deneme

30 Mayıs 2005 Pazartesi

FRANSIZ HALKI TEKELLERİN ANAYASASINI REDDETTİ

Yıllardan beri hazırlığı süren ve AB’ye siyasal güç verecek olan anayasayı Fransız halkı kabul etmediğin açıkladı. Referanduma katılanların yaklaşım yüzde 55’i bu anayasaya hayır dedi.

Anayasanın Fransız halkı tarafından reddedilmesi ve başka ülke halkları tarafından da reddedilme olasılığının yüksek olması, aslında AB olgusunun emperyalist bir entegrasyon olduğunun emekçi yığınlar tarafından da anlaşıldığını göstermektedir. Fransız halkı, öncelikle neoliberal saldırılardan, temel sosyal haklarının ortadan kaldırılmasından dolayı bu anayasaya hayır demekle mevcut iktidarı da reddettiğini göstermiştir.

Hollanda halkının da referandumda çoğunlukla ret oyu kullanacağını anketler göstermektedir.
Neresinden bakılırsa bakılsın bu anayasa, her şeyden önce, nüfus yoğunluğunun da hesaba katılmasıyla AB’nin Almanya, Fransa, İngiltere ve İtalya gibi önde gelen emperyalist ülkelerinin entegrasyon içinde daha da güçlenmelerini sağlayacaktı.

AB üyesi ve aday üyesi ülkelerin devlet ve hükümet başkanları tarafından büyük bir gösteriyle 29 Ekim 2004'te Roma'da imzalanan AB Anayasası, AB’de gericiliği, militarizmi, uygulanan neoliberal politikaları, işçi sınıfı ve emekçi yığınlar ve göçmenler üzerinde baskıları pekiştirmeyi amaçlıyordu.

Bu anayasa ile AB’nin önde gelen emperyalist ülkeleri, üye ülke işçi sınıfı ve emekçi yığınlarını yasal olarak da kendi hegemonya çıkarlarına koşmayı amaçlamışlardı.

Bu anayasa ile AB’nin önde gelen ülkeleri AB-militarizmini geliştirmeyi ve dünya hegemonyasında AB olarak söz sahibi olmayı; dünyanın paylaşımında daha güçlü olmayı amaçlıyorlar.

Bu anayasa ile AB’nin önde gelen emperyalist ülkeleri, „bütün ülkelerin dünya ekonomisine entegrasyonu“, „uluslararası ticarette sınırlandırmaların kaldırılması“ adı altında bütün diğer AB üyesi ülkeleri uluslararası sermayenin çıkarlarına tamamen boyun eğdirmeyi amaçlamışlar.

AB entegrasyonu ilerliyor, ama sermayeler ulusal kalıyor.
En genel anlamıyla Avrupa İktisadi Bloğu’nun oluşmasından neredeyse 50 yıl sonra “ilaç için de olsa” bir Avrupa tekeli henüz yok. Ama henüz bütün üye ülke halkları tarafından kabul edilmese de bir anayasa var. Sermayenin özgür hareketi önünde herhangi bir engel kalmamış. İç sınırlar kaldırılmış. Eskiden ulusal devletlerin yetkisi dâhilinde olan birçok işler Brüksel’e devredilmiş. Ama sermayeler hala ulusal. AB-sermayeleri, örneğin Fransız ve Alman sermayeleri veya tekelleri, Avrupa veya AB-sermayeleri veya tekelleri olarak kaynaşıp, ulusal özelliklerini kaybederek AB kimliği almamışlar. AB’de söz konusu olan, ana şirketin ulusal kaldığı bir birleşme modelidir. Örneğin NSU, Citroen ile birleşmek istedi. Sonuçta NSU, Audi’ye dönüştü ve VW’ye bağımlı bir şirket oldu.

Alman-Fransız ilaç tekeli Avantis, Fransız şirketi Sanofi tarafından yutuldu. Yönetimde eşitliğin olduğu yeni tekelin başkanı Jean-Francois Dehecq tarafından açıklandı. Aynı başkan, aynı açıklamasında şunu da söyledi: “Ama şef benim”. Yani yönetimde eşitlik var, ama şef benim!

1999 verilerine göre dünyanın en büyük 200 tekeli arasında 76 Amerikan, 40 Japon ve merkezi AB’de olan 68 tekel yer alıyor. İsviçre tekellerini de buna dâhil edersek sayı 74’e çıkıyor. Bunlar, merkezleri AB’de ve İsviçre’de olan ulusal tekeller. Hiçbirisi AB-tekeli kimliğinde değil. NAFTA’da olduğu gibi, tekeldeki ağırlığından dolayı şu veya bu ulusal devlete ait görülebilecek tekeller de değiller. Adı üzerinde: 22 Alman, 17 Fransız, 10 Britanya, 6 Hollanda, 6 İtalyan, 3 İspanya ve birer tane de Lüksemburg ve İsveç tekeli. İstisnai olan Unilever ve Royal Dutsh Shell tekelleridir. Bu tekellerdeki iki ulusallık AB’nin gelişmesinin değil, 100 yıldan fazla bir dönemin ürünüdür; AB oluşumuyla ilgisi olmayan bir durum.
Şüphesiz, silahlanma ve havacılık alanlarında Avrupa sermayesine doğru bir gelişme var. Ama bugünkü koşullarda AB-tekeli, AB-sermayesi yok. Bu anlamda AB’nin siyasal kaynaşması, geleceğin müziğidir. Ekonomisi güçlü olan, AB’yi yönlendiriyor.

AB-stratejistlerinin, jeopolitikacılarının önemli bir sorunla karşı karşıya oldukları tartışma götürmez. Sorun, taban-üst yapı ilişkilerinden kaynaklanıyor. Tarihsel materyalizme göre taban olmazsa üst yapı da olmaz. Somutta da; AB-sermayesi, AB-ekonomik yapısı olmazsa, AB-üst yapısı da olmaz. Şu anda mevcut olan bütün AB-üst yapısında; AB komisyonunda, AB Anayasasında, Avrupa Merkez Bankasında belirleyici olan, ulusal devlet çıkarlarıdır. Gücü olan kendini kabul ettiriyor.

AB, ya gerçekten AB’leşen tekeller üzerinden veya da önde gelen bir devletin tekellerinin hâkimiyeti üzerinden gerçek siyasal birliğe dönüşebilir. Bu da kapitalizm koşullarında ancak savaşla, asimilasyonla, zor kullanımıyla mümkün olabilir. Aksi taktirde ve bugün olduğu gibi AB, ulusal devlet çıkarlarının dile getirildiği, ancak, uzlaşmanın sağlanmasıyla varlığını sürdüren bir entegrasyon olarak var olacaktır.

Soğuk savaş döneminde; iki süper güçlü dünyada bugünkü adıyla AB açısından böyle bir sorun yok denecek kadar önemsizdi. Ama Revizyonist Bloğun ve SB’nin dağılmasından sonra çok rekabet merkezli dünyada; AB’deki tekeller açısından bu koşullarda dünya çapında var olmanın, dünya pazarlarında söz sahibi olmanın yegâne yolu, askeri gücü ve dış politikası olan blok oluşturmaktan başka bir şey olamazdı. Amerikan emperyalizmiyle rekabet edebilmenin yegâne yolu, böyle bir blok oluşturmaktan geçmektedir.

Böylesi koşullarda AB’nin ilerleyebilmesi için kaç yol olabilir?
1-Almanya-Fransa ekseni esas alınır ve bu ülkelerin tekelleri, AB’de ekonomik ve siyasal iktidarı ele alırlar.
2- Almanya, AB’de yegâne belirleyici hegemon güç olur.
3- Veya da militarizm ve savaş yolundan ilerlenir. Yani savaşla Avrupa yıkılır ve ayakta kalan, zora dayanarak “Avrupa Birleşik Devletleri”ni oluşturur.

-Alman-Fransız ortaklığı, II. Dünya Savaşından sonra, ama özellikle bugünkü adıyla AB’nin oluşumundan bu yana devam etmektedir. Gerginliklerin ve uzlaşmanın karakterize ettiği yaklaşık 50 yıllık bir süreç.

Alman-Fransız işbirliğinin hangi temel düşünce ve kaygılar üzerinde yükseldiğini zamanın Fransa Devlet Başkanı G. Pompidou şöyle ifade ediyordu (23 Eylül 1971):
“Avrupa’nın inşasında Almanya üstün ekonomik güce sahiptir. her şeyden önce sanayi üretimi bizimkinden yüzde 50’den daha büyüktür. Bu nedenle, önümüzdeki 10 sene içinde sanayi üretiminin ikiye katlanmasını öncelikli hedef olarak formüle ettim”.
Fransa, bu amacına ulaşamamıştır ve sanayi üretimi, oransal olarak 34 sene önce Pompidou’nun belirttiği ölçülerde kalmıştır.
Ama burada önemli olan, Fransa’nın bu amacına ulaşıp ulaşamamasından ziyade Avrupa entegrasyonunda rekabetin ne denli belirleyici olduğudur.


Almanya-Fransa ortaklığı, rekabete dayanmaktadır. Bu ortaklık, sermayenin kaynaşması temelinde değil, sermayelerin rekabeti temelinde gelişmektedir.

-Almanya’nın AET’deki (sonra AT ve bugün de AB) ekonomik ağırlığı, topluluğun kuruluşundan (1957) bu yana sürekli artmıştır. Bu emperyalist ülkenin AB içinde ekonomik gücü belirleyicidir. AB’nin “Doğu Genişlemesi” de Alman emperyalizminin güçlenmesine, AB’deki ağırlığının artmasına yaramıştır. 1990’dan bu yana Alman sermayesi Doğu ve Orta Avrupa’ya yerleşmiş ve diğer AB ülkeleri sermayelerine nazaran güçlü konumlar elde etmiştir.
Hem Almanya, hem de diğer AB ülkeleri bu durumun farkındalar. Almanya, çıkarlarını AB’ye dayatırken oldukça dikkatli hareket etmektedir. Çünkü diğer bütün üyeleri karşısına almaktan çekinmektedir. Diğer bütün AB ülkeleri de Almanya’nın gücünü kullanarak çıkarlarını dikte etmesi durumunda ona karşı ortak hareket etme olanaklarının olduğunun farkındalar.

-Alman-Fransız ortaklığının en iyi yürüdüğü alan militarizmdir. AB’li emperyalistler de biliyorlar ki, ABD veya başka rakipler karşısında durabilmek, dünya gücü olabilmek için askeri gücü olmayan; militarimsiz bir blok oluşturmak yetmiyor. Gerçekten hükümran olabilmek, devletleşebilmek için entegre olanların, yani AB’nin, sadece kendi savaşını yapabilme yeteneğine sahip olması yetmiyor. Önemli olan, savaş çıkartabilmek ve sürdürebilmektir.

1957’den bu yana aynı anda, her üç sürece tekabül eden adımlar atılmaktadır.
“Avrupa Birleşik Devletleri”nin kurulmasına bu süreçlerden hangisi götürür?

Hiçbir AB üyesi ülke, Almanya’nın hegemonyasına girmeyi ve dolayısıyla Almanlaşarak “Avrupa Birleşik Devletleri”ni kurmayı düşünmemektedir. Alman emperyalizmi bunu ancak ve ancak zor yoluyla yapabilir. Yani savaş.

Almanya-Fransa ortaklığı önderliğinde AB’nin “Avrupa Birleşik Devletleri”ne dönüşmesi için iki olasılık var; ya Fransa Almanyalaşır ya da Almanya, Fransalaşır. Burada da zor söz konusudur. Aksi taktirde, gönüllü “ulusal evlilik” söz konusu olsaydı, şimdiye kadar adımlar atılmış olurdu. Kapitalizmde asimilasyon, zor kullanımı anlamına gelir. Bu zor kullanımı savaşı da içerir.

AB’nin siyasal bir birlik olabilmesi için, yani “Avrupa Birleşik Devletleri”ne dönüşebilmesi için en kestirme yol savaştır. Amerika Birleşik Devletleri ve Alman Birliği savaş sonucunda kurulmuştur.

AB, bir ekonomik entegrasyondur. Onun siyasal entegrasyon olduğu anlayışının gerçekle hiçbir ilişkisi yoktur. Bırakalım siyasi entegrasyon olmasını, siyasi entegrasyon yolunda ilerlediği anlayışı dahi bir abartıdır.