deneme

27 Temmuz 2002 Cumartesi

TEKELLERİN MEYDAN MUHAREBESİ

2001’de önde gelen emperyalist ülkelerden ABD, Almanya ve Japonya’da patlak veren ekonomik kriz, dünya krizine dönüştü. Bu ülkelerde sanayi üretimi II. Dünya Savaşı’ndan sonra görülen en geri seviyesine düştü. Ekonomik kriz, etkisini kaçınılmaz olarak borsalarda da gösterdi veya dünya borsalarında geçen hafta yaşanan düşüşler, krizin şiddetini göstermek bakımından bir ölçü oldu.
Emperyalist ülkelerde, özellikle de Almanya’da burjuvazinin, ekonomide olumsuz gelişme aşılmıştır, artık yükseliş dönemine giriyoruz propagandasının demagojiden ibaret olduğu son gelişmelerle bir kez daha kanıtlanmıştır.
Daha önceki dünya krizleriyle karşılaştırdığımızda bu sefer daha çok tekelin krizden etkilendiğini görüyoruz. Amerika’da görülen muhasebe skandalları, büyük tekellerin bu krizden ne denli etkilenmiş olduğunu göstermektedir.
Emperyalist burjuvazi, Enron’un iflasını, “ABD’de krizin en derin noktası” olarak yorumlamıştı. O zaman, yani 2001’de Enron, Amerikan tarihinde görülen en büyük iflastı. Şimdi WorldCom iflas etti. 107 milyar dolarlık bu iflas, Amerikan tarihinin en büyük iflası oldu. Enron’dan sonra WorldCom’un iflası ABD, AB ve Japonya’da görülen firma iflas ve çöküşlerinin doruk noktaya ulaştığını göstermektedir. Krizin devam etmesi; derinleşmesi ve kapsamlaşması, daha başka tekellerin de aynı akıbetle karşı karşıya bırakacaktır.
WorldCom, ABD’nin uluslararası ikinci büyük telefon şirketiydi. Dünya internet trafiğinin yaklaşık yarısı bu tekel üzerinden gerçekleştirilmektedir. Bu tekel, ‘80’li ve ‘90’lı yıllarda 60 firmayı satın aldı. Şimdi ise bizzat kendisi başka tekellerin avı olmuştur.
Telekominikasyon alanında faal olan uluslararası tekeller, olağanüstü bir kapasite fazlalığı oluşturmuşlardır. Kapasite arttırımı, borçlanma ve hisse senedi emisyonu vasıtasıyla sağlanmıştır. Dünya borsa krizinin sonucu olarak WorldCom hisse senedi değeri, 1999’da 64 dolardan geçen Cuma günü 9 sente düşmüştür. Muhasebe sahtekârlığının açığa çıkmasıyla WorldCom’un kaçınılmaz sonu görülmüştür.
Bu tekelin iflasında bankalar önemli bir rol oynamışlardır. 25 bankadan oluşan bir bankalar grubu, WorldCom’a verilen kredileri mahkeme yoluyla dondurma yolunu seçmiştir. Neden olarak da 30 milyar dolar borçlu olan bu tekelin muhasebe sahtekârlığı yapması gösterilmiştir. Sanki kendileri bu sahtekârlığı yapmıyorlar ve WorldCom’un sahtekârlığını da ilk defa duyuyorlar! Bankaları bu tavrı WorldCom’un iflasının açıklanması anlamına geliyordu. Öyle de oldu.
Bu tekelin iflası, şimdiki dünya krizinde sermaye ve işyeri kıyımının yeni boyutlarını göstermektedir. İflasa başvurulduğunda tekelin değeri 107 milyar dolardı. Bu miktar tek başına İrlanda’nın GSMH’na (102 milyar dolar) veya Macaristan ve Çek Cumhuriyeti’nin GSMH toplamına (50+54 milyar dolar) şu veya bu şekilde denk düşmektedir. Ama şimdi spekülatörler ve rakip tekeller, WorldCom’un en değerli bölümleri için sadece ve sadece 15 milyar dolarlık bir değer biçiyorlar.
IMF ve Dünya Bankası’nın yeni sömürge ülkelerde uyguladıkları programların sonucunda iflas eden firmaların veya spekülatörler tarafından iflas sürüklenen firmaların ucuza kapatılması olgusunu, özellikle “Asya Krizi” döneminde Güney Kore ve başka ülkelerde görülen gelişmeleri şimdi devasa boyutlarda bazı emperyalist ülkelerde görmekteyiz.
Tekellerin iktisadi meydan muharebesi üretim kapasitelerini yok etmeye hizmet ediyor. Her fırsat kullanılarak rakip ortadan kaldırılıyor, yok ediliyor ya da değeri yapay olarak düşürülerek devralınıyor.
Kapasite düşürümü, sermaye kıyımı ve işyeri yok edilmesinden, işçilerin kitlesel olarak sokağa atılmasından başka bir anlam taşımaz. Emperyalist burjuvazinin bu gelişmeyi engellemek için aldığı hiç bir tedbir sonuç vermemiştir. Üretimin bugünkü uluslararasılaşması boyutlarını göz önünde tutarsak ulusal-devlet tedbirlerinin fazla bir öneminin olmadığını görürüz.
Önde gelen emperyalist ülkelerde burjuvazinin iddiasının aksine ekonomik kriz, en derin noktasına henüz ulaşmamıştır, aksine dünya krizi olarak kapsamlaşmakta ve derinleşmektedir.

26 Temmuz 2002 Cuma

DÜNYA EKONOMİSİ VE KRİZ

Dünya ekonomisi 2. Dünya savaşından bu yana en derin krizinde. Dünya ekonomisinin üç büyük merkezi olan ABD, Japonya ve AB´de sanayi üretimi 2. Dünya savaşından sonra görülen en derin düşüş sürecinde. Dünya ekonomisini kontrol eden bu üç rekabet merkezindeki ekonominin gelişme seyri, mevcut haliyle ekonomik kriz, diğer ülkelerin ekonomilerini, dolayısıyla bütün dünya ekonomisini kendi girdabına çekmektedir.

Önde gelen çok uluslu tekeller, kapsam ve derinliği henüz kestirilemeyecek bir ölçüde fazla üretim krizi içindeler. Bu seferki fazla üretim krizinde tekeller, önceki krizlere oranla daha güçlü olarak etkilenmekteler. Örneğin 1990/91-94 dünya krizi döneminde 100 Amerikan tekeli arasında 32`sinde (1992) ciro düşüşü görülmüştü. Ciro düşüşü olan tekel sayısı 1993`te 40`a çıkmıştı. Bu kriz döneminde görülen ciro düşüşleri pek derin değildi. Sadece az sayıdaki tekelde ciro düşüşü %10`dan fazlaydı. Bu seferki krizde ise durum, krizin derinliği ve tekellerin etkilenmeleri bakımından oldukça farklı. Daha 2001`de önde gelen 100 Amerikan tekeli arasında 45`inde ciro düşüşleri oldu. Ciro düşüşü 20 tekelde %0 ila %5; 12 tekelde %5 ila %10 ve 13 tekelde de %10 ila %40 arasındaydı.

Benzeri bir gelişmeyi Alman ekonomisinde de görmekteyiz. Bu ülkenin önde gelen tekellerinde ciro düşüşü 2001 yılı itibariyle, Daimler-Chrysler‘de %5,9; E.on‘da %5,7; BHSF`de %9,6; Ergo Sigorta`da %5,7; RWE-Dea`da %5,6; AMB Generali Holding`de %10,2; Infineon Technologies`de %22,1; MAN`da %26,3 ve Degussa`da da %29 oranındaydı.

Bu veriler ve son hafta içinde dünya borsalarında görülen şiddetli düşüşler ve ABD`de yaşanan şirket bilanço skandalları, dünya ekonomisinde hâkim konumda olan tekellerin bu seferki dünya ekonomik krizinin patlak vermesinde önemli ölçüde etkili olduklarını göstermektedir.

Üretimde ve ciroda görülen düşüşler, tekeller arasındaki yok etme, birbirini yutma veya uluslararası çapta sürdürülen iktisadi meydan muharebesine neden olan çelişkileri kaçınılmaz olarak daha da keskinleştiriyor ve kapsamlaştırıyor. Böyle bir süreçte tekeller arasındaki güçler dengesi; önde gelen tekeller arasındaki güç dengesi sıçramalı olarak değişir. Bunun böyle olduğunu ve başka türlü olamayacağını tekeller arasında sürdürülen iktisadi meydan muharebesinde; yok etme, zayıflatma ve devralma stratejilerinde görüyoruz. ABD`de ENRON ve WORLDCOM`un başına gelenleri biliyoruz. 2001 yılı itibariyle Avrupa`nın en büyük 500 tekeli arasında da güç değişimi olmuştur. Özellikle enerji, telekomünikasyon ve bankacılık alanlarında tekellerin güç kıstasına göre yapılan sıralamasında yer değişimi olmuştur. Bazı tekeller ilk sıralara doğru tırmanırken (örneğin BASF 50. sıradan 40. sıraya, RWE 31. sıradan 15. sıraya) bazı tekeller gerilemişler, ya iflasa sürüklenmişler ya da başka tekeller tarafından ucuza devralınmışlardır. Bu gelişmenin, sosyal sonucu işçilerin kitlesel olarak işten atılmaları olmuştur.

- Sanayi Üretimi ve Krizin En Derin Noktası

Emperyalist ülkelerde burjuvazinin ekonomi uzmanlarına hazırlattığı tahminlerin hiçbirisi tutmamıştır. Kriz en derin noktasına ulaştı, artık yeniden yükseliş sürecine giriyoruz vb. sözlerin beş paralık değerinin olmadığını, yığınları aldatmak, dikkatlerini ekonomiden çekmek amaçlı demagoji olduğunu söz konusu bu rekabet merkezlerindeki sanayi üretiminin seyri göstermektedir.

ABD, Almanya ve Japonya`da sanayi üretimi seyri (1995=100)

ABD ALMANYA JAPONYA

Yıllar oran zincirleme oran zincirleme oran zincirleme
endeksi (1) endeksi (1) endeksi (1)
1978 69,4 6,0 80,7 2,5 63,0 6,4
1980 69,7 -2,8 84,7 -0,1 70,8 4,7
1981 70,9 1,7 83,1 -1,9 71,5 1,0
1982 67,0 -5,5 80,4 -3,2 71,7 0,3
1983 69,5 3,7 80,9 0,6 73,8 3,0
1990 86,5 -0,2 101,8 5,1 104,4 4,1
1991 84,8 -2,0 104,7 2,8 106,2 1,7
1992 87,5 3,2 102,4 -2,2 99,7 -6,1
1993 90,5 3,4 95,5 -6,7 95,9 -3,8
1994 95,4 5,4 99,6 4,3 96,8 0,9
1998 116,9 4,7 106,2 3,3 98,5 -7,1
1999 121,8 4,2 107,7 1,4 99,3 0,8
2000 128,6 5,6 113,4 5,3 105,2 5,9
2001 124,5 -3,2 113,3 -0,1 96,8 -7,9
1) Bir yıl öncesine göre

Gerçek durum böyle olmasına rağmen emperyalist burjuvazi, geçiciliği ifade eden birtakım göstergeleri, krizin aşıldığı anlamında yorumlamaya devam ediyor. Yani tekil veriler, esas bağlamından kopartılarak, amaca uygun yorumlanıyor. Bir kaç örnek. Geçen Mayıs ayında ABD`de işsizlerin sayısındaki (resmi verilere göre) gerileme, Amerikan tekelci burjuvazisi tarafından “yükselişin başlangıcı” olarak yorumlandı. Ama Haziran ayında işsizlerin sayısında yeniden artış oldu. Çünkü tekeller işçileri kitlesel olarak işten attılar. Almanya`da geçen Nisan ayında ihracatın ve siparişlerin artması, ekonominin yeniden yükselişe geçmesi olarak yorumlandı. Oysa bu gelişme, kriz içinde bir iniş-çıkışın, dengesiz gelişmenin ifadesiydi ve kapitalist ekonominin seyrinde, kriz döneminde de böylesi iniş-çıkışlar normal bir görünümdür. Ama soruna perakende cirolarındaki ve yatırımların 2001 yılı itibariyle %4,7 gerilemesi göz önünde tutulursa, yani perakende cirosu bazında satışların gerilediği, yatırımların düştüğü göz önünde tutulursa, Nisandaki sipariş ve ihracat artışının belli bir dengesiz gelişmeyi ifade ettiği görülür.

ABD`de sanayi üretiminin gerilemesi, geçici olarak durağanlaşmıştır. Yani üretimin düşmesi durmuş ve belli bir üretim artışı da görülmüştür. Bunun nedeni stokların eritilmesidir. Örneğin bu yılın ilk çeyreğinde ABD`de sanayi üretimi stok değeri 119 milyar dolardan 28 milyar dolara düşmüştür ve ayrıca, kısa bir zaman için de olsa sanayi üretiminde belli bir artış olmuştur. Bu gelişme, Amerikan burjuvazisinin, ekonomide gidişatın olumlu olduğu yorumunu yapmasına neden olmuştur. Oysa ekonominin devrevliğinin her bir aşamasında ve bir bütün olarak ekonomide inişlerin, çıkışların, zikzakların olması doğaldır. Krizde de olsa ekonominin sürekli iniş içerisinde olması düşünülemez. Örneğin satışlar gerilese de, üretim belli bir zaman daha devam eder; Stok üretimi. Ama belli bir noktadan sonra üretim durur veya yavaşlatılır. Bu süreç içinde de stoklar eritilir.

- Borsalardaki Hareketlilik

Enron`un iflasını emperyalist burjuvazi, “ABD`de krizin en derin noktası” olarak yorumladı. Gelişmeler burjuvaziyi bir kez daha yalanladı. Bilanço skandalları ve devam eden fazla üretim krizinin başka tekelleri de girdabına çekmesi, dünya borsalarında yıllardan beri görülmeyen değer kayıplarına neden olmuştur. Geçen Çarşamba (24.07.02) dünya borsaları için bir “kara Çarşamba” olmuştur. ABD`de Daw Joues, Nasdaq, Almanya`da Dax, Fransa`da Coc40, İngiltere`de FTSE100, bunun ötesinde Rusya`da, Japonya`da ve dünyanın başka ülkelerinde endeksler, Worldcom`un iflasa gidişinin açığa çıkmasından sonra birkaç sene önceki değerlere düşmüşlerdi.

Şüphesiz dünya borsalarında yaşanan “kara Çarşamba”, 1929`da yaşanan “kara Cuma” ile karşılaştırılabilecek boyutta bir çöküşün ifadesi değildi. Ama sermaye kıyımı bakımından durum farklıydı. 1929`da borsa krizi sonucunda kıyıma uğrayan sermaye miktarı; yani hisse senetlerine yatırılan sermaye miktarı, ABD`de 50 milyar dolardı. Ama şimdi, Mart 2000`den bu yana ABD borsalarında kıyıma uğrayan, yok edilen hisse senetlerine yatırılmış sermaye miktarı, 1400 milyar dolar tutarında. Bu miktar dünya çapında 7000 milyar dolara varmaktadır. Yani bugün borsa değerleri, oransal olarak 1929`daki kadar gerilememesine rağmen, hisse senetlerine yatırılan ve yok olan sermaye miktarı 1929`daki krizin birkaç mislidir.

Borsalarda yok edilen sermaye miktarının ABD açısından 1400 ve bütün dünya çapında 7000 milyar dolar olması, bu gelişmeden mali sermayenin mutlaka yoğun etkilendiği anlamına gelir. Son birkaç günün gelişmeleri bunun böyle olduğunu, mali sermayenin bu gelişmeden oldukça etkilendiğini göstermiştir. Öyle ki bankalara güven kalmamıştır.

Borsalardaki bu gelişme, tekelleri zor durumda bırakmıştır. Çünkü borsalar, bugün, Lenin`in tespitinin aksine, süreç içinde uluslararası üretimin yeniden örgütlenmesinin önemli düzenleyici araçlarından birisi olmuştur. (Lenin, “Emperyalizm“ yapıtında “serbest rekabetin egemen olduğu eski kapitalizmin yerini, tekellerin egemen olduğu yeni kapitalizmin alması, ifadesini, başka şeylerin yanı sıra, borsanın öneminin azalmasında bulmaktadır“ tespitini yapar. Bkz. C. 22 s.221/222 Alm. Lenin`in bu tespiti o dönem için doğruydu. Ama emperyalizme, tekelci devlet kapitalizminde görülen içsel gelişme, kapitalist üretim biçiminin uluslararasılaşma boyutları, yani üretimin ve sermayenin (banka, borsa vs) uluslararasılaşması, uluslararası alanda sermaye birleşmeleri, “küreselleşme”, borsaların önemini yeniden arttırmıştır. Bu gelişmenin açıklanması ve teorik olarak temellendirilmesi başka bir yazının konusudur. Ama açıklama çerçevesinde de söylenmesi gereken, bugün “borsaların azalan öneme” (Lenin) sahip olmadıklarıdır.) Borsa, sermaye birikiminin önemli kaynaklarından birisidir ve bu alandaki kriz, bu önemli sermaye birikimi kaynağının sınırlandırılması anlamına gelmektedir. 2001`den bu yana yeni hisse senedi çıkartılmıyor. Bundan dolayı zorunlu yatırımlar yapılmıyor ve aşırı borçlanma riski artıyor. Sürekli kredi alabilmek için yeni hisse senetlerini piyasaya sürme yerine mevcut olanların değeri yapay olarak arttırılıyor. Yani yaygın bir şekilde mali sahtekârlığa, bilanço çarpıtmalarına başvuruluyor. Bilanço skandallarına ABD`den birkaç örnek verebiliriz. Son dönemlerde ABD`nin önde gelen tekellerinden MERCK, ADELPHIA, XEROX, IMCLONE, TYCO, MERRILL LYNCH, GLOBAL CROSSING, ENRON ve son olarak da WORLDCOM bilanço sahtekârlığına başvurmuşlardır. Yaşanan ekonomik, kriz birçok tekelin iflasına neden olmuştur. ABD`de görülen son dönemin büyük tekel iflaslarının başında gelen tekeller şunlardır.

Tekel Adı İflas Yılı Miktar (Milyar dolar)

Worldcom 2002 107
Enron 2001 63
Texaco 1987 36
Fin. corp. 1988 34
Global Crossing 2002 26
Adolphia 2002 24
Pacific Gas 2001 21
M corp 1989 20
Kmart 2002 17
NTL 2002 17

Sadece 2002 yılında iflas eden yukarda belirtilen tekellerin toplam iflas değeri 191 milyar dolar. 2001/2002 iflas değeri toplamı ise 275 milyar dolar. Yani bu miktarlara varan sermaye yok edilmiştir, kıyıma uğramıştır. Worldcom, Amerikan tarihinin en büyük iflasıdır.

Önceki yazılarımızda dünya ekonomisinin yeni bir fazla üretim krizine doğru bir seyir izlediğini, bazı emperyalist ülkelerin (ABD, Almanya, Japonya vs) fazla üretim krizi sürecinde olduklarını ve yeni bir fazla üretim krizi patlak verirse bundan, daha önceki krizlerle karşılaştırıldığında, tekellerin daha yoğun etkileneceği tespitini yapmıştık.

Gelinen nokta, fazla üretim krizinin belli ülkelerle sınırlı kalmadığını ve bir dünya krizine dönüştüğünü göstermektedir. Bu krizin ne zaman ve nasıl sonuçlanacağını tahmin etme durumunda değiliz. Ama bu krizin şimdiden tespit edebileceğimiz bazı özellikleri vardır.

- 2001`de başta ABD, Japonya ve Almanya’da patlak veren ve 2002`de dünya krizine dönüşen bu fazla üretim krizi, emperyalist burjuvazinin her derde deva olarak öne sürdüğü “küreselleşme” ve krizlerin sonu savının çürütülmesidir.
- Bu kriz, “küreselleşme‘nin bütün iktisadi ve sosyal sonuçlarını, borsanın önemini arttırarak gözler önüne sermektedir.
- Bu krizden, geçmişleriyle karşılaştırdığımızda, daha çok tekelin yoğun bir şekilde etkilendiğini ve aynı zamanda dünya krizinin patlak vermesinin önemli bir nedeni olduğunu göstermiştir.
- Daha öncekileriyle karşılaştırdığımızda bu kriz döneminde –bugüne kadar- kıyıma uğrayan, yok edilen sermaye miktarının akıl almaz boyutlara vardığını göstermektedir. Örneğin, sadece ABD`de sanayi üretimi kapasitesi 1990`lı yılların başından bugüne 1,5 misli artmıştır. Bu ülkede krizin başlamasından bu yana sürekli sermaye kıyımı yapılmasına, yani kapasite indirimine gidilmesine rağmen, kapasite fazlalığı hala %25`tir. Yani sermaye kıyımına (makine, üretim vb olarak) devam edilecektir. (Dünya otomobil sektöründe ise toplam kapasite fazlalığı %40`tır. Yani mevcut otomobil fabrikalarının üretiminin neredeyse yarısının yok edilmesi söz konusu).
- Sermaye kıyımı, mevcut kapasitelerin yok edilmesi anlamına geldiği için, aynı zamanda bu, işçilerin kitlesel olarak sokağa atılması, işsizler ordusunun sayısal olarak artması demektir. Özellikle ABD ve Almanya`da emperyalist burjuvazinin görüşünün aksine, bu ülkelerde işsizlerin sayısı daha da hızlı bir şekilde artacaktır. Çok sayıda tekelin krizde olması veya krizden etkilenmesi, işçilerin kitlesel olarak sokağa atılacağının açık ifadesidir.
- İşsiz sayısının artması, yığınların alım gücünün daha da düşmesi anlamına gelir. Bu da krizin devamını sağlayan bir durumdur.
- Ekonomik kriz, iflasların sıçramalı artması demektir. Dünya çapında iflasların sayısı son dönemlerde olağanüstü artmıştır. Bu iflaslardan dolayı bu yılın ilk yarısında işyerini kaybedenlerin sayısı 300 bin civarındadır. Sadece Almanya`da iflas eden firma sayısı 2001 yılında, daha öncesine göre %15 artarak 32200`e çıkmıştır ve bu yılın ilk yarısında da bu eğilim %25,2 oranında artarak güç kazanmıştır.
- Bu kriz de, hükümetlerin aldığı ulusal-devletsel kriz yönlendirmesiyle, krizin üstesinden gelinemeyeceğini bir kez daha göstermiştir. Dünya ekonomisinin her bir ulusal parçasının içice girmişliği, üretimin ve mali piyasaların uluslararasılaşma derecesi, krizi önlemeye hizmet etmesi gereken kriz önlem ve düzenleme olanaklarını boşa çıkartmıştır. Örnek; ABD`de kredi faizleri 40 yıl öncesinin seviyesine (%1,75) düşürülmesine rağmen ne yatırım kredilerinde nede tüketici kredilerinde bir canlanma olmuştur. Yani üretim teşvik edilememiştir. Tersine ABD`de faizlerin düşmesi, sermayenin bu ülkeden kaçmasına ve AB ülkelerine akmasına, yani Euro`nun Dolar karşısında değer kazanmasına neden olmuştur.
- 2002 dünya ekonomik krizi, önde gelen emperyalist ülkelerde görece eş zamanlı patlak vermiştir. Ama buna rağmen eşit olmayan gelişme yasası etkisini başka bölgelerde/ülkelerde gösteriyor. Örneğin Doğu Avrupa ülkelerinin bir kısmında ekonomik kriz henüz başlıyor ve bu gelişme, AB ülkelerini kaçınılmaz olarak olumsuz etkileyecektir. Bunun ötesinde Latin Amerika‘da Arjantin, Uruguay, Paraguay gibi ülkeler krizle boğuşuyorlar. Türkiye`de, jeostratejik konumundan dolayı ve Amerikan emperyalizminin jeopolitik çıkarlarına hizmet olasılığından dolayı 2001`den bu yana devam eden ekonomik krizi aşmak için aldığı mali yardımın etkisiyle üretimde görülen, ama henüz krizi aşmaya yetmeyen görece üretim artışının devam edip etmeyeceği belirsizdir.

Türk ekonomisinde söz konusu olan belli canlanma, dünya krizinin ortaya çıkaracağı bazı olanaklardan yararlanarak üretimin görece hızlı artışına neden olabileceği gibi, dünya krizinin derinleşmesi durumunda, dış mali “yardım“ın durmasına ve krizin yeniden derinleşme sürecine girmesine de neden olabilir.

21 Temmuz 2002 Pazar

ÜÇGENİN ORTADOĞU AYAĞI

ABD Savunma Bakanı Yardımcısı P. Wolfowitz, Amerikan Dışişleri Bakanlığında “3 numara” konumunda olan M. Grossman ve ABD’nin Avrupa’daki Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral J. Ralston’ın aynı anda Türkiye’yi ziyaretleri ve ele alınan konu, Amerikan emperyalizminin yeni bir Irak savaşına başlamak için hazırlık içinde olduğunu göstermektedir. Balkanlardaki çelişkiler şimdilik emperyalist “barış”la bastırıldı. Afganistan’da da emperyalist “barış”ın hâkim kılınması için uğraşılıyor. Daha ziyade Afganistan’da olmak üzere Amerikan emperyalizmi bu iki bölgede amacına ulaştı. Ama Ortadoğu’da durum farklı.
Irak’a karşı emperyalist savaşın üzerinden on seneden fazla bir zaman geçti ve emperyalist koalisyon, Irak rejimini dize getiremedi. Bu on senelik zaman içinde emperyalist ülkelerin Ortadoğu’daki çıkar çelişkileri, Irak’a karşı ortak hareket etme nedenlerini gölgede bıraktı. Bu zaman zarfı içinde ABD ve İngiltere hariç emperyalist koalisyonun bütün diğer emperyalist ülkeleri, Irak ile petrol üretimi için anlaşmalar imzaladılar. Bu anlaşmaların yürürlüğe girebilmesi için uygulanan BM ambargosunun kalkması gerekiyor. Bu durumda kaybeden ABD ve İngiltere olacak. Bu iki emperyalist ülke, özellikle de Amerikan emperyalizmi, sadece Irak petrolü üzerindeki kontrolü değil, Ortadoğu’daki kontrolü AB, Çin, Rusya ve Japonya lehine kaybetmekle karşı karşıya kalacak.
Amerikan emperyalizmi bu durumu kendi lehine değiştirmenin zamanının geldiği anlayışında olmalı ki Irak’a saldırıyı bütün dünyanın gözü önünde örgütlemeye başlamıştır.
Amerikan emperyalizmi, Irak’a ilk saldırıda ve Afganistan savaşında olduğu gibi, İngiltere hariç emperyalist ülkelerin desteğini alamayacağını çok iyi biliyor. Balkanlarda olduğu gibi belli bir işbirliğinin de olasılığı güç. Amerikan emperyalizminin yeni bir Irak savaşı için BM’i kalkan olarak kullanma olasılığı da oldukça zayıf. Amerikan emperyalizminin Filistin merkezli “Ortadoğu Planı”nın diğer emperyalist ülkeler, özellikle de AB, Rusya ve Çin tarafından kabul edilmemesi ve bu plana Arap ülkelerinin mesafeli yaklaşması, yeni bir Irak savaşını ABD’nin İngiltere ile birlikte sürdüreceğini ve sınırlı sayıda yedek kullanılabilir ülkelerin daha da önemli duruma geldiklerini göstermektedir. Bu ülkelerden birisi ve şimdiki durumda en önemlisi Türkiye’dir. Türk burjuvazisi de bu durumun bilincinde. Bu nedenle “bir koyup üç alma” işini önceden halletmeyi düşünüyor. Amerika’nın kararlılığı durumunda stratejik ortaklığımızın gereğini yerine getiririz diyerek Türkiye’nin bu savaşta da Amerikan çıkarları için kullanılmasına “yeşil ışık” yakıyor.
Dünya konjonktürü, Irak’a karşı savaşta Türkiye’nin kullanılması için Türk burjuvazisinin öne sürdüğü üç şartın ABD tarafından kabul edilir olduğunu gösteriyor. Yeni bir emperyalist koalisyonun kurulamayacağı ve Arap ülkelerinin, Filistin sorununun güncelliğinden dolayı da ABD’ye karşı mesafeli durmaları, Amerikan emperyalizmini Türk burjuvazisinin koşullarını kabule zorlamaktadır.
Irak’a yeni bir saldırı, Balkanlarda, Afganistan’da ve ilk Irak savaşında olduğundan farklı olarak iki emperyalist ülkenin petrol için savaşı olacaktır. Bu savaş, aynı zamanda diğer emperyalist ülkelere karşı da bir gövde gösterisi olacaktır. Bu savaş, Ortadoğu’daki dengeleri tamamen ABD lehine çevirmeye hizmet edecektir.
Bu savaşta, Irak rejiminin karakterinden bağımsız olarak Irak halkının yanında yer almak gerekir.

15 Temmuz 2002 Pazartesi

FİLİSTİN, FİLİSTİN...!

ABD Başkanı G. W. Bush, bir “Ortadoğu konuşması”nda (24 Haziran) Filistin halkını yeniden tehdit etmiş ve Amerikan emperyalizmine ve siyonist İsrail’e tam teslimiyeti talep etmiştir. Bush, söz konusu konuşmasında yanlış anlaşılmaya meydan vermeyecek bir biçimde şöyle diyordu:
“Filistin halkını, terörist zanlısı olmayan yeni önderler seçmeye çağırıyorum. Filistin halkı, yeni önderlere ve yeni kurumlara sahip olursa...ABD, bir Filistin devletinin kurulmasını destekler”.
Bush’a göre Filistin devleti, önce, “geçici” olmalıymış. Topraklarının kapsamı, sınırları, başkenti, ancak sonraları; üç sene sonra tartışmalarla tespit edilmeliymiş. Bunun olabilmesi için de Filistin halkı, bu dayatmalara evet diyebilecek, ABD-İsrail çıkarlarına hizmet edecek reformları uygulayabilecek yeni bir önderlik seçmeliymiş. Ancak bütün bunlar ve en sonunda da İsrail, güvenlik açısından sorunum kalmadı dediğinde “geçici” Filistin devleti kalıcı kurumlaşma olacakmış.
Kovboy Bush, böyle buyurdu. Amerikan emperyalizmi son olarak Filistin halkını böyle tehdit etti. Yani ya koşullarımızı kabul edersin, ya da bölgedeki köpeğim/uşağım İsrail, savaşına devam eder mesajı verildi.
ABD Başkanı Bush’un bu açıklaması, S. Arabistan ve Mısır gibi ülkelerin de çıkarlarına uygun olduğu için ne Arap dünyasında ne de önde gelen emperyalist ülkelerde tepkiyle karşılandı. Öyle ki Alman hükümeti, Bush’un bu tehdidini “tamamen ve tamamen” desteklediğini dışişleri bakanı vasıtasıyla açıkladı.
Bush’un bu tehdidi sadece bir durum tespitini ifade ediyordu. Oslo süreci tarihe gömülmüş ve reformizmden, emperyalist çözüme güvenenden çıkartılması gereken derslerle dolu bir süreç olarak tarihin çöplüğüne atılmıştır.
Filistin halkının bir devleti olmalıdırı artık İsrail bile tartışmıyor. Tartışılan, nasıl bir devletin kurulması gerektiğidir. Filistin halkı on yıllarca tam bağımsız bir Filistin için mücadele etti ve bu haklı mücadelesinde bütün dünya halklarının desteğini aldı. Filistin yönetiminin reformist çizgisi, Filistin halkının bağımsızlık mücadelesini bugünkü hale getirdi. Şimdi Amerikan emperyalizmi ve Siyonist İsrail, kendi çıkarlarına uygun düşen bir Filistin devletinin kurulması için istediklerini kabul edecek bir Filistin önderliği talep ediyorlar. Arafat önderliğindeki Filistin yönetiminin Amerikan-İsrail talebini yerine getiremeyeceği anlaşıldığından dolayı da bu savaş devam ediyor. İstenilen yeni yönetim, ABD-İsrail tarafından talep edilen Filistin “devleti”ni kurmaya, dayatılan her talebi yerine getirmeye ve radikal dinci gruplara karşı İsrail adına savaşmaya hazır olması gereken bir önderliktir. Bu nedenle Arafat’ı yıpratma politikası, zaten yıpranmış durumda olan Arafat ve onun önderliğindeki yönetimi devre dışı bırakma politikası olarak sürdürülüyor.
Gazze Şeridi hariç Filistin yönetimi altındaki topraklar 50 ayrı parçaya bölünmüş durumda. Yani Batı Şeria’da birbiriyle bağı olmayan 50 parçadan oluşan bir otonomi bölgesi var. İsrail, bu statükoyu kabul ettirmek istiyor. Kurulacak Filistin devletinin değil, doğrudan İsrail’in kontrolü altında olan bir Batı Şeria, İsrail’in hedefidir ve o, bu hedefine Amerikan emperyalizminin yoğun desteğiyle sürdürdüğü savaş ve göçe zorlama politikasıyla ulaşmak istiyor.
Siyonist İsrail ve ABD, Arafat’ı muhatap olarak görmediklerini açıkladılar. Bu, Filistin halkına yeni bir önderlik seç, taleplerimizi kabul edecek bir önderlik seçin tehdidinden başka bir anlam taşımıyor. Daha şimdiden Arafat’ın siyasi yaşamının 6 ay sonra yapılacak seçimlerle son bulacağı varsayımında bulunuyorlar. Yani İsrail, Filistin’i daha 6 ay boyunca yakıp yıkmaya ve Filistinlileri katletmeye devam edecek.
Seçimin sonuçları nasıl olur, bunu bilemeyiz. Ama her halükarda iki süreçle karşı karşıya kalacağız; Ya Arafat seçimle gider ve İsrail’in istediği bir önderlik yönetimi ele alır, ya da Arafat, seçimlerden muzaffer çıkarak yönetimde kalır. Birinci durumda ne olduğu belli olmayan, en fazlasıyla bir İsrail eyaleti gibi bir Filistin “devlet”i kurulur. İkinci durumda ise savaş devam eder. Her ikisi de istenmeyen durumdur. Her iki olasılık da Filistin halkının bağımsızlık özlemini ifade etmeyecektir.

14 Temmuz 2002 Pazar

1001 DÜŞMANLI AFGANİSTAN!



Afganistan Başkan yardımcısı Abdul Kadir’in öldürülmesi, Taliban’a karşı savaşın askeri olarak kazanıldığını, ama savaşın henüz sonuçlanmadığını bir kez daha göstermiştir. Aşiretler ve etnikler mozaiği Afganistan’da “ulusal” çaplı siyasetçilerin ve komutanların ortadan kaldırılması pek zor bir iş değil. “Kuzey İttifakı”nın önde gelen komutanlarından Tacik asıllı Mesud’un öldürülmesi ve bu yılın Şubat ayında Afganistan Turizm Bakanının havaalanında linç edilmesi buna birer örnektir.

Amerikan emperyalizmi önderliğinde emperyalist ittifak, “Kuzey İttifakı”nın da doğrudan katkısıyla Taliban rejimini devirdi. Bu anlamda Afganistan Savaşı askeri olarak kazanılmış oldu. Afganistan, şimdilik emperyalist koalisyonun kontrolü altında. Ama Afganistan’da ve Afganistan üzerinde mücadele/savaş değişik biçim ve yoğunlukta devam etmektedir.

Afgan “ulusal” meclisi Loya Jirga’nın oluşumu ve toplanması bu ülkede ulusal birliğin olmadığını, ülke bütünlüğünün feodal ve etnik yapıları arasında dengenin sağlanmasıyla ancak sağlanabileceğini göstermiştir. Henüz kapitalist uluslaşma sürecinde dahi olmayan bir ülkede “ulusal bütünlüğün” etnik ve feodal güçler dengesi göz önünde tutularak sağlanıyor olması, sadece, toplumsal durumun nesnelliğini ifade eder.

Afganistan’ın son birkaç on yıllık tarihine baktığımızda bu nesnelliği görürüz. Sovyet istilasına karşı savaşanlar, Afganistan’ın ulusal birliğini ve ulusal kurtuluşu için savaşmamışlardı. Çıkarları zedelendiği için esas düşmana; bu zedelenmenin nedeni olan güce karşı birleşmişlerdi. Sovyetler Birliği’nin çekilmesinden –daha doğrusu zorlu mücadele ile ülkeden kovulmasından- sonra etnik yapılar ve feodal güçler arasında yıllarca devam eden kanlı çatışmalar, Taliban rejiminin kurulmasıyla zora dayanan kontrol altına alınmıştı. 11 Eylül saldırısını bahane eden Amerikan emperyalizmi, Avrasya jeopolitikasında çok önemli stratejik bir konuma sahip olan Afganistan’a saldırmakta ve bu ülkeyi işgal etmekte gecikmedi. Bu savaşı da destekleyen ve desteklemeyen etnik yapılar ve feodal güçler vardı/var.

Loya Jirga’da siyasi güçler dağılımında temel ilke, bütün etnik yapıların ve feodal güçlerin nüfuzuna göre memnun edilmeleriydi. Bu meclisteki yetki dağılımında memnun olan etnik yapılar ve feodal güçlerin yanı sıra memnun olmayan, ama yoğun Amerikan, Türkiye (örneğin Özbekler üzerinde) baskısı ve tehdidiyle şimdilik sesini çıkartmayanlar da var.

Ulusal” hükümet; Karzai önderliğindeki Afganistan hükümeti, işgal güçlerinin varlığından dolayı hükümet olarak var. Bu hükümetin siyasi nüfuzunun Kabil dışında geçerli olduğunu söylemek olası değildir. Afganistan’da her etnik grubun, her aşiretin önderi bir savaş ağasıdır. Kendi “meclis”lerinde Afganistan’ın değil, kendi çıkarlarını esas alan kararlar alırlar ve uygularlar. Afganistan’ın esas yönetim bu güçlerin elindedir. Çıkarlarının zedelendiğini gören veya sanan her savaş ağası, savaş başlatabilir.

Sorun, etnik grupların ve feodal güçlerin çıkarlarının ön plana çıkartılması olduğu için bu ülkede merkezi hükümetin ve yerel savaş ağalarının 1001 düşmanı vardır. Hangi güçlerin, hangi biçimde niçin birlikte hareket edecekleri ile “ulusal” çıkarlar arasında hiçbir ilişki yoktur.

Son gelişmeler, özellikle Amerikan uçaklarının bir köyü bombalamasından (48 ölü, 170 yaralı, Urusgan eyaleti, Kakarak köyü) ve Başkan yardımcısının Kabil’de öldürülmesinden sonra bölge valisi statüsünde olan ve de olmayan savaş ağaları, kendi yerel askeri güçlerini güçlendirmeye yöneldiler. Bunların hiçbirisi, hakimiyet bölgelerini terk etmiyorlar.

Bu gelişmeler Amerikan varlığına karşı tepkilere neden oluyor ve işgalci güçlere karşı güvensizliği arttırıyor. Geçen Perşembe günü Amerikan işgaline/varlığına karşı tepkisini dile getirmek isteyen 200 Afgan Kabil’de gösteri yaptı. Amerikan Askerlerine karşı ilk saldırı Urusgan eyaletinde gerçekleştirildi. İşgalcilerin varlığı Afgan halkının tepkisine neden oluyor. Bu tepkinin gerçekten ulusal düşünebilen, gerçekten demokratik ve antiemperyalist güçler tarafından örgütlenmesi Afganistan’da ulusal ve antiempeeryalist demokratik devrimin örgütlenmesi anlamına gelecektir.

Böyle bir gelişmenin olasılığını gören Amerikan emperyalizmi, savaş ağalarını yumuşatma ve askeri varlığını, tepki çekmeyecek biçimde yeniden örgütleme çabası içinde. ABD, askeri varlığıyla merkezi hükümete yardımcı olmak istediğini, Afgan güçlerini de katarak Taliban güçlerine karşı nokta operasyonları düzenleyeceğini, ama Afganistan’ı terk etmeyeceğini açıklıyor. Yani ABD, 7000 mevcutlu askeri gücüyle Afganistan’da kalacak, askeri operasyonların sorumluluğunu Afgan güçleriyle paylaşacak, işgalci güç sorumluluğunu, komutanlığı Türkiye’de olduğu için, görünüşte hiç taşımayacak. Yerel savaş ağalarıyla anlaşmaya çalışacak, onların merkezi hükümete angaje olmalarını sağlayacak ve Orta Asya ülkelerinde konuşlandırdığı askeri güçleriyle ve dünya hegemonyası iddialı diğer güçlerin (örneği Rusya ve Çin) bölgedeki faaliyetlerini kontrol edecek.
Bu plan Amerikan emperyalizminin Balkanlarda uyguladığı tahakküm planıdır.