deneme

23 Nisan 2006 Pazar

TÜRKİYE EKONOMİSİNİN DURUMU


Türk burjuvazisi ekonominin seyri konusunda son zamanlarda özellikle DB’nını ve IMF’nin övgülerine mahzar oldu. Bazen ABD’nin ve AB’nin siyasal temsilcilerinden de övgüler duydu. Ev ödevini yaptığı için öğretmeninden iyi not alan okul çocukları gibi sevindi.

Ekonominin gelişme seyri burjuva yazarlar arasında tartışmalara da neden oldu. Bazıları gelişmeden oldukça memnunlar. Bazıları, cari açıktan, ihracattaki gelişmelerden dolayı oldukça kaygılı. Bazılarına göre, açıklanan verilere rağmen ekonomi büyümüyor. Bunlar da ekonominin büyümesini refahın artması ve işsizliğin azalmasıyla eş anlamlı görüyorlar. Yani görüşler oldukça farklı.

Ekonomide durum tespiti yapmak ve gelişmenin seyri hakkında fikir yürütebilmek için önce son birkaç seneyi de kapsayan süreci ele almak gerekir.

Bazı kıstaslar bazında bu sürecin gösterdikleri:

1-Sanayi üretimi açısından

Yıllara ve aylara göre sanayi üretiminin gelişmesi:

Yıllar

1997=100

Yıllık ortalama

Ocak

Şubat

endeks (%)

zincirleme endeks

endeks (%)

zincirleme endeks

endeks (%)

zincirleme endeks

2001

94,4

+/-

93,8

+/-

90,8

+/-

2002

103,3

9,4

91,2

-2,8

85,8

-5,5

2003

112,4

8,7

106,6

16,9

89,3

4,1

2004

123,4

9,8

112,2

5,3

102,4

14,7

2005

130,0

5,4

117,8

5,0

113,4

10,7

2006

-

-

110,8

-5,9

119,0

5,0

Dönemler İtibariyle Sanayi Üretimi Endeksi,-Büyüme Oranı (%)-1997=100

2002

2003

2004

2005

endeks

(%)

zin. endeks

endeks

(%)

zin. endeks

endeks

(%)

zin. endeks

endeks

(%)

zin. endeks

1. çeyrek

93,8

3,2

102,5

9,3

113,4

10,6

120,3

6,1

II. çeyrek

105,0

11,9

109.2

4,6

127,6

16,2

131,5

3,1

III. çeyrek

107,8

9,8

119,0

10,4

129,1

8,5

134,9

4,5

IV. çeyrek

106,8

12,7

118,2

10,7

123,7

4,7

133,4

7,8

Yıl ortalaması

103,4

9,5

112,4

8,7

123,5

9,9

130,0

5,3

Yıllar bazında istikrarlı büyüme; giderek artan oranlarda büyüme ancak 2002-2004 arasında gerçekleşmiştir. Sanayi üretimi yıl itibariyle 2002’de yüzde 9,4, 2003’te yüzde 8,7 ve 2004’te de yüzde 9,8 oranında büyüyor. 2005’te sanayin büyümesi 2004’e göre 4,4 puan; yaklaşık yüzde 45 oranında gerileyerek yüzde 5,3 oranında büyüyor. Diğer bir ifadeyle, 2005’te sanayin büyümesi 2004’e göre neredeyse yarı yarıya küçülerek gerçekleşmiştir. Dönemler itibariyle büyümedeki inişler-çıkışlar göz önünde tutulursa, büyüme oranındaki bu düşüş, sanayi bazında ekonomideki istikrarsızlığın önemli bir işaretidir.

Türkiye ekonomisinde dikkati çeken bir nokta, ekonominin aralıksız olarak 2002 başından itibaren büyümesidir. Tam 15 çeyrektir büyüyen ekonomi, burjuvazinin hayal ufkunu genişletmiştir. 2001 ekonomik krizinde mutlak olarak yüzde 9,5 oranında küçülen ekonomi, kısa bir süre içinde toparlanarak 2002’de yüzde 7,8; 2003’te yüzde 5,9; 2004’te yüzde 9,9 ve 2005’te de yüzde 7,6 oranında büyüdü. Burjuva basına göre 2005’te ekonomideki büyüme, devleti de şaşırtmış!

Bu büyümenin sonucu olarak GSMH 362,5 milyar dolara, kişi başına gelir de 5 bin 8 dolara çıktı. Diğer bir ifadeyle, 2000 yılı fiyatlarıyla yurtiçi brüt üretim 2002’de 199 milyar dolardan 2005’te 242,5 milyar dolara çıkarak üç senede yüzde 21,9 oranında arttı.

Burjuvazinin “sağlam” yorumcularından Mahfi Eğilmez durum tespiti yapıyor:

“2005 yılı ekonomik açıdan bakıldığında dünyada ve Türkiye'de olumlu geçti. Kim ne derse desin bu gelişmede 2000 yılından beri ekonomiye destek veren IMF'nin büyük katkısı var. Türkiye 2000 yılına 22 Aralık 1999'da yürürlüğe giren IMF'nin stand-by desteği ve programıyla girdi. O tarihten bu yana IMF, Türkiye için, üçü stand-by ve biri de SRF (ek rezerv kolaylığı) desteği olmak üzere yaklaşık 49 milyar dolar tahsis etti. Türkiye, bugüne kadar bu kaynakların 40 milyar dolardan fazlasını kullandı. Halen kullanılabilir durumda bekleyen 7 milyar dolarlık tahsis bulunmakta” (03.01.2006 tarihli radikal gazetesi).

Yazar, ne pahasına sorusunu sormuyor. Onun için önemli olan burjuvazinin yüzünün gülmesidir, milyonların açlık ve sefaletle boğuşması onu pek ilgilendirmiyor.

2-İhracat/ithalat açısından

Türk burjuvazisi “ihracatta iki rekor birden” kırmakla övünüyor. Gerçekten de ihracatta iki rekor kırılmış. Anlaşılan o ki, Türkiye artık “70 cente” muhtaç değil ve ‘70’li yılların sonunda yurtdışından gelen işçi dövizlerinin ihracat değerleriyle aynı olduğu dönem de artık geride kalmış.

İhracatın bir yıllık gelişme seyri (milyon dolar)

Kalemler

2004

2005

Değişim

Aralık 2005

Ocak 2006

Şubat 2006

Tarım

7.590,6

9.668,4

27,4

15,5

-46,3

23,0

Sanayi

55.237,0

62.243,7

12,7

19,6

-32,8

20,2

-Tarıma dayalı ürün.

6.124,2

6.548,8

6,9

-

-

-

-İşlenmiş petrol ürün.

5.009,1

6.750,3

34,8

-

-

-

-Sanayi ürünleri

44.103,6

48.944,6

11,0

-

-

-

Madencilik

1.199,1

1.514,0

26,3

39,9

-59,4

45,8

Toplam

64.026,6

73.426,2

14,7

19,5

-34,1

21,1

Değişim= %; Aralık 2005, Ocak 2006 ve Şubat 2006 verileri 2003=100 bazında.

İhracat 2004’ten 2005’e 9,4 milyar dolar artarak 64.026,6 milyar dolardan 73.426,2 milyar dolara çıkıyor. Geçen yılın Aralık ayındaki 7,3 milyar dolarlık ihracat, 1984’deki yıllık ihracattan daha fazla.

2005 Aralık ayından 2006 Ocak ayına ihracattaki yüzde 34,1 oranındaki mutlak gerileme, aynı dönemde sanayi üretimindeki yaklaşık yüzde 6 oranındaki mutlak gerilemenin bir sonucu. 2005’te ihracatın yüzde 13’ü tarım sektörü, yüzde 2’si madencilik ve 84,8’i de sanayi sektörü ürünlerinden oluşmaktadır. Sanayi sektöründe doğrudan sanayi ürünlerinin toplam ihracattaki payı ise yüzde 66,6 ve toplam sanayi ürünleri içindeki payı da yüzde 78,6. Bu, oldukça yüksek bir pay. Bu, ekonominin dünya pazarlarındaki gelişmelerden doğrudan etkilenmesinin önemli bir nedeni. Ancak rekabet gücüne sahip olmakla bu etkilenme hafifletilebilir.

Türk parası 2003’ten bu yana değerleniyor ve bugün itibariyle de yüzde 45 oranında değerlenmiş durumda. Bu koşullarda ihracatın giderek pahalı olması ve dolayısıyla dünya pazarlarında rekabet olanaklarının daralması gerekir. Ama buna rağmen ihracat artıyor.

İhracatta Türk parasının değerlenmesinden doğan dezavantaj, verimliliğin artması ve reel ücretlerdeki düşme ile telafi edildi. Yani verimlilik arttığı (ileri teknoloji içeren sermaye yoğun sektörlerin ihracattaki payının hızla artması, verimlilik artışında önemli bir faktördür) ve reel olarak az ücret ödendiği için ihracat fiyatları olması gerekenden daha az oldu ve böylece de dünya pazarlarında rekabet edilebilindi. Önümüzdeki dönemde verimliliğin artmaması ve ücretlerin daha da düşürülmemesi durumunda ihraç ürünleri dünya piyasalarında pahalı ürünler olacak ve ihraç olanağı daralacaktır.

Son üç yılda ihracatın yüzde yüzün üzerinde artmasının, ihracatta dünya 22’ncisi olmanın sırrı burada: Verimlilik artışı ve reel ücretlerin düşürülmesi.

İthalata gelince:

2000 yılında 54,4 milyar dolar olan ithalat, kriz yılı 2001’de 41,4 milyar dolara düşerek yüzde 24 oranında azaldı. Sonraki yıllarda sürekli artarak 2005 yılında 116.5 milyar dolara çıktı. İhracatın ithalatı karşılama oranı da 2000 yılında yüzde 51’den 2005 yılında yüzde 63’e düşüyor. Yani dış ticaret hacminde ithalatın payı 2000 yılına göre 2005 yılında 12 puan artmış oluyor. Ama son dört yıl içinde; 2002’den 2005’e dış ticaret hacminde ithalatın payında belli bir azalma olmuştur. Örneğin ithalatın dış ticaret hacmindeki payı 2002’de yüzde 69,9’dan 2005’te yüzde 63’e gerilemiştir. Bu veriler her halükarda şunu göstermektedir: Ekonomide, özellikle de sanayide üretim, artan ithalat olmaksızın gerçekleştirilememektedir. Bu durum ekonominin dışa bağımlılığının; gerekli üretim araçları ve ara malları üretilememesinin doğrudan bir ifadesidir.

3-Kapasite kullanımı açısından

İmalat Sanayinde Kapasite Kullanımı-Yıllık Ortalama

Yıllar

Kamu

Özel

Toplam

2001

81,8

66,7

70,9

2002

81,7

72,8

75,4

2003

83,9

75,9

78,4

2004

85,7

79,8

81,7

Kapasite kullanımı bakımından 2001 krizinin özellikle özel sektördeki ve dolayısıyla toplam imalat sanayindeki tahribatı verilerde görülmektedir. 2004 yılı verilerine göre 2001 yılında kapasite kullanımı özel sektörde 13,1 puan ve toplam imalat sanayinde de 10,8 puan gerilemiş durumdaydı. 2001’den 2004’e kapasite kullanımı özel sektörde yüzde 19,6 ve toplam imalat sanayinde de yüzde 15,2 oranında artıyor ve etkisini üretim artışında gösteriyor.

Bunun ötesinde 2001 krizinden hızlı bir şekilde çıkılmasında 2003 yılında özel sektörde gerçekleştirilen yatırımlar ve işgücünün rasyonel kullanımı itici bir faktör olmuştur.

4-Yabancı sermaye açısından

Türkiye’ye doğrudan yabancı yatırım girişi 2001’de 3 milyar 290 milyon, 2002’de 1 milyar 143 milyon, 2003’te 2 milyar 48 milyon ve 2004’te de 3 milyar 236 milyon dolardı. 2001-2004 arasındaki toplam giriş 9 milyar 717 milyon dolardı. En az doğrudan yabancı yatırım girişi 1 milyar 143 milyon dolarla 2002 yılında gerçekleşti.

Türk burjuvazisi üçüncü rekorunu da yabancı sermaye girişinde kırdı. 2001-2004 arasında 9.7 milyar dolarlık yabancı sermaye girişi yaşanırken, sadece 2005'in ilk 11 ayında yabancı sermaye girişi toplam olarak 8.2 milyar dolar oldu. Bu miktarın 6 milyar 412 milyon dolarlık önemli bölümü doğrudan yatırım, 1 milyar 529 milyon doları gayrimenkul alımı ve 226 milyon doları ise Türkiye'deki yabancı sermayeli şirketlerin yurtdışındaki ortaklarından aldıkları uzun vadeli kredi yoluyla geldi.

5-Cari açık açısından

2005 yılı verileri Türkiye’de “sıcak para”nın ekonomideki önemini yitirmeye başladığını göstermektedir. 2004 yılına kadar Türkiye’de cari açık, önemli ölçüde portföy yatırımı biçiminde gelen fonlarla ve borçlanmayla finanse edilmekteydi. Cari açığın finanse edilememesi ve ekonomide olumsuz gelişme olasılığından dolayı gelen paranın “kaçması” durumunda mali kriz patlak verebiliyor ve IMF’nin kapısı çalınıyordu. Ancak 2004’ten itibaren durumda belli bir değişmenin olduğu görülmektedir. AB ile üyelik görüşmelerinin başlama noktasına gelmesinden sonra durum değişmeye başladı ve cari açığın finansmanında “sıcak para”nın oynadığı rolü yavaş yavaş doğrudan yabancı sermaye yatırımları oynamaya başladı. Şüphesiz “sıcak para” bugün de oldukça önemli, ama etkisini yitirmeye başladığı da bir gerçek.

Türkiye'ye bono, tahvil, hisse senedi gibi kısa vadeli portföy yatırımları için giren “sıcak para”nın hemen kaçma koşulları eskisi gibi yok: Kaçabilmesi için elindeki Türk Lirası cinsinden değerli kâğıtları satması ve karşılığında döviz alması gerekir. Ama eskiden olduğu gibi şimdi, Türkiye'den çıkmak istediğinde önünde sabit bir kur yok. Elindeki Türk kâğıtlarını satıp karşılığında döviz satın almak ve Türkiye'den çıkmak isterse satın alacağı dövizin fiyatının piyasa tarafından, dolayısıyla kendisi tarafından belirleneceğini bilmek zorundadır. Bu durum, “sıcak para” kaçışının geçmişte görüldüğü gibi aniden ve büyük miktarlarda olamayacağını göstermektedir. “Sıcak para” olarak gelen sermayenin, değeri düşen kâğıtları satıp karşılığında pahalı döviz satın alarak kaçmasının kendi mantığı açısından bir anlamı yoktur.

Bu durum Türk ekonomisi açısından bir avantajdır.

Cari açık tablosuna gelince:

2005’in ilk 11 ayında cari açık toplamı 18.7 milyar dolardı. Buna karşın giriş yapan sermaye miktarı ise 36.7 milyar dolardı. Cari açık bakımından finansman fazlalığı 18 milyar dolar. Bu miktara 3.8 milyar dolarlık “net hata ve noksan” girişini eklersek Merkez Bankası kasasına giden rezerv miktarı 21.8 milyar dolara çıkar.

2004 yılına göre 2005 yılında cari açık 6 milyar dolar artıyor. Ama buna karşılık yaklaşık 22 milyar dolarlık bir sermaye girişi oluyor. Bu sermayenin bileşimi oldukça önemli: Bu miktarın 4,5 milyarlık kısmı doğrudan yatırımlar; 5,2 milyarlık kısmı portföy yatırımları olarak; 8,8 milyar dolarlık kısmı bankalara ve 5,3 milyarlık kısmı da özel şirketlere finansman kaynağı olarak gelmiş. Burada “sıcak para” olarak tanımlanabilecek miktar, en fazlasıyla, 5,2 milyar dolarlık portföy yatırımlarıdır. Üstelik 2005 yılında “sıcak para” olarak gelen bu portföy yatırımlarının hemen hemen tamamı hisse senetlerine yatırım olarak gelmiş. Yani yüksek faiz nedeniyle gelmemiş. Hisse senedi yatırımı için gelen sermayenin kısa zamanda kaçacağını düşünmek biraz saflık olur.

2005 yılında cari açık 6 milyar dolar artıyor, ama gelen sermayenin yüzde 75’nin hemen kaçamayacak –kalıcı- sermaye olarak; doğrudan yabancı yatırım olarak gelmesi, ekonomiyi rahatlatan bir faktör oluyor ve bu da cari açık finansmanını kolaylaştırıyor. Bu olumlu faktörden Türk ekonomisi tepe tepe yararlanmaktadır.

6- İşsizlik ve ekonomik büyüme açısından

Burjuva basına göre işsizlerin sayısı 2001 krizinden sonra çok artmış. 2003 ve 2004 yıllarında 2.5 milyona çıkmış ve 2005'te de bu rakam 2 milyon 300 bine inmiş. İşsizlik oranı 2005’in Ocak ayında yüzde 11,7 ve Aralık ayında da yüzde 11,2’ymiş.

Resmi veriler böyle diyor. Ama bu açıklamaların güvenilir bir yanı yoktur. Esas olan, görünmeyen işsizlik ile “resmi” işsizlik sayısıdır. Soruna böyle bakıldığında işsizlerin sayısının öyle 1-2 milyonla sınırlı olmadığı görülür.

Burjuva basının, özellikle de liberal çevrelerin üzerinde durduğu esas sorun, ekonomi alanında büyümenin istihdama yansımamasıdır. Ekonomik büyümenin istihdama neden yansımadığı veya yansıması gerektiği ölçüde yansımadığı, burjuvazi tarafından da doğru olarak tespit edilmektedir: Modern teknolojinin üretimde kullanılması, verimliliğin artması, makineleşme. Rekabet gücünü kaybetmek istemeyen sermaye, kaçınılmaz olarak istihdama (değişken sermaye yatırımına=işgücüne) değil, sabit sermaye yatırımına önem verecektir. Sermaye, var olmak için, rekabet edebilmek için organik bileşimini yükseltmek zorundadır. Sermayenin organik bileşiminin yükselmesi, işçilerin sokağa atılmaları anlamına gelir. Bu nedenle günümüz koşullarında ekonomik büyümenin doğrudan istihdama yansımasını beklemek saflık olur.

IMF’nin dayattığı tarım politikası sonucunda kırsal alanda çözülme hızlandı. Kırsal alanda istihdamın yüzde 30’un altına düşmesi bunun doğrudan bir ifadesidir. 2004’ün ikinci yarısında tarımda çalışanların sayısı 8 milyon 222 binden 2005’in Eylül ayına 6 milyon 661 bine düşüyor. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) Başkanı Ömer Demir, bunu "çok hızlı bir çözülme… Dramatik bir düşüş" diye değerlendiriyor. Böyle bir gelişmeyle karşı karşıya kalınacağı IMF’nin dayatmalarından belliydi. Yani beklenmeyen bir gelişme değil.

Burjuva basın, “yoksulların yoksul olarak kalmasından, gelir uçurumunun kapanmaması”ndan yakınıyor. Çare ve hedef olarak birtakım iyileştirmelerin gerçekleştirilmesi gösteriliyor. Yoksulluk sorununun kapitalizm koşullarında çözümlenebileceği mesajı veriliyor. 2002’den bu yana ekonominin krizde olmamasına, 2000 yılı fiyatlarıyla yurtiçi brüt üretim 2002’de 199 milyar dolardan 2005’te 242,5 milyar dolara çıkarak üç senede yüzde 21,9 oranında artmasına rağmen yoksulluk olgusunda bir değişme olmamış, bahsedilen gelir uçurumu kapanmamıştır.

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) 2004 Hanehalkı Bütçe Anketi sonuçlarından elde edilen gelir çalışmasının sonuçlarını göre 2005 yılı itibariyle Türkiye'deki hanelerin toplam kullanılabilir geliri 218 milyar 752 milyon YTL olarak hesaplanmış. Bu gelirin 4 milyar 928 milyon YTL'lik kesimini birinci yüzde 10'luk dilim (1 milyon 709 bin aile) alırken, en zengin yüzde 10'luk dilimin aldığı pay ise bunun 13.4 katı düzeyinde, yani 67 milyar 570 milyon YTL’di.

En yoksul yüzde 10'luk kesimin toplam kullanılabilir gelirden aldığı pay yüzde 2.3, buna karşın en zengin yüzde 10'luk kesimin aldığı pay ise yüzde 30.9. 2004 yılında gelir dağılımında görece bir düzelme yaşanmasına rağmen en zengin yüzde 10'la en yoksul yüzde 10'luk kesim arasında 13.4 katlık bir fark var.

Kırsal alanda yoksulluk:

2003 yılı itibariyle kentlerde en yoksul yüzde 10'luk kesimin gelirden aldığı pay yüzde 2.3’ten 2004 yılında yüzde 2.5'e çıkıyor. Aynı dönemde kırsal kesimde bu kategoride olanların gelirden aldığı pay yüzde 2.4'ten yüzde 2.3'e düşüyor. Türkiye nüfusunun yüzde 61'inin yaşadığı kentlerin, toplam gelirdeki payı yüzde 73. Nüfusun yüzde 39'unun yaşadığı kırsal alanın ise toplam gelirden aldığı pay yüzde 27.

Yoksulluğun bu boyutuna rağmen burjuva basının keyfi yerinde. “Türkiye uçtu, dünya çapında 21 dolar milyarderimiz oldu” ile övünülüyor. “FORBES’un geleneksel zenginler listesine Türkiye damgasını vur”muş. “49 ülkede yapılan araştırma sonunda Türkiye’de milyarder sayısının geçen yıl 8’den 2006’da 21’e yükselmesi dikkati çek”miş. “Türkiye listedeki ABD (371), Almanya (55), Rusya (33), Japonya (27), İngiltere ( 24), Hindistan (23), Kanada’dan (22) sonra, en yüksek sayıda milyardere sahip 8’inci ülke ol“muş. Ve Türkiye bu alanda da bir rekor kırmış! “Geçen yıl 8 milyardere sahip Türkiye de 21 milyardere ulaşarak rekor kırdı”.

Başka bir övünç kaynağı da şirketler. “Dünyanın 2 bin dev şirketinden 14'ü Türk” şirketiymiş. “Dünyanın en büyük halka açık şirketlerinin yer aldığı Forbes 2000… devler listesine 14 Türk şirket de girmeyi başar”mış.

Bu kadar milyarderin nasıl türediği, hangi koşullarda miyarların üzerine milyarlar koydukları; söz konusu şirketlerin nasıl büyüdükleri burjuva basını doğal olarak ilgilendirmiyor. Efendilerinin sesi olmak onların görevidir.

7-Türk ekonomisinin dünya ekonomisindeki yeri açısından

2004'te 303 milyar dolarlık GSMH”siyla dünyanın 21'inci büyük ekonomisi olan Türkiye, 2005 yılında 362,5 milyar dolarlık GSMH ile dünyanın 19'uncu büyük ekonomisi durumunda. Burjuva basına göre “Türkiye devleri sollayacak”. Ev ödevini yerine getirdiği için IMF'nin pohpohuna da mahzar olununca “uçmanın” sınırı kalmıyor. 2006 yılında GSMH’nın 414 milyar dolara çıkacağı ve Belçika, İsviçre ve İsveç'in üstünde yer alınacağı hesabı yapılıyor.

Bu hesaplamaya göre kişi başına gelir 2004 yılında 4 bin 172 dolardan olan 2005’te 5.008 dolara çıkmış. Yani yaklaşık % 20 dolayında artmış.

İslam Konferansı Örgütü üyesi 57 ülkeyi kapsayan 'En büyük 100' şirket araştırmasında Türkiye 25 şirketle hem 2005’te hem de 2005’te sıralamada en çok şirketi bulunan ülke olmuş.

Basına göre Türk şirketleri dünyaya yayılmış, devleri geride bırakmış, Avrupalılardan daha rekabetçi bir konuma gelinmiş.

Kişi başına gelirde 66. sırada, en çok cari açık veren ülkeler bakımından 6. sırada olmak burjuvaziyi pek ilgilendirmiyor.

8- Ekonominin sorunları açısından

İç borçlanma sorun olmaktan çıkıyor. Son dönem verileri en azından eğilim olarak sorun olmaktan çıktığını göstermektedir.

Hazine'nin yaptığı ıskontolu devlet iç borçlanma senetleri (DİBS) ihalelerindeki gelişme

Yıllar

Brüt satış (milyar YTL)

Vade (gün)

Faiz (%)

miktar

%

gün

%

2000

26.4

100.0

337

100.0

36.1

2001

48.7

184.5

144

42.7

99.8

2002

85.3

323.1

204

60.5

63.9

2003

123.1

466.3

283

84.0

44.5

2004

139.2

527.3

344

102.1

24.9

2005

108.4

410.6

405

120.2

16.2

Brüt DİBS satış miktarı 2003 yılına kadar katlanarak artıyor. Brüt DİBS satışı 2000’den 2001’e yüzde 84; 2001’den 2002’ye yüzde 75; 2002’den 2003’e yüzde 44; 2003’ten 2004’e ancak yüzde 13 oranında artıyor. Yani artış hızı oldukça düşmüş. 2004’ten 2005’e ise miktarda mutlak gerileme oluyor.

Diğer taraftan, borçlanma vadesi 2000’de 337 günden kriz yılı 2001’de 144 güne düşüyor ve sonraki yıllarda giderek artıyor. Böylece borçlanmada uzun vadeli bir sürece giriliyor.

Faiz alanındaki gelişme de ilginç: 2001’de faizler neredeyse yüzde yüze çıkıyor. Sonraki yıllarda istikrarlı bir şekilde gerileyerek 2005’te yüzde 16,2’ye kadar düşüyor. Bu veriler iç borçlanmada maliyetin düştüğünü göstermektedir. Vadenin uzaması, faizlerin düşmesi ve ekonomideki büyüme, iç borçlanma miktarının azaldığını ve bu koşullar devam ederse önümüzdeki dönem azalmaya devam edeceğini göstermektedir. Bu durum, “çarkı döndürmek” için burjuvazinin elinde olumlu bir faktör olmaktadır ve ekonomide bir istikrar faktörü olarak görülmektedir.

2000 yılından bu yana iç borç stokundaki gelişme

Yıllar

İç borç stoku (milyar YTL)

Stokun vadesi (gün)

Stokun reel faizi (%)

İç borç yükü (%)

2000

36.4

282

-

29

2001

122.2

576

-

69

2002

149.9

384

-

55

2003

194.4

372

16.5

54

2004

224.5

354

10.7

52

2005

243.8

567

8.6

50

2000’den 2001’e iç borç stoku 3,3 misli artıyor. Sonraki yıllarda; 2001’den 2005’e iç borç stokunun artış hızı düşüyor. İç borç stoku 2003’ten 2004’e yüzde 15,5 ve 200’ten de 2005’e ancak yüzde 8,6 oranında artıyor.

Stok vadesi de 2000’de 282 günden 2005’te 567 güne çıkıyor. Keza reel faiz de 2003’te yüzde 16,5’ten 2005’te yüzde 8,6’ya düşüyor.

Bu gelişmelerin ve ekonomideki büyümenin doğrudan bir sonucu olarak, iç borç stokunun GSMH’ya oranı da 2001’de yüzde 69’dan 2005’te de yüzde 50’ye iniyor.

Bu veriler, ekonomide ve politikada burjuvaziye avantaj sağlayan önemli faktörlerdir.

2004 yılı itibariyle toplam 18 milyar 810 milyon ve 2005 yılında da toplam 25,3 milyar dolar dış borç ödemesi yapılıyor (Son verilerin açıklandığı 14 Aralık 2005 itibariyle).

Burjuvazi bir rekor da özelleştirmede kırıyor. 2004 yılında gerçekleştirilen özelleştirme ihalelerin toplam satış devir bedelleri ancak 1 milyar 267 milyon dolar düzeyindeydi. Özelleştirme miktarı 2005’te toplam olarak 16,9 milyar dolara çıkıyor. Böylece “16.9 milyar dolarlık özelleştirme rekoru” kırılmış oluyor!

9- “Ev ödevi”ni yerine getirme açısından

24 Ocak (1980) kararlarından bu yana IMF, Türkiye gündeminden hiç düşmedi. Bu kararlardan bu yana Türk ekonomisinde doğrudan karar verici, yönlendirici olan IMF’nin rolü 2001 krizinden sonra daha da arttı. Bu krizden sonra ekonomi alanındaki “paket”lerin hepsinde IMF’nin ve Dünya Bankası’nın imzası var. Özelleştirmeden, ücret politikasına, emeklilik yasasından sağlık sigortasına, tarımdan hizmet sektörüne varana kadar Türkiye’de ekonomik ve toplumsal yaşamın her alanında IMF’nin neoliberal dayatması belirleyici oldu. Türk burjuvazisi son beş sene içinde, 2001 krizinden bugüne dayatmaların hepsini harfiyen yerine getirdi. Daha çok borçlanma pahasına, ulusal pazarın yabancı sermayeye tamamen açılması pahasına, yabancı sermayenin iştahını kabartan alanlarda özelleştirme pahasına; ücretlerin düşürülmesi, artan işsizlik, tarımda tekelci sermayenin hâkimiyeti, artan toplumsal yoksulluk pahasına; borcunu ödeyerek, tekelci sermayenin çıkarlarına hizmet ederek çarkını çeviren bir ekonomik gelişme 2001 krizinden sonra sağlandı.

-Gerçekten de, verilerin gösterdiği gibi ekonomi 2001 krizinden bu yana yüzde 5 ila 10 arasında değişen bir oranda büyüdü. Bu oran, OECD ülkelerinde ortalama büyümenin 2-3 mislidir.

-Bir zamanlar alay konusu olan Liranın değerinde belli bir istikrar sağlandı. Liranın bugün Avro karşısındaki değeri 2001 yılı sonundaki değeri kadardır.

-İstanbul Borsası “rekor üzerine rekor” kırdı. 2001’e göre indeks 5 misli arttı.

-Yabancı sermaye girdisinde ve özelleştirme gelirlerinde 2001’den bu yana sürekli bir artış oldu.

-Tarımda istihdam, IMF’nin tarım sektöründeki dayatmasından dolayı giderek düştü. Tarımda istihdam 1999’da yüzde 40’dan 2005’te yüzde 30’a geriledi. Hizmet sektörlerinde çalışanların toplam istihdamdaki payı yüzde 40’ın üzerine çıktı.

-İhracat, ekonomide belirleyici önemi olan bir faktör oldu. 25 sene içinde ihracat 20 misli arttı. İhraç edilen ürün türleri de değişmeye başladı: Tekstil ve giyimin yanı sıra otomobil ve elektro sanayi de önemli ihraç kalemleri oldu. Türkiye, Avrupa’ya ve başka ülkelere otomobil satmaya başladı. AB’de satılan renkli televizyonların yüzde 45’i Türkiye’de üretilmektedir.

-AB Komisyonu, Türk ekonomisinin doğru rotada olduğu ve AB içinde rekabet edecek güçte olduğu notunu verdi. “Başarı”nın Kemal Derviş’le başlayan emperyalizme teslimiyetin –o zaman IMF ile yapılan 15 anlaşma- Erdoğan hükümet tarafından devam ettirilmesinin bir sonucu olduğu da AB Komisyonunun görüşüdür.

-“Başarı”nın devamı, her alanda kuralsızlaştırmaya devamda görülmektedir.

-Emperyalizme teslimiyet, IMF tarafından tespit edilen taleplerin ve önerilen yasa tasarıların olduğu gibi kabulü boyutlarına varmıştır. Bu anlamda Türkiye’yi burjuvazinin siyasal temsilcileri değil özellikle IMF vasıtasıyla emperyalizm yönetmektedir. Bu anlamda Türk burjuvazisinin siyasal temsilcileri açıktan emperyalizmin siyasal temsilcileridir. Evet, daha öncekiler gibi bugün de Erdoğan başbakan sıfatıyla emperyalizmin sömürge valisidir.

-Tarımda, sanayide, telekomünikasyon alanında, enerji sektöründe kuralsızlaştırma gerçekleştirildi; pazarlar yabancı sermayeye tamamen açıldı.

-Yabancı sermayeye göre Türkiye, “yapısal reform”lar gerçekleştirdiği için pazarın dinamik güçlerini açığa çıkardı.

2001’den günümüze ekonomi bu koşullarda büyüdü. Dünya ekonomisinin durumu da dahil bütün dış ve iç göstergeler, ekonominin 2006 yılında da büyümeye devam edeceğini göstermektedir. (Büyüme oranında gerileme olabilir).

Ama ekonomi büyümedi diyenler de var, ekonomiyi küçümseyenler de var. Gerçeği görmenin ve ona göre hareket etmenin sınıf mücadelesine ne gibi “zararı” var, bunu bilmiyoruz. Ama ekonominin büyümesinden sosyal sorunların azalacağı sonucunu çıkartmak, kapitalizmde ekonomi ile toplumun veya da bireyin mutluluğu ve refahı arasında bağ kurmak ve bunlar yoksa ekonomi de büyümüyor demek kapitalizmi anlamamak demektir.

Kapitalizmde; sömürü koşullarında sosyal sorunlar azalmaz, ama işçi sınıfı ve emekçi yığınların mücadelesi sonucunda sosyal sorunlarda bir hafifleme sağlanabilir.

Sermaye için esas olan azami kardır, kişinin veya toplumun refahı ve mutluluğu değildir. Nerede görülmüş sermayenin toplumun refahına göre hareket ettiği? Ancak mücadele sonucunda “refah”a hizmet eden birtakım haklar elde edilebilir. Nitekim II. Dünya Savaşı sonrasında “sosyal devlet” denen olgu bu mücadelenin bir sonucuydu. “Emperyalist küreselleşme” veya neoliberal saldırılar diye tanımladığımız ekonomik ve toplumsal yaşamdaki düzensizleştirme, elde edilen hakların geri alınmasından başka bir anlam taşımamaktadır.