deneme

25 Ağustos 2001 Cumartesi

“ANTİ-KÜRESELLEŞME HAREKETİ” VE ANTİEMPERYALİST MÜCADELE


 
Küreselleşme”, Marksist kavramla ifade edecek olursak sermayenin uluslararasılaşması yeni olmayan bir olgudur. Marks ve Engels, daha 1848’li yılların sonunda, somut olarak da “Komünist Manifesto”da sermayenin uluslararasılaşmasından, uluslararasılaşma olmaksızın kapitalist üretim biçiminin gelişemeyeceğinden, dünya pazarının, ticaretinin kurulamayacağından bahsederler.
Sermayenin uluslararasılaşması, kapitalizmin emperyalist aşamasında gerçek anlamına bulmuştur.
Emperyalizmin oluşumundan bugüne veya da son birkaç yıldan bu yana “anti-küresel hareket” kavramıyla ifade edilen protesto hareketinin gelişmesine kadar dünya politikası ve sınıf mücadelesinde böyle bir hareket görülmemişti. Bugüne kadar bütün dünyada emperyalizme karşı mücadele, yığınsal antiemperyalist mücadeleyi geliştirmişti. Bugün ise antiemperyalist mücadeleden bahsedilmeksizin yüzbinlerce insanı harekete geçiren bir “anti-küresel hareket” gelişti.

Bu hareketin hedefi ve bileşenleri nedir/ nasıldır ? Antiemperyalist mücadelede bütün yönleriyle emperyalizme karşı mücadele söz konusuyken, “anti-küresel hareket” bu mücadeleyi IMF, Dünya Bankası (DB), Dünya Ticaret Örgütü’ne (DTÖ) karşı mücadeleyle; neredeyse salt çok uluslu tekellere karşı mücadeleyle sınırlandırıyor. Bunun böyle olması siyasi yetersizlikten, kavrayışsızlıktan kaynaklanmıyor. Tam tersine, bu sınırlandırma bu hareketin belirleyici bileşenlerinin siyasi anlayışını ifade ediyor. Bu hareket içinde sendikacılar, küçük ve orta köylü üreticiler, aydınlar, gençlik, işçiler, siyasi şekillenme bakımından ifade edecek olursak anarşistler/otonomcular, troçkistler, hükümet dışı örgütler, çevreciler, feministler, revizyonistler, küçük burjuva devrimci akımlar ve komünistler yer alıyorlar. Bunların bir kısmı, örneğin komünistler, mücadelenin salt IMF, DB, DTÖ ve çok uluslu tekellere karşı mücadeleyle sınırlandırılmamasını, bütün yönleriyle emperyalizmin hedef alınmasını savunurlarken, hareketin bileşenlerinin önemli bir kesimi reformist çizgideler. Bu kesim, emperyalist ülke hükümetlerine reform yapın, küreselleşmenin “‘kötülük”lerini ortadan kaldırın çağrısı yapıyor. Bu kesim, hareketin seyrini belirleyecek derecede güçlü olduğundan dolayı, bu hareketin antiemperyalist yönü arka planda kalıyor ve sorun IMF, DB ve DTÖ ile sınırlandırılmış oluyor.

Öne sürülen talepler, bu çevrelerin hayal dünyasında yaşadıklarını gösteriyor. Troçkistler, her zaman olduğu gibi bu sefer de bu hareketi vesile ederek Marksist teoriye saldırıyorlar ve aynı zamanda bu hareketi “antikapitalist” ilan ederek, onun üzerinden “dünya devrimlerini” gerçekleştirme hayaliyle yaşıyorlar.
Anarşistler ve otonomcular, her türlü örgütlü mücadeleye kesinlikle karşı geliyorlar. Örgütlü mücadeleyi, bireyin özgürlüğünün ortadan kaldırılması olarak anlıyorlar.
Geniş bir yelpazeden oluşan reformist kesim ise, başka bir hayal dünyasında yaşıyor. Farklı çevrelerden oluşmasına rağmen reformist çevrelerin temel görüşleri aynı. Bunlar, küreselleşmeye karşı alternatif ekonomiler geliştirmeyi hedefliyorlar. Küreselleşme yerine bölgeselleşme diyorlar. Bölgeselleşmeyi, küresel olarak koruyalım diyorlar. Yerel ekonomilerle küresel tekellere, çok uluslu tekellere karşı mücadeleyi savunuyorlar. Sundukları alternatif bu. Bu anlayışlarıyla reformist kesim, kapitalizmin küçük üretim aşamasını, yani 200-300 sene önceki aşamasını -kapitalizmin gelişmesinin ilk aşamasını- savunuyor.

Bu çevreler, gerçek anlamda ütopyacı ve siyasi olarak da gericidir. Üretici güçlerin bugünkü gelişmişliğini, geleceğin düzeninin, sosyalizmin maddi temeli olması gerektiğini görmüyorlar (sınıfsal yapıları gereği göremezler de). Tersine, üretici güçlerin geriletilmesini, 200-300 sene önceki seviyesine çekilmesini savunacak derecede siyasi gerici konumdalar.

Bu çevreler, nasıl oluyor da bu türden görüşleri pervasızca savunabiliyorlar? Onlar, meydanı boş buldular. Uluslar arası komünist ve devrimci hareketin örgütsüzlüğü ve güçsüzlüğü bunlara yarıyor. Komünistlerin, devrimcilerin, antiemperyalist güçlerin uluslar arası planda dağınık olmaları, bu hareket içinde etkili olmamalarını beraberinde getiriyor. Bu dinamik ve ilerinin temsilcisi güçlerin uluslar arası planda örgütlenmeleri, bu harekete örgütlü katkıları ve hareketi yönlendirmeleri, reformistlerin ve troçkistlerin savundukları deli saçması görüşlerin geriletilmesi, etkisizleştirilmesi anlamına gelecektir.

22 Ağustos 2001 Çarşamba

EKONOMİK KRİZ VE ŞİRKET “KAPATMA”!

Ekonomik kriz, değişmeyen sermayenin değersizleşmesidir. Böylesi dönemlerde fabrika binası, makineler, hammaddeler vb. biçimlerde değişmeyen sermaye, kendini değerlendiremediği için değersizleşmiş olur.
Ekonomik kriz; fazla üretim krizi dönemlerinde akıl almaz boyutlarda sermaye kıyımı yapılır. Fabrikalar yıkılır, ne kadar yeni olursa olsun teknoloji ürünleri atıl kalır. Makinelerin ömrü bitmemiştir, ama krizle onların ömrü bitirilir. Kapitalizmde, bu üretim biçiminin yasal bir çelişkisi olan ekonomik kriz, belli aralıklarla patlak verir. Klasik değerlendirmeye (Marks-Engels) göre her 10-12 yılda bir patlak veren bu krizlerin devreviliğinin nedenini Marks, sabit sermayenin dönüşümünde arar.
Sabit sermayenin dönüşümü, sabit sermaye unsurlarının ömrüne bağlıdır. Yani aşınmaya. Aşınmanın belirleyici olan üç faktörü vardır. Birincisi, kullanımdan doğan aşınma; örneğin 16 saat faal olan bir makine 10 saat faal olan bir makineye nazaran daha hızlı aşınır. İkincisi, doğa gücü etkisiyle oluşan aşınma; örneğin fabrika binaları, açık havada bulunan tesisler vs. Üçüncüsü, moral aşınma; moral aşınma bilimsel teknik devrimin gelişmesi ve bunun ürünlerinin teknoloji olarak uygulanmasıyla doğrudan ilişkilidir. Yani üretici güçlerin gelişmesi, bir taraftan makineleri ucuzlatırken, diğer taraftan da ömürlerini kısaltır/koşullar. Örneğin bugün tekelci kapitalizmde otomobil sektöründe temel teknoloji her altı yılda bir, elektro sanayinde ise yılda bir yenileniyor.
Değişmeyen sermayenin(işletme binaları, makineler, hammaddeler) artışı doğrudan sabit sermaye(işletme binaları, makineler) ile ilgilidir. Makineler, sürekli bir alt üst oluşa tabidir. Sürekli ve kapsamlı yenilenme makine alanındadır. Sürekli yenilenme, aynı zamanda, sabit sermayenin kapsamını da büyütür ve sabit sermaye, nihayetinde, modern sanayin devreviliğinde belirleyici olur. Kapitalizmde devrevi gelişmenin maddi temelini ve böylece krizlerin devreviliğinin maddi temelini oluşturur. Bu devreviliğin (klasik anlamda durgunluk, kriz, canlanma ve yükseliş; bugünkü durumda durgunluk, kriz, canlanma ve inişli-çıkışlı durgunluk) kriz aşamasında akıl almaz boyutlarda sabit sermaye yok edilir. Alıcı bulamadığı veya fiyatlar düşmesin diye ürünlerin yok edilmelerinin ötesinde kapitalist, başlayan (kriz, yeni bir devreviliğin başlama sürecidir aynı zamanda) yeni devrevilikte daha güçlü olmak, rakiplerini pazarlarda alt etmek için başta sabit sermayesi olmak üzere değişmeyen sermayesini yeniler. Yani yeni, en modern makineleri alır, bu makinelere uygun işletme binaları yaptırır. Sabit sermayenin yenilenmesi, var olan sabit sermayenin yok edilmesi anlamına gelir. Bu süreç, makineli üretim aşamasında olan her kapitalizmde/ülkede görülür.
Sorun genel anlamda böyle olmasına rağmen, kapitalizmde eşit olmayan gelişmenin bir sonucu olarak bugün güçlü, uluslar arası tekelci olan sermaye, kriz koşullarını kullanarak iflas eden, kendini yenileyecek güçte olmayan işletmeleri satın alır. Kriz dönemlerinde emperyalizme bağımlı ve yeni sömürge ülkelerde, özellikle mali kriz ve devalüasyon sonucu zor durumda kalan, değerleri düşen işletmeler, yabancı sermaye tarafından ucuza kapatılır. Bu işletmeler ne denli modern olurlarsa olsunlar, kriz onları kelepir yapar. Birkaç sene öncesini hatırlayalım. “Asya Kaplanları” denen ülkelerde patlak veren mali ve arkasından da fazla üretim krizleri sonucunda bu ülkelerde ulusal para birimlerinin değeri düşmüş, sanayi ve hizmet sektörlerinde o güne kadar pahalı ve dev işletmeler kelepir olmuş ve uluslar arası tekelci sermaye temsilcileri bu işletmeleri ucuza kapatmak için adeta kuyruk oluşturmuşlardı. Özellikle Amerikan kaynaklı yatırımcılar, bu ülkeleri, ucuzlamış şirketlerini de ele geçirerek talan ettiler ve ediyorlar.
Birkaç sene önce “Asya Kaplanları” denen ülkelerde yaşananlar bugün Türkiye’de yaşanıyor. Şubat mali krizi, Türkiye’de görülmüş en şiddetli ve kapsamlı mali kriz, TL’nin dolar karşısında neredeyse yüzde yüz değer kaybetmesine yol açtı, öncelikle mali sektörü, başta da bankacılığı vurdu. Kamu bankalarına ilgi fazla yok, ama özel bankalar (Demirbank, Finansbank, Garanti Bankası, TEB) yabancı sermaye tarafından satın alınıyor. Krizden dolayı değer kaybına uğrayan bankalar, akıl almaz ucuzlukla, yaklaşık değerinin üçte birine, yabancı sermayenin eline geçiyor. Talan sadece mali sektörle sınırlı değil. Maddi değerlerin üretildiği sektörlerde de (sanayi, tarım, enerji, ulaşım) durum aynı. Bu sektörlerde de işletmeler, bedava denecek derecede ucuzlamış. Kriz ve zorluklar, bu işletmelerin yabancı sermayeye peşkeş çekilmesini beraberinde getiriyor. Bunun en tipik örneğini Telekom oluşturur. Bir zamanlar 20-30 milyar dolarlık fiyat biçilen bu işletmenin -teknolojik bakımdan dünyanın bu alandaki sayılı işletmelerinden biri- bugün 3-5 milyar dolarlık bir değeri olduğu söyleniyor.
Ekonomik kriz ve sonuçları, bunun ötesinde özelleştirme dayatması, özel ve devlet sektörlerinde işletmelerin ucuza satılmasına neden olmaktadır. Özelleştirme ile devlet işletmeleri, çoğunlukla yerli özel sermayenin eline geçiyor. Yerli sermaye ise ya yabancı sermaye ile ortaklık içinde ya da doğrudan yabancı sermaye tarafından satın alınıyor.
Böylece yabancı sermaye, ülkenin ekonomisini doğrudan ele geçiriyor, yönlendiriyor. Yabancı sermaye ulusal pazar olgusunu böyle ortadan kaldırıyor, ülkenin bütün zenginliklerine adeta el koyuyor.
Hükümet mi? Burjuvazi buna yerli-yabancı ortaklığı diyor. Yabancı sermayeyi çekmek diyor, yabancı sermaye yatırımı diyor. Doğrudur, bu bir yabancı sermaye yatırımıdır. Ama o sermayenin koşullarında bir yatırım. Bu, aynı zamanda ülkede üretilen artı değerin götürülmesi, işgücünün ve maddi zenginliklerinin talan edilmesidir. Bundan dolayı bu, emperyalist hâkimiyetin somut ifadesidir. Öyleyse bu, antiemperyalist ve sosyalizm için mücadelenin önemli bir nedenidir.
Kriz, ucuzlayan sabit sermaye, yabancı sermaye, ülkenin zenginliklerinin talanı, bütün toplumu; başta işçi sınıfı ve emekçi yığınları ayağa kaldıran bir faktör olmalıydı. Şimdiye kadar olmadı, daha doğrusu böyle bir faktöre dönüştürülemedi. Neden böyle bir faktöre dönüştürülemediği ders çıkartılması gereken bir sorun yapılmalıdır.

ŞİMDİ DE MAKEDONYA İŞGAL EDİLİYOR


 
Balkanların(eski Yugoslavya’nın) yerel çatışmalar sonucunda emperyalist ülkeler tarafından işgali son aşamasına geldi. Yugoslavya’nın parçalanmasıyla başlayan yerel çatışmalar süreci Makedonya’nın işgaliyle sonuçlandırılıyor. Makedonya’ya NATO çerçevesinde emperyalist ülkelerin müdahalesini, UÇK’yı (Ulusal Kurtuluş Ordusu) silahsızlandırmak olarak açıklamak -asker göndermenin resmi açıklaması böyle- ne kadar inandırıcı ve doğruysa, Kuveyt’in bağımsızlığını savunmak adına Irak’a saldırmak da o kadar doğru ve inandırıcıdır.

NATO Konseyi’nin aldığı karar üzerine “durumun yerinde bir fotoğrafını çıkartmak” için NATO’nun Avrupa baş komutanı Joseph Ralston, Makedonya’ya gitti ve “silahların istikrarlı bir susuşunun”, planlanmış 3500 NATO askerinin gönderilmesi için ön koşul olduğunu açıkladı. Ama silahlar istikrarlı susmadan önce -susmuyor- öncü askerler Makedonya’ya indirildi. Aynen Kosova’da olduğu gibi Makedonya’da da NATO askerleri, hazırlanan plan gereği her bir emperyalist ülkenin kontrol etmekle -Nato’nun resmi açıklamasına göre UÇK’yı silahsızlandırmak için- görevlendirildikleri bölgelere yerleşecekler. Nasıl ki Kosova, Amerikan, Alman, Fransız, İngiliz vb. bölgelerine ayrılmışsa, Makedonya da UÇK’nın eylem alanı veya Arnavutların yaşadıkları alan bazında bölgelere ayrılıyor.

Kim ne istiyor?
NATO çerçevesinde emperyalist ülkelerin Makedonya politikası, Kosova politikalarının bir devamıdır. Bütünselliği içinde AB, Makedonya’da NATO faaliyetinin sorumluluğunu üstlenmekle ne derece ortak hareket etme yeteneğine sahip olduğunu gösterecek. Ama AB sorumluluğuna rağmen NATO, ABD’nin çıkarlarına ters düşen bir politika izleyemez.

Alman emperyalizmi açısından Balkanlar, bu ülkenin dünya politikasında önemlidir. Çünkü Alman emperyalizminin Ortadoğu’ya, bunun ötesinde Kafkasya/Hazar Havzası’na, Akdeniz’e doğru yayılmasında veya Almanya’nın etrafının İtalya, Fransa, İngiltere ve doğuda da Rusya tarafından çevrili olduğunu düşünürsek, Balkanların Alman emperyalizminin dünyaya açılabileceği yegane koridoru oluşturduğunu görürüz. Alman emperyalizmi yüz yıllık “Drang nach Osten”; Doğuya yöneliş ve “Drang nach Südosten”; Güneydoğuya yöneliş politikasından vazgeçmemiştir. Bu jeopolitik anlayış Balkanları, Alman emperyalizmi açısından önemli kılmaktadır. 
 
Amerikan emperyalizmi, AB’nin bağımsız askeri ittifak oluşturma çabasını nihayetinde kendine karşı bir güç oluşturma olarak algılıyor. Amerikan emperyalizmi Balkanları böyle bir oluşuma terk etmek istemiyor. Özellikle Alman emperyalizminin yayılmacılığını (Balkanlar, Orta ve doğu Avrupa) ve Hazar Havzası petrol ve doğal gazını dünya pazarlarına taşıyan boru hatlarından birisinin Karadeniz-Bulgaristan-Balkanlar (muhtemelen Kosova veya Makedonya) üzerinden geçmesi durumunda bu hattı kontrol etmek amacıyla Balkanlara yerleşmiş durumda.

Fransa ve İngiltere gibi emperyalist ülkelerin Makedonya’daki fonksiyonu, ABD ve Almanya’nın politikalarını kontrolden pek öteye geçmiyor. Bu iki ülke, Balkanlarda, somutta da Makedonya’da Almanya ve ABD ile “aşık atacak” durumda değil.

Kosova’da olduğu gibi Makedonya’da da emperyalist ülkeler birbirlerini izliyorlar, UÇK’yı silahsızlandırma adı altında faaliyetlerini karşılıklı kontrol ediyorlar.

Rusya şimdilik sessiz kalıyor. Ama bu, Makedonya’da NATO çerçevesinde emperyalist ülkelerin faaliyetini onadığı anlamına gelmez. 
 
Tarihi bağlarından dolayı Kosova’ya asker gönderen Türkiye, aynı nedenlerden dolayı Makedonya’ya da asker gönderiyor. Emperyalist kurtların sofrasında Türkiye’ye yer yok. Sadece, verilen görevi yerine getiriyor, emperyalist işgale hizmet ediyor ve aynı zamanda bölgede var olduğunu göstermiş oluyor.

Makedon devleti, Arnavut milliyetçileriyle tek başına baş edemeyeceğini, bölünmenin kaçınılmaz olduğunu ve bölünme durumundan sonra geriye kalan Makedonya üzerinde komşu ülkelerin (Yunanistan, Bulgaristan ve Sırbistan) baskıların artacağını hesap ederek NATO’nun UÇK’yı silahsızlandırma adı altında ülkeye müdahalesini kabul etti. 
 
Kosova savaşı ve Makedonya’ya müdahale en çok Arnavut milliyetçilerin işine yaradı. Büyük Arnavutluk politikası güden Kosova ve Makedonya’da UÇK, emperyalistler arası çelişkilerden yararlanıyor. Arnavutlar, Büyük Arnavutluğu kurmak için acele etmiyorlar. Bu amaca tek başına ulaşamayacaklarını da biliyorlar. Kosova, fiilen bağımsız. Oradaki emperyalist hakimiyetin devamı, Kosova üzerinde Sırp talebinin giderek hayal olması anlamına geliyor. Aynı taktik şimdi Makedonya’da uygulanıyor. Makedonya’da NATO’nun varlığı, bu ülkenin Makedon ve Arnavut nüfusların yaşadıkları bölgelere göre bölünmesi anlamına geliyor. Bu bölünme, sonuç itibariyle, fiili bölünmeye doğru gelişen sürecin başlangıcı olmaktadır. Kendiliğinden olmazsa, terör ve baskıyla nüfus hareketi de olacak; ülkelerin demografik yapısı değişecek. Arnavutların hak talep ettikleri bölgelerde sadece Arnavutlar yaşar olacak, oradaki Makedonlar kovulacak. Tersi bir gelişme de Makedonların yaşadığı bölgelerde olacak. Aynen Kosova’da, Bosna-Hersek’te, dağılan Sovyetler Birliği’nde olduğu gibi.

Balkanlar, emperyalistler arası çelişkilerin en çok keskinleştiği üç bölgeden birisi. Revizyonist blokun dağılmasından sonra Balkanlarda keskinleşen emperyalistler arası çelişkiler, Yugoslavya’nın dağılmasını beraberinde getirdi. Dağılan Yugoslavya toprakları üzerinde yerel savaşlar kapsamında sürdürülen emperyalist hegemonya mücadelesi, Makedonya’ya NATO çıkartmasıyla nihai aşamasına varıyor. 
 
NATO’nun Makedon macerası güya bir ay sürecek. Ama Makedonya’da bir ay kalmanın değil, daha uzun bir dönem kalmanın nedenleri çok. Makedonya’nın Kosova olmamasının değil, olmasının nedenleri çok. Bu durumda NATO çerçevesinde emperyalist ülkeler, bu ülkeye asker gücüyle de yerleşecekler ve böylece, emperyalistler arası çelişkilerin günümüzde en çok keskinleştiği üç bölgeden birisi olan Balkanlarda güya barış sağlanmış olacak. Bu “barış” adı altında emperyalistler arası rekabet sürecek.

Anlaşılan o ki, sıra Hazar Havzası petrol ve doğal gaz boru hattı için rekabete geliyor. Bu bölgedeki doğal enerji kaynakları; çıkarımı ve üretimi çok uluslu tekeller tarafından paylaşıldı.

Şimdi sıra bu enerjinin dünya pazarlarına taşınmasına geldi. Balkanların bu şekilde halledilmesiyle hegemonya mücadelesinde öncelikle boru hatlarının güzergahına kayacağa benziyor.

19 Ağustos 2001 Pazar

HAZAR HAVZASI-ORTADOĞU EKSENINDE NE OLUYOR?


 
Kosova’dan sonra şimdi Makedonya da NATO çerçevesinde emperyalist ülkeler tarafından fiilen işgal ediliyor, paylaşılıyor. Bir “gece operasyonu” ile Priştina havaalanını işgal eden Rusya, bu sefer de Üsküp havaalanına iner mi, bunu bilmiyoruz. Ama her halükarda Makedonya’nın işgaline seyirci kalmaz. Aynı dönemde Hazar Havzası’nda sular Iran tarafından ısıtıldı. Diğer taraftan ABD ve Ingiltere, yeni bir bahane ile Irak’ı bombaladı. Bunun ötesinde Suriye üzerinden Filistin-Israil sorununa fiilen katılmak isteyen Irak’ın bu niyetine Suriye’nin olumlu yaklaşmaması için İncirlik'ten kalkan uçaklar Suriye üzerinden Irat’a yöneldirildi. Kısa bir zaman önce de Israil başbakanı A. Şaron Türkiye’yi ziyaret etti. Türkiye-Israil görüşmelerinde, Türkiye’nin Filistin sorunundan dolayı Israil’i uyarısının yanı sıra askeri konular konuşuldu ve Israil, Hazar Havzası’ndaki çelişkilerde, somutta da Azerbaycan-Iran arasındaki sorunda Türkiye üzerinden Iran’a karşı tavır alma isteğini açıkça dile getirdi. Bu gelişmeler günümüzde emperyalistler arası çelişkilerin en çok keskinleştiği Balkanlar-Hazar Havzası-Ortadoğu üçgeninde belli bir hareketliliğin olduğunu ve bundan Türkiye’nin doğrudan etkilendiğini ve Amerikan emperyalizmi yanında taraf olduğunu göstermektedir.

Emperyalistler arası çelişkilerin bugün açısından en çok keskinleştiği bu üç alan ve onun ortasında yer alan Türkiye, Amerikan emperyalizminin 21. yüzyıl hakimiyet stratejisi açısından; Avrasya jeopolitikası açısından bağlayıcı önemi haiz bir ülkedir.

Bu dönemde hangi akla hizmetten dolayı veya ne türden bir durumu fırsat olarak değerlendirdiğini sanarak Azerbaycan’a tehdit savuran Iran, cevabını almakta gecikmedi. PKK’ye verdiği destekten dolayı Iran’a Türkiye’nin tepkisi nispeten “ılımlı” kalmışken, bu sefer iş, nota vermeye ve tehdide kadar vardırıldı. Verilen mesaj açıktı: Azerbaycan’a dokunan bana dokunur! Aynı dönemde ABD ve İngiltere de tepkilerini gösterdiler.

Ortadoğu’da (Körfezde) ABD ve İngiltere, Irak’ı havadar kontrole ve ara sıra da bombalamaya devam ediyor. Bu iki emperyalist ülke, ambargo devam ettiği müddetçe diğer emperyalist ülkelerin ve tekellerinin Irak ile yaptıkları petrol üzerine anlaşmaların geçersiz kalacağını biliyor. Bu nedenden dolayı Irak’ı taciz ve Arap ülkeleri arası ilişkilerde ve Filistin-Israil sorununda tecrit etmeye devam ediyor.

Filistin-Israil arasındaki çatışmalar, kontrollü çatışmalar olarak devam ediyor. Her iki taraf da şiddetin dozajını o anki duruma göre tespit ediyor. Şiddet, her halükarda kontrollü. 
 
Y. Arafat, Oslo anlaşması koşullarında veya Camp David görüşmeleri koşullarında İsrail ile yeniden “barış” masasına oturmaya hazır. Ama İsrail buna hazır değil. İsrail, Y. Arafat ve Filistin Otonomi Yönetimi nezdinde Filistin’i teslim almaya, Y. Arafat’ın koşulsuz ve evet diyecek bir ruh hali içinde masaya oturmasını istiyor. İsrail, biz Filistin ile anlaşırız, ama bizim koşullarımızda anlaşırız. Şimdiye kadar uzlaşılmayan konularda tartışmayız ve Filistin’in bu konularda İsrail'in görüşlerini onaması gerekir dayatmasında bulunuyor.

Filistin tecrit edilmiş durumda. Filistin sorununda ılımlı Arap ülkeleri; Ürdün, Mısır, S. Arabistan vs. İsrail'in saldırılarından rahatsız olduklarını ifade ediyorlar. Ama daha da ileri gideni yok. Filistin’i güya destekleyen Türkiye ve AB’nin tavrı da aynı. Irak, Iran ve Suriye’nin soruna müdahaleleri olanaksız (gerçekten müdahale edip etmeye niyetli olup olmadıkları da ayrı bir sorun). Duyarlı dünya kamu oyunun tepkisi ve desteği de verbal olmaktan öteye geçmiyor. Bu durumu İsrail de görüyor ve acele etmeksizin kontrollü şiddetle Filistin yönetimini, bazen fiziki olarak da yok ederek, teslim almaya çalışıyor.

Hazar Havzası-Ortadoğu hattındaki gelişmelerde Türkiye ve İsrail'in konumu, gelişmelere müdahale istekleri göz önünde tutulursa Amerikan emperyalizmi patronluğunda kurulan yeni Türkiye-İsrail ilişkilerinin ne denli derinleşmiş olduğu anlaşılır. ABD+Türkiye+İsrail stratejik ortaklığı, ayrıca Türkiye+ABD ve ABD+İsrail stratejik ortaklığı Amerikan emperyalizminin çıkarlarına en iyi hizmet edecek bir şekilde gelişiyor.

Hazar Denizi’nin paylaşımı konusunda kıyıdaş ülkeler arasında anlaşma henüz sağlanamadı. Konuya ilişkin gerginlikte Iran, dönem dönem ortak hareket ettiği Rusya’nın desteğini bile alamadı. Yalnız kalınca -belki, bunu bahane ile Türkiye’nin doğal gaz anlaşmasını iptal eder tedirginliğiyle de- geri adım attı. Bölgedeki çelişkiler, henüz, yerel çatışmaları gündeme getirecek kadar keskinleşmemiştir. Keza Ortadoğu’da da, Körfez ve Filistin-İsrail sorunundan dolayı çelişkiler, bölge ülkelerinin savaşmalarını beraberinde getirecek kadar keskinleşmemiştir. Ama her iki bölge barut fıçısı olma özelliğinden hiçbir şey kaybetmemiştir.

Amerikan emperyalizmi 21. yüzyıl hakimiyet stratejisini; Avrasya jeopolitikasını her iki bölgede üssü olan Türkiye ve İsrail üzerinden adım adım örüyor. Bu ve diğer “dost” ülkeleri kendi çıkarlarına koşuyor. İsrail'in pervasızlığının ve Türkiye’nin birdenbire Iran’a kükremesinin altında yatan, Amerikan politikası ve desteğidir.

18 Ağustos 2001 Cumartesi

EKONOMİ VE GÜVEN

Ekonomik gelişmenin, burjuva ve Marksist teorilere göre değerlendirilmesi farklı sonuçlara götürür. Burjuva iktisat teorilerine göre kıstas olan, Marksist ekonomi teorisinde önemsiz bir gösterge olabilir. Soruna farklı sınıflar ve bu sınıfların dünya görüşüne tekabül eden teoriler açısından yaklaşım esas olduğu için, varılan sonuçlar da her bir sınıfın siyasi eğilimini yansıtır. İster istemez bu böyledir. Her bir sınıf, ekonomiye kendi sınıfsal çıkarları doğrultusunda yaklaşır. Ekonomik kriz dönemlerinde aynı yaklaşım, farklı faktörlerin etkide bulunmasıyla daha karmaşık da olabilir. Öyle ki farklı faktörlerin, doğrudan ekonomiden kaynaklanmayan faktörlerin gündemde olması ve ekonominin seyrini etkilemesi durumunda kimin ne dediğinin pek belli olmadığı, politikasızlık ve çözümsüzlük gibi durumların olduğu algılanması yaygınlaşır. Buna güvensizlik ortamı denir. Türkiye’de böyle bir ortam hâkimdir. Ama bu güvensizliğin son bir kaç ayın ürünü olduğuna inanmak yanlış olur. Söz konusu güvensizlik, ekonomik krizle; Şubattan bu yana ekonomik gelişmelerin sonucu olarak doğmuş bir güvensizlik ortamı değildir. Şubattan bu yanaki süreç güvensizliği, deyim yerindeyse, sadece ve sadece kapsamlaştırmış ve derinleştirmiştir.
Bu güvensizliğin yegâne nedeni siyasi krizdir. Bu anlamda siyasi güvensizlik ve siyasi kriz, bir madalyonun iki yüzünü oluşturur.
Türkiye’de burjuvazi yönetememe krizi ve bu anlamda siyasi kriz içinde debeleniyor. Burjuvazi yönetememe yeteneğinden yoksun değil. Ama mevcut kadrolarıyla yönetemez duruma gelmiştir. Türkiye burjuva cumhuriyetçi tarihinin birikmiş bütün yapısal sorunlarıyla karşı karşıya. Zamanında şu veya bu sorun bazında kendini yenilemeyen, yapısal yeniden yapılanamayan sistem şimdi zorlanıyor. Burjuvazinin önemli bir kesimi yeniden yapılanmaya cesaret edemiyor. Böyle bir durum ekonomik krizi de olumsuz etkiliyor.
Burjuva anlayışa göre, alınan tedbirlerle ekonominin olumlu bir seyir içinde olması gerekiyordu: 19 milyar dolardan fazla bir kredi. Başta ABD olmak üzere hemen bütün emperyalist ülkelerden gelen destek. Türkiye’nin stratejik önemini ön plana çıkartan çağrılar. Amerikan emperyalizminin jeopolitik çıkarındaki önemli konumundan dolayı sürekli vurgulanan “stratejik ortaklık”. IMF’nin ikinci başkanı S. Fischer’in Türkiye ziyareti ve verdiği “gaz” vs. vs. Bütün bunlar burjuva iktisat anlayışına göre mali piyasalarda ateşi söndürmeye bin kez yeterdi. Ama olmadı ve kolay kolay da olacağa benzemiyor. Çünkü siyasi güvensizlik faktörü belirleyici oluyor.
Geniş emekçi yığınları; rahatlıkla söyleyebiliriz ki Türkiye’nin kaymağını yiyen birkaç on bin dışında herkes, bu hükümete ve mevcut siyasi yapıya güvenmiyor. Bunların içinde parasal birikimi olanlar TL yerine dövizi tercih ediyor. Burjuva iktisatçılarının önemini çokça vurguladıkları “yastık altındaki para”yı harcamıyorlar, dolaşıma çıkarmıyorlar.
Rantçılar, mevcut güvensizlik ortamını kullanarak vurgun yapıyorlar. Buna yerli ve yabancı bankalar ve sanayi işletmeleri de katılıyorlar. Rantçılar mevcut güvensizlik ortamını kullanarak vurgun yapıyorlar. Buna yerli ve yabancı bankalar ve sanayi işletmeleri de katılıyor.
Oldukça yüksek reel faiz Türkiye’yi vurgun/talan cenneti yapmış.
Böylesi koşullarda alınan tedbirler, burjuva iktisadı açısından ne denli doğru ve önemli olursa olsun, etkisini hemen ve olduğu gibi yansıtamaz.
Ekonomik kriz devam ediyor. Bunun ötesinde Türkiye, borçlanma krizi sorunuyla da karşı karşıya. Böyle bir kriz patlak verir mi, yani Türk burjuvazisi, ‘kusura bakmayın, borçlarımı ödeyemiyorum, bir moratoryuma gidelim’ der mi, bunu bilemeyiz. Ama böyle bir olasılığın maddi koşulları var. Burjuvazi, bundan sonraki sürecin, son 10-15 yıldaki gibi olamayacağını, borcun sürekli ve yüksük faizle çevrilemeyeceğini artık anlamış gözüküyor.
Ekonomik krizden dolayı 100 binlerce işçi sokağa atılmış, binlere esnaf iflas etmiş, küçük ve orta boy işletmeler batıyor. 2001 yılının ilk yarısı itibariyle imalat sanayinde üretim, toplam işletmelerde yüzde 62,5 oranında gerilemiş.
Bu gelişmelerin toplum açısından kaçınılmaz sonucu: siyasi güvensizliğin artmış, yoksulluğun, sefaletin artması, intihar, hırsızlık, fuhuş olaylarının artması, umutsuzluğun, geleceğe güvensizliğin kol gezmesi ve nihayet toplumsal patlama olasılığı. Ekonomik krizin sonuçlarının ve siyasi güvensizliğin nihai sonucunun toplumsal patlama olabileceğini burjuvazi de görüyor. Bu nedenle o, bir taraftan “sağduyu” çağrısı yaparken, diğer taraftan da tedirginlik içinde. Burjuvazi korkuyor. Korkmakta ve tedirgin olmakta haksız da değil.

1 Ağustos 2001 Çarşamba

ÖZELLEŞTİRME - MÜLKİYET VE SENDİKASIZLAŞTIRMA


ÖZELLEŞTİRME - MÜLKİYET VE SENDİKASIZLAŞTIRMA

Özelleştirme, neoliberalizmin ögelerinden birisidir. Son 10-15 yılın en sık kullanılan kavramlarından “küreselleşme” ve neoliberalizmin bir sonucu olarak özelleştirme, çoğu kez işsizleştirmenin, sendikasızlaştırmanın ifadesi olarak algılandı. Şüphesiz ki özelleştirme, işten çıkartmaya ve sendikasızlaştırmaya neden olur. Ama özelleştirmede amaç bu mu?