deneme

27 Eylül 2009 Pazar

KAPİTALİZMİN ALTERNATİFİ SOSYALİZMDİR (I)


27.09.2009
KAPİTALİZMİN ALTERNATİFİ SOSYALİZMDİR (I)

Yaşanan ekonomik krizden dolayı işçi sınıfı ve emekçi yığınların arayışında sosyalizm özlemi sürekli önplana çıkmaktadır; kapitalizmin yegane alternatifi olarak görülmektedir.  Birkaç makalede sosyalizmin neden kapitalizmin yegane alternatifi olduğunu; her iki üretim biçimine özgün olan farkları açıklamaya çalışacağız.

SOSYALİZMDE VE KAPİTALİZMDE MÜLKİYETİN KARAKTERİ

Sosyalist mülkiyet, sosyalist sistem, üretim araçlarının özel mülkiyetini dışlar. Böylece insanın insan tarafından sömürüsünün temel koşulu da ortadan kaldırılmış; kapitalist sistemin yerini sosyalist sistem almış olur. Üretim araçlarının toplumsal mülkiyeti sosyalist üretim ilişkilerinin, sosyalist toplumun temelini oluşturur.

Marks ve Engels’e göre, „komünizmin özelliği genel anlamda mülkiyetin değil, burjuva mülkiyetin yok edilmesidir“. İnsanlık tarihi, mülkiyetin bilinen tarihsel bir biçiminin hakimiyeti olmaksızın toplumsal yaşamın olamayacağını göstermiştir. Sosyalizmde üretim araçları sermaye olmaktan ve böylece sömürünün temel aracı olmaktan çıkmıştır. Her üretim biçiminde olduğu gibi sosyalist üretim üretim biçiminde de üretim sürecinin iki temel unsuru olan iş gücü ve üretim araçları yeni, daha yüksek bir gelişme seviyesinde birleşmiş olurlar. Bu, sosyalizmde büyük üretimin temelini oluşturur.

Sosyalizm, ekonominin bütün alanlarında, sektörlerinde toplumsal mülkiyetin sınırsız hakimiyeti demektir. Aşağıdaki verilerde Sovyetler Birliği’nde toplumsal mülkiyetin ekonomide yıllara göre hakimiyetinin gelişmesini görüyoruz.

SSCB ekonomisinde sosyalist sistemin/toplumsal mülkiyetin hakimiyeti, % olarak
Sosyalist ekonominin payı (%):
1924
1928
1937
1956
Üretim yatırımları fonunda (iş hayvanları hariç)
59,8
65,7
99,6
99,99
Ulusal gelirde
35,0
44,0
99,1
99,99
Sanayi brüt üretiminde
76,3
82,4
99,8
100,0
Tarım brüt üretiminde (Kolhoz üyeleri kişisel yan geliri dahil)
1,5
3,3
98,5
99,89
Lokanta ve kahvehaneler dahil ticari işletmelerin perakende cirosunda
47,3
76,4
100,0
100,0

1930’lu yılların ilk yarısına gelindiğinde Sovyet ekonomisinin bütün alanlarında toplumsal mülkiyet hakim kılınmıştır.  Demek oluyor ki, daha 1937'de SB’nde, dünya tarihinde ilk defa, üretim araçlarının toplumsal mülkiyette olduğu bir toplum düzeni; sosyalizm gerçekleştiriliyor; bu veriler, daha 1937'de sosyalist üretimin, sosyalist mülkiyetin ekonominin bütün dallarında hakim olduğunu gösteriyor. Böylelikle SB’nde "kim kimi" alt edecek; sosyalizm kapitalizmi mi alt edecek yoksa kapitalizm sosyalizmi mi alt edecek sorusu cevaplandırılmış oluyordu.

Kapitalizmde sosyalizmdekinin tam tersi geçerlidir: Kapitalist üretim biçimi, üretim araçlarının tamamının özel mülkiyette olması demektir; kapitalizm, üretim araçlarının toplumsal mülkiyetini tanımaz. Dolayısıyla her iki sistem birbirine tamamen zıt sınıf çıkarları üzerinde yükselir:
1-Sosyalizm, işçi sınıfı ve emekçi yığınların sistemidir.
2-Kapitalizm sermayenin/burjuvazinin veya kapitalistlerin sistemidir.
3-Sosyalist üretim biçiminin temelini üretim araçlarının toplumsal mülkiyeti oluşturur.
4-Kapitalist üretim biçiminin temelini üretim araçlarının özel mülkiyeti oluşturur.
5-Üretim araçlarının bu özelliğinden dolayı sömürü, sosyalist üretim biçimine yabancıdır, ama kapitalist üretim biçiminin “olmazsa olmazı”dır.

Toplumsal mülkiyet, sosyalist sistemin temelini oluşturur; sosyalizmde iktidar, zenginliğin, her alanda refahın kaynağıdır. Sosyalizmde toplumsal mülkiyet kutsaldır, dokunulamaz.

Sosyalist sistemden toplumsal mülkiyetin iki biçimi vardır: Devlet mülkiyeti ve kırsal alanda kolektif mülkiyet. Sosyalizmde devlet mülkiyetinin kapitalizmdeki devlet mülkiyeti anlayış ve uygulamasıyla hiçbir ilişkisi yoktur: Sosyalizmde devlet mülkiyeti, siyasi iradesini proletarya diktatörlüğüyle uygulayan işçi sınıfının; halkın mülkiyetidir; bu mülkiyet bütün toplumu kapsayan mülkiyettir. Kolektif sosyalist mülkiyet ise kırsal alanda kolhoz ekonomilerinde (çiftliklerde) çalışan köylülerin, kooperatif türü birliklerin mülkiyetidir. Sınırlandırmanın da ifade ettiği gibi grup mülkiyetidir.

Sosyalist mülkiyetin her iki biçimi iki işletme tipine tekabül eder:
1-Devlet işletmeleri (fabrikalar, başkaca işletmeler, kırsal alanda devlet çiftlikleri (Sovhoz), Makine-Traktör-İstasyonları vs.).
2-Kırsal alanda grup mülkiyetine tekabül eden işletmeler; kolhozlar, tüketim kooperatifleri vs.

Sosyalist sanayileşme ve bunun kırsal alana yansıması ve tarımın kolektifleştirilmesi sonuç itibariyle, oldukça kısa bir zamanda, Sovyet kırında gerçekten devrimci ve teknik bir altüst oluşa yol açtı. Bu altüst oluş sonucunda Sovyet tarımı sosyalist tarıma ve dünyanın en büyük ve en çok mekanize olmuş tarımına dönüştü. Sovyet tarımındaki değişimlerin belirleyici sonucu, toplumsal ve sosyalist mülkiyetin kırsal alanda yegane geçerli mülkiyet olmasıdır, özel bireysel işin yerini toplumsal sosyalist işin almasıdır. Bu iş, toplumsal biçimi bakımından sanayi işiyle aynıdır. Bütün bu dönüşümler ilk iki beş yıllık plan döneminde gerçekleştirilmiştir. İkinci Beş Yıllık Plan sonunda Sovyet tarımı neredeyse tamamen sosyalistleşmişti. Örneğin 1938'e gelindiğinde bütün köylü işletmelerinin %93,5'i kolhozlarda birleşmişlerdi ve bu kolhozlar, ülkenin o dönemde işlenebilir/ekilebilir alanlarının %99,3'ünü işliyorlardı.

Sosyalizmde toplumsal mülkiyetin iki biçiminin varlığı, doğrudan tarihsel koşullarla ilgilidir. İşçi sınıfı ve müttefikleri siyasal iktidarı ele geçirdikten sonra özel mülkiyetin farklı biçimleriyle karşı karşıya kalırlar ve sosyalizmi inşa etmek için bu özel mülkiyet biçimlerini toplumsal mülkiyete dönüştürmek zorundadırlar. Özel mülkiyetin biçimleri, tarihsel olarak oluşmuştur; bir taraftan yabancı iş gücü sömürüsüne dayanan büyük mülkiyet, diğer taraftan şehirlerde ve kırsal alanda zanaatçıların, küçük üreticilerin, küçük köylünün kendi çalışmasına dayanan küçük özel mülkiyeti. Ayrıca kırsal alanda yine büyük toprak mülkiyet. Buna kapitalizmin geri olduğu ülkelerde feodal mülkiyeti de dahil etmek gerekir.

Sosyalist devrim sürecinde kapitalist büyük mülkiyet halk mülkiyetine veya sosyalist devlet mülkiyetine dönüştürülür; böylece mülksüzleştirenler mülksüzleştirilir. Küçük üretim ise gönüllülük temelinde kolhoz ekonomilerine, üretim kooperatiflerine dönüştürülür.
Toplumsal mülkiyetin iki biçiminin varlığı nesnel zorunluluktan kaynaklanmaktadır.

Üretim araçları, toplumsal fonlar ve üretilen ürünler sosyalizmde toplumsal mülkiyet kapsamına girer. Ürünlerin bir kısmı yeniden üretim aracı olarak kullanılır ve böylece toplumsal mülkiyet olarak kalır. Tüketim araçlarından oluşan ürünler ise, harcanan iş gücünün (emeğin) niteliğine ve miktarına bağı olarak emekçiler arasında paylaşılır ve böylece kişisel mülkiyet kapsamına girer.

Sosyalizmde kişisel mülkiyetin kaynağı emektir. Sosyalist üretim ilişkilerini sınırsız hakim olduğu koşullarda kişisel mülkiyet kapsamına giren nesneler, sermayeye dönüştürülemez; sömürünün aracı olarak kullanılamaz. Sosyalizmde kişisel mülkiyet hakkı ve kişisel mülkiyet üzerine miras hakkı anayasa tarafından korunur.

Sosyalizmde kişisel mülkiyetin temelini toplumsal mülkiyet oluşturur.
Sosyalizmde üretim ilişkileri ile kapitalizmde üretim ilişkileri birbiriyle uzlaşmaz; var oluş nedenleri, koşulları ve ifade ettikleri sınıflar tamamen farklıdır. Sosyalizmde üretim ilişkilerinin esas itibariyle üç karakteristik özelliği vardır: 1)Üretim araçlarında toplumsal mülkiyetin sınırsız hakimiyeti. 2) İşçi sınıfı ve emekçi yığınların sömürü ortamından kurtulmuş olmaları. 3) Ürünün bütün toplumun çıkarına uygun paylaşılması.

İkinci makalede sosyalizmde ve kapitalizmde ulusal gelirin dağılımını ele alacağız.

7 Eylül 2009 Pazartesi

DÜNYA EKONOMİK KRİZİ (VIII)



07.09.2009
 DÜNYA EKONOMİK KRİZİ (VIII)

EKONOMİK KRİZ İLE SINIF MÜCADELESİ ARASINDAKİ DİYALEKTİK BAĞ

Bu makalede konjonktür çevriminin devrimci dönüşümler üzerindeki etkisini ele alacağız. 

İşçi sınıfının yaşam koşulları üzerindeki olumsuz etkisinden ve üretici güçler ve üretim ilişkileri arasındaki çelişkileri açığa çıkarmasından dolayı ekonomik krizler, siyasi altüst oluşun önemli bir kaldıracı olurlar (1)

Marks, “ücretlerin birbirini takip eden yükselmesi ve düşmesi ve bundan kaynaklanan üretimin mevcut örgütlenmesindeki işçiler ve fabrikatörler arasındaki çatışmalar, işçi sınıfının mücadele ruhunu canlı tutmak, bu sınıfı hâkim sınıfın saldırılarına karşı yegâne büyük bir birlikte birleştirmek ve onu, üretim aletlerinin... düşüncesiz, az veya çok beslenmiş duygudaşlığından uzak tutmak için vazgeçilmez araçlarıdır” (2)diyor.

Marks’a göre, “sınıfların uzlaşmazlığına dayanan bir toplum düzeninde –köleciliği, sadece sözde değil, fiiliyatta önlemek istiyorsak- mücadeleye atılmalıyız. Grevlerin ve koalisyonların değerini doğru taktir etmek için, ekonomik sonuçlarının görünürdeki önemsizliğine aldanmamalıyız, bilakis her şeyden önce moral ve siyasi etkilerini göz önünde tutmalıyız. Uzun birbirini takip eden gevşeme, açılıp serpilme, yükseliş, kriz ve yoksulluk aşamaları, modern sanayin periyodik tekrarlanan (bu) aşamaları olmaksızın, bundan kaynaklanan ücretlerin ve işçilerle fabrikatörler arasındaki mücadelenin iniş ve yükselişi olmaksızın, ücretlerin ve karların tam uyumluluğu içinde dalgalanmaları olmaksızın bütün Büyük Britanya ve Avrupa işçi sınıfı, maneviyatı kırılmış, zayıf karakterli, tükenmiş, boyun eğen bir yığın olur ve onun kendi gücüyle emansipasyonu, Roma ve antik Yunanistan’ın kölelerinki gibi, mümkün olmaz” (3).

Demek oluyor ki ekonomik mücadeleler, sınıf ruhunu canlı tutuyor. Bu mücadeleler, moral ve siyasi etkilerinden dolayı devrimci dönüşümlerin zorunlu bir önkoşulu oluyor. İşçi sınıfının yaşam koşullarını kötüleştiren ve genel iktisadi perspektifi değiştiren ekonomik krizler, işçiler ve kapitalistler arasındaki ilişkiyi de değiştiriyor. Bundan dolayı ekonomik krizler, periyodik olarak sürekli gelişleriyle burjuva toplumun giderek daha şiddetli, kapsamlı ve tehlikeli bir biçimde sorgulanmasına neden oluyorlar.

“Tüm burjuva toplumun varlığını dönemsel yinelenmeleriyle her keresinde daha tehdit edici bir biçimde sorguya çeken ticari krizlerin sözünü etmek yeterlidir”(4).

Çevrimin hızının kesildiği aşamada devrimci durum faktörleri güçlenir, ama çevrimin yükseliş aşamasında devrimci durum faktörlerinin etkisi zayıflar. Engels, iktisadi açılıp serpilme dönemlerinin proletaryayı burjuvalaştırdığını(5), moralsizleştirdiğini(6), uyuşuklaştırdığını (7); genel olarak siyasi hareketleri cesaretsizleştirdiğini(8), devrimi kırdığını (umutsuzlaştırdığını) ve gericiliğin zaferine temel teşkil ettiğini (9)yazar ve şöyle der:
“Tam istihdamlı ve iyi ücretlendirilmiş bir işçi sınıfı ile bırakalım devrim yapmayı, siyasi kampanya bile düzenlenemez” (10).

Çevrimin yükseliş aşamasında; birikim koşullarının uygun olduğu koşullarda “sermayeye bağımlılık ilişkileri tahammül edilebilir olur” (11) ve böylece işçiler, “zevk alanlarını genişletebilmekteler; giysi, ev eşyası vb. gibi tüketim fonlarına bazı ekler yapabilmekteler ve küçük bir yedek-fonu parası ayırabilmekteler”(12).  Böylesi dönemlerde bu olanaklar, “ücretli işçinin kendisi için dövmüş olduğu altın zincirin uzunluğunda ve ağırlığındaki bir gevşemedir”(13).

Şüphesiz ki çevrimin yükseliş dönemlerinde de işçi sınıfı ekonomik mücadele sürdürmektedir. Ama bu mücadelelerin devrimci dönüşüm üzerindeki etkisi zayıf kalmaktadır. Buna ilişkin olarak Marks şöyle der:
“1844 ve 1846 yıllarında grevlerin,  önceki zamana nazaran daha az dikkat çekmelerinin nedeni,  bunun, İngiliz sanayi için ilk açılıp serpilme yılları olmasıdır”(14).
Aynı anlayışı Engels de şöyle dile getirir:
“1847 dünya ticaret krizi, Şubat-Mart Devriminin esas anasıydı. 1849 ve 1850’de (yaşanan) sanayisel tam açılıp serpilme, yeniden güçlenen Avrupa gericiliğinin canlandırıcı gücüydü”(15).

Marks’a göre kapitalizmde devrimci durum,  konjonktürün gerilediği dönemlerde, kriz dönemlerinde oluşur.
“Burjuva toplumda üretici güçlerin dolgun geliştiği genel açılıp serpilme (döneminde)... gerçek bir devrimden söz edilemez. Böyle bir devrim, ancak, her iki faktörün; modern üretici güçlerin ve burjuva üretim biçimlerinin birbirleriyle çelişkiye (aç. M.) düştüklerinde mümkündür”(16).

Marks ve Engels’in anlayışına göre devrimci değişimler için ekonomik krizler zorunludur, ama devrimci dönüşümleri gerçekleştirmek için hiç de yeterli değildir. Bu dönüşümü gerçekleştirmek için komünist partisinin eylemi gereklidir. Böyle bir parti olmaksızın, devrimci dönüşümleri gerçekleştirmek imkânsızdır. Marks’ın deyimiyle “bu gibi altüst oluşların incelenmesinde, daima, iktisadi üretim koşullarının maddi altüst oluşu ile –ki, bu, bilimsel bakımdan kesin olarak saptanabilir- hukuki, siyasi, dinsel, artistik ya da felsefi biçimleri, kısaca, insanların bu çatışmanın bilincine vardıkları ve onu sonuna kadar götürdükleri ideolojik şekilleri ayırt etmek gerekir”(17).

Marks ve Engels’in yukarıdaki anlayışları; ekonomik kriz ve devrimci durum arasında bağ kuruşları, soruna mekanik yaklaştıklarının bir göstergesi olarak anlaşılmamalıdır. Marks ve Engels, bu anlayışlarıyla, devrimci durumun oluşmasında ekonomik krizlerin önemli bir faktör olduğunu vurgulamışlardır. Hepsi bu kadar. Yazının kapsamını genişleteceği için onların bu konudaki anlayışlarının hepsini buraya aktaramayacağız. Ama incelemek isteyenlere kolaylık sağlamak için kaynakları kronolojik sıralamaya göre belirtelim(18).
Sermaye hareketi ve devrimci hareket arasındaki diyalektik bağ:
Ekonominin çevrimli hareketi ile devrimci hareketin çevrimli gelişmesi arasında diyalektik bir bağ vardır. Bundan, her ekonomik kriz mutlaka devrimci bir duruma, devrime götürür diye bir sonuç çıkartılmamalıdır. Bu, mekanik, çıplak yaşama yabancı bir anlayıştır. Devrimci mücadelenin gelişmesini krize bağlayanlar, devrim için krizi umut olarak görenler, sınıf mücadelesinin diyalektiğinden zerre kadar anlamayanlar ve umudu kendiliğindenciliğe bağlayanlardır.   
Ekonomik gelişme, siyasi hareketin maddi tabanını oluşturur. Ve diğer bütün koşulların var olduğu durumda ekonomik kriz dönemlerinde devrime doğru bir gelişme olabilir. Yani ekonomik kriz dönemleri, devrimci krizin patlak vermesine ve gelişmesine en uygun olan dönemlerdir. Bu diyalektik bağı Marks ve Engels şöyle açıklarlar:

“1848 devrimini hazırlayan 1847 sanayi krizi aşıldı; yeni, şimdiye kadar görülmemiş bir sanayi yükseliş dönemi başladı; gözü olan ve onu kullanan için, 1848 devrimci atılımının tedricen yok olduğu anlaşılır olmalıdır.
Bu genel, burjuva toplumun üretici güçlerinin gür geliştiği yükselişte –ki burjuva toplumda ancak böyle olur- gerçek bir devrimden söz edilemez. Böyle bir devrim sadece,  bu iki faktörün; modern üretici güçlerin ve burjuva üretim biçimlerinin birbiriyle çelişkiye düştükleri dönemlerde mümkündür”(19). 

Marks ve Engels, birbirlerine yazdıkları mektuplarda da aynı konuya değinmişlerdir (Örneğin bkz.: Engels’in Marks’a yazdığı 21 Ağustos 1852, 15 Kasım 1957, 11 Aralık 1857 tarihli mektuplar ve Marks’ın Engels’e yazdığı 8 Ekim 1858 tarihli mektup).
Açık ki Marks ve Engels, ekonomik krizlerin keskinleşmesiyle devrimci hareketin yükseleceği beklentisi içindeydiler. Ama diğer taraftan da, kapitalist ekonominin kriz aşamasından çıkarak yeni bir çevrime başlamasıyla yakın devrim umudundan da vazgeçiyorlardı. Burada bir yanılgı değil, kapitalist ekonominin işlerliğindeki diyalektik söz konusudur. Marks, kar oranının eğilimli düşüş yasasını incelerken bu yasanın çelişkilerinin çatışmasının dönemsel krizlerde durgunlaştığını ve bu yasanın etkisiyle nihayetinde sosyal devrimlerin gerçekleşmesi gerektiğini kanıtlamıştır: “Üretici güçlerde mutlak işçi sayısının azalmasına yol açabilecek, yani bütün ulusun kendi toplam üretimini daha kısa zamanda yapabilmesini sağlayacak bir gelişme, nüfusun büyük bir kısmını işsiz bıraktığı için devrime neden olabilir” (20).

Marks ve Engels’in devrim koşulları öngörülerinde yanıldıkları üzerine çok yazılıp çizildi. Veya onların öngörüleri, birçok siyasi çevre tarafından mekanik kavrandı.  Oysa Marks ve Engels, bilim olarak Marksizm, her ekonomik kriz mutlaka bir devrimle sonuçlanacaktır iddiasında olmamıştır. Marksizm, sadece, ekonomik krizler güçlü sosyal gerginliklere ve çatışmalara neden olabilir ve başka koşulların uygun olduğunda bu, bir devrime doğru gelişebilir tespitini yapmaktadır. Her ekonomik kriz, mutlaka devrime neden olmaz, ama mevcut burjuva düzenin sarsılması her devrimin önkoşuludur. Aradaki farkı görmeyenler, kendi gücüyle devrimi örgütleme umudunu yitirenler veya burjuvazinin gücüne teslim olanlar, devrim umutlarını ekonomik krize bağlıyorlar. Önemli olan, ekonomik krizi, kapitalizmi devirmek için kullanmasını bilmektir. Marks ve Engels, sadece ve sadece krizden yararlanmanın önemi üzerinde durmuşlardır.

Ekonomik kriz dönemlerinde umut tacirleri çoğalır. Öyle ki, krizden dolayı “cıvataları” gevşeyen kapitalizmin yeniden toparlanabileceğini reddeden bu tacirler, böylece en “sıradan” Leninist öğretiyi de;   işçi sınıfı tarafından devrilmedikçe kapitalizm en derin krizden bile daima çıkış yolu bulabilir- reddetmiş olurlar.  Sınıfı örgütleyerek kapitalizme karşı mücadelede umudunu kesmiş olan bu unsurlar, kriz döneminde işçi sınıfının ve bunun ötesinde emekçi kitlelerin kendiliğinden ayaklanacaklarını ve kapitalist sistemi yıkacaklarını pervasızca savunurlar. İşçi sınıf ayaklanacak, sistemi yıkacak ve sonra da bu unsurlara “gel yeni düzeni kur” diyecek! Beklenti bu mudur, bilemem, ama en azından tarihsel tecrübe, ekonomik kriz ile işçi sınıfının mücadelesi arasındaki diyalektik bağı mekanik yorumlayanların her seferinde yanıldıklarını göstermiştir. Sermaye çevrimi kriz aşamasından çıkınca bu unsurlar da teorilerini, bir dahaki krize kadar geri çekerler.

Ekonomik kriz işçi hareketini kendiliğinden yükseltmiyor; doğru kendiliğindenci eylemleri öncelikle tetikliyor, ama bu, krizin işçi sınıfının devrimci mücadelesini yükselttiği anlamına gelmiyor. Tarihsel tecrübe, ekonomik kriz ile işçi sınıfının devrimci, sınıf örgütlü mücadelesi arasındaki ilişkinin nesnel veriler göz ardı edilerek analiz edilemeyeceğini; her ekonomik krizin işçi sınıfının mücadelesini doğrudan yükselten faktör olmadığını, ama bazen de olduğunu göstermektedir. İşçi sınıfının siyasi düzeyi, örgütsel düzeyi, mücadele isteği veya isteksizliği; genel ruh hali; krizin derinliği ve kapsamı; yani şiddeti; burjuvazinin gücü; katmanları arasındaki ilişki ve çelişkilerin derinliği; emperyalizmle bağın; baskının, talanın kapsamı; devrimci, komünist partisinin gücü; kriz sürecini, güçler dengesini doğru analiz edip etmemesi vb. göz önünde tutulması gereken nesnel faktörlerin başında gelir. Sınıfın direnme azmi gösterdiği ve bunu sokağa yansıttığı durumlar olabileceği gibi, krizin yükü altında gerilediği ve burjuvaziye fırsat verdiği durumlar da olur.

Ekonomik krizin yükünü omuzlamayı reddeden bir işçi sınıfı kendiliğinden doğmaz; böyle bir sınıf, sınıf bilinçlidir; sınıfın bu hale gelmesi siyasi önderinin yönlendirmesine bağlıdır. Öncünün görevi, kriz koşullarını doğru analiz ederek, burjuvazinin çözüm arayışını boşa çıkartarak, sınıfı, sistemi zorlamaya yöneltmektir. Sınıfın seyirci kaldığı, onun adına yapılan “başarılı” eylemler, en fazlasıyla sınıftan kopukluğun çapını gösterir.
Demek ki, ekonomik krizle sınıf mücadelesi arasındaki ilişkide iradi saptamalar bir işe yaramıyor; ekonomik kriz ne doğrudan devrime yol açıyor ne de işçi sınıfının devrimci mücadelesini yükseltiyor. Bunda nesnel gerçekliği oluşturan faktörler belirleyici bir rol oynuyor; baskı, talan, sömürü, kriz; yani salt ekonomik durum, sınıf mücadelesinin seyrinde belirleyici değildir. Öyle olsaydı, emperyalizme bağımlı, yeni sömürge ülkelerin hepsinde çoktan devrimler gerçekleştirilmiş olurdu. Yaksa değil mi?

Ekonomik krizin devrime yol açması için başka faktörlerin olgunlaşmış olması gerekir. Her halükarda kapitalizmin tarihinde yaşanmış ekonomik krizler, tek başına neden olarak,  devrimleri beraberinde getirmedi. Buna rağmen tartışma götürmez bir gerçek de, ekonomik kriz ile devrim ve işçi hareketinin gelişmesi arasında zorunlu bir bağın olduğudur. Ekonomik gelişme, siyasi mücadelenin gelişmesinde çıkış noktasını oluşturur. Ve diğer koşullar –siyasi kriz ve devrimci durumun öznel koşulu- olgunlaştığında ekonomik kriz dönemlerindeki devrimci mücadele devrime dönüşebilir. 

Ekonomik krizle siyasi istikrarsızlık arasında bağ kurarken, bu bağı ekonomik kriz siyasi istikrarsızlığa götürür biçiminde bir mutlaklaştırmanın ne kadar yanlış olduğu kapitalizmin tarihinde yaşanmış bütün krizler ve kriz dönemlerinin siyasi ilişkileri incelenirse görülür. Aşağıdaki grafikte de (Raj Desai; “Understanding and Addressing Political Instability”, aktaran; Markt-Daten.de) bunu görüyoruz: 1960-2005 arasında siyasi istikrarsızlık içinde olan ülkelerin toplam ülkelere oranıyla ekonomik kriz içinde olan ülkelerin toplam ülkelere oranı arasında genel geçerliliği olan bir bağ kurmak imkansız. Öyle ki 1960-1975 arasında siyasi istikrarsızlık içinde olan ülkelerin toplam ülkelere oranı, ekonomik kriz içinde olan ülkelerin toplam ülkelere oranından daha yüksek. Aynı paralellik 1985-1990 ve 1995-2000 arasında da görülmekte. Birbirini etkileme ancak 1990-1995 arası için söylenebilir.
İstikrarsızlık ve kriz haritası:  
Dünya çapında istikrarsızlık haritası:
Dünya çapında ekonomik kriz haritası:

Mart sonu (2009) itibariyle dünya çapında istikrarsızlık haritası ile dünya çapında ekonomik kriz haritasını (www.economy.com/dismal/map/default.asp) karşılaştırdığımızda da aynı sonuca varıyoruz:  İstikrarsızlığın düşük ve orta derecede olduğu ülkeler ekonomik kriz içinde olan ve olmayan ülkelerden oluşuyor. Örneğin ABD, tarihinin en derin ekonomik krizlerinden birini yaşıyor, ama orta derecede istikrarsızlık içinde. Çin’de ekonomik kriz yaşanmıyor, ama orta derecede istikrarsızlık içinde. Yani siyasi istikrarsızlıkla ekonomik kriz arasında doğrudan bir bağ kurmak, başka koşullar göz önünde tutulmazsa yanlış sonuçlara götürür. Tabii bu haritadaki istikrarsızlık ölçüsü burjuva bakış açısına göredir. Ama buna rağmen ekonomik kriz ve istikrarsızlık arasındaki ilişkinin ekonomik kriz varsa istikrarsızlık da vardır veya ekonomik kriz yoksa istikrarsızlık da yoktur biçiminde kurulamayacağını göstermektedir.
Haritalar dünya burjuvazisinin halinin pek perişan olduğunu göstermektedir! Tabii ki bu haritalardaki görünüm bir an tespitidir. Ama oldukça anlamlıdır. Yaşanan ekonomik kriz, bu haritanın görünümünü dünya işçi sınıfı ve emekçi yığınlarının lehine değişmesinde nesnel bir faktör olarak rol oynayabilir. Bu da işçi sınıfı ve emekçi yığınların siyasi örgütlenme derecesine bağlı olur.   
Belirleyici olan nesnel durumun analizidir:
Ekonomik kriz, emekçi kitleler üzerinde “normal” dışı etkide bulunur ve burjuvazi o zamana kadar elde edilmiş ekonomik ve sosyal hakları kuşa çevirmek veya tamamen yok etmek için özellikle saldırıya geçer, krizin yükünü başta işçi sınıfı olmak üzere emekçilerin sırtına yıkmaya çalışır. Burjuvazi kriz dönemlerinde işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin sıkıntılarını, iş yerini kaybetme, birtakım sosyal ve demokratik haklardan mahrum kalma çekingenliğini, evet korkusunu kullanır.
Yaşanan krizin başlangıç dönemlerindeki grev ve protestoları göz önünde tutarsak,  veriler bize, her zaman olduğu gibi, bu krize giriş döneminde de işçi sınıfının burjuvazinin saldırılarına karşı koymak için direnişe geçtiğini gösteriyor. İşçi sınıfı, burjuvazinin kriz politikasına, yani patlak veren krizin yükünü, işçi sınıfının sırtına yıkma politikasına karşı çıkıyor, bunun için protesto, grev silahına sarılıyor. Ama kriz bütün şiddetiyle devam etmesine rağmen krizle bağlam içinde grevler ve hangi biçimde olursa olsun protesto hareketleri dünya çapında, en azından krizde olan ülkelerde yaygınlaşmadı.
Yükselen grev hareketi neden geriliyor? Bunun nedeni oldukça açıktır. Emperyalist ülkelerde sendikalar genellikle reformistlerin (sosyal-demokratların)  etkisindedir. Gerçek komünist partileri ya yoktur ya da kitlesel güçleri zayıftır. Bu durumu gören tekelci burjuvazi harekete geçer, kriz döneminin özel politikalarını sıralar. Burjuvazi bunu yaptıktan sonra “topu” sendikalara atar ve onlar da tabandan gelen baskıdan ve teşhir olmaktan çekindikleri için keskin mücadele naraları atarlar ve greve giderler. Belli bir zaman sonra grevler sonlanır ve bu arada, burjuvaziyle birlikte ekonomik krizden çıkmak için kafa yoran sendikalar, işçi sınıfını, tekelci burjuvazinin talepleri doğrultusunda yumuşatır. Ama tabandan gelen baskı şiddetli olursa grev hareketi devam eder. Gerçek komünist partisinin etkili olmadığı koşullarda devam eden grevleri, birtakım kırıntılar karşılığında uzlaşmaya çeviren taraf sendikalardır.  Sınıf bilincinin reformizm tarafından köreltildiği emperyalist ülkelerde bu oyun sürekli oynanır. Sadece kriz ve iş yerini kaybetme korkusu değil, sendikaların tekelci burjuvazi ile birlikte çevirdiği dolaplar, gözler önünde oynanan oyunlar ve bunların sonuçları, bu ülkelerde işçi sınıfı ve emekçi kitleler üzerinde yıkıcı etkide bulunmuştur, sınıfın sosyal olarak demoralize olmasına yol açan bir neden olmuştur.
Milyonlarca çalışan insan; işçiler ve emekçi yığınlar, işini kaybetmekten, mecburi tahliyeden, hacizden, ücretlerin düşmesinden, sosyal hakların rafa kaldırılmasından, enflasyondan vb. korkmaktadır.  Bu durumda olanların bir kısmı mücadelenin gerekliliğine inanır, ama bir kısmı da aynı düşüncede değildir. Dolayısıyla ekonomik krizler, her zaman, her koşul altında sömürülen insanların direnciyle karşı karşıya kalmaz. Öyle ki bazen, bazen de çoğu kez, kin ve nefret dört duvar arasında kalır, enerji boşaltmasının ötesine geçmez, mücadeleye katılmak, aktiflik, pasif kalmaya yenik düşer.
Burada temel bir soru, her ekonomik kriz döneminde olduğu gibi bu kriz döneminde de cevaplanmayı bekliyor: Ekonomik kriz ile sınıf mücadelesi arasındaki ilişki nasıldır, nasıl kavranmalıdır? Yukarıda değindiğimiz bu soru her kriz döneminde bütün dünyada işçi hareketi ve siyasi örgütleri tarafından tartışılır. Ama genel geçerli bir saptama yapılamaz. Neden? Her kriz döneminde ekonomik, siyasi ilişkiler, sınıflar arasında güç dengesi koşulları, sınıfın örgütlülük durumu vb. farklıdır da ondan. O halde bu sorunun cevabı, yaşanan krizin koşulları göz önünde tutularak verilebilir. Yukarıya aktardığımız gibi bazen mutlaklaştırma eğilimi olsa da Marks ve Engels’in bu konudaki tespitleri doğrudur. Sermaye çevriminin, konjonktürün her bir aşamasında proletaryanın durumunu anlatırken bu soruyu cevaplandırmış oluyorlardı. Tabii ki, onların görüşleri, uluslararası alanda Marksizm’e sıkıca “sarılmış” olan birçok çevre tarafından doğru bulunmaz. Bu unsurlar, ekonomik kriz koşullarının sunduğu olanakları sınıf mücadelesini yükseltmek için değerlendirme yerine, krizlerin kendiliğinden devrimlere yol açacağına inanırlar. Niye inanırlar, inanmaları için bir neden var mıdır, orasını bilmiyorum, ama insanlık tarihinde salt ekonomik krizden dolayı devrimin gerçekleştiği şimdiye kadar görülmedi. Tabii bu, bundan sonra da görülmeyecek anlamına asla gelmez.
Ama inanmayı kaderciliği içeren bir kavram olmaktan çıkartarak, nesnel gerçekliğin göstergelerini içeren bir kavram olarak algılarsak –ki böyle algılanmalıdır- durumun şundan ibaret olduğunu görürüz:
Ekonomik kriz, direnişi tetikleyebilir. Ama her zaman değil; 1825’ten bu yana dünya krizlerine ve tek tek ülkelerdeki ekonomik krizlere bakalım. Her seferinde işçi sınıfının, yukarıda belirttiğimiz nedenlerden dolayı farklı tepki verdiğini görürüz (Ekonomik kriz ve işçi hareketi, sınıf mücadelesi arasındaki diyalektik bağ  “Kapitalizmin ve Ekonomik Krizlerin Tarihi, Çağımızda Ekonomik Krizlerin Çevrimli Hareketi ve Stalin” çalışmasında ayrıntılı olarak ele alınmaktadır): İşçi sınıfı, bazen, “damarına basıldığı” zaman karşı direnç geliştiriyor, ama bazen daha olayın farkına varmadan yeniliyor. Öyle oluyor ki, ekonominin yükseldiği dönemlerde bazı koşullar, kriz koşullarından daha çok mücadele olanağı sunuyor; yani işçi sınıfı ekonominin yükselişte olduğu bazı dönemlerde krizde olduğu dönemlerden daha çok mücadele ediyor. İşi olan ve kapitalistle hakları üzerine müzakere konumu hakkında bilinçli olan işçi, kriz döneminde kaybettiği hakları geri almak için daha çok mücadeleci oluyor. Ama yukarıya aktardığımız anlayışının da gösterdiği gibi Engels bu görüşte değil! O halde, ekonomik krizin sınıf mücadelesi üzerindeki etkisini ölçebilmek, tahmin edebilmek ve ona göre hazırlık yapmak için hangi faktörleri göz önünde tutmalıyız?
Birincisi,  sermaye hareketinin çevrimleri ve her bir çevrimin ekonominin seyri bakımından önemi ve bu seyrin sınıf mücadelesi üzerindeki etkisi analiz edilmelidir; bu sadece kriz dönemlerinde yapılması gereken bir analiz değildir, sürekli, her dönem yapılmalıdır. Ancak böylelikle sınıf mücadelesinin ekonomiden kaynaklanan acil sorunlarına cevap verilebilir. Aksi taktirde iradecilik ve bunun tam tersi olarak da sınıftan umudu kesme hakim olur.
İkincisi, ekonomik kriz geniş kapsamlı bir siyasi çerçeve içinde ela alınmalıdır: Uluslararası siyasi durumun; emperyalistler arası ilişkilerin/çelişkilerin söz konusu ülkeye yansıma derecesi, ülkede siyasi kriz, hükümet krizi gibi durumların olup olmadığı, burjuva ve devrimci partilerin ve sendikaların genel durumu ve tüm toplumu ilgilendiren temel konulardaki duruşları, işçi sınıfının sınıf bilinçlilik durumu, mücadele isteği, gençliğin işçi sınıfı sorunlarına yaklaşımda sergilediği tavır –katılımı, az katılımı, kayıtsız kalması- bu ve benzeri olguların ekonomik krizle birlikte nasıl bir etkide bulunabileceği analiz edilmelidir.
Bu temel kıstaslar ışığında hazırlanmamış bir kriz programı veya adı ne olursa olsun, kriz döneminde sınıf mücadelesinin seyrini, talepleri vb. içeren bir bildirge vb. en fazlasıyla tesadüfen doğru talepleri de içeren, ama sınıfı harekete geçirmekten uzak olan, varlığında sınıfın haberinin bile olmadığı bir talepler abidesi olabilir.
Bu temel olgular, kişiler veya şu veya bu siyasi çevre tarafından da analiz edilebilir. Ama bunların analizi en fazlasıyla “hareket her şey, sonuç hiç bir şey” reformizimi ve kendiliğindenciliğiyle sonuçlanır. Bu olguların belli talepler, sınıfın nihai amacına doğru ilerlemesini sağlayan talepler olabilmesi için işçi sınıfını siyasi olarak örgütleyecek partisinin olması gerekir. Bu, komünist partinin işidir.
Ekonomik kriz, aynı zamanda, çaresiz kalan küçük burjuvaziye bolca lafazanlık yaptıran bir vesile olur:
Küçük burjuva çevrelerin bir kısmı kapitalizmin kendiliğinden çöktüğü teorisini yapar (herhalde şimdi, kendiliğinden çöken veya çökecek olan kapitalizmin yerini alacak olan sistemin politik ekonomisinin analiziyle uğraşıyorlardır!). Bir kısmı, artı değer üretiminin artık olanaksız olduğundan hareketle kapitalizmin kendiliğinden çökeceğinin teorisini yapar; bunların bir kısmı kapitalizmin yaklaşık kaç sene sonra çökeceğini tahmin ederken, bir kısmı tarih vermez ama “ha çöktü ha çökecek” der. Yine küçük burjuva çevrelerin bir kısmı işçi sınıfı olgusunu bir kenara iter ve yığın olarak insanın eylemine umut bağlar; bu çevrelerin öyle sosyalizmle, kapitalizm yıkıldıktan sonraki sistemin nasıl olacağıyla ilgileri yoktur, önemli olan “hareket”tir; yani “hareket her şey sonuç hiçbir şey”; bu çerçeveler, kendiliğindenciliğe tapıcıların en kararlı kesimini oluştururlar. Bunların bazıları ise ekonomik krizle devrim, devrimci mücadele arasında mekanik bir bağ kurar ve krizlerin devrime yol açacağı anlayışında konaklar.
Demek oluyor ki, bir taraftan devrimden umudunu kestiği için kapitalizmi kendiliğinden yıkmış olanlar ve yıkmaya çalışanlar var, diğer taraftan da işçi sınıfından ve onun örgütlü mücadelesinden umudunu kestiği için insan yığınının kendiliğindenci mücadelesine bel bağlayanlar var. Bu küçük burjuva çevrelerin hepsinin ortak noktası, işçi sınıfı ve müttefiklerinin örgütlenmesine ve sonuç alıcı mücadelesine dayanan bir stratejiden yoksun olmalarıdır. Bu nedenle yaptıkları lafazanlıktan öteye geçmez. Pek uzağa gitmeye gerek yok. İsterseniz geçen yüzyılın son çeyreğinden bu yana yaşanan ekonomik krizler sürecinde bu yazının içeriğini oluşturan sorunun nasıl ele alındığına bakın: Söz konusu bu zaman dilimindeki her kriz döneminde bu çevreler aynı sorunları, günün koşullarına göre, ama hep aynı teorik yaklaşımla ele almışlardır. Her krizin bitişinde onlar da bir dahaki krize kadar bitmişlerdir; her yeni krizle yeniden doğmuşlardır. Yaptıkları işin lafazanlıktan öte bir anlam taşımadığı onları ilgilendirmemiştir. Marks güncel mi oldu? Onu göklere çıkartanların başında bu unsurlar gelir. Engels güncel mi oldu? Onu göklere çıkartanların başında bunlar gelir? Ekim Devrimi, uluslararası özelliği yoktur kanalından hareket ederek reddediliyorsa, bu reddcilerin başını çekenler onlardır. Rosa Luksemburg’u karikatürleştirenlerin başında onları görürsünüz. Leninist emperyalizm analizinin karşısına Kautsky’nin “ultra-emperyalizmi”ni koyarak, emperyalistler arası çelişkileri yumuşatanların, kendilerine göre bir İmparatorluk kuranların başında onlar vardır. Kıvılcımı lafta yangına çevirmekte onlardan daha usta olan yoktur. Zimbabve’de dört köylünün bir araya gelmesinden halk ayaklanması sonucu çıkartanların başında onlar vardır. Sokak çatışmalarında bir araba yakıldıysa umutlananların, iki araba yakıldıysa cesaretlenenlerin, üç araba yakıldıysa devrim diyenlerin başında yine onlar vardır. Şimdilerde yine devrim bekliyorlar; dünya halkları “ya basta” diyerek ayaklanacak; ekonomik krizden devrimler çıkacak!
Feuerbach eleştirisi 11. Tez’de Marks,  “Filozoflar dünyayı sadece çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır; oysa esas olan değiştirmektir der. Bırakalım değiştirmelerini onlar dünyayı çeşitli biçimlerde de olsa yorumlamayı dahi beceremiyorlar.
Bırakalım istedikleri gibi yorumlamaya devam etsinler demeyelim. Bu unsurların uluslararası alandaki gücü, en azından teori dünyasındaki gücü küçümsenmemelidir. Bu türden görüşlerin üstüne gitmenin zamanıdır ve bunu yapmak zorundayız.
Kapitalizmin alternatifi sosyalizmdir:
Burjuvazi ve küçük burjuvazi ideolojik bir çöküntü içinde; ekonomik ve toplumsal gelişme, yaşanan ekonomik kriz veya bir bütün olarak insanlığın geleceği üzerine oluşturdukları teoriler, kelimenin gerçek anlamıyla feci bir yenilgiye uğradı. Yaşam; ekonomideki ve toplumsal alandaki gelişmeler, burjuva ve küçük burjuva teorileri güneş altında kalmış kar gibi eritti. Serbest piyasa, neoliberalizm ideolojisi bizzat yaşam tarafından paramparça edildi. Küçük burjuvazinin, emperyalizm ötesi sistem hayali, işçi sınıfı yerine 
insan yığını
hayali yıkıldı. Ama bu, bu alanda mücadelenin sonlandığı, Fukuyama'nın dediği gibi, başka bir açıdan olsa da, “tarihin sonu”nun geldiği anlamına gelmez. Emperyalist burjuvazi, yaşanan krizin kapitalist sistem çerçevesinde çözülebileceği hayalini yaymak için ümitsiz çabalarını sürdürüyor. “Marksist” küçük burjuvazi, işçi sınıfına, devrime inanmadığı için kapitalizmi en azından düşüncede kendiliğinden çökertmek için ümitsiz çabalarını sürdürüyor. Emperyalist burjuvazi, Keynescileri, “Marksist” ekonomistleri, üniversiteleri ve başkaca “düşünce üretme fabrikaları“nı yeni teoriler üretmek için örgütlemeye çalışıyor. Açıkçası yeni “akıl hocaları” arıyor. Önemli olan, dünya ve sistem ne kadar değişmiş olursa olsun, sorunların mevcut sistem içinde çözülebileceği hayalini yayan anlayışların oluşturulması ve bütün araç ve yöntemler kullanılarak insanlığın beynine pompalanmasıdır.
Dünyanın nasıl şekilleneceğini esas belirleyen güç, işçi sınıfı ve emekçi yığınlardır; daha doğrusu onların örgütlü, sınıf bilinçli mücadelesidir. Kapitalizmin yegâne alternatifi sosyalizmdiri gerçekleştirmek için bu özne; işçi sınıfı ve müttefiklerinin örgütlü mücadelesi sorunun olmazsa olmazıdır. Bu mücadele, süreklidir. Bu süreç içinde sermayenin talan ve sömürüsüne ve her türlü basıksına karşı mücadeleler bütün dünyada mayalanmaktadır. 2008'de temel gıda maddeleri üzerine spekülasyona; bazı temel gıda maddelerinin fiyatlarında astronomik artışa karşı dünya çapında alevlenen mücadeleler yeniden gündeme gelebilir. Bu türden mücadelelerin gündeme gelme olasılığının yüksek olması, dünya burjuvazisini korkutmuş olmalı ki, yaklaşan tehlikeden bahsetmektedir. Açık ki burjuvazi, dünya çapında sosyal mücadelelerin alevleneceğinden korkmaktadır.
Şüphesiz, dünya çapında ekonomik krizin sosyal etkileri bütün ülkelerde ve eş zamanlı olarak yaşanmıyor, yaşanmayacaktır da. Krizin etkisine bağlı olarak her bir ülkede farklı biçimlerde ve ağırlıkta yaşanacaktır. Ama sonuç itibariyle bütün dünyada 
yaşanmaktadır,
yaşanacaktır. Örneğin ABD'de işsiz kalan ile Afrika’da, Asya'da açlıkla karşı karşıya kalan arasındaki dayanışma; sorunun sermaye kaynaklı olduğunu kavramak, süreç içinde olacaktır. Ama o zamana kadar da şu veya bu ülkede sermaye düzenine karşı mücadeleler yükselecektir. Açık ki yaşana krizden dolayı bütün dünyada sosyal gerginlik ve sonucunda da mücadele yükselecektir. Ama ekonomik krizi, kaçınılmaz olarak, kendiliğinden,  sosyal ve siyasi kalkışmalar takip eder anlayışı, çaresizliğin, iradeciliğin doğrudan bir ifadesidir. 2008’de gıda maddeleri fiyatlarındaki astronomik artışı protesto etmek için birçok ülkede sokak çatışmaları boyutunda gelişen mücadelelerin nasıl sonlandırıldığı unutulmamalıdır. Mücadelenin örgütlülük ve sınıf bilinçlilik derecesi, etkisinin ne denli kalıcı olup olmayacağında belirleyici olacaktır.
Yaşanan krizden dolayı şimdiye kadar sokak eylemlerinin sonucu olarak sadece Belçika, İzlanda ve Letonya'da hükümetler devrilmiştir. Guadaloup'da 6 hafta süren genel grev, ücretlerin arttırılmasıyla sonlandırıldı. Yunanistan'da haftalarca süren sokak protestoları, hükümeti zorladı, ama düşüremedi. Başka ülkelerde gelişmesi muhtemel olan mücadelelerin nasıl sonuçlanacağı birçok faktöre bağlı bir sorun olarak görülmelidir. Ama özellikle emperyalist ülkelerin, kalkışma gündeme geldiğinde sosyal olanakların yetersiz kalması durumunda iç savaş tarzında hazırlıklar yaptığı bilinmektedir.
Bu sorunu ele alan The Economist, siyasi bir sistemi istikrarsızlaştıran faktörleri sıralıyor:
1)Sosyal eşitsizlik; 2)Uzun süren ekonomik durgunluk; 3)Yaygınlaşmış yolsuzluk; 4)Halktan kopmuş politikacılar; 5)Ülke içinde etnik çatışmalar; 6)Geçmişte kalkışmaların yaşanmış olması; 7)Kendiliğindenci grevler ve işçi sınıfının zoru içeren mücadelesi; 8)Yoksulların yeterli olmayan bakımı; 9)İstikrarlı olmayan hükümetler; sık sık hükümet değişimi.
 
Bu araştırmada emperyalist müdahalelerden, dış baskıdan/dayatmadan hiç söz edilmemektedir. Böylece yeni sömürge ülkelerdeki bir dizi kalkışmada veya mevcut düzene karşı mücadelede yabancı sermayenin yıkım ve talanı adeta koruma altına alınmış oluyor.
Ayaklanmaların olabileceği ülkeler listesinin ilk sıralarında -ilk 12 ülke- “tehlike” derecesine göre şu ülkeler yer almakta: 1. sırada: Zimbabwe.  2. sırada: Çad. 3. sırada: Kongo Demokratik Cumhuriyeti. 4. sırada: Kamboçya ve Sudan (aynı derecede riskli). 6. sırada: Irak. 7. sırada: Fildişi Sahili, Haiti, Pakistan, Zambiya, Afganistan ve Merkezi Afrika Cumhuriyeti (aynı derecede riskli). 8. sırada: Kuzey Kore, Bolivya ve Ekvator (aynı derecede riskli). 9. sırada: Angola, Dominik Cumhuriyeti ve Ukrayna (aynı derecede riskli). 10. sırada: Bangladeş, Gine, Kenya, Moldavya, Senegal, Gine Bissau, Nepal, Nijerya ve Bosna-Hersek (aynı derecede riskli).
“Üst seviyede riskli” bu ülkelerin çoğunda ya yabancı askeri güçler konuşlandırılmış durumdadır ya da müdahale tehdidiyle karşı karşıya olan ülkelerdir. Ekonomik kriz de ayaklanmayı teşvik eden bir faktör olmaktadır.
Economist'e göre, listesinde yer alan ilk 27 ülkede 2009'da veya da 2010'da büyük bir ihtimalle sosyal ve siyasal ayaklanmalar olabilir. Bu “en yüksek riskli” ülkelerin 13'ü Aşağı Sahra'da, 6'sı Asya'da, 4'ü Latin Amerika'da ve 3'ü de Doğu Avrupa'da bulunmaktadır (Bkz.: The Economıst; Manning the barricades, Who's at risk as deepening economic distress foments social unrest-Special Report March 2009). Türkiye bu listede 54. sırada yer alıyor. 
Bir yıl önce de Dünya Bankası, açlıktan dolayı “huzursuzluk”ların patlak verebileceği 33 ülkeden oluşan bir liste hazırlamıştı.
Anlaşıla o ki, emperyalist burjuvaziyi korku salmış.
Sonuç itibariyle: 
Son yıllarda, krizin başlangıç sürecinde gerçekleştirilen eylemler; çok sayıda bağımlı, yeni sömürge ülkelerde temel gıda maddeleri fiyatında astronomik artışa karşı gerçekleştirilen kalkışmalar, yüz binlerin, bazı ülkelerde (Fransa, İtalya, Macaristan ve İngiltere) milyonların katıldığı eylemler, Letonya, İzlanda ve Belçika gibi ülkelerde hükümetlerin görevden çekilmek zorunda kalmaları; Latin Amerika'daki antiemperyalist, antiamerikancı değişim rüzgârı, Nepal devrimi;  bütün bunlar dünya çapında işçi ve emekçi yığınlarda oldukça genel anlamda da olsa sol eğilimin geliştiğini gösteren işaretlerdir. Bu eğilimin temel içeriği daha ziyade kapitalist ilişkileri, emperyalizmi, uluslararası sermayeyi hedef almaktadır. Bu eğilim aynı zamanda alternatif arayışını da içermektedir. (Alternatif arayışında Dünya ve Avrupa Sosyal Forumları belli bir dönem „başka bir dünya mümkündür“ sloganıyla milyonları yanıltmayı ve peşine takmayı başarmıştı).
Gerek bu eğilimin içeriği ve gerekse de alternatif arayışı, her türden küçük burjuva anlayışlara karşı mücadele edilmeksizin, yeni modern revizyonizme karşı mücadele edilmeksizin Marksist-Leninist dünya görüşüne göre geliştirilemez. Söz konusu bu eğilimin devrimci dinamik olarak gelişmesi ve işçi sınıfı ve müttefiklerinin sınıf bilinçli olarak sosyalizmi alternatif görmeleri, ideolojik ve teorik mücadeleye bağlıdır. Bu mücadele verilmeksizin, sınıf ve ideoloji bulanıklaştırılarak sosyalizmin kapitalizmin yegâne alternatifi olduğu kavratılamaz. 
Yaşanan kriz gibi derin ve kapsamlı krizlerin sonuçları, tek tek ülkelerde siyasal ve toplusal krizleri tetikler; bunların toplamı ekonomik ve siyasi kitlesel mücadeleler, kaçınılmaz olarak dünya çapında devrimci krize neden olur. Böylesi süreçlerde yığınlar içinde; mücadele eden işçi sınıfı içinde oportünist ve devrimci akımlar arasında kutuplaşma kaçınılmaz olur. Uluslararası işçi ve devrimci hareketi tecrübeleri bu kutuplaşmanın ne denli kaçınılmaz ve bağlayıcı önemi haiz olduğunu göstermektedir. Bu süreçte devrimci proletaryanın karşısında sadece iktidardaki burjuvazi yoktur; bu süreçte her türden oportünist, revizyonist, reformist, pasifist vb. güçler, işçi sınıfının sosyalizm için mücadelesini boğarak burjuva sistemi kurtarmak derdine düşer.
Böylesi dönemlerde oportünizme karşı mücadelenin önemi üzerine Lenin:   
„Avrupa'da nesnel durum şöyle; yığınlardaki hayal kırıklığı, memnuniyetsizlik, protesto, tepki ve belli bir gelişme aşamasında oldukça hızlı bir biçimde pratiğe geçebilecek devrimci ruh hali yükseliş içindedir. Soru sadece ve sadece şöyledir:Devrimci eylemlerin gelişmesi ve büyümesi (o ülkenin) burjuvazisi ve hükümetine karşı teşvik edilmeli mi yoksa devrimci ruh hali engellenmeli mi, boğulmalı mı, yatıştırılmalı mı?Bu ikinci amaca ulaşmak için liberal burjuvazi ve oportünistler, akla gelebilen her türlü „sol“ sloganları (kullanmaya hazır) olacaklardır ve çıkarları açısından bunu yapmak zorundadırlar;...kitlelerin oportünist önderlerinden kopmalarını ve giderek önemlileşen devrimci eylemlere geçmelerini engellemek için istenilen her şeyi yapmaya hazır olunduğu sözünü vereceklerdir“ (21). 
Krizden dolayı da dünya çapında artan işsizlik, dünya çapında yoksulluk ve açlık adeta mücadeleye davetiye çıkartmaktadır. Esas olan, burjuva mülkiyet ilişkilerini sorgulamaktır; mücadelenin bu ilişkilerin yıkılmasını hedef almasıdır. Önemli olan, maddi koşulları her zamankinden daha çok gelişmiş olan bu mücadelenin öznelerini örgütleyecek güçlerin tarihsel amaçlarının farkında olmalarıdır. Aksi taktirde, patlak verecek sosyal mücadeleler bir saman alevi gibi sönebilir.
Ne diyordu Marks?
“Ulaşmış olduğum ve bir kez ulaşıldıktan sonra incelemelerime kılavuzluk etmiş olan genel sonuç, kısaca şöyle formüle edilebilir: Varlıklarının toplumsal üretiminde, insanlar, aralarında, zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar; bu üretim ilişkileri, onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesine tekabül eder. Bu üretim ilişkilerinin tümü, toplumun iktisadi yapısını, belirli toplumsal bilinç şekillerine tekabül eden bir hukuki ve siyasal üst yapının üzerinde yükseldiği somut temeli oluşturur. Maddi hayatın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel hayat sürecini koşullandırır. İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır. Gelişmelerinin belirli bir aşamasında toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine, ya da bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar”.
Önümüzdeki yılları bu çağın yılları yapma umuduyla...
*

KAYNAKLAR:
1)Bkz.: Marks; “Grundrisse...”, s. 139.
2)Marks-Engels Toplu Eserleri (Bundan sonra METE); C. 9, s. 170 (Marks; “Die russische Politik gegenüber der Türkei-Die Arbeiterbewegung in England”).
3)Agk., s. 170/171.
4)METE; C. 4, s. 467/468 (“Komünist Manifesto”).
5)METE; C. 29, s. 358 (Engels’in Marks’a 7 Ekim 1858 tarihli mektubu).
6)Agk., s. 231 (Engels’in Marks’a 17 Aralık 1857 tarihli mektubu).
7)Agk., s. 221 (Engels’in Marks’a 7 Aralık 1857 tarihli mektubu).
8)METE; C. 36, s. 230 (Engels’in Kautsky’ye mektubu, 8 Kasım 1884).
9)METE; C. 35, s. 268 (Engels’in E. Bernstein’a mektubu, 25-31 Ocak 1882).
10)METE; C. 8, s. 224 (Engels; “Die Ursachen der Inaktivitaet der französischen Proletarier).
11)METE; C. 23, s. 645.
12)Agk., s. 645/646.
13)Agk., s. 646.
14)METE; C. 4, s. 177 (Marks; “Felsefenin Sefaleti”).
15)METE; C. 7, s. 512 (Engels; “Einleitung zu ‘Die Klassenkaempfe in Frankreich’- 1895 baskısı”).
16)METE; C. 7, s. 440 (Marks-Engels; “Revue, Mai bis Oktober 1850”).
17)METE; C. 13, s. 9 (Marks; “zur Kritik der politischen Ökonomie-Vorwort”).
18)Bkz.:
-1848: METE; C. 4, s. 467/468.
-1849: METE; C. 34, s. 515 (“Interview der “Tribune” mit Karl Marks”, 18 Aralık  1878).
-Bkz.: METE; C. 27, s. 516 (Marks’ın J. Weydemeyer’e  mektubu. 19 Aralık 1849).
-1850: METE; C. 7, s. 440
-1851: METE; C. 27, s. 598 (Marks’ın F. Freiligrath’a mektubu. 27 Aralık 1851).
-1853: METE; C. 9, s. 320 (Marks; “Politische Schachzüge-Brotknappheit in Europa”).
-1857: METE; C. 29, s. 117, 153 (Engels’in Marks’a 31 Mart 1857 tarihli ve  Marks’ın da Engels’e  11 Temmuz 1857 tarihli mektupları).
-1858: METE; C. 29, s. 360 (Marks’ın Engels’e 8 Eylül 1858 tarihli mektubu).
-1859: METE; C. 29, s. 572 (Marks’ın F. Weydemeyer’a mektubu, 1 Şubat 1859).
-1862: METE; C. 30, s. 641 (Marks’ın L. Kugelmann’a mektubu, 28 Aralık 1862).
-1863: METE; C. 30, s. 324 (Marks’ın Engels’e mektubu, 13 Şubat 1863).
-1875: “Kapital” üzerine mektuplar; Syf., 225.(Marks’ın Lawrow’a yazdığı  18.6 1878 tarihli mektup).            
-1881: METE; C. 35, s. 161 (Marks’ın F. D. Nieuwenhuis’e mektubu, 22 Şubat 1881).
19)Marks-Engels; “Neue Rheinische Zeitung, Politisch-ökonomische Revue”, V. ve VI. Defterler. C. 7, s. 440).
20)Marks, Kapital, C. III, s. 274).
21)Lenin; C. 21, s. 284, Über die Lage der Dinge in der russischen Sozialdemokratie).