geleceğini düşünerek çatışmaların devamından yana tavır alıyor. Yaklaşık bir ay önceki provokasyonuyla çatışmaların başlamasına vesile olan Şaron ise (Likud başkanı) Barak’ın koalisyon kuralım önerisini reddetmiyor, ama barış konusunda veto hakkı talep ediyor. Barak’ın böyle bir tavize yanaşıp yanaşmayacağı bilinmiyor, ama Şaron, Barak’ın gününün sayılı olduğunu biliyor. Öldürülen yüzden fazla Filistinlinin ve binlerce yaralının sırtından hükümet olacağı günü bekliyor.

Arafat da aynı durumda. Arafat, Filistin halkının direncini kıramadı. Olayların kendini aştığını anlayan Arafat, kurtuluşu ileriye fırlamakta gördü. Halkına, savaşçılara geri çekilin çağrısı yapacak durumda değil. Bunu yaparsa, bir taraftan lanetleneceğini, diğer taraftan da muhalifleri tarafından etkisiz hale getirileceğini biliyor. Filistin halkını, Oslo görüşmelerinden bu yana vaatlerle yönlendiren Arafat, patlayan öfkenin, kendine ve yönetimine de yönelen kin ve nefretin altında kalmamak ve siyasi varlığını sürdürmek için çocuk generallerini, intifadayı hatırladı. Ona bunu hatırlatanların başında “Tanzim” örgütündeki Fatah savaşçıları geliyor. Bu savaşçıları, “Tanzim” örgütünü yönlendiren de Fatah’ın Batı Şeria şefi Barghouti dir.

İç politik ve siyasi gelecek kaygısı nedeniyle hem Barak (İsrail), hem de Arafat (Filistin) kanıksanan çatışmaların devamından yanalar. “Barış” masasına oturmamak, taviz vermemek, radikal görünmek revaçta.
İsrail’de hükümet sorununun çözümlenmesi sağlanmadan, İsrail’in Filistinlilere saldırısını hiçbir güç durduramaz.

Arafat, Filistin direnişini tamamen eline geçirip, tartışmasız önderliğini halkına, muhaliflerine, dünyaya ve Arap dünyasına bir daha kabul ettirene kadar intifadayı devam ettirecektir.

Arafat ve Barak’ın birbirlerine atıflarda bulunmaları, suçlamaları konjonktüre tekabül eden retorik açıklamalardan öte bir anlam taşımıyor. Her ikisi de siyasi durumlarını biliyor ve konumlarını güçlendirmek için çaba harcıyorlar. Durumun böyle olduğunu ABD, AB ve Arap ülkeleri de biliyorlar.
İç politikada taşlar yerine oturunca, kırk yıllık dost gibi el sıkışıp İsrail-Filistin “barış”ına Amerikan emperyalizminin patronluğunda, kalınan yerden devam edileceğinden şüphe duyulmamalıdır.

18 Ekim 2000 Çarşamba

FİLİSTİN-İSRAİL ÇATIŞMASI

Filistin-İsrail sorunu, eski bir sorundur. 19.yy’ın son çeyreğinden bu yana siyonizm, Filistin’de İsrail devleti kurmanın ideolojisi olarak gelişti. I. Dünya Savaşı sonuna kadar bu bölgenin Osmanlı hegemonyası altında olması, savaş sonrasında Ortadoğu’da İngiliz ve Fransız emperyalizminin rekabeti, siyonizmin gelişmesinde belirleyici olumsuz etkide bulunmadı. İsrail devletinin kurulmasını amaçlayanlar, bir taraftan Yahudi diasporasıyla dünya kamuoyunu etkilemeye çalışırken, aynı zamanda, özellikle İngiliz emperyalizmiyle çatışmaya girmeden Filistin’i, dışarıdan göçlerle doldurmaya başladılar. Nitekim 19. yy’ın sonundan itibaren İsrail devleti talebine uyarak Filistin’e göç eden Yahudiler, bu topraklarda devlet olarak örgütlenebilecek bir nüfus oluşturdular. İsrail devleti, işgal edilen Filistin topraklarında kuruldu. Özellikle II. Dünya Savaşı döneminde “Holocaust”tan kurtulanlar, Nazi katliamından kaçanlar ve geriye kalanlar, örgütlenmiş göçle Filistin’i doldurdular. Yahudi nüfusu yarım milyonu geçmiş ve Yahudi terör örgütleri, Filistinlileri ve İngiliz işgalcilerini yıldırma ve varlıklarını kabul ettirme eylemlerini yoğunlaştırmışlardı. Çatışmaların yoğunlaşması üzerine BM, Filistin’in bölünmesini öngören bir plan hazırladı. Bu plana göre Filistin topraklarında iki devlet kurulacaktı; Filistin ve İsrail. Araplar bu plana; Filistin ve İsrail devletlerinin kurulmasına karşı çıktılar.
Ben Gurion’un 14 Mayıs 1948’de İsrail devletinin kurulduğunu ilan etmesinden bir gün sonra Filistin ve İsrail arasındaki ilk Ortadoğu savaşı patlak verdi. Komşu Arap ülkelerinin saldırılarını püskürten İsrail ordusu, Filistin devleti için öngörülen toprakları da işgal etti. Bunun ötesinde, 1949’da, savaşın sona erdiğinde yaklaşık 800 bin Filistinli, komşu Arap ülkelere göçmek zorunda kaldı. Böylece Filistinlilerin hala süren göç ve kamp dramı/yaşamı başladı.
1949 yılı sonunda yayımlanan bir BM bildirgesinde Kudüs’ün uluslar arası statüye sahip olması ve göçmenlerin geri dönmeleri ve kendilerine tazminat ödenmesi talep ediliyordu. İsrail’in buna cevabı, Kudüs’ü başkent ilan etmesi oldu.
İsrail’in kurulmasından bu yana İsrail-Arap ülkeleri ilişkileri, hemen hemen hep savaş ilişkileri oldu. 1956’da (Ekim sonu) İsrail, Süveyş savaşında İngiltere ve Fransa’nın yanında yer aldı ve bu emperyalist devletlerin desteğiyle Mısır’a saldırdı.
Altı Gün Savaşı’nda (Haziran 1967) Filistin haritası yeniden değişti: İsrail, Gazze Şeridi’ni, Batı Şeria’yı ve Kudüs’ün merkezini işgal etti. Bu işgal sonucunda bir milyondan fazla Arap, siyonist diktatörlüğün hâkimiyeti altında kaldı. İşgal edilen bölgeler aynı yıl içinde yerleşime açıldı. Bu bölgeler, İsrail’den ve dışarıdan gelen Yahudi göçmenlerle dolduruldu.
Ekim 11973’te Suriye ve Mısır, İsrail’e saldırdı. Bu Ortadoğu savaşı altı ay kadar sürdü ve savaş sonrasında sağlanan uzlaşma hala tartışma konusu.
Arafat’ın 1974’te BM’de ki konuşmasından sonra bu kurum, Filistin halkının kendi kaderini tayin hakkını tanıdı.
1978’de Amerikan emperyalizminin patronluğunda Mısır ve İsrail, Camp David’de kendi aralarında barış ve Ortadoğu barışının genel ilkeleri üzerine anlaştılar. Bu barış anlaşması, işgal bölgelerinde İsrail askeri hâkimiyetine (idaresine) son verilmesini ve buralarda (Batı Şeria ve Gazze Şeridi) Filistin otonom idaresinin kurulmasını öngörüyordu.
1980’de İsrail parlamentosu çıkardığı bir yasayla Kudüs’ü “İsrail’in ebedi başkenti” ilan etti.
1982’de İsrail, Lübnan’a saldırdı. Beyrut’a kadar ilerleyen İsrail ordusu, Lübnanlı Hıristiyan milislerle (Falanjistler) birlikte Filistinlileri katletmeye başladı. Filistin göçmen kamplarında toplu katliamlara girişildi.
İsrail ordusu 1985’te Lübnan’dan çekildi, ama ülkenin, İsrail sınırı bölgesini işgal etti. Bu işgal birkaç ay öncesine kadar devam etti.
Revizyonist bloğun yıkılmasından sonra, başka bölgelerde olduğu gibi Ortadoğu’da da “barış” sorunu iki süper gücün (SB ve ABD) hegemonya çatışması kıskacından çıkmış oldu. Ama bu sefer de Amerikan emperyalizmi, Yeni Dünya düzeni perspektifiyle, dünyanın tek hâkim gücü perspektifiyle Ortadoğu’da hâkimiyetini öngördüğü gibi pekiştirmek için İsrail/Filistin arasındaki sorunun “barışçıl” çözümüne yöneldi. Diğer emperyalist ülkelerden daha erken davranarak inisiyatifi eline aldı.
Ortadoğu barış konferansı 1991’in sonunda Madrid’de başladı. İsrail, bazı komşu Arap ülkeleriyle ilk defa, başlayan bu yeni süreç içinde ilişki kurdu.
Uzun ve gizli görüşmelerden sonra Oslo’da (1993) Filistin-İsrail “barış”ının temeli atıldı (!). Her iki taraf, birbirini tanıma ve işgal bölgelerine otonomi statüsü verme konusunda anlaştı.
Oslo ilke anlaşmaları tam anlamıyla uygulanmadı. Şüphesiz İsrail, Netenyahu döneminde bile bazı bölgeleri (Hebron’un önemli bir bölümünü) Filistinlilere devretti.
Oslo ilke anlaşmasına, o zaman yapılmış olan açıklamalara uyulmadığından dolayı, Oslo’dan sonra, Oslo kararlarını uygulamak için, İsrail tarafından çıkartılan sorunların üstesinden gelmek için yeni toplantılar/zirveler düzenlendi. Wye 1 ve 2 buna bir örnektir.
Oslo anlaşmalarına göre, beş yıl sonrasında Filistin devletinin kuruluşu ilan edilecekti. Ama olmadı.
Barak ve Arafat, Şarm El Şeyh’deki ilk görüşmelerinde (Eylül 1999) barış anlaşması için nihai tarihin 13 Eylül 2000 olması konusunda anlaştılar. Ama sonuç alınamadı. Son Camp David görüşmesi de fiyasko ile sonuçlandı. Ve barut fıçısına dönen Filistin, A Şaron’un provokasyonu sonucunda patladı.
Filistin-İsrail sorununu hangi politikalar bu durumla getirdi?
İki süper devlet döneminde; dünyanın sosyal emperyalist Sovyetler Birliği ve ABD önderliğinde ikiye bölünmüş olduğu dönemde sorunlu taraflardan birisinin arkasında ABD varsa, diğerinin arkasında da SB vardı. Güçler dengesinde olağanüstü bir eşitsizlik söz konusuysa güçlü olan yeniyor, diğeri de bu yenilgiyi geçici olarak kabulleniyordu. ABD ve SB de, bir dahaki dalaşmaya kadar sonucu anlayış(!) karşılıyorlardı. Güçler dengesinde eşitsizliğin önemli olmadığı durumlarda ve bölgenin önemi de göz önünde tutularak, ABD ve SB arasındaki dünya barışı adına it dalaşı, dünyanın çeşitli bölgelerinde haklı ve haksız çatışma içinde olan güçlere perspektif olarak sunuluyordu. Revizyonist bloğun dağılmasından sonra bu durum da ortadan kalktı. En güçlü emperyalist ülke ABD, dünya “barış”ını 21. Yy stratejisinin gereksinimlerine göre düzenlemek için harekete geçti. Ortadoğu “barış”ı da bunun bir sonucudur. Amerikan emperyalizmi, ne pahasına olursa olsun inisiyatifi elinde tutmaya çalışıyor. Başka emperyalist ülkelerin bu sorunla fazla haşır-neşir olmasını istemiyor veya bunu engelliyor. Amerikan emperyalizmi “barış” görüşmelerini, her iki taraf karşısında bağımsız, tarafsız konumda kalarak sürdürmüyor. Tersine, görüşmeleri ve “barış”ı hep İsrail lehine yontarak ele alıyor. Bunu yapabiliyor, çünkü Suriye ve Irak dışında bölgenin diğer Arap ülkeleri (Mısır, Ürdün, S, Arabistan ) Amerikan emperyalizmine bağımlı konumdalar. Bu ülkeler, aynı zamanda, Arafat için de önemli, hem genel olarak dünyada ve özel olarak da Arap dünyasında kamuoyu oluşturmak ve maddi destek sağlamak bakımından.
Diğer taraftan, mücadele anlayışı değişmiş, reformist olmuş, emperyalizme teslim olmuş bir Arafat da Amerikan emperyalizminin ve İsrail’in işini kolaylaştırıyor. Arafat, Oslo görüşmelerinden bu yana sürekli sürüklenmiştir, etkin, inisiyatifli değil, edilgen olmuştur Önce gürlemiş, esmiş, ama yağmamıştır! Asarım, keserim demiş, ama ABD patronluğunda, Mısır’ın –son zamanlarda bazen de Türkiye’nin telkinleriyle- İsrail ile masaya oturduğunda kuzu olmuştur. Son 8/10 yılın Arafat’ı, uzlaşan, taviz veren, Filistin davasını Amerikan emperyalizminin çıkarlarına peşkeş çeken, gerçek/tutarlı barış ve özgürlüğü “pax Americana” uğruna rafa kaldıran Arafat’tır.
İsrail ve ABD, barış adına Arafat’ı oyalıyorlar, oynatıyorlar ve kendi koşullarını dayatıyorlar. Ama Filistin halkı bu oyuna tahammülünün kalmadığını son intifadasıyla gösterdi. Bu son irtifada aslında sadece İsrail’e karşı değil. Bu intifada, Arafat ve Otonomi idaresini de hedef alıyor. Bir taraftan İsrail işgali, baskısı, onur kırıcı yaşama mahkûm edilmek, verilen özlerin tutulmaması, diğer taraftan Arafat’ın teslimiyeti, Otonomi yönetiminin yeteneksizliği, yolsuzluklar, işsizlik vb. Filistin halkını patlayacak duruma getirmişti. Ve o, patladı: 100’den fazla ölü ve binlerce yaralı.
Bundan sonra ne olacak? Ortada bir belirsizlik yok. Görünüş, aldatıcı. Ne olacağı belli; kalınan yerden devam edilecek. Önce, taraflar birbirlerini kınayacaklar. Bir araya gelmek için biraz naz edecekler, ama ABD patronluğunda yeniden bir araya gelecekler. Belli bir süre –bu, birkaç gün olabileceği gibi, birkaç hafta, hatta ay da olabilir. İç politik ortama bağlı olan bir sorun- uzlaşmaz, taviz vermez, sonuna kadar hakkını savunan bir tavır sergileyecekler, ama sonra yeniden uzlaşacaklar. Arafat ve yönetimi Filistin halkını temsil ettiği müddetçe bu oyun böyle oynanacak ve Şarm El Şeyh’de bu oyun başladı bile.

11 Ekim 2000 Çarşamba

YUGOSLEVYA’DA SEÇİM SONUÇLARI


 
Yugoslavya’da siyasi yaşamın eskisi gibi devam etmeyeceğini nihayet Miloseviç de anladı. Seçimlerde baş vurduğu hileyle iktidarda kalmayı deneyen bu faşist diktatör, yığınsal irade karşısında yenilgiyi kabul etmek zorunda kaldı.

30 Eylülde Kolubara’da 7500 maden işçisi, Miloseviç iktidarını protesto amacıyla grev başlattı. Bu maden ocağında başlatılan grev, ülke çapında yaygınlaşan protestolar, sokak barikatları ve devlet kurumlarının (özellikle radyo ve tv.) işgali için bir sinyaldi. Kolubara madencileri, müdürlerin ve başka görevlilerin tehditlerine boyun eğmediler ve grevlerini, halkın iradesi kabul edilene, yani seçimlerin gerçek sonuçları açıklanana kadar devam ettireceklerini açıkladılar.

3 Ekimde polis ve ordu birlikleri grevci madencilerin, Belgrad’a yürüyüşünü engellediler, ama bu arada ülke çapında yüzden fazla fabrikada grevler başladı. Sadece fabrikalarda değil, hizmet sektöründe, belediyelerde, okullarda grev ve boykotlar yaygınlaştı. Navi Sad’da üç öğrencinin sokağa barikat kurmaktan dolayı 30 günlüğüne hapisle cezalandırılmaları öğrenci ve öğretmenlerin ortak eylemlerini engelleyemedi.

Yugoslav emekçileri, ancien regime karşısında korku duvarını yıkmışlardı. Artık on binler, mücadele şevkiyle hareket edebiliyor, Belgrad şehir merkezini işgal ederek, abluka altına alarak, seçimlerin gerçek sonuçlarının açıklanmasını talep edebiliyorlardı.

Belgrad’daki bu kitlesel eylem, ülkenin diğer şehirlerine de sıçramış ve oralarda da şehir merkezleri işgal edilmiş, sokaklarda barikatlar kurulmuştu. Okullarda ve üniversitelerde de eğitim durmuştu.


Ücretli memurlar, gazeteciler, televizyoncular, tekniksiyenler, müzikçiler ancien regime’e karşı itaatsizlik çağrısı imzaladılar. Seçimlere kadar hükümetin kontrolünde kalan merkezi ve yerel radyo ve tv. çalışanları da bu çağrıya katıldılar.


Yığınların iradesi,kitlesel eylemler, Miloseviç diktatörlüğünün sonunu getirmişti. Yenilgiyi kabullenmeyen Miloseviç, sakağa, fiili yaşama hakim olan halkın üzerine ordu ve polisi göndermeye niyetlendi. Ama olmadı. Ordu ve polis de halktan yana tavır aldılar veya yüksek rütbeli subaylar ve polis şefleri, geleceklerini düşünerek halktan yana tavır almak zorunda kaldılar. Saklanan ve ordu ve polisin tavrını bekleyen Miloseviç, kendi rejiminin bu temel dayanaklarından da umudunu kesmek zorunda kaldı. Bu arada Rusya, devreye girdi. Rusya, uluslar arası arenada Yugoslav rejiminin ön önemli destekçisiydi. O da bu rejimin sonunun geldiğini görüyordu ve Rus Dışişleri Bakanı, Miloseviç’i seçimlerin sonucunu ve dolayısıyla yenilgiyi kabul etmesi için zorladı. Faşist diktatörün, sonucu kabullenmekten başka seçeneği kalmamıştı.


13 senelik iktidarı döneminde Miloseviç, Yugoslav halkına savaştan, işsizlikten, umutsuzluktan, yabancı müdahalesinden başka bir şey vermemişti. 13 sene boyunca Sırp emekçilerini, yığınları “Büyük Sırbistan” hayaliyle, Sırp şovenizmiyle peşinde sürüklemişti. “Büyük Sırbistan” uğruna Slovenya’ya, Hırvatistan’a, Bosna-Hersek’e karşı, son olarak da Kosova’da BM karşı savaştı. Kaybedilen bu savaşlarla birlikte “Büyük Sırbistan” hayali de buharlaştı. Ambargonun da etkisiyle iktisadi yaşam çekilmez oldu. İşsizlik, yoksulluk, zoraki göç, enflasyon milyonlarca emekçinin sorunu olurken, bir avuç azınlık zenginleştikçe zenginleşti.


Bunun ötesinde faşist rejim, kendine karşı her türlü muhalefeti bastırmasını bildi. Yığınların protestosu, zor kullanılarak bastırıldı. Burjuva muhalefetin beceriksizliğini ise Miloseviç çok iyi kullandı. Muhalefetin kendi arasında anlaşamaması iktidarın işine yarıyordu. Ayrıca Miloseviç, muhalefetin bir bölümünü, diğerine karşı kullanıyor, gerektiğinde bir bölümünü iktidarına ortak ediyor ve böylece karşısında örgütlü ve güçlü bir muhalefetin oluşmasını engelliyordu. Bu seçimlerde de aynı oyunu oynayabileceğini sanmıştı. Ama yanıldı. Halk açısından bıçak kemiğe dayanmıştı. Miloseviç rejiminin devrilmesi için mücadelede kararlı olan emekçi yığınlar, muhalefet önderliğini de etkiliyorlardı. Dolayısıyla bu zafer, burjuva medyanın lanse ettiği gibi, Voyislav Kostuniça önderliğindeki burjuva muhalefetin değil, doğrudan yığınlarındır. Onların ülke çapında kitlesel eylemleri sonucudur ki, örgütlü burjuva muhalefet cesaretlenmiştir.


Dört savaş kaybeden Miloseviç’in beşinci savaşı Yugoslav halkına karşı olacaktı. Yığınsal tepki ve uluslar arası arenada en büyük destekçisi Rusya’dan umduğunu bulamayan Miloseviç, gitmek zorunda kaldı. Ama onun açısından her şey, Yugoslavya başkanlığından ayrılmak zorunda kalmasıyla bitmiş olmuyor. Ancien regime (eski, köhne iktidar) olduğu gibi yerinde duruyor. Bütün devlet kurumlarında, bürokraside, orduda, poliste onun adamları var. Miloseviç, politikadan ayrılmadığını, partisi vasıtasıyla ülkenin geleceğinde söz sahibi olmaya çalışacağını açıkladı.


Başta AB emperyalistleri olmak üzere batının, Yugoslavya’daki gelişmeyi “tarihsel olay” olarak açıklamaları, bu gelişmeye “devrim” demeleri, Kotuniça’yı kutlamak için adeta kuyruk oluşturmaları, olayları çarpıtmaktan ve iki yüzlülükten başka bir anlam taşımaz.


Yugoslavya’da neyin ne olacağı henüz pek belli değil. Belli değil, çünkü hukukçu V. Kostuniça, bir Miloseviç yetiştirmesidir. Azılı bir Sırp şovenistidir. Birçok konuda Miloseviç’ten farkı, sadece yüzeyseldir. Onun ön plana çıkmasının yegane nedeni, yıllardan beri muhalefet önderliği yapanların, dönem dönem ancien regime ile uzlaşmaları, Miloseviç ile kucaklaşmaları, kendi aralarında uzlaşamamaları ve yeteneksizliklerini sergileyerek yığınlar nezdinde teşhir olmaları, prestij kaybetmeleridir. Bundan dolayı, siyasi ve yığınsal bir gücü olmayan Kostuniça bir anda önemli oldu. Batı yanlısı, antiamerikancı gözüken bu bayın ilk açıklamalarından birisinin, savaş suçluları olarak “aranan” Yugoslavları, bu arada Miloseviç’i de uluslar arası savaş suçluları mahkemesine teslim etmeyeceğini açıklamasıdır.
Yugoslavya’da ne tarihsel bir gelişme, ne de bir devrim olmuştur. Miloseviç’in seçimle devrilmesi ve aynı politik anlayışla yetişmiş birisinin, ılımlı ve “demokratik”, batı yanlısı görünümle devlet başkanı seçilmesi “tarihsel bir olaysa”, dünyanın ve tek tek ülkelerin tarihleri, tarihsel olaydan başka bir şey olamaz.


Neyin ne olacağını zaman gösterecektir. Kostuniça, ülkeyi ancien regime’den temizlediği, devlet kurumlarında, orduda ve poliste Miloseviç güçlerini saf dışı bıraktığı, halkın özlem duyduğu demokrasi ve özgürlüğe değer verdiği vb. oranda değerlendirilecektir. O, henüz yolun başında. O, şimdilik sadece ve sadece devlet başkanı. Hükümetin kurulmasında, yeni siyasetin oluşturulmasında Kostuniça önderliğinde birleşen ve 18 partiden oluşan muhalefetin nasıl bir yol izlemeyeceği henüz belli değil.


Ama şu da bir gerçek ki, Kostuniça’nın seçimleri kazanması, emperyalist ülkeleri de harekete geçirmiştir. Yugoslavya, Balkanlardaki hegemonya çatışmasının dışında düşünülemez. Kostuniça’nın AB yanlısı olduğu biliniyor. Daha muhalefetteyken batılı ülkelerden birkaç yüz milyon dolar tutarında maddi destek almıştır. Bu muhalefet, Yugoslavya’yı batıya, AB’ye peşkeş çekmeye hazırdır. “Yeni iktidar”, Yugoslav halkı için kurtuluş değildir.


Tabii ki sonuç, sadece Kostuniça’nın tavrıyla sınırlı değil. Henüz sonuçlanmamış Bosna-Hersek ve Kosova sorunları duruyor. Bu iki bölgeye emperyalist ülkeler yerleşmiş durumdalar. Yegane amaçları, stratejik önemi olan Balkanların kontrolünde dışlanmamak. Şimdi “yeni” Yugoslavya”yı da kontrol etmek için harekete geçtiler. Kutlayıcılar arasında ABD de var.


Önümüzdeki dönemde Kosova sorunu bir şekilde gündeme gelecektir. Karadağ’ın nasıl bir yol izleyeceği belli değil. Keza Bosna-Hersek’te de taraflar (Boşnaklar, Sırplar ve Hırvatlar), birbirlerini kollayarak beklemedeler.


Rusya, ABD ve AB, AB içinde de Almanya ve Fransa, zor ve silah zoruyla eski Yugoslavya topraklarında elde ettiklerini, Kostuniça döneminde –şayet kalıcı olursa- yoğun siyasi ve mali ilişkilerle güçlendirerek korumaya, karşılıklı rekabetlerinde “barış”, “özgürlük” ve “demokrasi” vb. kavramlara özellikle ağırlık vermeye özen göstereceklerdir.

5 Ekim 2000 Perşembe

FİLİSTİN KAYNIYOR


 
Filistin ile İsrail arasında kararlaştırılan ateşkesten birkaç saat sonra yeniden alevlenen çatışmalar, bütün Filistin topraklarına yayılarak devam ediyor. Filistin ve İsrail kaynakları, Gazze Şeridi’nde ve Batı Şeria’da ağır çatışmaların olduğunu bildiriyorlar. Hebron, Nablus, Ramallah, Nazaret, Um-al Fam, çatışmaların sürdürüldüğü belli başlı merkezler. Bu çatışmalara Filistin halkının yanı sıra Filistin polisi ve istihbarat polisi de katılıyor. İsrail ordusu, işgal bölgelerinde ağır silahlar da kullanıyor.

ABD Başkanı Clinton’ın inisiyatifi üzerine E. Barak ve Y. Arafat, Amerikan Dışişleri Bakanı M. Albright ile görüşecekler. Görüşmenin ana konusu, çatışmaların durdurulması ve barış görüşmelerine yeniden başlanılması olacak. İsrail ile Filistin arasında barışı sağlayan başkan olarak tarihe geçme umudunu yitirmemiş olan Clinton, “bölgedeki duman dağıldıktan sonra” her iki tarafın bir araya gelme “şansı yüksek” açıklamasını yaparak Filistin halkıyla adeta alay ediyor.

Yıllardan beri süre gelen görüşmeler; Oslo anlaşması ve onu takip eden görüşmeler, alınan kararlar, anlaşmanın uygulanması için yapılan yeni anlaşmalar, verilen sözlerin İsrail tarafından yerine getirilmemesi ve son olarak Camp David fiyaskosu, baskı sonucunda Filistin devletinin kuruluşunun açıklanmasının ertelenmesi, işgal koşulları, işsizlik vb. Filistin’i barut fıçısına dönüştürmüştü. İsrail’e duyulan kin ve nefret, Filistin Otonomi yönetiminin tavizkar tavrı, yönetme yeteneksizliği, kol gezen yolsuzluklar, tepkinin tuzu biberi olmuştu. Sadece bir kıvılcım, sadece yerinde ve zamanında bir provokasyon, bu barut fıçısını ateşlemeye yetecekti. A. Şaron, nam-ı diğer “Beyrut kasabı”, bu provokatörlüğü üstlendi. “Harem-i Şerif”i ziyaret ederek, Filistin halkını açıkça çatışmaya davet etti. Sonuç, şimdilik sayısız yaralı ve 63 ölü.

Yaşamı boyunca Sinagog dahi ziyaret ettiği pek bilinmeyen Şaron’un, müslümanlar için kutsal bir yeri ziyaret etmesi, barış değil, çatışma istemek anlamına geliyordu.

Şaron’un hesabı ne?
Hükümet başkanı olsa, o da Amerikan güdümünde sürdürülen “barış” görüşmelerini, aynen Barak gibi, sürdürecek ve Arafat ile tokalaşacak. Aynen selefi Netanyahu’nun yaptığı gibi. Ama Şaron, henüz hükümet başkanı değil. Barak’ın parlamentodaki konumu ise zayıf. Bu provokasyondan sonra, Barak’ı destekleyen İsrailli Arap milletvekilleri (on kadar), desteklerini çekeceklerini açıkladılar. Böylece Barak’ın parlamentoda çoğunluğun desteğini alması imkansızlaşacak. Hükümet düşecek ve yeni bir seçimi gündeme gelecek. “Beyrut kasabı” buna oynadı. O, yeni seçimlerde Likud partisinin seçimi kazanması ve kendisinin de başbakan olması için Arap-Filistin düşmanlığının körüklenmesi gerektiği bilinciyle hareket etti. Şaron, sağcıların ve toprak işgalcilerinin oylarına göz dikmişti. Hesap, Barak hükümetinin düşmesi, yeni seçimler ve Şaron’un başbakan olması üzerine kurulmuştu. “Harem-i Şerif” ziyareti de bu amaca hizmet eden provokasyondu.

Şaron’un hesabı şimdilik tuttu ve nasıl sonuçlanacağı pek bilinmeyen çatışmalar sürüyor.
Çatışmaların seyri, Filistin Otonomi idaresinin inisiyatifi elinden kaçırdığını da göstermektedir. Aynı durum Barak için de geçerli. Filistin Otonomi idaresi ve Barak hükümeti bin biçimde yalnız kalmış durumdalar, şu son birkaç gün içinde.
Bu çatışmalar, Filistin halkında mücadele ruhunun ölmediğini, direnme ve savaşma iradesinin kırılmadığını da göstermektedir. Arafat’ın İsrail’e ve emperyalizme teslimiyet politikası, Filistin sorununun çözümünü Amerikan emperyalizmine havale etme anlayışı, Filistin halkı üzerinde pek etki yapmamış. Filistin halkı, Otonomi yönetimine açık mesaj veriyor: Bir yere kadar dinleriz, ama ondan sonra bildiğimizi yaparız. Bu halkın bildiği ve siyonizm ve emperyalizmin anladığı dil, dişe diş mücadele. Filistin halkı, bu mücadele geleneğini ve yeteneğini kaybetmediğini gösteriyor. Bu anlamda Filistin halkı radikalleşmedi, sadece onu var eden mücadele anlayışını yeniden ortaya koydu. Umarız ki Filistin halkının bu tavrı, başkalarına da örnek olur.

Diğer taraftan, çatışmaların şiddeti ve bütün ülkeye yayılması, her iki taraf arasındaki güvenin ne denli sığ olduğunu da göstermektedir. Sadece Filistin ve İsrail’i değil, bütün bölgeyi doğrudan ilgilendiren “barış”, iç politik nedenlerden dolayı kullanılabilecek derecede önemsiz görülüyor. Hakim güçler, birbirlerine güvenmiyorlar. Her iki tarafın halkı arasında güven ortamı oluşmamış ve oluşmaması için de her yola başvuruluyor. Bu, “pax Amercana”nın bir sonucudur.

Şimdi ne olacak? Bugün veya yarın, çatışmalar mutlaka kontrol altına alınacak. Yeni bir ateşkes anlaşması yapılacak. Hükümeti düşmezse Barak, düşerse yeni başbakan, Arafat ile Amerikan emperyalizminin kontrolünde yeniden buluşacak. Bugüne kadar konuşulmuş olan konular, alınmış olan kararlar üzerine yeniden konuşulacak, eski kararlar, yeni kararlar olarak alınacak. Kudüs sorununda, Camp David’den sonra tarafların karşılıklı olarak verdikleri tavizler veya bu yönlü açıklamaları bir daha ele alınacak. Belki de yeni bir “barış zirvesi” için temel konu yapılacak. Ama her halükarda Amerikan emperyalizmi, bölge üzerindeki hakimiyetini devam ettirmek ve rakip emperyalist ülkeleri bu sorundan uzak tutmak için inisiyatifi elinde tutacak. Irak’a karşı ambargonun bazı emperyalist ülkeler (örneğin Rusya, Fransa) tarafından delinmeye başlandığı bugünlerde Amerikan emperyalizmi, bölgedeki konumunu güçlendirmek için Filistin-İsrail sorununa ayrı bir önem vermek zorunda kalacak.

27 Eylül 2000 Çarşamba

IMF-DÜNYA BANKASI PRAG ZİRVESİ

IMF (Uluslar Arası Para Fonu) ve Dünya Bankası (DB), 1944’te Amerikan emperyalizminin yönlendirmesiyle, sermaye ihracının teşviki için uluslar arası kurumlar olarak kuruldular. BM’in kurulmasıyla bu iki kurum, onun özel örgütleri statüsünü aldılar. Yani BM’e bağımlı organlar oldular.
IMF’nin temel görevi, uluslar arası ödeme dengesinin devamını sağlamak. DB’nın temel görevi de sermaye ihracını teşvik etmek için kredi sağlamak.
IMF’ye üye olan ülke sayısı 182. Bu örgütün politikasını belirleyen konseyde üye her ülkenin bir temsilcisi bulunur. Ama oy sayısı, her bir üye ülkenin örgüte mali katkısına göre değişir. Emperyalist ülkelerin mali katkısı belirleyici olduğu için IMF’de oyların yüzde 60’dan fazlasına sahipler. Emperyalist ülkelerin DB’ndaki oy potansiyeli de yüzde 50’dir ve orada da belirleyici konumdalar.
Bu her iki kurum, emperyalist ülkelerin çıkarlarını savunan veya emperyalist çıkarların politikasını belirleyen ve uygulatan kurumlardır.
IMF ve DB, temel görevlerini yerine getirmede hiçbir dönem başarılı olamamışlardır. Başarılı olma olanakları da yok. IMF’nin “yardım”ı ve DB’nın kredi koşulu, “yardım” ve kredi alan ülkeleri; emperyalizme bağımlı, yeni sömürge ülkeleri ekonomik sorunlarından kurtaramamıştır. Bu örgütlerin böyle bir amacı da yoktur. Sadece ve sadece bu ülkelerin, verilen kredileri, borçlarını yeniden ve sürekli ödeyebilecek duruma gelmelerini sağlamaktır. IMF ve DB’nın faaliyetinin içeriği, emperyalizme bağımlılığı kapsamlaştırmış ve derinleştirmiştir. Bu iki örgütün esas amacı budur.
IMF ve DB, bağımlı ülkelerin talanında “ince ayar” yapmakla sorumludurlar. Öyle bir ayar yapacaksın ki, mali “yardım” ve kredi alan ülkelerde ekonomi çökmesin; ödeyememe sorunu patlak vermesin; bütün kaynaklar emperyalist çıkarlara sunulsun.
Bu her bir kurumun tarihindeki müdahalelere baktığımızda bunu görmekteyiz. En güncel ve bizi doğrudan ilgilendiren örneği Türkiye ile ilişkileridir. Türkiye ekonomisini “ince ayar”la yöneten IMF ve bu “ince ayar”ı, verilen mali “yardım” ve krediler geri ödenebilsin diye yapıyor. Bu düzenleme, ekonomiye ve toplumsal yaşama kapsamlı ve derin müdahaleleri beraberinde getiriyor. Denen şu: İç pazarı (ulusal pazarı) yabancı sermayeye tamamen açın. Korumacılık kaldırılsın. Yabancı sermayenin hareketi hiçbir şekilde yasalarla sınırlandırılmasın, yani istediği yerde ve sektörde istediği gibi yatırım yapabilsin. Emekçi yığınlardan vergi adı altında alınan paralarla kurulan devlet işletmeleri –bunların hepsi halka aittir ve her biri birer ulusal zenginliktir- özelleştirilsin ve yerli ve yabancı sermayeye peşkeş çekilsin. IMF ve DB’ndan mali “yardım” ve kredi almak isteyen bütün bağımlı ve yeni sömürge ülkelere dayatılan koşullar böyle. IMF bunu “Yapısal Uyumluluk Programı” (YUP) diye allayıp-pulluyor. Her bir ülkeye sunulan YUP, o ülkenin nesnel koşulları; ekonomisinin durumu/gücü ve kamuoyunun dinamikliliği göz önünde tutularak hazırlanıyor. YUP’lar, görünüşte ne denli farklı olurlarsa olsunlar, öz itibariyle aynıdırlar; bütçeye müdahale, iç pazarı yönlendirme, yabancı sermayenin istediği koşulları dayatma, devlet işletmelerinin özelleştirilmesi vs. Bu koşullar bazen, örneğin Türkiye’de olduğu gibi, enflasyonla mücadeleye büründürülürler; bazen, örneğin Asya krizinde olduğu gibi Güney Kore’ye, Endonezya’ya, Rusya’ya mali destek biçimi alırlar. Bazı ülkelerde de petrol ve önemli madenler üzerine oynanır. Hepsinin üstüne de bir “küreselleşme” yaftası geçirilir, ama sonuç değişmez: itfaiyeci olarak giden IMF ve DB, kundakçı olarak açığa çıkar.
“Yoksulluğun yok edilmesi”, “yapısal uyum”, “etkili gelişme”, “iyi hükümet politikası” vb. IMF ve DB’nın her dönem değişmeyen sloganları olmuştur. Ama her dönem farklı biçimlerde –dönemin sorunlarına tekabül eden- hazırlanan ve dayatılan programlar başarısız kalmıştır. Bunun son örneği borçlanma sorunuyla ilgili programlardır; 1998’den beri IMF ve DB’nın gündeminde birinci sırada yer alan borçlanma sorunudur. Almanya’daki, ABD’deki zirvelerde aynı sorun ele alındı. Prag’da da aynı sorun; en fakir ülkelerin borçtan kurtarılmaları, merkezi tartışma konusu olacaktı, ama olmadı.
‘80’li yılların başından buyana bağımlı ve yeni sömürge ülkelerin çoğu, borçlarını ödeyemeyeceklerini açıkladı. Bunun üzerine IMF ve DB’nın, bu ülkeleri, borçlarını ödeyebilecek duruma getirmek için “operasyonlar”ı çeşitli biçimlerde başlatıldı; bir düzine yeni borç ödeme modelleri geliştirildi ve uygulandı. Borç tahvil yöntemleri, kısmi borç silmeler birbirini kovaladı. Ama bu ülkelerin borç miktarı azalmadı, tam tersine giderek arttı. Bağımlı ve yeni sömürge ülkelerin borç miktarı 1980’den 2000 yılına 2 400 milyar dolara çıktı. Bu miktar içinde faizlerin payı oldukça büyük. Örneğin Brezilya'’ın 1970'’en 1986'’a borç miktarı 153 milyar dolardı. Bunun 89 milyar dolarlık kısmı sadece faizlerden oluşuyordu. Bütün bağımlı ve yeni sömürge ülkelerde borç sarmalı böyle devam ediyor.
Önce, bu sorunu Prag’da bir daha/yeniden ele alacağız açıklaması yapıldı, ama daha sorunu ele almadan niyetler de açıklandı; IMF, Amerikan Maliye Bakanının isteği üzerine faizlerin arttırılması ve kredi vadelerinin kısaltılması kararını aldı. Böylece zirvenin ana teması bir kenara itildi veya borçlanma sorununa bakışta hiçbir değişmenin olmadığı sergilendi.
Daha önce toplanan G-7’lerin maliye bakanları, borçlanma, yoksulluğa karşı mücadele vb. gibi temel gündem konularını bir kenara iterek, iki güncel sorunu ön plana çıkardılar. Petrol fiyatlarındaki artış ve Euro’nun önlenemeyen değer kaybı. Emperyalist ülkeler, özellikle de G-7’ler, IMF’yi, petrol üreten ülkeleri, petrol fiyatlarını düşürmeleri için bir baskı aracı olarak kullandılar. ABD’yi, DB, IMF gibi uluslar arası kurumları kendi çıkarı için kullanıyor diye eleştiren bakının emperyalist ülkeleri, bu sefer Prag’da IMF’yi baskı aracı olarak kullanmada ABD ile yarıştılar. IMF’nin, DB’nın eksiklikleri, sorunları ve zirvenin temel sorunu, zirve öncesi gündemleştirilen bütün bunlar, petrol fiyatlarının düşürülmesi için baskının gerisinde kaldı. Emperyalist ülkeler, petrol fiyatının neden olduğu telaş ve gelişen eylemlerin verdiği kaygı içindeydiler. Euro’nun değer kaybı ve petrol fiyatları, emperyalist ülkeler arasındaki çelişkilerin keskinleştiğini ve Prag’da kendi çıkarlarının peşinde olduklarını ve bu nedenle de IMF gibi uluslar arası ortak kurumlarını yeniden yapılandırmaya pek eğilimlerinin olmadığını gösterdiler. Kendi gündemlerine adeta darbe yapılar. Emperyalist ülkeler arasındaki çekişmeyi izleyen bağımlı ve yeni sömürge ülke temsilcileri, esas gündem üzerine bir hatırlatma dahi yapamadılar. Borcu silmek talidir, pazarlarınızı bize de açın, bize ulusal pazarlarınızı açın diye dayatıyorsunuz, siz neden pazarlarınızı bize açmıyorsunuz diyemediler.
IMF ve DB’nın 55. Zirvesinde, Prag’daki bu toplantıda dünya ekonomisinin acil sorunlarına cevap alınacağını umanlar, böyle bir beklenti içinde olanlar bir kez daha yanıldılar.
IMF ve DB, gittikleri her yerde öfke ve şiddetli protestolarla karşılanıyorlar. Geniş yığınlar, bu kurumların emperyalistlerin çıkarlarını savunduklarını, bu kurumların talan, sefalet, özelleştirme, işsizlik olduğunu, emperyalizmin bu kurumlarda somutlaştığını çok iyi biliyorlar. Bundan dolayıdır ki Seattle’de, Washinton’da, Davos’ta ve son olarak da Prag’da hak ettikleri gibi karşılandılar.
Toplantının ilk gününde yapılan açılış konuşmalarında Çek Cumhurbaşkanı Havel, IMF Başkanı Köhler ve DB Başkanı Wolfensohn, dünya çapındaki yoksulluk üzerine üzüntülerini, bu yoksulluğa karşı mücadele edilmesi gerektiğini ve her iki örgütün de yoksulluğa ve gelir dağılımındaki eşitsizliğe karşı mücadelede yeniden ve etkili yapılanmaları gerektiği üzerine görüşlerini açıklarlarken dışarıda üç kolda başlatılan gösterilerde on binlerce protestocu, bu her iki örgütün kapatılmasını talep ederek gösteriye başlamışlardı. Dünyanın hemen her yerinden gelen göstericiler; işçiler, öğrenciler, köylüler, sendikacılar, kadın grupları, etnik azınlık temsilcileri, barış için inisiyatif grupları, çevreciler; pasifistler, anarşistler, troçkistler, Maocular, demokratlar, antiemperyalistler, devrimciler ve komünistler, yoksulluğun sorumlusu olan emperyalizmi, tekelci sermayenin kurumları olan IMF ve DB’nı mahkûm ediyorlardı. Üniformalı 11 bin Çek polisi, göstericileri toplantı salonuna yaklaştırmamak için saldırmakta geç kalmadı. Göz yaşantıcı bombalar, tazyikli su, jop, yerde sürüme, dayak protestocuların direncini kıramadı ve protestocuların cevabı da polisin şiddetinden geri kalmadı. Polis, teknik ve sayı üstünlüğünden dolayı toplantı salonunun işgalini engelleyebildi. Ama bütün dünya, Seattle’den, Washington’dan, Davos’tan sonra Prag’da da emperyalizme karşı mücadelenin giderek şiddetlendiğini ve uluslar arası karakter taşıdığını gördü. Prag’daki mücadele –pasif veya militan- bir antiemperyalist mücadeledir. Bu mücadelenin can alıcı zayıf yönü, devrimci önderlikten yoksun olması ve yığınlardan kopuk unsurların grupsal eylemine dönüşmesidir.