deneme

28 Ocak 2009 Çarşamba

OBAMA VE EKONOMİ




20 Ocakta sergilenen o büyük şov da sonlandı, çöpler toplandı ve günlük yaşama dönüldü. Ayın 21'inden itibaren yeni Başkan Obama'nın da ayakları yere değdi ve ağır bir ekonomik kriz, sürdürülen işgaller gerçekliğiyle yüz yüze geldi. O da biliyor ki politikasını, medya dünyasının şatafatlı övgüleri değil, dayatan zorunluluklar belirleyecek.    

Karşı partililerden oy toplamak için bir uyanıklık mı yaptı, bilmiyorum, ama Obama, kendinden önceki hükümetin politikasını; yani Bush'un politikasını önemli gördüğü bütün noktalarda destekleyeceğini sürekli açıklamıştı. Bütün önemli noktalarda aynı politika olduğuna göre 2. bir Bush mu geldi diye dünyanın korkuya kapılmasına pek gerek yok. Obama bu işi daha hünerli yapacak. İnandırıcı olmak için kendisinden önceki hükümetin, Başkanın tıpa tıp aynısı olmadığını göstermesi gerekmez mi? Ama bu konuda çok zorlanacağa benziyor: Etrafı yeni ve Bush döneminden kalma şahinlerle sarılı; bunlar “savaşan şahinler”, emperyalist cinayetin sorumlularıdır. Bush'un savunma bakanı, Pentagon şefi R. Gates'in hem Bush'un hem de Obama'nın yanında olması Bush ile Obama arasındaki farkın ne denli anlamsız olduğunu göstermez mi? Demek ki Amerikan emperyalizmi Obama döneminde de savaş ve işgal politikasını sürdürecektir. Ama Obama'ya oy verenler içinde Bush'un savaş, baskı vb. politikasını reddedenler hiç de az değildi. Bunlardan gelen oy olmasaydı belki de Obama Başkan olamazdı. Seçim döneminde Cumhuriyetçi Partinin sağ kanadını sakinleştirmek, onlarla uzlaşmak için Obama'nın sergilediği politika onun bayağı „uyanık“ olduğunu gösteriyor. Kim bilir, belki de, 'önce Başkan olayım, sonra kendi politikamı uygularım' diye de düşünmüş olabilir!    

Ama bu şovun bir anlamı olmalı. Belki de ilk Afro-Amerikalı birisi olarak Başkan seçildiği için böylesi tantanalı kutlama yapılmış olabilir. Bu durumda Obama, ABD'de farklı etnik kökenli Amerikalılar arasında sosyal eşitliğin sağlandığına örnek gösterilebilir mi? Herhalde gösterilemez.
Amerikan emperyalizmi, “vatandaşlık hakları hareketi”ni çoktan kontrolü altına aldı ve siyahi burjuvaziyi Amerikan politik yaşamına entegre etti. Obama bu siyahîlerin temsilcisidir. Ayrıca, seçim kampanyasının başlangıcından itibaren ABD'nin en üst düzeyde siyasi ve iktisadi çevreler tarafından örgütlenmesi ve finanse edilmesi, Obama'nın kimin adamı olduğunu göstermeye yetmez mi? Tam da bu çevreler, Bush döneminde ayaklar altına alınan ABD'nin prestijini yenilemek için Obama'ya tarihi bir görev veriyorlardı; Amerikan burjuvazisinin gözünde Obama, bir nevi kurtarıcıdır, Mesih’tir. 

Obama'nın devraldığı Amerika:
Yönetimini devraldığı ABD'yi güncel ve tarihsel perspektif bazında kısaca tanımlamaya çalışalım:

Güncel açıdan ABD:
G. W. Bush, Amerikan tarihinde ilklere imza atan bir başkandı:    
-Bush döneminde ABD, daha önceki 220 yıllık tarihinde borçlandığı kadar borçlanmıştır. Yani 220 senede ne kadar borçlandıysa 8 yıllık Bush döneminde de aşağı yukarı o kadar borçlanmıştır.
-Bush, iktidara gelirken Clinton döneminden 5,5 trilyon dolar tutarında borç devralmıştı; 2000 yılındaki bu 5,5 trilyon dolarlık devlet borcu 8 senede 10 trilyon dolara çıkmıştır.
-Bush döneminde savunma bütçesi de katlanarak artmış ve 2007'de yaklaşık 610 milyar dolara çıkmıştır.
-Bush, iktidara geldiğinde ABD'de işsizlerin sayısı 6 milyondu; bu sayı şimdi 9,5 milyona çıkmıştır. Buna karşın milyonerlerin sayısı 2001'de 6 milyondan şimdi yaklaşık 9,5 milyona çıkmıştır.
-Yoksulların sayısı da bu dönemde 31 milyondan 37,5 milyona; hastalık sigortası olmayanların sayısı da 2001'de 38,5 milyondan 47 milyona çıkmıştı.
-Bush döneminde „uluslararası terörizme karşı mücadele“ adı altında Afganistan ve Irak işgal edilmiştir; aslında Bush, bir işgal komutanıdır.
-Bu dönemde Amerikan emperyalizmi tarihinin en ağır ekonomik kriziyle karşı karşıya kalmıştır.
-Bu dönemde emperyalistler arası çelişkiler çoğalmış ve keskinleşmiştir.
Tabii ki burada sorun Bush değil, onun dönemindeki gelişmelerdir ve bu gelişmeler saymakla bitmez.

Tarihsel bakımdan ABD'nin durumu:
Dünya politikasındaki gelişmeler, özellikle Sovyetler Birliği ve Revizyonist Bloğun dağılmasından sonra emperyalist ülkeler arası ilişkilerde yeni bir dönemin başladığını göstermektedir: Sovyetler Birliğinin var olduğu dönemde emperyalistler arası ilişkilerde müttefiklik eğilimini güçlü ve geçerli kılan nesnel faktörler, söz konusu dağılmadan sonra yerini müttefikliği dışlayan eğilime bırakmıştır; belli rekabet merkezlerinin oluşması, bunların her birinin dünya hegemonyası için kendi adına rekabet etmesi bunun açık ifadesidir. ABD, AB (AB içinde de özellikle Almanya ve Fransa), Japonya, Rusya, Çin, güç dengeleri farklı da olsa günümüzde dünya pazarı, dünya hegemonyası için rekabet eden merkezlerdir. 1990'lı yıllardan bu yana dünya ekonomisindeki ve politikasındaki gelişmeler, bu rekabet merkezlerinin giderek birbirlerinden uzaklaştıklarını, bağımsızlaştıklarını; kendi çıkarlarına göre strateji ve ABD, Rusya, Çin gibi jeopolitika üretme yeteneğine sahip olan emperyalist ülkelerin de kendi çıkarları temelinde jeopolitika geliştirdiklerini göstermektedir.    

Paradoks gözükebilir, ama emperyalist küreselleşme; sermaye ve üretimin uluslararasılaşması, aynı zamanda emperyalistler arası çelişkileri keskinleştirdiği için, eşitsiz gelişme koşullarında varılacak noktaya kaçınılmaz olarak varılmıştır: Kapitalizmde rekabet ve eşitsiz gelişme yasası, tek tek ülkelerden oluşan ve bu özeliğinden dolayı da ancak bir zincirin halkalarını oluşturabilecek derecede bütünleşen ve daha ileri seviyede bir bütünleşmeyi dışlayan dünya ekonomisini ve bu ekonomi içinde gelişmesi eşit olmayan ülkelerin, dünya hegemonyası veya dünya pazarından daha büyük pay kapmak için karşılıklı rekabetini koşullamaktadır.

Barack Obama, söz konusu bu çelişkilerin keskinleştiği; emperyalistler arası ittifak eğiliminin geri plana düştüğü bir dönemde Amerikan emperyalizminin dünya hegemonyası jeopolitikasını uygulamak göreviyle karşı karşıyadır. Ama ABD, 1870-1914 arasındaki güçlenen, sonraki dönemde güçlü ve II. Dünya Savaşından sonra da kapitalist dünyanın en güçlü emperyalist ülkesi değildir artık. Şüphesiz ki askeri ve ekonomik olarak diğer emperyalist ülkeler ABD ile henüz boy ölçüşecek durumda değiller, ama süreç onların lehine gelişmektedir. Bunun böyle olduğunu birkaç veri ile gösterebiliriz:

Emperyalist küreselleşme perspektifinden baktığımızda dünya dış ticaretinin ve doğrudan yabancı yatırımların oldukça hızlı geliştiğini söyleyebiliriz: Dünya Ticaret Örgütü verilerine göre dünya ticareti toplam hacmi 1975 yılında 876,90 milyar dolardan 2005 yılında -30 sene içinde- 10.431,00 milyar dolara çıkmıştır; yani 1975'te bir trilyon dolar dahi değilken 30 yıl sonra 10 trilyon dolar oluyor.

Ama soruna bölgeselleşme -bölgesel yoğunlaşma- perspektifinden baktığımızda tamamen başka bir gelişmenin söz konusu olduğunu görüyoruz:
Dünya ticareti ve doğrudan yabancı sermaye hareketinin çok büyük bir kısmı üç ekonomik entegrasyon bölgesinde gerçekleşmektedir: AB, NAFTA ve ASEAN +3 ülke. Örneğin 25 üyeli AB'de iç ticaret, AB'nin toplam dış ticaretinin yüzde 67,3'nü oluşturuyor. Bu oran NAFTA'da yüzde 53,9'a ve ASEAN'da da yüzde 50'ye varıyor. Mutlak olan bu. Ama dikkate alınması gereken, gelişme eğiliminin yönü. Bu yön, dünya ekonomisinin Amerikan ekonomisinden giderek uzaklaştığını; bağımsızlaştığını ve bu anlamda da Amerikan ekonomisi karşısına yeni güçlü ekonomilerin çıkıyor olduğunu göstermektedir. Örneğin, 25 üyeli AB'nin dış ticaretinde ABD'nin payı 2000 yılında yüzde 8,9'dan 2006'da yüzde 7,3'e gerilerken, Çin ve Rusya'nın payı giderek artıyor; AB dış ticaretinde ABD'den uzaklaşma, Çin ve Rusya'ya doğru bir kayma eğilim olarak görülüyor. İthalatta da benzeri bir durum söz konusudur: 25 üyeli AB'de 2006'da „iç“ ithalat, toplam ithalatının yüzde 64,2'sine tekabül ediyordu. Geriye kalan ithalat payı içinde Çin'in payı 2000 yılında yüzde 2,7'den 2006'da yüzde 5,1'e çıkarken, ABD'nin payı da yüzde 7,3'ten yüzde 4,6'ya düşüyor. Böylece AB ithalatında en önemli ticari ortak olarak ABD, konumunu Çin lehine kaybediyor. AB ithalatında Rusya'nın payının aynı dönemde yüzde 1,9'dan yüzde 3,1'e çıkması, ABD'yi düştüğü konumdan daha da geriye atılmaya zorluyor.

Doğrudan yabancı sermaye hareketinde de benzer bir eğilim görülmektedir: AB içi doğrudan yabancı yatırımlarla oluşturulan bölgesel entegrasyon, Avro Alanı işletmelerinin küresel doğrudan sermaye yatırımlarında en büyük temel taşını oluşturmaktadır ve bu, AB'nin her genişlemesinde daha da önemli oluyor. Bunun ötesinde AB-doğrudan yatırımlarında Amerikan kıtasının payı, 2001'deki enformasyon teknolojisi spekülasyon balonunun patlamasında sonra hızla azalmış ve 2005 yılına kadar yüzde 69'dan yüzde 33'e düşmüştür ve 2005'te AB'ye dahil olmayan Avrupa, en gözde yatırım alanı olma özelliği bakımından ABD'nin yerini almıştır; bu alanın payı 2001'de yüzde 20'den 2005'te yüzde 35'e çıkarken ABD'nin payı da yüzde 69'dan yüzde 33'e düşmüştü.    

Bu durum; AB merkezli Avrupa'nın Amerikan ekonomisinden uzaklaşması eğilimi Doğu Asya alanındaki ülkeler için de geçerlidir; bu alanda Amerikan pazarına bağımlılığın gevşemesini çok sayıdaki serbest ticaret anlaşmalarının varlığından anlıyoruz. Bölge ülkelerinden Çin, Japonya'nın en önemli ticaret ortağı olan ABD'yi geriye itti ve onun yerini aldı; ABD'nin ihracat payı 2000 yılında yüzde 19,1'den 2006 yılında yüzde 12'ye düşerken, Çin'in payı aynı yıllarda yüzde 14,5'ten yüzde 20,5'e çıkmıştır. Bunun ötesinde Japonya'nın Amerikan pazarına bağımlılığının gevşemesi de oldukça önemlidir; Japon sermayesi Çin iç pazarına gözünü dikmiş ve bu gidişle de, kısa vadede olmasa da orta vadede Japon ihracatı açısında Amerikan pazarından daha önemli olacaktır; 2000'den 2006'ya ABD'nin payı yüzde 30'dan yüzde 22,6'ya düşerken, Çin'in payı yüzde 8,9'dan yüzde 17,2'ye çıkmıştır.

Bu gelişmeye doğrudan yabancı sermaye yatırımları bakımında Asya ülkeleri arasında bölgesel entegrasyonun ABD-Asya ülkeleri arasındaki ilişkinin aleyhine genişlemesi de eklenmelidir; örneğin günümüzde Çin'deki doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının ortalama olarak yüzde 70'i Doğu Asya ülkelerinden kaynaklanmaktadır; Japonya'nın ABD'ye yaptığı doğrudan sermaye ihracı 1997'den bu yana sürekli düşerken, Asya alanına yaptığı doğrudan sermaye ihracı giderek artmıştır. Japonya'nın ABD'deki doğrudan sermaye yatırımı sayısı 1997-2004 arasında üçte iki, toplam değeri de yüzde 80 azalmıştır. Aynı dönemde Japon emperyalizminin Çin'e bu türden yatırım sayısı ABD'ye yaptığının iki misline çıkmış ve her iki ülkedeki sermaye yatırım değeri de eşit seviyeye gelmiştir.

Sonuç itibariyle: Sermaye ve üretimin uluslararasılaşması, öncelikle, emperyalist küreselleşmenin bölgeselleşmesi; bölgesel entegrasyonlaşması çizgisinde gelişmektedir: Dünya çapında sermaye ve üretim (sermaye ve meta ticareti) öncelikle ABD (Kuzey Amerika)-AB-Doğu ve Güneydoğu Asya üçgeninde yoğunlaşmıştır. Sermaye ve üretimin gerçekten uluslararasılaşması ancak bu bölgeselleşmeden sonra gelen bir olgudur. Bu durum Amerikan ekonomisinin dünya ekonomisindeki konumunu/ağırlığını görecelendirmektedir. Bunun ötesinde dünya ekonomi merkezinin Avrasya'ya kayıyor olması ABD'ye bağımlılığı azaltmaktadır. Şüphesiz ki bu bir eğilimdir; oldukça güçlü, önemsiz olarak görülemeyecek bir eğilimdir. Gelişmenin bu aşamasında ne AB ve ne de Asya veya bir bütün olarak dünya, Amerikan ekonomisindeki gelişmeden doğrudan etkilenmeme durumunda değiller; Amerikan ekonomisi, dünya ekonomisinin lokomotifi olmaya devam ediyor. Bu süreci şöyle anlamalıyız: Amerikan emperyalizmi gerileyen, çöken bir güçtür. Büyük Britanya'nın başına gelen ABD'nin de başına gelecektir.    

B. Obama'nın uygulayacağı politika ve ekonomik açılım, Amerikan emperyalizminin güncel durumunun ve tarihsel gelişme gerçekliğinin doğrudan bir ifadesi olacaktır. Başka türlü de olamaz. Amerikan emperyalizminin her alandaki ideologları, “düşünce üretme kurumları” da biliyorlar ki, gelecek Amerika'nın değildir. Bu nedenle mümkün olduğunca uzun bir dönem; bir yüz yıl veya en azından bu yüzyılın yarısına kadar ABD, tek süper güç olarak kalmanın yollarını aramalıdır. Bu konuda Amerikan emperyalizminin akıl hocası, şimdi Obama'ya da danışmanlık yapan jeopolitikacı Zbigniew Brezinski'dir. (Bunun nasıl bir yol olduğunu başka bir yazıda ele alacağız).       

Obama'nın konjonktür programı:       
İlk programatik konuşmasında Obama, krizin son haftalarda daha da kötüleştiğinden, yön değişimi için henüz geç kalınmadığından, ama „derhal dramatik adımlar“ atılmazsa geç kalınmış olacağından, „pazarın yanılmaz“lığından, mali sermayenin risk almaya hazır oluşundan, Wall Street'in büyüleyici gücünden bahsediyordu.
Obama'nın çözüm planı, Amerika'nın kendine gelmesi ve yeniden yatırım planıdır. Bu plan, kimilerine göre yüz milyonlarca, kimilerine göre de birkaç trilyon dolarlık bir pakettir. Bu miktar, bankaların ve tekellerin kasalarına akacaktır.       

Obama'nın Amerikan ekonomisini kurtarma operasyonu, Bush'un teşvik paketi operasyonundan pek farklı değildir; fark paketin hacminden ibarettir. Zaten Obama, göreve başlamadan önceki birçok söyleşisinde konjonktür programını formüle etmek için Cumhuriyetçi Partinin uzmanlarıyla görüştüğünü dile getirmişti. Bunun ötesinde Bush önderliğinde Cumhuriyetçi Partinin teşvik paketini destelediğini de açıklaması, her ikisi arasında veya Bush dönemindeki kurtarma paketiyle Obama dönemindeki kurtarma paketi arasından önemli farkların olmadığını göstermektedir.
Kurtarılması gereken, Amerikan tekelci sermayesidir; kurtarılması gereken Amerikan tekelleridir. Her iki paketin de merkezinde duran tam da budur.

Obama, paketiyle önümüzdeki yıllarda üç milyon işyerini kurtaracağı hesabını yapıyor. Aslında hiçbir şey kurtarmıyor; krizden dolayı işini kaybetmiş olanların sayısı daha şimdiden -resmi olarak- 2,5 milyonu geçti. Obama uyanıktır; ekonomik krizin derinleşeceğini ve dolayısıyla işsizlerin sayısında artışın devam edeceğini ve ancak birkaç yıl sonra düzelmenin olabileceğini söylüyor. Doğru, Obama'nın katkısı olmadan da ekonomi, belli bir zaman sonra -birkaç yıl sonra- krizden çıkar. „Durum, iyileşmeye başlamadan önce daha da kötüleşecek“'. Çok uzak görüşlü bir değerlendirme değil mi?    

"Yes we can"ci -“yapabiliriz“ci- Obama, hataların, geriye düşüşlerin olabileceğinden, ama „herkesin fedakârlık yapması“ gerektiğinden bahsediyor. Zarar eden, iflas eden tekelleri devletleştirerek; böylece bunların zararını işçi sınıfı ve emekçi yığınların sırtına yıkarak ve bu tekellerin karlarına dokunmayarak, Obama kimden fedakârlık beklediğini açılamış oluyor. Obama, krizin bütün yükünü Amerikan işçi sınıfı ve emekçilerinin sırtına yıkacak.

Obama'nın, tekelleri devasa miktarlarla desteklemesinin yanında söz verdiği herkese hastalık sigortası vb. reformları -kuşa çevrilip çevrilmeyeceği bir yana- devede kulak kalıyor.

Daha şimdiden, reformları „en azından iki sene sonrasına“ kaydırmayı dillendirmeye başladı. Bush döneminde kararlaştırılan zenginlerin vergi yükünü hafifleten yasayı iptal etme konusunda da acele etmeyeceğinin işaretlerini veriyor.

Obama'nın „Yes we can“i, “reform” taleplerinin demagojiye dönüşmesi, yaşam koşullarının bir nebze iyileşmesi için atılan birtakım adımlar -iktidarının kitle tabanını korumak için bunu yapmak zorunda- ama her halükarda Amerikan sermayesinin tam desteklenmesi olarak açığa çıkmaktadır.

Salı günü görevi devralma konuşmasında ekonomik krize karşı nasıl tedbirler alacağı veya Irak ve Afganistan'da savaşı nasıl sonlandıracağı konusunda somut bir şey söylemedi. Obama, konuşmasında, vermiş olduğu sözleri göz önünde tutmuş olacak ki, yığınların beklentilerini bastırmaya çalışmıştır.
Seçimler döneminde dillerden düşmeyen „değişim“e; yani ABD'de değişimi sağlama sözüne göreve başlama konuşmasında hiçbir gönderme yoktu; seçilmek için „değişim“ sözü, seçildikten sonra da sermayenin çıkarları doğrultusunda hareket etmek! İşte bu, Obama'nın „değişim“ anlayışıdır.

25 Ocak 2009 Pazar

OBAMA, BRZEZİNSKİ VE JEOPOLİTİKA




Obama, Bush'un yapamadığını yapmak için göreve getirilmiştir: Obama, dünya hegemonyası için Rusya ve Çin'e karşı savaş politikasını Bush'tan daha değişik bir biçimde savunmaktadır. Irak yenilgisini  -“zafer”e çevirmek için olsa gerek- bu ülkeden çekilmekle kapatmaya çalışacak. “Irak'tan sorumlu bir geri çekilişe başlayacağız ve ülkeyi halkına devredeceğiz” diyor. Obama'nın Irak'tan geri çekilme konusunda söylediği bu kadar. Ama koltuğa oturur oturmaz, “ülkeyi halkına devretmeyeceği”nin işaretlerini vermeye başladı; şüphesiz, işgalci asker sayısı azaltılacak ve bunlar belirsiz bir zamana kadar Irak'ta kalacak bir şekilde konuşlanacaklar ve Irak'ta Amerikan çıkarlarının geçerli kılındığı bir yapılanma işlevsel kılınacak.

Bunun ötesinde Obama, Afganistan'a, çekilmek bir yana, asker yığınağı yapmaktan yanadır; oraya 30 bin asker göndermek istiyor. Bush'un savunma bakanı R. Gates'in aynı görevde kalması Obama'nın hangi politikanın savunucusu olduğunu açıkça göstermektedir.
Obama “teröre karşı savaş“ı devam ettirecektir.

Obama'nın görevi devralma konuşmasının ikinci ana konusu, savaş politikasıyla ilgiliydi. Obama, Amerikan emperyalizminin savaş, işgal ve dünya hâkimiyeti politikasını, Bush'dan farklı olarak, birtakım “ahlaki değerleri” ve demagojik kavramları ön plana çıkartarak sürdürecektir.

Amerikan emperyalizminin Bush'un ağzından “teröre karşı savaş” anlayışıyla Obama'nın ağzından “ulusumuz zor ve kinin en geniş ağına karşı savaş içindedir” anlayışı arasında zerre kadar fark yoktur; savaş politikası başka biçimlerde devam ettirilecektir.

Obama, Amerikan “yaşam tarzı için” savaşmaya hazır; bu tarza, daha doğrusu Amerikan emperyalizmine karşı mücadele edenlere karşı, onları, “dünyaya terör getirenler ve masum insanları katledenler” diye tanımlayarak savaş ilan ettiğini saklamıyor. Bunun “medeniyetler çatışması” politikasının devamından, başka ülkelerin işgal edilebileceği sinyalinin verilmiş olmasından başka bir anlamı yok. Burada eski ve yeni başkan arasında -Bush ve Obama arasında- hiçbir fark yoktur.

Obama, dünyanın şu veya bu ülkesinde, işgal ettikleri topraklarda “devriye gezen Amerikan askerleri”ni; “uluslarının iradesine hizmet edenler” olarak değerlendiriyor ve “bu iradenin” bütün Amerika'yı temsil ettiğini açıklıyor. Demek ki, militarizm Amerikan ulusu nezdinde idealleştiriliyor ve Amerika'yı yenileme “vizyonu”nun esasını oluşturuyor.

Bush döneminde savaş ve dünya hâkimiyeti jeopolitikasının bilançosu:
Her iki savaşın sonu göründü; bunlar kaybedilmiş savaşlar ve işgalcilerin Irak ve Afganistan'ı terk etmeleri sadece bir zaman sorunudur. Irak'ta bir milyondan fazla insanı katlettiler, ama direnişi kıramadılar. Afganistan'da direniş hareketi ülkenin yüzde 70'ni kontrol etmektedir.

Amerikan emperyalizmi, dünyanın hemen her tarafından geri çekilme durumundadır veya en azından kalmakta zorlamaktadır. Avrupalı ve Asyalı (AB ve Rusya, Çin) rakipleri nüfuz alanlarını genişletirken Amerikan emperyalizmi bazı kıtalarda ancak tutunabilmektedir. Örneğin Latin Amerika'yı tamamen kaybetme tehlikesi oldukça büyüktür. Afrika'da Çin başta olmak üzere Fransa ve İngiltere'nin yayılmasını engelleyememektedir.

Bush, daha ziyade Amerikan sermayesinin petrol tekellerine; “petrol fraksiyonu”na dayanan bir dönemi temsil ediyordu. 8 senelik bu dönem Amerikan emperyalizmi açısından hemen hemen her alanda hezimetle kapandı. Bu dönemi ve Amerikan işgal savaşlarını Çin dolaylı bir biçimde finanse etmişti: Çin, kapsamlı bir biçimde Amerikan devlet istikrazlarını satın aldı ve buna karşılık Amerika da pazarlarını Çin ürünlerine açtı.

Obama, Amerikan sermayesinin daha ziyade bir kesimi tarafından değil, çoğunluk kesimi tarafından desteklenmektedir. Seçim için aldığı paralar ve kimlerin desteklediği bunu gösteriyor. Obama, seçim kampanyasını finanse eden G. Soros, D. Rockefeller gibilerinin uşağıdır ve o aynı zamanda Amerikan emperyalizminin jeopolitik önderlerinden Zbigniew Brezinski'nin yolunda gidendir.

Obama ve Jeopolitika/Jeostrateji:
Hemen her dönemin resmi veya gayri resmi jeopolitik danışmanı Brzezinski, Obama'nın da danışmanlığına getirildi.

Amerikan emperyalizminin (tekelci sermayesinin) çoğunluk kesiminin ideolojik/jeopolitik önderi Z.  Brezinski'dir. J. Carter'ın (1977-1981) güvenlik danışmanı olan bu bay, neredeyse 100 senelik bir tarihi olan Avrasya jeopolitikasının son versiyonunu yazan kişidir. 1997’de yayımlanan “Yegane Süper Güç, Amerika’nın Hakimiyet Stratejisi” kitabında Zbigniew Brezinski, 21. yüzyılda da Amerikan emperyalizminin dünya hakimiyetini sürdürmesi için izlemesi gerektiği jeopolitika ve gerçekleştirmesi gerektiği strateji hakkında görüşlerini açıklar.

Orta Asya'nın; zenginlik kaynaklarının ele geçirilmesi için Rusya ve Çin tecrit edilmelidir; çembere alınmalıdır ve Orta Asya'ya sınır bölgeler, bu stratejinin uygulanması için bir biçimde; örneğin “renkli devriler”le ele geçirilmelidir.
Bu baya göre ABD, dünya çapında paylaşılmaz bir hâkimiyete sahip olmalıdır. Ama bu hâkimiyete sahip olmak için ABD, tek başına hareket etmemelidir; örneğin AB, bu dünya hakimiyetinin sağlanmasında, ABD'ye tabi olarak destekçi olmalıdır.
İran'a karşı savaştan yana değildir; Çin ve Rusya'yı tecrit etmek için Molla rejimiyle ve dünyanın başka ülkelerindeki islamistlerle uzlaşmaya gidilmesinden yanadır.
Brezinski, dünya nüfusunun çok uzak olmayan bir zaman içinde yüzde 80'nin işsiz ve yoksul olacağını ve bu insanların ses çıkarmamaları, her şeyi kabullenmeleri için aç kalmalarının engellenmesi gerektiği anlayışındadır (“Tittytainment”-politikası).

Obama'nın “değişim” çağrısı, anlattığımız açıdan olmasa da başka bir açıdan gerçekten anlam kazanmaktadır; burjuvazinin anlayacağı dilden ifade edecek olursak Obama, neoliberal değilidir, muhafazakar-gerici de değildir; Obama Demokrat Partinin “sol” kanadının ideal bir temsilcisidir.

Obama, savaşçıdır, ama barışçı olduğunu göstermek için Irak'tan ve belli bir süre sonra da Afganistan'dan Taliban ile anlaşarak çekilebilir. İran'da molla rejimiyle anlaşabilir.

Böylece “şer ekseni”,  “iyilerin ekseni“ne dönüşebilir ve esas savaş; Çin ve Rusya'ya karşı savaş için hazırlıklar daha kolay yapılabilir.

Bush döneminde atılan birtakım adımlar, Obama'nın jeopolitik anlayışını destekler türden adımlardı, ama amaca hizmet etmedikleri kısa zamanda anlaşıldı. Amerikan sermayesinin çoğunluk kesimi, Avrasya jeopolitikasının yanlış uygulanmasından rahatsızlık duymaktaydı. 

-Myannmar krizi, Çin'in Hint Okyanusuna açılmasını engellemenin bir vesilesi olarak görülebilir.
-2007'de alevlendirilemeye çalışılan Tibet krizi Çin'in zayıflatılması amacını gütmekteydi.
-Doğu Türkistan'da Uygurların Çin'e karşı bağımsızlık mücadelesi keza Çin'in zayıflatılması için kullanılmaya çalışılmıştır, çalışılmaktadır.
-Polonya ve Çek Cumhuriyetine konuşlandırılması söz konusu olan füze-kalkan sistemi Rusya'yı doğrudan tehdit eden ve çembere alan bir adımdır.
-Zimbabwe krizi, Somali açıklarında “korsan avcılığı”, öncelikle Çin'in Afrika'daki nüfuzunu kırmak için atılan adımlardan sayılmalıdır.
-Gürcistan-Rusya savaşı, Rusya'nın tepkisini ölçmenin bir aracı olmuştur.
-Son zamanlarda Ukrayna-Rusya arasındaki gaz krizi, Rusya dışında geçen boru hatlarına yönelimi teşvik etmenin bir adımı olarak görülmelidir.

AB'nin Rusya ile anlaşarak, kendi enerji sorununu Rusya üzerinden boru hatlarıyla çözmeye gitmesi, AB'nin bu alanda ABD'den bağımsızlaşmasını beraberinde getirir ve aynı zamanda bu adım, Amerikan jeopolitikasına tamamen tersi bir adım olur; böyle bir gelişme ABD-AB arasındaki çelişkileri derinleştirir ve keskinleştirir.

Afganistan'da Sovyet işgaline karşı islamistleri destekleyen Amerika, şimdi baş edemediği Taliban'ı Avrasya jeopolitkasının bir unsuru yapmanın yolunu aramaktadır. Bu politikanın mimarı, Obama'nın danışmanı Brzezinski'den başkası değildir.

Obama ve Brzezinski, Siyonizmi frenleyerek, İran'a saldırıyı engellemeye, bu ülke ile anlaşmaya çalışacaklardır; en azından öncelikle bu yöntemi deneyeceklerdir.
Obama ve Brzezinski, İran'ı Avrasya jeopolitikasına bağlamayı, Rusya ve Çin'e karşı savaşmasını sağlamayı amaçlıyorlar. “İran'ın bize karşı savaşmasını istemiyorum. İran'ın Rusya ve Çin'e karşı savaşmasını istiyorum” diyen Zbigniew Brezinski'den başkası değildir.

Brezinski, Suriye'yi tecrit etmeye veya bu ülkeye saldırmaya da karşıdır. “Bırakın Suriye ile anlaşalım” politikasının mimarı da Brezinski'dir. Golan tepelerini Suriye'ye geri verirsek, ülkeyi Rusya'nın etki alanından çekip alabiliriz anlayışında olan Brezinski'den başkası değildir.
Ve nihayetinde Rusya'ya karşı mücadelede “kurbanlık olmaya aday Müslümanlara karşı niçin savaşalım” diyen de Brezinski'den başkası değildir.

Obama ve Brezinski, bir biçimde bir Filistin devletinin kurulmasından yanalar; ister bu Oslo sürecinin yeniden canlandırılmasının ve sonuçlandırılmasının bir ifadesi olsun, isterse de başka bir biçimde olsun, her halükarda bir Filistin devleti, bugün ve gelecekte Amerika'nın bölgesel çıkarlarına hizmet edecektir. Brezinski'nin, bir gazeteci ile söyleşisinde İsrail'in “Gazze Şeridi'ndeki vahşi hareketi”nin bölgede Amerikan çıkarlarına vermiş olduğu zarar, Hamas'ın füzeleriyle İsrail'e verdiği zararla karşılaştırılamaz bile diyordu.

Amerikan emperyalizminin Sudan'a saldırması, ülkeyi ikiye bölerek güneyde kendine bağımlı, petrol bakımından zengin bir Sudan ve kuzeyde de “bağımsız” bir Sudan oluşturması küçümsenmemesi gereken ihtimaller arasındadır. Böylece bu ülkede Çin nüfuzu kırılmış ve petrol kaynakları kontrol altına alınmış olacaktır.

Düşmanlık içinde olduğu Hindistan'a karşı Çin ile müttefiklik ilişkileri kurarak güçlenmeye çalışan bir Pakistan, Amerikan emperyalizmi için bölgesel ve jeopolitik çıkarları bakımından kabul edilemez bir gelişme olur. Bunu engellemek için ABD, Obama önderliğinde Brzezinski politikasını uygulayarak Pakistan'a saldırabilir ve bu ülkeyi bölebilir. Bu da yabana atılmaması gereken bir ihtimaldir.

Açık ki Obama'nın politikası, Brezinski'nin jeopolitik/stratejik planlarını uygulamaya hizmet edecektir. Bu, Amerikan emperyalizminin dünya hâkimiyeti için Avrasya jeopolitikasının gerçekleştirilmesinden başka bir anlam taşımaz; Rusya ve Çin'in ortak hareket etmelerini engellemek, her iki ülkeyi tecrit etmek, bölmek. Bunu yapabilmek için Şanghay İşbirliği Örgütünün etkisiz hale getirilmesi, Rusya'nın Çin'e veya Çin'in Rusya'ya karşı kışkırtılması gerekmektedir.

AB, Amerika'nın dünya hegemonyası jeopolitikasında merkezi bir rol oynamaktadır. Bu jeopolitikayı uygulamada Bush, AB'yi “demokratik köprübaşı” yapmaktan uzaklaştırdı. Ama bu jeopolitika AB olmaksızın uygulanamaz. Bu nedenle Obama ve Brezinski önderliğinde Amerikan emperyalizminin Avrasya jeopolitikasını gerçekleştirmek için Rusya'ya karşı AB'ye mutlaka ihtiyacı var. Obama, başlangıçta, bu stratejinin geleceği için AB kazanılmalıdır politikası güdecektir. Bölgedeki ülkeler; Ukrayna, Baltık ülkeleri, Polonya, Çek Cumhuriyeti, Amerikan çizgisinde olan ülkeler. Ama AB içinde Almanya ve Fransa, hem birbirleriyle rekabet içindeler hem de ABD'den bağımsız hareket eden bir AB oluşturmaya çalışıyorlar. Rusya'ya karşı ilişkilerinde, Afrika'da, Ortadoğu'da (Irak'ın işgalinde, Filistin sorununda) görüldüğü gibi kendi çıkarı doğrultusunda hareket eden bir AB, Amerikan emperyalizmi için kabul edilemez.

Bu durumu değiştirmek ve AB'yi uyumlu yapmak için Obama ve Brezinski'nin elinde yeteri kadar araç var: Örneğin füzeler (Polonya, Çek Cumhuriyeti), Rusya'yı silahlanmaya yöneltecektir, daha şimdiden yönelmiştir de. Rusya'nın Avrupa'ya yönelik füzeler konuşlandırması, AB'yi kaçınılmaz olarak ABD'nin kucağına itecektir; böylece Putin'in Münih'deki Güvenlik Konferansında Şubat 2007'de başlattığı yeni soğuk savaş şekillenecektir. Bu durumda AB'nin ABD'ye katılmaktan başka şansı kalmayacaktır.

Söz konusu bu ülkelerde -Rusya ve Çin'i çevreleyen ülkelerde- ve Çin'in nüfuzunun kırılması gereken ülkelerde Obama ve Brezinski, Bush'a nazaran daha tutarlı bir şekilde planlanmış savaşlar ve krizler örgütleyeceklerdir; önemli olan, Rusya ve Çin'in içten istikrarsızlaştırılması, emperyalist etkilerinin kırılmasıdır.

Avrasya jeopolitikasının gerçekleştirilmesi için yapılan işgaller ve islamistlere karşı savaşın artık pek bir anlamı kalmamıştır. Şimdi sıra esas rakiplere doğrudan dokunan bir aşamada Rusya ve Çin'e karşı mücadeledir. Barack Obama ve Zbigniew Brezinski'nin tarihi görevi budur.

ABD ve Çin arasındaki karşılıklı çıkarlara dayanarak sessiz sedası uygulanan “anlaşma”nın taraflardan hangisi tarafından bozulur, bu şimdiden bilinmez. Ama bu ilişkilerin bozulması, Amerikan ve Çin emperyalizminin dünya hegemonyası için rekabetin doğrudan tarafları olarak dünya politikasında söz sahibi olduklarını karşılıklı açıklamaları anlamına gelir. Görünen o ki, Çin böyle bir meydan okumaya henüz hazır değil ve Amerika da bu meydan okumanın ne kadar geç olursa o kadar kendi çıkarına uygun düşeceği anlayışındadır. Çin'i bu konuda sıkıştıran da Rusya'dır.

Obama ve Brezinski döneminde savaş tehlikesi daha da artacak ve bu da silahlanmayı akıl almaz boyutlara taşıyacaktır. Obama'nın temsil ettiği politika ve bilinen jeopolitikanın uygulanmaya çalışılması, dünyayı yeniden paylaşmak isteyen emperyalist ülkeler arasındaki çelişkileri daha da keskinleştirecektir.

19 Ocak 2009 Pazartesi

BARACK HÜSEYİN OBAMA VE “YES, WE CAN” YA DA “NO, WE CANNOT”!




George W. Bush'tan sonra Başkan olan her Amerikan vatandaşının, Bush'tan daha kötü Başkan olma şansı yoktur. İstese de olamaz. Yeni Başkan, kötü de olsa, Bush kadar kötü olamayacağı için iyidir. Böyle düşünen dünyalının sayısı hiç de az değil.

Obama'nın, tek dişi kalmış canavar olma sürecinde ilerleyen Amerikan emperyalizminin Başkanı olarak neyi değiştirecek gücü vardır. „Yes, we can“ demek kolay. Hele Bush gibi bir Başkandan ve John McCain gibi bir ayağı çukurda bir Başkan adayından sonra...  Seçim propagandası sürecinde Obama'ya en çok yardımcı olanların başında Bush ve McCain geliyordu; Bush faaliyetiyle, McCain de seçim propagandasıyla Obama'nın seçilmesini hatırı sayılır derecede kolaylaştırdılar.

Obama ne türden vaatlerde bulundu ve neyi değiştiremez?
Vaatlerini burjuva basından aktaralım:

1-Irak konusunda:
Irak’taki askerleri belirli bir düzen içerisinde çekmek ve Afganistan’a daha fazla asker kaydırmak.

2-Ekonomik kriz konusunda:
Halkın tüketim harcamalarını arttırarak ekonomik krize karşı mücadele etmek için 
ikinci bir teşvik paketi uygulamak.  

3-Mali sektörde “kuralsızlaştırmayı” biraz “kurallaştırmak”:
Tek bir uluslararası yatırım bankası kalmayan Amerikan emperyalizmini, dibe vurmuş Wall Street'i yeniden ayağa kaldırmak için birtakım kurallar koymak.

4-Vergi konusunda:
Yıllık geliri 200 bin doların altında olan Amerikan vatandaşlarına vergi indirimi getirmek.  Bu kesim, toplam vergi mükelleflerinin yüzde 95’ini oluşturuyor. 

5- Uluslararası ilişkiler konusunda:
ABD karşıtlığı ile tanınan devletlerin liderleriyle, yani Küba, Venezüella ve İran ile ön koşulsuz görüşmek.

Doğru, Barack Obama, Irak savaşına başından beri karşıydı. Seçim kampanyasının başlangıcında 16 ay içinde bütün Amerikan askerlerini Irak'tan çekeceği sözünü verdi. Şimdi ise geri çekilmek için bir tarih vermiyor ve bütün askerleri geri çekmenin yerini de „sorumlu bir geri çekiliş“ ve geri çekilmeyi Irak'taki ordu kurmayı ile konuşmak aldı. 
İran ile doğrudan görüşmeye hazır, ama aynı zamanda İran'ın bir atom gücü olmasını bütün araçlarla, her yolu deneyerek engellemeye de hazır.

Obama, transatlantik (ABD-Avrupa) ilişkilerini yeniden düzenlemek, “iyileştirmek” istiyor. Ama aynı zamanda Almanya, İngiltere ve Fransa gibi müttefiklerinden uluslararası alanda daha fazla enerjik olmalarını; savunma harcamalarını arttırmalarını, Afganistan'da askeri faaliyetlerini daha da yorgunlaştırmalarını talep ediyor.

Doğru, az gelirlilerin vergi yükünü hafifletmek, zenginlere sunulan vergi kolaylığını kaldırmak ve varlık vergisini arttırmak istiyor.
Sağlık alanında Obama, devletin olanaklarını kullanarak her Amerikan vatandaşının hastalık sigortasına sahip olmasını sağlamak istiyor ve bütün çalışanlara sağlık sigortasını garantileyen bir ulusal sağlık programı talep ediyor.
Obama bunları yapabilir mi? Yapabilir de, yapamaz da! O kadar önemli değil. Burada onun “Yes, we can”i geçerli olabilir. Ama Obama'nın değiştiremeyeceği konular vardır; bunlar onun “change”ini (değişimini) birer demagoji olarak açığa çıkartacak cinsten konulardır.   

Obama'ya “we cannot” dedirtecek konular yumağından bazı seçmeler:

1-Transatlantik ilişkileri:
ABD ile AB arasındaki ilişkiler, Obama döneminde bazı diplomatik manevralarla görünüşte iyileştirilebilir, ama ABD, AB'yi 1990 öncesinde olduğu gibi kendi güdümünde hareket etmeye; öncelikle Amerikan çıkarlarını önplana alan veya Amerikan çıkarları gölgesinde kalan bir dış politikaya zorlayamaz. Zorlamasına zorlar da -aynen Bush gibi- kabul ettiremez. Bunun nedeni oldukça açık: AB, AB olduğu için değil, emperyalist üyelerinin emperyal çıkarlarından; bu çıkarların Amerikan emperyalizminin dünya hegemonyası çıkarlarıyla çelişmesinden dolayı, Amerikan emperyalizminin çıkarları doğrultusunda hareket etmez. Ederse çıkarların örtüşmesi söz konusudur. Bunun böyle olduğunu ve başka türlü olamayacağını emperyalist ülkeler arası çelişkilerin keskinleşmesinde; dünya hegemonyası için rekabetin sertleşmesinde görüyoruz. Yeni Balkan Savaşlarına ABD'nin müdahil olması, AB'nin Doğu ve Orta Avrupa genişlemesine ABD'nin aynı alanda NATO vasıtasıyla cevap vermesi, AB-Rusya ilişkilerinde AB'nin kendi çıkarlarına göre hareket etmesi -bu durum Çin ile de geçerlidir-, AB'nin kendine özgü bir Rusya, Kafkasya, Karadeniz, Orta Asya, Latin Amerika politikası geliştirmeye çalışması, İran ve Irak politikalarının Amerikan politikasıyla çelişkili olması, gelişmenin yönünü yeteri kadar açıklamaktadır.
Bush döneminde Amerikan emperyalizminin, Irak'a karşı savaş konusunda AB'yi “eski” Avrupa ve “yeni” Avrupa olarak bölmesi ve bu temelde de onu “böl ve yönet” politikası ile yönlendirmeye çalıştığı unutulmuş olamaz.

Amerikan emperyalizminin dünya hegemonyası için son jeopolitik şansı olan Avrasya jeopolitikasını gerçekleştirebilmesi için AB'ye ihtiyacı var. AB, bu jeopolitikaya katılır, ama eşit koşullarda katılır; yani ABD ile dünyayı paylaşma koşulu altında. Aksi taktirde AB, ABD'nin Avrasya jeopolitik kurgusunda kendine verilen “demokratik köprübaşı” rolünü oynamaz, oynamayacağını da Rusya, Orta Asya ve ABD politikalarında göstermektedir.

Amerikan emperyalizmi Afrika “çıkartması”nı sürekli ertelemektedir. Bu amaç için oluşturduğu “Afrika Komutanlığını” - AFRICOM- konuşlandıracak yer bulamamaktadır. Bu nedenle bu komutanlık geçici olarak Almanya'da konuşlanmıştır. Ötesinde Çin emperyalizmi her geçen gün Afrika'da yayılmaktadır. Bunun yanı sıra Afrika'da İngiltere ve Fransa'nın giderek artan etkisi de -bunu aynı zamanda, Afrika'da güçlenen AB nüfuzu olarak görmek gerekir- Amerikan emperyalizmi için oldukça düşündürücüdür.

2-Afganistan ve Irak sorunu:
„Uluslararası teröre karşı mücadele“ adı altında Amerikan emperyalizmi 30'dan fazla devleti Afganistan'ın işgaline kattı. Irak'ı işgal için uluslararası desteği Afganistan işgalinde olduğu gibi bulamadı ve AB'yi İngiltere, İtalya, İspanya, Polonya gibi ülkelerin katılımıyla ikiye böldü.
Bu işgallerin sonuçları ortada: Birçok ülke Irak'tan ve Afganistan'dan en kısa zamanda çekileceğini açıkladı ve çekilenler oldu. 
Amerikan emperyalizmi, Irak'tan kovulmamak için çekilme politikası geliştiriyor. Obama, en fazlasıyla bu politikayı uygulayabilir, ama Irak'tan çekilebilmek için Irak'ın kendi politik ve askeri nüfuzu altında kalmasını bir biçimde sağlamış olması gerekir. Bu gerçekleşmediği müddetçe Irak'tan çekilmez, ama direniş güçleri tarafından kovulur.

Afganistan'da da durum hiç parlak değil. Afgan direnişi, işgalci güçleri köşeye sıkıştırmış ve işgal orduları komutanları çekilmekten, ama özellikle de Taliban ile anlaşmaktan bahsetmeye başladılar. Taliban'la anlaşabilirler. Bu anlaşma başlı başına bir yenilgi kabulüdür. Aksi taktirde bu ülkeden de kovulacakları kesindir.

Obama, hiçbir şey olmamış gibi bu ülkelerden çekilmenin önünü açabilir mi? Bu ülkelerin işgali Amerikan dünya hegemonyasının bir gereğidir. Buralardan çekilmek demek, bu alanların başka emperyalist güçler tarafından doldurulması demektir. Obama istediği için ABD çekilmez; ya çekilmek zorunda bırakılır -ki bu direniş güçlerinin zaferi olur- ya da işgal bir biçimde devam eder.
Afganistan savaşıyla ilgili olarak Obama, Bush'un yapamadığını yapmayı; savaşı Pakistan topraklarına da kaydırarak, direnişçi güçlerin lojistik destek almasını engellemeyi amaçlıyor.

Amerikan emperyalizminin Afganistan stratejisinde değişen bir şeyin olmayacağını Obama, Bush'un politikasını destekleyerek göstermektedir.

3-Rusya ile ilişki:
Yelsin döneminin her şeye boyun eğen Rusya'sı yok artık. Rusya, doğal zenginliğini değerlendiren, nükleer gücü olan emperyalist bir ülkedir. Ötesinde, jeopolitika oluşturma yeteneğine sahip; hegemonya iddiası olan emperyalist bir ülke. Putin döneminden bu yana Rusya, güçlendikçe Amerikan emperyalizmi ile sorunları çoğalmış, çelişkileri keskinleşmiştir. ABD, Rusya ile dünyanın hemen her yerinde karşı karşıya gelmektedir: Avrupa'da (Balkanlar, Orta ve Doğu Avrupa, Ukrayna, Kafkaslar), Asya'da (Orta Asya), Latin Amerika, İran, Hindistan vs. Bu ve başka birçok alanda Amerikan emperyalizminin emperyal çıkarları Rusya'nın emperyal çıkarlarıyla çatışmaktadır.

Amerikan emperyalizmi Rusya'yı çembere alma politikasından vazgeçmemiştir, ama uygulamasında şimdiye kadar elde ettiği kendisi açısından olumlu sonuçlar olumsuza dönüşmeye başlamıştır. Orta Asya ülkeleri ile ilişkilerinin gelişme seyri bunu gösteriyor.
Amerikan emperyalizmi, Rusya-AB arasında kendi çıkarlarına ters düşen bir gelişmeyi engelleyecek ve AB'yi yedekleyecek güç olmakta zorlanmaktadır.  
Obama bu gelişmeyi Amerikan emperyalizminin lehine yeniden çevirmek göreviyle karşı karşıyadır. ABD'nin dünya hegemonyası stratejisi bunu gerekli kılmaktadır. Bu bir kaçınılmazlıktır ve Amerikan emperyalizmi, tek hegemon güç olarak var olabilmek için; bu jeopolitikayı uygulamak için mücadele edecektir. Salt bu durum ABD ve Rusya açısından değişmezlerin ve değişebilirlerin ne olduğunu göstermektedir. 

Amerikan emperyalizmi, Çin'i kendi güdümüne alarak Rusya'yı çevreleme politikasını gerçekleştirebilmekten oldukça uzaktır. Her şeyden önce Çin, böyle bir politikaya koşulabilecek bir ülke olmaktan çoktan çıkmıştır. İleride ABD'nin yerini alabilecek bir ülke olarak görülüyor.
ABD, Çin ile ilişkilerini şimdilik germeden sürdürüyor.

Obama ne yapsın? Bu konuda onun en büyük başarısı, Çin'in, 'borcunu öde' dememesini ve ABD'ye sermaye satmaya devam etmesini sağlaması olabilir.

Irak gibi Afganistan, İran, Kafkasya, Orta Asya ve bir bütün olarak Afrika ABD-Rusya-Çin ve AB arasındaki ilişkilerin giderek daha da hassaslaşacağı ve mevcut çelişkilerin kapsamlaşacağı ve derinleşeceği alanladır. Bu alanlara bir taraftan Rusya ve Çin -buna AB de eklenebilir- diğer taraftan da ABD arasındaki Latin Amerika üzerine rekabet de eklenmelidir.

Kimlerle çalışıyor:
NATO-Avrupa komutanlığı yapmış olan James Jones'in ve Amerikan emperyalizminin ideolog jeopolitikacılarından Zbigniew Brzezinski’nin Ulusal Güvenlik danışmanlığına getirilmesi, Obama döneminde de Amerikan emperyalizminin Avrasya jeopolitikası doğrultusunda hegemonya mücadelesi vereceğinin açık ifadesidir.
Baş ekonomist olarak, Clinton'ın maliye bakanı Lawrence Summers'ı atadı. Bu vatandaş Dünya Bankası'nda şef ekonomist olarak çalışırken, gelişmiş ülkelerin zehirli atıklarının geri kalmış ülkelere nakledilmesini, zaten bu ülkelerde yaşam beklentisinin yüksek olmadığını savunan birisidir.
Obama,  ekonomi kurmayları arasına devletleştirilen ipotek bankası Fannie Mae'nin her iki direktörünü de - Anne Mulcahy und Richard Parson- aldı.

Timothy Geithner  Maliye Bakanı olarak atandı; Bu şahız Bush döneminde  Maliye Bakanı Henry Paulson ve Merkez Bankası başkanı Ben Bernanke ile birlikte mali krize karşı üçlü tim olarak çalışmış olan “banka kurtarıcıları”ndan birsidir.

Obama, „güvenli olmayan bu dünyada“ pragmatik yeni bir başlangıç yapmak için zaman geldi diyor. 44. Başkanına göre ABD, güvenlik ve dış politikada Amerikan gücünün bütün unsurlarını, araçlarını kullanan ve dengeleyen yeni bir strateji izlemelidir: Ordu, diplomasi, gizli servisler ve hukuk, ekonomi ve ahlak örnek olmalıdır. Kabinesi tam da „Amerikan gücünün bütün bu unsurlarını temsil ediyor“muş ve bu gücü kullanmada kendi pragmatizmini ve „dünya önderi olarak Amerika'nın rolü“ üzerine düşüncesini paylaşıyormuş.
Obama etrafını şahinlerle doldurmuştur; onun danışmanlık kurmayı kelimenin gerçek anlamıyla tam bir şahinler kurmayından oluşmaktadır.
Görüyoruz ki Obama „değişim“den Amerikan emperyalizminin dünya hâkimiyeti için nasıl daha iyi mücadele edebileceğini anlamaktadır.

Obama'nın başkan olması için yatırım yapanların listesi durumu yeteri kadar açıklıyor: Silicon Valley'in teknoloji işletmelerinin yüzde 91'i Obama'nın baş destekçisidir; bu teknoloji tekelleri, Obama başkan olsun diye milyonlarca dolarlık yatırım yaptılar. Şimdi Obama bu tekellerin başkanı oldu. En büyük mali destekçileri arasında en önemli olanların listesi:
1- Goldman Sachs (Banka) 523.478 dolar; 2.- Kaliforniya Üniversitesi 339.168 dolar; 3- UBS (Banka) 327.302 dolar; 4- JP Morgan (Banka) 317.142 dolar; 5- Lehman Brothers (Banka) 302.697 dolar; 6- Citigroup (Banka) 301.146 dolar; 7- National Amusements (Sinama zinciri) 293.022 dolar; 8- Sidley Austin (Avukatlık bürosu) 271.857 dolar; 9- Harvard Üniversitesi 268.491 dolar; 10- Google (Internet) 259.010 dolar.
Bu destekçilerle „değişim“ yapılamaz veya Obama'nın „değişim”i, „gelen gideni aratır“ türünden olmaya adaydır.  

Amerikan emperyalizmi, Amerikan tekelleri; bir bütün olarak Amerikan sermayesi Obama'ya „tarihi“ bir görev vermiştir. Bu görev, Amerikan emperyalizminin Bush döneminde dünya hegemonyası için rekabette AB, Rusya ve Çin lehine kaybettiği siyasi, ekonomik, askeri, psikolojik mevzileri yeniden kazanmaktan ibarettir. Obama'da beklenen, beklenmesi gereken „değişim” tam da budur. Şüphesiz ki birtakım rötuşlar yaparak beklenti içinde olan halk yığınlarını esas politikasını gerçekleştirmek için kazanmaya, en azından tarafsızlaştırmaya çalışacaktır.
Obama'nın dış politik anlayışı ve konjonktür programı kimin başkanı olduğunu gösteriyor.

No Sir, you can't!

Obama'nın konjonktür programı tekellere sunulan bir hediyedir. Ekonomiyi kurtarma paketini başka bir yazının konusu yapacağız.


4 Ocak 2009 Pazar

BU SEFER DE YENİLECEKSİNİZ




460 Filistinliyi katlettiniz, 2000'den fazlasını yaraladınız. Yetmedi, susturamadınız ve şimdi de Gazze'yi işgale kalkıştınız. Anlaşılan o ki, Lübnan yenilginizden ders almamışsınız.

Siyonist İsrail, Filistin direnişini kıramadığı, on yıllardır direnen Filistin halkını dize getiremediği için Gazzeyi işgale kalkışıyor. Gazze'nin işgali, Filistin Halkına karşı Siyonist katliamın yeni bir aşamasıdır, açıktan açığa Filistin halkına karşı savaş ilanıdır.

İsrail,
“evinde silah bulunduran her Filistinliyi terörist“ ilan edebiliyorsa; „silah depolarını“ ve Hamas'ın „mevzilerini“ tahrip etmek için yaklaşık 10 gündür Gazze'deki alt yapıyı yıkıyorsa; sadece hükümet binalarını değil, üniversite, hastane ve okulları da yıkıyorsa, bütün bunları kendi gücünüze güvenerek yapmadığını bütün dünya biliyor. ABD, AB ve başkaca bazı ülkelerin desteğini olmaksızın buna cüret edemez. Nasıl ki daha önceki her saldırısının, katliamının arkasında emperyalist destekçileri olmuşsa, bu sefer de güvencesi aynı destekçilerdir.

Emperyalist merkezlerde medya gerçeği olduğu gibi yansıtma yerine katliamı ve işgal girişimini Hamas füzelerine karşı İsrail'in „tepkisi“ olarak gösteriyor. Oysa çatışmaların durdurulması anlaşmalarına uymayan İsrail'dir. Ablukanın gevşetilmesi, Gazze'den çıkış kapılarının açılması anlaşmasına uymayan İsrail'dir. Gazze'ye hapsedilen, bombalanan, katledilen Filistin halkıdır. Ama burjuva medya bunlardan bahsetmez. Bunun yerine hemen bütün emperyalist merkezlerde  „sorunun çözümü“ için Filistinlilerin silahları bırakmaları talep edilmektedir. İsrail'in „tepkisi“ni meşru hak olarak gören emperyalistler, Filistin halkının kendini korumak, bağımsızlığını elde etmek için İsrail saldırganlığına karşı mücadelesini meşru görmez.

Emperyalist ülkeler ve İsrail, aslında sadece görünüşte Hamas'a karşılar; aslında bütün Filistin halkını dize getirmeye çalışmaktalar. Şimdiye kadar emperyalist ülkelerin müdahil olduğu bütün görüşmeler sonuçsuz kaldıysa bundan sorumlu olan Filistin halkı değil, Ortadoğu’da hegemonya kurmak isteyen emperyalist ülkelerdir.

Topla, tüfekle, tankla, savaş uçaklarıyla Gazze'ye girdiniz, aynen 2006'da ve daha öncesinde de Lübnan'a girdiğiniz gibi. Bunun bir de çıkışı olacak, aynen 2 sene önce Lübnan'dan çıkmak zorunda kaldığınız gibi.
Gazze işgali Siyonist işgalciler ve destekçileri için yeni bir yenilgi olacaktır.  Gazze işgali yeni İntifadaların yolunu açacak, Filistin'i bağımsızlığına götürecektir.