deneme

28 Haziran 2008 Cumartesi

KAPİTALİZMDE EŞİTSİZ GELİŞME YASASI, GELİŞME SEVİYESİNİN AYNILAŞMASI VE SONUÇLARI





100 yıllık emperyalizm tarihi kapitalizmde eşitsiz gelişme yasasının sonuçlarını göstermektedir. Bu yasa, emperyalist savaşların, dünyayı yeniden paylaşma talebinin, gerileyen ve yükselen güçlerin yasallığını da açıklamaktadır. Lenin, „Eşitsiz ekonomik ve politik gelişme kapitalizmin elzem bir yasasıdır“ eder. Yani bu yasa olmaksızın kapitalizm düşünülemez. Yasanın çokça bilinen yönünü ve sonuçlarını anlatmaya gerek yok. Bu gelişmeyi birkaç veriyle gösterebiliriz.

Eşitsiz gelişmenin sonuçları:
Önde gelen emperyalist ülkelerin ekonomik gücü (dünya sanayi üretimindeki/yurt içi üretimdeki pay %)
Yıl
ABD
Alm.
Fran.
İng.
İtal.
Jap.
Rusya(1)
Çin
Bu ülkeler toplamı
1900
31,4
16,4
7,0
18,4
2,6
1,0
-
-
76,8
1937
38,7
12,7
4,6
10,5
3,1
3,8
-
-
73,4
1950
48,7
6,3
5,9
8,6
2,3
1,6
-
-
73,4
1970
37,8
10,9
6,3
5,4
3,6
9,5
-
-
73,7
1980
24,5
8,3
5,9
4,1
4,2
17,0
2,3
0,8
67,1
1990
24,7
8,6
5,6
3,9
3,9
18,7
2,1
1,5
69,0
2000
26,4
7,9
5,1
3,8
3,5
16,7
1,0
3,6(2)
68,0
2005
28,1
6,3
4,8
4,9
3,5
10,2
1,7
5,4
64,9
x) 1900–1970 arası sanayi üretimi: 1980–2000 arası yurt içi brüt üretim. 1) 1990’a kadar SSCB.2) Hong Kong dâhil.

105 yıllık emperyalizm tarihinde güçler dengesinin gelişme seyrini yukarıdaki tabloda görüyoruz:
—ABD, 20. yüzyılın başında ve sonunda dünyanın en büyük ekonomisi olma konumunu sürdürüyor.
—20. yüzyılın başında 2. sırada olan İngiliz ekonomisi yüzyılın sonunda 5. sıraya düşüyor.
—Yüzyılın başında 3. sırada olan Alman ekonomisi yüzyılın sonunda da aynı konumda kalıyor.
—Yüzyılın başında 4. sırada olan Fransız ekonomisi yüzyılın sonunda 6. sıraya düşüyor.
—Yüzyılın başında 5. sırada olan İtalyan ekonomisi yüzyılın sonunda 7. sıraya düşüyor.
—Yüzyılın başında 6. sırada olan Japon ekonomisi yüzyılın sonunda 2. sıraya çıkıyor.
—Yüzyılın başında hesapta olmayan Çin ekonomisi yüzyılın sonunda 4. sıraya çıkıyor.
Bu tabloya hızlı gelişme içinde olan Hindistan ve Brezilya'yı da ekleyebiliriz.

Veya da 1975'te oluşturulan ve hala G-7'ler (Rusya'nın da katılımıyla G-8) olarak toplanan ülkelerden geriye ne kalıyor?

GSMH bazında değişen güçler dengesi (%)
2008
2013
ABD
14,2
ABD
17,9
Çin
7,8
Çin
13,8
Japonya
4,4
Hindistan
5,3
Hindistan
3,3
Japonya
5,3
Almanya
2,9
Almanya
3,5
Rusya
2,3
Rusya
3,4
İngiltere
2,2
İngiltere
2,8

—Verilen dönemde ABD, dünyanın en büyük ekonomisi olma konumunu koruyor.
—Verilen dönemde Çin, dünyanın 2. büyük ekonomisi konumuna yükseliyor.
—2008’de 3. sırada olan Japonya'nın yerini 2013’de Hindistan kapıyor.
—2008’de 4. sırada yer alan Hindistan ekonomisi 2013'te 3. sıraya çıkıyor.
—Verilen dönemde Almanya, dünyanın 5. ekonomisi konumunda kalıyor.
—Rusya 6. ve İngiltere de 7. sırada yer alıyorlar.
-”Eski” G-7’nin Fransa, İtalya ve Kanada gibi üyeleri“Yeni G-7”de yer alamıyorlar. (Tablo için bkz.: M. Eğilmez, “Yeni G7”, 26.06.2008, Radikal).

(Bir zamanlar ne yaman teoriler savunulmuştu: Emperyalizme bağımlı bir ülke gelişemez, hele hele emperyalist hiç olamaz! Tabii ki teori, bir ülkenin gelişmesini engelleyemez, ama ülkenin gelişmesi ve emperyalistleşmesi o teorinin ne denli gerçek dışı olduğunu açığa çıkartır. Aynen şimdi olduğu gibi).

Dünya pazarı, dünya zenginlikleri bu haydut emperyalist ülkeler tarafından paylaşılıyor ve dünyanın paylaşılmışlık durumunu değiştirmek isteyen, kaçınılmaz olarak dünyayı yeniden paylaşmak isteyen Çin, Rusya ve Hindistan gibi güçler gelişmektedir.

Söz konusu yasanın, konuyla ilgili olarak ilginç değil, ama çoğu kez yanlış anlaşılan yönünü, aynı sonuca varan yönünü biraz açalım: Kapitalizmde eşitsiz gelişme, kapitalist ülkelerin gelişme seviyelerinin eşitlenmeyeceği; gelişmelerinin aynı seviyeye gelmeyeceği anlamına mı gelir? Ne de olsa yasanın adı „eşitsiz gelişme“? Bu soruya verilen cevap, Marksist kapitalizm, Leninist emperyalizm analizini kavrayışımızı ele verir.

Diyalektik olarak gelişmede aynı seviyeye gelme geçici bir durumun ifadesidir. Gelişmenin koşulları farklı olduğu için sürekli aynı seviyede kalma durumu olamaz. Dolayısıyla emperyalist ülkelerin gelişmelerinde aynı seviyeye gelme durumu geçicidir ve aynı seviyeye gelme durumu, söz konusu eşitsiz gelişme yasası ile çelişkili olduğu anlamına da gelmez. Tam tersine, gelişmede aynı seviyeye gelmek, eşitsiz gelişmeyi, rekabeti daha da keskinleştirir. Kapitalist gelişmede geri kalmış ülkelerin veya geri kalmış emperyalist ülkelerin en çok gelişmiş olanlara yetişmesi, aynı seviyeye gelmesi ve geçmesi, eşitsiz gelişmenin, rekabetin ne denli şiddetli olduğunun doğrudan bir ifadesidir. Demek ki, yetişme ve geçme, eşitsiz ve sıçramalı gelişmeyi teşvik etmektedir. Tam da bu nedenden dolayı bir ülke diğerini gelişmesinde geçmekte, onun pazar payını kapmakta ve böylece yeni paylaşım savaşlarının koşullarını oluşturmaktadır.

Gelişmede aynı seviyeye gelme ve eşitsiz gelişme, sermaye ve üretimin uluslararasılaşması sürecinin birbirini koşullayan iki yönünü oluşturur. Bu iki yön ne birbirinden kopartılabilir ve ne de karşı karşıya konabilir. Eşit seviyeye gelme, eşitsiz gelişmeyi keskinleştirir ve eşitsiz gelişme de aynı seviyeye gelme sürecini hızlandırır.
Burada hiç de yeni olmayan, ama sermaye ve üretimin uluslararasılaşmasının kavranmamasından veya yanlış kavranmasından dolayı sürekli sorulması ve farklı açılardan cevaplandırılması gereken soru şudur: Kapitalist ülkeler arasında neden emperyalist savaşlar patlak veriyor, neden başka ülkeler işgal ediliyor? Ne derece kavrandığından bağımsız olarak bu soruya genellikle doğru cevap verilir: Sermaye ve üretimin „barışçıl“ uluslararasılaşmasının, işgal edilmemiş topraklara, ülkelere yayılmasının yerini paylaşılmış dünyanın yeniden paylaşılması süreci almıştır. Paylaşılmış dünyanın yeniden paylaşılması savaştan başka bir anlam taşımaz.

'Kapitalizmin serbest rekabet yoluyla gelişmesinin yerini, muazzam tekelci kapitalist birlikler yoluyla gelişmesi almıştır. Eski „uygar“, „ilerici“ sermayenin yerini mali sermaye, „çürüyen“ sermaye almıştır. Sermayenin „barışçıl“ yayılmasının ve „özgür“ topraklar üzerinde genişlemesinin yerini sıçramalı bir gelişmesi, hâlihazırda paylaşılmış olan dünyanın kapitalist gruplar arasında askeri çatışmalar yoluyla yeniden paylaşılması biçiminde bir gelişmesi almıştır'.
„Önce „barışçıl“ kapitalist çağın yerini, şimdi emperyalist çağın almasının neye dayandığını anımsayalım: Serbest rekabetin yerini tekelci kapitalist birliklere bırakmasına ve bütün yeryüzünün paylaşılmasına. Bu iki olgunun (ve faktörün) dünya çapında bir öneme sahip oldukları açıktır: Sermaye hiçbir engelle karşılaşmadan sömürgelerini genişletebildiği ve Afrika'daki vb. henüz işgal edilmemiş bölgeleri eline geçirebildiği sürece, serbest ticaret ve serbest rekabet olanaklı ve zorunluydu; o sıralar sermayenin yoğunlaşması henüz zayıftı ve tekelci girişimler, yani verili bir üretim dalının tümüne hükmedecek kadar muazzam girişimler henüz yoktu. Bu tekelci girişimlerin doğması ve büyümesi, eski serbest rekabeti olanaksız kılmakta, onun ayakları altındaki toprağı çekmektedir, ama dünyanın paylaşılması, barışçıl yayılmadan, sömürgelerin ve nüfuz alanlarının yeniden paylaşılması uğruna silahlı mücadeleye geçişi zorunlu kılmaktadır... Eski tarzda, görece sakin, uygar, barışçıl, sürekli olarak gelişen ve giderek yeni ülkelere yayılan bir kapitalizm koşulları altında yaşamak olanaksızıdır, çünkü başka bir çağ başlamıştır. Mali sermaye, söz konusu ülkeyi büyük devletlerin safından söküp çıkarıyor ve kesin olarak da çıkaracak, bu ülkenin sömürgelerini ve nüfuz alanlarını zorla elinden alacak“.

Dünyanın yeniden paylaşımı bugünden yarına olacak bir iş değil. Yeniden paylaşımının gerçekleşmesine neden olan güç dengesinin, eski yeniden paylaşılmışlık durumuyla çelişkiye düşmesi gerekir. Yeni gelişen güç veya güçlerin, eski paylaşım koşullarını zorlaması ve yeniden paylaşımı talep etmesi gerekir. (I. ve II. Dünya Savaşlarında yeniden paylaşımı talep eden taraf Alman emperyalizmiydi).

Ülkelerin gelişme seviyesinin aynılaşması, eşitsiz gelişmeyi keskinleştirir. Tabii uluslararası arenaya şöyle bir bakmakla dahi bu anlayışta olmayanların da olduğu görülür. Kautsky'nin popüler yapılmasının, emperyalizm anlayışının Lenin'in emperyalizm analizinin karşısına konmasının ve tarihin Kautsky'i doğruladığının yazılıp-çizilmesinin bir nedeni olsa gerek. Kautsky'nin emperyalizm anlayışı, sermaye ve üretimin uluslararasılaşmasının emperyalizm ötesi bir yorumla birleştirilince karşımıza, emperyalistler arası çelişkilerin keskinleştiği ve kapsamlaştığı günümüzde -bunu görmemek için kör olmak gerekir- emperyalistler arası çelişkilerin giderek yok olması temelinde giderek bütünlüklü olan bir dünya pazarı çıkartılmaktadır. Bilerek veya farkında olmayarak Kautsky'nin „Ultra-emperyalizm“ tezi savunulmaktadır. Ülkelerin gelişme seviyesinin aynılaşmasının eşitsiz gelişmeyi keskinleştirdiğini reddetmek, Kautsky'nin „Ultra-emperyalizm“ tezini savunmak anlamına gelir. Uluslararası alanda Marksizm adına konuşan küçük burjuva sayısı az değildir. Bunların düşüncesine göre ulusal ekonomiler, ulusal ekonomi olmaktan çıkıyorlar veya çıkmışlar ve ekonomiler, kimin elinin kimin cebinde olduğu belli olmayacak derecede iç içe geçmişler; yani bütünleşmişler. Bu bütünleşmenin söz konusu olduğu yerde rekabetin ve paylaşım savaşlarının da olmayacağı gayet doğaldır.
Bir taraftan eşitsiz, sıçramalı gelişme reddediliyor, diğer taraftan da emperyalistler arası çelişkilerin, rekabetin yok olduğu savunuluyor ve ülke ekonomilerinin iç içe geçmişliğinin bütünlüklü bir tek ekonomi oluşturacak derecede gelişmiş olduğu savunuluyor. Kautsky'nin„Ultra-emperyalizm“i böyle savunuluyor.

Sermaye ve üretimin uluslararasılaşma boyutları, sermayenin kendini değerlendirmesi için tek bir alan oluşturacak dereceye varmıştır; yani dünya pazarı, tek tek ekonomilerden oluşan bir bütün olmaktan çıkmış ve bir ekonomide ifadesini bulan bütünlük olmuştur! Marksist kapitalizm ve Leninist emperyalizm teorisini reddeden anlayışın özü böyle. Denecek ki, sermaye ve üretimin uluslararasılaşmasının boyutları ne kadardır. Söyleyelim. Sermaye ve üretim 1913 yılında ne kadar uluslararasılaşmışsa 1995 yılında da o kadar uluslararasılaşmıştı, yani yüzde 25 oranında. Bütünleşmiş dünya ekonomisi teorisinin çapı da bu kadar: Yüzde 25!
Böyle bir bütünlüklü veya bütünleşmekte olan bir dünya pazarı/ekonomisi anlayışını savunan uluslararası küçük burjuvaların, bunu savunmakla homojenleşmiş bir dünyanın varlığını kabul ettiklerinin ne derece farkında olduklarını bilmiyoruz, ama dünyanın haline bakınca bu unsurların ne denli iflah olmaz antimarksistler olduklarını görüyoruz. Homojen bir dünyada; tek ekonomi olarak bütünleşmiş bir dünyada savaşlara gerek yoktur. Sermaye ihracına gerek yoktur. Homojen, bütünleşmiş bir dünya, sermayenin kendini değerlendirme koşullarının bütünlüklü/yeknesak olması demektir.
Böyle bir dünya olsa olsa Kautysky'nin hayalinde olabilirdi.

Kapitalist dünya pazarı, eşitsiz gelişmede hangi güçlerin önde olduğunu gösterdiği gibi, dönem dönem sağlanan gelişmenin aynılaşması koşullarında yeniden paylaşımın hangi güç tarafından talep edildiğini de gösterir. Dünya pazarı, ulusal pazarlardan oluşan, ulusal pazarlardaki eşitsiz gelişmenin sonuçlarıyla karşı karşıya olan veya bu sonuçların at koşturduğu; rekabet ettiği alandır. Eşitsiz gelişme, her bir ulusal pazarın/ülkenin şu veya bu nedenden dolayı sıçramalı gelişmesi anlamına gelebileceği gibi, başka güçler tarafından geriye itilmesi anlamına da gelir. Dünya pazarı, rekabet eden, sürekli eşitsiz gelişme içinde olan bu ulusal pazarlar/ülkeler tarafından oluşturulmuştur. Dolayısıyla dünya pazarı veya ekonomisi, kendini oluşturan faktörlerin hareket yasasına tabidir.

Dünyanın; dünya pazarının/ekonomisinin Kautsky ve günümüzde uluslararası küçük burjuvazinin hayal ettiği gibi homojen olabilmesi için; dünya pazarının tek tek ülke ekonomilerinden (“ulusal” ekonomilerden) oluşmayan, bütünleşmiş bir pazar olabilmesi için bu yasanın, rekabet koşullarının ortadan kalkması; kapitalist üretim biçiminin kapitalist üretim biçimi olmaktan; emperyalizmin, emperyalizm olmaktan çıkması gerekir.

25 Haziran 2008 Çarşamba

60 YILIK TAKİBAT, KATLİAM VE İŞKENCE- 60 YILLIK NAKBA-FELAKET




Planlanmasını da sayarsak Nakba'nın tarihi 19.yüzyılın sonlarında başlar. Siyonist hareket bir Yahudi ulusal devleti kurmak için örgütlenir. Başta Avrupa olmak üzere dünyanın çeşitli ülkelerinde baskıya uğrayan, Yahudi düşmanlığı nedeniyle bulundukları ülkelerde yaşayamaz duruma gelen Yahudilerin Filistin'e göçü özendirilir. Bundan başarılı olunamaz. 1930'lara gelindiğinde ancak 120.000 Yahudi Filistin'e yerleşir. Alman faşizminin etkisi ve II. Dünya Savaşı sonrası koşullar, durumu Siyonistlerin lehine değiştirir ve 1931-1946 arasında Filistin'e yerleşen Yahudi sayısı yarım milyona varır. Alman faşizminden kaçanların, Filistin'e yerleşenleri çoğunluğu, Siyonizme inandıklarından dolayı değil, özellikle yerleşmek istedikleri ABD'nin kapıları kapatmasından ve gidecek yerlerinin olmamasından dolayı Filistin'e yerleşirler.

Filistin'e göçenlerin barış umutları boşa çıkar ve yerli Arap halkıyla çatışmanın koşullandığı bir yaşam sürecine girerler. Siyonizm, başından beri, yeni gelen Yahudilerin Filistinlilerle karışık yerleşimini değil, Filistinlileri dışlayan bir yerleşim planını uygular. Amaç, sadece ve sadece Yahudilerden oluşan bir Siyonist devlet kurmaktır. Siyonist örgütler Arap büyük toprak sahiplerinden toprak satın alırlar, bu topraklarda çalışan kiracılar, işçiler ve göçmeler göçe zorlanırlar. Siyonist terör örgütlerinin Filistinliler üzerindeki baskıları giderek artar ve 1948'de bir Filistin köyünde gerçekleştirdikleri kitlesel katliam göç dalgasına neden olur. 700 binden fazla Filistinli yurtlarını terk etmek zorunda kalır.

Siyonizm amacına ulaşmıştır. Filistin, zor kullanılarak Filistinli Araplardan temizlenmeye başlanır. Onlardan boşalan yerlere Yahudiler yerleştirilir. Filistinliler, teslim olmazlar, direnirler. 1936-1939 arasındaki Filistin direnişi Siyonist teröristlerle işbirliği yapan İngiliz ordusu tarafından bastırılır. Zor kullanılmasından dolayı sorunu ele alan „Peel-Soruşturma Komisyon“na açıklama yapmakla karşı karşıya kalan o Winston Churchill, Filistinlilerin Siyonistler tarafında yurtlarından kovulmasıyla ilgili olarak şöyle der:

„Yalaklığın yanında duran köpeğin, çok uzun bir zamandır orada olmasına rağmen, yalaklık üzerinde geri alınamaz hakka sahip olduğu düşüncesinde değilim. Ona bu hakkı tanımıyorum. Örneğin, Kuzey Amerikalı Kızılderililere veya Avustralya'da Siyahlara büyük haksızlık yapıldığını da kabul etmiyorum. Güçlü bir ırk, daha üst düzeyde, kültürlü bir ırk,... gelip onların yerini aldığı için bu insanların haksızlığa uğradıklarını da kabul etmiyorum“

8 Mayıs 1948'de İsrail, Filistinliler kovularak işgal edilen topraklar üzerinde kurulur. Siyonizm daha başından Filistinlileri dışlayan bir devlet kurma amacında olduğu ve bunu gerçekleştirdiği için Filistin'in 1948'den bu yana tarihi aynı zamanda onların „felaketi“, „nakba“sı tarihidir.
Siyonizm’in amacı iki aşamalıdır: İlk aşamada sadece Yahudilerden oluşan bir devlet kurmak. Bu amacına ulaşan Siyonizm’in ikinci aşaması, Filistinlileri kovarak, göçe zorlayarak, onlardan boşalan alanlara yerleştirdiği Yahudilerle sınırlarını genişletmek ve kalan Filistinlileri devlet kurma yeteneğinden yoksun bırakacak duruma getirmektir. Siyonizm ikinci aşamasının bir ayağını; Filistin'i Filistinlisizleştirerek genişlemeyi şimdilik gerçekleştirdi, ama Filistinlilerin mücadele iradesini kıramadı. Açık ki nakba, aynı zamanda Filistin direnişinin, Filistin iradesinin beslendiği en önemli kaynaklardan birisidir.

60 sene İsrail, sadece Filistin için değil, komşu ülkeler ve bütün Ortadoğu için de 60 sene savaş ve felaket demektir.
İlk savaş 1948'de İsrail'in kuruluşuyla başlar ve 700 binden fazla Filistinli yurtlarını terk etmek zorunda kalır. Savaş sonunda İsrail topraklarını ikiye katlar.
İkinci savaşı (1956 Sina Savaşı) İsrail, Fransız ve İngiliz emperyalizmiyle işbirliği içinde Mısır'ın Süveyş Kanalını millileştirmesini engellemek için sürdürür.
Üçüncü savaş, 1967 Haziran Savaşıdır. Güya İsrail'i yok etmek için harekete geçmelerinin önünü almak bahanesiyle İsrail, komşu ülkelerine saldırır. 250 bin Yahudi'yi işgal ettiği bölgelere, Filistin topraklarına yerleştirir, bir milyondan fazla Filistinli üzerinde ayrılıkçı, ırkçı bir işgal rejimi kurar.
Dördüncü savaş, 1968-1970 arasında İsrail ile Mısır arasında sürdürülen savaştır.
Beşinci savaş 1973-“Jom-Kippur Savaşı“dır. Bu savaş sonucunda İsrail Sina yarım adasından çekilmek ve Mısır ile barış anlaşması imzalamak zorunda kalmıştır.
Altıncı savaş, 1982 birinci Lübnan savaşıdır. Katliamlarına rağmen İsrail, Filistinlileri Lübnan'dan çıkartma ve Ürdün'e sürme amacına ulaşamamıştır.
Yedinci savaş 2006 ikinci Lübnan savaşıdır. İsrail'in, Hizbullah'ı, dolayısıyla İran'ı etkisizleştirme ve bölgede Amerikan emperyalizminin başka işgalleri için önünü açma planı Lübnan direnişi tarafından yenilgiye uğratılmıştır.
Birinci, üçüncü ve altıncı savaşlarda doğrudan Filistinlilerin topraklarından kovulmaları, katledilmeleri amaçlanırken, diğer savaşlarda İsrail, toprak kazanmanın yanı sıra Arap komşu ülkeleri üzerinde her zaman bir baskı unsuru olacağını göstermiştir.

Başta ABD olmak üzere emperyalist ülkelerin desteği ile İsrail, bütün barışçıl çabaları, BM kararlarını, sorunla ilgili şu veya bu konferansta alınan kararları geçersiz kılmak için zor da dahil yer yola başvurmuş ve bunda da şimdiye kadar amacına ulaşmıştır. İsrail, Filistinlilere yaşamın her alanında zulüm etme üzerine kurulmuş bir devlettir. Filistin direniş cephesindeki olumsuz gelişmeleri de kullanarak yaşamı Filistinlilere „felaket“ yapmaya devam etmektedir.

İsrail'i İsrail yapan emperyalizmdir. Özelikle Amerikan emperyalizmi açısından İsrail bölgemizde vazgeçilemez bir üstür. Emperyalizm-İsrail işbirliği hem Filistin sorununun çözümü önünde ve hem de bölgemizde sorunlarımızın kapsamlaşmasında ve derinleşmesinde belirleyici bir rol oynamaktadır. Filistin sorununun çözümüne katkı adı altında Ortadoğu politikasında aktif rol almak isteyen her emperyalist ülke, Filistin „felaket”ini kalıcı yapmaktan ve Filistin kurtuluş mücadelesine zarar vermekten öte bir iş yapmamaktadır.
İnanıyoruz ki Filistin halkı, sergilenen bölünmüşlük durumunun Siyonizm’e ve emperyalizme karşı mücadelesini zayıflattığını, etkisiz bıraktığını görecektir ve 60 yıllık „felaket”inin ancak ve ancak yeni İntifadaların sonucunda elde edilebileceği bilinciyle hareket edecektir.

23 Haziran 2008 Pazartesi

TÜRKİYE'DE SON AYLARDA YABANCI SERMAYE HAREKETİ




Son aylarda, daha doğrusu uluslararası borsa-banka krizinin patlak vermesinden bu yana Türkiye'de yabancı sermaye hareketi, Türk ekonomisinin bu krizden şimdiye kadar ne derece etkilenmiş olduğunu göstermektedir. Konuyla ilgili birkaç veriyi ele alarak bu etkilenmeyi göstermeye çalışalım:

Gayrimenkul alımları da dâhil fiili doğrudan yabancı sermaye girişi bakımından:
2008'in Ocak-Nisan arasında doğrudan yabancı sermaye girişi:
Ocak: 1 milyar 238 milyon dolar.
Şubat: 709 milyon dolar.
Mart: 2 milyar 590 milyon dolar.
Nisan: 799 milyon dolar.
Toplam: 5 milyar 336 milyon dolar.  

Ocak-Nisan dönemindeki doğrudan yabancı sermaye girişini daha önceki aynı dönemdeki girişle karşılaştırırsak:
Ocak-Nisan 2007'deki fiili giriş miktarı: 10 milyar 158 milyon dolar.
Ocak-Nisan 2008'deki fiili giriş miktarı: 5 milyar 336 milyon dolar.
Ocak-Nisan 2007'den Ocak-Nisan 2008'e sermaye hareketi:10.158-5.3360=4 milyar 822 dolar azalma. Verilen dönemde doğrudan yabancı sermaye girişinde yüzde 47,47 oranında bir azalma olmuştur.

Ocak-Nisan 2007'de yabancıların aldıkları gayrimenkul miktarı: 1 milyar 094 milyon dolar.
Ocak-Nisan 2008'de yabancıların aldıkları gayrimenkul miktarı: 916 milyon dolar. 
Verilen dönemde yabancıların aldıkları gayrimenkul miktarı yüzde 16,3 oranında azalmıştır.

Uluslararası sermayeli firmaların yabancı ortaklarından kullandıkları krediler 208 milyon dolardan 51 milyon dolara düşerek yüzde 75,5 oranında azalmıştır.

Yurt içinde yerleşik kişilerin yurt dışında yaptıkları net yatırımlar 2007'nin ilk dört ayında net 1 milyar 335 milyon dolardan 2008 yılının aynı döneminde 684 milyon dolara düşerek yüzde 48,7 oranında azalmıştır.

Ocak-Nisan döneminde doğrudan yatırım olarak gelen 4 milyar 377 milyon dolarlık yabancı sermayenin 2 milyar 585 milyon doları mali sektörden ve 789 milyon dolarlık kısmı da imalat sanayinden kaynaklanıyordu. Demek ki gelen sermayenin yüzde 59'u mali sektöre akarken yüzde 18’i de sanayi sektörüne akmıştır.  

Portföy yatırımlarında durum:
Ocak-Nisan 2007'deki fiili portföy giriş miktarı: 7 milyar 6 milyon dolar.
Ocak-Nisan 2008'deki net portföy çıkış miktarı: 3 milyar 451 milyon dolar.

Dış ticaret açığında (cari açık) gelişme:
2002 yılında 600 milyon dolar olan cari açık, 2007 yılında 37 milyar dolara çıktı. 2008'in ilk dört ayında da 16,9 milyar dolar olarak gerçekleşti. Cari açık, 2007'nin Ocak-Nisan döneminde 2008'in aynı dönemine göre12 milyar 488 milyon dolardan 16 milyar 885 milyon dolara çıkarak yüzde 35,2 oranında arttı.
2007 yılı itibariyle 47 milyar dolar olan dış ticaret açığının, 2008’de 65 milyar dolara ulaşacağı tahmin edilmektedir.
Cari açıkta hızlı bir büyüme söz konusudur.

Yabancı sermaye karını götürüyor:

Doğrudan yatırımlardan kar transferi:
2003: 643 milyon dolar.
2004:1 milyar 43 milyon dolar.
2005:1 milyar 51 milyon dolar.
2006:1 milyar 168 milyon dolar. 
2007:1 milyar 905 milyon dolar.
Ocak-Nisan 2008: 910 milyon dolar.
2003'ten bu yana toplam transfer: 6 milyar 805 milyon dolar.

Portföy yatırımlarından kar transferi:
2003:3 milyar 259 milyon dolar.
2004: 3 milyar 974 milyon dolar.
2005:4 milyar 379 milyon dolar.
2006:4 milyar 650 milyon dolar.
2007:5 milyar 740 milyon dolar.
Ocak-Nisan 2008: 1 milyar 732 milyon dolar.
Bu dönemdeki toplam transfer: 17 milyar 777 milyon dolar.
Doğrudan yatırımlarla birlikte toplam transfer: 24 milyar 582 milyon dolar.

Transfer edilen karın yüzde 72’si portföy yatırımlarından (Borsa, devlet iç borçlanma senetleri gibi finansal araçlara yapılan ve her an kaçma olanağı olan “sıcak para”) kaynaklanırken, bu transferde doğrudan yatırımların payı ancak yüzde 18 idi. 
Kar transferi olarak “sıcak para” çıkışı 2003'de 3 milyar 259 milyon dolardan 2007'de 5 milyar 740 milyon dolara çıkmıştır. Yani bu transferler yıldan yıla giderek büyümüştür.

Yabancı sermaye kaçmıyor, ama çıkıyor:
Dünya çapında spekülasyon-banka krizine rağmen, uluslararası alanda karlı yatırım arayan sermayenin varlığı bilinmektedir. Bu sermayenin bir kısmı Amerikan konut sektöründe köpüğün patlamasından sonra hammadde ve gıda alanına kaydı. Bir kısmı ise kredi sektöründe hâkim olan güvensizliğe rağmen Türkiye gibi ülkelere gelmektedir. Bunun iki nedeni var: Birinci neden Türkiye'nin verdiği faiz ve ikinci neden de Türk ekonomisinde taşların gerçek anlamda yerinden henüz oynamamış olması, oranı küçülse de büyümenin devam etmesidir. Bu nedenden dolayı karlı yatırım alanı arayan sermaye, miktarı giderek azalsa da hala giriş yapmaktadır.
Türkiye, yabancı sermaye çekmek, bu sermaye girişini devamlı kılarak ekonomi çarkını çevirebilmek için faizde dünya şampiyonluğunu elden bırakmıyor. Merkez Bankası Para Politikası Kurulu,   Haziran ayı toplantısında gecelik faiz oranlarını yüzde 15,75’ten yüzde 16,25’e, borç verme faiz oranını yüzde 19,75’ten 20,25’e yükseltti. Yüksek faiz sıralamasında İzlanda ikinci, Brezilya üçüncü sırada.
Bu faiz, yabancı sermayeyi yumuşatıyor ve gelmesini kolaylaştırıyor. Borçlanma (kamu ve özel) yabancı para üzerinden yapılıyor. Bu oranlarda faiz ödendiği müddetçe de Türkiye, yabancı sermaye için çekici olmaya devam eder. Yukarıdaki verilerde gördüğümüz gibi gelen yabancı paranın önemli bir kısmı mali sektörde kalıyor, yani “paradan para kazanmak” için; hazine bonosu, tahvili, hisse senedi ve bankalardan faiz almak için geliyor.
Gelen sermaye çıkış riskini de mutlaka hesaba katmaktadır.  Mevduat hesabını kapatıp çıkmak kolaydır, başka araçlara; hisse senedine, bonoya, tahvile yatırılmış sermayenin bunları kısa sürede elinden çıkartması her zaman kolay değildir. Hele fabrikaya, gayrimenkule yatırılmış sermayenin çıkması oldukça zordur. Demek ki gelen yabancı sermaye, belli bir riski göze almaktadır.
Veriler yabancı sermayenin kaçmadığını, ama çıktığını göstermektedir. Borsada yabancıların elinde bulunan toplam hisse senedi değeri 50,5 milyar dolar. Bu miktarla borsadaki hisse senedi değerinin yüzde 70'ini ellerinde tutuyorlar. Anlaşılan o ki, bu miktarı alelacele elden çıkartıp kaçmak için bir neden görmüyorlar. Yabancıların bono ve tahvile yatırdıkları miktar 27,5 milyar dolar. Şu anda dünyada verilen en yüksek faizi alıyorlar. Borcun ödenmeme riski de yok. O halde kaçmak için bir neden de yok.(Yabancıların mevduat miktarı da 5,5 milyar dolardır).Toplam: 50,5+275+5,50=83,3. 

Yabancı sermaye hareketi, Türk ekonomisinin dünya ekonomik konjonktüründen etkilendiğini, ama bu etkilenmenin ekonominin seyrini belirlemediğini, en azından henüz belirlemediğini göstermektedir. Ama bu durum değişecektir, değişmek zorundadır. Açık finansmanındaki farklılaşma değişimin kaçınılmaz olduğunu göstermektedir.
Dış açık hızlı artıyor ve bu açığın finansman kaynağı da değişiyor. Ekonomi, daha fazla borçlanarak çarkı çevirebiliyor. Çarkı çevirme dengesi borç bulma üzerine kurulmuş ve hükümet, dünya ekonomisindeki gelişmeler Türk ekonomisini etkilemeyecekmiş gibi hareket ediyor. Ama bu denge belli bir noktaya gelindiğinde kaçınılmaz olarak bozulacaktır.

Doğrudan yabancı yatırımlar biçiminde gelen sermayede bir gerileme var. Ocak-Nisan 2007'den Ocak-Nisan 2008’e doğrudan yabancı sermaye girişi yüzde 47,47 oranında azalmış.
Portföy biçiminde gelen sermaye, ekonomiye kaynak olmaktan çıkarak ülkeyi terk eden bu türden sermayenin finansmanında kullanılan kaynağa dönüşmektedir. Yani gelen “sıcak para” ile çıkan “sıcak para” finanse edilmektedir. Ocak-Nisan 2007'deki fiili portföy giriş miktarı 7 milyar 6 milyon dolar ve Ocak-Nisan 2008'de de net portföy çıkış miktarı 3 milyar 451 milyon dolar. Yani gelen bu “sıcak para”nın yarısı aynı “sıcak para”nın çıkışını finanse etmek için kullanılıyor.

Artan cari açığın finansman yükünün neredeyse tamamını bankacılık ve özel sektör yükleniyor. Örneğin bu kesimlerin geçen sene borçlanma miktarı sadece 4 milyar dolardı (9 aylık). Bu sene için ise yaklaşık 34 milyar dolardı (aynı dönem). Uzun vadeli borçlanmayla şimdilik çark dönüyor. Ama bunun böyle devam edeceğinin hiçbir garantisi yok. Yüksek faizin de borç para bulmada önemli bir faktör olmaktan çıması durumunda -yabancı sermaye için önemi olan bir siyasal kriz, dünya ekonomisinin bir fazla üretim krizine girmesi vb.-  bu kaynak da kuruyabilir: Uluslararası mali ve ekonomik konjonktür ve iç siyasi-ekonomik istikrarsızlık, Türkiye'ye yabancı sermaye girişini daha da yavaşlatabilir, hatta tamamen çıkışını tetikleyen bir durumla da karşı karşıya kalabiliriz. İşte o zaman Türk ekonomisi bir borç kriziyle (açığı ödeyememe ve para bulamama) karşı karşıya kalabilir.

Burada üzerinde durulması gereken sorun, Türkiye'ye yabancı sermaye akışının durup durmayacağıdır.

Kapitalist dünya ekonomisinde önemli miktarda bir aşırı sermaye birikimi var. Bu sermaye azami kar beklentisinin olduğu her alana akmaktadır. Amerikan konut sektörü bu alanlardan biriydi. Bu sektörde balonun patlamasından sonra azami kar alanı arayan spekülatif sermayenin bir kısmı hammadde ve gıda sektörlerine kaydı. Ama hepsi değil. Hala önemli miktarda bir sermaye, azami karlı yatırım alanı aramaktadır. Yani uluslararası alanda bir sermaye bolluğu hala vardır.

2000-2001 arasında bağımlı, yeni sömürgelere akan net yabancı sermaye miktarı yıllık olarak 200 milyar dolardan biraz fazlaydı. Bu ülkelere yabancı sermaye akışı 2002'den sonra hızlandı ve 2005 yılında 520 milyar, 2006'da 570 milyar ve 2007 yılında da 780 milyar dolara ulaştı, bu ülkeler dövize/yabancı sermayeye boğuldular.  

Ekonomik kriz döneminde bu sermaye akışı duracak ve akış, çıkışa, duruma göre de kaçışa dönüşecektir. Her ekonomik kriz döneminde sermaye böyle hareket eder. “Çalar-çırpar”; talan eder ve kaçar. Yabancı sermayenin ne kadarının kaçacağı, ekonomik krizin şiddetine ve kapsamına bağlıdır. 2000-2004 dünya ekonomik krizi döneminde bağımlı, yeni sömürge ülkelere akan doğrudan yabancı yatırımlar, ekonomik krizin başladığı 2000 yılında 253,2 milyar dolardan 2001 yılında 217,8, 2002 yılında 155,5, 2003 yılında 166,3 ve ekonomik krizin son yılı 2004'de de 233,2 milyar dolara düşmüştü. Yani 2000 yılı baz alınırsa bu türden sermayenin 2001'de yüzde 14'ü, 2002'de yüzde 38,5'i, 2003 yılında yüzde 34'ü bu ülkelerden kaçmıştı.   Bağımlı, yeni sömürge ülkelere akan portföy yatırımlarının miktarı 2000 yılında 18 milyar dolardı. Bu ülkelerden çıkan veya kaçan bu türden sermaye (“sıcak para”) miktarı da 2001 yılında 71, 2002 yılında 79 ve 2003 yılında da 4 milyar dolardı. 2004 yılında ise bu türden giriş yapan sermaye miktarı 35 milyar dolardı. Demek ki, 2001, 2002 ve 2003 yıllarında sürekli çıkış olmuştur. Banka kredileri ve başka türden sermaye akışındaki duruma gelince: 1997-2001 arasında da bağımlı, yeni sömürge ülkelerden bu türden sermaye çıkışı söz konusu olmuştur. Bu türden kaçan sermaye miktarı 1997'de 60, 1998'de 136, 1999'da 170, 2000'de 111 ve 2001 yılında da 34 milyar dolardı. Giriş yapan bu türden sermaye miktarı 2002'de 27, 2003'de 7 ve 2004'de de 12 milyar dolarda kalmıştır. Uzatmaya gerek yok. Sermaye tehlikeyi sezerse kaçar, çünkü orada kar olanağı kalmamıştır. Gelen sermayeye geri çıkıyor veya kaçıyor demek için krizin ve sermaye açısından riskin derecesi ve kapsamı belirleyicidir.
Yabancı sermaye açısından Türkiye bir istisna değildir. Türk ekonomisini kendisi açısından çekici bulduğu, kendine göre kar elde ettiği müddetçe kalır. Bu ortam ortadan kalkınca da, nasıl kalktığına bağlı olarak ya kaçar ya da çıkar. Şimdilik giriyor, karını transfer ediyor, ama aynı zamanda da çıkıyor.

***


Radikal gazetesinin 22 Haziran tarihli sayısında Mustafa Sönmez'in kriz üzerine görüşlerini içeren bir yazıya yer verilmiş.
Şayet görüşleri yanlış aktarılmadıysa şunları söylüyor: “Psikiyatriden ödünç bir benzetme ile şöyle diyebiliriz: Krize giren toplumlar da tıpkı depresyona giren insanlar gibi, uzun süre krize girdiklerini fark etmezler, yaşadıkları anormalliğin farkındadırlar ama bunu adlandırmaya yanaşmaz, tedavi, yardım almaya direnirler. Bugün, Türkiye dâhil birçok ülke de aynı durumdadır. Aslında fiilen bir kriz durumu yaşanmaktadır ama ‘maskelenmiştir”, ...“yüksek faizle maskelenmiştir".
Krize giren toplumlarda insanların psikolojik davranışlarıyla krizin maskelenmesi arasındaki bağı bir türlü kuramadık. Ama sorun bundan ziyade krizin maskelenmesi, “yüksek faizle maskelenmesi” anlayışındadır. Bu maskelenmeyi yazarın aşağıdaki anlayışıyla birleştirirsek ortaya garip bir durum çıkıyor:
Radikal'den: “İktisatçı Mustafa  Sönmez,... “... Her ülke ABD kaynaklı krize kendi özgünlüğü içinde savunma mekanizmaları geliştirmeye çalışmaktadır. Bazılarının kırılganlığı yüksek, daha erken etkileniyor, bazıları yüksek direnç gücüyle etkilenmesini asgaride tutuyor ya da erteleme imkânları buluyor". “Normalde yüksek faizli ekonomi, iğneyle sahada kalabilen futbolculara benzemektedir. Bu uyuşturucu iğneyi ortadan kaldırırsanız, sahaya yığılıp kalacaktır".

Çok doğru. Her bir ülkenin, etkili veya etkisiz kendine özgü savunma mekanizmaları vardır. Gerekli gördüğünde bu mekanizmaları harekete geçirir. Bu mekanizmalar son kertede yeni bir krize de yol açabilir, ama o anda krize karşı kullanılan, geçerli olan bir mekanizma olabilir. Krizden etkilenme her bir ülke için değişik zamanda ve koşularda olur. Ne denli etkileneceği de yine ülkenin nesnel koşularından bağımsız olarak düşünülemez.
“Yüksek faiz” M. Sönmez'in de bahsettiği o “savunma mekanizmaları”ndan birisi değil mi?
Yüksek faizden dolayı yabancı sermaye geliyor ve geldiği müddetçe de bu ekonomi çarkı dönüyor ve bu çark döndüğü müddetçe de kriz patlak vermiyor. Yüksek faiz Türk ekonomisinde günün nesnel bir gerçekliğidir. Faizin kendisi değil, yüksek faiz karşısında yatırım alanı arayan sermayenin direnemeyeceği, “gelmiyorum”, “Türklerin faizini istemiyorum” diyemeyeceği bir gerçekliktir. Tamam ekonomi şimdilik iğneyle sahada kalabilen futbolculara benzemektedir. Bu uyuşturucu iğneyi ortadan kaldırırsanız, sahaya yığılıp kalacaktır". Ama bu iğne henüz ortadan kalkmış durumda değil ve burjuvazinin de bunu ortadan kaldırmaya niyeti yok. “Sahada kalabilen bir futbolcu” ile “sahaya yığılıp kalacak” bir futbolcu arasında bir farkın olması gerekir. Ayakta kalmak ve yığılıp kalmak farklı içeriklidir. Ne yapalım bu durumda? M. Sönmez'in bu mantığına göre şöyle bir değerlendirme yapılabilir: Aslında Amerikan ekonomisi çökmüştür, ama Amerikan burjuvazisi işin farkında değil. Bu çöküş Çin'in elindeki dolar rezervlerini, ABD'deki her türden yatırımlarını çekmemesiyle “maskelenmektedir”! Veya da şöyle bir anlayışı savunabiliriz: Aslında emperyalizme bağımlı, yeni sömürge ülkelerde ekonomiler iflas etmiştir, çökmüştür, sürekli kriz içindedir. Ama bunun böyle olduğu emperyalist ülkelerden kaynaklı yatırımlardan dolayı görülmüyor, bu yatırımlar çekilirse maskelenme sona erer ve gerçek durum açığa çıkar! Bağımlı, yeni sömürge ülkelerde ekonomiler iğneyle sahada kalabilen futbolculara benzemektedir. Bu uyuşturucu iğneyi ortadan kaldırırsanız, sahaya yığılıp kalacaktır"!
Yeni sömürge ülkelerde sürekli kriz teorisini temellendirmek için enfes bir anlayış. Kriz olgusunu, emperyalizm ve bağımlılık ilişkilerini veya bir bütün olarak kapitalist dünya ekonomisini açıklamanın yeni bir yolu!
Veya: Böyle bir kriz değerlendirmesinin kapitalist ekonomi/sistem açısından kıymeti harbisi nedir? Sıfır.

13 Haziran 2008 Cuma

DEMOKRASİ DE DİKTATÖRLÜKTÜR - O HALDE NASIL BİR DİKTATÖRLÜK İÇİN MÜCADELE EDİLMELİDİR? VEYA “VELEV Kİ” DEVRİM OLDU!





Anayasa Mahkemesi kararından sonra Ankara'da “ortalık” karışmış gibi gözükse de aslında “ortalık” karışmadı. Sadece ve sadece rejim krizinin ne denli derin ve geriye dönüşü olmayan bir noktada olduğunu bir kez daha gösterdi. “Kuvvetleri” temsil edenlerin, parti liderlerinin konuşmaları çoktan beri çekilmiş kılıçların ne denli keskinleştirildiğini kamuoyuna yansıtmaktan başka bir anlam taşımamaktadır.

AKP cephesine göre Anayasa Mahkemesi kararı “meclis iradesinin ortadan kaldırılması”, “halk iradesine darbe”, yargıçlar oligarşisi”dir. Erdoğan, “Yasama ve yürütmenin yaptığı yargıdan döner, olmadı milletten döner. Yargının yaptığı nereden dönecek” diye sorar. “Burası TBMM. Millet iradesinin tecelli ettiği çatı. İstiklalimizin sembolü olan bu Meclis hiç bir vesayeti, hiç bir gölgeyi kabul etmedi. Bundan böyle de kabul etmeyecek” ve “İdeolojik hukuk yorumlarıyla, TBMM’nin iradesini bloke etmeyi ‘muhalefet’ zannetmek, doğrudan doğruya halkın taleplerine, milli iradeye açıkça tavır almaktır, objektif hukuk kurallarını sabote etmektir”  diyerek Anayasa Mahkemesi’ne gönderme yapar.

Baykal, “Kendileri yasama organına el atmaya çalışıyorlardı. Buradaki sorun anayasamızdaki laiklik ilkesinin delinmesine yönelik teşebbüsün engellenmiş olmasına kızgınlıktır” , “arabayı sen devirdin” diyerek Erdoğan'a cevap verir.

Ortalıkta bir “milli irade” geziyor ve bunun kimin nasıl temsil ettiği konusunda bir türlü aynı dilden konuşulamıyor. Bu arada asker de Anayasa Mahkemesi kararını “Malumun ilamı” diyerek memnuniyetini dile getirdi.

Taraflar birbirlerine demokrasi dersi vererek iktidar mücadelesini sürdürüyorlar. Bu iktidar mücadelesini O. Ekşi çok anlaşılır şekilde tanımlıyordu 12 Haziran tarihli Hürriyet gazetesinde: “GAYRETE bakın... "Biz Anayasa’ya aykırı bir yasa çıkartmayalım. Anayasal düzeni yozlaştıran eylemlere izin vermeyelim" demiyorlar. Örneğin, "kamu kurumlarında ve ilk/orta öğretim okullarında türban takılmasına karşıyız" demeye bile yanaşmıyorlar. Onun yerine "Anayasa Mahkemesi’ne başvurmayı zorlaştıralım. Şimdiki en az 110 imza koşulunu en az 184 imzaya çıkartalım" yahut "Anayasa Mahkemesi’nin verdiği kararı Meclis geçersiz kılabilsin" diyorlar”.

Burjuvazinin klikleri arasındaki iktidar mücadelesi böyle tanımlanıyor. İktidar mücadelesi böyle sürdürülüyor. Açık ki taraflar geri adım atma niyetinde değiller, daha doğrusu geri adımın atılabileceği, yeni bir siyasi manevra için alanın açılabileceği evre çoktan aşılmış ve taraflar arasındaki iktidar mücadelesi şimdi “var olmak ve olmamak” mücadelesine dönüşmüş durumda.

İktidar olma mücadelesinde politik İslam adım adım buraya kadar geldi. Daha ilerisi yargıyı ve orduyu da ele geçirmek olurdu. Ama yargı işi karıştırdı. Durum, yeni bir 28 Şubat sürecine işaret ediyor. Buna, AKP'yi her vesile ile  “döve döve tavına getirmek” de diyebiliriz. Koşulları değişik bir 28 Şubat süreci başlıyor.

İktidar kavgası şiddetlendikçe “demokrasi”, “milli irade”, “yargı diktatörlüğü” kavramları bolca kullanılmaya başlandı. Peki, hangi demokrasiden bahsediyorlar? Onların anladıkları demokrasi TBMM'in duvarında yazılıdır: “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir”. Çok doğru bir söz. Ama burjuvazinin elinde bir aldatmacadır. Onların anladıkları demokrasi, yargı binaları ve duruşma salonlarında yazılıdır: "Adalet Devletin Temelidir" veya eski haliyle "Adalet Mülkün Temelidir".  

Yasamanın duvarında “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir”  ve yargıda ise "Adalet Devletin Temelidir" veya eski haliyle "Adalet Mülkün Temelidir" yazılı olduğuna göre yürütmeye düşen görev de milleti temsilen bu adaleti uygulamak olsa gerek.  Adalet devletin temelidir ya da adalet mülkün temelidir derken kimin adaletinden, kimin devletinden bahsediliyor? Soru bu. İşin içine mülk karışında, insanın aklına mülkün karşıtı da geliyor. Mülkün karşıtı da olsa olsa mülksüzlük olur. Bu durumda söz konusu olan, mülkü olanların adaletidir. Mülkü olanların adaleti de mülkü olmayanları dışlar. Yani iktidar, daha baştan toplumu ikiye bölmüştür: Mülkü olanlar ve mülksüzler. Adalet devletin temelini oluşturduğuna göre ve bu adalet de mülkü olanların adaleti olduğuna göre devlet de mülkü olanların devletidir. Yasamada ve yargıda yazılı bu sözler insanı böyle düşünmeye zorluyor. Demek ki burjuvazinin dilinden düşürmediği demokrasi, mülk sahiplerinin demokrasisidir, onların çıkarları temelinde bir demokrasidir, yani sınıfsal karakteri vardır.  Demek ki, bu düzen mülkü olanların düzeni olduğu için mülkü olmayanın adalet talebi olamaz. Şu demokrasi, devlet ve adalet kavramlarına hangi açıdan bakarsak bakalım,   sınıf diktatörlüğünün ifadesi oldukları gizlenemiyor.

“Adalet mülkün temelidir”den veya  “adalet devletin temelidir”den kastedilen herhalde mevcut adalet uygulamasıdır! Bu adalet değil mi milyonları açlığa ve sefalete mahkûm eden? Bu adalet değil mi milyonları işsizliğe mahkûm eden? Bu adalet değil mi zengini daha da zengin yapan? Bu adalet değil mi, adalet talebinde bulunanların üstüne giden? Bu adalet değil mi Tuzla'da iş cinayetlerine sesini çıkartmayan? Bu adalet değil mi “faili bilinenler”in elini kolunu sallayarak dolaşmasını sağlayan? Tabii bu adaletin uygulanması için bir de bekçiye gerek var. O da devlet olsa gerek! Burjuva düzenlerde bu hep böyledir. Adalet kimin içinse devlet de onun içindir.     

Soyut biçimde demokrasi kavramı, uluslararası tekeller ve genel anlamda burjuvazi tarafından giderek daha sık ve yaygın bir şekilde neoliberal politikaların dayatılmasını gizlemek, emperyalist çıkarlardan dolayı bağımlı, yeni sömürge ülkeleri işgal etmek için kullanılmaktadır. Öyle ki,  yaşanan rejim krizinde de görüldüğü gibi sorun, sistemde değil, “demokrasi”nin uygulanıp uygulanmamasında aranmaktadır. Tabii uygulama sorunu da görecedir, kimin hangi konuda ne anlamda dile getirdiğine bağlı olarak değişmektedir. Anayasa Mahkemesi kararının partiler tarafından değerlendirilmesi bunun böyle olduğunu göstermektedir.

Demokrasi kavramının soyut olarak, sınıf sorununu dışlayarak kullanılması kaçınılmaz olarak bilimsel olmayan yaklaşıma/algılamaya neden olmaktadır. Sınıflara ayrılmış bir toplumda; yaşadığımız bu toplumda bütün insanları kapsamına alan bir demokrasi; sınıflar üstü bir demokrasi olamaz. Ama burjuvazinin sınıfsal çıkarını bütün toplumun çıkarı olarak lanse etmek, burjuvazinin çıkarını “milli irade” olarak tanımlamak, bütün toplumu kapsamına alan bir demokrasiden bahsetmek burjuva partilerin ve başkaca düzen savunucularının temel görevidir. Onlar için bu normaldir. Tabii ki, bile bile yanlışı söylemek de, savunmak da herkesin yapabileceği bir iş değildir!

Bu baylara göre “milli irade”nin tecelli etmesi halkın çıkarlarının dile getirilmesi demektir ve bu da ancak demokrasinin uygulanmasıyla mümkün olabilir. Böyle deniyor.

Ücretli iş olmaksızın sermayenin de, dolayısıyla kendisinin de var olamayacağını burjuvazi sınıf olarak doğarken biliyordu. Bundan dolayıdır ki, 18. Yüzyılda Fransız ve Amerikan insan hakları açıklamalarında özel mülkiyet ve buna özgürce sahip olma hakkı ilan ediliyordu. Yani böylece mülk sahibi olmayan bir sınıfın; iş gününden başka bir “mülkü” olmayan bir sınıfın varlığı da daha baştan kabul edilmiş oluyordu. Türk burjuvazisi mülk ve adalet anlayışını bu açılamalardan almıştır ve böylece Türkiye Cumhuriyeti de daha baştan mülkü olmayan bir sınıfın varlığını kabul etmiş oluyordu. Dolayısıyla gerek söz konusu insan hakları açıklamaları ve gerekse de Türkiye Cumhuriyeti,   mülk sahipleri ile mülksüzler arasındaki mücadeleyi, sermaye ile emek arasındaki mücadeleyi bu sistemin temeline koymuş oluyorlardı. Yani mülkü olan sınıflar, mülksüzler karışında demokrasi adına sınıfsal diktatörlük kuruyorlar ve uyguluyorlar. Bu diktatörlüklerini yerine göre kuvvetler ayrımı temelinde, yerine göre de kuvvetler birliği temelinde uyguluyorlar.

Yaşanan rejim krizi, sermaye diktatörlüğünün uygulanmasında ortaya çıkan bir krizidir. Bu kriz devam ede dursun, biz de Erdoğan'dan esinlenerek bir “velev ki” çekelim!
“Velev ki” bu kriz devam ederken devrim oldu ve işçi sınıfı müttefikleriyle birlikte siyasi iktidara geldi. Bu durumda kuvvetler ayrımı, demokrasi, diktatörlük kavramları nasıl bir anlam kazanır?

Eski hâkim sınıfın tek başına siyasi iktidarı elinde tutamadığı, ama siyasi iktidarı ele geçirmeyi amaçlayan yeni sınıfın da bu güçte olmadığı koşullarda kuvvetler paylaşımı uygulaması mümkün olur. Her halükarda kuvvetler paylaşımı durumu, kuvvetler paylaşımı temelinde iktidar, uzun süreli değildir. Her sınıf tek başına iktidar için mücadele edecektir ve kuvvetler paylaşımının yaşandığı süreç de bu mücadelenin sürdürüldüğü süreçtir. Nepal'de böyle bir süreç yaşanmaktadır.“Velev ki” bu kriz devam ederken devrim olduğunda iktidara gelen güçlerin kuracağı iktidar,-diyelim ki işçilerden-emekçilerden oluşan Sovyet tipi cumhuriyet-  doğrudan devrimci güçlerin iktidarı mı; halkın iradesi mi olur, yoksa bu iktidarda kuvvetler paylaşımı mı söz konusu olur, bu tamamen somut duruma bağlı olacaktır. Her halükarda bu iktidar gündeme geldiğinde kuvvetler paylaşımı da gündeme gelebilir. Ama işçi sınıf önderliğinde işçilerden-emekçilerden oluşan Sovyet tipi cumhuriyet,  kuvvetler paylaşımını kaldırmayı, uygulamamayı amaçlar ve bu anlamda da onu reddeder.

Bu iktidar devrimci-demokratik bir diktatörlüktür. Halk sınıf ve tabakalarının siyasal irade birliğini ifade ettiği için toplumsal yaşamın bütün alanlarındaki -ekonomiden eğitime, savunmadan felsefeye- faaliyeti bu irade birliğinin uygulanması olacaktır. Bu uygulama bir programdır. Bu programın ne denli başarılı uygulanacağı, başka nedenlerinin ötesinde esas itibariyle kuvvetler paylaşımının olmamasına, irade birliğinin sağlanmış olmasına bağlıdır. Eski düzene yeniden dönmek isteyen veya elde edileni -demokratik cumhuriyeti- amaç edinip toplumsal ilerlemenin; sosyalizme geçişin karşısına dikilecek olan güçler, bu devrimci iktidar sürecinde kaçınılmaz olarak kuvvetler paylaşımını gündeme getireceklerdir. Montesquieu yeniden keşfedilecektir.(Devrimci burjuvazinin ideologları Montesquieu'nün (1689-1755) kuvvetler ayrımı anlayışını “kuvvetler paylaşımı”na dönüştürdüler. Bununla da mutlakıyetin iktidarını halkın çıkarına sınırlandırmayı ve dolayısıyla siyasi iktidarda yer almayı düşünmüşlerdi). Ama bir de Jean-Jacques Rousseau (1712-1778)  vardır. Fransız Devriminin düşünsel hazırlayıcılarından Rousseau, halkı bir bütün olarak görür. Ona göre halk, devletin hem temsilcisi hem de taşıyıcısı olmalıdır.  Rousseau, yasaları, genel iradenin-halk iradesinin dile getirilmesi olarak kavrar. Halk hâkimiyetini, paylaşılmaz olarak görür ve dolayısıyla kuvvetler paylaşımını da reddeder. “Yasalara tabi olan halk, aynı zamanda onların yapıcısı da olmak zorundadır; sadece, bir toplum kurmak için bir araya gelmiş olanlar, bu toplumun koşullarını da düzenlemek hakkına sahiptirler”. (Jean-Jaques Rousseau: Toplumsal Anlaşma, Leipzig 1978. s.. 70).

Halk hâkimiyeti düşüncesini Marks ve Engels devrim yılı 1848'de birçok makalede ele alırlar. Marks, “özgür bir iktidarın ilk koşulu” diye öne sürülen “kuvvetler paylaşımını” reddeder, bunu “eski bir anayasa saçmalığı” olarak değerlendirir. “Özgür bir iktidar' için koşul, kuvvetlerin ayrımı değil, birliğidir... Hükümet mekanizmasını karmaşık ve gizemli yapmak, sürekli, soytarıların bir marifetidir” (Karl Marx: “Fransız Devriminin Anayasası”, Marks-Engels Toplu Eserleri, C. 7, s. 498).

Devrimci diktatörlükte hükümet, adı ne olursa olsun halkın iradesinin temsil edildiği meclise tabidir. Hâkimler bu meclis tarafından görevlendirilir, ama bu ömür boyu bir görevlendirme değildir; görevlerini yerine getirmeme durumunda her an görevden alınabilirler. Meclis üzerinde duran bir kontrol mekanizması yoktur. Hükümet ve başka idari makamlar karşısında yargı bağımsızdır, ama meclis karşısında değil. Meclisin yasalarını geçersiz kılacak veya meclisi dağıtacak bir güç mekanizması yoktur. Bu bir demokrasidir, burjuvazinin demokrasi diye anlattığıyla ve uyguladığıyla karşılaştırılamayacak kadar ileri bir demokrasidir. Kuvvetler birliğidir. Halkın irade birliğini ifade eden diktatörlüktür, mülksüzlerin ve halk sınıf ve tabakalarından sayılan küçük mülk sahiplerinin diktatörlüğüdür. Bu diktatörlük ve demokrasi, dışa bağımlılığı, emperyalist ülkelerle eşit olmayan ilişkileri, yabancı sermayeyi dışlar. İlişki kurmak isteyen hiçbir güç dayatamaz, ancak dayatmayla karşı karşıya kalabilir, koşullarını kendisi belirler. Bu, “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir”i gerçek anlamda, halkın iradesi olarak yerine getiren bir diktatörlüktür.

İktidarın sınıfsal karakteri değişince kavramların içeriği de değişiyor:
Burjuvazi için adalet, işçi sınıfı ve emekçi yığınlar için adaletsizlik demektir.
Burjuvazi için mülk, işçi sınıfı için mülksüzlük demektir.
Burjuvazi için demokrasi, işçi sınıfı için baskı, diktatörlük demektir.
Burjuvazi için özgürlük, işçi sınıfı için özgürlüklerin sınırlandırılması demektir.
Burjuvazi için “milli irade” işçi sınıfı için sermaye iradesi demektir.
İşçi sınıfı için adalet ve mülk, burjuvazinin mülksüzleştirilmesi demektir.
İşçi sınıfı için demokrasi, burjuvazi için baskı demektir.
İşçi sınıfı için özgürlük, burjuvazi için sınıf olarak yok olmak demektir.
İşçi sınıfı için “milli irade”, sınıfsal irade demektir.
İşçi sınıfı için iktidar, kuvvetlerin birliği üzerinde yükselen diktatörlüktür.