deneme

19 Nisan 2009 Pazar

DARWİN-PANELİNDEKİ KONUŞMA METNİ





Burjuvazinin bilimden anladığı…
Günümüzde burjuva bilim, çöküşe doğru giden kapitalist toplumun ideolojik refleksi olarak dünya çapında irrasyonalizm, antikomünizm, bütün cephelerde çürümüşlük, yozluk, gericilik yaymaktadır; gerçeklerden kaçışı, kıyamet günü ruh hali içinde dine sığınışı temsil etmektedir.
Buna karşın yükselen burjuvazinin bilimi, bütün ilerici bilimlerin toplamını, feodalizme karşı mücadelede doğada ve toplumda bilimsel düşünceleri temsil etmekteydi.
Yükselen burjuvazi, orta çağ karanlığına karşı aydınlanma bayrağını, her alanda bilime sahip çıkma temelinde yükseltmişti.
Gerici, antibilimsel, çoğu kez idealist dünya görüşü, tarihsel olarak ömrünü doldurmuş, anakronik olmuş sınıfların iktidarının devamına ve işçi sınıfı ve emekçi yığınların baskı altında tutulmasına ve kandırılmasına hizmet ederken, yükselen burjuvazinin; gelişen sınıfların dünya görüşü, zamanının bütün ilerici düşüncelerinin toplamı olarak ileriyi temsil ediyordu ve materyalist içeriğe sahipti.

Bilimin tarihi, ilerici bilim adamları ve filozofların cehalete, siyasi ve ideolojik gericiliğe karşı durmaksızın sürdürdükleri bir mücadele tarihidir.

Sömürüye dayanan sınıflı toplumlarda, dolayısıyla bugün de, ilerici dünya görüşüne karşı mücadele eden güçler sürekli var olmuştur. Bu güçler, toplumun gerici sınıflarını oluştururlar. Bu unsurlar, bilime karşı ya doğrudan mücadele ederler ya da ilerici bilim adamlarını, filozofları baskı altına alarak, işkenceden geçirerek, zindanlara atarak, öldürerek tarihsel ilerlemeye karşı gelirler. Bu da olmazsa bilimsel bulguları, keşifleri çarpıtarak, kendi çıkarlarına hizmet edecek hale getirirler. Bu durum sadece orta çağ karanlığıyla ilgili değildir. Bugün de, kapitalizmin emperyalist aşamasında da; sosyalizmin arifesinde de aynı durum söz konusudur. Darwin ve düşüncelerinin başına gelen de bundan başka bir şey değildir.

Burjuva toplumda ancak en cüretkâr, en tutarlı bilim adamları felsefi materyalizmi kabul ediyorlar. Diğerleri, burjuva ideolojinin, idealist felsefenin etkisinde kalarak materyalist tavır alamamaktalar.  Darwin de bunlardan birisiydi.

Evrim teorisi: 
Evrim üzerine düşünceler, en azından MÖ. 6.yüzyıldan buyana vardır; örneğin bu türden düşüncelerin Yunan filozof Anaximander tarafında savunulduğu bilinmektedir. Bu türden düşünce çeşitliliği 18. yüzyılda oldukça yaygındı. Öyle ki İngiltere'de mevcut siyasal sistem ve kilise tarafından tehlikeli olarak görülmeye başlandı ve gericiliğin baskısına maruz kaldı.
...
Ama her şeye rağmen, başlangıçta büyük tepki görmesine rağmen Darwin’in 1859’da yayımlanan TÜRLERİN KÖKENİ yapıtı, evrimin gerçek olduğu düşüncesini reddedilemez olarak kanıtladı. 

Charles Darwin’in teorisi felsefi olarak ne anlama gelmektedir? Bunu birkaç cümleyle ifade edebiliriz: 

Darwin’in TÜRLERİN KÖKENİ yapıtı doğada başlı başına bir devrimin önünü açmıştır.    Yani doğa yasalarının keşfinde çığır açıcı bir ilerlemenin ifadesi olmuştur.
Darwin, doğa tarihinde karmaşık biçimlerin oluşmasını sağlayan diyalektik yasaları keşfetmiştir. Bu yasalar kutsal kitapların okunmasıyla değil, gözlemle keşfedilen yasalardır.
Doğumundan 200 sene sonra da Darwin’in doğal seçime dayanan evrim teorisi,  günümüzde biyoloji bilimlerinin geniş bir yelpazesinde hala teorik temeli oluşturmaktadır.   Gericiliğin, dini çevrelerin, idealist felsefenin Darwin’e saldırması, onun öğretisine karşı her yol ve yöntemi kullanarak mücadele etmesi boşuna değildir. 

Evrim teorisi, insanın doğuşu konusunda Adem ve Havva tezini masala çevirmekle kalmamış, insanlar da dahil bütün doğanın oluşumunun maddenin hareketinden kaynaklandığını ortaya koymuştur.  Darwin’in dediği gibi, “doğada her şey belli yasaların sonucudur”.
Darwin’in teorisi bugün daha da canlıdır; bilimin olmazsa olmazı olmuştur. Biyoloji, mikro-biyoloji,  biyo-kimya, genetik, modern tıp evrim teorisi olmaksızın bir hiçtir.

Marx, Engels, Lenin ve Stalin Darwin’in bilim dünyasına kazandırdıklarını;   onun teorisinin önemini materyalist felsefe açısından değerlendirmişler ve düşüncelerine eleştirel sahip çıkmışlardır.

Birkaç örnek:
Engels, Marks'ın mezarında yaptığı konuşmada Darwin'in evrim teorisi hakkında şöyle der:
“Darwin, organik doğanın gelişme yasasını keşfetmiştir. Marks ise insanlık tarihinin gelişme ve seyrini belirleyen temel yasanın kâşifidir”. “Darwin’in gelişme teorisini kabul ediyorum…”

Engels, Anti-Dühring’de Darwin ile ilgili olarak şu tespitleri yapar:
“Darwin bilimsel gezilerden... bitki ve hayvan türlerinin değişmez değil, değişir oldukları fikrini getirmişti”. 
...
“Darwin, … yetiştirmenin aynı türden hayvanlar ve bitkiler arasında, yapay olarak, herkes tarafından farklı kabul edilen türler arasında görülenden daha büyük farklar meydana getirdiğini buldu. Böylece bir yandan türlerin belirli bir dereceye değin değişkenliği, öte yandan da farklı özgül niteliklere sahip organizmalar için ortak atalar olanağı tanıtlanmış bulunuyordu”.
“Darwin'in bunu yaparken, bulgusuna ölçüsüz bir etki alanı tanımasına, bunu türlerin değişmesinin tek nedeni durumuna getirmesine ve yinelenen bireysel değişikliklerin içinde genelleştikleri biçimi göz önünde tuta tuta, bu değişikliklerin nedenlerini savsaklamış olmasına gelince bu, onun gerçek bir ilerleme yapan kimselerin çoğu ile ortaklaşa sahip olduğu bir hatasıdır”.  F. Engels, Anti-Dühring, MEW 20, 63-65.
 
Darwin'in bilimsel önemi:

Marks'tan: ”Darwin’in yazısı oldukça anlamlıdır ve tarihsel sınıf mücadelesinin bilimsel verisi olarak bana uygun düşmektedir”
“Bütün yetersizliğine rağmen burada öncelikle teleolojiye doğa bilimlerinde sadece ölümcül bir darbe vurulmamış, bilakis onun rasyonel anlamı da ampirik olarak darmadağın edilmiştir”. K. Marks'ın  Lassalle'a mektubundan, 16.01.1861. C. 30, s. 578.  

Stalin: “Hareketin biçimlerine gelince… Diyalektiğe göre küçük, nicel değişmeler nihayetinde büyük, nitel değişmelere neden olurlar. Bu yasa doğada da geçerlidir… Darwinizm’in gösterdiği gibi bu biyolojide de söz konusudur” (Anarşzm mi veya Sosyalizm mi?)

“Darwin bir materyalist doğa araştırmacısıydı” ama onun  “hatası, doğal seçim veya en uygun olanın yaşaması sorununda birbirinden faklı iki olguyu birbirine karıştırmasıdır:
1-Nüfus fazlalığından dolayı seçim- burada güçlünün zayıfa göre yaşama şansı daha büyüktür.
2-Değişen koşullara büyük uyum yeteneğinden kaynaklanan seçim. Burada çevredeki değişime en iyi uyum sağlayanın yaşama şansı daha büyüktür.  s. 564-565.

“Darwin, bugünkü bütün organik doğa; bitkiler, hayvanlar ve dolayısıyla da insanlar milyonlarca yıl süren bir gelişme sürecinin ürünüdür der” (Engels, s. 608).

Darwin, hayvan ve bitki türlerinin birbiriyle bağı olmadığı, tesadüfen oluştukları, bir doğaüstü güç tarafından yaratıldıkları ve değişmez oldukları anlayışına son vermiş ve türlerdeki değişimi ve devamlılık tespiti ile biyolojide devrim gerçekleştirmiştir. (Lenin)

Marks ve Engels, Darwin öğretisini 19. yüzyılda doğa biliminin üç büyük keşiflerinden birisi olarak gördüler ve onda dünya görüşlerinin bilimsel dayanağını buldular.

Öyleyse:
Darwin denince aklımıza şunlar gelir:
-Materyalist biyolojinin ve türlerin evrimi öğretisinin kurucusu.
-Organik dünyanın gelişmesi basit biçimlerden karmaşık biçimlere doğrudur anlayışı.
-Yeni biçimlerin doğması, eskilerin yok olması gibi doğasal gelişmenin sonucudur anlayışı.
-Türlerin doğuşu doğal seçimle gerçekleşir.
-Değişim ve kalıtım organizmalara özgüdür. Bu değişim ve kalıtım başka türlerin doğmasına yol açar.

Kabul etmek gerekir ki, Darwin’in düşüncelerinden ve hatasından burjuvazi sınıfsal çıkarları için yararlanmıştır ve yararlanmaktadır:
Bu anlamda burjuva ideolojisi olarak sosyal darwinizm:
Doğa bilimleri,  toplum bilimleri gibi sınıfsal karakter taşımazlar; işçi sınıfının veya burjuvazinin fiziği, kimyası, biyolojisi diye bir ayrım söz konusu değildir. Ama doğa bilimlerinde elde edilen sonuçların kullanımı ve yorumu sınıfsaldır, sınıfsal çıkarlara tabidir.
Darwin’in teorisine de bu açıdan bakmak gerekir. Sosyal darwinizm doğa biliminin bu özelliğini göstermektedir.

Sosyal darwinizm,  toplum ve tarihini Darwin’in biyolojik gelişme öğretisine dayanarak açıklamaya çalışır. Bu açıklama çabasında Darwin’in özellikle varoluş için mücadele ve doğal ayıklanma ilkeleri kullanılır.

Sosyal darwinistlerin temel tezlerini birkaç noktada toparlayabiliriz:
Birincisi:
İnsanlar doğadan kaynaklı olarak eşit değildirler: Sosyal darwinistler, bu eşitsizlikten hareketle ırkların farklılaşmasına varıyorlar ve bu farklılığın kaynağını da kalıtıma, fiziki yapıda, tinsel halde ve değişik karakterde arıyorlar.

İkincisi:
Sosyal darwinistlere göre, Darwin’in organik doğada kanıtladığı doğal seçim, varoluş mücadelesi ilkeleri, evrensel doğa yasaları olarak toplumsal alanda da geçerlidir.
Bu yasalar, siyasi, hukuki normlar da dâhil bütün sosyal görünümlerin gelişmesini belirliyorlar.
Sosyal darwinistlere göre doğasal seçim, her türlü ilerlemenin koşuludur.

Bu düşüncelerden hareketle sosyal darwinistler, kapitalist toplumun bütün görüngülerini doğa yasalarının etkisinin sonucu olarak, yani doğal olarak açıklamışlardır, yani baskı, sömürü, işsizlik, ekonomik kriz, savaş, başka ülkeleri işgal vb. doğaldır.

Acımasız kapitalist rekabet seleksiyon mekanizması olarak sunulmaktadır ve tekelci yoğunlaşma süreci de bu mekanizmanın işleyişinin bir sonucu oluyor:
Rockefeller şöyle diyordu:
“Büyük bir ticari işletmenin büyümesinde, en uygun olanın varlığını devam ettirmesi ifade edilmiş olur. Ticarette bu kötü bir eğilim değildir. Bu sadece doğa ve tanrısal yasanın açığa çıkmasıdır”.

Bu düşüncelerden hareketle başka neyi haklı çıkartıyorlar?
1-Başka ülkeleri ele geçirmeyi, işgal etmeyi ve
2-Başka halkları, toplumları talan etmeyi, sömürmeyi “yüksek ırkların geri ırkları yok etme hakkı” olarak haklı çıkartıyorlar.

Üçüncüsü:
Sosyal darwinistler, gelişmiş halkların yozlaşmasını “ırkların kötüleşmesine” bağlıyorlar. Irk antropologları bu durumu ırkların karışımıyla açıklıyorlar.
Sosyal darwinistlere göre, genel olarak hastalıklı olanları, zayıf olanları yok etme özelliğine sahip olan açlık, kolera, verem, tifüs gibi salgınların “fevkalade seleksiyon etkisi” sosyal kazanımlar tarafından güçlü bir biçimde engellenmektedir.

Dördüncüsü:
Sosyal darwinistler hastalar ve zayıflar için her türden sosyal yardımı/bakımı kaldırarak “katı seleksiyonu” “bilinçli seleksiyon” olarak mükemmelleştirmek için vahşi programlar geliştirmişlerdir; devlete yetenekli olanları üremelerini kolaylaştırmayı, diğerlerinin üremelerini ise aşamalı olarak zorlaştırmayı önermişlerdir.

Sosyal darwinist öğreti, kapitalizmi doğal görür ve Marksist teori ve işçi sınıfının bütün sosyal ve siyasi kazanım ve taleplerini doğal olmayan, doğaya aykırı olarak tanımlar.

İşçi sınıfına karşı mücadelede burjuvazinin mücadele aracı olarak öjeni ve sosyal darwinizm:
Sosyal darwinizm sadece, doğanın kendi hareketini esas alırlarken, öjenik ise iyi genli insanların sayısını çoğaltmayı ve kötü genli insanların sayısını azaltmayı hedeflemektedir.   Her iki anlayış da Malthus'tan kaynaklanmaktadır; T. Malthus, 1798'de yayımlanan “Nüfus Yasası”nda, kendi gücüyle ayakta kalma, yaşama şansı olmayan kişilerin ve insan gruplarının desteklenmiş olacağından dolayı yoksulların bakımı için tedbirleri ilkesel olarak reddediyordu.

Sosyal darwinizmin oluşmasında Darwin’in de bir parça rolü olmuştur:
Şu anlayışlarından dolayı:
-“Yabaniler arasında fiziki ve ruhi zayıf olanlar hemen elenirler. Varlığını sürdürenler genellikle sağlıklı olanlardır”.
-“Buna karşın biz medeni insanlar, bu ayrışımı engellemek için elimizden geleni yapıyoruz. Deliler, engelliler, hastalar için bakım evleri yapıyoruz”.
-“Yoksullar yasası çıkartıyoruz ve doktorlarımız hastaların yaşamını mümkün olduğunca uzatmak için bütün yeteneklerini sergiliyorlar”.
-Direnci zayıf olduğundan dolayı çiçek hastalığından ölmekle karşı karşıya olan binlerce insanın aşıyla korunduklarını kabul etmeliyiz.”
-Bundan dolayı medeni halkların zayıf bireyleri de üremelerini sürdürebiliyorlar” (Darwin, 1982, s.  171)

Sosyal darwinist düşüncelerin Almanya’da da temsilcileri vardı. Burada F. Nietzsche önplana çıkmaktadır.  Nietzsche, “insan ıslahı ve üstün insan yetiştirme” konusunda bütün yeteneğini sergilemiştir. Faşizmin, ırkçılığın babası, sosyal darwinist Nietzsche, Almanya'da öjeninin felsefi yorumcusu olarak öne çıkmıştır.
Bazılarının varoluşçu, ilerici olarak tanımak, bilmek istediği, üstün insan savunucusu, baldırı çıplak, ayak takım dediği işçi sınıfı ve emekçi yığınların düşmanı Nieztsche’den bahsediyorum. Bu sözüm ona filozof, 19. yüzyıl sonunda yükselen Marksizme, materyalist felsefeye karşı burjuvazinin öne sürdüğü kalemşordu. Burjuvazi bula bula bu şahsı bulmuştu.

Bu “varoluşçu, bu ilerici filozof”   şöyle diyordu:
"Güçsüzlerin, durumu kötü olanların, yozlaşmışların… kronik hastaların ve 3. derecede sinir hastalarının… üremeleri engellenmelidir”. (Nietzsche, 1887, s. 401/402)

Sosyal şovenizmin çekirdeği olan öjeni, toplumda güçlü ve zayıf olanların varlığını ekonomik ilişkilerde değil, biyolojik nedenlerde arar; güçlü, zayıfı horlar, onu yok etmek ister ve sadece güçlü olanlardan oluşan bir toplum kurmayı amaçlar. Bu nedenle sadece güçlü olanlar üremelidirler, diğerlerinin üremeleri engellenmelidir.

Sosyal darwinizmin aksine Marks ve Engels, insan toplumunun özgün hareket yasalarını ve sosyal eşitsizliğin yasalarını üretim koşullarında aramışlar ve keşfetmişlerdir: İnsanlar arasındaki eşitsizlik, uzlaşmaz sosyal sınıflar, sınıf mücadelesi, insanın insan tarafından sömürülmesi özel mülkiyete dayanan üretimin belli tarihsel gelişmesine tekabül eder.

Üretim araçlarının toplumsal mülkiyette olduğu toplumlarda –örneğin ilkel komünal toplumda, sosyalizmde toplum üyeleri arasında antagonist sınıfsal farklılık yoktu; sömürü ve baskı yoktu.
“Sınıfların ve sosyal tabakaların üretim araçlarıyla ilişkisi sınıf ve sosyal tabaka olarak onların özelliklerini belirler, biyolojik yapıları değil.” Karl Marx: Zur Kritik der Politischen Ökonomie. C. 13, s. 8/9).

Bir tarafta sosyal eşitsizliğin, sömürünün, baskının, açlığın ve yoksulluğun; diğer tarafta da zenginliğin ve tumturaklı bir yaşamın, kapitalist toplumda kapitalistler arasında rekabetin, sınıfların, halkların ve ırkların karşılıklı çekişmesinin biyolojik özellikler ve ilkelerle bir ilişkisi yoktur. Bunlar kapitalist üretim biçimine özgüdür.

İşçi hareketinden duyulan korku:
Sosyal darwinizm, hem kapitalizmin serbest rekabetçi döneminde ve hem de tekelci kapitalizm (emperyalizm) döneminde işçi hareketine ve sosyalizme karşı burjuvazinin ideolojik bir silahı olarak hizmet görmüştür; sosyal darwinizm, diğer şeylerin yanı sıra esasen, insanların kapitalist ilişkilere tabi kılınmalarını teşvik ve işçi sınıfının mücadelesini felç etmelidir.
Faşist ideolojinin bileşeni olarak sosyal darwinizm: Bu çok bilinen konuda söylenecek fazla bir şey yok. Şu belirtmeyle yetinelim. Faşist ideolojinin bileşeni olarak sosyal darwinizm, antifaşistlerin, devrimcilerin, komünistlerin, başka ulustan, ırktan insanları en vahşi kitlesel kıyımını haklı çıkartmaya hizmet etmiştir.

Jeopolitikanın bileşeni olarak sosyal darwinizm:
Amerikan emperyalizminin dünya hegemonyası stratejisi, sosyal darwinist anlayışların uygulanmasına da dayanmaktadır: Burada söz konusu olan ırkçılıktır, başka ulusların yaşama, var olma hakkına saldırıdır. Medeniyetler çatışması, demokrasi ve insan hakları adı altında başka ülkelerin işgali günümüzde sosyal darwinizmin bir yansımasıdır. Bu anlamda Huntington ve Brezinski, aynı zamanda birer sosyal darwinisttirler.

Sosyal darwinizmin Markist eleştirisi:
Marks ve Engels, Darwin’in evrim teorisini dünya görüşlerinin önemli bir bileşeni olarak görmüşler ve bu teoriyi saldırılara karşı savunmuşlardır. Ama aynı zamanda bu teorinin toplumsal alanda uygulanmasına da şiddetle karşı çıkmışlardır. Lange ile tartışmasında Marks, Darwin’in ‘varoluş mücadelesi’ kavramının bütün toplumsal görüngülere bilimsel olmayan aktarılmasıyla bilimsel biyolojik kavramların esas içeriğinden koparıldığını, böyle kullanımıyla sadece safsataya dönüştürüldüğünü vurgular. Yani ‘varoluş mücadelesi’nin farklı belli toplum biçimlerinde tarihsel olarak nasıl vücut bulduğunu analiz etmek yerine, her somut mücadeleyi ‘varoluş mücadelesi’ safsatasına dönüştürmekten başka bir şey yapılmıyor. Bunun, tumturaklı, güya bilimsel cahillik ve düşünce tembelliği için oldukça verimli bir yöntem olduğu kabul edilmelidir” (Marx'ın Ludwig Kugelmann'a mektubu. , 27. Haziran 1870. C. 32, s. 685/686).

“Seleksiyon, asimilasyon… gibi kavramların toplum bilimleri alanında kullanılması safsatadan başka bir şer değildir. Gerçekte ise bu kavramlarla toplumsal görüngülerin araştırmasını yapmak, toplum bilimleri yöntemine açıklık getirmek imkânsızdır. Biyolojik-sosyolojik… bir etiketi krizler, devrimler, sınıf mücadelesi vb. gibi görünümlerin üzerine yapıştırmaktan kolay bir şey yoktur. Ama bu ölçüde ölü, verimsiz bir şey de yoktur…
Marks’ın Lange’ye eleştirisinin esası, biyolojik kavramların toplum bilimleri alanına aktarılmasının safsatadan başka bir şey olmadığıdır. Bu taşımanın iyi niyetten dolayı veya yanlış sosyolojik sonuçları güçlendirmek amacıyla yapılıp yapılmadığı safsatayı, safsata olmaktan çıkartmaz”. (W.I. Lenin: Materialismus und Empiriokritizismus. C. 14, s. 331/332).

Darwinist toplum teorisinin eleştirisi:
İnsan ve hayvanın var oluş tarzındaki nitel fark üzerine Engels şöyle der:
“Darwin’in iş bölümüyle, rekabetle, yeni pazarlarıyla, buluşlarıyla ve Maltus’un ‘var olma mücadelesi’yle İngiliz toplumunu canavarlar ve bitkiler arasında bulması gariptir… Bu,  ‘fenemoloji’de burjuva toplumu ‘tinsel hayvanlar âlemi’ olarak, Darwin’de ise hayvanlar âlemini burjuva toplum olarak rollendiren Hegel’i anımsatmaktadır”. K. Marx'ın Engels'e mektubu, 18.06.1862. C. 30, s. 249).
“Ölü ve canlı doğa cisimlerinin karşılıklı etkilemesi, ahenkliliği ve çarpışmayı, mücadeleyi ve işbirliğini içerir. Bundan dolayı güya bir doğa bilimcisi toplumsal gelişmenin bütün farklı zenginliğini bir ve etkisiz ‘varoluş mücadelesi’ safsatası altında,  esası doğa alanında da tartışmalı olan bir safsata altında toplamaya kalkışırsa, bu yöntem zaten kendi kendini mahkûm etmiş olur”.

”Darwin’in varoluş mücadelesi öğretisi, ‘herkesin herkese karşı savaşı’nın, Maltus’un nüfus teorisi ile birlikte burjuva ekonomide rekabetin toplumdan canlı doğaya aktarılmasından başka bir şey değildir. Bu maharet gerçekleştirildikten sonra… aynı teori bu sefer de organik doğadan tarihe aktarılır ve böylece insan toplumunun ebedi yasaları olarak geçerliliğinin kanıtlandığı iddia edilir…”.
“İnsan ve hayvan toplumu arasındaki temel farklılık, en fazlasıyla hayvanlar toplarken, insanlar üretirler. Tek başına bu yegâne ve belirleyici fark, hayvan toplulukları yasalarının sorgusuz sualsiz insan toplumlarına aktarılmasını imkânsız kılmaktadır” Engels'in P.I. Lawrow'a mektubu. 12-17 Kasım 1875.  C. 34, s. 169-171).


Darwin’in, türlerin gelişmesinde kullandığı diyalektiğin kavramları ve yasaları:
1-“Doğanın sonsuz hareketi…”. 
2-“Hareket maddenin varoluş biçimidir” .
3-Evrim, “zaman ve mekân” gerçekliğini tanır.
4-Görüngülerin birbiriyle genel bağıntısı…
5-Nedensellik….
6-Karşılıklı etkilenme.
7-Toplumda ve doğada nicel ve nitel değişmeler… Nicel gelişmenin/birikimin nitel gelişmeye sıçraması: Eski özelliklerle birlikte yeni özelliklerin kazanılması. Nicel değişimlerin nitel değişime dönüşmesi… Türlerin gelişmesi… yeni nitelik…
8-Sıçrama… Türlerin gelişmesi…
9-Basitten karmaşığa doğru gelişme… Türlerin gelişmesi…
10-Diyalektik inkar (yadsıma)…Türlerin gelişmesi…

Sonuç:
Darwin’e sahip çıkmak veya bugün Darwin’i anmak ne anlama gelir?
Nokta nokta belirtecek olursak:
İşçi sınıfı, onun dünya görüşü, ilerici olan her düşünceye ve eyleme sahip çıkar.  Bu, bilime sahip çıkmak demektir. Bu, diyalektiğe sahip çıkmak demektir. Bu, materyalist felsefeye sahip çıkmak demektir. Bu, nihayetinde Marksizm-Leninizme sahip çıkmak demektir...
Darwin’e sahip çıkmak aynı zamanda materyalist dünya görüşü, bu görüşün öznesi olan işçi sınıfı yanında yer almaktır. O halde, Darwin’e sahip çıkmak taraflı olmanın doğrudan ifadesidir...
Karanlığa, idealizme karşı mücadelede insanlığın önünde birkaç alternatif yok. Tek alternatif vardır; o da karanlığı ortadan kaldırmaktır...
Darwin’i savunmak sosyal darwinizme, emperyalizme, ırkçılığa karşı, evet bir bütün olarak emperyalizme ve faşizme karşı mücadele etmek demektir... 


MARKSİZM VE KRİZDEN ÇIKIŞ YOLLARI VEYA KÜÇÜK BURJUVAZİNİN KAPİTALİZM ANALİZİ





R. Luksemburg, kapitalizmin varlığı veya da geleceği için belirleyici sorunu üretim aşamasından çıkartarak dolaşım aşamasına taşır. Marks ise kapitalizmin geleceğini üretim süreciyle ilgili bir sorun olarak görür.
Ekonomik kriz henüz dibe vurmadı, ama daha şimdiden krizden çıkışın yolları üzerine tartışmalar başladı. Aslında bunlar her ekonomik kriz döneminde gündeme gelen tartışmalardır. Ne bu bakımdan ne de ele alınan konuların içeriği bakımında yeni olan bir şey var. Sorunun esası, 'tarihsel olarak ömrünü doldurmuş, üretici güçlerin gelişmesi önünde engel olan kapitalizm, kendiliğinden çöküşüyle karşı karşıya mıdır, yoksa her seferinde olduğu gibi bu krizinden de kendi gücüyle; kendi çelişkilerini çözerek çıkacak mıdır'dan ibarettir. Kimilerine göre kapitalizm artık bu güce -kendi çelişkilerini çözerek krizinden çıkma gücüne sahip değildir. Marksistlere göre ise kapitalizm -öznel gücün etkisiz olduğu; sistemi yıkma mücadelesine girişemediği koşullarda- kendi çelişkilerini çözerek dönemsel krizinden çıkar. Nasıl ki ekonomik kriz, kapitalizmin bir nesnelliği ise -öznel gücün etkisi olmadığı koşullarda da kapitalizmin kendi gücüyle krizinden çıkması da onun bir nesnelliğidir. Lenin'in bir tanımlamasını kullanacak olursak, „filisten“ kafa; dar kafalı unsur kapitalizmin bu diyalektiğini anlamaz. Saflaşma şöyledir:  Kapitalizmin geleceği; kendi kendine çökeceği veya çökmeyeceği konusunda Rosa, Marks'ın karşısına konur ve Rosa'nın ne denli haklı olduğu ve Marks'ın yanıldığı anlatılır.  Bu konuda Rosa'yı öne sürerek Marksist politik ekonomiye, ötesinde Leninist emperyalizm analizine saldıranların ve bunu bilinçli olarak yapan siyasal akım sayısı hiç de az değildir.
Rosa'nın teorisine göre pazarın sınırı vardır ve kapitalist üretim bu sınıra gelip dayanmıştır, bundan dolayı da kaçınılmaz olarak çökecektir.
Marksizme göre pazarın sınırı yoktur ve kapitalizm kendiliğinden çökmez.
Rosa'ya göre kapitalizmin, artı değeri realize etmek için kendi hâkimiyet sınırları dışında kalan tüketiciye ihtiyacı vardır; Marks’ın Kapital, Cilt 2’de geliştirdiği yeniden üretim şemasının yanlışlığından hareketle kapitalizm için tipik olan ve Marks tarafından analiz edilen üretici güçlerin sınırsız gelişmesi toplumun tüketim kapasitesinin genişlemesiyle temel bir çelişki içindedir anlayışına varır. Bunun sonucu olarak Rosa'ya göre katışıksız kapitalizmde genişletilmiş yeniden üretim, kendi sınırlarına varıp dayanır. Bu koşul altında da kapitalizm kaçınılmaz olarak kendiliğinden çöker. (Kapitalizmin kendiliğinden çöküş teorisi).

Böyle bir sonla karşı karşıya kalmamak için kapitalizm, „kapitalist olmayan çevre“de (geri kalmış ülkelerde, bölgelerde) yayılmaya yönelir. Böylece Rosa, kapitalizmin iç çelişkilerinden kendini kurtarmasını „kapitalist olmayan çevre“de yayılmaya başlamasında görür. Rosa’ya göre kapitalizm, fazlalık artı değeri realize etmek için; ürünlerini satmak için; var olmak ve varlığını sürdürmek için kapitalist olmayan üretim biçimlerine; „kapitalist olmayan çevre“ye ihtiyaç duyar.  Kapitalist olmayan çevre ilişkilerinde kapitalizm, kapitalist olmayan çevreyi; sömürgeleri, kapitalizm öncesi üretim ilişkilerini yıkar ve buraları kapitalist üretim ilişkilerine bağlar/entegre eder. 
“Oluşumuyla birlikte kapitalist üretim ile kapitalist olmayan çevre arasında bir mübadele ilişkisi gelişmek zorundadır“ (Rosa).

Sermayenin aşırı birikiminden bahsetmek için sermayenin en azından bir kısmının atıl kalması, kendini değerlendirememesi gerekir (Bkz.: Marks; Kapital, C. III, s. 262). İşte tam da bu durumda olan sermayenin önünde iki yol vardır: Ya düşük kar oranına razı olarak üretim de kalmak ya da spekülatif alana kaymak.
Sermaye hareketinin diyalektiği aşırı sermaye birikiminin sürekli olmadığını/olamayacağını göstermektedir. Kapitalizmde sermayenin aşırı birikimine neden olan koşulların yanı sıra, sermayenin aşırı birikimini engelleyen koşullar da vardır. Örneğin dünya ekonomisini doğrudan etkileyen bir savaş, çok etkili bir doğa felaketi ve her şeyden önce tekelci sermayeyi doğrudan etkileyen bir ekonomik kriz; belirtilen bu nedenlerden dolayı değişmeyen sermayenin (makineler, fabrika binaları vs.) tahrip olması veya kriz dönemlerinde görüldüğü gibi bizzat kapitalist tarafından imha edilmesi (bunun adı sermaye kıyımıdır), sermayenin aşırı birikme koşullarını ortadan kaldırır ve üretim sektöründe kar oranları yeniden yükselmeye başladığı için sermaye yeniden yoğun olarak işgücünü -Marks'ın deyimiyle “adamakıllı”- sömürerek artı-değer, kar üretmeye yönelir.

Fazla üretim krizi nasıl aşılır sorusuna Marks ve Engels Komünist Manifesto'da şu cevabı veriyorlardı:
„Burjuvazi krizleri (fazla üretim krizleri kast ediliyor) nasıl aşarlar? Bir taraftan zorunlu olarak üretici güçlerin kitlesel yok edilişiyle; diğer taraftan da yeni pazarların fethedilmesiyle ve eski pazarların da adamakıllı sömürüsüyle“.

Üretici güçlerin kıyımı, sermaye kıyımıdır; fabrikaların kapatılması, makinelerin hurdaya çıkartılması, savaşlar vs. Bunu krizde olan her sermaye yapar, yapmak zorundadır, aksi taktirde rekabet iddiası kalmaz. Bu, krizi aşmanın sadece bir yanıdır. Diğer yanı ise eski pazarların adamakıllı sömürüsü ve yeni pazarların fethedilmesidir. İşte bunu her sermaye yapamaz. Bu, giderek keskinleşen rekabet demektir. Yeni pazarları fethetmek, başkasının elindeki pazarı almak demektir. Çünkü dünyada sermayenin girmediği, talan etmediği, nüfuz etmediği alan kalmamıştır. Demek ki, emperyalist ülkeler yaşanan bu fazla üretim krizinin üstesinden gelebilmek için üretici güçlerin kıyımının yanı sıra birbirlerinin pazarlarına göz dikmek ve elde etmek için her bakımdan silahlanmak zorunda kalacaklar. Korumacılık da buna dâhildir.  

Kapitalizm, dönemsel krizinden o aşamada krize neden olan çelişkilerini bir sonraki krize kadar geçici olarak çözerek çıkar. Çelişkilerinin geçici çözümüyle, sermaye kıyımıyla (aşırı birikmiş sermayenin yok edilmesi); yeni yatırımlarla kapitalizm, yeni konjonktür dönemine hazırlanmış olur. Bu ise kapitalizmin krizinden bir dahaki krize kadar güçlenerek çıkması demektir. Her kriz dönemi veya krizin dibe vurduğu süreç, kar oranlarının en düşük seviyede olduğu dönemdir. Ekonominin krizden çıkmaya başlaması, kar oranlarının eğilimli düşüşünün yükselişe dönüşmesi; kar oranlarında belli bir artışın olması demektir. Her fazla üretim krizi kar oranlarının en düşük seviyede olduğu dönemde patlak verir ve her fazla üretim krizinden çıkış da kar oranlarında belli bir yükselmenin olduğunu gösterir. İlk fazla üretim krizinin patlak verdiği 1825'ten bu yana bu böyledir.

Kapitalizm kendi çelişkilerinden dolayı çökmez; bu, sistemin doğasına; iç diyalektiğine aykırıdır. Kapitalizmde sermayenin genişletilmiş yeniden üretim koşulları da hiçbir zaman yok olmaz. (Bu da onun doğasına aykırıdır.  Sermayenin genişletilmiş yeniden üretim koşullarının ortadan kalktığı, yani artı değer üretmenin koşullarının ortadan kalktığı bir kapitalizm düşünebiliyor musunuz?)   Her kriz döneminde sermaye kendi kendini kıyıma uğratmakla-değersizleştirmekle genişletilmiş yeniden üretiminin kanallarını açar. Ötesinde savaş veya büyük yıkıma neden olan bir doğa felaketi de aynı etkide bulunur.
Kar oranlarında belli bir yükseliş, kapitalizmin bir sonraki fazla üretim krizine kadar güçlendiğinin doğrudan ifadesidir. Bunu bir dar kafalı anlamaz ve onun fazla üretim krizinden güçlenerek çıkışını tarihsel çöküşüyle; ömrünü doldurmuş olmasıyla birbirine karıştırır. Bu unsurlar için bu iki olgunun birbiriyle ilişkisinin olmaması pek önemli değildir.
Demek oluyor ki, fazla üretim krizi, kapitalizmin çelişkilerini geçici çözdüğü için onu geçici olarak dinamikleştiriyor. Gerçekten de kar oranı yasası eğilimli düşüş içinde değil de doğrudan düşerek geçerli olsaydı; yani o yasayı eğilimli yapan nesnel faktörler olmasaydı, kapitalizm en fazlasıyla bir defa bir fazla üretim krizi yaşar ve o krizle birlikte kendiliğinden çökerdi. Ama kriz süreci; kar oranlarında yeniden yükselme, krizinden dolayı kapitalizmin güçten düştüğünü göstermez. Olsaydı şimdiye kadar olurdu. Çöküşü savunanlar hayal kırıklığına uğradılar.
Ancak öznenin bilinçli faaliyeti kapitalizmin nihai geleceğini belirler.

Marksist kriz teorisini reddetmek çok kolaydır; reddedildiğini söylemeye de gerek yok; Rosa'nın karikatürleştirilmiş kendiliğinden çöküş teorisi öne sürülür; kapitalizmin her fazla üretim krizinden daha da zayıflayarak çıktığı söylenir; çıkılan krizden öbür krize kadar varabilmek için güçlendiği söylenmez; yani her kriz sonucunda kar oranlarında belli bir yükselmenin güçlenme anlamına geldiği reddedilir.

Günümüzde Kapital'in içeriğiyle, Marksist kriz teorisiyle, kapitalizmin geleceğiyle “oynayanlar”ın sayısı hiç az değildir. Bu oyuncular cephesinde yeni olan bir şey de yok. Rosa'nın bilinen görüşünden bu yana tezlerini güçlendirmek için öne sürülen bir şey yok. Bütün söylenen, sermayenin kendini yenileme, genişletilmiş yeniden üretim olanağının artık kalmadığıdır. Yani yaşanan kriz sadece bir fazla üretim krizi değildir, aynı zamanda bir sistem krizidir. (Böyle  diyenler, ekonomik krizin kapitalizmde nesnel bir olgu olmadığını, en azından şimdiye kadar olmadığını ve şimdi olduğunu söylemiş olmuyorlar mı veya ne zamandan beri ekonomik kriz/fazla üretim krizi sistem krizi değildi de şimdi sistem kriz oldu?!) Bu, troçkistlerin, kapitalizmin kendiliğinden çökeceği teorisini veya sürekli kriz teorisini savunanların en “vurucu” savıdır. Bu unsurlar, insanın gözünün içine baka baka kar oranı sıfırlanma noktasına gelmiştir ve bir daha da yükselme olanağı kalmamıştır diyerek, bir çırpıda Kapital'i çöpe atabiliyorlar. Kim diyor bunu? Rosa'yı karikatürleştirenler: Örneğin bazı troçkistler, örneğin D. Harvey gibileri veya örneğin kapitalizmin bittiğini çoktan ilan etmiş olan “Emeğe Karşı Manifstocular” vb. Öyle ki bunların arasında O. Bauer ve H. Grossmann türünden hesaplar yapıp kapitalizmin çöküş tarihini tespit edenler de var. Bu kıyamet günü tellallarına göre kapitalizm 10-15 sene içinde çökecek ve insanlık “mübadele ekonomisine” geçecek.
Bu makalenin yazıldığı tarihte kapitalizm 10-15 sene içinde kendiliğinden çökecektir tespitini yapanlar şimdi kapitalizmin çöktüğün tespitini yapıyorlar. Yani “mübadele ekonomisi”ne geçiş sürecinde yaşıyoruz! Pili bitmiş küresel “entel” takımından ancak bu kadar beklenirdi! Onlar da kendilerinden bekleneni yapıyorlar.

Çok görmeyelim! Her ekonomik kriz döneminde ortaya atılan bu görüşler, kriz dibe vurduktan ve canlanma sürecine girdikten sonra, bir dahaki krize kadar bir kenara atılır. Yaşanan ekonomik krizin aynen kitaplarda yazıldığı gibi kendi yasaları doğrultusunda gelişiyor olması bu unsurları pek ilgilendirmemiştir ve ilgilendirmeyecektir de. Genel tecrübe bunu gösteriyor.




1 Nisan 2009 Çarşamba

SİYONİZMİN DEVLET İDEOLOJİSİ OLARAK GELİŞMESİ



Eser kalmadı çölde bizden, çölün kendine sakladığından gayri” 
 (Mahmud Derviş)


Filistin’de devlet kuracak kadar bir Yahudi nüfus yoktu ve bunun ötesinde bir kaç bin sene önce yaşamış oldukları topraklara geri dönme hakkını nasıl temellendireceklerdi? İnandırıcı olmak için bu soruya cevap verilmeliydi ve cevap, tarihin çarpıtılmasıyla; gizemselleştirilmesiyle verildi. Siyonizme göre Yahudiler, bir zamanlar yaşadıkları topraklara dönebilirler, orayı vatan olarak görebilirler. Çünkü Yahudi tarihi, “tamamen kendine özgüdür, “bütün tarihsel yasalarla çelişki içindedir” (Bkz: Abba Eban; “Dies ist mein Volk. Die Geschichte der Juden”, s. 9, Zürih 1970). İstisnai, kendine özgü bir durum denmese tarih anakronik -çağ dışı- taleplerle dolup taşardı: Tarihin tekerleği geriye doğru çevrilirdi; örneğin Türkler, Anadolu’dan kovulur, Orta Asya’ya sürülürdü. Kürtler, kabile olarak geldikleri yerlere sürülürdü vs. vs. veya Türkler, bugün faşist diktatörlüğün jeopolitikasının; jeostratejisinin (Adriyatik'ten Çin Seddi'ne kadar) dışında kalan ve Osmanlılar tarafından ilhak edilen Arap ülkelerini, Kuzey Afrika’yı, Hindistan’ı talep edebilirler. Anlayışlarının böyle bir saçmalığa yol açacağını gören siyonistleri, kurtuluşu, bizim tarihimiz hiç kimsenin tarihine benzemez, bir istisnadır, tamamen kendine özgüdür anlayışında buldular.

Siyonizm kavramını Nathan Birnbaum, 19. yüzyılın sonlarına doğru “Yahudi Sorununun Çözümü İçin Araç Olarak Kendi Ülkesinde Yahudi Halkın Ulusal Yeniden Doğuşu” yazısında işlemiştir. Moses Hess (1812-1875), Leo Pinsker (1821-1891) ve Theodar Herzl (1860-1904) Siyonizmin teorik geliştirilmesine önemli katkıları olanların başında gelirler.