deneme

1 Aralık 2007 Cumartesi

Uluslararası Alanda Ekonomik ve Siyasal Gelişmeler






Son dünya ekonomik krizinden (2000–2004) bu yana dünya ekonomisinin gelişme seyri birbirini etkileyen üç farklı eğilim tarafından belirlenmektedir. Bir taraftan kriz belirtileri olmayan ekonomiler, yanı sıra durgunluk içinde olan ekonomiler ve diğer taraftan da kriz içinde olan ekonomiler. Her ne kadar dünya ekonomisinde ve ticaretinde büyüme trendi devam etse de, dünya ekonomisinin yeni bir fazla üretim krizine doğru yuvarlandığı görülmektedir. Özellikle Amerikan emlak piyasasında patlak veren ve dünya çapında yayılan mali krizin etkilerinin reel üretimde de görülmeye başlaması bu gerçekliği doğrulamaktadır. Dünya ekonomisindeki gelişmeleri şöyle özetleyebiliriz:

I-Kapitalist Dünya Ekonomisinin Durumu ve Pazarlar Üzerine Rekabetin Keskinleşmesi

Kar oranlarının yüksek olduğu koşullarda üretim dönemi artık geride kaldı. Sermayenin(1) yüzde 50 karla küstahlaştığı, yüzde 100 karla bütün insani yasaları ayaklar altına aldığı, yüzde 300 kârla sahibini astırma olasılığı bile olsa, her türlü cinayeti işlediği, her türlü tehlikeyi göze aldığı dönem artık tarih oldu. Sermaye bugün bütün bunları yüzde 5 veya yüzde 6, şimdilik Çin örneğinde olduğu gibi yüzde 10–15 oranında kar için yapmaktadır.

Kar oranları sürekli düşmektedir. Kapitalist üretimin itici gücü (2) olarak kar oranlarındaki 1850’den 2002’ye yüzde 50’den yüzde 4’e düşüş (3) kapitalist ekonomini çelişkilerinin ne denli derinleşmiş olduğunu gösterir.

Yeterli kar ile üretme koşulları olmadığı için kendini değerlendirme, sermaye olarak var olma sorunuyla karşı karşıya kalan sermaye, özellikle geçen yüzyılın son çeyreğinden bu yana kurtuluşu mali alanda ve özellikle de onun bir yansıması olan spekülasyonda arar oldu. Üretim sektöründe faal olan tekeller bankalara, mali kurumlara dönüşmeye başladılar. Bu gelişmenin sonucudur ki, bugün tekellerin gelirlerinin oldukça büyük bir kısmı üretimden değil, mali sektörden kaynaklanmaktadır. Bu tekeller açısından üretmek, artık, kar elde etmek için değmiyor. Bunun yerine hisse senedi satın almak ve bunların değerleri artınca da satarak gelir elde etmek esas iş oldu. Bu türden karşılığı olmayan, gerçekten bir değeri ifade etmeyen gelirle spekülasyon oyunu giderek büyük boyutlarda oynanmaktadır.

Rekabet baskısı üretimde, dolaşımda ve komünikasyonda en modern teknolojinin kullanımını kaçınılmaz kılmaktadır. „Sanayi ülkeleri“ denen ülkelerde verimliliğini yıllık ortalama olarak yüzde 2 ila 4 oranında artıramayan bir işletmenin/tekelin rekabet etme şansı yoktur. Bu yeteneğe sahip olmak isteyen ve dolayısıyla rekabeti sürdürmek isteyen her işletme/tekel veya “sanayi ülkesi” bu rasyonelleştirme oranlarına ulaşmak zorundadır. Aksi durum iflas demektir, başka tekeller/sermayeler tarafından yutulmak demektir. Bu verimlilik oranlarına ulaşmak; bu oranlarda rasyonelleştirmeyi gerçekleştirmek, yaklaşık aynı oranlara tekabül eden işçiyi sokağa atmak anlamına gelmektedir: Yüzde 2 ila yüzde 4 arasında bir verimlilik artışı, çalışanların yüzde 2 ila yüzde 4’ünün sokağa atılması demektir.
Üretimdeki gelişmenin seyri:
Genel eğilimi göstermek için sanayi üretimindeki gelişmeye bakalım.
2000–2004 dünya ekonomik krizinden sonra, dünya ekonomisinin seyrini belirleyecek güçte olan emperyalist ülke ekonomilerinde -kısmen ABD hariç- krizden güçlü bir çıkış olmamıştı. Çin ve kısmen de ABD hariç güçlü kapitalist ülke ekonomilerindeki büyüme oranları gelişmenin böyle olduğunu göstermektedir. Bu, bir bütün olarak kapitalist dünya ekonomisinin ne denli kırılgan bir süreçten geçtiğini de ifade eder.

2000–2004 dünya ekonomik krizinden sonra emperyalist ülkelerde burjuvazinin, ekonomiyi canlandırmak için aldığı neoliberal tedbirler beklenen sonuçları vermedi. Bunun ötesinde veya alınan neoliberal tedbirlerin beklenen sonuçları vermemesi, keskinleşen rekabet, son yıllarda, özellikle de 2007 yılında önde gelen emperyalist ülkelerde korumacılık –protektionizm- eğilimini güçlendirmiş ve kendi sanayisini/sermayesini başka sermayelere karşı korumak için emperyalist devletler, tedbirler almaya başlamışlardır. Bu korumacı tedbirler, sermaye ve üretimin uluslararasılaşmasını gerileten nesnel faktörlerdir.
Önde gelen ekonomilerin gelişme seyri:

Amerikan ekonomisi: 2000=100 bazında Amerikan sanayi üretimi, 2000’den 2001’e yüzde 3,5, 2002’ye keza yüzde 3,5 ve 2003’e de yüzde 2,4 oranında mutlak küçülmüş, ancak 2004 yılında 2000’deki seviyesine çıkmış ve 2004’ten 2005’e yüzde 3,2 ve 2005’ten 2006’ya da yüzde 3,9 oranında büyümüştür. Ama sonraki dönemlerde büyüme oranları düşmeye başlamıştır (4).Veriler, Amerikan sanayi üretiminin 2006’ya nazaran 2007 yılında büyüme oranlarının sürekli küçülme sürecine; üretimin durma noktasına geldiğini göstermektedir.
Sanayi üretimindeki bu durgunluk imalat sanayi üretiminde daha belirgin bir şekilde görülmektedir.

ABD’de 2006’nın ilk çeyreğinde yurt içi brüt üretim yüzde 5,6 oranında büyümüştür. Ama büyüme oranları sonraki çeyreklerde dengesiz de olsa sürekli gerilemiştir: Büyüme oranı, bir yıl öncesi aynı döneme göre 2006’nın ikinci çeyreğinde yüzde 2,6; üçüncü çeyreğinde yüzde 2; dördüncü çeyreğinde de yüzde 2,5 oranında gerçekleşmiştir. 2007’nin ilk çeyreğinde büyüme oranı 2006’ın aynı dönemine göre oldukça geriliyor ve sadece yüzde 0,6 oranında gerçekleşiyor. Bu olgunun da gösterdiği gibi Amerikan ekonomisinde büyüme oranları 2006’ın başından bu yana sürekli küçülmektedir.

Japon ekonomisi: 2000=100 bazında Japon sanayi üretimi 2000’den 2001’e 6,3, 2002’ye yüzde 7,4 ve 2003’e de yüzde 4,6 oranında mutlak küçülmüş, 2004’ten 2005’e ancak yüzde 1,2 oranında ve 2005’ten 2006’ya da yüzde 4,5 oranında büyümüştür. Ama büyüme oranı 2006’ın ilk çeyreğinden 2007’nin ilk çeyreğine yüzde 3,2’ye düşmüştür. 2007’nin verili aylarındaki büyüme oranlarının da gösterdiği gibi Japon toplam sanayi üretimi durgunluk aşamasına girmiştir.
Alman ekonomisi: 2000=100 bazında Alman sanayi üretimi 2000’den 2001’e ancak yüzde 0,2 oranında büyürken 2002’ye yüzde 0,8 ve 2003’e de yüzde 0,4 oranında mutlak küçülmüştür. Bu ülkede sanayi 2004’ten 2005’e yüzde 3,3 oranında, 2005’ten 2006’ya da yüzde 5,8 oranında büyümüştür. Alman sanayi üretimi 2006’nın ilk çeyreğinden 2007’nin ilk çeyreğine yüzde 6,8 oranında sıra dışı bir büyüme sergiledi. Brüt üretim ise 2006’da yüzde 2,9 ve 2007’de ise yüzde 2,5 oranında büyüdü.

Fransız ekonomisi: 2000=100 bazında Fransız sanayi üretimi 2000’den 2001’e yüzde 1,3 oranında büyürken 2002’de 2000’deki seviyesinde kalmış, 2002’den 2003’e ise yüzde 0,4 oranında mutlak küçülmüştür. Fransız sanayi üretimi 2003’ten 2004’e yüzde 2,5, 2004’ten 2005’e yüzde 0,2 ve 2005’ten 2006’ya da yüzde 0,4 oranında büyümüştür.

İngiliz ekonomisi: 2000=100 bazında İngiliz (Büyük Britanya) sanayi üretimi 2000’den 2001’e yüzde 1,8, 2002’ye yüzde 3,4, 2003’e yüzde 3,7, 2004’e yüzde 2,9, 2005’e yüzde 4,8 ve 2006’ya da keza yüzde 4,8 oranında mutlak küçülmüştür.

İtalyan ekonomisi: 2000=100 bazında İtalyan sanayi üretimi 2000’den 2001’e yüzde 1,2, 2002’ye yüzde 2,5, 2003’e yüzde 3, 2004’e yüzde 3,3, 2005’e yüzde 4,1 ve 2006’ya da yüzde 1,6 oranında mutlak küçülmüştür.

2000–2004 dünya ekonomik krizinden sonra Fransa’da, İtalya’da ve İngiltere’de sanayi üretiminin sürekli durgunluk ve kriz içinde olduğunu görmekteyiz.

AB ve OECD bazında ekonominin gelişme seyri: 2000=100 bazında OECD ekonomileri 2000’den 2001’e yüzde 2,4, 2002’ye yüzde 2,0 ve 2003’e de yüzde 0,6 oranında mutlak küçülürken 2003’ten 2004’e yüzde 3,5, 2004’ten 2005’e yüzde 2,1 ve 2005’ten 2006’ya da yüzde 4,3 oranında büyümüştür.

AB(15 ülke),Avro Alanı, G–7, OECD-Avrupa, OECD (toplam) ülkeleri ortalaması bazında toplam sanayi üretimi 2004–2006 ve 2006’nın ilk çeyreğinden 2007’nin ilk çeyreğine sürekli büyümüştür. Ama 2007’nin birinci çeyreğinden ikinci çeyreğine ve aynı yılın verili aylarında sanayi üretiminin büyümesi giderek yavaşlamış veya durmuştur (5).

OECD üyesi olmayan ülkelerde, genel anlamda “yükselen” pazarlarda sanayi üretimi 2007’nin sonuna kadar küçümsenemeyecek bir büyüme içinde olmuştur.

Hindistan ekonomisi: Bir önceki yıla göre değerlendirdiğimizde Hindistan sanayi üretimi 2000–2004 dünya ekonomik krizinden sonra 2004’ten 2005’e yüzde 7,8 ve 2005’te 2006’ya da yüzde 10,5 oranında büyümüştür (6).

Rus ekonomisi: 2000–2004 dünya ekonomik krizinin sonundan itibaren Rus sanayi üretimi yıllık olarak 2004’ten 2005’e yüzde 3,9 ve 2005’ten 2006’ya da yüzde 4,7 oranında büyümüştür (7).

Brezilya sanayi üretimi de 2004’ten 2005’e yüzde 3,1, 2005’ten 2006’ya yüzde 2,8, 2006’nın ilk çeyreğinden 2007’nin ilk çeyreğine yüzde 3,4 oranında büyümüştür.

Türkiye’de sanayi üretimi 2004’ten 2005’e yüzde 5,4 ve 2005’ten 2006’ya da yüzde 5,9 oranında büyümüş. 2007’in verili aylarında ise farklı bir eğilimle karşı karşıyayız. Ocaktan Şubata sanayi üretimi yüzde 8,5 oranında büyüyor, ama sonraki aylarda dengesiz bir şekilde geriliyor ve Şubat ayındaki büyüme oranını yakalayamıyor. Örneğin Temmuzdaki sanayi üretim Şubattakinin yüzde 2,5 oranında gerisinde kalıyor.

Çin ekonomisinin durumu: Dünya ekonomik krizinin sonu itibariyle Çin sanayi üretimi yıllık olarak 2004’ten 2005’e yüzde 15,9 ve 2005’ten 2006’ya da yüzde 15,4 oranında büyümüştür (8).
Amerikan emlak piyasasındaki ve dünya borsalarındaki gelişmeler dünya ekonomisinin krizde olduğunu göstermez. Ama yukarıda sanayi üretimiyle ilgili veriler dünya ekonomisinin 2000–2004 ekonomik krizinden sonra yeni bir ekonomik krize doğru yuvarlandığını göstermektedir. Dünya borsalarındaki bu türden dalgalanmalar, mali kriz, bunun reel ekonomiyi de kısmen etkilemesi ve ABD, Japonya ve AB ekonomilerindeki durgunluk, yaklaşan ekonomik krizin habercisi olarak değerlendirilmelidir.

Önde gelen ülkelerin sanayi üretimindeki bu gelişmeye rağmen genel anlamda dünya ekonomisi, dünya üretimi ve ticareti, görece bir canlılık sürecinden geçmektedir. Bunun nedeni, önemli bazı pazarların oldukça genişlemesidir. Asya’da Çin ve Hindistan, Latin Amerika’da Arjantin ve kısmen Brezilya ve bazı doğu Avrupa ülkeleri bu türden pazarlardır. Bu pazarlara önemli miktarlarda yatırımlar yapılmış ve yeni işletmeler açılmıştır. Bu ülkelerde sanayi üretiminin genel seyri, durumu yeteri kadar açıklamaktadır.

Sonuç itibariyle:
Dünya ekonomisi, tarihinde şimdiye kadar görülmemiş derecede sermaye bolluğu içindedir ve kar oranının da oldukça düşük olduğu bir süreçten geçmektedir (9).

Sermaye, azami kar/gelir, olmazsa “yeterli” kar/gelir vaat eden yatırım alanları aramaktadır. Bu arayış içinde olan sermayenin toplam miktarı dünya çapında devasa boyutlara varmıştır. En karlı yatırım alanı arayan ve bu nedenle de her gün dünyayı dolaşan sermaye miktarı 2 trilyon dolardır. 2006 itibariyle dünya çapında bütün varlıkların toplamı ise 167 trilyon dolara varmaktadır.

Azami kar/gelir elde etmek için sermaye, “çekirge” stratejisini keşfetti (10). Satın almak, devralmak, parçalarına ayırmak ve yeniden satmak “çekirge” sermayenin temel işlevi oluyor. Bu sermayenin belli bir aşamadan sonra gerçek değerlerle bağı kopuyor. Sermayenin gerçek değerlerle bağının kopmasıyla artık „sanal“ değerler; reel olarak olmayan „değerler“ alınıp satılıyor. Bugün dünya mali pazarlarında yaşanan tam da budur. Bu para bolluğunun kaynağı budur, reel üretim değildir. Para bolluğu, kaçınılmaz olarak düşük faizi, ucuz krediyi beraberinde getirdi. ”Paradan para kazanmak” için mevcut yatırım araçları yetersiz kaldı. Klasik sermaye değerlendirme ve para kazanma araçları olan bankalara, borsalara veya bonolara yeni araçlar eklendi ve yeni araçlar üzerinden daha kapsamlı kumar oynanmaya başlandı. Artık, kazanılırsa tam kazanılıyordu. Oldukça riskli ve karmaşık araçlarla değişik teminatlara bağlı bir dizi türev oluşturuldu. Yatırım alanı arayan sermaye bolluğu ve düşük faizlerden dolayı kredi işlemlerinde özensizlik adeta kural haline getirildi. Geri ödenmesi şüpheli alacaklar kabardı, şişti ve öyle ki bunlara birinci sınıf kredi itibarı verildi. Nihayetinde bankalar bu alacakları kontrol edemez hale geldiler ve bu alacakları, yüksek getiri peşinde koşan başka bankalara, sigorta şirketlerine, "hedge" fonlara ve başka fonlar sattılar. “Hazmı kolaylaşsın”, zararı az olsun diye riskler, küçük parçalara bölündü ve dünyanın dört bir yanına dağıtıldı. Bu olgu üzerinden geleceği belli olmayan kredi piyasası da genişledi, şişti.

2000–2004 dünya ekonomik krizinden sonra kredi ve türev bolluğu şişmeye başladı. 2006’nın ikinci yarısından itibaren de bu şişmenin patlayabileceği ve bir mali krize yol açabileceği görülmeye başlandı (Amerikan konut sektöründeki gelişmeler).

Dünya ekonomisi, tarihinin en büyük kredi balonunun patlamasıyla karşı karşıyadır. Dünya çapında bütün Derivat’ların (Pazar değeri, örneğin hisse senetleri krediler, altın gibi taban araçlardan kaynaklanan banka ve borsa alanındaki spekülasyon araçları. Örneğin opsiyonlar, sertifikalar, swap’lar vs.) toplam miktarı, dünya GSH’sının 6 mislini aşmaktadır.

Paradan para kazanma“ ticareti, üretimden sonra ticaret sektörünü de geri planda bıraktı: Bir hesaplamaya göre “paradan para kazanmak” için bütün dünyayı dolaşan spekülatif sermayenin dünya pazarlarındaki günlük faaliyetinin hacmi 1,9 trilyon dolardır ve bütün dünyada mal ve hizmet ticaretinin hacmi de 9,1 trilyon dolardır. Yani spekülatif sermayenin bir günlük getirisi, ticaretin bir yıldaki getirisinin yüzde 20’sine tekabül ediyor.
Çin ekonomisinde devam eden büyüme, dünya ekonomisine biraz nefes aldırmaktadır ama onu yaklaşan krizden kurtarmayacaktır. Milyarlarca insan günde bir veya iki dolarla geçinmek zorunda bırakılmıştır ve dünya çapında işsizlerin sayısı bir milyara varmaktadır. Marks”ın dediği gibi “Bütün gerçek krizlerin son nedeni… kitlelerin yoksulluğu ve sınırlı tüketimidir.” (Kapital, C. 3, s. 503). Bu koşullar, kitlelerin nasıl bir yoksulluk içinde ve tüketim güçlerinin ne denli sınırlı olduğunu gösterir. Bu nedenle kapitalist pazarın, satılmayan ürünlerle dolup taşacağı dönem pek uzakta değildir. Mali piyasalarda yaşanan gelişme sadece ve sadece böyle bir dönemin; yaklaşan ekonomik krizin habercisidir. Veriler, dünya ekonomisi üzerindeki kriz baskısının oldukça güçlü olduğunu göstermektedir.
Veriler dünya ekonomisinin gelişme seyrinde birbirini etkileyen üç eğilimin olduğunu göstermektedir:
Birinci eğilim: ABD, Japonya ve bir bütün olarak AB ekonomilerinde görülen durgunluktur.

İkinci eğilim: İngiliz, Fransız, İtalyan ekonomilerinde görülen krizdir.

Üçüncü eğilimi ise kriz belirtileri olmayan, “yükselen ekonomiler” oluşturmaktadır. Bunların başında Çin ve Hindistan ekonomileri gelmektedir. Çin ekonomisinde ve bu kategorideki başka ülke ekonomilerinde görülen yüksek oranlı büyüme, dünya ekonomisinin krize girmesini frenleyen bir rol oynamaktadır. Şüphesiz ki bu ülkelerin dünya üretimindeki payı belirleyici değildir. “Gelişen ülkelerin” dünya brüt sanayi üretimindeki payı 1980’de 14’ten 2000’de yüzde 24’e çıkmasına rağmen bu oranlar, bu ülke ekonomilerinin gelişmiş ülke ekonomilerinin etkisi altında olduğunu gösterir.

2004’te dünya GSH’sı 40.960 milyar dolardı. Bu miktarda “gelişmiş” ekonomilerin payı yüzde 77 idi. Geriye kalan yüzde 23 de “gelişen” ekonomilerin payıydı. Sadece ABD’nin, Japonya’nın, Almanya’nın, Fransa’nın ve Büyük Britanya’nın bu miktardaki payı yüzde 56,8 oranındaydı. Bu veriler söz konusu bu ülkelerin dünya ekonomisinin seyrinde belirleyici rol oynadıklarını gösterir.

Dünya ekonomisi bir dizi sorunla karşı karşıyadır. ABD’nin sürekli artan ödemeler dengesindeki açık, dünya ekonomisinin seyri bakımından oldukça düşündürücüdür. ABD, dünyanın en çok borçlu ülkesi durumundadır. 2,2 trilyon dolara varan borçlar Amerikan GSMH’nın yüzde 23’üne tekabül etmektedir. 2005 itibariyle ödeme açığı, yurtiçi üretimin yüzde 6,4’üne tekabül etmekteydi ve açık giderek artmaktadır. Amerikan emperyalizminin ödeme gücüne sahip olabilmesi; “çarkı” çevirebilmesi için günlük olarak 2,4 milyar dolara ihtiyacı vardır. Her gün ABD’ye en azından bu miktarda bir sermaye akışının sağlanamaması dengeleri altüst etmeye yeter.

Dünya ekonomisini uluslararası tekeller yönlendirmektedir. Şu veya bu şekilde bütün dünyada uygulamaya konan neoliberal saldırılar, emperyalist ülkelerin ve uluslararası tekellerin dünya pazarlarında rekabet gücünü arttırmaya hizmet etmektedir. Ücretlerdeki sürekli gerileme veya bazı ülkelerde artışın durması; çalışma koşullarında düzensizleştirme; özelleştirmeler ve arkasından gelen teknolojik yenilenme ve bunun sonucu olarak dünya çapında milyonlarca işçinin sokağa atılması; kronik kitlesel işsizlik olgusu, belli bir gelişmeden sonra üretilen ürünlerin satılamayacağı anlamına gelmektedir. Özel tüketici konumunda olan milyonların işsiz olması, tüketim olanaklarının daralması anlamına gelir. Dünya ekonomisinin önündeki en büyük çelişkilerden birisi budur.
Neoliberal dayatmalar sonucunda emperyalist ülkelerle bağımlı ülkeler arasındaki ticarette tek taraflı bağımlılık derinleşmiştir.
İşsizlik ve yoksulluk üreten kapitalist ekonominin çelişkileri keskinleşmektedir.

Son dönemin bazı özellikleri:
Ulusal ve uluslararası olmak anlamında sermaye ve üretimin örgütlenme biçimini göz önünde tutarsak, II. Dünya Savaşından bu yana uluslararası örgütlenme biçiminin giderek önem kazandığını görürüz. Yani II. Dünya Savaşından bu yana sermayenin ve üretimin uluslararasılaşması ve uluslararası örgütlenmesi, sermaye hareketinin temel özelliği olmaya başlamıştır. Bunun diğer adı, sermaye ve üretimin ulusal örgütlenme çerçevesini aşarak, örgütlenmesinin yeni ve nihai aşamasına ulaşmış olmasıdır. Bu aşamaya, sermaye ve üretiminin uluslararası örgütlenmesi denmektedir.

Sermaye ve üretimin; bir bütün olarak kapitalist üretim biçiminin uluslararasılaşmasından anlaşılması gereken sadece genel anlamda tekeller değildir. Kapitalist üretim biçimi veya sermaye hareketi, daha ziyade uluslararası tekeller üzerinden uluslararasılaşmaktadır. Bu anlamda uluslararası tekeller, kapitalist üretim biçiminin uluslararasılaşmasının motoru konumundadırlar. Bu tekeller olmaksızın kapitalizmin, sistem olarak uluslararasılaşması söz konusu olamaz. Kapitalist üretimin ve sermayenin bu denli uluslararası örgütlenmesinde esas rolü belirttiğimiz gibi uluslararası tekeller, Lenin’in deyimiyle “süper tekel”ler oynamaktadır. Bu tekeller, sermaye hareketinin, üretimin, pazarlamanın, hammadde kaynaklarının nasıl ve nerede kullanılması gerektiğini belirleyecek güçtedirler.

Üretimin uluslararası örgütlenmesinden; dağıtımın uluslararası olmasından; araştırma ve geliştirmenin uluslararası örgütlenmesinden; cironun uluslararası olmasından; yatırımların uluslararası boyut kazanmasından; komünikasyonun neredeyse tamamen uluslararası olmasında dolayı kapitalist üretim biçimi uluslararasılaşmıştır.

Sermaye ve üretimin uluslararasılaşmasında eşitlik söz konusu değildir. Yani sermaye ve üretimin bütün yeryüzüne, bütün ülkelere şu veya bu biçimde eşit dağılması söz konusu olamaz. Kapitalist üretim biçimi, toplumsal ve ekonomik yapıları altüst edecek derecede etkili olmadan uluslararasılaşarak dünyanın en ücra köşesine nüfuz eder. Buna sermayenin horizontal uluslararasılaşması denir. Sermaye, vartikal olarak da uluslararasılaşmaktadır ki, esas, niteliksel değişim/gelişme vartikal uluslararasılaşmayla gerçekleşir. Sermaye ve üretimin vartikal uluslararasılaşması belli merkezlerde yoğunlaşması anlamına gelir. ABD, AB ve Japonya sermaye ve üretimin vartikal uluslararasılaştığı böylesi bölgelerdir.
Sonuç; sermaye ve üretimin uluslararasılaşmasının iki biçimi vardır: a) Sermayenin, dolayısıyla üretim ve ticaretin horizontal (yatay) uluslararasılaşması ve b) Sermaye ve dolayısıyla üretim ve ticaretin vartikal (derinlemesine) uluslararasılaşması.

Bu gelişmeler, genel anlamda II. Dünya Savaşından bu yana emperyalizmin; sermaye ve üretimin, ulusal sınırlar içinde örgütlenerek dünya üretimine ve pazarına hâkim olma sürecinden çıkarak uluslararası örgütlenme çerçevesinde dünya üretimine ve pazarına hâkim olma aşamasına gelmiş olduğunu gösterir.

Sovyetler Birliği, dolayısıyla Revizyonist Bloğun varlığı ve Çin’in de iç pazarı yabancı sermayeye açmaması sermaye ve üretim uluslararasılaşmasının fiziki sınırlarına varmasının önündeki temel engeldi. Bu engel artık yok. Sovyetler Birliği ve dolayısıyla Revizyonist Bloğun yıkılmasından ve Çin’in de iç pazarını uluslararası sermaye ve üretime açmasından sonra sermaye ve üretim uluslararasılaşmasının nihai fiziki sınırlarına dayanmıştır. Değer bakımından değil, ama alan bakımından dünyanın fiziki „çapı“ ne kadarsa sermaye ve üretim de ancak ve ancak bu „çap“ içinde hareket edebilir.

Yani kapitalizmin/emperyalizmin 1850–1950 arası tarihi, genel anlamda sermaye ve tekellerin ulusal çapta örgütlenerek dünya pazarlarında rekabet ettikleri tarihtir. Emperyalizmin gelişmesi bu durumun 1960’lardan sonra değişmeye başladığını göstermektedir. Artık sermaye, ulusal çapta örgütlenerek dünya pazarlarında rekabet etmiyor, daha ziyade uluslararası çapta örgütlenerek rekabet etmeye başlıyor. Bu süreç, uluslararası sermayenin ve üretimin, dolayısıyla kapitalist sistemin iki örgütlenme aşamasından geçtiğini göstermektedir: a)Ulusal örgütlenme aşaması ve b)uluslararası örgütlenme aşaması. Sermaye ve üretimin, ulusal-uluslararası çapta örgütlenmesi bağlamında bu süreç, bir nitelik değişimini ifade eder.

Öyleyse:
Emperyalist çağın II. Dünya Savaşına kadar olan döneminde daha ziyade ulusal karakterli tekeller ve ulusal karakterli üretim dünya ekonomisine hâkimdi. Yani üretimin ulusal örgütlenmesi esastı.

II. Dünya Savaşından sonra, özellikle de ’70-‘80’li yıllardan bu yana daha ziyade uluslararası “süper tekel”ler ve dolayısıyla bu tekeller üzerinden uluslararasılaşmış ve uluslararası örgütlenmiş sermaye ve üretim, dünya ekonomisine hâkim olmuşlardır. Sermaye hareketindeki gelişmeler bunun böyle olduğunu göstermektedir. Bundan dolayı da sermaye ve üretimin uluslararası örgütlenmesi, günümüzün emperyalizminde karakteristik temel bir özellik olmuştur.

Üretimin uluslararası toplumsallaşması, kapitalizmin uluslararasılaşmasına bağlı olarak gelişir. Bu anlamda uluslararası tekeller de üretici güçlerin uluslararası gelişmesini tetiklerler. Böylece sermaye ve üretimin uluslararasılaşması, kapitalist üretim biçiminin bütün çelişkilerinin de uluslararasılaştırır.
Emperyalist küreselleşme, dünya çapındaki kutuplaşmayı derinleştirmektedir: Ülkeleri bir piramit içine yerleştirirsek bu piramidinin tepesinde birkaç emperyalist ülkenin yer aldığını, onları sanayileşmiş birkaç ülkenin takip ettiğini, piramidin üçüncü basamağının üst kısmında görece gelişmiş, emperyalizme bağımlı, yeni sömürge ülkelerin yer aldığını görürüz. Piramidin tabanını ise en yoksul ülkeler oluşturmaktadır. Uluslararasılaşmış ve uluslararası örgütlenmiş sermaye ve üretim, ülkeler bazında dünyayı iki kutba bölmüştür: Bir taraftan bütün maddi zenginlikleri kendinde toplayan emperyalist ülkeler kutbu ve diğer taraftan da yoksullaştırılan bağımlı ve yeni sömürge ülkeler kutbu.

SB ve Revizyonist Bloğun yıkılmasından sonra dünya iki kutupluluktan çok rekabet merkezli bir sürece girdi. Kuzey Kore, Küba ve son dönemlerdeki gelişmesiyle Venezuela’yı hesaba katmazsak fiziki dünya tamamen paylaşılmıştır. Sermaye ve üretimin uluslararası horizortal örgütlenmediği alan kalmamıştır. Bu durum, rekabet merkezleri arasındaki çelişkiyi ve mevcut pazarlar ve kaynaklar temelinde rekabeti oldukça keskinleştirmektedir.
Bugün dünya pazarlarında pay talebi, hammadde kaynaklarında pay talebi, rakipten pay talep etmek anlamına gelmektedir.

Dünya ekonomisinde uluslararası tekellerin konumu:
Unctad’ın verilerine göre (WIR 2005) uluslararası tekel (11) sayısı 69.727 idi. Bu uluslararası tekellere bağımlı işletmelerin sayısı ise 690.391. 2005 verileri uluslararası tekellerin çoğaldığını, bağımlı işletmelerin ise azaldığını göstermektedir (12).
WIR 2005 verilerine göre en büyük 100 uluslararası tekel, bütün tekellerin yurtdışı toplam üretiminin yüzde 12 ila yüzde 14’ünü kontrol ediyor.
Bütün tekellerin sadece yurtdışı kuruluşları, toplam dünya ihracatının üçte birini gerçekleştiriyorlar. Ve dünya brüt üretiminin de onda birini kontrol ediyorlar. 20 sene önce bu payın yüzde 5 civarında olduğu düşünülürse gelişmenin bugün gelmiş olduğu boyut daha iyi anlaşılır.

Uluslararası tekeller dünya üretiminin dörtte birini üretiyorlar. Mali sektör dışındaki bu tekellerin (sadece sanayi ve ticaret alanındaki tekellerin) toplam ekonomik gücü, neredeyse ABD’nin ekonomik gücüne eşittir.

Dünya ekonomisinin uluslararasılaşma boyutları (13):
Yurt dışı yatırımları 2000 yılında 1.271 milyar dolardan ekonomik krizden dolayı 2001’de 735, 2002’de 651 ve 2004’te de 648 milyar dolara düşmüştür. 2000–2004 dünya fazla üretim krizinden dolayı uluslararası yatırımlar 2000’den 2004’e yüzde 49 oranında geriliyor. Bu, yurt dışı yatırımları bazında sermayenin uluslararasılaşmasının yaklaşık yarı yarına gerilediğini gösterir. Yurt dışı yatırımları ancak 2004’ten sonra artmaya başlıyor ve 2005’te 916,3 ve 2006’da da 1.230,4 milyar dolara çıkıyor. 2006’da yurt dışı yatırımları 2000 yılındaki seviyesine dahi ulaşamıyor.

Yurt dışı sermaye miktarı 2000’de 5.967 milyar dolardan 2001’de 6.582; 2002’de 6.866; 2004’te 9.732 ve 2005’te de 10.962 milyar dolara çıkarak 2000–2004 dünya ekonomik krizinin son yılı itibariyle ancak 9,6 oranında artıyor.

Bağımlı işletmelerin yurt dışı cirosu 2000’de 15.680 milyar dolardan 2001’de 18.517 milyar dolara çıkıyor, ama krizden dolayı 2002’de 17.685 milyar dolara düşüyor. Sonraki yıllarda 2004’te 18.677 ve 2005’te de 22.171 milyar dolara çıkarak 2005’te 2000–2004 dünya ekonomik krizinin son yılı itibariyle yüzde 18,7 oranında artıyor (14).

Dünya çapında bütün Derivat’ların toplam miktarı, dünya brüt üretiminin 6 mislini aşmaktadır. Mali dolaşım sürecinde azami kar veya azami talan için dolaşan spekülatif sermaye miktarı 2005’te 140 trilyon dolardı. Bu sermayenin önemli bir kısmı ticari bankaların kontrolündeydi. Herhangi bir bankaya ait olmayan mali kurumların kontrolünde olan miktar 46 trilyon dolardı. 1,6 trilyon dolarlık bir kısmı Hedge-Fonlar ve 600 milyar dolarlık bir kısmı da özel katılımcı yatırımcılar kontrol ediyorlardı.

Yeni sömürge, bağımlı ülkelere sermaye akışı 1990’da 40 milyar dolardan 2004’te 320 milyar dolara çıktı. Bu miktar içinde özel sermayenin payı 1990’da yüzde 50 idi. 2004’teki miktarın ise yüzde 93,75’i, yani 300 milyar dolarlık kısmı özel sermayeden oluşmaktaydı.

Yeni sömürge, bağımlı ülkelerin borçları 1980’de 0,55 trilyon dolardan, 1995’te 1,99, 2000’de 2,30, 2002’de 2,34 ve 2003’te de 2,53 trilyon dolara çıktı.

İşsizlik konusuna gelince: Kapitalizmde işsizlik sorununun nihai çözümü yoktur. Son birkaç yıllık gelişme veya son dünya ekonomik krizinden bu yana gelişme, işsizliğin ne denli kronik ve kitlesel olduğunu göstermektedir. Rekabet baskısıyla modern teknoloji kullanımı, rasyonelleştirme, özelleştirme sonuçta milyonlarca işçinin sokağa atılmasını beraberinde getirmiştir. Bu dönem zarfında kapitalist ekonomi krizde olmamasına rağmen işsizlerin sayısında kayda değer bir azalma olmamıştır. Kronik kitlesel işsizlik, bir eğilim olmaktan çıkarak kapitalist sistemin nesnel bir yasası olmuştur.
Bizzat burjuvazinin yaptığı hesaplamaya göre, dünya çapında çalışabilir nüfuzun sadece yüzde 20’sinin çalışmasıyla insanlığın bütün ihtiyaçları karşılanabiliyor. Kapitalizm, işsiz nüfusun çalışan nüfustan daha çok olacağı bir sürece doğru evriliyor. Dünya burjuvazisini korkutan, bu işsizler ordusunun sömürü düzenine karşı mücadeleye atılmasıdır.

İşsizlerin sayısı dünya ölçeğinde bir milyardan fazladır (15). Emperyalist küreselleşme koşullarında dünyanın zengin-yoksul kutuplaşması son yıllarda oldukça derinleşmiştir. Varlıklı ile yoksul arasındaki fark 1969’da 30’a 1’den 1990’da 60’a 1’e ve 2004’te de 90’da 1’e çıkmıştır. Dünya Bankası verilerine göre günde 1 dolardan az bir gelirle geçinmek zorunda olan insan sayısı bir milyardır. Yani dünya nüfusunun yüzde 15’i. Dünya ölçeğinde aç olanların sayısı 1996’da 801 milyondan 2003’te 834 milyona çıkmıştır. 1 ve 2 dolar arasında bir gelirle geçinmek zorunda olanların sayısı 1,6. Yani dünya nüfusunun yüzde 25’i. Bir taraftan dünya nüfusunun yüzde 40’ı 2 dolardan az bir gelirle geçinmek zorundayken, AB her ineği günde 2 dolarla sübvanse etmektedir.
ABD’de nüfusun yüzde 1’inin yılık kazancı dünya yoksullarının yüzde 57’sinin yıllık kazancına eş düşmektedir.
Bu veriler genel olarak eşitsizliğin ve özelde de zengin-yoksul kutuplaşmasının ne denli derinleşmiş olduğunu göstermekteler.

Hangi biçiminde olursa olsun sermaye, ABD-AB-Japonya eksenli olarak yoğunlaşmıştır. Sermaye hareketindeki yönelim, bu eksene Çin’in de katılması gerektiğini kaçınılmaz kılmaktadır. Dolayısıyla dünya ölçeğinde sermaye ABD-AB-Çin ve Japonya eksenli olarak hareket etmektedir. Çok rekabet merkezli kapitalist sistemde bu üç bölge bugün açısından dünyanın geriye kalan kısmını, özellikle de bağımlı, yeni sömürge ülkeleri talanda belirleyici bir rol oynamaktadır.
Bağımlı, yeni sömürge ülkeler üzerinde emperyalist baskı ve talan cendereye dönüşmüştür. Yukarıdaki veriler emperyalist ülkeler ile bağımlı, yeni sömürge ülkeler arasındaki eşitsizliğin korkunç boyutlara vardığını göstermektedir.

Son birkaç yıllık gelişme, ulus-devletin artık tarihe karışması gerektiğini ileri süren bir kısım emperyalist ideologların bu tespitlerini doğrulamadı. Burada söz konusu olan, emperyalist küreselleşme koşullarında ulus-devletin sermayenin çıkarlarına göre yeniden yapılandırılmasından başka bir şey değildi. Öyle de oldu. Emperyalist devletler, sermaye hareketi için külfetli olan, mutlaka devleti gerektirmeyen alanlardan çekildiler. Bu alanlar ya özel sermayeye yeni kar/gelir kaynağı olarak ya da AB örneğinde olduğu gibi entegre kurumlara devredildi.

Çokça iddia edildiği gibi devlet, ekonomik yaşamdan tamamen çekilmedi. Neoliberalizmin bu ilkesi gerçekleşmedi. Ötesinde iktisadi yaşamda faaliyetini sürdüren devlet, gerektiğinde kendi “ulusal” sermayesini politik olarak koruyucu tedbirler almaktan, bu doğrultuda adım atmaktan da geri kalmadı. Daimler-Chrysler tekelinin ayrılışında devletin –somutta da Alman devletinin- ne denli “ulusal” hareket ettiği görüldü.

2000–2004 dünya ekonomik krizinin sonuçlarının da gösterdiği gibi, sermaye ve üretimin uluslararasılaşmasıyla ekonomik kriz arasında kopmaz diyalektik bir bağ vardır. Kapitalizmin tarihi, ekonomik krizlerin patlak verdiğinde veya dünya savaşları söz konusu olduğunda sermaye ve üretimin uluslararasılaşmasının gerilediğini ve sermayenin “ulusal” liman denen devlet sınırları içinde kaldığını; geriye çekildiğini göstermektedir. Sovyetler Birliği ve Revizyonist Bloğun dağılmasından; iki pazarlı dünya ekonomisinin tek pazarlı dünya ekonomisine dönüşmesinden sonra patlak veren ilk dünya ekonomik krizi (2000–2004) sonuçları, ekonomik krizin, sermaye ve üretimin uluslararasılaşmasında; sermaye hareketinin bu yasasının bir eğilim olarak etkide bulunmasında belirleyici önemi olan faktörlerden birisi olduğunu göstermiştir.

Ekonomik krizin sermaye ve üretimin uluslararasılaşmasını ne derece etkileyeceği şüphesiz ki, krizin şiddetine bağlıdır. Uluslararası tekelleri de kapsayan bir fazla üretim krizi, sermaye ve üretimin uluslararası hareketinin seyrini etkileyen nesnel bir faktör olur. Bu etkinin ne anlama geldiğini uluslararası sermaye birleşmelerinin 2000’den 2001’e olağanüstü gerilemesinde gördük. Örneğin firma birleşmeleri ve devralmaların değeri 2000 yılında yaklaşık 3.400 milyar dolardan 2002 yılında yaklaşık 1.400, 2003 yılında yaklaşık 1.250 milyar dolara düşmüş ve ancak 2004’ten itibaren yeniden artmaya başlamıştır. Bu değer 2004’te 1.600 milyar dolardan 2005’te 2.100 ve 2006’da da 3.600 milyar dolara çıkmıştır. Yani sermaye birleşmeleri ve devralmaları 2000 yılına göre 2003 yılında adeta dibe vurmuş (2000’e göre yüzde 63 oranında gerileme) ve 2006 yılında da 2000 yılına göre ancak yüzde 5,9 oranında artmıştır.

Yaşanan mali krizin etkisi de aynı doğrultudadır: Kredi piyasasındaki kriz, firma birleşmeleri ve devralmaları sürecinde frenleyici bir rol oynamaktadır. Krizden dolayı -kredi pahalıya mal olduğu ve kredi alma olanağı zorlaştığı için- 351 milyar dolarlık devralma gerçekleştirilememiştir. 2007’in ilk yarısında satılması ve satın alınması açıklanan işletmeler için harcanacak miktarın hacmi 2,7 trilyon dolardı.

Sonuç: Savaşsız, istilasız ve ekonomik krizsiz bir kapitalizm düşünülemez. Savaş ve ekonomik kriz, kapitalizmin karakteristik özelliğidir. Savaş ve ekonomik kriz, sermaye ve üretimin uluslararasılaşmasına karşı etkide bulunan nesnel faktörler olarak, aynen kar oranı yasasında olduğu gibi, bu yasanın eğilim olarak gelişmesine neden olurlar. (Bu faktörlerin etkide bulunmadığı durumlarda sermaye ve üretimin uluslararasılaşmasını ancak çok güçlü bir doğa felaketi olumsuz etkileyebilir).

Dış pazarsız kapitalizm düşünülemeyeceği için bu faktörler, yasanın kendisi ortadan kaldırılamazlar. Ama esasen (esasen diyoruz, çünkü birtakım korumacı tedbirler de sermaye ve üretimin uluslararasılaşmasının önünde geçici engel olabilirler. Son zamanlarda emperyalist devletlerin bu yöndeki tedbirleri böyle bir etkide bulunmaktadır) bu nesnel nedenlerden dolayı kapitalizmin uluslararasılaşması engelsiz gelişmez. Şüphesiz ki, kapitalizmin uluslararasılaşması geriye dönüşümü olmayan bir süreçtir. Ama olguların da gösterdiği gibi bu süreç geriye dönüşümlü olarak, eğilim olarak ilerler.

II- Uluslararası Siyasal Durum-Eşitsiz Gelişme ve Sonuçları

Uluslararası siyasal gelişmeleri; emperyalistler arası ilişkileri/çelişkileri ve emperyalizme ve sermayeye karşı mücadeleyi yukarıda çerçevesini çizdiğimiz dünya ve önde gelen emperyalist ülkelerin ekonomik durumu bazında ele almak ve değerlendirmek gerekir.

Sovyetler Birliği ve Revizyonist Bloğun dağılmasından sonra dünyanın yeniden şekillenmesi üzerine üretilen teorilerin büyük kısmı iflas etti. Emperyalizmin yoğunlaştırılmış antikomünizm propagandasının etkise de bizzat yaşam tarafından belli ölçülerde kırıldı. Küçük burjuvaların, satın alınmış kalemlerin tartışma yorgunluğu sürecine girdiğini gören emperyalist ideologlar, “tartışarak” kafaları bulandırmak için bugünlerde “yeni” yeni teoriler üretmekle meşguller. Ama teori adına ne üretirlerse üretsinler, bilim adına neyi tartışırlarsa tartışsınlar, bunların hiçbiri önde gelen, jeopolitika üretme yeteneğine sahip olan emperyalist ülkelerin dünyayı yeniden paylaşmak, dünya pazarlarındaki paylarını arttırmak için kıyasıya rekabet ettiklerini ve bu rekabetin de giderek şiddetlendiğini gizleyememektedir.

100 yıllık emperyalizm tarihinde çok şeyin değiştiğini görmekteyiz. Değişmeyen tek şey, her değişimin arka planında da eşitsiz gelişmenin ve rekabetin olduğu gerçeğidir. Eşitsiz gelişme ve rekabet, bazı dönemlerde emperyalist ülkeleri birlikte hareket etmeye ve bazı koşullarda da ayrı hareket etmeye zorlamaktadır. Burada söz konusu olan Lenin’in bahsettiği iki eğilimdir. "... İki eğilim var: Bunlardan birisi bütün emperyalistlerin ittifakını kaçınılmaz yapıyor. Diğeri ise, bir emperyalisti diğerlerinin karşısına dikiyor. Hiçbirisi sağlam temele dayanmayan iki eğilim." (C. 27, s. 363. "Dış Politika Üzerine Rapor").

Sovyetler Birliği ve Revizyonist Bloğun dağılmasına (1989/90) kadar devam eden süreçte revizyonist kamp ile kapitalist kamp arasındaki çelişki, "bütün ülkelerin emperyalistlerinin ittifakı"nı mümkün kılan belirleyici faktör olma özelliğini koruyordu, ama aynı zamanda klasik kapitalist kamp içinde veya emperyalist koalisyonda etkisini giderek gösteren çatlaklar belirmeye başlamıştı. Yani yeniden güçlenen her bir emperyalist ülke, ABD'nin boyunduruğuna karşı koymaya başladı. Böylelikle modern revizyonist bloğa karşı, emperyalistler arası koalisyon devam ederken, bu koalisyonu oluşturan emperyalist ülkeler, kapitalist dünya pazarı, hammadde kaynakları ve nüfuz alanları üzerine kendi aralarındaki rekabetlerinde belli bir mesafe kat ettiler ve nihayetinde kapitalist dünyada, ABD, AT ve Japonya merkezli üç ayrı, birbiriyle rekabet eden emperyalist güç doğdu.

Sovyetler Birliği ve Revizyonist Bloğun çöküşü, giderek etkisi zayıflamakta olan "bütün ülkelerin emperyalistlerinin ittifakı”nın yıkılma sürecini hızlandırdı; emperyalistler arası ilişkilerin gelişmesinde birbirine tamamen zıt olan temel iki eğilimden birisi olan birleştirici eğilim, giderek yerini "bütün ülkelerin emperyalistlerinin ittifakı”nı olanaksız kılan eğilime bırakmaya başladı.
Sovyetler Birliği ve Revizyonist Bloğun dağılmasından bu yana "bütün ülkelerin emperyalistlerinin ittifakı"nı zorunlu kılan, dolayısıyla bu ittifakı olanaklı hale getiren neden; önce sosyalist, sonra da modem revizyonist blok, ötesinde kapitalist dünya sistemini var ve yok olmayla karşı karşıya bırakacak dünya çapında bir devrimci yükseliş de yok. Yani emperyalist koalisyonun maddi temeli ortadan kalktı ve bununla birlikte de birleştirici eğilimin maddi temeli ortada kalkmış oldu.

Amerikan emperyalizminin önderliğinde yeni Balkan Savaşlarında; Yugoslavya’nın parçalanmasında, Afganistan ve Irak’ın işgalinde NATO çerçevesinde ve “gönüllülük” temelinde çok sayıda ülkenin ortak hareket etmeleri “bütün ülkelerin ittifakı” için maddi koşulların var olduğu biçiminde anlaşılmamalıdır. Geçen yüzyılın ‘90’lı yıllarında "bütün ülkelerin emperyalistlerinin ittifakı"nı olanaksız kılan eğilim hâkim olmaya başlamıştır ve 21. Yüzyılla birlikte de "emperyalistlerin genel ittifakı", artık, "politikanın itici gücü" (Lenin) olmaktan çıkmaya başlamıştır (16).

Sovyetler Birliği ve Revizyonist Bloğun dağılmasından sonra "Bütün ülkelerin emperyalistlerinin ittifakı"nı ifade eden "emperyalistlerin genel ittifakı"nın maddi koşulları ortadan kalkmasına ve "artık politikanın, itici gücü" olmaktan çıkmasına rağmen, "emperyalistlerin genel ittifakı”nı ifade eden, "politikanın itici gücü" olan bir dizi emperyalistler arası siyasi, ekonomik ve askeri koalisyonlar varlıklarını devam ettiriyorlar.

Bu süreç (Revizyonist Bloğun dağılmasından sonra, bu dağılmayla birlikte emperyalistler arasındaki ilişkilerin gelişme seyrinin giderek değişmeye başladığı süreç) henüz başında olduğumuz bu süreç, "bütün ülkelerin emperyalistlerinin ittifakını", "emperyalistlerin genel ittifakı"nı mümkün kılan eğilimin, artık o "nefes alma" döneminin, "iki savaş arasındaki” dönemin yerini, emperyalist koalisyonların yerini, "bütün ülkelerin emperyalistlerinin ittifakı"nı olanaksız kılan eğilime bıraktığı süreçtir. Bu vurgulardan çok yakın bir gelecekte yeni bir emperyalist dünya savaşının patlayacağı sonucunu mu çıkarmak gerekiyor? Hayır. Emperyalistler arası ilişkilerin seyri şunu göstermektedir:
Emperyalistler arası ilişkiler/çelişkiler artık "emperyalistlerin genel ittifakı"nı geçersiz kılan yeni bir sürece girmiştir. Bu süreç, dünyayı yeniden paylaşmak için, çıkarları aynı olan güçlerin yeni ittifaklar, koalisyonlar kurma doğrultusunda adım attıkları bir süreçtir. Lenin'in dediği gibi "barışçıl ittifaklar savaşlara zemin hazırlarlar ve savaşlardan doğarlar". Öyle de oluyor. Belirttiğimiz ittifakların hepsi II. Dünya Savaşı’nın sonuçlarıdır ve uzun bir "nefes alma" dönemim ifade ettiler. Artık bu "nefes alma" yerini, emperyalistler arası çelişkilerin derinleştiği ve kapsamlaştığı döneme bırakmıştır. 2000–2004 krizi ve sonrasındaki gelişmeler bunun böyle olduğunu göstermektedir.
Artık hiçbir güç Alman emperyalizmim ABD'nin güdümüne sokamaz. Artık hiçbir güç Japon emperyalizmim ABD'nin hegemonyasına sokamaz. ABD’nin, NAFTA'sı var, Alman emperyalizmi ve de Fransız emperyalizmi AB'yi kurmuş, Japonya da Pasifik bölgesinde boş durmuyor. Çin başlı başına bir dünya gücü olarak hareket ediyor. Keza Rusya da yeniden toparlanmaya ve emperyalist çıkarları için mücadele edeceğini rakiplerine göstermeye başladı.
Dünya, emperyalistlerin kartlarını yeniden karıştırdıkları bir sürece girdi: Emperyalistler arası çelişkilerin derinleşmesinin ve kapsamlaşmasının ifadesi olan bu süreçte emperyalist ülkeler arasında yeni düşmanlıklar doğacak, dünya hegemonyası için ölüm kalım savaşına doğru gidilecektir. Kapitalist/emperyalist dünya, çıkarları taktiksel olarak aynı olan güçlere/koalisyonlara bölünecektir. Bu bölünme nasıl somutlaşır, bunu bilmiyoruz, ama savaşmak için, dünyayı yeniden paylaşmak veya mevcut paylaşılmışlığı korumak için yeni koalisyonlaşmada ABD, Almanya, Japonya, Çin ve Rusya belirleyici rol oynayacaklardır (Bu ülkelere Hindistan’ı da katabiliriz).

Lenin bu gelişmeyle ilgili olarak şöyle diyordu:
"Kapitalizmin bu eğiliminin (birleştirici eğilim -çn) bir istisnası... emperyalist savaşın, şimdi bütün dünyayı kendi aralarında paylaşmış olan emperyalist güçleri... birbirlerine düşman gruplara, düşman koalisyonlara bölmüş olmasıdır. Bu düşmanlık, bu mücadele, bu ölüm-kalım dalaşı, belli koşullarda bütün ülkelerin emperyalistlerinin ittifakını olanaksız kılıyor" ve "bütün ülkelerin emperyalistlerinin genel ittifakı... politikanın itici gücü..." olmuyor.
Bu sürecin sonucu, ya emperyalist savaştır ya da emperyalist savaşı önleyecek devrimdir.
Tabii ki böyle düşünmeyenler de var. Tek kutuplu olan, Amerikan emperyalizminin hâkimiyet kurduğu bir dünyadan bahsedenler olduğu gibi emperyalistler arası çelişkilerin, bir “ultra-emperyalizm” sürecine girildiğinden dolayı yumuşadığından, emperyalistler arası “it dalaşı”nın geride kaldığından da bahsedenler var. T. Negri ve K. Kautsky’de ifadesini bulan bu anlayışlar, bahsettiğimiz emperyalizmin bu iki eğiliminin nesnel gerçekliğin yansıması olduğunu reddeden, nesnel gerçekliğe sırt çevirmiş olan anlayışlardır. Biz burada ilgilendiren bu anlayışların değerlendirilmesinden ziyade günümüz koşullarında uluslararası siyasal gelişmelerin nasıl şekillendiğidir.

Sovyetler Birliği ve Revizyonist Bloğun dağılmasından sonra rakiplerini gelişmelerinde engelleme ve böylece dünya hegemonyası planının gerçekleştirilmesi önünde engelleyici faktör olma özelliği kazanmasın diye elini çabuk tutan Amerikan emperyalizmi, yüzyıllık Avrasya jeopolitik açılımı gerçekleştirmek için “yeni” stratejiler hazırlanmakta gecikmedi.

Sovyetler Birliği ve Revizyonist Bloğun dağılması, Soğuk Savaş döneminin sona erdiğinin ve özellikle de bu yüzyılın başından bu yana önde gelen emperyalist ülkelerin jeopolitikalarını artık iki kutupluluk üzerine değil de çok rekabet merkezlilik üzerine kurmaya başladıklarının açık göstergesidir.
Günümüzde “yegâne süper güç” konumunda olduğu için Avrasya jeopolitikasını detaylandıran ve ona göre de adımlar atan tek ülke ABD’dir. Amerikan emperyalizminin dünya hâkimiyeti için Avrasya’ya yöneldiğini gören önde gelen emperyalist ülkeler, bu jeopolitik anlayışın gerçeklik olmaması için mücadele etmektedirler. Diğer bir ifadeyle; Avrasya jeopolitikası günümüzde emperyalistler arası çelişkilerin yön ve keskinliğini göstermektedir.

Sorunun ne olduğunu Amerika jeopolitikacı Z. Brzezinski çok iyi açıklıyor (17).
Her halükarda esas olan, 21. yüzyılda dünya çapında hâkim güç olabilmek için Avrasya’ya hâkim olmaktır.

Öncesi bir kenara geçen yüzyılın ‘90’lı yıllarından bu yana emperyalistler arası ilişkiler ve çelişkiler bu jeopolitik kurgu üzerine gelişmektedir:
Yugoslavya’nın parçalanmasını Amerikan emperyalizminin Avrupa’ya hakim olma anlayışından ve aynı zamanda AB’nin, bu ekonomik entegrasyon içinde de Almanya ve Fransa gibi emperyalist ülkelerin Avrupa’da Amerikan hegemonyasına karşı durmak için Balkanlara müdahalesinden ayrı ele alamayız.

Amerikan emperyalizminin Irak’a karşı savaşını ve bu ülkenin işgalini sadece ve sadece Irak’ın petrolünü kontrol etme anlayışıyla sınırlandırarak açıklayamayız. Avrupa gibi Ortadoğu da Avrasya’yı çevreleyen önemli stratejik ve aynı zamanda enerji zengini bir bölgedir. Ortadoğu’da Amerikan emperyalizminin hâkimiyeti, AB’li emperyalist ülkelerin (İngiltere hariç), Rusya’nın, Çin’in, Japonya’nın bu bölgedeki enerjiden yararlanmalarının Amerikan emperyalizmi tarafından kontrol altına alınması demektir.

Afganistan’ın işgali Rus emperyalizminin bağrına saplanmış bir hançerdir. Afganistan’a hâkim olmak, Avrasya zenginliklerinde söz sahibi olmak, bu bölgedeki siyasal, ekonomik ve askeri gelişmelerin içinde olmak anlamına gelmektedir. Afganistan üzerinde hâkimiyet, aynı zamanda Rusya ve Çin gibi ülkelerin işbirliğini yakından izleyebilmek veya engelleyebilmek anlamına da gelmektedir.

Hazar Havzasında sürdürülen emperyalistler arası rekabet; bölgenin enerji kaynaklarının paylaşılması, Gürcistan, Ukrayna ve Azerbaycan üzerinde rekabet, dünyanın yeniden paylaşılması ve dünya hâkimiyeti anlamına gelen Avrasya jeopolitikasından ayrı olarak düşünülemez.

AB’nin ve NATO’nun Doğu Avrupa genişlemesi göz önünde tutulursa emperyalistler arası çelişkilerin, özellikle de AB-ABD-Rusya arasındaki çelişkilerin Doğu Avrupa-Karadeniz Havzası-Hazar Havzası ekseninde keskinleştiği görülür. Bu “it dalaşı”nda Karadeniz Havzası önemli oluyor:

Amerikan emperyalizmi, Orta ve Doğu Avrupa’daki yeni NATO ülkelerindeki yeni üsleriyle rakiplerini adeta boğmaktadır. Bu üsler, şu açıdan oldukça önemlidir: a)AB’nin, özellikle de Alman emperyalizminin Ortadoğu’ya, Karadeniz Havzasına ve Karadeniz ve Ukrayna üzerinden Kafkasya’ya, dolayısıyla Orta Asya’ya açılımı önünde aşamayacağı bir engel oluşturmak; b) Rusya’nın Balkanlar ve Akdeniz’e açılmasının önünü almak; c) BOP’un gerçekleştirilmesinde daha geniş çevreyi stratejik hâkimiyet alanına çevirmek ve d) Nihayetinde, Kafkasya/Hazar Havzası/Orta Asya hâkimiyeti için mücadelede her an kullanabileceği bir alan oluşturmak.
Kazakistan, Özbekistan, Kırgızistan, Türkmenistan, Özbekistan ve Tacikistan gibi Orta Asya ülkeleri; Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan gibi Güney Kafkasya ülkeleri; batıda Estonya, Letonya ve Lituanya gibi Baltık bölgesi ülkeleri ve Orta ve Doğu Avrupa’da Ukrayna, Moldavya, Polonya, Macaristan, Romanya, Bulgaristan; Slovakya ve Çek Cumhuriyeti gibi ülkeler, şu veya bu derecede farklı olmasına rağmen, AB ve ABD’nin hegemonyası altına girdiler. Soğuk Savaş döneminde Amerikan emperyalizminin SB’ne karşı oluşturduğu „yeşil kuşak“ Baltık kıyılarından Karadeniz kıyılarına; Romanya ve Kafkasya üzerinden Orta Asya’ya kadar uzanan ve doğrudan Amerikan emperyalizminin kontrolünde olan bir çembere dönüştü. Bu çemberin en zayıf noktası Beyaz Rusya’dır.
Amerikan emperyalizminin amacı; a) Rusya’nın çembere alınmasıdır; b) Rusya’ya kıyı ülkelerin Rusya’dan kopartılmasıdır; c)Eskiden Sovyetler Birliği’ni oluşturan ülkelerdeki iç siyasal gelişmelerin istenildiği gibi kontrol edilmesi ve yönlendirilmesidir (“renkli devrimler”); d)Hazar Havzası enerji kaynaklarına girişin ve enerji sevkıyatının teminat altına alınması ve e) Rusya ve İran’ın bu sevkıyattan uzak tutulmalarıdır.
AB’nin amacı ise Karadeniz’i kendi „iç deniz”i yapmaktır. AB de bölge üzerine aynen ABD gibi düşünüyor. Tabii ki kendi çıkarları açısından: Rusya’nın bu bölgeden uzaklaştırılması; bölgedeki gelişmelerde ABD ile eşit boyutlarda söz sahibi olmak. AB, Karadeniz Havzasındaki faaliyetlerini bu stratejiye göre şekillendirmektedir. Ama bugün açısından AB, bu stratejisini uygulamak için ABD ile yarışacak durumda değildir ve bu nedenden dolayı da ondan kopuk hareket edememektedir ve aynı zamanda, her ihtimali göz önünde tutarak Rusya ile ilişkilerine özen göstermektedir.
AB’nin Orta Asya’da da etkili olması durumunda Karadeniz, AB’nin bir içdenizine dönüşmüş olur. Veya AB’nin Orta Asya’da umduğu etkiyi sağlayabilmesi için Karadeniz’den geçmesi gerekir ve Karadeniz’i „iç deniz“ yapamayan bir AB, Orta Asya’da etkili olamaz. Her halükarda bu alanlarda ABD-AB-Rusya arasında kıyasıya ve giderek şiddetlenen bir rekabet söz konusudur.

Afrika’da emperyalistler arası rekabet:
Emperyalist ülkeler ve uluslararası tekeller Afrika’nın zenginliklerini (petrol, gaz, kauçuk, değerli taşlar vs.) talan ediyorlar. Bu talanı emperyalist ülkeler ya doğrudan ya da IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası kurumlarını kullanarak gerçekleştiriyorlar. Hükümet Dışı Örgütler, emperyalist ülkelerin ve uluslararası kurumlarının „öncü müfrezesi“ rolünü oynuyorlar. Zor kullanmak kaçınılmaz olunca BM devreye giriyor. Bu kurumun yetersiz kaldığı durumlarda emperyalist ülkeler doğrudan müdahale ediyorlar. Afrika’nın 8 ülkesinde BM askerleri “barış gücü” adı altında görev yapıyor.

Emperyalist ülkeler Afrika üzerine rekabetlerini belli bir dönem, Somali fiyaskosundan bu yana fazla „gürültüye-patırtıya“ neden olmadan devam ettirdiler. Ama durum değişmeye başladı. Son birkaç yıl içinde emperyalistlerin Afrika’nın birçok ülkesine müdahale etmeye başladıklarını görmekteyiz. Kongo, Çat, Sudan bu müdahale alanlarını başında gelmektedir. Önde gelen hemen bütün emperyalist ülkeler, Afrika’nın zenginliklerinde en büyük payı kapmak için, Kongo ve Sudan’da olduğu gibi, halkları birbirine boğazlatmak da dâhil her yola başvuruyorlar. AB ve ABD’nin yanı sıra şimdi bir de Çin emperyalizmi yeni bir rakip olarak ortaya çıktı. Afrika, Çin emperyalizmiyle batılı emperyalist güçler arasında rekabetin en çok keskinleştiği bir alan konumundadır.
Orta Asya enerji kaynakları üzerine emperyalistler arası rekabet:
Dünyaya hâkim olmak için Avrasya’ya hâkim olmak, emperyalizmin bütün tarihi boyunca geçerli jeopolitikası olmuştur. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra emperyalist ülkeler gözlerini yeniden Avrasya’nın merkezi bölgesini oluşturan Orta Asya’nın enerji zenginliğine diktiler. Bugün bu jeopolitikanın gerçekleştirilmesi için başta ABD olmak üzere AB, Rusya ve Çin acımasız bir rekabet içindeler. Önemli olan, bu bölgenin enerji zenginliklerini kontrol etmek, rakipleri bölgeden uzak tutmak ve böylece dünya enerji sorununda dikte edici bir konuma gelmektir.

Rusya, bölgede çıkartılan petrol ve doğal gazı kendi topraklarından geçen boru hatlarıyla dünya pazarlarına taşımak istiyor ve bu amacına ulaşmak için de diğer emperyalist güçlerle, özellikle de ABD ve AB ile kıyasıya rekabet ediyor. Böylece Rusya, dünya enerji politikasını kontrol etmek ve yönlendirmek için önemli bir konuma sahip olmayı hedefliyor. ABD ve AB, bölgede sağlanan enerjinin dünya pazarlarına sevkıyatında Rusya’ya bağımlı olmak istemediklerinden, Rusya’yı dışlayan alternatif boru hatları üzerine projeler üretmekteler.

Enerji alanında Rusya’ya bağımlılığını azaltmak amacıyla AB, Orta Asya ülkeleriyle enerji alanında ilişkilerini kapsamlaştırmaya ve derinleştirmeye çalışmaktadır. AB’nin bu planını boşa çıkartmak, Türkmenistan, Kazakistan ve Özbekistan gibi ülkelerin AB enerji projelerine katılmalarını engellemek için Rusya da elinden geleni yapıyor. Putin’in bu alandaki son atağı, Rusya’nın ne denli sonuç alıcı olunduğunu göstermektedir (18).
ABD-Rusya arasında, duruma göre tavır alma politikasını da uygulamaktan vazgeçmeyen AB, bir taraftan Amerikan emperyalizmine karşı Rusya’nın bölgedeki kimi politikasını desteklerken, diğer taraftan da kendi etkisini artırmaya çalışmaktadır.
Amerikan emperyalizminin bölgedeki faaliyeti, Avrasya jeopolitikasından vazgeçmeyeceğini göstermektedir. Ne de olsa 21. yüzyılın en azından yarısına kadar dünya hegemon gücü olarak kalmayı amaçlayan Amerikan emperyalizmi, bu amacının gerçekleşmesinin Avrasya üzerine hâkimiyetten geçtiğini bilmektedir. Bu nedenle Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra Avrasya’da elde ettiği, ama son dönemde kaybettiği konumlara yeniden gelmek için savaş da dâhil her yola başvuracaktır. Onun önündeki en önemli engeller; rakipler Rusya ve Çin’dir.
Geçen yüzyılın ‘90’lı yıllarından bu yana Amerikan emperyalizminin çıkarları doğrultusunda geliştirilen emperyalistler arası ilişkilerde Afrika ve Latin Amerika üzerine rekabet adeta rafa kaldırılmış konumdaydı. Bu kıtalarda emperyalistler arası rekabet, Avrasya açılımlı ve Avrupa, Ortadoğu ve Hazar Havzası eksenli rekabetin sonuçlanmasına kadar adeta ertelenmişti. Ama olmadı.
Emperyalist küreselleşme, çok rekabet merkezli; çok sayıda emperyalist ülkenin dünyayı yeniden paylaşmak, dünya pazarlarındaki paylarını arttırmak mücadelesi koşullarında gelişmektedir. Hemen hepsi Soğuk Savaş döneminden kalma uluslararası siyasi, mali ve askeri kurumlar da yeni koşullar temelinde ya önemsizleşmişler ya emperyalist çıkarların geçici olarak dengelendiği veya da en güçlü emperyalist ülkelerin çıkarlarının gözetildiği kurumlara dönüşmüşlerdir.
Amerikan emperyalizmi son yıllarda, daha doğrusu Irak’ı işgalinden bu yana stratejik konumundan çok şey kaybetti. Özellikle Orta Asya’da -Amerikan emperyalizminin dünya hegemonyası için mutlaka kontrol edilmesi gereken alanda- büyük zorluklarla karşı karşıyadır. Son birkaç yıl içinde; Putin döneminde ve özellikle Irak’ın işgalinden bu yana Orta Asya’da Rus emperyalizminin nüfuzu, siyasi, ekonomik ve kısmen de askeri olarak arttı. Bunun ötesinde bölgeye ilgi duyan Çin’in ve ötesinde Hindistan’ın genel güçlenmeleri, özellikle Çin’in adeta iktisadi bir patlama yaşaması, Amerikan emperyalizminin bölge üzerinde hâkimiyetini zorlaştırıcı faktörlerdir. Son birkaç yıl içinde ABD’nin Orta Asya’daki etkisi zayıflamaya başlamış, geçen yüzyılın ‚90’lı yıllarında elde ettiği birçok önemli konumları kaybetmiştir.

Bu durumuna rağmen şüphesiz ki bugünün koşullarında Amerikan emperyalizmi, diğer emperyalist güçler karşısında başta askeri olmak üzere ekonomik olarak da en güçlü olan rekabet merkezi konumundadır. Bu konumundan yararlanarak 21.yüzyıl boyunca veya en azından 21. yüzyılın ilk yarısı boyunca dünya hâkimiyeti kurmak için mücadele etmektedir. Bunun diğer adı Avrasya jeopolitikasıdır. Ne var ki kapitalizmde gelişme eşit değildir; her bir ülke nesnel koşulları temelinde eşitsiz bir gelişme sergilemekteler. Aşağıdaki veriler bu gelişmenin seyrini ve dolayısıyla emperyalist ülkeler; rekabet merkezleri açısından dünya politikasının hangi güçler tarafından şekillendirilebileceğini göstermektedir.

Güçler Dengesinin Değişme Seyri


1973
2005
2050
ABD
Nüfus*
212
297
420
Brüt ülke içi üretim
3,5
12,3
35,2
Batı Avrupa
Nüfus
358
397
391
Brüt ülke içi üretim**
4,1
11,8
18,8
Çin
Nüfus
882
1.316
1.418
Brüt ülke içi üretim**
740***
9,4
44,5
Hindistan
Nüfus
580
1.087
1.601
Brüt ülke içi üretim**
495***
3,6
27,8
Rusya
Nüfus
250
142
118
Brüt ülke içi üretim**
1,5
1,6
5,9
Japonya
Nüfus
109
128
100
Brüt ülke içi üretim**
1,2
3,9
6,7
*) Milyon; **)Trilyon Dolar; ***) Milyar Dolar.
Kaynak: Maddison ve IMF.

Bu veriler eşitsiz gelişmeyi ve bunun sonucu olarak yükselen emperyalist güçleri ve gerileyen emperyalist güçleri göstermektedir. Uzun vadede dünya politikasında bu güçler arasındaki ilişkiler ve çelişkiler belirleyici olacaktır. Güncel açıdan baktığımızda dünya politikasındaki gelişmeler şöyle:

Sovyetler Birliği ve Revizyonist Bloğun dağılmasından sonra uluslararası alanda emperyalist güçler arası denge tamamen değişmişti. İki kutuplu dünyanın yerini çok rekabet merkezli dünya almıştı. Bu birden fazla rekabet merkezleri içinde ABD en güçlü konumdaydı ve bu konumunu hala sürdürmektedir. Amerikan emperyalizmi bu güçlü konumuna dayanarak dünya hâkimiyeti stratejisini uygulamaya koydu.

ABD’nin rakipleri karşısındaki üstünlüğü görecedir. Şüphesiz ki hiçbir emperyalist ülke, ABD’nin sahip olduğu askeri potansiyele sahip değildir. Ama öbür yandan ABD ile rakipleri arasındaki ekonomik güç farkı kapanmaktadır. Örneğin AB ile ABD’nin ekonomik gücü şu veya bu biçimde eşitlenme sürecine girmiştir. Bu iki gücü Çin takip etmektedir. AB’nin motor gücü olan Almanya ve Fransa, diğer taraftan Japonya tek başlarına alındıklarında ne ABD ne Çin ve önümüzdeki dönemde ne de Hindistan ile dünya pazarları için rekabet edecek durumdadırlar. Günümüzde en güçlü konumda olan ABD, ekonomik entegrasyon yapılanmasını henüz aşamamış olan AB, oldukça hızlı bir şekilde yükselen Çin, yeniden toparlanma sürecine giren Rusya, son on yıldan bu yana sorunlarından henüz çıkmaya başlayan Japonya arasında dünyayı pazarları üzerine rekabet sürdürülmektedir.

Bu güçler arasındaki ekonomik alandaki rekabete siyasi, şimdilik örtülü olarak da askeri rekabet eşlik etmektedir. Önde gelen emperyalist güçler dünyanın yeniden paylaşımı için nihai kapışmaya hazırlanıyorlar.

Sovyetler Birliği ve Revizyonist Bloğun dağılmasından sonra değişen dünyanın siyasi coğrafyası yeniden değişti: Sovyetler Birliği ve Revizyonist Blok alanında doğan hegemonya boşluğu dolduruldu. “Bağımsızlaşan” ülkeler veya bu alanın tamamı; Orta ve Doğu Avrupa’nın hemen bütünü klasik kapitalist sistemle, AB ve NATO ile bütünleşti.

II. Dünya Savaşından sonra ABD-Batı Avrupa tarihinde ABD-AB arasındaki ilişkilerin sertleşmesi, rekabetin önplana çıkartılması geçen yüzyılın ‘90’lı yıllarından sonra görülmeye başlandı. AB, dünya hegemonyasında söz sahibi olmak için her alanda hazırlığa koyuldu.

Baltık devletleri de dâhil Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin aynı anda AB ve NATO üyesi olmaları bu alanlarda hangi güçlerin rekabet içinde olduğunu göstermektedir. AB’nin doğuya doğru genişlemesini (19)NATO’nun aynı alandaki genişlemesi takip etti (20).

Yugoslavya’nın parçalanmasında ve sonrasındaki gelişmelerde ABD ve AB arasındaki rekabet bir nevi AB-NATO arasındaki rekabet olarak devam etti. Amerikan emperyalizminin Irak’a saldırı döneminde bu savaşın desteklenip desteklenmeyeceği konusunda ABD-AB arasında patlak veren çelişki, her zaman görülmeyen rekabetin ne denli keskinleşmiş olduğunu da gösterdi.
Bugün bu alanlar ekonomik olarak AB’nin, AB içinde de Alman emperyalizminin ve askeri olarak da Amerikan emperyalizminin hâkimiyeti altındadır.

Yugoslavya’nın parçalanmasını kışkırtanlar emperyalist güçlerdir. Yeni Balkan Savaşlarındaki katliamın esas sorumluları da aynı güçlerdir: AB ve ABD. Yugoslavya parçalandı, ama sorunlar çözülmedi. Kosova dışında görünüşte “barış” hâkim. Ama bu yanıltıcıdır. Emperyalist güçler bu alanda tek çözümlenmemiş konu olarak Kosova’yı gösteriyorlar ve Rusya da dâhil emperyalist güçler arasındaki rekabet, Kosova’nın geleceğine indirgenmiş durumda. Kosova’nın güya bağımsızlığını talep eden AB ve ABD’nin karşısında Sırbistan ve Rusya yer almaktadır. Şimdi bu alandaki emperyalistler arası çelişki bir taraftan AB-ABD ve diğer taraftan da Rusya arasındaki çelişkiye indirgenmiş durumdadır.

Sömürü ve talanın yoğunlaştırılması ve yeni sömürgecilik: Dünyanın maddi zenginlikleri G–8 denen ülkeler (Almanya, Fransa, İtalya, Japonya, Kanada, Rusya, ABD ve Büyük Britanya) tarafından talan edilmektedir (21).

Emperyalist küreselleşmenin veya sermaye ve üretimin uluslararasılaşmasının doğrudan bir ifadesi olarak, genel anlamda geçen yüzyılın son çeyreğinden bu yana ama emperyalist devletler, onların güdümünde olan IMF, Dünya Bankası, DTÖ gibi kurumlar tarafından neoliberal politikaların yoğun olarak dayatılmaya başlandığı ‘90’lı yıllardan bu yana, emperyalizme bağımlı, yeni sömürge ülkelerde iç pazarı (ulusal pazarı) delik deşik eden, bu ülke “ulusal” pazarlarının uluslararası tekelci sermayenin çıkarlarına tabi kılan adımlar atıldı. Bu adımlar bağımlı, yeni sömürge ülkelerde sömürgeci ilişkilerde; daha ziyade II. Dünya Savaşından bu yana uygulanan yeni sömürgecilik ilişkilerinde yeniden bir yapılanmayı beraberinde getirmedi. Uluslararası tekelci sermaye sadece yeni sömürge ülkelerde maddi zenginlikleri talan etmedi, sadece yeni sömürgelerde tarımı kendine tabi kılmadı, sadece yeni sömürgelerde iş gücünü talan etmedi; sadece yeni sömürgelerde neoliberal dayatmalarda bulunmadı. Bunların hepsini emperyalist ülkelerde de yaptı. Bu nedenle, en fazlasıyla uluslararası tekelci sermayenin talanının, neoliberal dayatmaların şu veya bu ülkede o ülkenin koşullarına, zenginliklerine, politik yapısına göre biçimlenmiş olabileceği söylenebilir. Bunlardan birisi de protektoratçılıktır.
Örneğin Amerikan emperyalizmi 21. yüzyılın eşiğinde 100 yıl öncesinin sömürgecilik yöntemine başvurmaya başladı. İşgal ettiği ülkeleri proktektorat sistemine göre yönetmeye başladı. Bugün Afganistan, Kosova ve Irak böyle bir sistemle yönetilmektedir. Protektorat bir devlet biçimi değildir, sadece ve sadece işgalci güçlerin himayeciliğidir. Bu sistem belirttiğimiz gibi oldukça eskidir (22). Bugün Kosova ve Afganistan daha ziyade uluslararası proktektorat özelliğini taşırken, Irak belli bir gücün (ABD’nin) protektoratı konumundadır.

Ortadoğu ve Akdeniz Havzası: Amerikan emperyalizminin „Büyük Ortadoğu veya da Genişletilmiş Ortadoğu Projesi“ gerçekleştirilemeden tarihin çöplüğüne atıldı. Cebeli Tarık Boğazından Kuzey Afrika ülkelerinden; Akdeniz’in güney kıyılarından, yani Fas’tan Mısır’a, Türkiye ve İsrail de dâhil bütün Ortadoğu’dan; İran, Kafkasya, Orta Asya ve Afganistan üzerinden Pakistan/Hindistan sınırlarına kadar uzanan alanda siyasi, ekonomik ve askeri hâkimiyetini kurmayı planlayan Amerikan emperyalizmi, belki de hesaba katmadığı dirençlerle karşı karşıya kalmıştır. Her şeyden önce Oslo sürecini devam ettirerek Filistin halkını teslim alamamış, Irak ve Afganistan’da kendisine; işgalci güçlere karşı sürdürülen direniş karşısında çaresiz kalmış ve bunun ötesinde, İsrail hariç bölgedeki işbirlikçi rejimlerin de bu projeyi tepkili karşılamaları sonucunda ABD’nin bu projesi ölü doğmuş oldu.

BOP, paramparça olurken, Amerikan hegemonyası da darbeler yemiş oldu. İsrail hariç bölgenin tamamını oluşturan İslam ülkelerini Amerikan hegemonyasına tabi kılma beklentisi, hesaba katılmayan Müslüman halkların, İslamlık aidiyetini önplana çıkartarak sergiledikleri bilinç ve direnişe çarparak paramparça olmuştur.

Ortadoğu’da Amerikan emperyalizminin stratejisi, silah olarak petrolü petrol sahibi ülkelerin elinden almak ve bölgeyi kendi çıkarlarına göre yeniden düzenlemekti. Bu strateji yenildi.
Medeniyetler Çatışması”nın mimarı S. P. Huntington, “Birleşik Devletler, birçok ülkeyi ‘serseri devletler’ olarak tam anlamıyla mahkûm ederken birçok ülkenin nezdinde bizzat kendisi serseri dünya gücü olmaktadır” (1999) derken gerçekten haklıydı.
Bırakalım BOP’u gerçekleştirmeyi, ABD’nin Ortadoğu’daki konumu sarsılmaya başlamıştır. Bunda öncelikle Irak halkının direniş belirleyici bir rol oynarken, İran’ın da ABD’ye teslim olmayan tutumu, diğer emperyalist güçlerin ABD’yi Ortadoğu politikasında yalnız bırakmaları ve kendi çıkarlarına göre hareket etmeleri, ABD’nin bölgedeki hegemonyasını zayıflatıcı faktörlerdir. Öyle ki, Mart tezkeresinin de gösterdiği gibi ABD, uşağı Türk burjuvazisine bile söz geçiremeyecek duruma düşmüştü.

Irak direniyor, Filistin direniyor. İran, ABD ile rekabet içinde olan diğer emperyalist ülkelere de dayanarak, ABD ve bu güçler arasındaki çelişkilerden yararlanarak direniyor. Türk burjuvazisi, her ne kadar yayılmacı, emperyal amaçlarından vazgeçmemiş olsa da, bunun kolay kolay gerçekleştirilemeyeceğini, ABD’nin izni olmaksızın Ortadoğu politikasında yer alamayacağını anlamışa benziyor. Türkiye, Ortadoğu’da Amerikan çıkarlarına ters düşerek politika yapamayacağını görüyor.

Akdeniz Havzasında rekabet bugün için Kıbrıs üzerine hâkimiyette odaklaşmıştır. Kıbrıs stratejik konumundan dolayı hem AB hem de ABD ve Türkiye için oldukça önemlidir. Akdeniz alanı ve o alanda merkezi bir konuma sahip olan Kıbrıs adası, Avrupa’ya, Ortadoğu’ya, Afrika’ya ulaşılabilecek jeostratejik bir merkez konumundadır. Türkiye için ABD ve NATO, batmaz bir uçak gemisi kavramını kullanarak onun Amerikan emperyalizmi açısından ne denli önemli olduğunu vurguluyorlardı. Aynı önem değişen jeopolitikalar bakımından Kıbrıs adası için de geçerlidir. Türk burjuvazisi Kıbrıs sorununu ulusal dava ilan etmiştir (Aynı yaklaşım Yunan burjuvazisi için de geçerli). ABD ve Türkiye Kıbrıs sorununun çözümünde bazen farklı konumda gözükseler de her ikisinin ortak görüşü Kıbrıs’ın tamamının AB’nin kontrolüne geçmesinin engellenmesi, en azından Türkiye’nin işgali altındaki Kuzey üzerinde hâkimiyetin devam ettirilmesidir. Bu konuda ABD ve Türkiye arasında görüş birliği olduğu açıktır. Her halükarda Kıbrıs sorunu, bölgede ABD-AB arasındaki güç dengesinin değişimine göre şekillenecektir.

Şimdi Rusya da Kıbrıs sorununda pasif kalmayacağını, sorunun çözümü için aktif hareket edeceğini açıkladı. Rusya’nın Kıbrıs ve dolayısıyla Akdeniz Havzasında aktif politika gütmesi -bu alanlarda emperyalistler arası çelişkilere yeni bir faktörün katılması- çelişkileri daha da karmaşıklaştıracak ve keskinleştirecektir.
Gerek bir bütün olarak Ortadoğu, gerekse de Akdeniz Havzası, özel olarak da Irak, Filistin ve Kıbrıs sadece Amerikan emperyalizminin ilgi alanında durmuyor. Bir bütün olarak AB ve AB içinde Almanya ve Fransa, son gelişmeleri de dikkate alırsak önümüzdeki dönemde daha güçlü ve müdahil olarak Rusya, aynı alanda at koşturuyorlar veya ABD ile rekabet ediyorlar. AB, Almanya, Fransa, Rusya, Çin, hatta Japonya ABD’nin Irak’tan kovulmasından yararlanmak, onun yerini almak için leş kargalarına gibi bekliyorlar.
Filistin sorununda çözümsüzlüğe giden yolun taşlarını döşeyenler arasında AB ve Rusya da var.

Irak”a saldırı ve bu ülkenin işgali: Amerikan emperyalizmi, daha önceki Irak politikasından farklı olarak bu sefer bu ülkeyi işgal etmek için 20 Mart 2003’te İngiltere ile birlikte ona karşı savaş açtı. Hazar Havzası petrollerinin paylaşılmasından, Azerbaycan, Gürcistan ve Türkiye üzerinden Kafkasya’ya kısmen yerleşmesinden, Afganistan’ın işgali döneminde Orta Asya Türk Cumhuriyetleriyle “olumlu” ilişkilerin kurulmasından sonra Amerikan emperyalizmi Ortadoğu’ya, somutta da, dünya hegemonyası için mutlaka işgal edilmesi, kontrol altında tutulması gerektiğine inandığı Irak’a saldırdı. Demokrasi, özgürlük, kitle imha silahları vb. demagojileriyle sürdürülen Irak’a karşı savaş bu ülkenin işgaliyle sonuçlandı. Ülke, bir dizi “gönüllü” uşağın da katılımıyla işgal güçleri tarafından yöneltilmeye başlandı. Sonraları kukla bir hükümet kuruldu. Yüz binlerce Iraklı katledildi, milyonlarcası göçe zorlandı. ABD emperyalizmi, Irak ve Ortadoğu'ya rakipsiz hâkim olarak dünya egemenliği ve stratejik çıkarları doğrultusunda ilerlemeyi amaçlamaktadır. Ortadoğu’ya rakipsiz, başka emperyalist ülkeleri, özellikle de rekabet gücü olan Rusya, Çin gibi emperyalist ülkeleri ve AB’yi dışlayarak hâkim olmak, Amerikan emperyalizminin esas amacıdır. Irak’ın işgali sadece ve sadece sahip olduğu enerji (petrol) ile açıklanamaz. Şüphesiz ki petrol bu işgalde oldukça önemli bir rol oynamıştır. İran da dâhil olmak üzere dünya ölçeğinde bilinen petrol rezervlerinin üçte ikisi bu bölgede bulunmaktadır. Irak’a yerleşmek, rakip emperyalist ülkeleri bu bölgeden uzak tutmak, Ortadoğu-Afganistan/Orta Asaya eksenini kontrol etmek anlamına gelir.
Irak’ta işgalciler umdukları gibi çiçekle karşılanmadılar. İşgali takiben giderek ulusal ölçekte örgütlenen ve mücadele eden direniş başladı. Giderek yalnızlaşan Amerikan emperyalizmine Irak direnişi yeni bir Vietnam-Sendromu yaşatmaktadır.

İran ve emperyalistler arası rekabet: Lizbon’dan Vladivostok’a kadar uzanan Avrasya alanında önde gelen emperyalist güçlerin hepsi birbiriyle tepişmektedir. ABD, AB ve AB içinde Almanya, Fransa, İngiltere, diğer taraftan Rusya, Çin, Japonya gibi aktörlerin yanı sıra Hindistan, Türkiye ve İran gibi ülkeler de bu uçsuz bucaksız alanda at koşturuyorlar.
Amerikan emperyalizmi, amacına ulaşmak için birkaç koldan ilerliyor: Gürcistan ve Ukrayna’da gerçekleştirdiği “renkli devrimler”le Kafkasya/Hazar Havzasında amacına biraz daha yaklaştı. Güneyde ise durumu pek parlak gözükmüyor. Irak’ı işgal etti ama Irak halk sergilediği direnişle işgali kabullenmediğini göstermektedir. Bunun ötesinde bu cephede Afganistan ile Ortadoğu’yu birbirine bağlayamadı. Çünkü önünde hem yer altı zenginliğinden hem de Avrasya jeopolitikası bakımından stratejik öneme sahip olan İran engeli var.

Balkan, Afganistan ve Irak savaşlarında ve işgallerinde Amerikan emperyalizmi gönüllü-gönülsüz müttefikleriyle birlikte hareket etti. Ama İran politikası için aynı şey söylenemez. Amerikan emperyalizmi İran politikasında yalnız kaldı. İran, emperyalistler arası çelişkilerden de yararlanarak; ABD-Rusya, ABD-AB, AB-Rusya, ABD-Çin arasındaki rekabetten yararlanarak Amerikan emperyalizmine karşı direnmektedir.

NATO’nun yeni görevi ve emperyalistler arası çelişkiler: Varşova Paktı’nın feshinden sonra adeta işlevsiz kalan NATO’nun geleceğini Amerikan emperyalizmi, onu transatlantik bir ittifak çerçevesinden çıkartarak küresel bir askeri ittifak çerçevesine oturtmakta görmeye başladı. Böylece Amerikan emperyalizmi, “yeni” NATO’yu, dünya hâkimiyeti için şu veya bu ülkeyi veya bölgeyi işgalde yedek ordu olarak kullanmayı planladı. Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin katılımıyla NATO’nun üye sayısı 26’ya çıktı. Son yıllarda NATO içinde ABD-AB arasındaki çelişkiler keskinleşti. Özellikle Fransa, küresel NATO’dan yana değil. Daha doğrusu, Amerikan emperyalizminin güdümünde küresel bir askeri ittifak, AB-ordusunu anlamsız kılıyor ve böylece uluslararası işgallerde Fransız emperyalizminin hareket alanı daraltılmış oluyor. Bu nedenden dolayı Fransa, “küresel NATO’”ya karşıdır. Fransa bu anlayışıyla AB içinde yalnız değildir.

NATO’nun önde gelen emperyalist üyeleri, özellikle Almanya ve Fransa, dünya çapında güç dengelerinin değiştiğini, emperyalistler arası rekabette yeni koşulların ortaya çıktığını görüyorlar ve yeni ittifakların tohumlarının atılacağı bu dönemde rakipler karşısında mümkün olduğunca güçlü olmanın ve kalmanın hesaplarını yapıyorlar.

NATO’nun „Yeni Stratejik Konsepti“ Washington toplantısında (28 Nisan 1999) kabul edildi. Bu konsepte göre NATO, yeni stratejik konsepti gereği, NATO üyesi ülkelerin sınırları dışında, yani bütün dünyada veya Amerikan emperyalizminin çıkarlarının savunulması gerektiği her yerde görevli oldu.
ABD-AB arasında ayrı askeri yapılanma üzerine tartışmalar alevlendi. AB’nin kendi ordusunu kurma çabasından dolayı ABD ile çelişkileri keskinleşti. ABD, AB’nin ağzına „Avrupa Ordusu“yla bir parmak bal çaldı. Kendini „bağımsız Avrupa Ordusu“ anlayışıyla avutmasına ses çıkartmadı. Önemli olan, AB’nin, NATO’nun dünyanın her yerinde müdahale etme yeteneğine sahip bir savaş örgütü olarak yapılandırılması önünde engel olmamasıydı.
Amerikan emperyalizminin 21. yüzyıl hâkimiyeti için öncelikle işgal edilmesi gereken alanların/ülkelerin işgal planları var. Bu öncelikli alan, Ortadoğu’dan Orta Asya’ya kadar uzanan alandır. Amerikan emperyalizminin Avrasya jeopolitikasının Güney, Güneydoğu ve Güneybatı ayağını oluşturan ve Kuzey Afrika’dan Pakistan’a/Hindistan’a kadar uzanan alan, yani dünya petrol ve gaz rezervlerinin üçte ikisinin bulunduğu, ABD’nin BOP (“Büyük Ortadoğu Projesi”), sonra da GOP (“Genişletilmiş Ortadoğu Projesi”) diye tanımladığı alandır. Amerikan emperyalizmi NATO’nun önümüzdeki dönemdeki misyonunun „Merkezi ve Güney Asya, Ortadoğu ve Kuzey Afrika“ olduğunu gizlemiyor. Demek oluyor ki Amerikan emperyalizmi, NATO’nun önümüzdeki en azından 10 yıllık misyonunun merkezinde „Büyük Ortadoğu’nun olduğundan emin. Amerikan emperyalizmi bu alanı, „Merkezi ve Güney Asya, Esas Ortadoğu ve Kuzey Afrika“ olarak tanımlıyor. Bu alan NATO’nun yeni cephe hattını oluşturmaktadır.
Militarizm, silahlanma harcamaları ve silah satışları: 11 Eylül saldırılarından sonra “Terörizme karşı uluslararası mücadele”, başta ABD olmak üzere dünya hegemonyasına oynayan emperyalist ülkelerin, NATO’nun yeni güvenlik stratejisi olmuştur. Önde gelen emperyalist ülkeler “uluslar arası terörizme karşı mücadele”yi bir biçimde güvenlik stratejilerinin önemli bir parçası yapmışlardır. Örneğin AB’nin Afrika’ya asker göndermesi bunun tipik bir yansımasıdır. Geçmişte Sovyetler Birliği’nin varlığı ABD önderliğinde kapitalist dünyanın güvenlik stratejisinin odak noktasını oluşturuyordu. Onun yerini bugün “Terörizme karşı mücadele” almıştır. Irak ve Afganistan bu stratejinin uygulanma alanlarıdır. Yarın başka bir neden öne sürülebilir. Ama her halükarda önde gelen emperyalist ülkelerin dünyayı yeniden paylaşmak için askeri olarak da hazırlanıyor olmalarıdır. Bu nedenle kaçınılmaz olarak bütün toplum askerileştirilecektir, militarizm bütün toplumsal alana yayılacaktır.
Militarizm ile ekonomi arasında kopmaz bir bağ vardır. Bu bağ, sermayenin çıkarları için başka ülkeleri işgal, başka ülkelere karşı savaş, yani dışta saldırganlık biçiminde görülebileceği gibi, içte işçi sınıfı ve emekçi yığınlara saldırganlık, devasa kapsamlı silahlanma programları; silah tekellere verilen siparişler, bir bütün olarak askeri harcamalar biçiminde de görülebilir.

Militarizm, askeri harcamalar ekonomiyi canlandırmada da belli bir rol oynarlar. Devlet ekonomide krizin, durgunluğun olduğu dönemlerde ekonomiyi canlandırmak için askeri harcamaları kapsamlaştırabilir (23).

Emperyalizmin, aynı zamanda militarizm ve gericilik olduğu, dünyayı yeniden paylaşmak için savaş olduğu, emperyalistler arası rekabetin keskinleştiği, emperyalist savaşların; ülkelerin işgalinin, saldırganlığın gündemde olduğu, “ulusal güvenlik” tartışmalarının gündemleştiği dönemlerde daha açık bir biçimde görülür. Bugün böyle bir süreçten geçmekteyiz.

Silahlanmanın boyutları: Silahlanma harcamaları için ayrılan fon son 10 yılda yüzde 37 arttı. Dünya çapında toplam askeri harcamalar 2004'te 1 trilyon doları aşarak, Soğuk Savaş dönemindeki harcamalara yaklaştı. Toplam harcamanın yarıya yakınını ABD yaptı.

SIPRI’nın (Stockholm Uluslararası Barış Araştırma Enstitüsü) yaptığı açıklamaya göre, ABD'nin “terörizmle savaş” için yaptığı harcamaların etkisiyle dünya çapında askeri harcamalar 2004 yılında yüzde 5 artarak 1.04 trilyon doları aştı ve art arda altıncı yıl da yükselmiş oldu. 2005 yılında ise dünya çapında askeri harcamalar yeni bir rekor kırarak 1 trilyon 118 milyar dolara ulaştı. Askeri harcamalar 2005 yılında, 2004 yılına nazaran yüzde 3,4 oranında arttı. 2006 yılındaki askeri harcamaları ise bir önceki yıla göre yüzde 3,5 artarak 1 trilyon 200 milyar dolara yükseldi. Bu alanda en çok harcama yapan ülke ABD. Bu ülkenin tüm askeri harcamalardaki payı yüzde 46 (528,7 milyar dolara). Onu İngiltere, Fransa, Çin ve Japonya izliyor.

Amerikan emperyalizminin Eylül 2001 ile Haziran 2006 arasında "terörle savaş" adını yürüttüğü operasyonlar için harcadığı para 432 milyar dolardı.
2006 yılında ABD'nin askeri harcamaları bir önceki yıla göre yüzde 5 artarak 529 milyar dolara yükseldi.
Rusya'nın askeri harcamalarının 2004’ten 2005’e yüzde 19 ve 2005 yılına göre 2006’da yüzde 12 oranında arttı.
Çin'in askeri harcamaları 2005’te 44,3 milyar dolardan 2006 yılında 49,5 milyar dolara çıktı ve dünya çapında askeri harcamalar bakımından dördüncü sıraya yükseldi.

Çin, ordusu için rekor bütçe ayırdı. Çin Meclisi, savunma bütçesini yüzde 17,8, oranında artırarak (7 milyar dolar) 45 milyar dolara çıkarma kararı aldı (4 Mart 2007) (24).
Çin -ve Hindistan da- 2002 yılından bu yana en fazla silah ithal eden ülkeler konumundalar.

Çin’in gerisine düşen (beşinci sıraya) Japonya’nın 2006’daki askeri harcamaları 43,7 milyar dolardı.

Rusya da savunmaya dev bütçe ayırdı. Rusya Savunma Bakanlığının açıklamasına göre (7 Şubat 2007) Rusya savunma alanına 821 milyar rublelik (31 milyar 500 bin dolar) harcama yapacak. Rusya 2001 yılında bütçeden savunmaya 214 milyar ruble (8,23 milyar dolar) ayırmıştı. .

Rusya Savunma Bakanlığı 2007 yılında sadece silah ve askeri teknoloji satın alınması için 114 milyar ruble (4 milyar 384 milyon dolar) harcanacağını açıklamıştı.

Dünya çapında silah satışında Rusya yüzde 30'luk payıyla başı çekiyor. Onu sırayla ABD, Fransa, Almanya ve İngiltere izliyor.
2007 yılının başında ABD, Rusya, Fransa, İngiltere ve Çin'in sahip olduğu nükleer savaş başlıklarının sayısı 26 binden fazla.
Askeri üs bakımından da hiçbir rakibi Amerikan emperyalizmiyle boy ölçüşecek durumda değil. Amerikan emperyalizmi, dünya hegemonyasını gerçekleştirmek, mevcut ve potansiyel rakiplerini kıskaca almak, dünyanın neresinde olursa olsun kendi çıkarlarına ters düşen gelişmelere ve işçi sınıfı ve emekçi yığınların, ezilen halkların ayaklanmalarına anında müdahale etmek için gerekli gördüğü her yerde yeni üsler kurmakta, eskilerini yenilemektedir.

Resmi açıklamaya göre ABD’nin 2003 yılı itibariyle yurt dışındaki askeri tesislerinin sayısı -Pasifik ve Karaiblerdeki denizaşırı topraklarındaki 96 tesis hariç- 700’ü geçmektedir. Bunlar ve istatistikte hiç yer almayanlar hesaba katıldığında ABD’nin yurt dışındaki askeri üs ve tesisi sayısı 1000 civarındadır.

Rekabet merkezleri olarak AB, Japonya, Çin ve Rusya’nın durumu:
Uluslararası ilişkilerin giderek istikrarlaşması, emperyalist ülkeler arasında çelişkilerin kapsamlaşmasının ve keskinleşmesinin doğrudan bir ifadesidir. Amerikan emperyalizminin bütün olanaklarını kullanarak dünya hegemonyasında mevcut ve potansiyel rakiplerini tek yanlı eylemleriyle; çıkışlarıyla, işgalleriyle, sömürgeci politikasıyla köşeye sıkıştırma çabası, kaçınılmaz olarak rakiplerini; AB’yi (AB içinde de Almanya ve Fransa’yı), Rusya’yı, Çin’i, Hindistan’ı duruma göre yeni politikalar üretmeye zorlamaktadır. Bütün bunlar önde gelen emperyalist ülkeler arasındaki ilişkilerin ne denli istikrarsız ve aralarındaki çelişkilerin ne denli kapsamlı ve derin olduğunu göstermektedir.

Rekabet merkezi olarak Avrupa Birliği: Doğudaki yeni üyeleriyle AB’nin sınırları Rusya’ya kadar, Kıbrıs Rum kesiminin üyeliğiyle de Doğu Akdeniz'e, dolayısıyla Yakın ve Ortadoğu'ya kadar uzanıyor. Ve Türkiye üzerinden de AB'nin sınırları Ortadoğu ve Kafkasya'ya kadar uzanmış oluyor.
Son genişlemesiyle birlikte AB, 27 ülkeden oluşan, brüt üretim değeri 9993,9 milyar Avroya (2003) varan ve nüfusu 485 milyon olan bir entegrasyondur. Bu haliyle ABD’yi de geride bırakmaktadır. Sovyetler Birliği ve Revizyonist Bloğun yıkılmasına kadar olan dönemde AB, Amerikan emperyalizminin gölgesinde güçlenmeyi yeğlemişti. Ama Sovyetler Birliği ve Revizyonist Bloğun yıkılmasından sonra durum değişti. Son 10–15 sene içinde AB, dünyanın yeniden paylaşılmasında söz sahibi olduğunu ve bu paylaşım için yapılması gerekeni yapacağını en güçlü “dostu” ve rakibi ABD’ye de her seferinde hissettirdi. Balkanlarda, Afrika’da, Akdeniz havzasında olduğu gibi dünya politikasına doğrudan müdahale etmeye başladı. Şimdilik bir hiç olsa da kendi ordusunu kurmak için adımlar attı. Almanya ve Fransa arasında çıkar ortaklığının sağlandığı durumlarda dünyanın şu veya bu bölgesindeki gelişmeler üzerine görüşler oluşturmaya başladı. Akdeniz Alanı üzerine politikalar, Karadeniz Havzası üzerine politikalar, enerji sorununda Rusya ile ilişkiler, Ortadoğu üzerine politikalar, savaş konusunda ABD karşısında alınması gereken tavır, İran sorununda ortak politika vs.
Fransa, İngiltere ve başka üyelerinin sömürge ilişkilerini devraldığı ve başka ülkelerle yaygın bağımlılık anlaşmaları içinde olduğu için AB, bugün açısından en geniş yeni sömürgeci, himayeci sömürgeci, bağımlılık ilişkilerini sürdüren bir entegrasyondur. Fransa ve Hollanda halkı tarafından reddedildiği ve başka ülkelerde de reddedileceği bilindiği için referanduma sunulmadan “AB-seçkinleri” tarafından kabul edilen, adı “Avrupa Anlaşma” konan bir de “anayasası” var. AB, Anayasası’nın bir hayal olduğunu bizzat anladığı için anayasayı, „Avrupa Anlaşması“na dönüştürtmüştür. AB, rekabetini bazen ABD’ye karşı Rusya ile dengeleyerek, bazen de Rusya’ya karşı rekabetini ABD ile dengeleyerek, ama her iki ülke karşısında tavrını belli bir noktaya kadar sertleştirerek sürdürmektedir. Bunun böyle olmasında AB’nin yapısı belirleyici olmaktadır. AB’nin motoru konumunda olan Almanya ve Fransa arasında çıkar anlaşması olmaksızın AB’nin politika belirlemesi imkânsızdır. Onun dünya politikasında, dünyayı yeniden paylaşmak için rakipleri karşısında iddialı olmasını engelleyen en önemli faktör, AB içi emperyalistler arası, somuta da Almanya-Fransa-İngiltere arasındaki çelişkilerdir, rekabettir. AB, son kertede üyesi olan güçlü emperyalist ülkelerin çıkar ortaklığıdır. Şüphesiz ki, bir barışçıl devletler topluluğu değildir. Bu birlik sömürü, baskı ve talan üzerine yükselmektedir. AB, başka Almanya ve Fransa olmak üzere önde gelen emperyalist ülkelerin çıkarları garanti altına alındığı bir rekabetçi entegrasyondur.

AB, tespit edilen entegrasyon kuralları, düzenlemeler ve son olarak da adını “Avrupa Anlaşma”sına çevirdiği anayasasıyla Alman ve Fransız emperyalizminin çıkarlarının göz önünde tutulduğu yekpare bir entegrasyon merkezi olmak amacında. Ama bunun gerçekleşemeyeceğini bu entegrasyonun motoru konumunda olan Almanya ve Fransa pekâlâ bilmekteler. Anayasa ile ilgili tartışmalar ve kabulü için düzenlenen referandumlar bunu göstermektedir. Diğer taraftan AB, ulus-devlet olgusunu reddetmediği gibi, aşmayı da düşünmemektedir. Bu nedenle AB, önde gelen emperyalist üyelerinin (Almanya, Fransa, İngiltere) çıkarlarının çakıştığı durumlarda belli bir yekparelik sergilese de, esas itibariyle hetorejen bir yapıya sahiptir. AB, bir çıkarlar entegrasyonudur. Bu nedenden dolayı da homojen değil, ancak heterojen olabilir.

AB, 2010 yılına kadar bir numaralı dünya gücü olmayı hedefliyor. Önde gelen emperyalist ülkelerle rekabetinde bu niyetini göstermektedir.
Geliştirmeye çalıştığı büyük silahlanma projeleri ile de genel anlamda emperyalistler arası savaş tehlikesini arttırmaktadır.

Almanya ve Fransa gibi emperyalist ülkeler, tek başlarına dünya politikasında pek söz sahibi olamayacaklarını, dünya pazarlarının paylaşımında belirleyici etkili olamayacaklarını, ama ancak ortak hareket ettiklerinde etkili olacaklarını biliyorlar. Bu nedenle AB, bu ülkeler için çok önemlidir. Dünyanın yeniden paylaşımında seyirci değil, aktör olmalarını sağlayan bir yapılanmadır.
Orta ve Doğu Avrupa’yı ekonomik olarak kendine bağlayan AB için önümüzdeki dönemde Kafkasya’da, Hazar Havzası ve Orta Asya’da Rusya, ABD ve hatta Çin karşısında söz sahibi olacak duruma gelmek, Ortadoğu’da Amerikan emperyalizminin kaybettiği alanları doldurmak ve böylece burada da ABD, Rusya, Çin ve Japonya karşısında söz sahibi olmak, Latin Amerika’da ABD’nin yerini almak, Afrika’da emperyalistler arası dalaşa güçlü hazırlanmak politikasının gündemde olacağı açıktır. Bu politikalar doğrultusunda atılan her adım emperyalistler arası çelişkileri keskinleştirecektir.

Son yıllarda, özellikle Amerikan emperyalizminin Irak’a saldırısından bu yana AB-ABD arasındaki gelişmeler her iki taraf arasındaki rekabetin giderek keskinleştiğini göstermektedir. Amerikan emperyalizmi AB’yi, Avrasya jeopolitikasını gerçekleştirmek için emin bir üs olarak kullanamayacağını anlamaya başlamıştır. Gelişmenin yönünü gören Amerikan emperyalizmi, AB'nin uzandığı hemen her alana askeri ve siyasi olarak yerleşmeye başlamıştır. AB'nin Orta ve Doğu Avrupa genişlemesine NATO’nun genişlemesiyle cevap vermiştir.
Fransız ve Alman emperyalistlerinin amacı AB’nin bir dünya gücü olmasıdır. Ama AB’nin dünya gücü olması önünde aşılması kolay olmayan, son kertede emperyalist güçler arası rekabeti ifade eden engeller vardır:
Amerikan emperyalizmi AB’nin yeni genişleme alanına, yani AB ve Rusya arasına yerleşti. AB-Rusya ilişkileri bağlamında Amerikan emperyalizminin 21. yüzyıl dünya hâkimiyetini kurabilmek veya mevcut hegemon konumunu devam ettirebilmek için uzun vadeli amacı hakkında şunu söyleyebiliriz:
Doğu ve Güney Avrupa’nın stratejik konumunu kullanmak. Aynı zamanda AB üyesi olan yeni NATO üyeleriyle AB içinde yön verici bir güç olmak ve böylece AB’nin ve AB içinde de önde gelen Almanya ve Fransa gibi emperyalist ülkelerin yayılmacılığını kontrol etmek. Bu politika daha şimdiden AB ile ilişkilerini germiştir.
Doğu ve Güney Avrupa’ya yerleşmekle Amerikan emperyalizmi, AB-Rusya ilişkilerini daha kolay, “yerinde” kontrol etme olanağına sahip olmaktadır. Böylece ileride her iki gücün, topraksal yakınlığı da kullanarak kendisine karşı ortak hareket etmesini engellemeyi amaçlıyor.
Amerikan emperyalizmi, Afganistan işgalinin beraberinde getirdiği olanaklardan yararlanarak Orta Asya ülkelerinde askeri üsler kurmuştur. Buna ek olarak Doğu ve Güney Avrupa'da da kurduğu ve kuracağı üslerle Kafkasya ve Hazar Havzasını daha güçlü bir şekilde kontrol altında tutacaktır. Bu, bir taraftan ABD-AB ve diğer taraftan da ABD-Rusya arasındaki çelişkileri keskinleştirmektedir.
Açık ki AB'nin "Doğu Genişlemesi", emperyalistler arası çelişkileri, öncelikle de ABD-AB ve AB-Rusya ile ABD arasındaki çelişkileri keskinleştirmiştir.
Rus emperyalizmi Putin döneminde ekonomik ve siyasi alanda belli bir istikrara kavuştu. Ekonomi, neredeyse tamamen enerji (petrol ve doğal gaz) ihracatına dayansa da önemli bir gelişme gösterdi. Dünya politikasında yeniden söz sahibi olmaya başladı. Rus emperyalizmi sadece nükleer silahlara dayanarak dünya gücü olunamayacağını, önde gelen emperyalist ülkelerle rekabet edilemeyeceğini biliyor. Yelsin döneminde, Sovyetler Birliği döneminden kalma nüfuz alanlarına –Kafkasya ve Orta Asya’ya- giren batılı emperyalist güçleri/tekelci sermayeyi geriletme veya bu alanlardan püskürtme mücadelesi esasen Putin’in iktidara gelmesiyle başladı. Rus emperyalizmi Azerbaycan petrolünün, kısmen de Kazak petrolünün paylaşımında istediği gibi etkili olamadı, Baku-Tiflis-Ceyhan petrol boru hattının yapımını engelleyemedi. Ama Orta Asya enerjisinin (Kazakistan, Özbekistan, Türkmenistan petrol ve doğal gazı) dünya pazarlarına sevkıyatında batılı rakiplerini geride bıraktı. Bir bütün olarak Hazar Havzası/Orta Asya petrol ve doğal gazının dünya pazarlarına taşınması üzerine başta ABD olmak üzere batılı emperyalist ülkelerle rekabeti sürmektedir.

Rus emperyalizmi, AB’ye, ABD’den ne kadar uzaklaşırsan bana o kadar yaklaşmış olursun mesajı vermeye devam ediyor. Rusya, Afganistan savaşı vesilesiyle Orta Asya’ya üsler kuran veya Kazakistan, Türkmenistan, Özbekistan ve Kırgızistan ile askeri ilişkiler geliştiren Amerikan emperyalizmini bu ülkelerden çıkartmak için mücadelesinde başarısız olmadı. İran-ABD ilişkilerinde taraf oldu. ABD’nin karşısında, İran’ın yanında yer aldı. Ortadoğu’da ABD’nin çizgisinde hareket etmeyeceğini her vesile ile gösterdi. Çin ile sıcak ilişkiler kurdu ve geliştirdi. Şanghay İşbirliği Örgütü (25) bunun açık ifadesidir.

Rus emperyalizmi, Amerikan emperyalizminin “Avrasya jeopolitiksı”nı boşa çıkartmak ve paylaşılan olmaktan çıkarak, paylaşan konumuna gelmek için şimdilik Çin emperyalizmiyle ortak hareket etmektedir. Çin emperyalizmi tarafından dile getirilebilecek açık bir tehditle karşı karşıya kalmadan Sovyetler Birliği döneminden kalma nüfuz alanlarını yeniden kazanmak için dünyanın söz konusu olabilecek hemen her yerinde ABD ve ikinci planda da AB ile rekabet içindedir. Bunun böyle olduğunu, NATO’nun genişlemesinde, örneğin Çek Cumhuriyetinde konuşlandırılmaya çalışılan savunma füze rampaları sorununda, Ukrayna’daki gelişmelerde, Gürcistan ve Azerbaycan politikalarında, Latin Amerika’da (Chavez ile “sıcak” ilişkilerde), İran politikasında, Afganistan’da, Irak’ta, Orta Asya’da, Kosova’da, Türkiye’nin enerji güzergâhı politikasında görmekteyiz.
Rusya ile ABD arasındaki son birkaç yıldan bu yana ilişkileri „Soğuk Savaş“ dönemindeki gibi ilişkiler olarak tanımlarsak abartmış olmayız. İlişkilerin böyle olmasında 2002 yılındaki NATO kararı (Prag NATO zirvesi) önemli bir rol oynamıştır. Bu zirvede Baltık bölgesi devletleri Estonya’nın, Letonya’nın ve Lituanya’nın NATO üyesi olmaları kabul edilmişti. Bu ülkeler 2004 yılında NATO üyesi oldular. Rus emperyalizmi NATO’nun bu yayılmacılığını Rus çıkarlarına bir darbe, Rusya’nın zayıflatılması ve eski Sovyetler Birliği alanındaki nüfuzunun kırılması olarak algılamaktadır.
Her iki ülke arasındaki çelişkilerin keskinleşmesinde son olarak Polonya’ya radar tesislerinin ve Çek Cumhuriyeti’ne de füze rampalarının kurulması belirleyici bir rol oynamıştır.
Yelsin dönemindeki ABD ile taktiksel ittifak sürecinin yerini bugün; Putin ile başlayan dönemde açık rekabet ve birbirine karşı ittifaklar oluşturma süreci almıştır.

Çin emperyalizmi hesaba katılmaksızın dünya politikası yapmak söz konusu değildir. Bugün açısından emperyalistler arası güçler dengesinde Çin açısından ancak ve ancak Amerikan emperyalizmi ciddi rakiptir. Olağanüstü hızlı büyümesiyle yabancı sermaye için çekim merkezi olan Çin, bu konumunu ve bu konumundan doğan olanakları dünya ölçeğinde aktör olmak için kullanmaktadır.

Çin burjuvazisi, uluslararası ilişkilerde ve politikalarda şimdilik “pasif” hareket etmektedir. Önemli sorunlarda ne ABD’yi, ne AB’yi ve ne de Japonya’yı karşısına almakta.

Rusya ile ilişkilerini geliştiren Çin’in de ABD’nin Orta Asya’dan kovulmasında çıkarı vardır. Amerikan emperyalizmi Orta Asya’daki üsleri üzerinden Çin’i vuracak askeri potansiyele sahiptir.

Yakın geleceğin “süper gücü”, ABD’nin yerini alacak güç olarak görülen Çin, daha bugünden bir dünya gücüdür. Dünyayı yeniden paylaşmayı talep edecek esas güç Çin’dir. Bunun böyle olduğunu Amerikan emperyalizmi de bilmektedir. Bu nedenle dünya enerji potansiyelinin kullanımında, bu kaynakların kontrolünde esas rekabet ABD ile Çin arasında sürdürülecektir. Çin emperyalizmi, Amerikan ekonomisini “ayakta tutan” bir rol oynadığı biliyor ve bundan da çok kazançlı olduğu için ABD ile ilişkilerinde sertleşmemektedir. Ama bu hep böyle gitmeyecektir. Çin’in Afrika’daki, Latin Amerika’daki, Pasifik bölgesindeki ilerlemesi, öncelikle Amerikan çıkarları için temel tehlikeyi oluşturmaktadır.
Çin emperyalizmi, dünyayı yeniden paylaşmayı açıktan talep edecek derecede gelişme sürecinde olan bir güçtür.

Dünya hegemonyası için rekabette Amerikan emperyalizminin korkulu rüyası ne Rusya’dır ve ne de AB’dir. Bu rekabette ABD’nin esas rakibinin Çin olduğu konusunda Amerikan jeopolitikacıları ve stratejistleri hemfikirler. Çin ekonomisinin devasa büyümesi, bunun kaçınılmaz olarak Çin dış politikasına yansıması ve askeri alanda da etkisini göstermesi, Amerikan emperyalizmini tedirgin ediyor. Dünya hegemonyası çıkarlarıyla çeliştiği için Çin’in bu gelişmesi Amerikan emperyalizmi tarafından kabul edilir değil. Ama çaresiz. Şimdilik tedbirler almakla yetiniyor. Örneğin Ekim 2007’de göreve başlayan ABD’nin altıncı ve en son kurulan bölgesel komutanlığı olan “Afrika Askeri Komutanlığı” Çin’in Afrika kıtasında artan nüfuzuna karşı bir tepkidir.
Rusya sınırları hariç Çin, Amerikan emperyalizmi tarafından çembere alınmış durumdadır. Yine Rusya hariç Çin’in hemen bütün komşuları ABD ile stratejik-askeri ilişkiler içindedir.
Bunun ötesinde ABD’nin, Çin ile şimdilik sürdürdüğü ticaret yoluyla dönüştürme politikasının daha ne kadar devam edeceği bilinmez, ama gelişmeler bu politikanın da sonuna gelindiğini göstermektedir.
Açık ki, Amerika ile Çin’in, özellikle Doğu Asya üzerindeki rekabetleri, her iki ülkeyi askeri olarak da doğrudan karşı karşıya getirebilecek bir gelişme sürecindedir.
Bugün açısından şüphesiz ki savaş dinamiği mevcut hegemon konumunu korumak ve hegemon güç olarak kalmak isteyen Amerikan emperyalizminden kaynaklanmaktadır. Ama gelişen Çin, küresel jeopolitik çıkarlarından dolayı kaçınılmaz olarak dünyayı yeniden paylaşmayı talep edecektir ve bu talebin ilk, öncelikli adresi de ABD’dir.

Japonya, bugün açısından her ne kadar üç büyük rekabet merkezinden birisini oluştursa da tek başına dünyayı yeniden paylaşma talebini yükseltecek bir güç değildir. Japonya, ancak ve ancak ABD ile işbirliği içinde dünya politikasında söz sahibi olabilir veya Çin’e tam teslimiyet koşullarında ABD’ye karşı dünya politikası yapabilir. Gelişen yeni güçler olarak Çin, ileriki bir dönemde Hindistan ve Rusya, Japon emperyalizmini geri plana iten aktörlerdir.

Emperyalizmin temel çelişkileri bütün yönleriyle keskinleşiyor:
Revizyonist Bloğun dağılmasından sonra “sosyalizm”in yıkıldığı, nihai olarak yenildiği üzerine zafer sarhoşu olan emperyalist burjuvazi ve ideologlarının “yeni” teorilerle krokisini çıkardıkları Yeni Dünya Düzeni kurulmadı. Herkese özgürlük, herkes için demokrasi, herkes için iş, herkes için refah gerçekleşmedi. Aksine emperyalist ülkeler ve uluslararası tekeller arasında rekabet, emperyalist ülkeler arası çelişkilerin keskinleşmesi, dünyayı yeniden paylaşma dürtüsünün ifadesi olarak halkları birbirine kırdıran gerici savaşlar, ülke işgalleri dünya politikasının seyrini belirledi. 2000–2004 dünya ekonomik krizi, öncesinde Asya-Rusya krizi, “güllük-gülistanlık” dünya vaatlerinin boş olduğunu gösterdi. Dünya çapında işçi sınıfı ve emekçi yığınlar, ezilen halklar, emperyalist işgal ve tehdide maruz kalmış uluslar, neoliberal saldırıların sonuçları altında ezilen, talan edilen yığınlar son birkaç yıl içinde adeta yeniden dirilmeye başladılar. Kapitalist gerçeklik kendini dayatıyor; ekonomik, mali, toplumsal, kültürel, askeri gerçeklik sistemin temel çelişkilerinin ne denli keskinleşmiş olduğunu gösteriyor.

Emperyalist ülkeler arasındaki hegemonya çelişkisi; dünya pazarlarında pay kapma ve mevcut payı büyütme çelişkisi hem kapsamlaşmış hem de derinleşmiştir. Son birkaç yıl bağlamında bunun böyle olduğunu Irak’a saldırıda, “renkli devrimler”in gerçekleştirilmesinde, İran, Suriye, Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti, Venezuela gibi bazı ülkelerin tehdit edilmesinde, Afrika’ya müdahale için yapılan hazırlıklarda görmekteyiz.

Uluslararası tekeller, Lenin’in deyimiyle daha ziyade “süper tekeller” arasındaki çelişkiler de oldukça keskinleşmiştir. Çıkarları gerekli kıldığında birleşerek, çıkarları ters düştüğünde birleşmeyi sonlandırarak dünya pazarlarında hâkimiyet için bu tekeller arasında kıyasıya bir rekabet söz konusudur. Rekabette güçlü olmak için devlet desteği de görmekteler. Tekelci sermayenin çıkarlarına daha iyi hizmet etmek için yeniden yapılanan emperyalist devlet –güya yok olmaya yüz tutmuş emperyalist ulus-devlet- son birkaç yıllık gelişmenin de gösterdiği gibi kendi tekellerinin çıkarlarını korumak için emperyalist küreselleşme koşullarında neoliberal ilkeleri de ayaklar altına alarak pekâlâ korumacılık yapmaktadır. Önde gelen emperyalist devletlerin hepsi bunu yapmakta ve böylece uluslararası tekeller arasında rekabetin keskinleşmesinde kendi tekelleri için önemli bir yön verici rol oynamaktalar.

Emperyalist ülkelerde, özellikle de dünya hegemonyası için mücadele etme yeteneği olan, jeopolitika üretebilen emperyalist ülkelerde, örneğin ABD’de, Rusya’da, AB’de, Çin’de, Hindistan’da ekonomiler giderek açıktan veya örtülü olarak askerileştirilmektedir. Ekonomiler yakın gelecekte şu veya bu ülkeye, mahallî savaşlara hazırlık için değil, dünyayı yeniden paylaşmak için nihai kapışmaya hazırlık olarak askerileştirilmektedir. Salt bu durum emperyalist ülkeler arasındaki rekabetin ne denli keskinleşmiş olduğunu göstermektedir.

Emperyalizm ile bağımlı, yeni sömürge ülkeler arasındaki çelişkiler hem kapsamlaşmış hem de oldukça keskinleşmiştir. Bağımlı, yeni sömürge ülkeler emperyalizm tarafından sadece talan edilmiyorlar, önde gelen emperyalist ülkelerin tehditlerine, işgallerine maruz kalıyorlar. Uluslararası tekelci sermayenin çıkarları için neoliberal dayatmaları uygulamaya zorlanıyorlar. Maddi zenginliklerine el konuyor, stratejik konumlarını kullanmak için baskı altına alınıyorlar. Latin Amerika’daki gelişmeler (Venezuela, Ekvator, Bolivya, kısmen Arjantin), Somali, Irak, İran, Afganistan vb. ülkeler bağımlı, yeni sömürge ülkeler ile emperyalist ülkeler arasındaki çelişkilerin ne denli keskinleşmiş olduğunu göstermektedir.

Son birkaç yılda uluslararası alanda güçlü bir grev dalgasının geliştiğini; kendiliğindenci de olsa işçi hareketinin/eylemlerinin, protestoların ivme kazandığını, bu eylemlerden bazılarının ulusal sınırları aşarak uluslararası ortaklaştığını gördük. Bütün bu gelişmeler tek tek ülkelerde işçi sınıfı, uluslararasılaşmış proletarya ile tekelci sermaye/uluslararası tekeller ve onların korumasını üstlenmiş olan emperyalist devletler arasındaki; sermaye ile emek arasındaki çelişkilerin de oldukça kapsamlaştığını ve keskinleştiğini göstermektedir. Neoliberal saldırılara, dayatmalara karşı sadece işçi sınıfının değil, bütün emekçi yığınların; köylülerin, şehir küçük burjuvazisinin yükselen protestoları da keskinleşen bu çelişkiler içinde görülmelidir.

Sermayenin, üretimin ve dolaşımın horizontal uluslararasılaşması kapitalizmin dünyanın en geri bölgelerinde de etkili olmaya başlaması anlamına gelir. Emperyalist küreselleşme bu süreci hızlandırmıştır ve bu nedenle dünyanın en geri ülkelerinde ve bölgelerinde de emek-sermaye çelişkisi veya burjuvazi ile proletarya arasındaki çelişki toplumsal ilerlemede yön verici olmaya başlamıştır.
Sermaye ve emperyalizme karşı mücadele yükseliyor:
Emperyalist burjuvazi, sosyal emperyalist Sovyetler Birliği’nin ve Revizyonist Bloğun yıkılmasından sonra özelikle yoğunlaştırılmış antikomünist propagandası eşliğinde cenneti yeryüzüne indirecek vaatlerde bulundu. Ama işçi sınıfı ve emekçi yığınların bu vaatlerin etkisinde kalmaları uzun ömürlü olmadı, yalpalama dönemi fazla sürmedi. Geniş işçi ve emekçi yığınları; dünya çapında yüz milyonlar vaatlerin boş olduğunu, sömürü, baskı, talan, işsizlik, açlık, sefalet cephesinde hiçbir değişmenin olmadığını kısa zamanda gördüler. Neoliberal saldırılara, emperyalist savaşa karşı uluslararası ölçekte yüz binleri, Irak’a karşı savaşı protesto örneğinde de görüldüğü gibi milyonları sokağa döken uluslararası bir hareket gelişti. İdeolojik yapısı, siyasal ve sınıfsal bileşimi bakımında her ne kadar bir “gökkuşağını” andırsa da bu uluslararası hareket gelişmesinin doruk noktasına 2000–2003 döneminde ulaştı. Kimin ne anladığından bağımsız olarak “başka bir dünya” talep eden, başka bir dünyanın olası olduğunu bayraklaştıran bu hareket, 2003’ten sonra gerileme dönemine girdi. Ama buna rağmen bu hareketin kendisi dünya çapında milyonlarca insanın emperyalizme, neoliberal saldırılara, emperyalist savaşa, işgale ve tehdide karşı mücadele etmeye hazır olduğunu göstermiştir.

Son birkaç yıldan bu yana dünya çapında işçi sınıfı ve emekçi yığın hareketinde bir yükselmenin olduğunu görmekteyiz: Sermaye birleşmeleri, devralmalar, özelleştirmeler, rekabet gücünü arttırmak için modern teknoloji kullanımı, kaçınılmaz olarak işçilerin yığın yığın sokağa atılmalarına neden olmuştur. Bunun ötesinde çalışma koşullarının sermaye lehine değiştirilmesi, ücretlerin düşürülmesi; kazanılmış hakların iç edilmesi veya geçersiz kılınması; bütün bunlar fabrika işgalleri, grevler, sokak gösterileri biçimde protesto edilmiştir. Burada söz konusu olan herhangi bir ülkede şu veya bu birkaç işçinin eylemi değildir. Son birkaç yıl içinde Güney Kore’den Arjantin’e, ABD’den Yunanistan’a, Almanya’da Fransa’ya, İspanya’dan Hindistan’a, İtalya’dan Ekvator’a kitlesel işçi eylemlerinin; Fransa, İtalya, İspanya, Yunanistan, Almanya gibi ülkelerde yüz binlerin, milyonların yürüdüğü eylemlerin gerçekleştirildiğini, bu eylemlerin Almanya’da Opel direnişinde olduğu gibi uluslararası bir karakter aldığını da gördük.
Dünyanın hemen hemen her yerinde görülen bu kitlesel işçi eylemleri, sendikaların en zayıf olduğu, sermaye ve burjuva devletle uzlaşmaya en yatkın olduğu bir süreçte gerçekleştirilmiştir. Bu kendiliğindenci eylemler, dönem dönem sendikaları zorlayarak, dönem dönem sendikalara rağmen sürdürülmüştür.
Son birkaç yıldan bu yana emperyalizme karşı direnişin, antiemperyalist mücadelenin yükseliş sürecine girdiğini görmekteyiz: Amerikan emperyalizmi, 11 Eylül saldırısını bahane ederek Avrasya jepolitikasında oldukça önemli bir stratejik konumu olan Afganistan’ı müttefikleriyle birlikte işgal etti. Kısa zamanda toparlanan Afgan direniş hareketi, işgalci güçleri Kabil’de ve ülkenin kuzeyinde de rahat hareket edemez hale getirdi. Afgan halkı işgalden bu yana işgalcilerin kovulması ve bağımsızlığın elde edilmesi için sürdürdüğü mücadelede önemli mesafe kat etti. Altı yıllık işgal ve buna karşı mücadele, Afganistan’da direnişin yeni bir sürece girdiğini göstermektedir: Direnişin bu aşamasında mücadelenin bütün ülke sathına yayılması ve küçük gruplarla saldırı yerine büyük formasyonlarla saldırı düzenlenmesi ve kurtarılmış bölgelerin oluşturması hedeflenmektedir. Artık direniş, ulusal çapta sürdürülen bir ayaklanma aşamasına girmektedir.

Afganistan direnişi, NATO’yu zor durumda bırakacak boyutlara varmıştır. İşgalci başı Amerikan emperyalizmi ülkenin güneyinde direnişçi güçlerle savaşacak asker arayacak duruma düşmüştür. Bükreş’teki NATO zirvesinde Fransa dışında hiçbir ülke askerlerini savaş bölgesine göndermek istemediğini belirttiler. Salt bu durum; Amerikan emperyalizminin savaşacak asker arar duruma düşmesi, işgalcilerin düştükleri sefil durumu açıklamaya yetmektedir. Birçok ülke askerini geri çekme niyetinde olduğunu defalarca dile getirmiştir. Bütün bunlar dişinden tırnağına kadar en modern silahlarla donatılmış NATO güçlerinin “insan yerine” koymadıkları halkın direnişi karşısında tutunamadıklarını ve ülkeyi terk etmekten başka çarelerinin kalmadığını göstermektedir. Afganistan Devlet Başkanı Karzai’in “Kabil Belediye Başkanı” olarak tanımlanmasının maddi temelini direniş hareketi oluşturmaktadır.

Afganistan’da işgalcilere karşı direniş, emperyalizme darbe vuran, ona karşı mücadelenin nasıl sürdürülmesi gerektiğini gösteren bir direniştir. Önderliğinin ideolojik yapısına rağmen, nesnel olarak emperyalizme darbe vuran bu direniş, uluslararası çapta antiemperyalist mücadelenin bir bileşenidir.

Irak’ı işgal eden Amerikan emperyalizmi ve müttefikleri çiçeklerle karşılanacaklarını sanmışlardı. Emperyalist çıkarlar için ülkesinin yağmalanmasını istemeyen Irak halkı kısa zamanda işgalcilere karşı direnişe geçti. Bütün mezhepsel zorluklara, provokasyonlara rağmen Irak direnişinin önemli bir kısmı ulusal çapta örgütlenecek düzeye geldi. Birleşik Siyasal Komutanlığın kurulması, işgalcilere karşı mücadelede küçümsenemeyecek bir yol alındığını, Irak direnişinde yeni bir aşamaya varıldığını göstermektedir. Direnişin yaygınlaşması ve şiddetlenmesi bir kısım işgalci güçlerin ülkeyi terk etmesine neden oldu. Giderek yalnızlaşan Amerikan emperyalizmi, yeni bir Vietnam-Sendromu yaşamaya başladı. Şimdi işgalci güç olarak neredeyse tek başına kalan Amerikan emperyalizmi, “kovulmadık, ülkeye demokrasi getirerek ayrıldık” formülü bulmaya çalışmaktadır. Ama bulamıyor. Irak direnişi Amerikan burjuvazisini ikiye böldü. İşgali sonuna kadar devam ettirmekten yana olanların yanı sıra askerlerin geri çekilmesini talep edenler de var. İşgalci başını bu duruma düşüren, kendi arasında çatlak seslerin çıkmasına neden olan Irak halkının sergilediği direnişten başka bir şey değildir. Irak direnişi, son dönemdeki gelişmelerin de gösterdiği gibi Amerikan emperyalizminin BOP hayalini suya düşürmüştür. Ama bu, BOP’tan vazgeçildiği anlamına asla gelmez.

Amerikan emperyalizmi ve müttefikleri, Afganistan ve Irak direnişleri karşısında çaresiz kalmışlardır. Belli bir sessizlik döneminden sonra Afganistan'da direniş, işgalcileri telaşlandırmış, Irak'ta ise işgalciler yenilgiyle karşı karşıya olduklarını açıklamaya başlamışlardır. İşgalciler, her iki ülkede de kontrol gücünü yitirmeye başlamışlardır.

2006’da Siyonist saldırıya uğrayan Lübnan halkı saldırganlara gereken dersi verdi. Bu saldırıyla amacına ulaşamayan İsrail ve ABD, Lübnan üzerinden Suriye ve İran planlarını da uygulayamaz duruma düştüler.

Geçen yüzyılın ‘90’lı yıllarının ilk yarısında başlatılan Oslo süreci Filistin direnişi için bir felaket süreci oldu. On yıllardır taşıyla toprağıyla, genciyle, yaşlısıyla, kadınıyla, erkeğiyle dünyanın en güçlü savaş makinesi ABD emperyalizminin desteklediği Siyonizm’e karşı şanlı bir direniş sürdüren ve bütün dünya halklarına umut taşıyan Filistin, direnişinin 40. yılında iç savaşın ve bölünmenin eşiğine geldi. Oslo sürecine ve El-Fetih'in izlediği teslimiyetçi çizgiye karşı Filistin halkının, bağımsız Filistin düşünü gerçekleştirene dek direnişe devam etme kararlılığı, Hamas'a verilen oy biçiminde yansımıştı 2006’da. Annapolis Konferansıyla (Kasım 2007) Filistin’in bu bölünmüşlüğü pekiştirilmeye çalışılıyor. Amerikan emperyalizmi ve Siyonizm, bunlarla birlikte bütün emperyalist ülkeler, Abbas’ın yanında yer alarak Filistin’in meşru hükümetini temsil eden Hammas’ı tecride devam ediyorlar. İnanıyoruz ki, Filistin halkı bu emperyalist oyunu da görecek ve örnek direnişini devam ettirecektir. Filistin halkı, Filistin’in kurtuluşunun yeni İntifadalardan geçtiğini görüyor.

İsrail’in Filistin’e saldırılarına karşı İstanbul’dan Kahire’ye, Tokyo’dan Hamburg’a, Fas’tan Paris’e, Şam’dan Atina’ya, Roma’dan Berlin’e, Moskova’dan Pekin’e ve Londra’ya, kısacası dünyanın dört bir yanında çeşitli uluslardan proletarya ve halklar, on binler ve yüz binler olarak protesto gösterileri düzenlediler, düzenliyorlar ve düzenlemeye devam edeceklerdir.
Özgür ve bağımsız bir Filistin için mücadele bütün şiddetiyle devam ediyor.

Ortadoğu halklarının kurtuluşu Ortadoğu halklarının federatif birliğinden geçer: Sermaye ve üretimin uluslararasılaşması, neoliberal dayatmalar ve sonuçları bölgemizde de halkların düşmanlarını ve kaderini ortaklaştırıyor. Bölgemizde emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı mücadele Amerikan emperyalizmine, Siyonizm’e, Arap ülkelerinde Arap hâkim sınıflarına, İran’da molla rejimine ve Türkiye’de de faşist diktatörlüğe karşı mücadelede somutlaşmaktadır. Filistin’in bağımsızlığı, Siyonizm’in ve Amerikan emperyalizminin yenilgisi demektir. Irak’ın bağımsızlığı da Amerikan emperyalizminin yenilgisi demektir. Kürt ulusunun bağımsızlığı her bir parçasında sömürgeciliğin yenilgisi demektir. Bölge halklarının sorunları iç içe geçmiş, bir sorunu diğerinde ayrı olarak ele almak zorlaşmış ve giderek daha da zorlaşmakta ve karmaşıklaşmaktadır. Düşmanlarımız, kendi aralarındaki husumeti bir anda unutarak bize; sömürüye, sömürgeciliğe karşı mücadele eden güçleri etkisiz kılmak için ortak hareket edebilmekteler. Kürt ulusal mücadelesinin İran ve Türkiye tarafından kıskaca alınması, buna Suriye’nin de katılması, Güney’de işbirlikçi yerel yönetimin de, bazen zorlanarak katılması bunun açık örneğidir. O halde atılması gereken adım, ortaklaşan düşmana karşı mücadeleyi de ortaklaştırmak, bütün bölgenin sosyal kurtuluşunu hedefleyen Ortadoğu halklarının demokratik federatif birliğini kurmak için mücadele yükseltilmelidir. Bu mücadelenin maddi koşulları yeteri kadar olgunlaşmıştır. Bütün sorun muhatap güçlerle bu mücadeleyi örgütlemektir. Bu federatif birliği gerçekleştirmenin iki yolu vardır: Bunlardan birisi, bölgemizde yer alan ülkelerin devrimlerini gerçekleştirdikten sonra gönüllü olarak federatif birliği oluşturmaları, ikincisi ise daha baştan mücadeleyi ortaklaştırarak, bölgesel devrim gerçekleştirerek federatif birliği sağlamalarıdır...
Latin Amerika’da direniş yeni bir aşamaya ulaştı:
22 Mayıs 2006’da öğretmenlerin ekonomik-demokratik taleplerle başlattığı grev, 14 Haziranda Oaxaca eyaleti (Meksika) silahlı kuvvetlerinin kanlı saldırısından sonra giderek büyüdü ve Oaxaca'lı işçilerin, emekçilerin, öğrencilerin, yoksul köylülerin ve yerli halkların desteğini aldı ve saldırılardan sorumlu vali Ulises Ruiz Ortiz'in istifası talebiyle büyük bir isyana dönüştü. Oaxaca’da kurulan komün bir isyan bayrağı; Oaxaca işçi ve emekçilerinin bu birleşik isyanı büyütmek için kurdukları Oaxaca Halk Meclisi (APPO), kısa zamanda halk iktidarının organı oldu. Latin Amerika ve tüm dünyada proletarya ve halklara yeni ufuklar açan Oaxaca Komünü, 21. yüzyılın başında onlara büyük bir mücadele deneyimi sundu.
Dünyanın diğer bölgelerinde olduğu gibi Latin Amerika’da da devasa boyutlara varan eşitsizlik, adaletsizlik ve sömürü kol geziyor. Kıtanın zenginlikleri yabancı sermaye tarafından talan ediliyor. Dünyanın birçok bölgesinde olduğu gibi Latin Amerika’da da bütün zenginliklere rağmen sefalet yaşanıyor; insanlar çıplak yaşam savaşı veriyorlar. Bir taraftan milyonlarca insan; işçi sınıfı ve emekçiler açlık, işsizlik ve sefaletle boğuşurken, neoliberal dayatmaların sonucu olarak fabrikalar kapatılıyor, geniş tarım arazileri işletilmiyor.
Latin Amerika, sosyal ve politik kutuplaşmanın en derin yaşandığı bölgelerden birisidir. Sık sık darbelerin gerçekleştirildiği bu kıtada 2000’den bu yana krizlerden ve kitlesel ayaklanmalardan dolayı çok sayıda hükümet devrildi.
2000’li yılların başından bu yana Arjantin’de, Ekvator’da, Venezuela’da, Meksika’da, Bolivya’da gelişen kitle hareketleri, bütün Latin Amerika’daki devrimci mücadelenin yükselişini göstermektedir.
Latin Amerika’nın son 50 yıllık tarihi birbirini izleyen darbelerle, “sol”, “sosyalist”, “devrimci”, ama aslında yurtsever-halkçı, ulusalcı sermayenin çıkarlarını savunan, emperyalizme ve yerli işbirlikçilerine karşı atıp-tutan darbe önderleri ve partilerin hükümet oluşuyla doludur. Arjantin, Ekvator, Brezilya Uruguay, Venezuela ve şimdi de Bolivya ve yeniden Ekvator’da kendine “solcu” veya da “sosyalist” diyen, devrimden ve sosyalizmin inşasından bahseden ulusalcı, halkçı hükümetler işbaşına geldi.

Son 5–10 senelik süreci göz önünde tuttuğumuzda Latin Amerika’da iki eğilimin diğer gelişmeleri belirleyecek derecede önemli olduğunu görmekteyiz: Birincisi, Amerikan emperyalizminin “arka bahçe” olarak tanımladığı bu kıtadaki nüfuzu, şu veya bu ülkede farklı boyutlarda da olsa genel olarak erimektedir. İkincisi ise bu kıtada “sol”a yönelme yaşanmaktadır. Öyle ki kıtada, genel anlamda “sol”a yöneliş, işçi sınıfından ve devrimden umudunu kesmiş küçük burjuva örgütler ve revizyonistler tarafından emperyalizme karşı nihai başkaldırı olarak ve ötesinde sosyalizme geçişin yeni bir yolu olarak değerlendirilmektedir.
Son birkaç yıldan bu yana bu kıtada yaşanan politik hareketlilik; yığınsal mücadele, bu mücadeleler sonucunda hükümetlerin devrilmesi; bütün bunlar, kıtanın belli ülkelerinde devrimci durumu ifade eden gelişmeler olarak görülmelidir.

Arjantin’deki, Venezuela’daki, Bolivya’daki ve son olarak da Ekvator’daki gelişmeler, yığınsal kendiliğindenci tepkinin doğrudan bir sonucudur. Bu ülkelerde işçi ve emekçi yığınların öfke seli sonucunda “sol” gözüken, sosyalizmden, emperyalizme karşı mücadeleden, adaletten vb. bahseden hükümetler işbaşına geldiler. İşçi sınıfı ve emekçi yığınların kendiliğindenci mücadelesine önderlik edecek derecede güçlü komünist partilerin olmaması, söz konusu bu ülkelerde “sol” söylemli burjuva; ulusal burjuva güçlerin ulusal bağımsızlık, ulusal kalkınma; ulusal çıkarlar, emperyalizme karşı mücadele sloganlarıyla ve programatik anlayışlarla hükümet olmalarına yol açtı.

Latin Amerika’da en ufak bir kıvılcım, kırları ve şehirleri tutuşturabiliyor, yığınları ayağa kaldırabiliyor, hükümetlerin devrilmesine ve çeşitli mücadele biçimlerinin gelişmesine neden olabiliyor. Arjantin’de işsizler hareketi ve Meksika’da (Oaxaca) öğretmen grevi, geniş işçi ve emekçi yığınları kapsayan ulusal çaplı ayaklanmalara dönüşebiliyor ve bu ayaklanmalar içinde kendi örgütlenme biçimlerini oluşturup geliştirebiliyor.
Latin Amerika kapitalist sistemin; emperyalizmin en zayıf halkalarından birisini oluşturmaktadır ve bugünkü durumuyla da en önemli zayıf halkasıdır.
Kendilerini nasıl tanımlarlarsa tanımlasınlar bu kıtanın söz konusu ülkelerinde hükümet olan bu güçlerin burjuva düzeni yıkmak diye bir sorunlarının olmadığı tartışma götürmez bir gerçektir. Belli bir yurtseverlik, antiemperyalizm, en azından antiamerikanizm içerikli bu halkçı hükümet önderlerinden bazılarının halk içinden gelmeleri veya kitlesel mücadelelerin ortaya çıkardığı önderler olmaları meselenin özünde hiçbir şey değiştirmez. Lula hükümeti (Brezilya), Morales hükümeti (Bolivya) böyledir. Venezuela’da darbeci geleneğin son örneği H. Chavez de halk hareketine ve seçen halka dayanarak hükümet olmuştur.

Chavez önderliğinde Venezuela’da, Morales önderliğinde Bolivya’da ve Correa önderliğinde Ekvator’da işçi sınıfı ve emekçi yığınlar lehine birtakım sosyal programlar uygulanmaktadır ve emperyalizmin ve büyük burjuvazi ve toprak sahiplerinin bir kısım çıkarlarına dokunulmaktadır. Ama bu kapsamlı sosyal reformlarla, bu ülkelerdeki toplumsal düzenin, yani burjuva mülkiyet ve üretim ilişkilerinin değiştirilmesi amaçlanmıyor. Bu sosyal programlar; politik özgürlükleri ve birtakım sosyal hakları içeren bu adımlar küçümsenemez ve desteklenmelidir.
Kısaca: Son birkaç yıldaki ve özellikle de günümüzdeki sosyal mücadelelerin merkezi Latin Amerika’dır. Bu kıtada sol halkçılık, mevcut ve potansiyel mücadele güçlerini radikalleştiren bir rol oynamaktadır. Bu, dünyanın başka bölgelerindeki gelişmeleri de etkilemektedir.
Bir bütün olarak Latin Amerika’daki, özelde de adı geçen ülkelerdeki politik, toplumsal gelişmeler, dünya çapında işçi sınıfının yeniden toparlanmaya ve güçlenmeye başladığı ve emperyalist işgal, tehdit ve talana karşı mücadelenin yükseldiği bir süreçte şekillendiler. Latin Amerika’da gelişen bu süreç, dağınık olan uluslararası antiemperyalist mücadelenin bir çatı altında birleştirilmesini, bu amaç için bölgesel koordinasyonların kurulmasını ve bu koordinasyonlar üzerinden uluslararası örgütlenmenin gerçekleştirilmesini kolaylaştıracaktır.
Nepal’da halk hareketi, monarşiyi, önce iktidarı paylaşmaya, sonra da halka teslim etmeye zorlamıştır. Bu, uzun süren bir silahlı mücadelenin doğrudan bir sonucudur. Her ne kadar bugün devrimci güçlerin birliğinden bahsedemezsek de Nepal’da monarşi ve dış destekçilerine karşı ulusal ve demokratik devrim mücadelesinde geriye dönülemeyecek bir mesafe kat edilmiştir. Nepal halkı, devrimci güçler önderliğinde emperyalizme, başta da Amerikan emperyalizmine ve Hindistan gericiliğine ve yayılmacılığına karşı yürüttüğü büyük mücadeleyi seçim zaferiyle taçlandırıyor.
Nepal devrimi, şimdiye kadarki mücadele sürecini kolay dedirtecek derecede zor bir sürece doğru evrilmektedir. Devrimin düşmanları sadece iç karşı devrimci güçlerden oluşmamaktadır. Tibet halkının Nepal’ı örnek almasından çekinen Çin, devrimci bir rüzgâra neden olacağından, Maocu akımların güçleneceğinden oldukça tedirgin olan Hindistan, Nepal devriminin yenilmesi için ellerinden geleni yapacak olan ülkelerin başında gelmektedir. Bizim için, Ortadoğu için Amerikan emperyalizmi ne ise Nepal için de Hindistan odur. Hindistan, Nepal’ın ABD’sidir.

Uluslararası antiemperyalist mücadelenin sorunları:
Son birkaç yıldan bu yana uluslararası ölçekte emperyalizme, neoliberal saldırılara karşı mücadelenin, evet antiemperyalist mücadelenin yükseldiğini görmekteyiz. Emperyalizme, emperyalist savaşa ve neoliberal saldırılara karşı mücadelenin, umudun uluslararası protesto hareketine, yani Dünya Sosyal Forumuna, Avrupa Sosyal Forumuna bağlandığı dönem artık geride kalmaktadır (26). Reformist ve pasifist önderlik bu hareketin umut olmaktan çıkmasını başarmıştır. Bu, söz konusu önderliğin bilinçli eylemidir. Dünya ölçeğinde bu hareketle “başka bir dünyanın” kurulabileceğine inananların umudu önemli ölçüde kırılmıştır. Son birkaç yıl içinde bu hareketin kapitalist sisteme ve emperyalizme karşı, genel anlamda emperyalist savaşa, tahakküm ve tehdide karşı bir mücadele anlayışının olmadığı ona umut bağlayan geniş yığınlar tarafından da görülmüştür. Bu hareketin, daha ziyade AB’yi, onun emperyalist güçlerini adeta koruyarak emperyalizme karşı mücadeleyi uluslararası tekellere ve Amerikan emperyalizmine karşı mücadele ile ve emperyalist savaşa, tahakküm ve tehdide karşı mücadeleyi de Amerikan emperyalizmiyle sınırlandırdığı ona umutla bakan geniş yığınlar tarafından bizzat görülmüştür.
Şüphesiz ki uluslararası tekellere ve Amerikan emperyalizmine karşı mücadelenin ilerici olduğu tartışılmaz bir gerçektir. Ama antiemperyalist mücadele sadece bununla sınırlandırılamaz.

Uluslararası kitle hareketinin sınıfsal yapısı, ideolojik açılımı, önüne koyduğu, gündemleştirdiği sorunlara getirdiği teorik çözümlemeler bilinmiyor değil. Bu hareketin pratikte ve teoride önderliği, sosyalizme karşı olduğunu, amacının “sosyal devlete” yeniden dönüş için mücadele olduğunu hiçbir kuşkuya yer vermeyecek biçimde sürekli açıklamıştır. Bu önderliğin “başka bir dünya mümkündür”den anladığı budur. Ama bu hareket içinde yer alan birçok siyasi akım, nasıl bir sosyalizm sorusundan bağımsız olarak “başka bir dünya mümkündür”den sosyalizmin anlaşılması gerektiğini sürekli vurgulamış ve nasıl bir sosyalizm istediğini de açıklamıştır. Ne var ki, sosyalizm bu hareket içinde neoliberalizmin, emperyalizmin, nihayetinde sistem olarak kapitalizmin alternatifi olarak harekette yön tayin edici bir rol oynamamıştır. Bu hareketin bütün belgeleri, bütün eylemleri bunun böyle olduğunu göstermektedir.

Komünistler bu harekete sosyalizm davasını taşımakta başarılı olamamışlardır. Bu gerçeği kabul etmeliyiz. Komünistlerin çabası olmaksızın da bu hareketin geniş yığınlar nezdinde kapitalizme alternatif olarak sosyalizmi umut olarak görmesi beklenemez. Her şeyden önce bu hareketin sınıfsal yapısı böyle bir beklentiyle çelişmektedir. Ama bu harekete katılan işçilerin ve ötesinde emekçi yığınların bir kısmının kendiliğinden veya bilinçli olarak sosyalizm için mücadeleyi önplana çıkartması da bir gerçekliktir. Ama bu harekete enerji veren, onun özünü oluşturan hiçbir zaman bu talep olmamıştır. Bize göre öyle olması veya öyle olduğunu sanmamız meselenin özünde hiçbir şey değiştirmiyor.
Bu hareket açısından gelinen nokta belli: Daha önceki benzeri kitle hareketlerinde görüldüğü gibi, ayrışma yaşanacak. Bu hareketin ortaya çıkartabileceği en önemli gelişme ayrışmadan başka bir şey değildir.
Bu hareketin ayrışması durumunda içinden gerçekten antiemperyalist, devrimci bir akım çıkar mı, bu bugünden pek bilinir gibi gözükmüyor. Şüphesiz ki, böyle bir gelişmenin ipuçlarını Dünya Sosyal Forumunun üç kıtada birden yapıldığı dönemde görüldü. Forumun Venezuela’da gerçekleştirilen L. Amerika kanadı devrimci bir duruş sergilemiştir. O duruş ne derece devam ettirilebilir, bu bilinmiyor. Ama ayrışma durumunda bu temelde devrimci bir sosyal forum hareketinin oluşmasının maddi temelleri vardır. Bu gelişme dikkate alınmalıdır. Bunun ötesinde Avrupa Sosyal Forumunda görüldüğü gibi, forumun düzenlenmesine devrimci güçlerin doğrudan katılımı (ve buna ilaveten merkeze çöreklenmiş pasifist ve reformist gücün etkisiz kalması, etkinliğe uzak durması durumlarında) forumun, söylemler de dâhil siyasal çehresini değiştirebiliyor. Bu gelişme de Atina’da yaşandı.
Dünya ve Avrupa Sosyal Forumlarıyla ilgili olarak bahsi geçen önemsizleşme, umut olmaktan çıkma, bu forumlar içinden antiemperyalist, devrimci bir yönelimin çıkması olasılığını dışlamaz.

Gelişmesinin doruk noktasına 2000–2003 sürecinde varan bu hareket artık gerileme dönemine girmiştir. Bununla birlikte hiçbir zaman örgütsel olarak oluşmamış olan ama varlığı kabul edilen “savaş karşıtı hareket” de tarihe karışmıştır. Ama dünya ölçeğinde emperyalizme karşı mücadele, antiemperyalist mücadele giderek yükselmiştir. Venezuela, Bolivya, Ekvator, Kolombiya, Arjantin, Peru, Meksika, Sri Lanka, Nepal, Türkiye, Kürdistan, Filistin, Afganistan, Irak, işgale, emperyalizme ve yerli işbirlikçilerine karşı mücadelenin şiddetlendiği ülkelerden sadece bir kaçıdır.

Antiemperyalist mücadelenin en büyük eksikliği uluslararası örgütlü olmamasıdır. Sadece bu da değil, bazı ülkeler hariç emperyalizme karşı mücadele, ülkelerde de ulusal çapta örgütlü değildir. Emperyalizme ve işbirlikçilerine, emperyalist işgale karşı mücadelenin şu veya bu biçimde ulusal çapta örgütlü olduğu Afganistan, Irak, Venezuela, Sri Lanka istisna olmaktan çıkartılmalıdır.

Dünyanın her tarafında köylü, işçi ve gençlik yığınları neoliberal saldırılara, dayatmalara, özelleştirmelere, patent “haklarına” karşı uluslararası tekellere ve dolayısıyla emperyalizme karşı mücadele ediyorlar. Filistin, Irak, Afganistan ve Kürdistan örneğinde olduğu gibi işgale boyun eğilmiyor. Sri Lanka ve Nepal örneğinde olduğu gibi emperyalizme ve yerli işbirlikçilerine karşı ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelesi veriliyor. Venezuela, Ekvator, Bolivya örneklerinde görüldüğü gibi uluslararası tekelci sermayeye karşı olan, ulusal çıkarları esas alan adımlar atılabiliyor, bu doğrultuda demokratik reformlar gerçekleştirilebiliyor.

Genel hatlarıyla, neoliberal saldırılara, emperyalist işgale ve tehdide, emperyalist savaşa karşı sürdürülen bu mücadelenin uluslararası örgütsel bir yapıya kavuşturulması gerekmektedir. Antiemperyalist mücadelenin uluslararası dağınıklığı, birbiriyle ilişkisi olmayan parçalardan oluşması, emperyalizme karşı mücadeleyi zayıf kılan en önemli faktörlerden birisidir. Son bir kaç yıllık sürecin, Dünya ve Avrupa Sosyal Forumları çerçevesinde gelişen kitle eylemlerinin geriye çekilmesinin de gösterdiği gibi, uluslararası komünist ve devrimci hareket emperyalizme karşı mücadelede sadece katılımcı olmamalı, onun uluslararası örgütlenmesini gerçekleştirecek güç olmalıdır. Son birkaç yılın tecrübesi, kalıcı, etkileyici, sonuç alıcı antiemperyalist mücadelenin ancak ve ancak komünist ve devrimci güçlerin önderliğinde gerçekleştirilebileceğini göstermiştir.
Sömürü, talan, savaş, işgal vb. öğeleriyle birlikte sermaye ve üretimin uluslararasılaşması; emperyalist küreselleşme, dünya işçi sınıfının, emekçilerinin ve ezilen ulusların ulusal ve sosyal kurtuluşu mücadelesinin maddi koşullarını daha elverişli yapmaktadır. Nesnel gerçeklik, komünist ve devrimci örgütleri, sermaye ve emperyalizme karşı mücadelede güçlerini birleştirmeye yöneltmektedir. Komünist ve devrimci güçler, uluslararası ölçekte sermaye ve emperyalizmin her cepheden saldırısına karşı her cephede örgütlenerek cevap vermekle karşı karşıyadır.

Böyle bir örgütlenmenin şüphesiz ki bir dizi yolu vardır. Son birkaç yıldaki gelişmeler, örgütlenme deneyimleri, sermaye ve emperyalizme karşı devrimci ve komünist güçlerin, antifaşist ve antiemperyalist güçlerin uluslararası ölçekte aynı çatı altında örgütlenmelerinin öncelikle bölgesel örgütlenmeden; bölgesel koordinasyonlardan geçeceğini göstermektedir. Böyle bir örgütlenmeye de emperyalistler arası çelişkilerin en çok keskinleşmiş olduğu bölgelerde başlanması gerekir. Ortadoğu-Balkanlar-Kafkasya ve Latin Amerika bugün açısından emperyalistler arası çelişkilerin en çok keskinleştiği bölgelerdir...
Son birkaç yılın tecrübesi şunu da göstermiştir ki, emperyalist burjuvazinin yoğun antipropagandasının yanı sıra Avrupa’nın, özellikle de AB alanının güya devrimci ve antiemperyalist güçleri Afganistan ve Irak direniş nezdinde Müslüman halkların emperyalizme karşı mücadelelerini karalamaktalar. Dini motifin belirleyici olduğu, İslami hareketler, işgal gibi koşulların dayatmasından ve devrimci güçlerin yokluğundan veya güçsüzlüğünden dolayı işgale veya işgalci girişimlere karşı pekâlâ mücadele ediyorlar. Tarihte bunun örnekleri görülmüştür. İslam motifli olarak 20. yüzyılın başlarında İngiliz sömürgeciliğine karşı Afgan Emiri önderliğinde direnenler, 1980’li yıllarda sosyal emperyalist Sovyet işgaline karşı direndiler, şimdi de Amerikan emperyalizmi önderliğindeki işgale karşı direniyorlar. Irak’ta direnişçi örgütlerin bir kısmı İslamcıdır. Bunların içinde El Kaide gibi radikal olanları da vardır. Hamas da, Hizbullah da böyledir. Bu hareketler ideolojik açıdan gericidir, ama koşullar dayattığı için emperyalizme karşı mücadele ediyorlar ve bu anlamda, siyasal olarak sınırlı da olsa belli bir antiemperyalist rol oynuyorlar. Müslüman inançtan halkların yaşadıkları ülkelerde, devrimci güçlerin zayıflığından dolayı, emperyalizme, işgale karşı mücadelenin ön saflarında bu hareketler yer almaktalar. Afganistan ve Irak direnişi, Lübnan’da Siyonizm’in püskürtülmesi bu türden hareketler olmasaydı, günümüz koşullarında bir istek, bir hayal olarak kalacaktı. Antiemperyalist, antisömürgeci, işgale karşı mücadelede yer alan güçlerin nesnel olarak oynadıkları ilerici, antiemperyalist rolü görmeyen ve çoğu kez de kendi emperyalist burjuvazisinin etkisiyle görmek istemeyen Avrupalı “sol”lar, bu mücadelelerde kafalarında canlandırdıkları “antiemperyalist” tipi göremedikleri için hem güya işgale karşı oluyorlar ve hem de işgale karşı mücadele edenlere karşı oluyorlar. Ama çoğunlukla da işgali kanıksıyorlar ve ona karşı mücadele eden güçleri hedef alıyorlar. Bu “sol”lar aynı anda hem işgalcilere hem de işgale karşı mücadele edenlere karşılar. İslami hareketlerin, Müslüman inançtan halkların mücadele iradesini küçümsüyorlar, üzerlerinde burjuva kültür o denli etkili ki, onları güdülecek sürü olarak görebiliyorlar. Avrupa’da bir kısım devrimci ve ilerici denebilecek partiler hem işgale ve hem de işgale karşı mücadele edenlere karşılar. Bunlar, ülkelerindeki sınıf mücadelesi ile o denli meşguller ki, dünyanın başka yerlerinde olup bitenleri görecek zamanları bile yok! Bunlar emperyalist propagandadan etkilenen, ABD karşısında AB politikası yanında yer alabilen, ABD’nin işgal ettiği ülkelerden kovulmasına sevinecekleri kadar, direnişçilerin iktidara gelmelerine üzülecek olanlardır. Bunlar ideolojide, teoride, politikada narsistirler. Bunlar parti’dirler, NGO’durlar, komite’dirler, şu veya bu ağ’dırlar. İslami, ama antiemperyalist mücadele veren hareketlerin antiemperyalist mücadele dışında görülmesini çok istiyorlar. Bu türden anlayışlar, bazı radikal İslamcı örgütlerin çok sayıda insanın öldüğü sivil hedeflere yönelik eylemlerle de besleniyor. Bu nedenle komünist ve devrimci güçler, antiemperyalist devrimci mücadelede emperyalist burjuva kaynaklı yanılsamalara karşı da mücadele etmek göreviyle karşı karşıyadırlar. Bu, antiemperyalist mücadelenin bugün açısından en önemli sorunlarından birisidir.
Medeniyetler Savaşı”ndan bahseden emperyalizmin ideologları, insanlığı Batılı olanlar ve olmayanlar diye iki kategoriye ayırıyorlar. Batılı olanlar yaşama ve gelişme yeteneğine ve hakkına sahip olurken, geriye kalanlara, özellikle de Müslüman halklara yaşama hakkı tanımıyorlar. Bu propagandanın sonucudur ki, Müslüman halkların emperyalizme karşı mücadelesi, özellikle Batı Avrupa kaynaklı sözde antiemperyalist güçler tarafından reddedilmektedir, desteklenmemektedir. Oysa onlar da biliyorlar ki, bugün emperyalizme taş söktüren mücadeleler bu halklar tarafından verilmektedir.
Sınıf mücadelesi kitleselleşiyor, yeni bir devrim dalgası yükseliyor:
Marks ve Engels’in Manifesto’da tespit ettikleri gibi dünya pazarı çeşitli, birbirinden farklı toplumları, kültürleri, devlet topluluklarını, tek tek devletleri küresel bir bütünlük içinde birleştiren bir mekanizmadır. Bu mekanizma o gün olduğu gibi bugün de kapitalizmin nesnel yasalarına göre hareket etmektedir. Bu, sermaye ve üretimi uluslararasılaştıran dünya ticaretinin, dünya pazarının hareket yasasıdır. Uluslararasılaşan dünyada o gün olduğu gibi bugün de kapitalizme karşı mücadele eden her hareket, her anlayış kaçınılmaz olarak uluslararasıdır, uluslararası olmak zorundadır. Hangi biçimde olursa olsun işçi sınıfının, sömürülenlerin baskı altında tutulanların dayanışması enternasyonaldir, enternasyonal olmak zorundadır.

Uluslararası alandaki son birkaç yıldan bu yana gelişmeler, emperyalizmin, faşizmin ve gericiliğin, bütün baskılarına, yasaklamalarına, işgallerine ve işgal tehditlerine rağmen; Revizyonist Bloğun çöküşünü yoğunlaştırılmış antikomünist propagandanın aracı yaparak uluslararası komünist ve devrimci hareketi ideolojik, teorik ve örgütsel olarak tasfiye etmek için saldırmasına ve bunun sonucu olarak dünya çapında geniş yığınların umutsuzluğa kapılmalarına rağmen dünya çapında işçilerin, emekçi yığınların ve ezilen ulusların demokrasi, özgürlük ve sosyalizm mücadelesi kesintisiz devam etmekle kalmamış yeni bir aşamaya da ulaşmıştır, giderek daha belirgin bir biçimde uluslararasılaşmıştır ve sermaye ve emperyalizme karşı mücadelenin takvimsel sürdürülmesi geride kalmıştır. Fransa, İtalya ve Yunanistan’da olduğu gibi neoliberal saldırılara karşı yüz binlerce, milyonlarca işçi ve emekçiyi harekete geçiren eylemler, genel grevler gerçekleştirilmiştir.
Mücadele yeniden sokaklara taşınıyor ve devrim yeniden geniş yığınların umudu olmaya başladı. Bu umudu kırmak için hiç de yeni olmayan anlayışlar son yıllarda yeniden ortaya atılmıştır. İşçi sınıfı ve emekçi yığınların, ezilen ulusların uluslararası örgütlenmesinin ve enternasyonal örgütlü olarak sermaye ve emperyalizme karşı mücadele etmesinin koşulları giderek daha da elverişli olmaktadır. Kapitalist üretim biçiminin uluslararasılaşması, işçi sınıfı ve emekçi yığınların uluslararası örgütlenmelerinin ve mücadele etmelerinin koşullarını her zamankinden daha çok olgunlaştırmış olduğu tartışma götürmez bir gerçekliktir. Ama buna rağmen gerçeklik, kapitalizmde eşit olmayan gelişme yasasının etkisi sonucunda devrimlerin her bir ülkede aynı anda, eş zamanlı olarak gelişmeyeceğini de göstermektedir. Sınıf mücadelesinin kitleselleştiği, devrimin yeniden umut olmaya başladığı bu süreçte bu gerçekliği göz ardı ederek dünya devrimi hazırlığı içinde olan ve bu anlamda da tek tek ülkelerde devrim koşullarının eş zamanlı gelişmeyeceğini reddeden anlayışlar öne sürülmektedir. Emperyalizmin ortaklaşarak, tek tek ülkelerde devrimi boğacağını, buna izin vermeyeceğini savunan bu anlayışa göre bütün dünyada devrimin koşulları olgunlaşana kadar devrim yapmaya kalkışmamak gerekmektedir. Bu anlayışlara karşı mücadele etmek de komünistlerin görevidir.

Kapitalizmde eşitsiz gelişmenin esas olduğu tartışma götürmez. Sermaye ve emperyalizme karşı mücadelenin her bir ülkede farklı olması nesnel gerçeklikte aranmalıdır. Bu nesnel gerçeklik, kapitalizmin eşit olmayan gelişme yasası, Ekim Devriminden bu yana emperyalist zincirin tek tek halkalarında, yani tek bir ülkede devrimi olanaklı kıldı ve kılmaya da devam etmektedir. Ancak bu, yine nesnel gerçekliğin de gösterdiği gibi, tek tek ülke devrimlerinin yanı sıra bölgesel devrim olasılığını da güçlendirmektedir.

Son birkaç seneden bu yana gelişen, uluslararasılaşan işçi sınıfı ve emekçi yığınların sermayeye ve neoliberal saldırılara karşı mücadelesi bir gerçeği ortaya koymaktadır: Sınıf mücadelesinin nesnel koşullarıyla öznel koşulları arasındaki fark hala devasa boyuttadır. Mücadelenin nesnel koşulları işçi sınıfını mücadeleye itmektedir ve sınıf mücadeleye atılıyor. Bu onun kendiliğindenci hareketidir ve bu hareket sürecinde sınıfta embriyonsal da olsa sınıf bilinci oluşmaktadır, gelişmektedir. Bununla yetinmek, işçi sınıfının sınıf bilinçlenmesinin başka toplumsal tabakalarda da eş anlamlı olacağından hareket etmek bir partinin yapabileceği en önemli hatadır. Bu bir intihardır. İşçi sınıfının siyasal bilincini geliştirmek, yükseltmek partinin esas görevidir. Emperyalizmin, Marksizm adına konuşan küçük burjuvazinin ideolojide, teoride ve örgütlenmede tasfiyeciliğine karşı mücadele önümüzdeki dönemde temel görevlerden birisi olmalıdır, olacaktır.

*
1)"Quarterly Reviewer, sermayenin, kargaşalıktan, kavgadan kaçtığını ve ürkek olduğunu söylüyor ki, bu, çok doğrudur, ama sorunu pek eksik olarak ortaya koymaktadır. Sermaye, kâr olmadığı zaman ya da az kâr edildiği zaman hiç hoşnut olmaz, tıpkı eskiden doğanın boşluktan hoşlanmadığının söylenmesi gibi. Yeterli kâr olunca sermayeye bir cesaret gelir. Güvenli bir yüzde 10 kâr ile her yerde çalışmaya razıdır; kesin yüzde 20, iştahını kabartır: yüzde 50, küstahlaştırır; yüzde 100, bütün insani yasaları ayaklar altına aldırır; yüzde 300 kâr ile sahibini astırma olasılığı bile olsa, işlemeyeceği cinayet, atılmayacağı tehlike yoktur. Eğer kargaşalık ile kavga kâr getirecek olsa, bunları rahatça dürtükler. Kaçakçılık ile köle ticareti bütün burada söylenenleri doğrular." (T. J. Dunning, l.c., s. 35, 36.). Aktaran: Marks; Kapital, C. I, s. 788, dipnot).

2)„Kâr oranı, yani sermayedeki nispi artış, her şeyden çok, kendilerine bağımsız bir yer bulmaya çalışan bütün yeni sermaye sürgünleri için önemlidir. Ve sermaye oluşumu, düşen kâr oranının, kâr kitlesi ile telafi edildiği birkaç büyük yerleşmiş sermayenin eline düşmesi halinde, üretimin yaşam alevi bütünüyle sönebilir. Yok olup gider. Kâr oranı, kapitalist üretimin itici gücüdür. Nesneler, ancak, bir kâr ile üretilebildikleri sürece üretilir” (Marks, Kapital, C. III, s.269).

3)Kar oranları 1850’de bu yana yüzde 50’iden (Polonya), 1889’da yüzde 26’ya (ABD), 1919’da yüzde 16’ya (ABD) ve sonraki yıllarda da örneğin Almanya açısından 1993’te yüzde 10 ile yüzde 3,5 arasında bir orana düşmüştür.

4) Örneğin sanayi üretimi 2006’ın ilk çeyreğinden 2007’in ilk çeyreğine ancak yüzde 2,4 oranında ve 2007’nin Ocak ayından Nisan ayına de ancak yüzde 1,1 oranında büyümüştür.

5)Örneğin OECD-Avrupa ülkelerinde ekonominin toplam olarak 2007’nin ilk çeyreğinden ikinci çeyreğine yüzde 0,088 oranında büyümesi, ekonominin büyümeden ziyade durgunluk içinde olduğunu gösterir.

6)2000=100 bazında Hindistan sanayi üretimi 2000’den 2001’e yüzde 2,7, 2002’ye yüzde 7,7, 2003’e yüzde 14,8, 2004’e yüzde 24,5, 2005’e yüzde 34,4 ve 2006’ya da yüzde 48,5 oranında büyümüştür.

7)2000=100 bazında Rusya’da sanayi üretimi 2000’den 2001’e yüzde5,2, 2002’ye yüzde 9,2, 2003’e yüzde 12,8, 2004’e yüzde 21,9, 2005’e yüzde 26,7 ve 2006’ya da yüzde 32,7 oranında büyümüştür.

8)2000=100 bazında Çin sanayi üretimi 2000’den 2001’e yüzde 9,7, 2002’ye yüzde 23,6, 2003’e yüzde 44,3, 2004’e yüzde 67,8, 2005’e yüzde 94,5 ve 2006’ya da yüzde 124,4 oranında büyümüştür.
Çin sanayi üretimi 2007’nin ilk iki ayında 2006’nin aynı aylarına göre yüzde 16,2 oranında büyümüştür. Bir yıl öncesine göre sanayinin büyüme oranı 2007’nin Mart ayında yüzde 17,6 ve Haziran ayında da yüzde 19,4 oranında gerçekleşmiştir. 2007’nin ilk çeyreğinde sanayi üretiminin büyüme oranı bir yıl öncesinin aynı dönemine göre yüzde 18,3 oranındaydı.

9)Örneğin özel –ailelerin- parasal birikimi bütün dünya çapında 2000’de 63,8 trilyon dolardan 2005’te 88,3 trilyon dolara çıkarak yüzde 38 oranında artmıştır. Hedge-Fonların (Yüksek kar ve aynı derecede yüksek risk taşıyan spekülatif yatırım stratejisi özelliği taşıyan yatırım fonları) yönlendirdiği miktar 1988’de 48 milyar dolardan 2000’de 510 milyar dolara, ama 2006’da da 1400 milyar dolara çıkmıştır. Private Equity Fonların (Private Equity, sermayeye ihtiyaç duyan işletmelere katılım. Elde edilen kar da katılıma göre sermaye verenle paylaşılıyor. Private Equity konsepti, zamanla sınırlı bir sermaye katılımıdır) dünya çapındaki yatırımları 2001’de 177 milyar dolardan, 2000–2004 ekonomik krizinden dolayı 2002’de 93, 2003’te 87 milyar dolara düşmüş, ama 2004’te 131 ve 2005’te de 261 milyar dolara çıkmıştır.

10) Bu stratejiye göre “çekirge” denen yatırım işletmeleri, işletmeler satın alıyorlar ve sonra da satıyorlar. Satın alan işletme, satın aldığı işletmelerde ücretleri; ücretle bağlam içindeki harcamaları, rasyonelleştirmeye giderek olağanüstü düşürüyor. Satın alan “çekirge” işletme, satın aldığı işletmeleri parçalıyor ve bağımsız işletmelere dönüştürülerek ortalamadan daha fazla bir karla başka bir “çekirge” işletmeye satılıyor. Ama belli bir zaman sonra bu ticarete de kar oranı yeniden düşmeye başlıyor; sermayenin kendini değerlendirme olanakları yeniden daralıyor ve ne yapacağını bilmeyen devasa boyutlarda bir sermaye birikimi ortaya çıkıyor.

11)Unctad’ın tanımına göre uluslararası tekel, bir ana işletmeden ve yurtdışında faal olan en azından bir bağımlı işletmeden oluşur. Ana işletmenin, bağımlı işletmedeki payı en azından yüzde 10’dur.

12)1969’da uluslararası tekel sayısı 7200 idi. Bu türden tekel sayı 1990’da 37.000’e, 1995’te 44.000’e, 2001’de 65.000’e ve 2005’te de 69.391’e çıkıyor. Bunlara bağımlı işletmelerin sayısı da 1969’da 27.000 idi. Bu işletmelerin sayısı 1990’da 170.000’e, 1995’te 280.000’e ve 2001’de de 850.000’e çıkıyor, ama 2005’te bunların sayısı 690.391’e düşüyor. 50.520 uluslararası tekelin ve 247.241 bağımlı işletmenin merkezi sanayi ülkelerinde bulunuyor. Merkezi Avrupa’da bulunan uluslararası tekel sayısı 41.461 ve bunlara bağımlı işletmelerin sayısı da 209.788. Merkezi ABD ve Kanada bulunan uluslararası tekel sayısı 3.857 ve bu tekellere bağılı işletme sayısı da 28.332. Merkezi Japonya ve Avustralya’da olan tekel sayısı da sırayla 5.202 ve 9.121. Merkezi “gelişen” ülkelerde olan tekel sayısı 18.029 ve bunlara bağılı işletme sayısı da 335.338. Merkezi Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri olan tekel sayısı da sırayla 1.178 ve 107.812.

13)Cari fiyatlarla dünya brüt üretimi 2000’de 31.895 milyar dolardan 2001’de 31.900; 2002’de 32.227; 2004’te 40.671 ve 2005’te de 44.674 milyar dolara çıkarak 2000–2004 ekonomik krizi sonu itibariyle, yani 2004’e nazaran 2005’te yüzde 9,8 oranında büyümüştür.

14)Bağımlı işletmelerin yurt dışı ihracatı 2000–2004 ekonomik krizinden dolayı 2000’de 3.572 milyar dolardan 2001’de 2.600 ve 2002’de de 2.613 milyar dolara düşüyor. Böylece ihracat bazında sermaye ve üretimin uluslararasılaşması ekonomik kriz faktöründen dolayı 2000’e göre 2001’de yüzde 27,2 ve 2002’de de yüzde 26,8 oranında geriliyor. Bağımlı işletmelerin yurt dışı ihracatı 2004 yılında 3.690 milyar dolardan 2005’te 4.214 milyar dolara çıkarak ekonomik krizin son yılı itibariyle 2005’te yüzde 14,2 oranında artıyor.
Bağımlı işletmelerde çalışanların sayısı da 2000’de 45,587 milyondan 2001’de 53,581 milyona çıkıyor. Ekonomik krizden dolayı bu tür işletmelerde çalışanların sayısı, yani uluslararası proletaryanın sayısı 2002’de 53,094 milyona düşüyor. Bu sayı 2004’te 57,394 ve 2005’te de 62,095 milyona çıkarak krizin son yılı itibariyle yüzde 82 oranında artıyor (Bkz. UNCTAD, WIR 2001–2006).

15)İşsizlerin çalışabilir nüfusa oranı (işsizlik oranı), ABD’de 2001’de yüzde 4,8, 2004’te yüzde 5,5 ve 2006’da yüzde 4,6; Japonya’da 2001’de yüzde 5,0, 2004’te yüzde 4,7 ve 2006’da yüzde 4,1; Almanya’da 2001’de yüzde 7,9, 2004’te yüzde 9,5 ve 2006’da yüzde 8,3; İngiltere’de 2001’de yüzde 5,0, 2004’te yüzde 4,7 ve 2006’da yüzde 5,3; Fransa’da 2001’de yüzde 8,6, 2004’te yüzde 9,2 ve 2006’da yüzde 9,2; İtalya’da 2001’de yüzde 9,5, 2004’te yüzde 8 ve 2006’da yüzde 6,8 ve OECD toplamında da 2004’te yüzde 6,9 ve 2005’te de yüzde 6,1 idi.

16)Emperyalizmin tarihinde, emperyalistlerin genel ittifakının, politikanın itici gücü olduğu iki süreç vardır: Bunlardan birincisi 14 kapitalist ülkeden oluşan emperyalist koalisyonun Sovyet ülkesine silahlı müdahalesidir. Bu süreçlerden ikincisi de II. Dünya Savaşı sonrasından, modem revizyonist bloğun çöküşüne kadar devam eden süreçtir.

17)“Bütün olarak bu kıtanın iktidar potansiyeli, ABD’ninkini oldukça göreceli bırakıyor. Amerika’nın şansı, siyasi bir bütünlük oluşturmak için Avrasya’nın çok büyük olmasıdır.
Yani Avrasya, gelecekte de küresel hâkimiyet için mücadelenin sürdürüleceği bir satranç tahtasıdır. Jeostratejik-jeopolitik çıkarların stratejik ele alınışı- satrançla karşılaştırılsa da bu satranç tahtası üzerinde sadece iki değil, bilakis çok ve değişik güçlerde oyuncular cirit atıyorlar. En önemli oyuncular, satranç tahtasının batısında, doğusunda, merkezinde ve güneyinde faaldirler. Hem batı hem de doğu kıyı bölgeleri, yoğun nüfuslu bölgelerdir ve buralarda görece dar alanda çok sayıda güçlü devletler birbirlerini itip-kakıyorlar. ABD’nin gücünün doğrudan temsil edildiği yer, Avrasya’nın batısındaki dar bölgedir. Uzakdoğu karasında, giderek güçlenen ve bağımsızlaşan, devasa bir nüfus üzerinde hâkim olan bir oyuncu var. Buna karşın, enerji dolu rakibinin adalar halkasıyla sınırlı toprağı ve küçük Uzakdoğu yarım adalarının yarısı Amerikan gücüne üs olarak hizmet ediyorlar.
Batı ve doğu kıyı bölgeleri arasında, devasa, az nüfuslu şimdilerde siyasi olarak istikrarsız ve örgütsel çözülme içinde olan orta alan yer alıyor; burası önceleri ABD’nin güçlü rakibi, Amerika’yı Avrasya’dan püskürtüp atmayı amaç edinmiş bir karşıtı tarafından ilhak edilmiştir. Bu büyük orta Avrasya platosunun güneyinde siyasi anarşi içinde, ama enerji rezervleri bakımından zengin olan bu bölge, hem Avrupa hem de doğu Asya devletleri için çok önemli olabilir ve en güneyinde bölgesel hegemonya için çabalayan nüfusu kalabalık bir devlet yer alıyor.
Bu devasa, acayip şekillenmiş Lizbon’dan Wladiwostok’a kadar uzanan Avrasya satranç tahtası, “Global play”in (küresel oyunun, çn.) sahnesidir. Orta alan, giderek daha güçlü olarak Batının genişleyen etki sahasına (Amerika’nın ağırlıklı olduğu saha) çekilebilirse, güney bölgesi, tek bir aktörün hâkimiyetine girmezse ve Uzakdoğu’da ülkelerin olası bir birleşmesi, Amerika’yı doğu Asya kıyısı açıklarındaki deniz üslerinden kovmayı beraberinde getirmezse, ABD tutunabilir. Orta alanın devletleri, Batıyı reddederlerse, siyasi bir bütünlükte birleşirlerse ve güney üzerinde kontrolü ele geçirirlerse veya doğunun en büyük oyuncusuyla bir ittifak kurarlarsa Amerika’nın Avrasya’daki hâkimiyeti dramatik olarak azalır. Doğunun iki büyük oyuncusu herhangi bir zaman birleştiklerinde de aynı durum olur. Nihayet, Avrupalı ortaklar Amerika’yı batı taraftaki üslerden kovarlarsa, bu, muhtemelen kıtanın batı kıyısının sonuçta, orta bölgeye hâkim olan yeniden canlanmış oyuncunun zorbalığı altına girmesi anlamına gelse de, aynı zamanda onun Avrasya satranç tahtasındaki oyuna katılımının sonu demektir” (Z. Brzezinski; “Die einzige Weltmacht, Amerikas Strategie der Vorherrschaft”, Syf.57/58).
-“Kıyı ülkeleri kuşağı üzerinde hâkim olan, bütün Avrasya’ya hâkimdir” (Z. Brzezinski; agk.)
-“Avrasya’ya hâkim olan, dünyanın geleceğini belirler” (Z. Brzezinski; agk.)

18) Rusya ile Kazakistan, Türkmenistan, Özbekistan arasında petrol ve doğal gaz boru hatları üzerine yapılan son anlaşmalar, bu Orta Asya ülkelerinin Rusya ile politik ilişkilerinde belli bir yumuşama sağlamıştır.
Rusya’nın enerji politikasındaki son hamlesinin ABD, AB ve Türkiye açısından bazı sonuçları şunlar olabilir:
-Putin, Orta Asya ziyaretleri sonucunda Kazakistan’ı, Türkmenistan’ı ve Özbekistan’ı kendi yanına çekmeyi başarmıştır. Bu ülkelerin Rusya’dan geçen boru hatlarına petrol vermeleri Baku-Tiflis-Ceyhan Hattını önemsizleştiren bir faktör olabilir. Bu, ne ABD’nin ne AB’nin ve ne de Türkiye’nin çıkarınadır.
Rusya-Kazakistan-Türkmenistan arasında varılan anlaşmaya göre doğal gazın Rusya üzerinden dünya pazarlarına taşınması Türkiye’nin Avrupa karşısında enerji köprüsü olma hevesini kursağında bırakabilir; Trans-Hazar Doğal Gaz Boru Hattı Projesinin (Nabucco hattı) gerçekleştirilmesi ertelenebilir. Türkiye ve AB’nin umut bağladığı bu proje tamamıyla gözden çıkarılmasa da en azından Rusya karşısında, eğer başka kaynaklar bulunmazsa rekabet gücünü önemli ölçüde yitirmiş olur. Veya Rusya-Kazakistan-Türkmenistan arasındaki doğal gaz boru hattının inşası durumunda bu proje ancak siyasi nedenlerden dolayı inşa edilebilir.
Rusya, petrol çıkarımı ve ihracatı bakımından dünya sıralamasında S. Arabistan’dan sonra ikinci sırada yer almakta ve dünya doğal gaz rezervlerinin üçte birini kontrol etmektedir. Putin önderliğinde Rusya’nın yeni jeopolitikasının ekonomik temelini dış ticaretten elde edilen gelir oluşturmaktadır. Son yıllarda 100 milyar doları aşan bu geliri Rusya, „enerji süper gücü” olmak için kullanmaktadır.
Rusya, diğer emperyalist ülkeler arasındaki çelişkilerden yararlanarak da siyasi alanda uluslararası politikada güçleniyor: AB, enerji alanında Rusya’ya oldukça bağımlı. Petrol ihtiyacının yüzde 30’unu ve doğal gaz ihtiyacının da yüzde 40’ını Rusya’dan sağlıyor. AB’nin korkusu, Hazar Havzası ve Ortadoğu petrol ve doğal gazının tamamen Amerikan emperyalizminin kontrolüne geçmesidir. Bu taktirde ABD’nin bu gücünü kendisine karşı da kullanacağından hareketle AB, istemese de Rusya’nın ABD karşısındaki kimi politikalarına destek sunuyor. Bu da son kertede Rus emperyalizmini uluslararası politikada güçlü kılan faktörlerden birisi oluyor. Bunun ötesinde Çin ve potansiyel dünya gücü olarak Hindistan ile ilişkiler de Rus emperyalizminin görece güçlenmesinde belli bir rol oynamaktadır.

19) 1 Mayıs 2004’te Estonya, Letonya, Lituanya, Polonya, Çek Cumhuriyeti, Slovakya, Macaristan, Slovenya, Malta ve Kıbrıs ve 1 Ocak 2007’de de Bulgaristan ve Romanya AB üyesi oldular.

20)12 Mart 1999‘da Polonya, Çek Cumhuriyeti ve Macaristan ve 29 Mart 2004’te de Bulgaristan, Estonya, Letonya, Lituanya, Bulgaristan, Romanya, Slovakya ve Slovenya NATO üyesi oldular.

21)2005 verilerine göre bu ülkelerin dünya doğrudan yatırımlarındaki payı yüzde 62, dünya ticaretindeki payı yüzde 43, dünya doğal gaz tüketimindeki payı yüzde 55, dünya petrol tüketimindeki payı yüzde 47, dünya atom enerjisindeki payı yüzde 71, dünya enerji tüketimindeki payı yüzde 46, dünya silahlanma ihracatındaki payı yüzde 84, dünya atom silahlarındaki payı yüzde 96, dünya askeri harcamalarındaki payı yüzde 75 ve dünya üretimindeki payı da yüzde 66 oranındaydı.

22)Kapitalizmin/emperyalizmin tarihinde görülen protektorat/himayecilik yönetimleri için bazı örnekler şunlardır: Britanya himayeciliği (1914–1922 arasında Mısır. 1885’ten sonra şimdiki Nijerya. 1902–1968 arasında Transvaal. 1868–1966 arasında Lesotho. 1890–1963 arasında Sansibar Sultanlığı. 1914–1961 arasında Kuveyt. 1880–1971 arasında Bahreyn. 1916–1971 arasında Katar. 1892–1971/72 arasında Birleşik Arap Emirlikleri. 1849/1903–1967 arasında şimdiki Yemen Cumhuriyeti. 18./19. Yüzyıldan 1947’ye kadar şimdiki Malezya.
Belirtmekle yetinelim: Almanya’nın, Fransa’nın, İtalya’nın, Japonya’nın, Rusya’nın, ABD’nin, İspanya’nın da protektoratları vardı. Ötesinde Milletler Cemiyeti’nin idaresinde olan protektoratların yanı sıra “Uluslararası Protektoratlar” da vardı.

23)O zaman krizde olan Amerikan ekonomisinde belli bir canlanmanın sağlamasında Afganistan ve Irak’a karşı savaş için yapılan askeri harcamaların da bir etkisi olmuştur.

24) Bu miktar sadece askeri personel maaşlarının iyileştirilmesiyle ilgilidir. Silah alımları savunma bütçesine dâhil edilmiyor. Aslında silah ve mühimmatla birlikte askeri harcamalar yıllık olarak 250 milyar doları aşıyor.

25)14 Haziran 2001’de kurulan bu örgüte, Çin Halk Cumhuriyeti, Kazakistan, Kırgızistan, Rusya, Tacikistan ve Özbekistan üyedir. Hindistan, İran, Moğolistan ve Pakistan da gözlemci ülkeleri oluşturmaktalar.

26)Dünya ve dolayısıyla da Avrupa Sosyal Forumlarının nasıl önemsizleştiğini son olarak Nairobi’deki (Kenya) Dünya Sosyal Forumunda gördük. Bu forumlardaki hâkim reformizm ve pasifizm, doğrudan müdahaleci konumda olan Hükümet Dışı Örgütler, bu enternasyonal hareketi felce uğratıyor.