deneme

21 Aralık 2000 Perşembe

ASGK-NATO VE TÜRKİYE


 
14-15 Aralıkta düzenlenen NATO Konseyinde sonuç alınamadı. Bakanlar düzeyindeki bu toplantıda AB’nin Nice zirvesi kararları sonucu, AB ile NATO arasındaki güvenlik ve işbirliği sorunlarının sonuçlandırılması ve belli bir kararın alınması bekleniyordu. Toplantı sonuçsuz kaldı, bir uzlaşma sağlanamadı. Bunun nedeni de Türkiye’nin itirazı ve diretmesiydi. En son gün ABD’nin devlet başkanı düzeyinde devreye girmesi ve Türkiye’den veto hakkını kullanmasından kaçınmasını istemesi de sonuç vermedi. Türk hükümeti, veto etmiyoruz, ancak “ulusal” çıkarlarımızdan taviz vermiyoruz açıklamasını yaptı. Veto etmekle, ulusal çıkarlardan vazgeçmem anlayışı, soruna ilişkin olarak, en fazlasıyla farklı bir diplomatik tanımlamaydı.

Türkiye ile AB’yi yeniden karşı karşıya getiren gelişme nedir? Daha ortalıkta AB yokken (1957’de Roma Anlaşmalarına göre kurulmuştur), ‘40’lı yılların sonunda Batı Avrupa Birliği (BAB), Avrupalı devletlerin güvenlik örgütü olarak şekillendirilmek amacıyla kuruldu. ABD’nin müdahalesi, NATO’nun kurulması, BAB’ın ölü doğmasına neden oldu. BAB, ABD-AB arasında çelişkilerin sertleştiği dönemlerde, güya ABD’yi tehdit amacıyla AB’li emperyalist ülkeler tarafından gündeme getirilse de, ne o zaman var olan Sovyetler Birliği-Warşova Paktı tarafından, ne ABD ve ne de bizzat AB tarafından ciddiye alınmıştı. Revizyonist blokun ve dolayısıyla Warşova Paktı’nın dağılmasıyla (1989-1990/91) NATO, amaçsız bir askeri pakta dönüştü. Bir taraftan NATO, kendine yeni görev ararken; durumdan görev çıkartmaya çalışırken, diğer taraftan da ABD ile AB arasındaki emperyalist çelişkiler, “komünizm”, Sovyet tehlikesi baskısı ortadan kalkınca bütün çıplaklığıyla ortaya çıktı. AB, ABD ile çelişkilerinin, dünya hegemonyası için mücadelesinin kaçınılmaz bir sonucu olarak ayrı askeri örgütlenmesine ağırlık vermeye başladı ve fonksiyonsuz BAB anlayışı bir kenara atılarak, Avrupa Savunma ve Güvenlik Kimliği (ASGK) anlayışı geliştirildi.

Amerikan emperyalizmi, ASGK’nın NATO’ya vurulan bir darbe olduğunu çok iyi bildiğinden bu örgütlenmenin kendi kontrolünde gelişmesi için faaliyetini yoğunlaştırdı. AB’nin, Almanya ve özellikle Fransa gibi emperyalist ülkeleri Amerikan emperyalizminin tepkisini yumuşatmak ve bağımsız askeri örgütlenmenin kurumsallaşmasını engellememesi için ASGK’nın, NATO’dan bağımsız olmayacağı anlayışını geliştirdi. Ama gelinen nokta, esas düşüncenin hiç de öyle olmadığını gösterdi. ASGK, bugün güç açısından bir hiç olduğu için bugün NATO olanaklarından yararlanmayı istiyor, ama güçlenince tamamen bağımsızlaşacaktır. Bu, AB’nin bilinen, ama açıklanmayan esas hedefi. Sorunu karmaşıklaştıran ise, bir kısım NATO üyesinin AB üyesi olması ve bir kısmının da olmaması. NATO üyesi olup da AB üyesi olmayan ülkelerden birisi de Türkiye. Türkiye, NATO üyesi olduğu, ama AB üyesi olmadığı için AB’nin, NATO olanaklarını kullanarak ASGK’yi şekillendirmesine ve karar mekanizmasından dışlanmasına karşı geliyor ve AB’nin, ASGK olarak NATO olanaklarını kullanmak için NATO üyelerinin, dolayısıyla Türkiye’nin de onayını alması gerektiğini savunuyor. Yani, ben de ASGK’nin üyesi olmalıyım diyor ve bunda da direniyor. Son toplantının başarısızlıkla sonuçlanmasını esas nedeni bu.

Tabii sorun, sadece bununla sınırlı değil. Amerikan emperyalizmi ASGK gelişmesinin yönünü görüyor: AB’nin kendine rakip olduğunu ve askeri örgütlenmesini de geliştireceğini biliyor. Bu askeri gelişmeyi yönlendirmeye çalışıyor. Bunu yapabilmek için de kendine bağımlı, aynı zamanda AB üyesi olan NATO üyesi ülkelere ihtiyacı var. İngiltere’nin yanı sıra söz konusu olabilecek ikinci ülke, Türkiye. Ama Türkiye AB üyesi değil. ABD, Türkiye’nin AB üyeliğini esasen bundan dolayı destekliyor; İngiltere ve Türkiye, AB ve ASGK içinde ABD’nin köstebeği olmalılar!
ASGK içinde de görüş birliği şimdilik sağlanmış değil. Fransız emperyalizmi, ASGK’nın NATO’dan bağımsız, salt AB’ye özgü bir askeri kurum olarak geliştirilmesini talep ediyor. AB’nin Nice zirvesinde bu görüşünü dile getirerek ısrarlı oldu, ama İngiltere’nin buna karşı gelmesi sonucunda ASGK’nın özerk olmasına karar verildi. Bu durumda ASGK, şimdilik özerk; NATO’nun olanaklarından yararlanarak gelişen bir askeri yapılanma durumunda.

AB, bölgesindeki; genişleme alanındaki ve de giderek dünyadaki kendi çıkarlarını zedeleyen gelişmelere; devrimci mücadelelere ve kendisiyle diğer emperyalist ülkeler arasındaki çelişkilerin keskinleşmesiyle ortaya çıkacak sorunlara acil müdahale etmek istiyor. Bugün ABD’nin, NATO ve BM ile yaptığına AB, ASGK ile yapmaya soyunuyor. AB, Balkanlara, Ortadoğu’ya, Kafkasya/Hazar Havzası’na müdahale edebileceği ve AB emperyalist çıkarlarını savunacağı varsayımından hareket ediyor.

AB, siyasi bir bütünlük değildir. AB siyasi birliğini sağlamış olmaktan çok uzaktır. Tekelci sermayenin birliği olan AB’de emperyalistler arası çelişkiler; güçler dengesi, AB’nin gelişme ve genişleme seyrini belirlemektedir. Bu anlamda AB önderliğinde bir askeri kurumlaşmanın; somutta da ASGK’nın bir ordu, bir ülkenin ordusu olarak gelişeceğini sanmak siyasi saflıktır. ASGK, bir NATO olarak da gelişemez. Çünkü NATO’nun, iç emperyalist çelişkileri bastırarak gelişmesinin yegane nedeni, sosyalist ve sonra da revizyonist dünya sisteminin varlığıydı. Bu sistem ortadan kalktıktan sonra, NATO içindeki gevşeme ve çıkar farklılıkları tamamen su yüzüne çıktı. ASGK’yı, NATO gibi bütünlüklü geliştirecek; AB içinde emperyalist ülkeler arasındaki eğilimi sıkı ittifaka dönüştürecek, onların arasındaki çelişkileri geri plana atacak bir durum yok. Dolayısıyla ASGK, AB’nin gelişmesine; AB içindeki emperyalist ülkeler arasındaki (özellikle Fransa, Almanya ve İngiltere) çelişkilerin keskinleşmesine bağlı olarak; bu gelişmelere paralel sıkı veya gevşek bir askeri örgütlenme olacaktır. En fazlasıyla, bugün ve yakın gelecekte AB’nin kolektif sömürgeciliğini koruyan bir acil müdahale kurumu olacaktır.

Türkiye, bu müdahalenin kendi bölgesinde olma olasılığından hareketle ve AB'yi, ‘NATO’nun olanaklarını kullanmak istiyorsan beni de üye yaparsın’ dayatmasından dolayı Avrupa emperyalistleriyle ilişkilerini sertleştiriyor ve Türkiye’siz bir ASGK’yı reddediyor.

13 Aralık 2000 Çarşamba

AB’İN NİCE ZİRVESİ

AB, Nice zirvesinde siyasi birliğine bir adım daha yakınlaşmayı, “Avrupa’yı birleştirmeyi” amaçlamıştı. Ama zirvedeki pazarlıklar ve elde edilen sonuçlar, AB’nin siyasi birliği sağlamaktan, Avrupa’yı birleştirmekten fersah fersah uzakta olduğunu gösterdi. Nice zirvesi, AB içinde çıkar çatışmalarını bir kez daha su yüzüne çıkardı.
AB, kendisini yapısal yenilemek ve yeni üyelerin alınması için hazırlanmak amacıyla Nice zirvesini düzenledi. Maastricht’ten sonra en anlamlı zirve olması gerekiyordu. Öyle de oldu; çıkar çatışmalarını bütün çıplaklığıyla yansıtma özelliği bakımından anlamlı bir zirve oldu. Alınan kararlar da çıkar çatışmasını yansıtan kararlar oldu.
Nice kararlarından sonra AB’de hiçbir şey daha kolay ve daha demokratik olmayacak. Tersine, işlerlik daha zor ve daha az demokratik olacak.
Nice zirvesi üye ülkeleri, “ulusal” çıkarlardan dolayı karşı karşıya getirdi. Özellikle emperyalist ülkelerin ulusal çıkar diye öne sürdükleri, tekelci sermayenin çıkarlarından başka bir şey değildi. Almanya, birleşmeden sonra AB’nin, nüfus bakımından da büyük ülkesi olmuş ve bunun karar mekanizmasında hesaba katılmasını talep ediyordu. Almanya’nın büyüklüğünden ve rekabetinden çekinen Fransa, buna karşı geliyor ve Almanya ile kendisi arasındaki güç eşitliğinin devamını talep ediyordu. Büyük Britanya ve İtalya gibi diğer büyük ülkeler de, Fransa gibi açıktan ifade etmeseler de, aynı anlayıştalar.
Yapısal reform, az nüfuslu ülkelerin AB mekanizmasındaki konumlarını zayıflatıyor. Nüfus yoğunluğundan dolayı, örneğin kurucu üyelerden Belçika, Hollanda, aday üyelerden Polonya’nın, Romanya’nın gerisine düşüyorlar. Bu nedenden dolayı Belçika’nın başını çektiği grup, zirveyi terk tehdidini savurdu. Bunun ötesinde AB fonlarından en çok yararlanan Yunanistan, Portekiz ve İspanya gibi ülkeler, yeni üyelerle birlikte AB’nin 27 üyeye çıkmasıyla aldıkları miktarın azalacağı kaygısını düştüler.
Nice’de her bir ülkenin kendisi açısından bir sorunu vardı ve her bir ülke, Avrupa’nın birliğinin kendi sorununun dikkate alınması temelinde sağlanabileceğine inanıyor. Yani bu gidiş, siyasi birliği sağlamaya değil, güçlü olanın hâkimiyetinin açıkça kabulüne götürüyor.
Alınan bazı kararlara:
-Genişleme:
AB, aday üyelerin koşulları yerine getirmeleri durumunda, 2002 yılı sonu itibariyle yeni üye alabilecek durumda olacağını açıkladı. Süreç, kararlaştırıldığı gibi devam ederse, yeni üyeler 2004’teki Avrupa Parlamentosu seçimlerine katılacaklar.
-Çoğunluğa göre karar:
Bakanlar Konseyi’nde şimdiye kadar oybirliğini zorunlu kılan AB Anlaşmasının 40 kadar maddesi, oy çoğunluğuna göre işlem görecek.
-Oy ağırlığı:
AB Bakanlar Konseyinde dört büyük ülkenin (Almanya, Fransa, İtalya ve Büyük Britanya) her birinin 29 oyu olacak (şimdiye kadar her birinin 10’ar oyu vardı). Bu dört ülkeyi 27’şer oyla İspanya ve Polonya takip ediyor.
-AB Komisyonu:
2005’ten itibaren her ülke, Brüksel’e bir komiser gönderme hakkına sahip olacak. Ancak, üye sayısı 27 olunca komiser sayısı da yeniden gözden geçirilecek.
-Askeri politika:
Toplantıda AB’ye özgü askeri politikada karar kılındı. Ama İngiltere’nin çekincelerinden dolayı NATO ile ilişkiler konusunda açıklama yapılmadı.
Portekiz Başbakanı Guterres’in görüşüne göre Nice’de “büyük devletler darbe yaptı”lar. Gerçekten de öyle oldu. Nice’de alınan bütün kararlar dört büyük devletin lehine. Şimdi bu dört emperyalist ülke, AB’yi kendi çıkarları için daha pervasız kullanacaklar.
Yeni oy ağırlığı büyük devletlerin işine yarıyor: 27 üyelik AB’de 17 en küçük ülkenin toplam nüfusu Almanya’nınki kadar (82 milyon). Bakanlar Konseyinde bu ülkelerin toplam oy sayısı 57 iken Almanya’nınki 10 olacaktı. Şimdi durum değişti. Bakanlar Konseyinde oy dağılımı dört büyük devletin lehine değiştirildi.
AB Bakanlar Konseyinde oy sayısı 87’den 346’ya çıkartıldı.
Avrupa Parlamentosunda nüfus çoğunluğu belirleyici. Bu yöntemde de karlı olan Almanya. Mevcut nüfusla elde ettiği sandalye sayısı 99. Buna karşın B. Britanya’nınki 72(15 eksik), Fransa’nınki 72 (15 eksik), İtalya’nınki 72 (15 eksik), İspanya’nınki 50 (14 eksik, Polonya’nınki 50, Romanya’nınki 33. Lüksemburg hariç AB’nin mevcut üyeleri 3 ila 6 arasında sandalye kaybına uğradılar.
Avrupa Parlamentosunda toplam parlamenter sayısı 626’dan 732’ye çıkıyor.
Oy çoğunluğu da büyük devletlerin işine yarıyor. Oybirliği ile karar yerine oy çoğunluğunun koşul olarak getirilmesiyle büyük devletler, istedikleri gibi karar alabilecekler. Örnek; şimdiye kadar nitelikli oy çoğunluğu (ülkelerin nüfus büyüklüğüne göre oy sayısından oluşan çoğunluk) yüzde 71 idi. Bu oran yüzde 73,5’e çıkartıldı. Ama AB’nin üç büyük ülkesi, oy sayısı yeterli olmayan Malta, Kıbrıs, Lüksemburg, Slovenya ve Estonya dışında herhangi bir küçük (oy sayısı yeterli) üye ülke ile ortak hareket ederek herhangi bir kararı engelleyebileceği gibi, istediği kararı da alabilir. Bundan da en çok yararlanan yine Almanya. 82 milyonluk nüfusu ile Almanya, herhangi başka iki büyük ülke ile birlikte her kararı bloke edebilir veya istediği kararı aldırabilir.
Nice zirvesinde Türkiye de yer aldı. AB’nin bu zirvesinde üye ülkelerin yanı sıra aday ülke olarak Türkiye’nin de katılması ve Başbakanın “aile fotoğrafı”nda yer alması burjuvaziyi, en azından AB’cileri sevindirdi. Ne de olsa Türkiye restini çekmiş, Fransa da “Ankara’nın restini gördük” açıklamasını yapmış ve AB, açıkladığı katılım belgesinde Türkiye’nin talep ettiği değişikliği yapmıştı. Böylece Türkiye, ilk aşamada, zirveye katılım koşulu yaptığı noktalarda (Kıbrıs ve Ege sorunları) istediğini koparmış oldu. Ama bu, sorunun sadece bir yönüydü. Katılım Ortaklığı Belgesiyle Helsinki’nin gerisine düşen AB, Nice’de Helsinki kararları seviyesine gelmiş oldu. Hepsi bu kadar.
AB, ileriye dönük yeniden yapılanma planında Türkiye'’e yer vermiyor. Bu planda Türkiye yok, en azından 2010 yılına kadar yok.
Türkiye’nin AB’ye üye olmaya hazır olup olmadığı işin hikâye tarafı. Türkiye, hazırlık bakımından diğer aday üyelerden, en azından bir kısmından hiç de geri değil. AB için sorun olan, Türkiye’nin büyüklüğü, ABD ile ilişkisi ve jeostratejik konunu nasıl kullanacağı.
Üye olma durumunda Türkiye, AB’nin karar mekanizmasında en azından Almanya kadar ağırlığa sahip olacak. Bakanlar Konseyinde Almanya, Fransa, İtalya ve İngiltere’nin yanı sıra 29 oya sahip olacak. Avrupa Parlamentosu’nda da Almanya gibi 99 sandalyeye sahip olacak. Bu gücüyle Türkiye, örneğin İngiltere veya Fransa ve bir-iki küçük ülke ile birlikte AB’yi karar almasında yönlendirebilecek duruma gelecek. Bunu kendi çıkarına mı, yoksa ABD’nin çıkarına mı yapacağı pek de önemli değil. Önemli olan ağırlığın kendisi ve bu Almanya’yı korkutan nedendir.
Gelinen süreç şunu gösteriyor:
Kıbrıs ve Ege sorunları öne sürülerek Türkiye’nin üyelik sürecini sürüncemede bırakma taktiği artık geride kaldı. AB, Türkiye’yi, karar mekanizmasındaki ağırlığını da hesaba katarak ya üye yapacak, ya da yapmayacak. Her iki durumda da Türkiye’nin jeostratejik konumu/önemi belirleyici olacaktır. Türkiye’nin AB üyeliğine kararı verdirecek olan AB ile ABD’nin bölgemizdeki rekabetidir.

5 Aralık 2000 Salı

BORSA OYUNU!

İMKB’nda iki haftadan beri süren olağanüstü hareketlilik çeşitli kesimler tarafından farklı biçimlerde yorumlanıyor. Burjuva kesimlerin genel kanısı, İMKB’nda faiz-kredi likidite hattında bir mali krizin patlak vermiş olmasıdır. İMKB’nda endeksin gelişme seyri, bu kanıyı doğrular gözükmektedir. Öyle ya 20 bin sınırına dayanmış olan endeksin şimdi, 4.12. 2000 tarihi itibariyle, 7 bin seviyesine düşmesi borsada işlem gören hisse senetleri fiktif (hayali) değerinin yarıdan çoğunun kaybedilmesi anlamına gelir.
Görünümü bir kenara bırakıp, mali kriz için nesnel koşulların olup olmadığına bakarsak farklı bir durumla karşı karşıya kalırız. Hangi biçimde olursa olsun mali kriz, fazla üretim krizinin bir refakatçisidir, habercisidir. Marksist kriz teorisine göre birçok kriz yoktur. Bir kriz vardır. O da fazla üretim krizidir. Bu kriz de kapitalist yeniden üretim sürecinde doğar. Diğer krizler; para-kredi-mali krizler, kapitalist yeniden üretim sürecinden kaynaklanmazlar. Bu krizlerin patlak vermesinin bir dizi nedeni vardır. Bu nedenlerin toplamı, yansıyış biçimleri nasıl olursa olsun, reel üretimdeki; sanayi üretimindeki gelişmenin olumsuzluğuna doğrudan bir işarettir. Yani kapitalist bir ülkede, hangi biçimde olursa olsun bir mali kriz patlak veriyorsa bu, sanayi sektöründe olumsuz gelişmenin bir habercisidir. Şayet böyle bir durum yoksa; mali sektördeki dalgalanma reel üretim sektöründeki gelişme eğilimini yansıtmıyorsa, orada belli bir zorlama, politikada, hükümetin aldığı birtakım tedbirlerde ve uygulanmasında sakatlık var demektir. Türkiye’de böyle bir durum söz konusudur.
Sanayi üretiminin gelişme seyri bunun böyle olduğunu göstermektedir: sanayi üretimi, bir yol öncesine göre 2000 yılının ilk çeyreğinde yüzde 3; ikinci çeyreğinde yüzde 3,7 ve üçüncü çeyreğinde de yüzde 9,7 oranında mutlak büyüyor. Soruna aylık reel üretim bazında bakarsak: 1999’un aynı aylarına göre sanayi üretimin 2000 yılının Haziranında yüzde 2,4; Temmuzunda yüzde 3,5; Ağustosunda yüzde 17,1 ve Eylülünde de yüzde 6,3 oranında mutlak büyümüş.
Demek oluyor ki, reel üretim açısından ekonominin bir sorunu, krizsel bur durumlu söz konusu değil. Tam tersine sanayi üretimi, genel beklentinin de ötesinde oldukça hızlı büyüyor ve büyümenin hızı, enflasyona karşı mücadeleyi olumsuz etkilediği için IMF ve hükümet tarafından pek de istenmiyor. Salt bu durum, İMKB’nda yaşanan son gelişmenin ekonomi kaynaklı olmadığını ve bundan dolayı da gerçek bir mali-likidite-borsa krizinden bahsedilemeyeceğini göstermektedir.
İMKB’ndaki gelişmenin, bu boyutlarda olmasa da böyle olacağı çok önceden biliniyordu. Bu anlamda yeni olan bir şey yok. 1999’da, depremden önce acınacak bir durumda olan borsa, depremin verdiği zarara; sanayi üretimini olumsuz etkilemesine rağmen sürekli yükselmiş ve bu yılın başında 20 bin sınırına dayanmıştı. Bu, şişirme bir gelişmeydi. Sonra endeks, düşüşe geçti. Bu düşüş, 12-13 bir civarında normal seviyesini almaşı olacaktı. Belli bir dönem öyle de oldu. Ama sonra durum yeniden değişti. Bu değişmenin nedenini Merkez Bankası Başkanı Gazi Erçel şöyle açıklıyor:
“Bizde bankalar tepişiyordu, şu oluyordu, bu oluyordu. Ekonomik programın yarattığı değişiklikler var. Düzen değiştiriyoruz, kolay değil. Bütün faktör gelirlerinin altını üstüne getiriyoruz. Kar, faiz, rant, ücret alışkanlıklarını değiştiriyoruz. Tam buralara doğru giderken bir boşluk aranıyor, zayıf bir nokta bulunuyor, o nokta daha da zayıfladığı bir anda yükleniliyor” (Sabah, 3 Aralık 2000).
Erçel doğru söylüyor.
Reel ekonominin hiçbir göstergesinin İMKB’ndaki son gelişmelere işaret olmaması bunu gösteriyor.
Borsa, hayali büyük miktarların el değiştirdiği, birilerinin kazanıp birilerinin kaybettiği bir kumarhanedir. Orada endeksin hareket yönü, spekülasyon tarafından belirlenir. “Camia”da ortaya atılan bir dedikodu bile borsayı etkiler.
Ne oldu? Hasan, Hüseyin’e kredi vermedi. Hüseyin de Veli’ye olan borcunu ödeyemedi ve Veli de, Hasan’a olan borcunu ödeyemedi. Hasan, Hüseyin, Veli veya A,B,C, birer şirket veya banka. Bunlar arasındaki parasal ilişkinin tıkanması sonucunda Merkez Bankası devreye girdi ve piyasaya fazladan para sürerek tıkanıklığı, likidite ihtiyacını gidermeye çalıştı. Enflasyonu düşürme üzerine kurulmuş bir “istikrar” programının uygulandığı, bankacılık sektöründe yolsuzluğun üzerine gidildiği bir dönemde borsanın her türlü oyuna daha açık olacağı, birtakım çevrelerin fırsat kolladıkları ve saldırıya geçecekleri bilinmeliydi. “İstikrar” programının ne denli başarılı veya başarısız olduğundan bağımsız olarak, hükümetin bu program uygulanmasından rahatsız olanlar var. Bunlar; rantçılar, faizciler, banka içi boşaltanlar, hortumcular, kayıt dışı ekonomi alanında faal olanlar, enflasyondan kazananlar düzenlerinin devamından yanalar. Bunlar, sistemin bir nebze de olusun disipline edilmesine şiddetle karşıdırlar. Bunlar, uygulamadaki aksaklıktan, Erçel’in belirttiği sorunlardan yararlanarak mevcut likidite sorununu bilinçli bir şekilde büyüttüler ve bugünkü yapay borsa krizine neden oldular.
IMF ve Dünya Bankası, hazırladıkları ve hükümet tarafından uygulanan programlarının selameti için borsadaki gelişmeye, likidite sorununu çözümleme doğrultusunda müdahale ediyorlar. Apar topar Türkiye’ye heyet göndermelerinin, birkaç milyar dolar tutarında krediden bahsetmelerinin nedeni budur.
Bu yapay borsa krizi sonuçta neye mal olabilir? Çok zayıf bir ihtimalle hükümetin, “istikrar” programını, enflasyona karşı mücadeleyi rafa kaldırmasına neden olabilir. Bildik faizli, enflasyonist dönem yeniden başlar ve rantçılar kazanır. Veya hükümet, direnir, kararlı hareket eder ve borsa, belli bir zaman içinde “normal” gelişme seyrine girer. Büyük bir ihtimalle gelişme böyle olacak. Bunun belli başlı nedeni var:
a- reel ekonomide olumsuz gelişmenin olmaması,
b- IMF ve Dünya Bankası’nın nakit para desteği ve
c- Hükümetin programını uygulamada kararlı gözükmesi.
Rantçılarla, enflasyon vurguncularıyla, Ecevit’in deyimiyle “yüksek faiz lobisi”yle ekonomiyi disiplin altına almak isteyenler arasındaki bu savaşta emekçilerin hiçbir çıkarı yoktur. Bu, çürümüşlüğün öğeleriyle çürümüşlüğü kapatarak sisteminin selameti için çaba harcayanlar arasındaki mücadeledir.
İşçi sınıfı ve emekçi yığınlar açısından sorun, talanın derecesi ve biçimi olamaz. Önemli olan, sömürü ve talan düzeninin ortadan kaldırılmasıdır. Yegane alternatif budur ve Türkiye’de kapitalizm, burjuva düzen, her gün bu konudaki propaganda ve ajitasyon için materyal sunuyor.

YOLSUZLUK VE KAPİTALİZM

Ecevit hükümetinin en “önemli” icraatlarından binisi de yolsuzluğa karşı mücadeledir. Son dönemlerde her yeni hükümetin ilk açıklamalarından birisi hep aynı konu üzerine olmuştur; yolsuzluğa karşı mücadele, demokrasiden taviz vermemek, vatandaşın hakkını korumak, herkesin yasalar önünde eşit olduğu ilkesine göre hareket etmek vs. vs. Bu söylemler Ecevit hükümeti tarafından, daha önceki hükümetlerden farklı olarak, slogan olmaktan çıkartılmış, resmen sistemi kurtarmak için bir eyleme dönüştürülmüştür.
Memurların ve burjuva siyasi fonksiyonerlerin satın alınmasına rüşvetçilik denir. Yansıma biçimi ve niceliği ne denli farklı olursa olsun rüşvetçilik, sömürüye dayanan bütün toplumsal düzenlerde vardır. Kapitalizmde ve özellikle de onun emperyalizm aşamasında rüşvet ve onu takiben yolsuzluk, güçlü ve kapsamlı biçimler alır.
Burjuva devlet mekanizmasının güçlü sermaye çevreleriyle; bankalarla, tekellerle iç içe olması, rüşvet ve yolsuzluk için en uygun zemini hazırlar. Yasalara göre ceza gerektiren bu türden faaliyetler kapitalist ülkelerde genellikle cezasız kalır. Öyle ki, Özal’ın dediği gibi “benim memurun işini bilir” açıklamalarıyla da teşvik edilir.
Ancak, rüşvet ve yolsuzluğun ayyuka çıktığı, hırsızlığın, soygunun, insanları düzenden iten boyutlar aldığı durumlarda burjuvazi, sistemi kurtarmak için yolsuzluğu karşı mücadele eder. Bu mücadele çoğu kez sözde kalırken, bazen de buzdağının görünen kısmını yontmaya yönelebilir. Yani toplumun gözü önünde yapılan soygunu durdurmaya yönelik olabilir.
Yolsuzluğa karşı mücadelede hükümet, gerçekten de ciddi olabilir. Örneğin bankacılık sektöründe “temizlik” yapan Temizel, operasyon ardına operasyon düzenleyen Tantan, bu faaliyetlerinde ciddi olabilirler. Burada önemli olan, kişilerin subjektif niyet ve duruşlarından ziyade mücadelede taraf olanların durumudur; Bir toplum, kendi örgütlenmesiyle, inisyatifiyle, bunun ötesinde işçi sınıfı ve emekçi yığınların siyasi örgütlenmesiyle yolsuzluğa karşı mücadeleyi takip eden, baskı unsuru oluşturan bir konumdaysa, o toplumda yolsuzluğa karşı mücadelede hükümet, istemese de ciddi adımlar atmak zorunda kalacaktır. Türkiye'de işçi sınıfı ve emekçiler, siyasi örgütlenmeleriyle bir baskı unsuru olma durumunda değiller, ama yolsuzluğun almış olduğu boyutlar ve talanın, hortumlamanın açıktan açığa yapılması, yığınları düzenden uzaklaştıran, sisteme güvensizliği geliştiren faktör olmuştur. Bu nedenden dolayı hükümetin yolsuzluğa karşı mücadelesi, bugün açısından bilinenin üzerine “ciddi” bir gidişi kaçınılmaz kılmıştır. Hükümet, sistemi kurtarmak için temizliğe girişmek zorunda kalmıştır.
Ecevit hükümeti, yolsuzlukların üstüne sonuna kadar gidileceğinin propagandasını yaparak, burjuva düzenin yolsuzluk olmaksızın da var olabileceği anlayışını yaymaya çalışıyor. Bu, kelimenin gerçek anlamıyla tam bir demagojidir; yığınları sisteme yeniden bağlamak için bir çabadır.
En demokratik, en adaletli burjuva cumhuriyette de yolsuzluk vardır. Bunun nedeni üzerine Engels şöyle der:
”Modern toplum koşullarında giderek kaçınılmaz bir zorunluluk durumuna gelen ve proletarya ve burjuvazi arasındaki nihai mücadelenin, ancak kendi çerçevesinde sonuna kadar götürebileceği devlet biçimi olan demokratik cumhuriyet, en yüksek devlet biçimi, servet ayrımlarını artık resmen tanımaz. Zenginlik, demokratik cumhuriyette, gücünü, dolaylı, o kadar da güvenli bir biçimde gösterir. Bir yandan, Amerika’nın klasik bir örnek sunduğu, memurların düpedüz rüşvet yemesi, diğer taraftan da hükümetle borsa arasındaki ittifak biçimi altında; bu ittifak devlet borçları ne kadar çok artar ve hisse senetli şirketler, yalnızca ulaştırmayı değil, üretimin kendisini de ellerinde ne kadar çok toplar ve böylece borsada ne kadar merkezi bir durum kazanırlarsa, o kadar kolay gerçekleşir” (“Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni”, C. 21, s. 167).
Demek oluyor ki sorun, kapitalizmle demokrasinin, en demokratik cumhuriyetle rüşvetin ve yolsuzluğun ne denli bağdaşacağı sorunudur. Buna, Engels’in verdiği cevap açık; en demokratik cumhuriyette sermaye, hâkimiyetini dolaylı bir biçimde gerçekleştirir. Dolaylı da olsa sermayenin hâkimiyeti, rüşvet ve yolsuzluk olmaksızın gerçekleşmez.
Lenin, sermayenin hâkimiyetinin gerçekleşmesi için iki ekonomik aracın zorunlu olduğuna işaret eder; 1- dolaysız rüşvet ve 2- hükümet ve borsanın ittifakı.
“Meta üretiminin, burjuvazinin ve paranın hâkimiyeti koşulunda rüşvet (dolaysız ve borsa vasıtasıyla) her hükümet biçiminde, her demokraside “gerçekleşir” (“Marksizm Üzerine Bir Karikatür”, C. 23, s. 39).
Bu anlayışlardan çıkartılması gereken sonuç şudur: mevcut hükümetin yolsuzluklara, hortumlamaya, resmi ve resmi olmayan hırsızlığa karşı mücadelesi, yolsuzluğun ve rüşvetin maddi nedenini ortadan kaldıramaz. Bu mücadele, en fazlasıyla, yapılan yolsuzluğu belli ölçülerde tutamaya yönelik olabilir. Gelir dağılımının oldukça dengesiz olduğu, birkaç bin ailenin ulusal gelirin çok önemli bir bölümüne el koyduğu bir ülkede; yolsuzluğun, hırsızlığın, soygunun kurumlaşmış olduğu bir ülkede; bakanın, milletvekilinin, her derecede memurun, polisin kayırma ve rüşvetle iç içe olduğu bir ülkede; devletin, kendini soyanları koruduğu bir ülkede; devlet yönetimiyle sermayenin, hükümetle borsanın iç içe geçtiği bir ülkede yolsuzluklara karşı mücadele, sistemi kurtarma çabasından öteye geçemez.
Bugün özellikle bankacılık sektöründe yaygınlaşan yolsuzluk hikâyeleri hiç de yeni değildir. Yapılan soygun yıllardan beri biliniyordu ve devlet, bu soygunu ve kendini soyanları koruyordu. Türkiye’ye de özgü olmayan bu olay, kapitalizmin genel krizi koşullarında yapısal-sistemsel çürümüşlüğün varmış olduğu boyutun da açık ifadesidir. Güçlü bir rantçı kesim, kupon alıp satmakla “geçinen” bu kesim, Türkiye’de de kapitalizmin ne denli çürümüş olduğunun doğrudan bir göstergesidir. Yıllardır ulusal gelirin çok önemli bir kısmını iç eden, resmen çalan bu kesim, reel ekonominin kaynaklarını da kurutmakta ve dolayısıyla; reel ekonominin kaynaklarını sınırlamasıyla dış ekonomik ilişkiler de olumsuz etkilenmekte. Bu da yabancı sermayenin çıkarlarına ters düşmekte. IMF’nin, Dünya Bankası’nın, hükümetin arkasında olmasının nedenlerinden birisi de budur. Kendi çıkarlarına uygun düşen bir Türk ekonomisi yabancı sermayenin baş talebidir. Böyle bir ekonomi, yolsuzluğun boyutlarının sınırlandırılmasından ve halkın güveninin yeniden kazanılmasından geçmektedir. IMF, Dünya Bankası ve hükümet işin farkındalar. Bilinenin üzerine gidiyorlar ve büyük bir dirençle karşılaşıyorlar. Karşılaşıyorlar, çünkü Türkiye’de kayıt dışı ekonomi yüzde 40 oranlarında. OECD ülkeleri içinde Türkiye, kayıt dışı ekonominin en yüksek oranda olduğu ülke.
Türkiye’de yolsuzluğa karşı mücadele, ekonominin yüzde 40’ına karşı mücadele demektir. Kayıt dışılık, yolsuzluğu göstergesidir. Hiçbir güç, hiçbir hükümet ekonominin yüzde 40’ına karşı mücadele edemez. Böyle bir mücadele için milyonların desteği gereklidir. Türkiye’de hiçbir hükümet, yolsuzluğa karşı mücadelede milyonların desteğini alamaz. Çünkü düzene güven kalmamıştır. Ancak ve ancak mevcut üretim/mülkiyet ilişkilerinin; mülk farkının ortadan kaldırılmasıyla; devrimle yolsuzluğun kökü kazınır.
Yolsuzluğa karşı hükümetin mücadelesi desteklenemez, ama o teşhir edilerek daha kapsamlı mücadeleye zorlanmalıdır.