deneme

25 Mart 2010 Perşembe

ZAVALLI KÜÇÜK BURJUVA! BİR TÜRLÜ KARAR VEREMEDİ; KAPİTALİZM KENDİLİĞİNDEN ÇÖKÜYOR MU YOKSA ÇÖKMÜYOR MU?

ZAVALLI KÜÇÜK BURJUVA!
BİR TÜRLÜ KARAR VEREMEDİ;
KAPİTALİZM KENDİLİĞİNDEN ÇÖKÜYOR MU YOKSA ÇÖKMÜYOR MU?

Bu soruya bir cevap verilse biz de kapitalizm kendiliğinden çökecek mi yoksa çökmeyecek mi diye kıvranmaktan kurtulmuş oluruz. Ama ses çıkmıyor. N. Nelte 4 Mart 2009'dan bu yana susuyor.
Zavallı küçük burjuva, bir taraftan kapitalizmi kendiliğinden çökertiyor ama diğer taraftan da kapitalizmi kavramıyor.

Serbest rekabetçi döneminde kapitalizm, bütün barbarlığına, talancılığına, baskı ve sömürüsüne rağmen genel anlamda üretici güçlerin gelişmesini ilerleten bir üretim biçimiydi. Lenin, emperyalist çağına giren kapitalizmi analiz ederken bu üretim biçiminde tekellerin hakim olduğunu ve bundan dolayı da kapitalist büyümeyi sınırlandıran eğilimin etkide bulunduğunu tespit etmişti. Tabii ki bununla Lenin, artık kapitalizmde büyümenin, ilerlemenin olamayacağını değil, aksine devam eden büyümeye ve ilerlemeye rağmen serbest rekabetçi dönemiyle karşılaştırıldığında kapitalizmin çöküş aşamasına girdiğini ifade ediyordu. (Lenin'in bahsettiği kapitalizmin tarihsel olarak çöküş aşamasıyla küçük burjuvanın bahsettiği kapitalizmin çöküşü arasında hiçbir ilişki yoktur).

Lenin'in bu tespitinden bu yana neredeyse 100 sene geçti. İster istemez soruyoruz: Lenin'in yapmış olduğu tespit; kapitalizmin gelişmesinden çıkartmış olduğu sonuçlar doğru muydu, yanlış mıydı? Kapitalizm çok sayıda badirelerini her seferinde hangi içsel özelliğinden dolayı atlatabildi? Veya Lenin'in tespitine göre çöküş sürecindeyse yaklaşık 100 senelik zaman zarfında kapitalizm bu sürecin neresinde veya kapitalizm tarihsel sınırlılıklarını aştığı; içsel çelişkilerine çözümler getirdiği için mi çöküş süreci uzayıp gidiyor? Küçük burjuva bu ve benzeri sorulara cevap vermiyor ama iç çelişkilerini ve dinamiğini kavramadığı kapitalist sistemi iradi olarak bir “kalem” darbesiyle çökertiyor.

Lenin, birkaç defa emperyalizm tanımlaması yapmış, onun temel özelliklerinden bahsetmiştir. „Emperyalizm ve Sosyalizmin Bölünmesi“ makalesinde konuya ilişkin şu tanımlamayı yapar:
“Emperyalizmin olabildiğince açık ve tam bir tanımıyla başlamalıyız. Emperyalizm, kapitalizmin özgün bir tarihsel aşamasıdır. Bunun özgün niteliğinin üç yönü vardır: Emperyalizm, (1) tekelci kapitalizmdir; (2) asalak ya da çürüyen kapitalizmdir; (3) can çekişen kapitalizmdir. Serbest rekabetin yerini tekelin alması, emperyalizmin temel ekonomik özelliğidir, özüdür” (Lenin; C. 23, s. 101, “Emperyalizm ve Sosyalizmin Bölünmesi”).

Yüz yıllık emperyalizm tarihi Lenin'in bu tanımlamasını doğrulamıştır; ötesinde Lenin'in tekel olgusuna verdiği önem; tekeli emperyalizmin temel ekonomik özelliği, özü olarak tanımlaması, bugün kapitalist ekonomiyi kavramamızda önemli bir çıkış noktasını oluşturmaktadır.

Tekel, serbest rekabetçi kapitalizmin, serbest ticaretin gelişmesinin doğrudan en önemli sonucudur. Bu anlamda „burada bu dönüşüme kapitalizmin ve meta üretiminin en derin kökleşmiş eğiliminin doğrudan gelişmesinden, genişlemesinden ve devamından başka bir şeyin neden olmadığı özellikle göz önünde tutulmalıdır“ (W. I. Lenin:N. Bucharin'in „Emperyalizm ve Dünya Ekonomisi“ yazısına önsöz, C. 22, s. 102/103).

Kapitalist üretim biçiminin gelişmesi sistem içinde yeni olguları gündeme getiriyor. Yeni olguların en önemli olanlarından birisi de tekel oluşumudur. Bu konuda Marks Kapital'de anonim şirketlerin oluşumuyla bağlam içinde şu tespiti yapar: “Bu kapitalist üretim tarzının, bizzat kapitalist üretim tarzı içerisinde ortadan kaldırılmasıdır ve dolayısıyla prima facie (görünüşte, çn.) yeni bir üretim biçimine geçişin yalnızca bir evresini temsil eden, kendi kendini çözümleyen çelişkidir. Bu böyle bir çelişki olarak, kendisini, kendi sonuçlarıyla da ortaya koyar. Bazı alanlarda tekel kurar ve böylece devlet müdahalesini gerekli kılar. Yeni bir finans aristokrasisi, kurucular, spekülatörler ve düpedüz nominal direktörler şeklinde yeni bir asalaklar zümresi türetir; birleşik kuruluşlar, hisse senedi çıkartmak ve hisse senedi spekülasyonları yoluyla tam bir sahtekarlık ve dolandırıcılık sistemi yaratmış olur. Bu, özel mülkiyetin denetimi olmaksızın, özel bir üretim biçimidir” (Marks, Kapital, C. III, s. 454). [Marks, anonim şirketlerin ve kredinin kapitalizmden başka bir sisteme geçiş aşaması olarak toplumsal mülkiyet temelinde faal olabileceğini de yazar: “Öte yandan bu hisse senetli şirketler, yeniden-üretim sürecinde, hala kapitalist mülkiyet ile bağlı bulunan bütün işlevlerin, sırf bir araya gelmiş üreticilerin işlevlerine, toplumsal işlevlere dönüşmesi yönünde bir geçiş evresidir” (Marks, agk., s. 453)].

Kapitalist üretim biçiminde; üretimde ve dağıtımda (ticaret) tekeller, kapitalist örgütlenmenin en ilerlemiş biçimini temsil ederler. Burada gelişmiş kapitalizm söz konusu olduğu için tekeller de ancak ve ancak öncelikle gelişmiş kapitalist ülkelerde, ekonomilerde oluşurlar. Tekel, banka ve sanayi sermayesinin birleşmesi; mali sermayenin oluşması için önkoşuldur; banka ve sanayi sermayesinin birleşmesi; mali sermayenin oluşması gelişmiş tekelleşmenin doğrudan bir ifadesidir.

Marks, yukarıdaki sözleriyle ve başka yazılarında da tekelleşmeye vurgu yapıyor. Lenin, tekeli emperyalizmin en önemli özelliklerinden biri olarak görüyor. Bu durumda yapılması gereken tekel analiziyle çağın analizi arasındaki diyalektik bağı kavramak ve önplana çıkartmaktır. Önce Lenin'in bu diyalektik bağı nasıl kavradığına bakalım.

Lenin, tekelin devasa ekonomik ve siyasi gücünü görüyor ve tekelleşmenin neyi beraberinde getirdiği konusunda şunu söylüyor: “Daha önce de gördüğümüz gibi, emperyalizmin başlıca ekonomik temeli, tekeldir. Bu tekel, kapitalisttir, yani kapitalizmden doğmuştur ve kapitalizmin, meta üretiminin, rekabetin genel koşulları içinde, bu genel koşullarla sürekli ve çözülmez bir çelişki halindedir. Bununla birlikte, bütün tekeller gibi, kapitalist tekel de şaşmaz bir biçimde bir durgunluk ve çürüme eğilimine yol açar. Tekel fiyatlarının, geçici olarak bile sabit tutulması, bir noktaya kadar, ilerlemedeki itici öğeleri yok eder, bunun sonucu olarak da bütün ilerlemeleri frenler. Ayrıca, teknik ilerlemeyi yapay olarak frenleme yolunda ekonomik birtakım olanaklar da doğurur” (Lenin, C. 22, s. 280/281, “...Emperyalizm”).

Serbest ticaret kendi kendini ortadan kaldırmaya neden oluyor. Tekel, kapitalist sistemin; üretimin kapitalist örgütlenmesinin en önemli biçim oluyor ve sadece böyle olmakla kalmıyor, aynı zamanda, kapitalist ekonominin ilerlemesinde itici güç olmaktan çıkma eğilimini de taşıyor. Örneğin bir sektörde bir tekel üretimi kontrol etmeye başlayınca; o sektörde tekeller arasındaki rekabet söz konusu bu tek tekel lehine sonuçlanınca bu tekel, rekabetten kaynaklı olarak yeni üretim yöntemleri geliştirme baskısı altında kalmaktan kurtulmuş olur; kapitalist ekonomide ilerlemenin motoru, itici gücü olmaktan çıkar.

Yeni Kautsky'ciler, „modern ultra-emperyalizm“ savunucuları bu noktada Lenin'i anlarlar mı, burasını bilemem, ama burada söz konusu olan veya Lenin'in bahsettiği, tekelde görülen eğilimdir; bu eğilim ilerleme önünde mutlak engel değildir: Yani Lenin, tekelin kapitalist ekonominin ilerlemesi önünde engel olma eğilimi taşıdığını ve bu eğilimin mutlaklaştırılmaması; mutlak engel olarak görülmemesi gerektiğini söylüyor. Tek tek sektörlerde ve ülke çapında bir tekelin tam hakimiyeti mümkündür. Ama tekel olgusunun dünya ölçeğinde belli bir sektörde -örneğin otomobil sektöründe- bir tekelin/üreticinin hakimiyeti olarak kavranması, emperyalizmin Kautsky'ci yorumudur; bunun diğer adı Kautsky'ci „dünya tekeli“dir. Lenin böyle demiyor. Tekel kavramıyla Lenin az sayıda büyük işletmeleri kast etmektedir. Bu işletmeler (tekeller) kendi aralarında, örneğin pazar alanlarını paylaşma, tekel fiyatları tespit etme vb. konularında anlaşma yapabilirler. Ama Lenin'e göre bu anlaşmalar, tekeller arasındaki rekabeti tamamen yok edemez (Belki, dünya ekonomisine kapalı bir ülkede böyle bir durum olabilir!); dünya pazarında rekabetin tamamen ortadan kalkması söz konusu olamaz. Ama Kautsky'ye göre olmalıdır. Nitekim bununla ilgili olarak Lenin şunu söyler:

“Elbette, bir tekel, kapitalizmde, dünya pazarındaki rekabeti tümüyle ya da uzun bir süre için ortadan kaldıramaz (ultra-emperyalizm teorisinin saçmalığını kanıtlayan nedenlerden biri de budur). Kuşku yok ki, üretim giderlerini azaltma ve uygulanan teknik düzeltme işlemleriyle kârı artırma olanağı, birtakım değişikliklere yol açmaktadır. Ancak tekellere özgü o durgunluk ve çürüme eğilimi işlemeye devam etmekte, bazı ülkelerde, bazı sanayi dallarında, bir zaman için üste çıkmaktadır.” (Lenin; C. 22, s. 281, „...Emperyalizm“).

Serbest rekabetçi döneminin aksine kapitalizmin emperyalizm aşamasında ekonomik büyüme, üretici güçlerin gelişmesi ve çöküş, çürüme, asalaklaşma eğilimi arasında sürekli bir çatışmanın olduğu açığa çıkmıştır. Bunu analiz eden de Lenin'dir. Bu faktörler arasında sürekli çatışma bağlamında diyalektik bağ, değişmeyen, belli bir istikrarlılığı olan bir denge olarak anlaşılmamalıdır; yani bu faktörlerin birbirlerini dengeleyerek oluşturduğu bir süreç söz konusu değildir. Bunun nasıl anlaşılması gerektiği konusunda Lenin şunu diyor: “Tekeller, oligarşi, özgürlük eğilimi yerine egemenlik eğilimi, sayıları gitgide artan küçük ya da zayıf ulusların zengin ya da güçlü birkaç ulus tarafından sömürülmesi bütün bunlar, emperyalizme, onu asalak ve çürümüş bir kapitalizm haline getiren ayırdedici özellikler kazandırmıştır (abç)”(Lenin; C. 22, s. 305, „...Emperyalizm“).
Devamla Lenin „bu çürüme eğilimi“nin nasıl yorumlanmaması gerektiği üzerine şu uyarıda bulunur: “Ancak, bu çürüme eğiliminin, kapitalizmin hızlı gelişmesini önleyeceğini sanmak yanlış olur. Önlemez. Emperyalist dönemde, bazı sanayi kolları, burjuvazinin bazı katmanları, bazı ülkeler, bu eğilimlerden birini ya da ötekini, küçük ya da büyük ölçüde gösterirler. Genel olarak, kapitalizm, eskiye göre çok daha büyük bir hızla gelişmektedir. Bu gelişme, yalnızca genellikle gitgide daha eşitsiz hale gelmekle kalmayıp gelişme eşitsizliği, sermaye bakımından en zengin ülkelerin (İngiltere) çürümesinde kendini özellikle göstermektedir” (abç. İ.O.) (Lenin; C. 22, s. 305/306, „...Emperyalizm“).

Demek ki artı değer üretiminin, genişletilmiş yeniden üretimin yolları tıkanmıyor; toplumsal üretimin I. ve II. Bölümleri (üretim araçları üretimi ve tüketim araçları üretimi) arasındaki bağ kopmuyor; kapitalizm kendiliğinden çömüyor, aksine „eskiye göre çok daha büyük hızla gelişiyor“.

Kapitalizmde bir taraftan üretimin genişletilmesi ve üretici güçlerin gelişmesi ve diğer taraftan da bu genişleme ve gelişmeyi daraltan; cendereye sokan tekeller (bu kaçınılmaz bir oluşumdur); paradoks gibi gözüken bu çatışmalı ama birbirinin sonucu olan özellikler, Lenin'in bilinen o kısa ve öz emperyalizm tanımlamasının teorik temelini oluşturur:

“Emperyalizmin olanaklı en kısa tanımını yapmak gerekseydi, şöyle derdik: Emperyalizm, kapitalizmin tekelci aşamasıdır. Bu tanımlama da, temel öğeyi kapsamış olurdu; çünkü, bir yandan, mali sermaye, birkaç tekelci büyük banka sermayesinin, tekelci sanayi gruplarının sermayesiyle kaynaşmasının bir sonucudur; öte yandan, dünyanın paylaşılması da, herhangi bir kapitalist devletçe el konmamış bölgelere kolayca yayılan sömürge politikasından, tamamıyla paylaşılmış yeryüzü topraklarının, tekellerin mülkiyetine geçmesi için uygulanan sömürge politikasına geçişi ifade etmektedir.
Ne var ki, en kısa tanımlar, temel özelliği özetledikleri için elverişli olsalar da, tanımlanacak görüngünün çok önemli bazı çizgilerini dışarıda bırakmalarından ötürü, yetersiz kalmaktadır. Bu bakımdan, gelişme sürecindeki bir görüngünün birçok bağlantısını hiç kavrayamayan bütün genel tanımlardaki itibari ve göreli değeri unutmadan, emperyalizmin, aşağıdaki beş temel özelliğini kapsayan bir tanımını yapalım: (1)üretimde ve sermayede görülen yoğunlaşma öyle yüksek bir gelişme derecesine ulaşmıştır ki, ekonomik yaşamda kesin rol oynayan tekelleri yaratmıştır; (2) banka sermayesi sanayi sermayeyle kaynaşmış ve bu "mali sermaye" temel üzerinde bir mali oligarşi yaratılmıştır; (3) sermaye ihracı, meta ihracından ayrı olarak, özel bir önem kazanmıştır; (4) dünyayı aralarında bölüşen uluslararası tekelci kapitalist birlikler kurulmuştur; (5) en büyük kapitalist güçlerce dünyanın toprak bakımından bölüşülmesi tamamlanmıştır. Emperyalizm, tekellerin ve mali sermayenin egemenliğinin ortaya çıktığı; sermaye ihracının birinci planda önem kazandığı; dünyanın uluslararası tröstler arasında paylaşılmasının başlamış olduğu ve dünyadaki bütün toprakların en büyük kapitalist ülkeler arasında bölüşülmesinin tamamlanmış bulunduğu bir gelişme aşamasına ulaşmış kapitalizmdir” (Lenin; C. 22, s. 270/271, „...Emperyalizm“).

Bu analizden hangi sonuçlar çıkartılabilir? Çıkartılması gereken en önemli sonuç, emperyalizmin kapitalizmin en son ve en yüksek aşaması olduğudur; en azından Lenin, emperyalizmin tarihsel yerini belirlerken kapitalizmin son aşamasına geldiği; bu aşamanın adının da emperyalizm olduğu sonucunu çıkartmaktadır:
“Emperyalizmin niçin can çekişen kapitalizm, sosyalizme geçiş halindeki kapitalizm olduğu besbellidir: Kapitalizmden doğan tekel, zaten ölmekte olan kapitalizmdir, sosyalizme geçişin başlangıcıdır. Emperyalizm tarafından emeğin çok geniş boyutlarla toplumsallaştırılması (savunucularının; burjuva iktisatçıların “birbirine kilitlenme” dedikleri şey) aynı anlamı taşımaktadır” (Lenin, C. 23, s. 104, “Emperyalizm ve Sosyalizmin Bölünmesi”).

Demek oluyor ki, en son ve en yüksek aşamasında bulunan kapitalizm; emperyalizm bir taraftan üretici güçlerin gelişmesini sınırlandırıyor, ama diğer taraftan da üretimin toplumsallaşmasını devasa ölçüde geliştiriyor. Bu özelliği ona çürüme, artık sosyalizme geçiş için olgunlaşmış olma özelliği vermektedir. „Kapitalist emperyalizm, olgunlaşmış, aşırı olgunlaşmış, çöküşle karşı karşıya kalan, yerini sosyalizme bırakacak derecede olgunlaşmış kapitalizmdir“ (Lenin; “Oportünizm ve II. Enternasyonalin Çöküşü”, C. 22, s. 108).

Kapitalist üretim biçimi, somutlaştırırsak kapitalizmde üretim ve genişletilmiş yeniden üretim, kriz olgularını içeren, patlamaya hazır özellikleri olan ama aynı zamanda oldukça dinamik olan bir dengeyi ifade eder; bu, kapitalizmin iç çelişkilerinden dolayı şu veya bu noktasında yeniden ve yeniden kırılan, parçalanan ve kırılmak ve parçalanmak zorunda olan dengesidir (Örneğin ekonomik krizler, savaşlar, ayaklanmalar vs.). Bu, diyalektik anlamda bir dengedir; yani görece ve geçicidir. (Engels: „Bütün denge sadece görece ve zamansaldır“- „Doğanın Diyalektiği, Marks/Engels; C. 20, s. 512).

Küçük burjuva veya Nelte, burada, bu noktada Lenin ve Engels'i anlar mı? Anlamaz. Küçük burjuva çaresizlik içindedir, iradecidir, kapitalizmin sınıf mücadelesi sonucunda yıkılacağına; işçi sınıfı ve müttefiklerinin sosyalist devrimi gerçekleştireceğine inancı yoktur. Bu anlamda devrime de inanmamaktadır. Bütün yeteneği, kapitalizmin kendi kendine çökeceği propagandasını yapmaktan ibarettir; artı değer üretme yolları kalmamıştır; genişletilmiş yeniden üretimin koşulları kalmamıştır; Nelte'nin deyimiyle toplumsal üretimin I. ve II. Bölümleri arasında meta mübadelesi olanağı kalmamıştır; öyleyse kapitalizm, bu sorunlarından dolayı çökecektir. Küçük burjuva sorunu bu kadar hafife almaktadır.

Lenin'in yukarıya aktardığımız anlayışına göre emperyalizm, aynı zamanda kapitalizmin çöküş çağıdır. Ama kapitalizmin çöküş çağında olması, filisten küçük burjuvazinin anlamak istediği gibi, teknolojiyi ve nihayetinde emeğin verimliliğini geliştirme yeteneğinden yoksun kaldığı anlamına asla gelmez. Ancak bir küçük burjuva dar kafalı, ancak Nelte gibi kapitalizmi kendiliğinden çökertenler, çöküş aşamasında olan kapitalizmi, teknolojiyi ve emeğin verimliliğini arttırma yeteneğinde yoksun olan kapitalizm olarak tanımlayabilirler. Çöküş aşamasında olan kapitalizm, teknolojiyi geliştirme ve emeğin verimliliğini arttırma yeteneğinden değil, geliştirdiği teknoloji ve artan emeğin verimliliğini toplumsal ilerlemeye dönüştürme yeteneğinden yoksundur. Teknolojik gelişmeye, emeğin artan verimliliğine, ekonomide büyümeye rağmen bazı sektörlerde çeşitli dönemlerde görülen giderek düşen, küçülen büyüme, tekelleşmenin doğrudan bir sonucudur. Kapitalizmin yaşanmakta olan bu eğilimi, dünya çapında kapitalizme hem ekonomik hem de siyasi alanda artan istikrarsızlık, kırılganlık ve krizsellik özelliği vermektedir. Küçük burjuva bundan kapitalizmin kendiliğinden çöküyor olduğu sonucunu çıkartıyor.

Gerileme döneminde olan kapitalizm, asalak, çürüyen kapitalizm, sosyalizmin arifesinde kapitalizm; emperyalizmin bütün bu özellikleri çağımızda kapitalizmin temel çelişkilerinin ne denli keskinleşmiş olduğunu gösterir. Bu çelişkilerin patlak vermesi sonucunda belli dönemlerde savaşlar ve devrimler gündeme gelmiştir. Ama II. Dünya Savaşından sonra emperyalizmin çelişkileri dünya çapında savaşlara ve dünya tarihini değiştirecek devrimlere neden olacak kadar keskinleşmemiştir. Öyle ki, II. Dünya Savaşından sonraki kapitalist üretimde konjonktür, sistemin temel çelişkilerinin belli oranlarda yumuşamasını beraberinde getirmiştir. Ve nihayetinde Sovyetler Birliği'nin ve Revizyonist Bloğun dağılmasından sonra; 1990'dan sonra emperyalizmin temel çelişkilerinde yeniden bir yumuşama olmuştur. Açık ki emperyalizm kendi temel çelişkilerini geçici olarak yumuşatarak temel sorunlarını belli bir zaman için aşmıştır veya geleceğe ötelemiştir. Bunda yeni olan bir şey yok; emperyalizm temel çelişkilerini çözemez, en fazlasıyla yeni yol ve yöntemler kullanarak yumuşatır, bu da çelişkilerin geleceğe ötelenmesinden başka bir anlam taşımaz.
Ama dar kafalı küçük burjuva durumu böyle anlamaz. Teoriyi sonradan görmüş bu unsurlar, yaşanan krizden dolayı kapitalizmin sonunun geldiği anlayışında konaklıyorlar.

Peki emperyalizm ne yaptı da ömrünü uzattı, çelişkilerini geleceğe öteledi?
-Sovyetler Birliğin'de revizyonizmin iktidara gelmesinin de (1956) etkisiyle kapitalist ülkelerde işçi sınıfı uzun vadede sermaye karşısında tarihsel bir yenilgi almış ve bu, süreklik kazanan bir etkiye dönüşmüştür. Bu yenilgi, diğer şeylerin yanı sıra meta olarak iş gününün fiyatının düşmesine de neden olmuştur.
-Büyük çapta aşırı birikmiş sermaye kıyıma uğramış; yok edilmiştir.
-Sonuçta, her ne kadar Negri'nin tanımladığı gibi bir “İmparatorluk” olmasa da, belli bir emperyalist gücün hakimiyeti altında yeni bir kapitalist dünya düzeni kurulmuştur.

Ekim Devriminden sonra II. Dünya Savaşına kadar belli bir emperyalist gücün kapitalist dünya üzerinde tek başına hakimiyeti yoktu. En güçlü olan ABD idi. Ancak II. Dünya Savaşından sonra ABD, kapitalist dünyanın jandarması oldu; kendine göre yeni bir kapitalist dünya düzeni kurdu. II. Dünya Savaşından 1970'in başına kadar böyle bir düzen hakimdi. Bu zaman dilimi içinde, kapitalizmin bütün asalaklığına, çürümesine rağmen üretici güçlerin gelişmesinde bir gerileme; durgunluk olmadı. Tam tersi oldu; sıçramalı gelişti. Teknolojik alanda yenilenmeler gerçekleştirildi, bu da toplumsal ilerlemeye neden oldu. Buna emperyalist ülkelerde işçi sınıfının refah seviyesinin yükseldiğini de ekleyelim.

1970'li yılların başından bu yana, özellikle de 1974/75 dünya ekonomik krizinde bu yana kapitalist dünyada üretiminde büyüme oranları giderek düşmeye başladı; emperyalist ülkelerde, dönem dönem Japonya, ABD ve Almanya hariç olmak üzere üretimde durgunluk genel karakter halini aldı. Sovyetler Birliği ve revizyonist Bloğun dağılması da bu gerçeği değiştirmedi.

Şimdi, yaşanan ekonomik krizin de etkisiyle farklı teori dünyaları yeniden canlandırıldı:
Bir taraftan kapitalizmin yeniden yükselişe geçeceğine inananlar („Uzun dalga“cılar).
Diğer taraftan kapitalizmin kendiliğinden çökeceğine inananlar (R. Luksemburg'u karikatürleştirenler; Nelte ve onun gibiler).

Daha önceki yazılarda bu unsurlar üzerinde durduğum için burada kapitalist üretimde durgunluğu ele almakla yetineceğim; yani, kapitalizmin gerilemesini, kriz faktörlerinin çoğalmasını; kapitalizmin genel çürümüşlüğünü, asalaklığını ve kendiliğinden çökmeyeceğini.
Şu olguya dikkat etmek lazım: Sermayenin her çevrimi, konjonktür hareketi sonunda -bu çevrimin kriz aşamasında- fazlalık/aşırı birikmiş sermaye kıyıma uğrar; sabit sermaye veya tüketim maddeleri biçiminde olsun değişmeyen sermaye yok edilir. Bu sermaye kıyımı tam veya gerekli olduğu boyutlarda gerçekleşmediği durumda kıyıma uğramayan sabit sermaye veya tüketim maddeleri olarak aşırı birikmiş sermaye, bir sonraki -başlayan- çevrimi olumsuz etkiler; yani sermayenin organik bileşimi düşmez. Bu durumda kar oranının yükselmesi frenlenmiş olur. Bu nedenle teknolojinin yoğun kullanıldığı günümüzde ancak kapsamlı ve derin ekonomik krizler gerçek anlamda sermaye kıyımını beraberinde getirebilir; büyük, uluslararası tekellerin iflas etmesi bunun açık ifadesidir. Buna karşın uluslararası tekelleri etkilemeyen veya fazla etkilemeyen ekonomik krizler, sabit sermaye kıyımının yeterli kadar gerçekleşmediği ekonomik krizlerdir; bu krizler, o anda çözmesi gereken çelişkileri bir sonraki çevrime aktaran krizlerdir.
Ekonomik kriz olgusunda bu, göz önünde tutulması gereken bir noktadır.

Ayrıca burada tekil olgulardan; genelleştirilemeyecek gelişmelerden hareket ederek belli sonuçlara varmayı yanlış bulduğumu belirteyim. Önemli olan, dünya çapında görüngüler ve eğilimlerdir.
“...Nesnel durumu göstermek için, soyut birtakım örnekler ya da verilerle değil (toplumsal yaşamın olayları son derece karmaşık olduğundan herhangi bir görüşü desteklemek için istendiği kadar soyut örnek ya da veri gösterebilir), tüm savaşan güçlerin ve bütün dünyanın ekonomik yaşamının temellerine dayanan verileri birlikte ele alarak düşünmek gerekir” (Lenin; C. 22, s. 194, „...Emperyalizm“).
Yani kapsamlı, dünya geneliyle ilgili, uzun dönemi içeren gelişmeleri kapsayan bolca materyal kullanacağız.

1-Üretim artışında düşüş (Üretim artışında küçülme)
Önce dünya brüt üretiminin (dünya brüt yurt içi üretim) gelişmesine bakalım. Geçen yüzyılın son çeyreğinden günümüze dünya üretiminin yıllık büyüme oranları sürekli küçülmüştür. (Büyüme oranlarına hizmet sektöründen elde edilen değerlerin de dahil olduğunu belirtelim; oysa hizmet sektöründe genel anlamda artı değer üretilmediği için o sektörden kaynaklanan miktarlar oranları şişiriyor). Buna rağmen aşağıdaki verilerde -tablonun 10 yıllık dönemler bazındaki verilerde- dünya brüt üretiminin büyüme oranlarının sürekli küçüldüğünü görüyoruz.

Soruna yıllar bazında bakıldığında (tabloda 1991-2007 arası) dünya ekonomisinin, gelişmiş ülkeler ve „gelişen“ülkeler ekonomisinin konjonktürel hareketini görüyoruz; kriz dönemlerinde büyüme oranları düşüyor, kriz dışı dönemlerde büyüme oranları yükseliyor. Ama buna rağmen gelişmiş ülkelerde ve “gelişen“ ülkelerde brüt üretimin büyüme oranlarındaki farklılaşma eğilimi çok açık olarak gözükmektedir; gelişmiş ülkelerde (emperyalist, sanayileşmiş ülkeler) büyüme oranlarında açık bir küçülme eğilimi, „gelişen“ ülkelerde (emperyalizme bağımlı, yeni sömürge ülkeler) büyüme oranlarında açık bir yükseliş eğilimi görülmektedir.




Soruna yıllık, 10 yıllık değil de 20 yıllık dönemler bazında baktığımızda yukarıda bahsettiğimiz farklılaşma eğilimi oldukça açık bir biçimde görülmektedir. 40 senelik bir dönemde; 1960'dan 2000'e dünya brüt üretiminin büyüme oranı yüzde 4,7'den yüzde 3'e; gelişmiş ülkelerde yüzde 4,5'ten yüzde 2,9'a ve „gelişen“ ülkelerde de yüzde 6,2'den yüzde 3,4' düşmüştür. 2008-2030 dönemi için yapılan tahminler de aynı doğrultudadır.

Aşağıdaki tabloda bu gelişmeyi görüyoruz.




Brüt üretimin gelişmesini grafikleştirelim:
Aşağıdaki ilk grafikte gelişmiş ülkelerde kişi başına brüt üretimde büyüme oranlarının giderek küçüldüğünü görüyoruz; brüt büyüme oranları bu ülkelerde gerilemektedir. Uzun dönem bazında; 1970-2005 arasında ortalama büyüme oranı yüzde 3,2 civarındadır. Zikzaklı çizgi görülen büyümeyi, zikzaksız çizgi de ortalama büyümeyi ifade etmektedir.




İkinci grafikte (aşağıdaki) Çin ve Hindistan da dahil bütün „gelişen“ ülkelerde brüt üretimde büyüme oranlarının seyrini görüyoruz. Büyümenin yönünü gösteren her iki çizginin bu ülkeler toplamında brüt üretimin arttığını; büyüme oranlarında yükselişin olduğunu göstermesinde şaşılacak bir şeyin olmaması gerekir. Bu oranlarının yükselmesinde Çin ve Hindistan ekonomilerindeki oldukça yüksek büyüme etkili olmuştur.





Üçüncü grafikte (aşağıdaki) Çin ve Hindistan ekonomisi çıkartılarak elde edilen büyüme oranlarını görüyoruz. Bu ülkelerde brüt büyüme oranları 1970'li yıllardan 1990'lı yıllara kadar düşüyor, ama sonradan yeniden yükselmeye başlıyor. Ama 2000'li yılların ilk yarısında gerçekleşen büyüme oranları 1970'li yılların ilk yarısındaki büyüme oranlarından daha küçük. 1971-1972 yıllarında ortalama büyüme oranı yüzde 5'e yakın. Bu oran 2005-2006'da ancak yüzde 3,5 civarında.



Brüt büyümeyi nüfusun gelişmesiyle karşılaştırmalı olarak ele alırsak büyüme oranlarının gelişme yönü daha açık bir biçimde gözükür. ILO'nun (Uluslararası Çalışma Örgütü) hesaplamasına göre dünya brüt üretimi 1960'lı yıllarda kişi başına yüzde 3,7 oranında büyümüş. 1960'dan bu yana, 50 sene içinde ulaşılabilen en yüksek büyüme oranı budur; sonraki dönemlerde büyüme oranları sürekli küçülmüştür. Öyle ki 1970'li yıllarda yüzde 2,1'e; 1980'li yıllarda yüzde 1,3'e ve 1990'lı yıllarda da yüzde 1,1'e düşmüştür. Bu oran 21. yüzyılın ilk üç yılında ortalama olarak yüzde 1 civarında kalmıştır.
Aşağıdaki grafikte bu durumu görüyoruz. Grafikte dik göstergeler yıllık büyümeyi, yatay çizgi de on yıllık ortalama büyümeyi göstermektedir.




Şimdi kapitalizmi, emperyalist ülkelerde kapitalizm ve emperyalizme bağımlı, yeni sömürge ülkelerde kapitalizm olarak ikiye ayıralım ve öyle ele alalım. Şunu görüyoruz: Her iki ülke grubunda da büyüme oranları, ne kadar farklı olursa olsun sürekli küçülmektedir; yani her iki durumda da uzun vadede aynı eğilim; büyüme oranlarının giderek küçülmesi söz konusudur.
Brüt üretimin kişi başına en yüksek büyüme oranına 1960'lı yılların sonunda ulaşılmıştır ve sonra büyüme oranları sürekli küçülmüştür.



Yukarıdaki tabloda OECD ülkelerinde kişi başına yıllık büyüme oranlarının 1960'dan 1990'a sürekli küçüldüğünü görüyoruz. Aynı eğilim bağımlı, yeni sömürge ülkeler için de geçerlidir; her halükarda her iki ülke grubunda, büyüme oranlarında farklılıklar olsa da aynı eğilim; büyüme oranlarının giderek küçülmesi söz konusudur.

Gelişmiş ve “gelişen” ülkelerde 1950-2001 arasında kişi başına GSH artışını aşağıdaki grafikte gösteriyoruz. Sonuç eğilim olarak aynıdır; her iki ülke grubunda farklı büyüme oranları giderek küçülmektedir.



Gelişmiş ülkeler-“gelişen“ ülkeler ayrımını „gelişen“ ülkeler bazında biraz somutlaştıralım:



Ekonomik gelişmiş devletlerle genel olarak emperyalist ülkeler kast edilmektedir. Yukarıdaki tabloda bu ülkelerde kişi başına ortalama GSH'nın 1980-1989 döneminde yüzde 2,5'ten 2000-2004 döneminde yüzde 1,4'e düştüğünü; “gelişen” ülkelerde ise aynı dönemde yüzde 1,5'ten yüzde 3'e çıktığını görüyoruz. “Gelişen” ülkeler ayrıntılandırıldığında tablo şöyle: Güneydoğu Avrupa ve BDT ülkelerinde kişi başına ortalama büyüme verili dönemde sıçramalı bir gelişme gösteriyor; büyüme oranı yüzde 1,9'dan yüzde 6,6'ya çıkıyor. Ekonomisi en az gelişmiş ülkelerde GSH'nın kişi başına büyümesi mutlak küçülmeden (-0,2) yüzde 3 büyümeye çıkıyor. Aynı paralelde bir gelişmeyi ekonomisi gelişmiş, ama oldukça borçlu ülkelerde de görmekteyiz. Ayrıca Çin'in, “gelişen” ülkelerde kişi başına büyümeyi ne denli etkilediğini de görüyoruz. Çin hariç bu ülkelerde büyüme oranları küçük kalıyor; verili dönemde yüzde 0,7'den ancak yüzde 1,89'a çıkabiliyor. “Gelişen” ülkelerde bu oran yüzde 1,5'ten yüzde 3'e çıkıyor; aradaki fark, Çin ekonomisinin bu ülke grubundaki ortalama büyüme oranlarını ne ölçüde etkilediğini gösterir.

İki ülke örneği:

Amerikan ekonomisinde büyümenin durgunluğa evrilmesi; inişli-çıkışlı durgunluk:



Grafik şunu gösteriyor:
1-1940'tan bu yana GSH, 10 yıllık dönemler bazında eğilimli düşüş içindedir; öyle ki 1940-1950 döneminde GSH'nın büyüme oranı yüzde 5'in üstündeyken 2000-2010 döneminde yüzde 2'nin altına düşmüştür.
2-1950-2000 arasında özel gelir ya GSH'nın büyüme oranına denk düşen bir oranda artmış veya ondan daha hızlı büyümüştür (1950-1970 arası). Ancak 1940-1950 ve 2000-2010 arasında özel gelirin artışı GSH'nın artışının gerisinde kalmıştır.
3-1940-1960 arasında özel tüketimin artış oranı GSH'nın ve özel gelirin artış oranlarının gerisinde kalmış. Ama 1960'dan itibaren her ikisinden daha hızlı artmıştır. Bunun anlamı şudur:
-Amerikan ekonomisi artan gelirlerden dolayı artan özel tüketimi karşılayacak hızda üretemiyor; yani ithalat giderek artıyor.
-Tüketim teşvik edildiği ve artan tüketimi karşılayacak gelir olmadığı için özel tüketim giderek kredi üzerinden sağlanıyor; yani Amerika'da özel tüketiciler daha çok borçlanmaya başlıyorlar.
Amerikan ekonomisinin güncel durumu bu gerçekliği yansıtıyor:
-Yaşanan ekonomik krizden bağımsız olarak üretimin artışında düşüş.
-Özel gelirlerde düşüş.
-Özel tüketimde gerileme.

Alman ekonomisinde büyümenin durgunluğa evrilmesi; inişli-çıkışlı durgunluk:




Bu grafikte yaklaşık 60 yıllık bir süreçte Almanya'da GSYİH'nın gelişme seyrini görüyoruz: Her 10 yıllık süreçte büyüme oranları dönem dönem yüksek de olsa eğilim olarak giderek küçülmektedir. 1950'li yıllardaki yüzde 9,7'lik, yüzde 12,1'lk büyüme oranları, 1960'lı yıllardan sonra tarihe karışmış. Aynı durum 1960'lı yıllardaki yüzde 7,5'lik büyüme için de geçerlidir. 1990'da yüzde 5,3 oranında büyüyen ekonomi, 2000 yılında ancak yüzde 3,2 oranında büyüyor. II. Dünya Savaşından sonra büyümesi en dinamik ülkelerden olan Alman ekonomisinde durum böyle.
Her iki grafik, önceleri daha ziyade gelişmiş ekonomilerde gündeme gelen ekonomide büyüme oranlarının giderek küçülmesini; inişli-çıkışlı durgunluk gerçekliğini doğrudan yansıtmaktadır.

Dünya ekonomisi açısında inişli-çıkışlı durgunluk:





1-Emperyalist ülkelerde büyüme oranları % -2 ila % 4 bandı arasında gidip geliyor. Bu, ekonomide inişli-çıkışlı durgunluk gerçeğini gösterir.
2-1990-1994 krizinde sonra “gelişen” ülkeler ile gelişmiş ülkeler arasındaki büyüme oranlarındaki fark giderek artmaktadır. Öyle ki “gelişen” ülkelerde ekonomik büyüme 2000'den sonra 2008 krizine kadar yüzde 4'ün üstündedir.

Sanayi üretimi açısından:
Dünya Bankası verilerine göre dünya çapında sanayi üretimi büyüme oranları sürekli küçülmektedir: 1980'li yıllarda yüzde 2,4 olan dünya çapında sanayi üretimi büyüme oranı 1990'lı yıllarda yüzde 2,4'e ve 2000-2004 arasında da ortalama olarak yüzde 1,4'e düşmüştür. Bu gelişmeyi tablolaştıralım.





Emperyalist ülkelerde sanayi üretiminin büyüme seyri:
Aşağıdaki tablo ve tablo verilerinden oluşan grafik durumu yeteri kadar açılıyor; söz konusu bu ülkelerde sanayi üretiminin büyüme oranları verili dönem içinde sürekli küçülmüştür. ABD'de 1961-1970 arasında sanayi üretiminin ortalama yüzde 4,9 olan büyüme oranı, genel gelişme eğilimi bakımında istisnai olan 1992-2000 dönemi dışında sürekli küçülerek 2000-2004 döneminde hiç büyümeme noktasına varmıştır. Tabii bu , 2000-2004 ekonomik krizinin de doğrudan bir sonucudur.
Sanayi üretiminde büyüme oranlarının giderek küçülmesine diğer ülkeler klasik birer örnektir.

Japon sanayi üretiminde büyüme oranı 1961-1970 döneminde yüzde 13,5'ten 1992-2000 ve 20001-2008 dönemlerinde hiç büyümeme; yerinde sayma noktasına gerilemiştir.
Alman sanayi üretiminde büyüme oranı 1961-1970 döneminde yüzde 5,8'den 2001-2008 döneminde yüzde 1,5'e; Fransız sanayi üretiminde büyüme oranı aynı dönemlerde yüzde 5,4'ten yüzde 1,4'e düşmüş ve İngiliz sanayi üretiminde de yüzde 2,5'ten mutlak küçülmeye (-0,6) dönüşmüştür.




Bu verileri grafikleştirelim:




Sermaye birikiminin artışı bakımında gelişmenin seyri:



Sanayi üretiminin büyüme oranlarında görülen gerileme eğilimi kaçınılmaz olarak sermaye birikimine de yansır. Nitekim dünya çapında sermaye birikiminde büyüme oranları giderek yavaşlamaya başlamış ve 1980-1990 döneminde yüzde 3,9'dan 2000-2004 döneminde yüzde 1,2'ye gerilemiştir. Aşağıdaki tabloda ve grafikte bu gelişmeyi görüyoruz.





Tabii bunun böyle olması; sermaye birikimi büyüme oranlarının giderek gerilemesi, ekonomik kriz dönemlerinde gerekli sermaye kıyımının gerçekleşmemesinin (yok edilmemesinin) kaçınılmaz sonucudur. Böylece kapitalist ekonominin yeniden yükselme zemini tahrip edilmiş olur.

Sermaye birikimi büyüme oranındaki bu gerileme eğilimini yatırım hareketinin seyrinde de görüyoruz. Aşağıdaki grafik 1970-2004 arasında dünya çapında birikim ve yatırım oranının inişli-çıkışlı bir gerileme sürecinde olduğunu göstermektedir.



1970'de dünya GSH'nın yüzde 23'üne denk düşen küresel yatırım oranı, ekonomik konjonktürün kriz ve canlanma dönemlerinde gerileme ve artış göstererek sürekli düşmüştür. 2004'e gelindiğinde bu oran yüzde 21,5'e gerilemiştir.





Yukarıdaki grafik ve tabloda birikim ve yatırımların dünya GSH'na oranlarının giderek küçüldüğünü görüyoruz.
Sorunu tek tek emperyalist ülkeler (G 7) ve bazı „yükselen“ ülkeler bazında ele alırsak:


1990-2004 arasında Japonya'da yatırım oranı 1970-1980 arasında yüzde 33,7'den 2004'de yüzde 23,8'e; aynı dönemde Almanya'da yüzde 24,4'ten yüzde 17,3'e; Fransa'da yüzde 24,6'dan yüzde 19,5'; Kanada'da yüzde 22,7'den yüzde 19,9'a; İtalya'da yüzde 25,3'ten yüzde 19,3'e; İngiltere'de yüzde 19,8'den yüzde 16,9'a ve ABD'de yüzde 19,8'den yüzde 19,3'e düşüyor.

Yukarıdaki emperyalist ülkelerle karşılaştırıldığında grafikte adı geçen „gelişen“ ülkelerde yatırım oranlarının yüksek olduğunu ve düşme oranlarının daha önemsiz olduğunu görüyoruz.

Aşağıdaki tabloda G-7 ülkelerinde ve bazı „yükselen“ ülkelerde 1970-2004 arasında yatırım hareketinin sergilediği eğilimi görüyoruz.




Bütün G 7 ülkelerinde birikim oranları; yatırımların GSH'daki payı verili dönemde sürekli gerilemiştir. Sadece Çin'de bu oran sıçramalı bir artış göstermiştir.

Emperyalist ülkelerde sermaye stokunda büyümenin yavaşlamasına rağmen, işçi veya iş gücü başına sermaye yatırımı artmıştır. Bunun kaçınılmaz sonucu, sermayenin organik bileşiminin yükselmesidir; sermaye bütününde değişmeyen sermaye kısmının değişen sermayeye (ücretler) göre görece olarak artmasıdır.

“Genç”, yeni gelişen, yükselen kapitalist ülkelere nazaran genel olarak sanayileşmiş, özel olarak da emperyalist ülkelerde iş gücü başına daha çok ve pahalı değişmeyen sermaye (makineler, enerji, hammadde vb.) kullanılmaktadır; yani sermayenin bileşimi sanayileşmiş ülkelerde yüksektir. Bu da kaçınılmaz olarak kar oranının düşmesine neden olmaktadır.

Örneğin Almanya'da çalışabilir kişi başına değişmeyen sermaye miktarı 1970'de 143 000 Avrodan 2005 sonunda 288 000 Avroya çıkmıştır; yüzde 101,4 oranında artmıştır. Bu da kar oranının düşmesine neden olmaktadır. Diğer taraftan, Alman ekonomisinde örneğin 1990'da her bir 1000 Avroluk değişmeyen sermaye 214 Avro kar bırakıyordu. 2005 yılında ise her bir 1000 Avroluk değişmeyen sermaye 180 Avro kar bırakıyordu; kar yaklaşık yüzde 16 oranında azalıyor.
Açık ki kar oranı düştükçe ekonomik büyüme de gerilemektedir; düşmektedir; büyüme oranı küçülmektedir. Bu, kapitalist üretimde/sistemde kaçınılmaz olan bir süreçtir.


Yukarıdaki tablo ve grafiklerde gösterdiğimiz gibi üretimde ve yatırımlarda büyüme oranlarının küçülmesi; gerilemesi ve aynı zamanda sermayenin organik bileşiminin yükselmesi uzun vadede kar oranlarının düşmesine neden olur. Öyle de olmuştur.

Kar oranının düşmesine karşı alınan tedbirler:
Kar oranlarının eğilimli düşüşü uzun dönemi kapsayan bir perspektifle ele alınırsa kapitalist ekonominin gelişme yönünü göstermek bakımından anlamlı olur. Aşağıdaki tabloda kapitalizmin son 150 yıllık tarihinde kar oranlarının düşme derecesini görüyoruz; 1850'lerde yüzde 45 olan kar oranı, 2000'li yılların başında yüzde 4'e kadar düşüyor. Tabii bu oranlar her bir ülkede doğal olarak farklıdır, ama esas olan kar oranlarının ne kadar düştüğünden ziyade sürekli düşme olgusunun kendisidir.



Kar oranlarının düşmesini en büyük kapitalist ülke ABD'yi örnek alarak somutlaştıralım: Aşağıdaki grafikte verili dönem içinde Amerikan maddi değerler üretimi sektörlerinde kar oranının 1960'lı yılların ilk yarısında en yüksek seviyesine çıktığını ve sonraki yıllarda da inişli-çıkışlı olarak sürekli düştüğünü görüyoruz.

Amerikan maddi değerler üretimi sektörlerinde kar oranının gelişme eğilim, 1952-2002:




Açık ki verili dönem içinde tekelci sermaye kar oranının eğilimli düşüş sorunuyla boğuşmaktadır. Bu sorun sadece Amerikan tekelci sermayesine özgü değildir; hemen bütün emperyalist ülkelerde tekelci sermaye aynı sorunla karşı karşıya kalmıştır. Özellikle 1970'li yıllıdan sonra veya itibaren hemen bütün emperyalist ülkeler kar oranının düşmesini engellemek için karşı etkide bulunan tedbirler almışlardır. Bu tedbirleri burada ayrıntılı olarak ele almanın bir anlamı yok. Bu nedenle burada bu tedbirlerden genel anlamda ve somutlaştırarak bahsedeceğiz.

Kar oranının eğilimli düşüşüne karşı etkide bulunan faktörler; alınan tedbirler ve sonuçları:
Özellikle 1974/75 dünya ekonomik krizinden sonra emperyalist ülkelerde burjuvazi, sonradan neoliberal saldırılar, „küreselleşme“ çerçevesinde ele alınacak tedbirler ve işçi sınıfının kazanılmış ekonomik ve sosyal haklarına saldırı için harekete geçti:
-Özelleştirme gündemleştirildi.
-Sermaye ihracatı yoğunlaştırıldı.
-Çalışma koşullarında esneklik gündemleştirildi.
-Kazanılmış ekonomik ve sosyal (demokratik) haklara saldırılar gündemleştirildi.
-Başlangıçta ABD, sonraları da -özellikle Sovyetler Birliği ve Revizyonist Bloğun yıkılmasından sonra- diğer emperyalist ülkeler dış politikalarını askerileştirdiler.

İşçi sınıfının ekonomik haklarına saldırı konusunda genel eğilimi ifade ettiği için ücretlerin ulusal gelirdeki payını örnek göstermekle yetineceğiz.
Bütün emperyalist ülkelerde tekelci burjuvazi, artı değerin payını arttırmak için, ücret maliyetini düşürmek için adımlar attı. Bunun sonucu ücretlerin ulusal gelirdeki payının azalması olmuştur. Ulusal gelirde ücretlerin payının azalması burjuvazinin payının artması anlamına gelir.
Aşağıdaki tabloda bu gelişmeyi görüyoruz.





Ücretlerin ulusal gelirdeki payı 1960'dan 2006'ya Almanya'da yüzde 68,7'den yüzde 62,4'e; Fransa'da yüzde 72,7'den yüzde 66,5'e; AB toplamında (15 ülke bazında) yüzde 73,2'den yüzde 66,2'ye; ABD'de yüzde 71,2'den yüzde 66,3'e ve Japonya'da da yüzde 79,4'ten yüzde 64,5'e düşmüştür. Sadece İngiltere'de yüzde 71,4'ten yüzde 74,2'ye çıkmıştır. 1960'dan 2006'ya ücretlerin ulusal gelirdeki payı, sırayla en çok Japonya'da (4,9 puan); 7 puanla AB toplamında; 6,3 puanla Almanya'da; 6,2 puanla Fransa ve 4,9 puanla da ABD'de düşmüştür.

Tekelci burjuvazinin işçi sınıfı ve emekçi yığınlara saldırıları sadece bu ülkelerle sınırlı kalmamıştır. Zenginliğin tekelci sermaye lehine yeniden paylaşımı ve dünyanın talanı, dünya çapında yoksulluğun artmasına neden olmuştur. Bu gelişmeyi bir grafikle gösterelim. 14.08.2008 tarihli (Nr. 34) “DIE ZEIT” gazetesinde (Almanya) yer alan aşağıdaki grafikte dünya çapında ve bazı kıtalarda artan yoksullaşmanın boyutlarını görüyoruz.




Demokrasi, iş, özgürlük diye neoliberalizmin göklere çıkartıldığı bu dönemde günde bir dolardan daha az bir miktarla geçinmek zorunda kalan insanların sayısı 1990'dan 2005'e Afrika'da yüzde 32,7; Asya'da yüzde 24 ve dünya çapında da yüzde 30,4 oranında artmıştır.

ILO verilerine göre ücretlerin düşük olduğu sektörlerde günde 2 dolardan az kazananların sayısı dünya çapında 1,4 milyara çıkmıştır; bu, dünya çapında çalışanların yüzde 45'ine denk düşmektedir.

Bunun ötesinde, yeterli beslenemeyen insan sayısı 1969-1971'de 878 milyondan 1995-1997'de 825 milyona düşse de sonraki dönemde sürekli artarak 2009'da 1 milyar 20 milyona çıkmıştır. Aşağıdaki grafikte verili dönem içinde yeterli beslenemeyenlerin sayısal gelişmesini görüyoruz.



Aşağıdaki grafikte gördüğümüz gibi yeterli beslenemeyenleri dünya nüfusuna oranı da 1969-1971'de yüzde 24'ten 2004-2006'da yüzde 13'e kadar düşmesine rağmen sonraki dönemde sürekli ve hızlı bir artışla 2009'da yüzde 18'e çıkmıştır.





Neoliberal saldırıların, sermaye ve üretimin uluslararasılaşmasının; son kertede sermaye aşırı birikiminin bir sonucu da dünya çapında işsizlerin sayısının artmasıdır. Yaşanmakta olan ekonomik krizin de etkisiyle dünya çapında işsizlerin sayısı 200 milyona varmıştır.

Sermaye ve üretimin uluslararasılaşması ve tekelleşme:
Sermaye ve üretimin uluslararasılaşması süreci aynı zamanda tekelleşme; mali ve sanayi sektörlerinde yoğun bir birleşme ve devralma sürecidir. 1970'den bu yana bu alandaki gelişme bunu göstermektedir. 1969'dan 2005'e uluslararası tekel sayısı 9,7 misli, bunlara bağımlı işletme sayısı da 25,6 misli artmıştır. Aşağıdaki tabloda bu gelişmeyi görüyoruz.





Bu uluslararası tekeller arasında, Lenin'in deyimiyle „süper tekel“ler, dünya ekonomisinde belirleyici konumdadırlar. Bu tekellerin en büyükleri -200 tekel- dünya ticaretine ve üretimine yön verebiliyorlar; dünya ticaretinde, sanayinin çeşitli sektörlerinde, dolayısıyla dünya pazarında belirleyici paya sahipler.

Geçen yüzyılın son çeyreğinden bu güne dünya ticareti, sermaye ihracı ve GSH'nın artış hızına baktığımızda „küreselleşme“nin sonuçlarını açık bir biçimde görüyoruz: Tekelleşme süreci, dünya pazarını ve üretimini doğrudan etkilemiştir; bu dönemde tekelleşme, II. Dünya Savaşı öncesinde olduğunun tersine uluslararası alanda gerçekleşmiştir. Bu da dünya çapında üretimin, ticaretin ve sermaye ihracının artışında belirleyici bir rol oynamıştır. 1975 yılı baz alındığında dünya çapında sermaye ihracı yüzde 3000; dünya ticareti yüzde 400 ve dünya üretim de ancak yüzde 220 oranında artmıştır. Aşağıdaki grafikte bu gelişmeyi görüyoruz.




Sermaye ihracı bakımından:
Ülke içinde karlı yatırım alanı bulamadığı için ülke dışına akan sermaye ve buna paralel olarak dünya pazarlarında keskinleşen rekabet, dünya pazarlarında iddialı olmak için devasa yatırımları kaçınılmaz kılmıştır; bütün bunlar birbiriyle diyalektik bağı olan ilişkilerdir ve kaçınılmaz olarak sermaye ve üretimin uluslararasılaşmasını derinleştirmiş ve hızlandırmıştır. Bunun sonucu, bütün dünyada yabancı sermayenin devasa önem kazanması olmuştur. Öyle ki yaklaşık son 30 sene içinde; 1981-1985'ten 2008'e dünya çapında ülke içi yıllık doğrudan yabancı sermayenin brüt sermaye yatırımlarındaki payı yüzde 2,3'ten yüzde 12,3'e çıkmıştır. Bu oran aynı dönemlerde gelişmiş ülkelerde yüzde 2,2'den yüzde 11,4' ve „gelişen“ ülkelerde de yüzde 3,3'ten yüzde 12,8'e çıkmıştır.
Doğrudan yabancı yatırımların -uluslararasılaşmış sermayenin bu biçiminin ülke dışı yatırımı olarak dünya çapında brüt sermaye yatırımlarındaki payı 1981-1985'ten 2008'e yüzde 2,1'den yüzde 13,5'e; gelişmiş ülkelerde yüzde 2,7'den 17,9'a ve „gelişen“ ülkelerde de yüzde 0,4'ten yüzde 6,1'e çıkmıştır.

Doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının ne denli önemlileştiğini gösteren başka bir kıstas da bu yatırımların GSYİH'ya oranıdır. Doğrudan yabancı sermaye mevcudunun dünya çapında ülke içi yatırım olarak GSYİH'ya oranı 1980'de yüzde 4,9'dan 2008'de yüzde 24,5'e; dünya ülke dışı yatırımı olarak da yüzde 5,4'ten yüzde 26,9'a çıkması durumu yeteri kadar açıklamaktadır. (Bu veriler ve 1981-2008 arasında yabancı sermaye hareketi için bkz.: UNCTAD: World Investment Report (WIR) 1995, s. 411/412, 412/422; WIR2000, s. 306-308, 319-321; WIR2006 307-309; WIR2009, s. 255-265).

Yabancı doğrudan yatırımların akış yönü:



Doğrudan yabancı yatırımların dünya çapındaki dağılımı esas itibariyle iki olguya işaret ediyor:
Birincisi: Doğrudan yabancı sermaye yatırımları büyük ölçüde emperyalist merkezlere akıyor.
İkincisi: Özellikle 1990'dan bu yana sermaye ihracı bağımlı ülkelere daha yoğun olarak akmaya başlıyor. Bunda Çin'in ekonomik yükselişi oldukça önemli bir rol oynamıştır.



Yukarıda belirttiğimiz iki nokta kapitalizmin kendiliğinden çökeceği teorisini ve sermaye ve üretimin uluslararasılaşmasını eğilim olarak değil de mutlak olgu olarak görenler tarafından kavranmamaktadır. Sermaye hem bağımlı, yeni sömürge ülkelere ihraç edilmekte hem de emperyalist ülkeler birbirlerine sermaye ihraç etmekteler. Birinci durumda; bağımlı, yeni sömürge ülkelere sermaye ihracı, bu ülkelerde kar oranının emperyalist merkezlerdekinden daha yüksek olduğunu gösterir; sermaye ithal eden bağımlı ülke talan edilir. Demek ki yeni sömürge ülkelere sermaye ihracı, emperyalist ülkelerde kar oranlarının düşük olmasının bir sonucudur. Tam da bu nedenden dolayı Marks şu tespiti yapar: “Sermaye eğer dışarıya gönderiliyorsa, bu, mutlaka içeride kullanılmadığı için değil, dış bir ülkede daha yüksek bir kâr oranı ile kullanılabildiği içindir” (K. Marks, Kapital III. METE, C. 25, s. 266). Tam da bağımlı ülkelere ihraç edilen sermaye ile -yatırımlar, ticaret vs.- kar oranının eğilimli düşüşüne karşı etkide bulunulmuş olunur. Sermaye ihracı kar oranının eğilimli düşüşüne karşı etkide bulunan önemli bir faktördür.

Emperyalist ülkeler arasında gerçekleştirilen sermaye ihracı, sermayenin merkezileşmesini ve yoğunlaşmasını, tekelleşmeyi; birleşmeleri ve devralmaları hızlandırır. Bu nedenle emperyalist ülkeler arasındaki sermaye ihracı, yeni yatırımlara, genişletme yatırımlarına değil, işletme birleşmelerinin ve devralmaların finansmanına yöneliktir. Bu sermaye Marks ve Engels'in Komünist Manifesto'da dedikleri gibi, diğer şeylerin yanı sıra ”eski pazarları da daha kapsamlı bir biçimde sömürmenin” doğrudan aracıdır. Küçük burjuva bu gerçeği kavramadığı için kurtuluşu kapitalizmin kendiliğinden çöküşünde arar.

Dünya çapında doğrudan yatırımların dağılımı -yukarıdaki tablolar- bu perspektifle okunmalıdır.
Bağımlı, yeni sömürge ülkelere sermaye ihracının tekelci sermaye açısından ne denli önemli olduğunu emperyalist merkezlere yapılan net sermaye transferleri de göstermektedir. Sadece 1995-2006 arasında 2 877,7 milyar dolarlık net sermaye transferi yapılmıştır.

Sürekli daha fazla kar amacıyla bütün dünyayı dolaşan sermaye miktarının arıtışı; aşırı sermaye birikimi aynı zamanda kapitalist sistemin asalaklığının açık bir ifadesidir. Aşırı sermaye birikimi aynı zamanda spekülasyonu kışkırtır. Yaşanan krizin de gösterdiği gibi, aşırı birikmiş sermaye sonuç itibariyle kendini var eden koşullardan; maddi değerlerin üretiminden kopmuştur.

Bir karşılaştırma:
Dünya çapında her türlü mali varlıkların miktarı 1980 yılında 12; 1990’da 43; 1995’te 66: 2000’de 94; 2001’de 92; 2002’de 96; 2003’te 117; 2004’te 134; 2005’te142 ve 2006’da da 167 trilyon dolardı.

2006'da mali varlıkların bileşiminde hisse senetlerinin payı 54 trilyon; özel senetlerin payı 43 trilyon; tahvillerin payı 26 trilyon ve mevduatların payı da 45 trilyon dolardı.

Dünya gayri safi hâsılanın tutarı 1980’de 10; 1990’da 22; 1995’te 29; 2000’de 32; 2001’de 32; 2002’de 33; 2003’de 37; 2004’te 42; 2005’te 45 ve 2006’da da 48 trilyon dolardı.

Dünya çapında her türden mali varlıklar, 1980’den 2006’ya yaklaşık 14 misli, 1990’dan 2006’ya yaklaşık 4 misli, 2000’den 2006’ya da yüzde 177,6 oranında artmıştı.

Burada gerçekten var olan değerin ve hayali değerin; kâğıt üzerinde var olan değerin toplamı veriliyor: 2006 yılında dünya GSYİH miktarı 48 trilyon dolar. Bu, şu veya bu biçimde maddi değerlerin parasal ifadesidir. Ama aynı yılda dünya mali varlıklarının toplamı ise akıl almaz bir büyüklükte: 167 trilyon dolar. Yani dünya GSYİH'nın üç mislinden fazla bir miktar. Peki, bu para nereden geliyor, kaynağı nedir?

Öyle ki, üretim sürecinden kopan uluslararasılaşmış sermayenin ancak yüzde 15'ine yakın bir kısmı doğrudan yatırımlardan; maddi değerlerin üretimine yapılan yatırımlardan ve geriye kalan yaklaşık yüzde 85'lik kısmı ise banka ve spekülasyona yatırılan sermayeden oluşmaktadır. Aşağıdaki grafikte bu durumu görüyoruz.



Öyleyse: Sermaye, birikim sürecini devam ettirmek zorundadır. Bunu yapabilmek için kredi alınır. Kredinin de sermaye hareketinde oynadığı iki rol vardır: Birincisi, sermaye çevrimini; bu anlamda sermaye hareketini ve ikincisi, kriz dönemlerinde de sermaye kıyımını (iflasları) hızlandırır.
“Dolayısıyla, kredi sistemi, üretken güçlerin maddi gelişmelerini ve bir dünya-piyasası kurulmasını hızlandırmaktadır. Yeni bir üretim tarzının bu maddi temellerini böyle bir yetkinlik derecesine yükseltmek, kapitalist üretim sisteminin tarihsel görevidir. Aynı zamanda, kredi, bu çelişkinin şiddetli patlamalarını -bunalımları- hızlandırır ve böylece eski üretim biçimini çözüp dağıtacak öğeleri oluşturur” (Marks, Kapital, C. III, s. 457).
Yaşana kriz öncesi ve sürecinde kredinin bu iki rolünü oynadığını gördük.

Sanırsam, ister işletmeler, isterse devletler ve isterse de özel alanda (hane borçlanması) olsun, borçlanmanın varmış olduğu boyutlar hakkında fazla bir şey söylemeye gerek yok.

Demek artı değer üretmenin, genişletilmiş yeniden üretimin yolları kapanmış; yani tekelci sermaye açısından emperyalizme bağımlı, yeni sömürge ülkeleri talan etmek artık “değmez” olmuş ve aynı zamanda emperyalist merkezlerde de işçi sınıfını, “eski” pazarları adam akıllı sömürmek de artık “değmez” olmuş! Bundan dolayı da Nelte'nin deyimiyle toplumsal üretimin I. ve II. Bölümleri arasındaki mübadele (ürün alım ve satımı) çökmüş; tam da bundan dolayı kapitalizm çökmüş!
R. Luksemburg'u karikatürleştiren bu unsurların, her kriz döneminde öne sürdükleri ve kriz aşılınca da hiçbir şey olmamış gibi bir sonraki krize kadar rafa kaldırdıkları teorileri ile yaşanmakta olan kapitalizm gerçekliği arasında bir bağ var mı? Bu da okura bir soru.

15 Mart 2010 Pazartesi

EŞİTSİZ GELİŞME VE BORÇLANMA

Küresel dengesizlik:
Dünya ekonomisini kasıp kavuran ekonomik kriz, ülkeler arasında uluslararası dengesizliği de bütün çıplaklığıyla ortaya koymuştur. Hiçbir şey uluslararasılaşmış sermayenin çıkarları doğrultusunda gelişmiyor. G-7 veya sonraları da G-20 ülkelerinin zirveleri, aldıkları kararlar; daha doğrusu temenniler boşa çıktı. Bunun ötesinde dünya ekonomisini, ülkeler, tekeller arası, sermayeler arası çelişkileri yumuşatarak birleştirme, bütünleştirme hayalini güdenleri de doğrulamadı. Marksist teorinin kriz dönemleri için geliştirdiği düşünceler doğrulandı. Sadece Marks değil, onun öğretisini “Emperyalizm” yapıtında geliştiren Lenin'in emperyalizm analizi; Stalin'in bu öğretiden hareketle emperyalizm ve ekonomik kriz analizleri yaşanmakta olan kriz tarafından adeta birbir doğrulandı. Hangi açılardan sorusunun cevabı bu kapsamda bir yazıyı aşar. Bu nedenle bu yazıda sadece bir sorunu ele alacağız: Ekonomik kriz ülkeler arasındaki uluslararası dengesizliği derinleştirmiş; aralarındaki çelişkileri keskinleştirmiştir; bu, kapitalizmde eşitsiz gelişme yasasının bir yansımasıdır. Hani dünya bütünleşiyor, sermayenin ulusal limanı kalmıyor; Kautsky'nin dünya tekeli oluşuyor ya! Bunun böyle olup olmadığını borç sorununu ele alarak göstermeye çalışalım.

Ülkeleri, emperyalist ve emperyalizme bağımlı, yeni sömürge ülkeler olarak değil de dış ticaret açığı veren ve vermeyen ülkeler olarak ele alalım. Bakalım bu kategorileştirmeyle nasıl bir sonuca varacağız. Şöyle; bazı ülkeler dış ticaretinde açık vermiyor, bazı ülkeler açık veriyor, yani bazıları üretiyorlar, satıyorlar ve bir dış ticaret fazlası elde ediyorlar, bazıları ise borçlanarak durumu idare ediyorlar.

Almanya kapitalist dünya ekonomisinde yıllarca ihracat şampiyonluğunu sürdürdü. Şimdi onun yerini Çin aldı. Bu ülke aynı zamanda oldukça yüksek birikim oranına sahiptir. Öyle ki, Çin'in 2 trilyondan fazla bir döviz rezervi var. Diğer taraftan dünyanın en büyük tüketicisi ve ithalatçısı ABD'dir. Bu ülkenin dış ticareti sürekli açık vermektedir. ABD, ihraç ettiğinden daha fazlasını ithal etmektedir. ABD yıllarca GSYİH'nın yüzde 5'inden daha fazlasına denk düşen bir açık verdi. Bu açık yurt dışında borçlanma ile kapatıldı.





10 sene içinde, 2000'den 2010' Çin'in dış ticaret fazlalığı 21 misli artıyor; Japonya'nın ortalama olarak yüz milyarın üstünde bir fazlalığı var; 2000'de 33 milyar dolarlık açığı olmasına rağmen Almanya'nın da fazlalığı ortalama olarak yüz milyar doların çok üstünde. Tablodaki son üç ülkede (ABD, Yunanistan ve İspanya) dış ticaret sürekli açık vermektedir. Bu ülkelerin yurt dışından sağladıkları kaynakla aşığı kapatmalarının anlamı şudur: (ABD'yi örnek alıyoruz) ABD'de borçlanmaya dayalı bir tüketim ekonomisi söz konusuydu; ekonomide büyüme tüketime dayalıydı ve faizlerin düşük olması da borç üzerinden tüketimi teşvik ediyordu. Bu tarzda “büyüme”, Amerikan ekonomisini istikrarsılaştırıyor ve istikrarsızlaşan ABD ekonomisi de dünya ekonomisini istihkarsızlaştırıyordu. Yaşanmakta olan kriz, Amerikan tüketicisini, talebi teşvik eden faktör olmaktan çıkarttı ve tasarrufa yönelmelerine neden oldu. Aynı durum borçlanması yüksek olan bütün ülkelerde de görülmektedir; örneğin Avrupa'da Yunanlılar, İspanyollar, İrlandalılar, Portekizliler, harcamalarını sınırlandırmak zorunda kaldılar, aksi taktirde borçtan boğulacaklar. Tam da bu ülkeler AB para birliğine girmekle istisnai bir yükseliş yaşamışlardı. Nedeni çok açık: Birden bire oldukça düşük faizler ödeyerek borçlanabilme ikanına kavuşmuşlardı. Ama balayı veya düşük faiz partisi sona erdi ve gerçekler ortaya çıkmaya başladı.

Kriz, ekonomide ülkeler arası dengesizliği, eşitsizliği bütün çıplaklığıyla ortaya koydu. Durumun ciddiyetini gören G-20 ülkeleri, Eylül 2009'daki toplantılarında (Pittsburg, ABD) “gelecekte ülkeler arasındaki kabul edilemez dengesizlikten kaçınalım” kararı aldılar. Peki buna hangi ülke uydu? O dönem kısa aralıklarla düzenlenen üç G-20 toplantısında katılımcı ülke devlet başkanları ve Başbakanları toplantıya girerken ortak hareket ederek krizin üstesinden gelinebileceğinden ama toplantı sonrasında da içi boş birtakım temennilerin yanı sıra kendi sermayelerini kurtarmak için teşvik paketlerinden bahsettiler. Her ülke kendi sermayesini, kendi ekonomisini kurtarma derdine düşmüştü.

Kamu açıkları girdabı ve uluslararası rekabet:
Son iki-üç sene içinde yaşananları şu perspektifle de özetleyebiliriz: emperyalist ülkelerde ve önde gelen “gelişen” ülkelerde borca karşı borçla mücadele etmek anlayışı hakim oldu. Ekonomiyi destekleme veya teşvik paketleri borca karşı borçla mücadele etmekten başka bir şey değil. Neoliberalizmin temel ilkesi olan pazarlara müdahale etmemek anlayışını ayaklar altına alan burjuva devlet, kendi sermayesini, bu durumda katışıksız ulusal sermayeyi kurtarmak için pazarlara müdahale etti.
Aslında yoğun müdahale süreci 2007'de Amerikan konut piyasasında spekülasyon krizinin patlak vermesiyle başlamıştı. 2008 yılına gelindiğinde devletler, bankalarını -bu durumda “ulusal” bankalarını- kurtarmak için kapsamlı garantiler vermek ve mali destekte bulunmak zorunda kaldılar. Dünya mali sistemini kurtarmak için bu da yetmedi; derinleşen mali kriz maddi değerlerin üretildiği sektörleri de; sanayi sektörünü de etkiledi. Kapsamlı ve derin; 1929-32 kriziyle karşılaştırılan bir fazla üretim krizi patlak verdi. Devletler bu sefer de mali sektörü; bankaları kurtarmanın yanı sıra sanayi tekellerini de kurtarmakla karşı karşıya aldılar, yani daha çok borçlanmak zorunda kaldılar. Böylece tüketim teşvik edilecek, yatırımlarda belli bir istikrar sağlanacak ve kredi tıkanıklığı olmayacaktı. Hiçbir hedefe ulaşılamadı; ABD başta olmak üzere emperyalist ülkelerin sefil hali bunu göstermiyor mu?

Kriz 'de dibe vurdu; en azından şimdilik dibe vurdu. Bu tarihten bu yana ekonomilerde belli bir canlanma görülüyor; üretimde istikrarsız, inişli-çıkışlı bir gelişme söz konusu. Ekonominin bu seyrini borç yükü etkiliyor; ekonomiyi teşvik etmek için devletin yaptığı borçlanma amacına ulaşamadığı; ancak yapay bir canlanmaya neden olabildiği için sorunu çözeceği sanılan borcun kendisi sorun oldu: Özellikle sanayileşmiş ülkelerde kamu borçlanması açıkları II. Dünya Savaşından bu yana en yüksek seviyesine fırlattı. Aşağıdaki grafikte bazı ülkeler bazında bu gelişmeyi görüyoruz.



IMF'nin hesaplamasına göre emperyalist ülkelerde; daha genişleterek ifade edersek sanayileşmiş ülkelerde borç-GSYİH ilişkisinde borçların GSYİH'ya oranı adeta sıçramalı artmaktadır. Yaşanmakta olan krizden önce, 2006'da bu oran yüzde 78 idi. 2010'da bu oran yüzde 106'ya çıktı ve 2014'te de yüzde 114'e çıkacağı tahmin ediliyor. AB ortalaması (27 ülke) 2009'da yüzde 73 idi. 2010'da bu oranın daha da yükseleceği beklenmektedir.

Sanayileşmiş ülkelerde devlet borçları hızla artıyor:



Yukarıdaki grafikte her iki ülke grubunda kamu borçlarının artış hızını görüyoruz. Sanayi ülkelerinde yaşanmakta olan krizle birlikte kamu borçları hızla artarken, “gelişen” ülkelerde kamu borçlanma oranı düşmektedir; bu ülkelerin borçlanması krizden dolayı ancak 2 puan artarak yüzde 40'a çıkmıştır, 2011'den itibaren de yüzde 35'e doğru düşeceği tahmin edilmektedir.

Hesaplamalara göre Batının sanayileşmiş ülkelerinde devlet borçları 2014 yılında yüzde 50 oranında artacak. Aslında burada belli bir orandan ziyade önümüzdeki yıllarda bu ülkelerde devlet borçlarının hızla artmasının kaçınılmaz olduğudur. Kaçınılmaz, çünkü krizden kurtulma veya önünü alma adı altında trilyon doları aşan miktarlar destekleme paketi altında harcandı. Bunlar borç olarak alınmıştı. Sonuç alınamadı; en fazlasıyla dünya çapında yayılmış olan kriz birkaç aylığına yumuşatılabildi. Kriz devam ediyor ve krize karşı mücadelede devletler ekonomiye para pompalamaktan başka bir yol göremiyorlar; yani yeniden borçlanacaklar. Ve kriz, birçok devleti kendi girdabına çekecek; bu sefer borçlanma krizi gündeme gelecek. Bu nedenle önümüzdeki yıllarda, hatta 2010'un ikinci yarısından itibaren yaşanmakta olan ekonomik krizin 2. dalga olarak derinleşmesi büyük bir olasılıktır.

Artan borç, daha doğrusu borcun GSYİH'ya oranının yüksek olması; örneğin Rogoff ve Reinhart gibi iktisatçılara göre açığın yıllık GSYİH'nın yüzde 90'ına varması, ekonomik büyümeyi olumsuz etkilemektedir. Borçlanma belli bir aşamadan sonra borçlanarak ödemeye dönüşmektedir. Bu durumda borç verenin belirlediği -genellikle yüksek faiz- koşullarda sürekli borç bulmak gerekmektedir. Bu da kaçınılmaz olarak ekonomide büyümeyi olumsuz etkiler. Bunun ötesinde devlet borçlanmasıyla enflasyon arasındaki bağ, her zaman, her koşul altında görülmese de kapitalist ekonomide göz ardı edilmemesi gereken bir olgudur.



Grafikte enflasyon oranının yüzde 20'in üstünde olduğu devletlerin toplam devletlere oranıyla aşırı borçlanmış devletleri toplam devletlere oranı arasında bir paralelliğin olduğunu görüyoruz; borçlanma arttıkça enflasyonist eğilimler de artmaktadır.

Yüksek enflasyon oranıyla yüksek devlet borçlanması arasında bağı bazı sanayileşmiş ülkelerde kurmak güç veya böyle bir bağ yok gözüküyor. ABD bu konuda bir istisna. Örneğin İngiltere, Yunanistan, ABD, Japonya, İrlanda ve Hindistan 2009 yılında oldukça yüksek borçlanan ülkeler. Bu ülkelerde borçlanma oranı yüzde 10'un üstünde. Dünya pazarlarının ve borç verenlerin gözü bu ülkelerdeki gelişmelerde. Japonya, Yunanistan, Belçika ve İtalya'da borçlanmanın GSYİH'ya oranı yüzde 100'ün üstünde; borç miktarı GHYİS' değerini geçiyor. Aşağıdaki tabloda bazı ülkelerde devlet borçlarının GSYİH'ya oranını görüyoruz.



Sanayileşmiş ülkelerde borçlanmanın yanında Hindistan hariç bric ülkelerinde devlet borlanmaları, özellikle Rusya ve Çin açısında oldukça önemsiz kalmaktadır.

Borç girdabından kurtulmak için burjuva devletin olanakları sınırlıdır. Olanaklarının sınırlı olması onun sınıfsal yapısında aranmalıdır. Devlet, üretimin hızlı büyümesi için birtakım tedbirler alabilir ve alınan tedbirler de mutlaka ekonomide hızlı bir büyümeyi beraberinde getirmez. Öznel kararlar ile politikalar ile ekonominin nesnel yasaları arasında bir örtüşme olmazsa; tedbirler, politikalar ekonominin nesnel yasalarının işleyişini dikkate almazsa hiçbir işe yaramazlar. Aynen yaşanan kriz sürecinde teşvik paketlerinin pek fazla bir işe yaramadığı gibi.
Hızla büyüyen ekonomi, daha fazla vergi geliri demektir. Borç yükünü azaltmak için bu da bir yoldur. Veya burjuvazi, paranın değerini düşürerek; enflasyonla borç yükünü hafifletme yolunu seçebilir. Burjuvazi şu veya bu tedbiri alabilir. Ama bu ve başka tedbirlerin üstünde duran nesnel gerçeklik, borç yükünü hafifletilmesi, sosyal harcamaların rafa kaldırılması, ücretlerin düşürülmesi demektir. Devlet, işçi sınıfı ve emekçi yığınların ulusal gelirdeki payını ne kadar düşürürse ve aynı zamanda bütçede sosyal giderler için harcamaları ne kadar azaltırsa, kendi kasasına ve sermayenin çıkarına o kadar çok miktar aktarır. İşçi sınıfının örgütsüz olduğu koşullarda burjuvazi bunu nispeten kolay gerçekleştirir.
Burjuvazinin borçlanma sorunu, buna bağlı olarak ulusal gelirin paylaşımı ve bütçenin yapısı, açık ki doğrudan sınıf savaşı konularıdır. Burada söz konusu olan, sömürü, talan sonucunda elde edilen artı değerin burjuvazi tarafından nasıl kullanıldığıdır. Bu değeri üreten işçi sınıfının, ürettiği değere sahip çıkması, kendini sömüren düzene karşı mücadele etmesi anlamına gelir. Hangi açıdan bakılırsa bakılsın, devletin borçlanma ve borç yükünü hafifletme politikası her koşul altında yoğunlaştırılmış sömürü ve baskı politikasıdır.

7 Mart 2010 Pazar

ÖZEL MÜLKİYET, YOKSULLUK VE ZENGİNLİĞİN KAYNAĞI

Forbes dergisi geçenlerde Türkiye'nin en zenginin 100 kişisinin listesini açıkladı. Bunların toplam serveti 87 milyar dolar. Bu 100 kişinin serveti bir yıl öncesine göre yüzde 55 oranında artmış; yani 31 milyar dolara artarak 56 milyar dolardan 86 milyar dolara çıkmış.

2009'da bu 100 kişinin toplam serveti bir yıl öncesine göre yarı yarıya eriyerek 111 milyar dolardan 56 milyar dolara düşmüş. Anlaşılan o ki krizden dolayı muazzam boyutlarda yoksulaşmışlar! Ama bir sene içinde toplam servetlerini 86 milyar dolara çıkartabilmişler. Herhalde bu sene sonunda 2008'deki 111 milyar dolar sınırını aşarlar.

Krizde işsizlerin sayısı artarken dolar milyarderlerinin sayısı azalmış; 36'dan 13'e düşmüş. Sabancı ve Koç soyadını taşıyan milyarder kalmamış. Ama bu seneki en zengin 100 kişi arasında Koç soyadını taşıyan 3, Sabancı soyadını taşıyan 2 kişi var; ekonomik kriz ortalığı kasıp kavururken; yüz binlerce işçi sokağa atılırken bunlar bir sene içinde yeniden milyarder olmuşlar.

Her kapitalist ülkede ülkenin zenginliklerini elinde toplamış, “kaymağı” yiyen birkaç aile vardır. Sabancı ve Koç da Türkiye'nin bu türden ailelerinin başında gelir. Sabancı ailesinden 13 kişinin toplam varlığı 10,3 ve Koç ailesinden de 8 kişinin toplam varlığı 7,1 milyar dolarmış.
Yaşanmakta olan krize rağmen Türkiye'nin en zengin 25 ailesinin varlığı neredeyse 2 kat artmış. Bu 25 aile Türkiye'de 60 milyar dolarlık bir serveti yönlendiriyor.
Listede yer alan ilk 10 kişinin toplam varlığı 6,5 milyar dolar artarak 22 milyar dolara çıkmış. İlk 50 kişinin toplam serveti de geçen yıl 40,7 milyar dolardan bu yıl 60 milyar dolara çıkmış.

Bu veriler ekonomik krizin nimetlerinin de olduğunu ve bundan ancak ve ancak sermaye sahiplerinin yararlandıklarını göstermektedir.

Sadece kişilerin, ailelerin değil bankaların da karı artmış. Sadece 10 büyük bankanın 2009 yılındaki karı yaklaşık 18 milyar lira. Ziraat Bankası'nın açıklamasına göre bu bankanın karı 2009 yılında brüt 4,4, net 3,55 milyar liraya çıkmış.
Bankanın Genel Müdürü Çağlar, bu karın 'yüzyılın kârı' olarak tanımlıyor.

Madalyonun bir yüzü böyledir. Diğer yüzü ise tamamen farklıdır. Madalyonun diğer yüzünü işçi sınıfı ve emekçiler; milyonlarla ifade edilen işsizler, yoksullar, açlıkla boğuşanlar oluşturmaktadır. Bir tarafta servet artarken diğer tarafta yoksulluk artıyor. Burjuvazinin servet dediği sermaye birikimi karşı kutupta kaçınılmaz olarak yoksulluk ve sefaletin yaygınlaşmasına ve derinleşmesine neden olmaktadır. Kapitalizm böyle bir sistemdir; bir kutupta zenginliği, sermayeyi, diğer kutupta da yoksulluğu üretir.

Türkiye'de yoksulluğun boyutlarını artık burjuva basın da gizleyemiyor; her ne kadar gerçek durum yansıtılmasa da temel bir sorun dilendiriliyor.
2005 verilerine göre Türkiye'de yoksul sayısı 15 milyon; yani nüfusun 20'si yoksul. Yaşanmakta olan krizden dolayı bu sayının artmış olması gerekir. İşsizlik oranı 2008'de yüzde 11'den 2009'da yüzde 14'e çıktı. Bu sadece bilinendir. Gerçek işsiz sayısı ve yoksul sayısı basına yansıyanın çok çok üzerindedir.

Bütün dünyada ve dolayısıyla Türkiye'de de zenginler ile yoksullar arasındaki gelir uçurumu kapanmıyor, tersine açılıyor. Zenginlerle yoksullar arasındaki gelir farkı gelir faklılığı 1900'lerde 1:4'ten 1960'larda 1:30'a, 1990'larda 1:60'a ve şimdilerde de 1:90'a çıkmıştır.

Eşitsizlik, gelir dağılımındaki fark ve bu farkın giderek uçuruma dönüşmüş olması bu sorunun kaynağı hakkında tartışmaları da beraberinde getirmiştir. Örneğin 1754'de Dijon Akademisi, “İnsanlar arasındaki eşitsizliğin kaynağı nedir? Bu bir yazgı mıdır” sorularını sorar. Bu sorulara cevap verenler arasında Jean Jacques Rousseau'da vardır. Konuya ilişkin çalışmasında (“İnsanlar arasında eşitsizliğin kaynağı”) sosyal ve siyasi eşitsizliğin doğal olmadığını, tanrı tarafından istenen bir şey olmadığını, insanlar arasında doğal eşitsizliğin sonuçları olmadığını; bu eşitsizliğin özel mülkiyetten, bütün zenginliklerin sömürüsünden ve özel el konulmasından kaynaklandığını yazar.
Rousseau döneminden bu güne bir taraftan gelir dağılımı arasındaki farklılaşma uçuruma dönüşürken, diğer taraftan sorunun çözümü için mücadele de sistem mücadelesi; özel mülkiyetin yerine toplumsal mülkiyet mücadelesi gelişmiştir.

Kapitalizm yoksulluğu derinleştirirken, mezar kazıcılarını da çoğaltmıştır. İşçi sınıfı ve burjuvazi arasındaki mücadele mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi mücadelesinden başka bir mücadele değildir. Yoksulluk, insanlar arasında özel mülkiyetten kaynaklanan ekonomik farklılık ancak bu mücadele ile yok edilebilir.