deneme

26 Mart 2000 Pazar

AB’nin Lizbon Zirvesi ve Kitlesel İşsizlik


 
Lizbon’da bir araya gelen AB üyesi devletler, model arayışlarını sürdürdüler. İstihdam politikasına ilişkin ilkelerden, makro ekonomik diyalogdan ve de iktisadi reformlardan bahsettiler. Ortak mesajları ise Avrupa’nın, dünyanın en rekabet yetenekli iktisadi alanı olma yolunda ilerlemesi oldu. Bunun nasıl bir ilerleme olduğu başka bir yazının konusu, ama mesajın kendisi, Amerikan emperyalizmine yapılan bir göndermeydi. 
 
AB’nin devlet ve hükümet başkanları Lizbon’da bir anlayışta birleşiyorlardı; 2010 yılına kadar yani 10 sene içinde AB”de tam istihdamın sağlanması. Bunun sağlanması için ekonominin yıllık büyüme oranı en azından yüzde üç olmalı. Bu, bir tespit. Ama yıllık yüzde üç oranında bir büyümenin nasıl sağlanacağı konusunda ise ortak bir anlayış yok. Yani ortada bir istek ve temenni var. Hepsi bu kadar. Bunlar, senede bir defa toplanıp tam istihdam kararları almaya alışıktırlar. 1997’de Luksemburg’da, 1998’de Cardiff’de, 1999’da da Köln’de bir araya gelip, diğer şeylerin yanı sıra tam istihdamın sağlanması için kararlar almışlardı. Aradan 2-3 yıl geçmesine rağmen pratikte hiç bir adım atılmadı. Nasıl atılsın ki? 

AB, ekonomik bir entegrasyon, tekellerin bir birliği. Bundan dolayı, öncelikle tekellerin çıkarları göz önünde tutulmak zorundadır. Tekelci sermayeyi ise tam istihdam değil, azami kar koşullarının yaratılması, genişletilmesi ilgilendiriyor. Tam istihdam tekelci sermayenin çıkarlarıyla çelişiyor. Dünya çapında rekabet edebilmek için, sermeyenin uluslararasılaşmasının gereksinimlerini yerine getirebilmek için AB tekelleri de modern teknolojiyi üretimde, transportta/dolaşım sürecinde kullanmak zorundadır. Giderek daha kapsamlı birleşmelere gitmek zorundadır. Bütün bunlar; modern teknoloji, rasyonelleştirme, otomasyon, birleşmeler devasa boyutlarda sermayenin kıyıma uğratılması demektir. Yani artan boyutlarda işsizlik. Bugün kapitalist ekonomide giderek az sayıda işçi çalıştırarak daha çok üretecek bir teknolojik gelişme doğal olmuştur. Doğal olmanın ötesinde bu, rekabet gücünü korumak isteyen ekonomilerde, örneğin AB’de bir kaçınılmazlık/zorunluluk olmuştur. Bu durumda günümüz koşullarında kapitalist ekonomi, kitlesel işsizlik üretiyor ve kitlesel işsizlik çoktandır kronikleşmiş. Bu işsizliğin kronik hal alışın, 20. yüzyılın daha 20’li yıllarında görüyoruz. Kapitalizmde giderek daha az sayıda işçi çalıştırarak, en fazla üretim sağlamak bir eğilimdi. Bugün bu eğilim bir yasa olmuştur. Yani geriye dönüşümü olmayan bir gelişme. Bu durumda AB’nin tam istihdamdan bahsetmesi tamamen bir demagojidir. Bu hiç bir zaman gerçekleşmeyecektir. Ama AB, tam istihdamdan bahsetmek zorunda -çünkü bugün resmi verilere göre AB’de işsizlerin sayısı 15 milyondan fazla. Tabi bu rakam oldukça düşük. Sadece Almanya’da resmi verilere göre işsizlerin sayısı 4 milyon civarında, ama gerçek işsizliğin ise 6 milyondan fazla olduğunu düşünürsek, AB’de toplam işsizlerin sayısının 15 milyondan fazla olduğu anlaşılır. Her halükarda çalışabilen nüfusun %10 kadarı işsizdir. AB’nin devletler ve hükümet başkanları, işsiz yığınlara umut dağıtmak, bize inanmaya ve güven vermeye devam edin demek için tam istihdamdan bahsederek demagoji yapıyorlar. 
 
Diğer taraftan, hem bir AB ülkesinde somut koşullarda farklı olduğu için, tam istihdamın sağlanmasına hizmet edecek ortak politika oluşturmanın nesnel tabanı yok. AB çıkar ortaklığı olduğu için her bir ülke alınan kararın kendi lehine olması için çaba harcıyor. Bu nedenle hiç bir AB ülkesi, ortak karar adı altında, bir üye ülkede işsizliğin azaltan, ama kendinde artıran kararı onaylamaz. Şimdiye kadar onaylamadı. 
 
Şüphesiz, AB’de ekonominin belli bir canlanma sürecinde olması, burjuvazinin tam istihdam demagojisini kolaylaştırıyor. İşsizlerin sayısında, örneğin Almanya’da görece cüzi bir azalmanın olması sadece geçicidir. Kapitalist ekonomi, kronikleşmiş kitlesel işsizliği ortadan kaldıracak durumda değildir. Daha şimdiden, dünya çapında çalışabilir nüfusun beşte birinin yani yüzde 20’sinin çalışmasıyla hepsinin çalıştığı koşullardaki üretim miktarı sağlanıyor. Burjuvazinin akıl hocaları, bu kadar işsizi, sisteme entegre edilmiş olarak nasıl etkisiz halde tutacaklarının planlarını hazırlıyorlar. Emperyalist burjuvazi, bir taraftan hükümetine tam istihdamdan bahset diyor, diğer taraftan da uzmanlarına işsizleri sisteme entegre tutmanın planlarını hazırlatıyor. 
 
AB’nin devlet ve hükümet başkanları 2001 yılında da bir araya gelip, yine tam istihdam politikasından bahsedecekler, tam istihdamı sağlamak için koordineli stratejiler üzerine güya kafa yoracaklar. Sonuç yine aynı olacaktır. Esasa özgü hiç bir şeyi değiştiremeyeceklerdir. Sadece, tekelci sermayenin çıkarlarını gözeten kararlar almaya çalışacaklardır. Buda, işsizlerin sayısını azaltmayacak, tersine çoğaltacaktır.

25 Mart 2000 Cumartesi

IMF: SERMAYENİN SİLAHSIZ POLİSİ

Emperyalist barbarlık ve yıkımın tarihsel sonuçlarına Seatle ve Davos’ta militanca gösterilerle tepki veren antiemperyalist ve ilerici güçler, IMF’nin kuruluş yıldönümünde de aynı tepkileri yaygınlaştırmaya, büyütmeye ve geliştirmeye hazırlanıyorlar.
IMF (Uluslararası Para Fonu), 1944’te Bretton Woods anlaşması çerçevesinde kuruldu. Bu kuruluşa bugün 180’den fazla ülke üye. Kuruluş amacı, uluslararası mali ilişkileri kontrol etmek, dolara bağlı istikrarlı bir uluslararası para ilişkisi oluşturmak vs. IMF’nin esas görevi, “kısa vadeli ödeme zorluğu durumunda üyelerine yardımcı olmaktır”. Mali krizler ve borç ödeyememe, iflas durumunda IMF’nin esas niyeti açığa çıkar. Böylesi durumlarda IMF “yardım”ı ancak ve ancak, bütçede ve mali sistemde “yapısal uyumluluk” adı altında dayatılan koşulların kabulü ve yerine getirilmesiyle sağlanır. Bugün 55 ülke, IMF’nin programını uyguluyor.
IMF, BM çerçevesinde bir kuruluştur. Bu kuruluşun yönetiminin seçimi, bir üye-bir oy kuralına göre yapılmaz. Oylar, kota oranına bağlıdır. Bu kurala göre ABD’nin oy oranı %17, 78’dir. Yani ABD’nin onayı olmaksızın IMF’de hiç bir şey yürümez.
IMF, emperyalist sermayeyi uluslararası planda yönlendiren bir kuruluştur. Bu anlamda IMF, emperyalist sermayenin mali polisidir veya “silahsız dünya polisi“dir.
IMF, yeni sömürgeci mali bir kuruluştur. Şimdiye kadar birçok ülkede mali ilişkilere müdahale etmiştir. Her bir ülkeye, güya o ülkenin koşullarına uygun düşen “reçete” vermiştir. IMF reçetesine göre alınan ilaç (mali yardım ve dayatmalar) hiç bir hastayı (ülkeyi) şimdiye kadar iyileştirmemiştir. IMF, bağımlı ve yeni sömürge ülkelere itfaiyeci olarak gitmiş, ama kundakçılık yapmıştır.
IMF, emperyalizm demektir. IMF, emperyalizm kavramını somutlaştıran bir kuruluştur. Bu anlamda IMF’ye karşı mücadele antiemperyalist mücadelenin ve antiemperyalist demokratik devrimin billurlaşmış bir ifadesidir. IMF politikası, ülkenin iktisadi olarak çarpıklaştırılması ve tamamen emperyalist ülkelerin/yabancı sermayenin çıkarlarına koşulması, bu çıkarlar doğrultusunda şekillendirilmesi demektir. IMF’nin yabancı sermaye adına dayattığı “yapısal uyum”, ülke koşullarına tekabül eden iktisadi yapılanmanın yıkılması ve dışa bağımlılığın derinleştirilmesi ve kapsamlaştırılması anlamına gelir.
IMF reçetesi, işsizlik, açlık, sefalet ve talan reçetesidir. IMF’nin “yapısal uyum” politikasının uygulandığı bütün ülkelerde, işsizlik, açlık, yoksulluk ve aynı zamanda tekel karları artmış, talan kapsamlaşmıştır. IMF politikaları işçi düşmanı, emekçi düşmanı politikalardır. IMF politikaları, baskı sömürü ve talan politikalarıdır. IMF politikaları, emperyalist politikalardır.
Türkiye ve Kürdistan halkı da IMF ile tanışıktır.
IMF ile yapılan son anlaşma ile Türk ekonomisi tamamen bu kuruluşun yönetimine verilmiştir. IMF, kredi vermek için bütçe ve mali sistemi “yapısal uyum” adı altında yabancı sermayenin çıkarına göre düzenliyor. Özelleştirmeyle KİT’lerin yabancı sermayeye peşkeş çekilmesini; yabancı sermayenin engelsiz sömürüsünü ve ülke ekonomisinin her alanına girmesini sağlamak için tahkim yasasını; IMF reçetesiyle, enerji vb. gibi gözde sektörlerin tamamen yabancı sermayeye teslim edilmesini dayatıyor. Hedef enflasyon ve denk bütçe gerekçeleriyle işçi ve memur ücretlerindeki referans rakamı %25 ücret artışı ile sınırlı tutulmasını öngörüyor. Ve IMF heyeti başkanı C.Cottarelli, bunun “özel sektör içinde referans” alınmasını emrediyor.
Türkiye ve Kürdistan’da İşçi sınıfı, emekçi yığınlar ve gençlik, emperyalist kuruluş IMF’nin müdahale ve politikalarının iktisadi, toplumsal ve siyasi sonuçlarını, yıkım ve tahribatlarını askeri faşist darbeler, sıkıyönitemler, 24 Ocak ve 5 Nisan kararları, mülksüzleşme, sefalet, yoksulluk, baskı ve yasaklarla yaşaya geldi.
IMF’ye karşı mücadele edilmeksizin, emperyalizme, yabancı sermayeye, özelleştirmeye karşı mücadele edilemez. IMF’ye karşı mücadele aynı zamanda mevcut düzene karşı mücadeledir. Çünkü hâkim sınıf olarak işbirlikçi tekelci burjuvazi ve büyük toprak sahipleri, emperyalist efendileriyle birlikte IMF politikasında bütünleşerek karşımıza çıkıyor.
IMF politikalarının yıkımına, dayattığı sefalete karşı mücadele eden yığınlar, hedef olarak emperyalizmi ve işbirlikçilerini görmek zorundadırlar. Faşist diktatörlük hükümetlerinin IMF ile birlikte attığı hiç bir adım sınırlandırılmış olarak ele alınamaz; şu veya bu işletmenin özelleştirilmesi, şu veya bu fabrikada işçilerin sokağa atılmaları kapsamlı, ulusal (ve uluslararası) çapta geçerli olan bir politikanın sonucudur. Buna karşı mücadele de ulusal çapta ve düşmanı somutlaştırarak sürdürülmek zorundadır. Bu mücadele en geniş emekçi yığınların çıkarını ifade eder. Antiemperyalist demokratik devrim için savaşım bugün IMF’ye, özelleştirmeye, tahkime ve nihayetinde faşist diktatörlüğe karşı mücadelede somutlaşmaktadır.
MAI’ı rafa kaldırtan, Seattle’de WTO’yu mahkûm eden enternasyonal eylem, yığınsal hareketin gücünü ortaya koyuyordu. Önemli olan, bu ilerici, antiemperyalist enternasyonal potansiyeli, ama belli bir örgütlülük vererek açığa çıkarmak ve harekete geçirmektir. Ama bunun için önce ulusal çapta işe başlamak gerekir. Burada da Marksist Leninist komünistlere büyük görevler düşüyor. Emperyalizme; IMF’ye, özelleştirmeye karşı birleşecek güçleri birleştirmek, ortak bir hareketi geliştirmek yaşamsaldır. Özelleştirmeden dolayı işsiz kalan işçi, Bergamalı köylü ve IMF politikalarından dolayı sefalete sürüklenen yığınlar, bütün nedeni emperyalizmde, yabancı sermayede ve işbirlikçilerinde görebilmelidirler.
Başta işçi sınıfı olmak üzere, emekçi memurlar, gençlik, kır ve kent yoksullarının, IMF’den zarar gören bütün toplumsal kesimlerin çıkarları, kendi özgün talepleriyle emperyalizm ve IMF’ye karşı mücadelede yerlerini almalarını gerekli kılıyor.
7-16 Nisan’da IMF ve Dünya Bankası’nın New York toplantısına karşı gerçekleşecek protestolara coğrafyamızda ses verme, güç katma, hem enternasyonalist dayanışma, hem de antiemperyalist demokratik savaşımın görevidir. Bu görev, IMF ve özelleştirme uygulamalarını protesto temelinde işçi havzalarında işçi toplantıları ve gösterileri düzenlemek, kısa süreli iş bırakmak veya yavaşlatmak; özelleştirmeyi bekleyen işyerlerini terk etmemek ya da işgal etme eylemleri, emekçi semtleri ve okullarda direniş ve gösteriler örgütlemek, İEP gibi çeşitli işçi ve sendika platformlarını işlevli kılmak, işçi sınıfı ve emekçi memur hareketi eksenli antiemperyalist bir eylemin hedeflenmesi, böylesi bir eylemin hazırlığı ve örgütlenmesiyle yerine getirilebilir.

17 Mart 2000 Cuma

“FİL EVLİLİĞİ” – FİRMA BİRLEŞMELERİ

Son on yılda kapitalist ekonomide en çok kullanılan ve yorumu yapılan kavramlardan ikisi “küreselleşme” ve birleşmelerdir. Sermaye, uluslar arasılaştıkça (küreselleştikçe) rekabet keskinleşiyor, keskinleşen rekabet de birleşmelere yol açıyor ve devasa miktarlarda sermaye birleştikçe işsizler ordusunun sayısı biraz daha artıyor. Bu, kapitalist ekonomiye özgü olan bir gelişmedir ve bu sistem var oldukça da bundan kurtulmanın olanağı yoktur.
Aslında, ‘90’lı yıllarda daha ziyade gelişen birleşme hareketinde esasa özgü olarak yeni olan bir şey yoktur. Burada söz konusu olan, sermayenin temerküzüdür, merkezileşmesidir. Sermaye büyüdükçe ve merkezileştikçe iktidarı da büyür ve bu büyüme, her zaman düz bir hat izlemez. Farklı nedenler, bu gelişmeyi etkilerler; bilimsel teknik gelişmeye ve bu gelişmenin kazanımlarının üretimde kullanılmasına bağlı olarak rekabet ilişkileri, ekonominin büyüme koşulları, ulusal ve uluslar arası planda bazı dönemlerde sermayenin birleşme hareketini hızlandırır. Bu türden gelişmeleri 20.j Yüzyılın başında görüyoruz: salt serbest rekabetçi kapitalizmin tekelci kapitalizme dönüşmesi; emperyalizm olgusu, sermayenin birleşme hareketini ifade eder. Diğer şeylerin yanı sıra tekelci kapitalizm (emperyalizm), sermayenin birleşme hareketinin doğrudan sonucundan başka bir şey değildir. Geçen yüzyılın ‘20’li yıllarının ortasında, dünya ekonomik krizinin patlak vermesinden önce, büyük tekellerin politika/siyasi iktidar üzerindeki yoğun etkisi sonucunda yeni bir birleşme hareketi ivme kazanmıştı. ‘60’lı yıllarda üretimin ve sermayenin uluslar arasılaşma eğiliminin güç kazanması; çok uluslu tekellerin gelişmesi, sermayenin yeni bir birleşme hareketini ateşlemişti. ‘90’lı yılların başından bu yana görülen sermaye birleşmesi ise, rekabetin uluslar arası planda olağanüstü keskinleşmesinin ve sermaye hareketinin olağanüstü uluslar arasılaşmasının doğrudan bir yansımasıdır. Sermayenin bu sıçramalı gelişme döneminde birleşen sermaye sayısında olağanüstü artış, devletin ve banka sermayesinin güçlü bir aktivitesi görülmüştür. Şüphesiz ki bu her bir zaman diliminin kendine özgü olan yanları da vardır. Genel özellikler, sermayenin yoğunlaşma ve merkezileşmesinde biçim ve boyutların aynı olduğunu göstermiyor.
20. yüzyılın son yıllarında başlayan ve giderek güçlenerek gelişen birleşme dalgası; birleşmelerin olağanüstü büyüklüğü ve uluslar arası karakterli oluşu, Marksist-Leninist teori açısından yeni sorunları gündeme getirmektedir. Birleşmenin itici güçleri, özgün koşulları, güçlü merkezileşme hareketinden; bir bütün olarak kapitalist toplum sisteminin gelişmesinden çıkartılması gereken siyasi ve ekonomik sonuçlar vs. Bu gelişmenin iki sonucu daha bugünden tespit ediliyor: bugün her birleşme devasa boyutlarda sermaye kıyımına ve buna bağlı olarak da işsizliğin kitlesel kronikleşmesine doğrudan bir nedeni olmaktadır. Daha fazla üretmek için, giderek daha az sayıda işçi çalıştırmanın kapitalizmin genel krizi koşullarında bir eğilim olmaktan çıkarak bir yasa olmasının; kronik işsizliğin nedenlerinin birisi de sermaye birleşmesidir. Her büyük birleşme, binlerce, on binlerce işçiyi sokağa atıyor. İkinci bir sonuç da “süper tekel”anlayışıyla ilgilidir. 20. yüzyılın başında uluslar arası olan tekel sayısı birkaç tane idi. Bunların sayısı ‘60’lı yıllarda yaklaşık 27 bin, ‘90’lı yıllarda da 40 bir oldu. Süper tekel, çok uluslu tekel sayısı arttı, ama büyüklerin birleşmesinden dolayı bu sayıda azalmayı ifade eden bir eğilim şimdilik yok. Ama bu 40 bin tekelin içinden 100-150’li kadarı dünya ekonomisinde belirleyici ağırlığa sahiptir.
Sermayenin gücü, pazardaki konum ve rekabetin araçları ve devletin müdahale biçimleri, bölüşümü tekellerin lehine düzenleyen faktörlerdir. Uluslar arası büyük birleşmeler ile tekelci sermaye, yeni gelişme biçimleri ve üretimde ve mali sektörde belirleyici hâkimiyet aramaktadır. Amaç, uluslar arası planda maddi değerlerin üretimi ve mali sektörde azami kar elde etmek ve bu karı teminat altına almaktır.
Sermayenin her tekelci merkezileşme hareketinin merkezinde, onun merkezileştirilmesi ve harekete geçirilmesi sorunu vardır. Sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi ile gerçekleşen tekelleşmenin (özel tekelleşmenin) bütün biçimleri, nihai olarak, özel kapitalist mülkiyet ilişkilerini aşmayı ve mümkün olduğunca kapsamlı sermayeyi harekete geçirmeyi amaçlar. Esas olan, özel kapitalist mülkiyet ilişkilerinin dar sınırlarının parçalanmasıdır. Kapitalist kar mekanizmasının devamı ve toplumsal üretici güçlerin kullanımı için mümkün olduğunca kapsamlı/büyük sermayeyi harekete geçirmek zorunluluğudur. Devasa boyutlarda toplumsal sermaye üzerinde tasarrufu elde tutmak, modern üretici güçleri geliştirmek ve karlı kullanmak olanağına sahip olmak anlamına gelmektedir. Dolayısıyla, büyük sermaye birleşmelerinde esas olan, optimal, amaca uygun bir tekel büyüklüğü oluşturmak değil, sermayenin, katılımlarla vb. ile esnek harekete geçirilmesinin mali büyüklüğüne sahip olmaktır. Bu gelişme, acımasız bir rekabetin ifadesidir.
Güncel olan birleşmelerin ve aynı zamanda rekabetin şiddeti, yaygın olan fazla birikimle açıklanır. Bunun nedeni “sermayenin bir kısmının tamamen ya da kısmen atıl kalması (çünkü bu sermayenin kendi değerini genişletmeden önce, bir kısım faal sermayeyi bir yana itmesi zorunludur) ve diğer kısmının, hiç kullanılmayan ya da kısmen kullanılan sermayenin baskısı yüzünden daha düşük kar oranında değerler üretmesidir”(Karl Marks: “Kapital”, C. I, s. 223). Tam da toplumsal sermayenin bir kısmının atıl kalışı veya görece değersizleşmiş oluşu, sermayenin merkezileşmesinin ve rekabetin önemli bir faktörüdür. “Merkezileşme, zaten var olan sermayenin dağılımındaki bir değişiklikten, toplumsal sermayeyi oluşturan kısımların nicel gruplanmalarındaki basit bir değişmeden meydana gelir. Burada, sermaye, pek çok bireysel elden çekilip tek bir elde toplandığı için güçlü bir kütle halini alabilir. Belli bir sanayi kolunda, eğer buna yatırılmış bulunan bütün bireysel sermayeler, tek bir sermaye halinde kaynaştırılırsa, merkezileşme en son sınırına ulaşır. Bir toplumda bu sınıra ancak, bütün toplumsal sermayenin, ya tek bir kapitalistin ya da tek bir kapitalist şirketin elinde toplanması halinde ulaşılmış olur”(Agk.: s. 644).
Bugün gerçekleşen büyük birleşmelerin nedenini Marks, böyle açıklıyor. Kapitalist gelişmenin; sermaye hareketinin bugün gelmiş olduğu nokta, büyük birleşmeleri kaçınılmaz kılmaktadır: yutulmamak için yutacaksın! Yok olmamak için yok edeceksin! Tek başına var olamıyorsan, ezeli “düşman”ınla, rakibinle birleşerek daha güçlü var olacaksın!
Sermaye, büyük birleşme sürecinde ne kadar yol almış olursa olsun, henüz her bir sektörde bir şirket, bir tekel olarak birleşmiş olmaktan çok uzaktır. Ama birleşme hareketinin, sermayenin, ulusal ve uluslar arası alanda, her bir sektörde en az sayıda tekelin hâkimiyetine doğru geliştiği açıktır. Ama sermayenin birleşme hareketi, ulusal ve uluslar arası planda sınırına; merkezileşmesinin sınırına varmaktan da oldukça uzaktır.
Diğer taraftan, mevcut sermayenin birleşmesi, yaygın deyimle “fil evliliği”, bölgesel olarak gelişmektedir. Emperyalist/tekelci sermaye, bağımlı ve yeni sömürge ülkelerdeki yerli sermayeyi yutuyor, tamamen kendine bağımlı kılıyor ve burada bir “fil evliliği” olmuyor, en fazlasıyla ortak ve görece dar kapsamlı yatırımlar söz konusu oluyor. Dev birleşmeler ise emperyalist ülkeler arasında gerçekleşiyor: Japonya, ABD ve AB. Bugüne kadar gerçekleşmiş olan büyük birleşmeler, bunun böyle olduğunu gösteriyorlar. Bu nedenle, uluslar arası büyük birleşmeler, aslında bölgesel/bölgeler arası birleşmelerdir. Bunu son birleşme örneklerinde görmekteyiz: Vodefone-Airtouch-Mannesmann (185 milyar dolar, Şubat 2000);AOL-Time Warner (155 milyar dolar, Ocak 2000); MCI. World Com-Sprint (115 milyar dolar, Ekim 1999); Deutsche Bank- Dresdener Bank (1250 milyon Euro, Mart 2000).
Birleşme hareketi, kendi çapında tekelleşmiş Türkiye gibi ülkelerde de görülmektedir. Uluslar arası planda genel eğilimi değerlendiren, var olmak ve yabancı sermaye ile ortaklıkta güçlü olmak için Türk özel sektörünün önde gelen sermayeleri (Koç, Sabancı, Doğuş), bazı sektörlerde birleşmeye sıcak baktıklarını açıkladılar. Sabancı Holding'’n "evlilik teklifine"” Koç Holding ve Doğuş Holding olumlu yaklaştılar. Bunlar arasında şu veya bu sektörde birleşme olsa da bu, çok uluslu tekellerin birleşmesi yanında çok ufak kalır. Bu, olsa olsa “fil evliliği” yanında “pire evliliği” olur.

DUVAR YIKILDI-KOMÜNİZMİN SONU MU?


 
1989/90-91 döneminde, önce revizyonist blok, arkasından da Sovyetler Birliği (SB) dağıldı. Bu dağılma, bir sistemin çöküşüydü. Devrimci işçi hareketi içinde oportünizmin bir akımı, marksizm-leninizmin çarpıtılması olan revizyonizm, 1956’da SB’nde Kruşçevcilerin siyasi iktidarı gasp etmeleriyle (XX. Parti Kongresi) tarihte ilk kez iktidar olmuştu. SB’nde, sosyalizmin yıkılması üzerine kurulan revizyonizm, dünya devrimci işçi hareketini ve bunun ötesinde, II. Dünya Savaşı sonrasında kurulan Halk Demokrasisi ülkelerinde de iktidarların sınıfsal yapısını etkiledi. Yeni kurulan sosyalist kamp, revizyonist kampa dönüştü. Sadece Arnavutluk Halk Cumhuriyeti bu geriye dönüşten etkilenmedi, tersine ona karşı mücadele etti.

Lenin ve Stalin’in sosyalist SB’nde proletarya diktatörlüğünün yıkılması, yeni şekillenmekte olan bir sınıfın; küçük burjuva bürokratlarının siyasi iktidarı gasp etmeleri sınıfsal/sistemsel bir iktidar değişimiydi. Bu, ileriye doğru değil, geriye doğru bir “gelişme” idi. Bu “gelişme”, kapitalizmin yeniden inşasının yolunun açılmasıydı.

Revizyonizmin esası, adı üzerinde, marksizm-leninizmi revizyona uğratmak olduğu için, kendi iktidarını marksist-leninist kavramlardan tamamen arındırması söz konusu olamazdı. Revizyonizm, Marksist kavramları, terminolojiyi kullanarak, ama bu kavramların içini boşaltarak, güya yeni koşullara göre yorumlayarak iktidarını sürdürdü. Sosyalizm, tabela olarak kaldı. Sosyalizmden komünizme doğru ilerleme adı altında kapitalizm yeniden inşa edildi.

Revizyonist iktidar koşullarında kapitalizm, klasik haliyle inşa edilebilseydi, revizyonizm, revizyonizm olamazdı ve revizyonist iktidardan da bahsedilemezdi. Ona, doğrudan, çıplak/klasik burjuva iktidarı, kapitalizm denirdi. Zaten bu sistemin zorluğu/çıkmazı da burada aranmalıdır; bir taraftan kapitalizm inşa ediliyor, ama diğer taraftan sosyalizmin inşasından bahsediliyor. Bir taraftan sömürünün olmadığı bir düzenin hakimiyetinden bahsediliyor, ama diğer taraftan “kolektif” sömürü düzeni kuruluyor!

Revizyonizm bir geçiş süreciydi; hakim kılınan siyasi ve ekonomik ilişkiler çelişiyorlardı. Siyasi hakimiyet ve ekonomik ilişki; taban ile üst yapı arasında uyumluluk yoktu. Çünkü, gelişen kapitalist ekonomi, onun nesnel yasaları, üst yapının; siyasi iktidarın cenderesine sıkışmıştı. Bu çelişki 1989/90-91 döneminde çözüldü. Klasik emperyalist/kapitalist sistemin; bildiğimiz burjuva düzenin belirleyici katkısı olmaksızın revizyonist blok, kendi iç çelişkilerinin sonucu olarak dağıldı/çöktü ve böylelikle bu ülkelerde klasik kapitalizmin önündeki bütün engeller yıkıldı: bürokratik kapitalizm, aslına; klasik kapitalizme dönüştü.

Sosyalizmden geriye dönüş, revizyonist iktidar sorunu, dünya komünist işçi hareketi, sosyalizmin inşa sorunları ve genel olarak marksizm/leninizm açısından ders çıkartılması gereken önemli bir gelişmenin/sürecin ifadesidir. Bu süreci emperyalist burjuva dünya, sosyalizmin sonu olarak ilan etti. Emperyalist burjuvazi de, bu düzenin sosyalizm olmadığını çok iyi biliyordu ve bu düzenin çöküşü, antikomünist propaganda açısından tarihsel bir fırsattı ve bu fırsat, emperyalist burjuvazi tarafından değerlendirildi.

Berlin Duvarının yıkılmasıyla Alman Demokratik Cumhuriyeti’nden kaçışın medya vasıtasıyla dramatize edilmesi antikomünist saldırının/kampanyanın doruk noktalarından birisi oldu. Güya, insanlar, sosyalizmi istemiyorlardı. Güya bu olaylar, sosyalizmin, toplumsal düzen olma yeteneğinden mahrum olduğunu gösteriyorlardı. Sosyalizm ölmüştü(!) ve bu “ölme” süreci, aynı zamanda burjuva düzenin; “demokratik” düzenin, yani bildiğimiz kapitalist sistemin ebediliğini, sonsuza dek var olacağını, bu düzenden daha ileri bir düzenin olamayacağını da gösteriyordu!

Aradan sadece on sene geçti ve “sosyalizm”den kaçan insanlar, Batı’nın cennet değil, cehennem olduğunu bizzat tecrübeleriyle anladılar. Şimdi, eski revizyonist ülkelerde nüfusun önemli bir kesimi, “kötü” de olsa “sosyalizm”in hasretini çekiyor.

Kruşçev modern revizyonistlerinin sosyalizme ve uluslar arası komünist işçi hareketine vurdukları darbenin üstüne 1989/90-91’deki çöküş ve emperyalist burjuvazinin koyu antikomünist kampanyası geldi. Tahribat büyük oldu. Milyonlarca insanda inanç kırılması oldu. Umutsuzluk, çaresizlik yaygınlaştı. Ama her şeye rağmen tamamen yok olmadık. Bir avuç kaldık, ama yılmadan doğruyu savunduk. Şimdi süreç, yeniden komünistlerin lehine işliyor. 21. yüzyıla kapitalizm, vahşetiyle, barbarlığıyla girdi ve hakimiyetini de böyle sürdürmek istiyor. Öldü denilen düşünce ve sınıf; marksizm-leninizm, sosyalizm ve işçi sınıfı ayakta. 21. yüzyıl, kapitalizmin nihai olarak yenildiği ve “öldü” denen sosyalizmin nihai olarak zafer kazandığı yüzyıl olacaktır.

21. YÜZYILDA DEVRiMCi OLMAK NE DEMEKTiR?


 
Devrimci, sadece bir sözcük değil, başlı başına belli bir siyasi yönü/duruşu ifade eden bir kavramdır. Bu kavram, Spartakus’u, Robespiere’i, Marks’ı, Engels’i, Lenin’i, Stalin’i, E. Hoca’yı, Mao’yu, Che Guevara’yı, Thaelmann’ı, M. Suphi’yi, E. Nejat’i, Mahir’i, Deniz’i, İbrahim’i, Adil’i, Balcı’yı, Hasan’ı, Hüseyin’i, Yeter’i ve daha nicelerini hatırlatıyor. Onlar, haksızlığa, baskıya, sömürüye karşı mücadele etmişlerdi. Yeni bir dünya, insana yakışır bir yaşam için mücadele etmişlerdi. Coşkuyla, içtenlikle aklın yolundan giderek sömürülenlerin ve baskı altında tutulanların yanında yer almışlardı. Devrimci demek taraflı olmak demektir ve onlar taraflıydılar; ezilen ve sömürülen sınıfların yayında yer alıyorlardı. Bütün güçlerini, evet yaşamlarını bu mücadeleye vermişlerdi/adamışlardı.

İnsanlık tarihinin her döneminde devrimci olmanın somut koşulları farklı olmuştur. Spartakus’un devrimcilik koşullarıyla Robespiere’inki, Marks’ınki, M. Suphi’ninki ve S. Yeter’inki bir ve aynı değildir. Ama hepsinde asgari aynı olan özellik vardır: baskıya karşı, eskiye karşı, sömürüye karşı yeni ve özgürlük için mücadele.

Devrimci, dünyayı değiştirendir, eski dünyaya, açlığa, sefalete, her türlü baskıya karşı mücadele edendir. Özgürlük, ulusal kurtuluş savaşçısı, baskıcı rejime karşı mücadele ederken, işçi, komünist kapitalist düzene, sömürüye karşı ve sosyalizm için mücadele ederken devrimcidir. Şüphesiz ki, eskiye karşı mücadele eden herkes devrimci değildir. Bunlar, her ne kadar eskinin bazı görünümlerine karşı mücadele ediyor görünseler de, eskiyi yıkacak ve yerine yeniyi, daha ileri olanı koyacak güç ve anlayışta değillerdir. Eskiyi yıkmayı amaçlayan ve eskiyi başka biçimde kurmaktan başka ufku olmayan anarşist, devrimci değildir. Troçkistler, hiçbir koşul altında devrimci olamazlar. Mao, Kastro, emperyalizme ve feodalizme karşı mücadelede, demokratik düzen/devrim için mücadelede devrimciydiler, ama onlar, sosyalizm için mücadelede devrimci değildiler. Ve tarih bugün, anarşistlerin, troçkistlerin devrimci olmadıklarını, demokrasi ve özgürlük mücadelesinde maocuların; küçük burjuva akımların devrimci olduklarını, ama sosyalizm için mücadelede devrimci; proleter devrimci olmadıklarını kanıtlamıştır.

İnsanı devrimci yapan, yaşadığı/içinde bulunduğu koşullardır. Devrimci, devrimciliğini yaşadığı koşulların sorunlarına cevap vererek kanıtlayabilir. Devrimci, karşı karşıya kalınan toplumsal sorunlarda sınıfsal duruşuyla kendini kanıtlayandır; dünyanın neresinde olursa olsun ulusal kurtuluş mücadelesinin yanında, baskının, sömürünün karşısında olmayan, faşizme, emperyalizme, sömürüye (kapitalizme) karşı mücadele etmeyen nasıl devrimci olur?
21. yüzyılda devrimci olmanın koşulları oldukça açıktır: emperyalizm/kapitalizm, insanlığı barbarlığa sürüklüyor, toplumsal yaşamı yıkıyor; onu bireyselleştiriyor, modern teknolojiyi üretimde uygulayarak ve medyasını kullanarak kapitalist toplumun sınıfsal yapısını çarpıtıyor. Bir avuç emperyalist ülke ve tekel, bağımlı ve yeni sömürge ülkeleri tamamen teslim almanın mücadelesini veriyor. "”üreselleşme” adı altında sermayenin uluslararasılaşması, maddi zenginliklerin birkaç ülkede/tekelde toplanmasını sağlarken, milyarlarca insan açlığa ve sefalete terk ediliyor; insanlar, ne kadar çok açlık ve sefalet içinde olurlarsa, ne kadar çok çalışırlarsa, sermaye de o kadar çoğalıyor. Sermayenin birikimi, yoksullaşmaya, açlığa, sefalete ve nihayetinde siyasi olarak baskıya paralel olarak sağlanıyor.

21. yüzyılın başında emperyalizme karşı mücadele edilerek Spartakus olunur. 21. yüzyılın Robespiere’i, emperyalizm ve işbirlikçilerinin düzenini yıkma mücadelesi verendir.

Çağ olarak 21. yüzyıl, 20. yüzyıldan farklı değildir. Bu çağ da emperyalizm ve proleter devrimler çağıdır. Esas olan, emperyalizme ve kapitalizme karşı mücadeledir. Bu mücadelede iki devrimci tipi karşımıza çıkıyor: eskiye karşı mücadelesini antiemperyalizmle, antifaşizmle ve devrimci demokrasi ile sınırlayan devrimcilik, yani küçük burjuva devrimciliği ve eskiye karşı mücadelesini, yeni olanı sosyalizmde görerek sürdüren; sermayeyi, sömürüyü, bir bütün olarak kapitalizmi hedef alan devrimcilik; proleter devrimcilik.

Emperyalizm, susmayı, köleliği, çıkarlarına koşulmayı dayatıyor. Emperyalizm, vahşeti, açlığı, sefaleti dayatıyor. Emperyalizm, cehaleti, çarpık bilinçlenmeyi dayatıyor. Emperyalizm/kapitalizm, barbarlığı dayatıyor. Bu durumda, 21. yüzyılda insan olarak var olmanın/kalabilmenin yegane alternatifi devrimci olmaktır, bu dayatmalara karşı mücadele etmek, mücadeleyi örgütlemek ve yönlendirmektir. Ancak böyle hareket edildiğinde bu yüzyılda devrimci olunabilir.

1 Mart 2000 Çarşamba

PROPAGANDACIYA NOTLAR (I)


PROPAGANDACIYA NOTLAR (I)


I-PROPAGANDA VE PROPAGANDACININ BAZI ÖZELLİKLERİ

1-Parti Propagandasının Temel İlkeleri Ve Görevleri

1.1 - Marksizm-Leninizm Araştırılmalıdır

Devrimci teorinin propaganda ilkeleri Marks, Engels, Lenin ve Stalin tarafından formüle edilmişlerdir. Özellikle Engels, sosyalizm bir bilim olduktan sonra, bilim gibi ele alınması gerektiğini vurgulamıştır. Onların bu öğretisini Lenin ve Stalin uygulayarak geliştirmişlerdir. Burada ilke edinilmesi gereken temel anlayış şudur: Propaganda adına sosyalizmin ne denli "iyi" olduğunu, kapitalizmin ne denli "kötü" olduğunu söylemek hiç yeterli değildir. Marksist-leninist teorinin, dünyanın devrimci değişiminin aracı olmasını istiyorsak bu teoriyi sistematik olarak öğrenmek zorundayız. Marksist-Leninist teorinin yol göstermediği pratik, ne kadar başarılı gözükürse gözüksün insanlığı sınıfsız topluma götürmez. Teorinin, yığınların elinde maddi güce dönüşmesi, her şeyden önce onun kavranmasından geçer.

Marksist-Leninist teorinin esas konusu, dünyayı yorumlamak değil, değiştirmek eylemidir. Bu bağlamda Partinin, kendini, dünyayı yeniden yorumlamakla yetinen propagandacıya ihtiyacı yoktur. Teoriyi öğrenen, onu önemseyen, onu dünyanın değiştirilmesi için bir araç olduğunu kavrayandır. Partinin böylesi propagandacılara ihtiyacı vardır.

1.2 - Marksist-Leninist Propagandanın Amaç ve Görevleri

Burjuva propaganda gerici hakim sınıfların çıkarlarını dile getirir. Bu propagandanın temel görevi, gerçek durumu çarpıtmak, işçi sınıfı ve emekçileri, bir bütün olarak geniş yığınları kandırmak, yığınların dikkatini, kapitalizmin, mevcut sistemin neden olduğu sorunlardan uzaklaştırmak ve özellikle medya (TV, gazete vs.) vasıtasıyla yalan yanlış haberlerle, yoz kültürle kendine yabancılaştırmaktır. Burjuva propaganda, kapitalizmi ebedi kılan ve kutsayan; işçi sınıfı ve emekçi yığınları ücretli kölelik rejiminde umutsuz, çaresiz ve sürü kalmaya mahkûm eden propagandadır. İşçi sınıfı ve emekçi yığınların uyanışı ve kurtuluşu doğrultusundaki her çıkışı, girişimi ve mücadelesini kırmayı, söndürmeyi ve sindirmeyi hedefleyen bir ideolojik kuşatma ve yanılsama faaliyetidir.

Komünist propaganda ise bilimsellikten asla ve asla kopmaz. Çünkü devrimci propaganda diyalektik materyalist yönteme, nesnelliğe, gerçeğe dayanan propagandadır. Propagandanın amacı, hitap edilen yığınları eğitmek, onları sosyalist öğretiyle donatmaktır. Onları, mevcut sömürü düzeninin neden yıkılması gerektiği ve neden sosyalizmin kaçınılmaz olduğu konusunda bilinçlendirmektir. Komünist propaganda işçi sınıfı ve emekçi yığınları sosyalist siyasal düşünce ve ideolojinin etkisine çekmeyi, işçileri sınıf bilinçli yapmayı, ücretli kölelik düzeninde kurtuluşun tarihsel bir zorunluk olduğunu, sosyalizmin çekiciliği, teorik öngörüsü ve pratiğini kavratmayı hedefler.

İşçi sınıfının toplumsal üretimdeki ve tarihsel ilerlemedeki yerini, statüsünü; en devrimci sınıf olarak sömürüsüz ve sınıfsız bir dünyaya gidişte başı çekeceğini inandırıcı ve ikna edici tarzda ortaya koyar.

Bilinç konusunda propagandacı, iki noktayı faaliyetinde asla göz ardı etmemelidir: Günlük bilinç ve kendiliğindencilik, bilimsel bilinç ve teorik kavrayış. Günlük bilinç, çevremizdeki süreç ve görünümlerin beynimize yansımasıdır. Günlük bilinçle görünen, olan-biten, yaşanan olaylara tepki duyar veya olumlarız. Ama bu asla yeterli değildir. Çünkü burjuva propaganda, birçok gelenek, eğilim ve alışkanlıklar günlük bilinci etkilerler. Günlük bilinç, en fazlasıyla kendiliğindenciliğe eş düşer. Günlük bilinç veya kendiliğindencilik, olayların ve süreçlerin, görünüm ve gelişmelerin sistematik bir yorumuna, derinleşmeye, temelden kavramaya ve sınıfsal açıdan analiz yapmaya asla yetmez. Bu bilinçle, somut durumun somut analizi yapılamaz.

Teoriyi bilim olarak ele alma ve derinleşme, doğa ve toplum hakkında sistematik bilgi edinme, sınıf mücadelesinin sorunlarına Marksist-Leninist teori ışığında yaklaşma sonuçta bizi teorik bilinçlenmeye götürecektir.

Bu bilinçlenme farklılığından dolayı propagandacı, kimlere, hangi bilinç seviyesinde olanlara hitap ettiğini "üç aşağı-beş yukarı" bilmek zorundadır. Şüphesiz her iki bilinçlenme arasında Çin Seddi yoktur. Teorik bilinçlenmenin çıkış noktası, şüphesiz ki günlük bilinçtir. İnsanı olduğu gibi ele almak, onu sahip olduğu günlük bilinçle ele almak demektir.

Bilinçlendirmek, propagandacının temel görevidir. Bilinçlendirmek için propagandacı, gerçeğin nesnel analizini yapmak zorundadır. Gerçekliğin nesnel analizi, genel konuşmayı, kahrolsunu, yaşasını, yüzeyselliği dışlar. Bilimsel inandırıcılığı, iknayı, gerçeği esas alır. Propagandacı gerçekliği, bütün çıplaklığıyla; çelişkileri ve karmaşıklığıyla anlatmasını ve hitap ettiği kitleyi adeta büyülemesini bilir, becerir. Bunu yapabilmek için propagandacının diyalektik yönteme mutlaka hakim olması gerekir. Doğada ve toplumda yasaların nesnel olduğunu kavramadan, toplumsal gelişme yasalarını kavramadan devrimin mantığı ortaya konulamaz, devrimin gerçekleşebilirliğinin açıklanması, devrimci teorinin propagandası yapılamaz. Propagandacı, teorik inceleme ve irdeleme, teorik analiz ve üretimle kendini yenilemek, donatmak zorundadır.

1.3 - Propagandacı, Devrimci Teorinin Katışıksızlığı İçin Mücadele Eder

Propagandacı Marks, Engels, Lenin ve Stalin'in eserlerini ve pratik mücadele tecrübelerini devrimci teorinin katışıksızlığı açısından da incelemelidir. Onlar, diyalektik-materyalist dünya görüşünü burjuva ideolojisine, revizyonizme, oportünizme vs. karşı tavizsiz mücadele ile geliştirmişlerdir. Devrimci teorinin katışıksız savunulması ve geliştirilmesi, Lenin'in dediği gibi, "sosyal görünümler, gelişmeler, olgular üzerine görüşler gerçek gelişmenin ve gerçekliğin (aç. SP) amansız nesnel analizine dayanmalıdır (Bkz. Lenin; C. 2, s. 544, "Hangi Mirastan Vazgeçmeliyiz?"). “Gerçek gelişme”nin analizine dayanmayan görüşler, teorik ve siyasi öngörüler, sonuçlar ve yargılar, “gerçek gelişme”nin hareketine yanlış, çarpık ve karşılığı olmayan müdahaleleri de gündeme getirir. Ve aynı zamanda, pratikte kanıtı farklı olunca, propagandacıya ve partiye güveni de sarsar.

Propagandacı, Marksist ideolojik mücadele cephesinin en önünde, ön siperde yer alan savaşçıdır. Teorik öngörü, açılım ve belirlemeleriyle sadece siyasi faaliyet ve bireylerin biçimlenmesinde rol oynamıyor, aynı zamanda pratik test edilmeyle partinin yığınları ve çevre-çeper üzerinde bıraktığı/bırakacağı etki ve izlenimle de yer edinir. O, her türden anti-marksist düşünceye karşı mücadele yolunu açar, hedef gösterir. Teorinin katışıksızlığını koruyamayan/savunamayan bir propagandacı, farkına varmadan devrimci teoriyi "sulandırır", burjuvazi ve küçük burjuvazi için kabul edilir seviyeye indirger. Böyle bir propagandacı, sonuçta yığınların yanlış bilinçlenmesine neden olur. Çarpık bir bilinçlenme, günün görevlerine doğru çözümler üretemez. Politikaya Marksist-Leninist bir ideolojik renk ve ruh kazandıramaz.

1.4 - Propagandacı Gerçeğe Sadık Kalır

Lenin, "III. Enternasyonal'in Görevleri Üzerine" makale sinde şöyle der:
"Proletaryanın gerçeğe ihtiyacı vardır ve onun davası için hiçbir şey, iyi görünen, terbiyeli, dar görüşlü yalan kadar zararlı değildir" (C.29, s. 493).

Bunun anlamı açık: Propaganda adına, iyi niyetle de olsa yalan söylemek, yalanla insanların, çevrenin/tabanın duygularını sömürmek davaya zarar verir. Siyasal savaşımdaki savaş hilelerini, düşmana karşı psikolojik savaşımı yığınlara yönelik devrimci propagandanın kapsamına dahil edemeyiz. Proletarya “terbiyeli yalan”a ihtiyaç duymaz; çünkü proletaryanın sosyalist öğretisi, maddi toplumsal gerçeğe, sınıf hareketi ve savaşımına dayanan bilimsel bir teoridir. Ve kapitalizmin hastalıkları ve kötülüklerinin anası özel mülkiyetin her türüne karşıdır, adaletsizliğe ve her türlü baskıya karşıdır. Bunun kadar haklı, meşru ve insani ne olabilir ki? Her proletarya devrimcisi bir avuç kapitalistin dışında toplumdaki her bireye, kapitalizmin barbarlığına karşı, sosyalizmin kurtuluş ola cağını propaganda etmeye yeterli argüman, teori ve pratiğe sahip olabilir. “Terbiyeli yalan” aynı zamanda sermaye ve faşizmin eline fırsatlar, istismar konuları da verir.

Marmara depremi döneminde; devlet bir şey yapmıyor demek propaganda değildir. Ama devlet yapılması gerekeni yapmıyor, yapmaya niyeti yok demek propagandadır. Çünkü devlet, bir şeyler yapmaya çalışmıştır. Propagandacı, yapılanın rezalet olduğunu hedef almalıdır. Çünkü depremi yaşayan yığınlar, devletin bir şeyler yaptığını, ama yeterli yapmadığını, bunu Gölcük Donanması’na ve belli çevrelere yaptığını biliyorlar.

Propagandacı, gerçeğe sadık kalmak zorundadır. Gerçeğe sadık kalmak, konunun içerik zenginliği, propagandacının anlatım ve yazım yeteneği, stili, yığınların etkilenmesini, evet büyülenmesini sağlar ve devrimci teoriye devasa güç kazandırır. O halde propagandacı, bu konuda da Lenin'i izlemelidir. Propagandacı, kullandığı kavramın hakkını vermelidir. Kavram, ifade ettiği içerikle aynılaşmalıdır.

Propagandacı, yığınlar nezdinde ve de burjuvazi nezdinde partinin aklı ve aynasıdır. Onun, yazılı ve sözlü faaliyeti, yani propagandası, sayısız göz ve kulak tarafından görülür ve duyulur. Propagandacı bunun bilincinde olmak zorundadır ve propaganda da taraflılığını, şüphe bırakmayacak açıklıkta ortaya koymalıdır. O, taraflılığın ve bilimselliğin birliğini sağladığında hitap ettiği kitlenin devrimci teoriyle eğitilmesine ve donatılmasına katkıda bulunmuş olur. Bunun dışında kalırsa yapılanın etkisi ancak saman alevinin etkisi kadar olur.

Lenin şöyle der: “Taraflılık, aynı zamanda, siyasi gelişmenin koşulu ve ölçeğidir. Söz konusu yığınlar veya sınıf, siyasi bakımdan ne kadar gelişmiş, eğitilmiş ve bilinçlenmiş ise onun taraflı gelişmesi de o denli yüksek olur” (Bkz. C. 24, s. 511). Siyasal olarak gelişen ve eğitilen işçi, sınıf bilinçli işçidir. Kendisi için sınıfın bireyidir. Sınıf çıkarları doğrultusunda örgütlenen ve savaşan işçidir. Propagandacı bireyi ya da yığınları taraflı eğitmeyi, sınıf çıkarlarına bağlı kalarak kendisini oluşturan bireyleri yetiştirmeyi hedefler.

Öyleyse, önce propagandacı kesin, sarsılmaz taraflı olmalıdır; yani devrimci teoriyi katışıksız savunacak derecede kavramış olmalı ki, yığınların taraflı olmasına, sınıf bilinçlenmesine katkıda bulunabilsin.

Propagandacı Lenin'in şu sözlerini kendine bayrak edinmelidir:

"Sosyal demokrasi, sürekli ve durmaksızın, işçi hareketinin nüfuzunu modern toplumun siyasi ve toplumsal yaşamının bütün alanlarına yaymalıdır. O, sadece, işçilerin iktisadi mücadelesini değil, bilakis proletaryanın siyasi mücadelesini de yönetmelidir. Nihai hedefimizi bir dakika da olsa gözden kaybetmemelidir. Sürekli, proleter ideolojinin, bilimsel sosyalizm öğretisinin, yani marksizmin propagandasını yapmalı, onu çarpıtmalardan korumalı ve geliştirmelidir. Hangi moda ve parlak görünüme bürünmüş olursa olsun burjuva ideolojisinin her rengine karşı yorulmaz bir şekilde mücadele etmeliyiz" (C. 5, s. 350,"Politik Ajitasyon ve Sınıfsal Duruş").

Komünist partisi, propaganda ve ajitasyonunda sosyalist bir bakış açısı ve perspektife sahiptir. Küçük burjuva devrimciliğinin propaganda ve ajitasyonundan temelde farklıdır. Bu farkın silikleşmesine izin verilemez. Hiçbir “moda” ya da konjonktürel ideolojik görünüm ve siyasal eğilimler komünistleri ilkelere bağlı politik faaliyet yürütmeden, nihai hedefe bağlı propaganda yap maktan alıkoyamaz.

1.5 - Propagandacı, Teori ile Pratiğin Bağını Kurmak Zorundadır

Marksist Leninist teori, toplumsal pratiğin genelleştirilmesi temelinde yükselir, pratiğin yolunu aydınlatır, ona yön verir. Marksist teori toplumsal yaşamın, pratiğin, toplumsal gelişme yasalarının formülasyonudur; teori pratikten çıkar. Pratik, partinin veya yığınların, somut, amaçlı faaliyetidir. Bu faaliyet sınıf mücadelesinin, toplumsal yaşamın her alanında sürdürülür. Bu iki kavram arasındaki bağ, tali bir sorun değil, komünist partinin mücadelesinin yaşamsal bir sorunudur. Bu, kendini somut durumun somut analizinde gösterir. Bu kendini, yadsımanın yadsınmasında, zıtların birliği ve mücadelesinde ve nicel değişimlerin nitel değişimlere, nitel değişimlerin de nicel değişimlere dönüşmesinde gösterir. Marksist diyalektik yöntemi kavramak ve kullanmak, teori ve pratik arasındaki bağı kavramak anlamına gelir. Ancak ve ancak teoriyi somut koşullara uygulayan, yani pratikleştiren ve bu pratikleştirmeden yeni teorik sonuçlar çıkartabilen bir parti, Marksist teoriyi kılavuz olarak kavrayan ve gerçeği, somut durumu genel formülasyonlarla açıklamayan bir parti, komünist partisi olabilir.

Marksist teori, Türkiye'de üretim ilişkilerinin ve toplumu belirleyen temel sınıfların, bunlardan hangisinin hakim sınıf olduğunu, hangisinin geleceği temsil ettiğini somutlaştıramaz. Ama bunların somutlaştırılması için bize yol gösterir. Bu yolu bulabilmek bizim görevimizdir. Bu görev, teorinin pratiğe uygulanması ve pratikten çıkartılan sonuçlarla teorinin yeniden geliştirilme si ve zenginleştirilmesidir.

Propagandacı bunu bilmek, teori ile pratik arasındaki diyalektik bağı kavramak zorundadır. Propagandacı, Marksist teori budur, pratik de budur diye propaganda yapamaz. Propagandacı, teori ve pratiği bütünlüklü olarak vermelidir. Dinleyen veya okuyan neden, niçin sorularının cevabını almalıdır.

Propagandacı bu konuda Engels'in şu sözünü unutmamalıdır:
"Bilimin her alanında, tarih biliminde olduğu gibi doğa biliminde de, var olan olgulardan hareket edilmesi...o halde...iç bağlantıların gerçekler içinde inşa edilmeyip, onların içerisinde keşfedilmesi gerektiği, keşfedilince de mümkün olduğu kadar deneylerle doğrulanması gerektiği noktalarında aynı düşüncedeyiz" (Marks-Engels, C. 20, s. 334, "Doğanın Diyalektiği").

Engels, gerçeklik üzerine fantezi yapmayalım diyor. Gerçekliğin içinde “iç bağlantı”lar kurmayalım, aksine gerçeği oluşturan iç bağlantıları, yasaları keşfedelim diyor.

Bunu bir başka biçimde somutlaştıralım: Maocuların devrim anlayışı Türkiye gerçeğinden hareketle mi tespit edilmiş? Hayır. Bu arkadaşlar, gerçeği teorilerine uydurmuyorlar. Gerçeği, teorik olarak görmek istedikleri gibi görmeye çalışıyorlar. Bunun adı subjektivizmdir ve sonuçları bazen, maocularda olduğu gibi, komik de oluyor.

Marksist diyalektik yöntem ışığında teorimizi pratikte bulabilmeliyiz, bunu doğrulamalıyız. Ancak bu şekilde hitap ettiğimiz yığınları devrimci mücadeleye kazanabiliriz, teorimizin maddi güce dönüşmesini sağlayabiliriz. Ancak böyle bir durumda pratik politikan, taktik ve sloganının karşılığını bulur, çağrıların kitlelerden yanıt alır.

Stalin’in belirttiği gibi, “teori, devrimci pratik ile çözülmez bir bağlılık halinde gelişince, işçi hareketinin büyük bir gücü haline gelebilir." O halde, teori, devrimci pratiğin, örgütlenmenin, savaşımın yolunu aydınlatmada, tıkanmışlığı aşmada, sorunları aşmada çözücü olmalıdır. Sosyalist öğretinin çekiciliği, onun bilimselliği, devrimciliği ve toplumsal gerçekliğe dayanıyor olmasından ileri gelir.

2-Propagandanın Etkisinin Ölçüleri

Lenin, "Yoldaş Plehanov Sosyal Demokrasinin Taktiği Üzerine Nasıl Değerlendirme Yapıyor" makalesinde şöyle der:

"Sosyal demokrasinin bütün politikası, halk kütlesinin gelecekte gideceği yolu aydınlatmaktır. Marksist meşalemizi yükseklerde tutuyoruz ve her bir sınıfın her adımında, her siyasi ve iktisadi olayda yaşamın öğretimizi onayladığını gösteriyoruz" (C. 10, s. 480, aç. SP).

Komünist parti, bu ilkeye göre hareket etmelidir ve propagandacı, etkili propaganda yapabilmek için bu ilkeyi kavramalıdır. Pratik ve yaşam, teorik ve politik öngörülerimizi doğrulamalı, propagandanın içeriği, kapsamı ve yönteminin isabetliliğini kanıtlamalıdır. Bu ilke, yığınların devrimci hareketinin yolunun aydınlatılmasını, yığınların bu devrimci harekete katılmalarını önkoşul yapar. Propagandacı ordusuna sahip bir partinin propagandasının etkisi, yığınlarla bağında görülür. Ama parti, propaganda faaliyetini hiçbir zaman yığınların aydınlatılmasıyla sınırlandırmaz. Mücadeleye çekilen, yolu aydınlatılan her yeni kitle partiyi daha kapsamlı, daha derin propaganda görevleriyle ve bu görevlerin üstesinden gelecek propagandacıları yetiştirmek sorunuyla karşı karşıya bırakır.

Propagandanın etkisi kendini, her şeyden önce, yüksek ideolojik seviyede hitap edilen kitlenin (işçi sınıfı ve emekçiler) bilincinde, onların, toplumsal yaşamın, toplumsal gelişmenin bütün görünümlerini Marksist teoriye göre değerlendirmelerinde bulur. Propaganda, gerçekten kaliteliyse, bilimsel seviye yüksekse bu sonuçlar alınır.

Bilimsel seviyeli propaganda yapmak veya anlaşılır olmak adına, özellikle propaganda faaliyetinde görülen iki uca düşmemek gerekir. Bu uç noktalardan birisi soyut teori sevdasıdır. Soyut teoriyi, onu anlatmaya düşkün olan propagandacı, pratiği, yaşamı, teorinin pratikle bağını ve insanların günlük sorunlarını unutmuş olan propagandacıdır. Böyle bir propagandacının, grev yapan işçilere hitap ettiğini düşünün! Bir sendika toplantısında veya semt sorunlarının ele alındığı toplantıda propagandacının, propaganda adına, somut sorunları bir kenara bırakıp doğa olaylarını, devrimi derin teoriyle açıkladığını düşünün! Her iki durumda da parti kaybeder, propaganda amaca hizmet etmez.

Propaganda salt teori veya hitap edilen kitlenin düşük bilinç seviyesinden hareketle salt pratikçilik tarzında da yapılmaz. Salt teorinin ve salt pratiğin propagandasını yapmak, teori ve pratiği birbirinden kopuk olarak ele almak anlamına gelir. Birinci durumda teori, özgün sorun konumuna getirilir ve propaganda yaşamdan/pratikten kopartılır. Tam da bu nedenden dolayı Lenin, siyasi çizginin yaşama geçirilmesini sadece onun; bu çizginin doğruluğunda değil, aynı zamanda "en geniş yığınların bu (çizginin) doğruluğuna kendi tecrübeleriyle ikna olmaları" gerektiğini de koşul yapar (Bkz. C.31, s. 9 ).

İkinci durumda ise teoriyi önemsememe, küçümseme, bu alandaki eksikliği pratiği ön plana çıkartarak kapatma söz konusudur. Bu durumda pratik faaliyete faydacı yaklaşım, her şeyi pratikle açıklama kaçınılmazdır. Böyle bir ortamda teori dogmalaşır, körleşir ve hatta alay konusu bile olabilir. Böyle bir yaklaşım ile teorinin çözücü, ön açıcı ve aydınlatıcı gücünden yoksun olunur. El yor damıyla yürünür.

2.1 - Propagandacı Burjuva İdeolojiye Karşı Uzlaşmazdır

Komünist partinin, tek tek üyelerinin ve tabii ki bu arada propagandacının da burjuva ideolojisine ne kadar açık olup olmadığı ideolojik kavrayış ve sağlamlığa bağlıdır. Bu anlamda ideolojik sağlamlık ve seviye, Marksizm-leninizme düşman ideolojiye; burjuva ideolojisine karşı uzlaşmaz duruşla sıkı bağ içindedir. Burjuva toplum içinde yaşayarak bu topluma ve ideolojisine karşı tümüyle bağışıklık kazanmak olanaksızdır. Birey, ne kadar dirense de bir şekilde burjuva etkilere açıktır. Buna karşın parti kendi yaşam tarzını geliştirir. Evet, burjuva yaşam tarzı içinde ama o yaşam tarzına karşı yaşam tarzı. Yeni insan bu tarz içinde gelişir. Parti, var olduğu her yerde ve her koşul altında, hangi görünümde olursa olsun burjuva ideolojisine karşı gerçek bağışıklığı sürekli ve sürekli üretmek zorundadır. Burjuva ideolojisine karşı mücadelede propagandaya bu perspektifle yaklaşılmalıdır. Propagandacı, hitap edilen kitlenin pratik tecrübesiyle, edindiği teorik bilgiyi pratikte sınamasıyla belli düşüncelerin doğruluğuna inanacağından; Marksist teoriyle donanacağından ve hangi biçimde olursa olsun burjuva ideolojiyi tanıyabileceğinden ve ancak bununla o ideolojiye karşı bilimsel ve uzlaşmaz tavır alabileceğinden hareket etmelidir.

2.2 - Propagandacı Bağımsız Düşünmeyi Teşvik Eder

Bu alandaki zorluk, özellikle yazılı propagandada söz konusudur. Yazılı propagandada çoğu kez, propagandanın etkisi ile in sanları, bağımsız düşünmeleri için eğitme, onların şu veya bu sorunu analiz etme yeteneğine ulaştırılmaları görevinin sıkı bağı unutuluyor veya önemsenmiyor. Bu bağa en azından sözde dikkat çekilse de pratikte unutuluyor. Birçok yazıda devrimci teori, Marksist-Leninist ilkeler, hazır bir şekilde sunuluyor. Okuyana ezberlemekten başka bir iş kalmıyor. Hazır, "paketlenmiş" sonuçlandırmalar, hiçbir şekilde, hiçbir somut duruma uygulanamazlar. Bu durumda hazır sonuçlandırma, kaçınılmaz olarak dogmaya dönüşür ve ezberlenir.

Lenin, "Uzaktan Mektuplar"ının ilkinde şöyle der:
"Marks ve Engels, ezbere öğrenilen ve yinelenen, olsa olsa tarihsel sürecin her evresinin, somut iktisadi ve siyasi durumuyla zorunlu olarak değişen genel hedefleri gösterebilen ‘formüller’ ile haklı olarak alay ederek, her zaman, ‘bizim öğretimiz bir doğma değil, bilakis bir eylem kılavuzudur' demişlerdir" (C.24, s. 25).

Sonuçları, genel formülasyonları ezberleyen kişi, bunları, zihinsel gelişmesi ve yorumlama yeteneğini geliştirmesi için kullanamaz. Hegel, “gerçek, ona götüren yol olmaksızın bir cesettir ” der ve Marks Hegel'in bu sözüne katılır.

Propagandacı, ele aldığı konunun açıklanmasında hitap ettiği kitleye muhakeme yapma, düşünme, gerçeğe giden yolu görebil me olanağını tanımalıdır. Propagandacı, öyle yazmalı ve anlatmalıdır ki, hitap ettiği kitle düşünmek zorunda kalsın.

2.3 - Propaganda ve İçerik

Propagandanın ne denli etkili olup olmadığı onun içeriğine, örgütlenmesinin ve yönetiminin biçim ve yöntemlerine bağlıdır. Burjuvazi bütün iletişim organlarını, her türlü olanak ve araçları kullanarak burjuva ideologların teorileriyle ele alınan konunun içeriğini kendi sınıfsal çıkarına yarayacak bir şekilde lanse eder. Yani propagandanın yönetim ve örgütlenmesinin yöntem ve biçimini istediği gibi değiştirir. Bunun, literatürdeki adı manipülasyondur, çarpıtmadır.

Komünist parti, ideolojisinin içeriğini, Marksist-leninist teoriyi maniple ederek/çarpıtarak lanse etmez. Komünist parti, propagandanın maniple edilmesine ilkesel olarak karşıdır. Marksizm-leninizmin, bu ideolojinin içeriğinin manipülasyona ihtiyacı yoktur. Bu ideoloji, işçi sınıfının ve emekçi yığınların öz sınıfsal çıkarlarını ifade eder. Bu nedenden dolayı, Marksizm-leninizmin en iyi propaganda yöntemi, onun içeriğini olduğu gibi sergilemektir. Burjuvazi, hakimiyetini sürdürmek için, devletin tarafsızlığından başlayarak her türlü baskısını, sömürüsünü, pisliğini ve ahlaksızlığını geniş yığınlar nezdinde gizlemek için manipülasyona başvurur, Marksist teorinin ise buna ihtiyacı yoktur. Çünkü yığınlardan gizli olan bir yönü yoktur. Siyasal ve toplumsal olguları, görüngüleri açıklayacak diyalektik materyalist yöntem silahına, sosyalist teorinin gücüne sahiptir.

Ama buna rağmen, geniş yığınların bilincini etkilemek için, güçlü propaganda için başvurulan kimi yöntem ve araçlar, son kertede, istemeyerek de olsa propagandanın içeriğinin geri plana itilmesini birlikte getirebiliyor. Propaganda faaliyetinin biçimleri, araç ve yöntemleri kendisi için amaç yapılırsa, esas amaca ulaşılamaz. Propaganda faaliyetinin biçimleri, araç ve yöntemleri, propagandası yapılan düşüncenin içeriğini açıklama görevine tabi olmalıdır. Yani her koşul altında, bütün biçim, araç ve yöntemler propaganda konusu olan düşüncenin içeriğinin ön planda durmasına, anlaşılmasına hizmet etmelidir.

Sanatla; tiyatroyla, müzikle, resimle vb. propaganda yapılabilir. Yapılmalıdır ve yapılıyor. Ama yöntem, araç ve biçimler ne olursa olsun bunlar politikanın alternatifi olamazlar, politikadan bağımsız olamazlar ve hele hele politikanın yerini hiç alamazlar. Bu konuda Lenin şöyle der:

"Pedagojiden özel bir slogan yapma, onu 'politika'nın karşısına koyma, bu karşıya koyma üzerinde özel bir yön inşa etme, bu şiar adına, sosyal demokrasinin ’politikacıları'na karşı kitleye hitap etme düşüncesinde olan, derhal ve kaçınılmaz olarak demagojiye düşer" (C. 8, s. 452/453).

Lenin, politikayla pedagojinin birbirine karıştırılmasına kesin olarak karşı çıkıyor. Lenin, söz konusu makalesinde, propagandası yapılan düşüncenin içeriğinin, siyasi ve ideolojik yönelimin unutulmasına, önemsizleştirilmesine ve amaca şekli pedagojik araçlarla ulaşma çabalarına karşı çıkıyor. Bu, film, tiyatro, müzik vb. için de geçerlidir.

Propagandacı, örneğin bir filmi araç olarak kullanırken, anlatmak istediğini unutarak, bir kenara iterek, araç olarak filmi bağımsızlaştırmamalı, politikanın karşısına koymamalıdır.

2.4 - Propagandacı ve Kişisel İnancın Oluşması

Propaganda, hitap edilen yığınlarda bilincin proleter ideoloji ve ahlakın ruhuna göre oluşmasını amaçlar. Dolaysız amaç ne olursa olsun bu böyledir. Ne var ki hitap edilen kitle, çeşitli açılardan farklı gruplara bölünmüş durumdadır; etnik köken farkı, sosyal-kültürel konum veya durum farkı, eğitim seviyesi farkı, mesleki fark, yaş ve cinsiyet farkı vs. vs. Bunun ötesinde bazıları, bilgi sahibi olmak için inisiyatifli olurken, bazıları pasif kalabilirler. Bazıları, bilgiye, bilinçlenmeye karşı duyarsız olurken, bazıları dini inancın etkisindedir. Bazılarında gelenekler her şeyin üstüne çıkarken, bazıları burjuva alışkanlıklar içindedir. İlk bakışta "işe yarar" kimse yoktur. Bu durum neyi gösterir? Bu durumda propagandacı, propagandanın somut etkisinin nihayetinde, tek tek insanlar üzerinde olduğunu görmek zorundadır. Ajitasyon ile propaganda arasında etkileme farkı burada kendini gösterir. Ajitatör, bütün kitleyi büyüleyebilir, ama bu, propagandacı açısından mutlaka geçerli değildir. Böyle bir kitle karşısında propagandanın etkisi, kişinin ruh dünyasına ne denli nüfuz edilip edilmediğiyle ölçülür. İnsanların, propagandası yapılan düşünceleri kavrayabilmeleri, benimseye bilmeleri yukarıda belirttiğimiz nedenlerden dolayı çelişkilidir. Bu nedenden dolayı propagandacı, propagandasını yaptığı düşüncelerin, dinleyen veya okuyan kitlenin bilincine hemen yansımayacağını, derin bir inanca dönüşmeyeceğini bilmek zorundadır. Propagandacı, sınıfsal bilinçlenmenin, proleter dünya görüşünün ancak bir dizi ve kişiye göre farklı çelişkilerin aşılmasından sonra oluşacağını bilmek zorundadır.

Bu çelişkileri birkaç noktada toplayabiliriz.
Propagandacının karşı karşıya olduğu kitle (parti kitlesi hariç):

-Yaşam üzerine şekillenmiş gerici düşüncelere, bilince yerleşmiş burjuva gerici değerlere sahip olanlar.

-Proleter ideoloji ve ahlaka yabancı ideoloji ve ahlakın etkisi altında olanlar.

Propagandacı, hitap ettiği kitlenin bugün gerici faşist partilerin oy küpü olduklarını, reformist ve liberal etkiler taşıdıklarını, onlar tarafından yönlendirildiklerini, işçinin ve emekçinin kendine yabancılaştırıldığını ve bunun ötesinde antikomünist propagandayla beslendiğini ve bu milyonlarla ya da edilgen yığın kazanılmadan devrimin olamayacağını bilmek zorundadır. Devrim, bir avuç bilinçli insanın değil, yığınların eseri olacaktır! Bu denli farklı yapıda olan insanları aynı sınıfın, işçi sınıfının unsurları veya emekçi olmalarına rağmen eğitmenin, ikna etmenin, inandırmanın, bilinçlendirmenin zor, sabır isteyen bir iş olduğunu propagandacı bilmek zorundadır. Propagandanın etkisi düz bir hat üzerinde gelişmiyor. İdeolojik eğitim zordur ve uzun bir zamanı ve devrimci bir pratiği gerekli kılar. Başarılı bir propaganda "büyük dayanıklılığın, kararlılığın ve sistematiğin ortaya konmasıyla" yapılır. "Bu özellikler olmaksızın siyasi aydınlatmaya sadece girişmek bile olanaksızdır" (Lenin).

3-İkna Gücünün Mantıksal Ön Koşulları

3.1 - İnanmak mı yoksa bilimsel ikna mı?

İnsanların inanma ve düşünme tarzının nedeni ve kaynakları çeşitlidir. Az veya geri eğitimli, bilinçli insanlar, fantastik şeylerin gerçek olduğuna inanabilirler. Ön yargılar ve batıl inançlar böyle doğar. Bu kör inançtır. Kör inanç, kaçınılmaz olarak dogmaya ve ön yargıya götürür. Marksist teori, bilimsel bir öğretidir ve anlatımı da bilimseldir. Bir dini inancın öngörülerinin gerçek olduğu bilimsel olarak açıklanamaz, ama bu öngörülerin gerçek olmadıkları, batıl inançlar oldukları bilimsel olarak açıklanır. Marksist teorinin gerçekliği ifade ettiği bilimsel olarak açıklanır, ama bu teorinin gerçekliği ifade etmediğini açıklayabilmek(!) için bilimsel yöntemi terk etmek, metafizik yönteme başvurmak gereklidir. Bütün bunlar şu veya bu şekilde, genel hatlarıyla da olsa, bilinen olgulardır. Ama buna rağmen sorun hep dönüp dolaşıp bu basit gerçeklikten hareketle propagandanın nasıl yapılacağında düğümlenir. Propaganda genel anlaşılır olmalıdır, insanların ruhuna, düşüncesine hitap etmelidir. Bunlar doğru ama propaganda sadece bundan mı ibaret? Bu konuda Lenin'in şu sözleri öğreticidir:

"Yarım yamalak bilimi değil de bütün bilimi öğreterek Rus yabaniliğine ABC'nin nasıl anlatılması gerektiği (konusunda) bu, gerçek bir örnektir".

Demek ki, dinleyici ve okuyucu kitlesi ne kadar cahil olursa olsun, Lenin'in deyimiyle ne kadar “yabani” olursa olsun propagandacının sorunu, bu seviyedeki kitleye bilimi; bütün bilimi anlatabilmektir. Bu kitle bilimden anlamaz, anlatılanı zaten kavramaz anlayışından hareketle bilim adına yarım yamalak şeyler anlatmak komünist propagandacının işi değildir.

"Bütün bilimi" anlatabilmek için propagandacı, okur ve dinleyici kitlesinin ruh halini tanımalı, onların aklına hitap etmeli, onlardan bağımsız düşünmeyi, muhakeme etmeyi teşvik etmeli ve gerçeğin ortaya çıkartılması, ele alınan konunun kavranır olması için bilimde kullanılan araç ve yöntemleri kullanması gerekir. Böyle bir propaganda için önce, yetişmiş olması gerekir. İkna gücüne sahip olmalıdır. Başkasının bilincini etkilemek isteyen, önce kendisi ikna olmuş, ele aldığı davaya bilimsel inanmış durumda olması gerekir. Marks, Engels, Lenin ve Stalin, birer bilim adamıydılar, davalarının doğruluğuna tamamen inanıyorlardı. Bu inançları, onlara, başka insanların bilincini etkilemek için büyük enerji veriyordu. Ama bu, başka insanları etkilemek için yeterli değildir. Kişinin bir şeye inanması, nihayetinde subjektif bir olgudur. Bu subjektif olgunun ötesinde esas olan, başkalarını ikna etmek için inanılan davanın/gerçekliğin bilimsel olarak temellendirilmesi ve kanıtlanması gerekir. Propagandacı bunu yapmak zorundadır ve bu, genel formülasyonlarla, "yaşasın-kahrolsun" edebiyatıyla yapılamaz.

Marks, Engels, Lenin ve Stalin, söylemlerinin ikna gücüne büyük önem verirlerdi ve bu nedenle de sürekli bilimsel kanıtı araç olarak kullanırlardı. Bu konuda Lenin'in I. I. Skwarzow-Stepanow’a yazdığı bir mektubu (Aralık 1909) örnek alalım. Lenin, bu mektupta şunları yazıyor:

"Ilyin neyi kanıtlamaya çalıştı ve kanıtladı? Rusya'da tarım ilişkilerinin gelişmesi (Burada Lenin, "Rusya'da Kapitalizmin Gelişmesi" yapıtını kastediyor, SP) hem toprak beyliğinde, hem de köylü iktisadında, 'köy cemaati'nin hem içinde hem de dışında kapitalist tarzda gerçekleşiyor. Bu birincisi. Bu gelişmenin tam da kapitalist yolu ve tam da kapitalist sınıf gruplaşmasını kesin olarak belirlediğidir. Bu da ikincisi. “Popülüstlerle tartışma buydu. Bu kanıtlanmalıydı ve kanıtlandı" (C. 16, s. 111)

Lenin, bunu kanıtlamak için, ekonominin durumunu, sınıfların yapısını, o zamanki Rusya'nın iktisadi ilişkilerini karakterize etmek için kapsamlı materyali analiz etmiştir.

Propagandacı, ele aldığı konu üzerinde önce bizzat açık olmalı, inançlı olmalı; konuya vakıf olmalı ve gerçeği, genel lafızlarla değil, kanıtlarla açıklamalıdır.

Bilimsel anlamda kanıt gücü ve bundan kaynaklanan ikna gücü birtakım koşul ve faktörlerin varlığıyla sağlanır. Propagandacı, teoriye, yönteme hakim olmalıdır. Propagandacı, pratik propaganda faaliyetinin tecrübelerinden öğrenmelidir. Ele aldığı konuyu, salt teori yapmaksızın, salt pratikçilik yapmaksızın (basitleştirmeksizin) hitap ettiği kitleye nasıl ileteceğini ölçebilecek durumda olmalıdır. Bu iş zordur, ama imkansız değildir, öğrenilebilinir. Bilimsel propaganda yapmak için Marksist diyalektik yönteme ve ondan kaynaklanan sonuçlara hakim olmak gerekir. Yani, yaşamın ortaya koyduğu sorunlara/görüngülere somut-tarihsel yaklaşım, bunların nesnel analizi, teorik ilkelerin dogmalaştırılmaması, subjektif değerlendirmelerden kaçınmak vs. başarılabilir.

3.2 - Kanıt, Sav ve Tez

Nitelikli ve verimli düşünmede kanıt, zorunlu bir unsurdur. Kanıtlanması gereken ne olursa olsun, her kanıt, iki bileşenden oluşur. Bunlardan birisi tez, diğeri ise savdır/argümandır; yani kanıt nedeni. Bu iki bileşenin mantıksal bağlamına kanıt yöntemi denir. Kanıt yönteminin diğer adı, “gösterme”dir.

Tez, doğruluğu veya yanlışlığı gerçeklik olduğu veya gerçeklik olmadığı kanıtlanması, ortaya çıkartılması gereken bir ilkedir, kuraldır.

Sav (argüman) ise kanıtlanması gereken tezin gerçekliğinin sonuçlandırıldığı ilkedir. Yani ortada bir tez var (diyelim ki Türkiye'de kapitalizmin gelişmesi), bu tezin doğru olduğu savunuluyor, bu savununun kanıtlanması, sav denen kanıt nedenlerinden (olgulardan, istatistik verilerden, materyallerden vs.) hareketle sağlanıyor.

Kanıt yöntemi (göstermek), sav ve tez arasındaki bağlamı ortaya çıkartır. Bu ortaya çıkarış, kanıtlanması gereken tezin gerçek olduğuna götürür. Tezin, gerçek olmadığının ortaya çıkmasını sağlayan kanıta, çürütme denir.

Bir tez doğruysa, onun doğruluğunu ortaya çıkartacak kanıt, er veya geç bulunur. Bunda teori ve pratiğin gelişmesi önemli bir rol oynar. Örnek; sosyalizm uzun bir dönem tez (teori)/ilke olarak kaldı. Pratiğe uygulanırlığı Ekim Devrimi’nden sonra kanıtlandı.

Propagandacı, hitap ettiği kitleyi ele aldığı konunun doğruluğuna inandırmalı, onları ikna etmek veya eleştirdiği anlayışın yanlışlığını ortaya koymak için bunlara, bu mantıksal muhakemeye vakıf olmalıdır.

Neler, sav veya kanıt-nedeni kapsamına girerler? Kanıtlanmış gerçekler/olgular üzerine tezler, yani her bir bilim alanında temel kavramların tanımlanması; doğruluğu kanıtlanmış tezler sav kapsamına girerler.

"İstatistik ve Sosyoloji" makalesinde Lenin şöyle der:
"...Karmaşık ve zor bir sorunun...üstesinden gelmek için... tam gerçekler, tartışmasız gerçekler ...özellikle gereklidir...Bütünlüğü ve bağlamları içinde alındıklarında gerçekler, sadece 'inatçı' değil, bilakis kanıt gücü (aç-SP) olan şeylerdir" (Lenin, C. 23, s. 285).

Her bilim dalında olduğu gibi toplum bilimlerinde ve propaganda faaliyetinde kanıtlanmış gerçekler üzerine tezler oldukça önemli bir rol oynarlar.

Çürüten gerçekler de özellikle kanıt gücüne sahiptirler. Bu anlamda Türkiye'de kapitalizmin gelişmişlik durumu, köylülüğün sosyal katmanlarına ayrışmışlık durumu, Maocu tezi çürüten gerçekliklerdir.

Temel kavramların tanımı da bir savdır. Tanımlama, tanımı yapılan nesne/olgu gerçekten varsa bilimseldir ve yapılan tanım da bilimseldir. Bu durumda bu tanım bir savdır. Örneğin, üretici güçler bir tanımlamadır. Kapitalizm, sosyalizm birer tanımlamadır. Kapitalizm karşısında sosyalizmin bir ileri üretim biçimini oluşturduğunu açıklamak için bilimsel bir tartışmada sosyalizmin kavram olarak yeniden ve yeniden tanımlanmasına gerek yoktur. Ama "yarı-feodal üretim tarzı"nı, üretim tarzı olarak anlatabilmek için her şeyden önce bu kavramın tanımlanması gerekir.

4-Propaganda Sanatı

Propaganda da en önemli olan, onun ideolojik teorik seviyesi, içeriği ve yöntemidir. Ama ele alınan konunun hitap edilen kit leye iletilmesinde propaganda seçilen yol ve araçlar, yanlış olursa amaca ulaşmak da zorlaşır. Propaganda da sanat, ustalık demektir. Bu konuda Lenin şöyle der:

"Her bir propagandacının ve her bir ajitatörün sanatı, tam da, verili dinleyici çevresini, belli bir gerçeği bu dinleyici çevresi için oldukça ikna edici anlatımla belli bir biçimde etkilemesidir. (Öyle bir anlatım olmalı ki) bu çevre onu oldukça kolay özümleyebilsin, bu çevre için oldukça somut ve kesin kafada tutulur olsun" (C. 17, s. 330).

Demek oluyor ki propagandacı ve tabii ajitatör de bilinçli, irade sahibi ve aynı zamanda tutkulu olmalı, işini coşkuyla yapmalıdır. Herkes bu özelliklere sahip değildir. Ama bu özellikler genetik de değildir. Yani öğrenilebilinir.

Lenin'in tanımına göre, propagandacının ufku geniş olmalıdır, teoriyi vakıf olmalıdır, aynı zamanda pedagojiden de anlamalıdır. Propagandacılar bu perspektifle yetiştirilmelidirler. Unutmamak gerekir ki, propagandacı, bir nevi toplumsal faaliyet sürdüren kişidir. Böyle bir kişi, ne söylediğini bilmek zorundadır. Ne söyleyeceğini bilmeyen, kendini ifade edemeyen bilimin somutta da Marksizm-leninizmin propagandasını yapamaz.

Eğitimli olmayı, şu veya bu konuda uzman olmayı, temel teorik bilgilerle donatılmış olmayı kim istemez. Böyle birisi olabiliriz. Ama bu bilgilerimizi başkalarına aktarmıyorsak, kendi kendine bir insan oluruz. Önemli olan, sahip olduğumuz bilgi ve de tecrübeleri başkalarına aktarabilmektir. Burada sorun, aktarmak değil, aktarabilmektir. Aktarma adı altında birtakım girişimlerde bulunulabilir, ama bu, bilgi ve tecrübenin başka insanlar tarafından mutlaka anlaşıldığı anlamına asla gelmez. Öyleyse esas sorun, aktarabilmektir. Aktarabilmek, öğrenilebilir, hiç de genetik olmayan yeteneklere sahip olmak anlamına gelir. Bilgi ve tecrübeyi, başka insanlara aktarabilme yeteneği! Yani propagandacı, ele aldığı konuyu popüler yapma ustalığına, dinleyiciyi adeta büyüleyen anlatım ustalığına, yöntem ustalığına sahip olmayla başarabilmelidir.

4.1- Propagandacı, Dinleyici Çevresinin Konumunu/Durumunu Hesaba 
       Katmak/Kestirmek Zorundadır

Propagandacının, ele aldığı konuya, devrimci teoriye vakıf olması, ufkunun geniş olması, partinin teorisi ve politikasını iyi kavramış olması yeterli değildir. Propagandacı bu özelliklerinin ötesinde hitap ettiği kitleyi, gerekli yönde etkileme ve ilgisini uyandırma yeteneğine de sahip olmalıdır. Propagandacı bunu, mantığın gücüyle, bilgisiyle, ikna etme sanatıyla, örnek/usta anlatımı, ifade etme tarzıyla yapar. Propagandacı, içerik ile biçim, konuşmanın biçim ve yöntemi arasındaki kopmaz bütünselliği gözden kaçıramaz. Bu, devrimci/komünist propaganda sanatının, ustalığının doğrudan göstergesidir.

Propagandacı, öncelikle şunu düşünmelidir: Hitap ettiğim kitle, her ne kadar aynı sınıfın unsurlarından oluşuyorsa da, farklı özellikleri olan insanlardan oluşmaktadır, bu insanların bilinç, anlayış seviyeleri farklıdır. Kimisi konuya şu veya bu şekilde vakıftır, kimisi değil, kimisi okur, kimisi okumaz. Kimisi önyargılıdır, kimisi değil vs. vs. Bütün bu farklılıklar, her bir dinleyicinin kendi başına bir şahsiyet olduğunu gösterirler ve propagandacı da, aslında bir kitleye değil, kitleyi oluşturan farklı özellikli şahsiyetlere hitap ettiğini bilmek zorundadır. Propagandacı böylelikle kimin ne türden sorulara daha ziyade ilgi duyduğunu teorik politik, sendikal, günlük vs. çıkartır ve bu ön bilgilerle işine hazırlanır.

4.2 - Propagandacı Leninist Propaganda Sanatını Sürekli İncelemek 
        Zorundadır

Leninist propaganda sanatı, onun eserlerinin, sadece içeriği açısından değil, propaganda özellikleri açısından da araştırılmakla öğrenilir. Lenin, hiçbir zaman gündemde olmayan bir konu üzerine yazmamış ve konuşmamıştır. Lenin, her zaman yığınların ilgisini çeken konuları, sorunları ön plana çıkartmış ve insanların neye ilgi duyduklarını, nasıl ilgi duyduklarını öğrenmeye önem vermiştir. Bundan dolayıdır ki, işçilerden sürekli mektup yazmalarını, düşüncelerini olduğu gibi aktarmalarını talep etmiş ve işçilerle sürekli görüşmüştür. Lenin ile görüşen işçilerin, onun soruları karşısında şaşırmaları ve terlemeleri birçok devrimcinin anılarında anlatılır.

Sürekli güncel olanı ele alan, bunu teorik ve pratik mücadele açısından analiz eden Lenin, polemiksiz yazı yazmamıştır. Polemiksiz propaganda olmaz. Polemiksiz yazılı veya sözlü propaganda ölü propagandadır. İnsanları yönlendirmeyen, doğrunun yanı sıra yanlışı göstermeyen, ideolojik-teorik katışıksızlığı ortaya koymayan, komünist partinin, Marksizm adına konuşan küçük burjuvaziden farkını açıklamayan bir propagandadır. Böyle bir propaganda anlayışı, teorik siyasi yetersizliğin, Marksist diyalektik yönteme hakim olmamanın ve günceli açıklamada zorlananların ve bu nedenle de Leninist propaganda sanatının temel özelliğini, yani polemik yönünü görmek istemeyenlerin anlayışıdır.

Propagandacı, hitap ettiği kitle ile sürekli ilişki içinde olur, bu kitlenin ilgisini/dikkatini sürekli kılar ve pekiştirir. Böylelikle propagandacı, hitap ettiği kitlenin bilincini, ele alınan konuya kilitler. Bu, Leninist propaganda sanatının bir diğer özelliğidir.

Propagandacı, dinleyicilerini, bilinçli savaşçılar yapar. İnancı bilimselleştirmeyi hedefler. Bu görevini yerine getirebilmek için propagandacı, uzun inatçı ve coşkulu bir çalışma içinde olmalıdır. Propagandacı oldukça açık seçik, adeta fotoğraf gibi anlat malıdır. Propagandacı, coşkulu konuşmalı ve duygulu olmalıdır. Bunlar, öğrenilebilen yeteneklerdir. Monoton, renksiz, silik, ilgisiz anlatan, iki kelimeyi bir araya getirip bir cümle kuramayan birisi iyi propagandacı olamaz.

4.3 - Propagandacı, Doğru Anlatım Tarzına Hakim Olmalı ve Bu Tarzı 
        Sürekli Geliştirmelidir

Propagandacı, kullandığı lisana hakim olmak zorundadır. Sadece konuşuyor, yazıyor olmak bir propagandacı için asla ve asla yeterli değildir. Konuşmadan konuşmaya, anlatmadan anlatmaya fark vardır. Aynı lisan, dinleyici kitlesinin anlayamayacağı bir tarz da kullanılabileceği gibi, aynı kitleyi büyüleyici, heyecanlandırıcı, ilgilerini artırıcı tarzda da kullanılabilir. İkinci kullanım tarzı bir sanattır, öğrenilebilir bir yetenektir ve propagandacı böyle olmayı hedefler.

Sözlü propaganda üzerinden gidelim. Sözlü propagandada esas olan, dinleyici ile konuşmacı arasında canlı ve doğrudan bir bağın kurulmasıdır. Propagandacı, dinleyicilerin ruh halini görür, onların tepkilerinden anlatılanın anlaşılıp anlaşılmadığını çıkartır, sorulan sorular, bunların kalitesi veya hiç soru sorulmaması konuşmanın nasıl yapılmış olduğunun doğrudan işaretleridir. Bazıları uyutur, bildiğini, monoton bir tarzda ve dinleyiciyi dikkate almaksızın anlatır ve üstelik bir de kullandığı kelimeler ve kurduğu cümlelerle konuşmayı anlaşılmaz yaparsa dinleyici ya uyur ya da bir an önce bitmesini bekler. Propagandacı vardır ki, önce dinleyici kitlesiyle kendi arasında canlı bir bağ kurar, dinleyenleri konuşmasına hazırlar, ortam, konuşmanın dinlenebileceği kıvama getirilir. Propagandacı, ortama hakim olur. Böyle bir propagandacı, en ağır teorik sorunları bile, espriyle, örneklemelerle, içeriğin kalitesini düşürmeden basitleştirmeyle, dinleyici ile kurduğu diyalogla, araya sıkıştırdığı sorularla kavratır, onları düşünmeye, araştırmaya sevk eder. Dinleyici, konuşmanın bitmesini istemez. Bu propagandacı lisanı kullanma yeteneğini konuşturur; dinleyiciyi düşünmeye, konuşmaya, sormaya sevk eder. Bu propagandacı, polemiği ustaca kullanır ve doğruyla yanlış arasındaki farkı veya neyin doğru, neyin yanlış olduğunu dinleyicinin anlayabileceği şekilde anlatır. Özellikle sözlü propaganda ve polemik, madalyonun iki yüzüdür. Propagandacı bunu bilmek zorundadır.

Propagandacının faaliyetine çok önem veren Lenin, bu konuda şöyle der:

"Gerçekten de ilkeye sadık ve yetenekli propagandacıların sayısı oldukça az (ve böyle bir propagandacı olmak, adam akıllı öğrenmek ve tecrübe toplamak anlamına gelir) ve bu insanlar, uzmanlaştırılmalıdır, tümüyle bu işle uğraşmalıdırlar ve itina ile korunmalıdırlar" ( C.6, s. 235).

Marksist Leninist propagandacı “ilke”ye bağlıdır. İlkeyi sulandırmaz.

II. PROPAGANDA VE AJİTASYONDA DİYALEKTİK YÖNTEM

1-Ajitasyon ve Propagandanın Anlamı

Ajitasyon ve propagandanın işçi sınıfının mücadelesinde taşıdığı önemi/anlamını Lenin, "Rus Sosyal Demokratlarının Görevleri" makalesinde şöyle açıklar.

"Rus sosyal demokratlarının sosyalist çalışması, bilimsel sosyalizm öğretilerinin propagandasını yapmaktan, mevcut toplumsal ve ekonomik düzen, onun temelleri ve gelişimi, Rus toplumunun çeşitli sınıfları, bunların karşılıklı ilişkileri, bu sınıfların kendi aralarındaki mücadeleler hakkında, bu mücadelede işçi sınıfının rolü, işçi sınıfının yok olan yükselen sınıflara karşı tavrı hakkında, kapitalizmin geçmişi ve geleceği, uluslararası sosyal demokrasinin ve Rus işçi sınıfının tarihsel rolü hakkında işçiler arasında doğru anlayışları yaymaktan ibarettir. Rusya'da mevcut politik koşullar altında ve işçi kitlelerinin verili gelişme aşamasında doğal olarak ön plana çıkan ajitasyon, propagandayla ayrılmaz bir bağ içindedir, işçiler arasında ajitasyon, sosyal demokratların, işçi sınıfı mücadelesinin bütün elementer ifadelerine, işçilerin iş saati, ücret, çalışma koşulları vs. nedeniyle kapitalistlerle tüm çatışmalarına katılmalarından ibarettir. Görevimiz, faaliyetimizi işçi yaşamının güncel pratik sorunlarıyla birleştirmek, işçilere, bu sorunlar için de yönlerini saptayabilmelerine yardımcı olmak, dikkatlerini en kaba suistimallere yöneltmek, işverene, taleplerini daha eksiksiz ve daha amaca uygun formüle etmeleri için yardım etmek, işçiler içinde dayanışma duygusunu, dünya proleter ordusunun bir parçası olan birleşik bir işçi sınıfı olarak bütün Rus işçilerinin ortak çıkar ve ortak dava bilincini geliştirmektir" (C.2, s. 331/332).

Demek oluyor ki propaganda ve ajitasyon, hitap edilen kitleye, somutta da işçilere ve emekçilere kendi durumlarını anlamalarına, kavramalarına, yaşadıkları gerçeklik konusunda bilinçlenmelerine ve çıkış yolu bulmalarına yardım etmektedir. İşçi sınıfı ve emekçiler, verili toplumun sorunlarını ve çelişkilerini ne denli kavrarlarsa o çelişkileri çözmek için de o denli kararlı mücadele ederler.

"Mevcut Durumun Değerlendirilmesi" makalesinde Lenin ajitasyon üzerine şöyle der:
"Sadece ajitasyon, yığınların gerçek ruh halini kapsamlı ölçüde gösterebilir. Sadece ajitasyon, parti ve bütün işçi sınıfı arasında en sıkı karşılıklı etkilenmeyi yaratır. Sadece, her grevin, her daha büyük olayın, işçi yaşamının her sorununun, hakim sınıflar arasındaki veya hakim sınıfların veya mutlakiyetin şu veya bu fraksiyonları arasındaki bütün çatlaklıkların, sosyal demokrasinin Duma'daki her faaliyetinin hükümetin karşıdevrimci politikasının her yeni görünüm biçiminin vs. siyasi ajitasyon için kullanılması -sadece bu faaliyet, devrimci proletaryanın saflarını yeniden yanaştıracaktır" (C. 15, s. 275/276).

Lenin, "Ne Yapmalı"da da şöyle der:
"Bu nedenle, parti örgütümüzün faaliyetinin ana içeriği, bu faaliyetin odak noktası, hem en güçlü devrimci patlama döneminde, hem de tamamen durgun bir dönemde olanaklı ve gerekli olan bir çalışma, yani Rusya çapında bütünleşmiş, yaşamın bütün yanlarını aydınlatan ve en geniş yığınlara yönelmiş siyasi ajitasyon çalışması olmalıdır" (C. 5, s. 535).

Böylesi bir siyasi faaliyet, verili toplumu, somutta da Türkiye ve Kürdistan’ı, sorunlarını ve çelişkilerini doğru değerlendirmekle; somut durumun somut analizini yapmakla mümkün olabilir. Genel formülasyonları aşmayan; somutu yakalamayan bir propaganda ve ajitasyon, "yaşasın, kahrolsun"u aşamaz.

2-Ajitasyon ve Propagandanın Görevi

Ajitasyon ve propagandanın yöntem ve araçları oldukça çeşitlidir. Yazılı ve sözlü ajitasyon ve propaganda, tiyatro, film, afiş, bildiri vs. vs. Ajitasyon ve propagandada sorun, gerçekliğin sadece ve sadece doğru yansıtılması değildir. Sorun, ele alınan konunun bütün çelişkileriyle ortaya konmasıdır veya ortaya konmasının kolaylaştırılması yolunun açılmasıdır. Ajitasyon ve propaganda, verili toplumun çelişkilerini ve düşmanı somutlaştırır. Düşmanı somutlaştırmak, özgürlüğe giden yolun yarısıdır. Çoğu insan, yaşadığı sorunları, gördüğü çelişkileri sistemde aramaz. Bunları, şu veya bu yetkilinin, kurumun, patronun hata ve çıkar anlayışıyla açıklar. Ya da kötü bir tesadüfle açıklar. Ajitasyon ve propaganda bu anlayışta olanlara, baskı ve sömürünün, yaşanan sorunların ve mevcut çelişkilerin kaynağını ve bu kaynağı kurutmanın yolunu göstermek zorundadır.

Somut durumun somut analizi, ülkenin mevcut sosyal ekonomik analizi, geleceği hangi sınıfın temsil ettiğini, ajitasyon ve propagandanın da hangi sınıfa yönelik olması gerektiğini gösterir. Lenin, "Rus Sosyal Demokratlarının Görevleri" makalesinde bu konuda şöyle der:

"Çalışmamız her şeyden önce ve esas olarak şehir fabrika işçilerine yöneliktir. Rus sosyal demokrasisi güçlerini dağıtmamalı, sanayi proletaryası arasındaki çalışmaya yoğunlaşmalıdır. Çünkü sanayi proletaryası sosyal demokrat düşüncelere en büyük yatkınlığı gösterir, en yüksek entelektüel ve siyasi olgunluğa sahiptir ve sayısı ve yoğunluğu sayesinde ülkenin büyük siyasi odak noktalarında tayin edicidir. Bu nedenle şehir fabrika işçileri arasında sağlam bir devrimci örgütün yaratılması, sosyal demokrasinin birinci ve en acil görevidir." (C.2, s. 332/333).

Öyleyse, öncelikle hangi sınıfın geleceği temsil ettiği, propaganda ve ajitasyonun hedeflediği kitle bakımından da önemli. Bu, ülkenin sosyal-ekonomik yapısını, üretim ilişkilerinin sınıfsal karakterini tespit etmekten geçer. Sorun bu noktaya gelince, Türkiye'de "işlerin" çok karışık olduğunu görüyoruz. Örneğin maocular, böyle bir sınıfın, işçi sınıfının varlığını bile tanımıyorlar. Haksızlık etmeyelim, cılız işçi sınıfından, komprador kapitalizminin var olduğu yerde var olan ve sayısal olarak az olan bir işçi sınıfından bahsediyorlar. Bu durumda küçük burjuva propaganda ve ajitasyonun görevi nedir? Onlar hangi sınıfa hitap ediyorlar? Küçük burjuvazi, öncelikle, ajitasyon ve propagandalarının odak noktasına "kapitalist görüngülere inanmayın, sömürü feodaldir” anlayışını yerleştirmiş. Yani Türkiye'nin verili toplumsal, sosyal -ekonomik yapısına, gerçekliğine gözlerini kapatmışlar. Böyle bir ajitasyon ve propagandanın önemi var mı? Yok!

3-Ajitasyon ve Propagandanın Diyalektik Birliği

Ajitasyon ve propaganda, diyalektik bir birliği oluşturur. Ajitasyon ve propaganda, görünüm ve özün gerçeklikte var olan birliğini açıklar ve böylelikle hitap edilen yığınlar, kendi öz tecrübeleriyle komünist partinin politikasının doğruluğunu anlarlar.

Ajitasyon ve propaganda, komünist partinin stratejik ve taktik görevleri/saptamaları tarafından belirlenir. Komünist partinin strateji ve taktiği, subjektif isteğe/niyete göre tespit edilmez. Tersine komünist partinin strateji ve taktiği, somut durumun somut analizine dayanır, sınıf mücadelesinin gerçekliğine göre tespit edilir. Somutlaştıracak olursak: Bugün açısından stratejik hedef, antiemperyalist demokratik devrimi gerçekleştirerek ve durmaksızın; elde edilen devrimci demokraside kurumlaşmaksızın sosyalizme geçmektir. Bu amaca ulaşmak için, sadece birey olarak ajitatörler ve propagandacıların değil, kolektif örgütleyici olarak gazetenin ve teorik derginin belirleyici önemi haizdir. Teorik organ, toplumdaki ve de doğadaki görünümlerin, gelişmelerin, süreçlerin somut analizi ile uğraşırken, yani daha ziyade propaganda aracı olurken, gazete, daha ziyade ajitasyon ile uğraşır. Şüphesiz ki, propagandayı esas almak ajitasyonu göz ardı etmek ve ajitasyonu esas almak propagandayı göz ardı etmek anlamına asla gelmez.

Kolektif örgütleyici olan gazetenin nasıl bir seviye tutturması gerekir? Gazete, işçi sınıfının geri, orta veya gelişmiş kesimlerine mi hitap etmelidir? Gazetenin nasıl bir yol tutturması gerektiği üzerine Lenin, "Rus Sosyal Demokrasisinde Geri Giden Yön" makalesinden şöyle der:

"Bütün Rus sosyal demokratlarının organı olmak isteyen gazete, bu nedenden dolayı, ileri işçilerin seviyesinde olmalıdır; gazete, seviyesini yapay olarak düşüremez, tersine, sürekli yükseltmelidir. Gazete, enternasyonal sosyal demokrasisinin bütün taktiksel, siyasi ve teorik sorunlarını takip etmek zorundadır. Ancak böylece işçi anlayışı yerine getirilebilir...

Önder işçilerin sayıca az olan tabakasını, orta işçilerin geniş tabakası takip eder. Bu işçiler de coşkulu bir şekilde sosyalizm için çaba harcarlar, işçi çevrelerine katılırlar, sosyalist gazete ve kitaplar okurlar, ajitasyona katılırlar ve daha önceki tabakadan sadece, sosyal demokratik işçi hareketini tam anlamıyla kendiliğinden (başlı başına-SP) önderleri olamamakla ayrılırlar. Parti organı olabilecek gazetede, bazı makaleleri orta işçi anlamaz. (Bu) işçi, karmaşık teorik veya pratik bir sorunu açık seçik kavramayacaktır. Ama bundan, gazete, okur kitlesinin seviyesine inmek zorundadır sonucu çıkartılamaz. Tersine, gazete, tam da, okurlarının seviyesini yükseltmek ve orta işçi tabakasından önder işçilerin gelişmesi için yardımcı olmak zorundadır...

Nihayet orta tabakayı, proletaryanın alt tabakalarının kitlesi takip eder. Sosyalist bir gazetenin bunlar için tamamen veya neredeyse tamamen anlaşılmaz olması olasıdır... Ama bundan, sosyal demokratların gazetesinin işçilerin oldukça geri seviyesine uyması gerektiği sonucunu çıkartmak, saçmalık olur. Bundan çıkartılacak sonuç, sadece, bu tabakalara ajitasyon ve propagandanın başka araçlarının etkide bulunacağıdır; oldukça popüler yazılan broşürler, sözlü propaganda ve her şeyden önce yerel olaylar vesilesiyle bildiriler." (C.4, s. 275/2769.)

Gazete, uzun, can sıkıcı, soyut, ruhsuz, anlaşılması zor yazıların esiri olmamalıdır. Bu türden yazılara gazetede kesinlikle yer verilmemelidir. Gazetede kısa, somut, canlı, anlaşılabilir yazılara yer verilmelidir. Kısa, canlı, somut ve anlaşılabilir kavramları, gazetenin entelektüel, teorik seviyesinin düşürülmesi anlamına asla gelmez.

Gazetenin seviyesini yükseltmek, orta ve geri işçi tabakalarını dikkate almamak anlamına gelmez. Burada sorun, onlara da ulaşmak için gazetenin seviyesini düşürmek değil, başka yol ve yöntemler bulmaktır. Bu tabakalara ulaşmada en etkili ajitasyon tarzı, sözlü ajitasyondur. Bu konuda Lenin adı geçen yazısında şöyle der:

"Alt işçi tabakaları arasında ajitasyon, tabii ki ajitatörün kişisel özelliklerine ve bölgenin, mesleğin vs. özelliklerine büyük hareket olanağı sağlamalıdır...Ajitasyonda, ajitatöre, elindeki araçlarla etkide bulunmasına müsaade edilmelidir; biri coşkusuyla etkide bulunur, diğer biri isabetli espriyle, üçüncü birisi bir dizi gerçeklerle vs. ve ajitatör gibi ajitasyon da dinleyicilere yönelik olmalıdır; anlaşılır bir şekilde konuşulmalıdır; dinleyiciler tarafından bilinenle bağ kurulmalıdır. Bu, doğaldır ve sadece köylü ajitasyonu için geçerli değildir. Payton sürücüsüyle başka konuşulmalı, bahriyelilerle başka ve diziciyle başka konuşulmalıdır. Ajitasyonda bireyselleştirme olmalıdır, ama taktiğimiz, siyasi hareket etmemiz bütünlüklü kalmalıdır." (s. 276/277).

Şöyle bir gelişmeyi göz önüne getirelim: Bir köyde bir marksist leninist komünist ajitatörün ve bir de maocu küçük burjuva ajitatörün bir toplantıda konuştuklarını düşünelim. Marksist leninist komünist ajitatör, köylülüğün bir bütünü oluşturmadığından, sosyal katmanlarına ayrışmış olduğundan ve her bir tabakının kendine özgü talepleri olduğundan hareketle konuşacaktır. Kır proletaryası ve küçük emekçi köylülüğe hitap ederek onları, mevcut düzeni yıkmaya çağıracaktır. Maocu ise, köylülüğün sosyal katmanlarına ayrışmamasından hareket ederek bütün köylülüğe hitap edecektir ve onları feodalizmi yıkmaya çağıracaktır. Size toprak vereceğiz diyecektir. Marksist Leninist komünist olan, köylülerin içinde bulundukları durumun, mülksüzleşme ve toplumsal farklılaşmanın nedeninin kapitalizm olduğunu anlatırken, maocu olan bunun feodalizm olduğunu anlatacaktır. Komünist ajitatör, bırakalım şu meslekteki, bu meslekteki işçiler karşısında davasını farklı çıkış noktalarında ele almak zorunda olduğunu, köylülük içindeki farklılaşmayı da hesaba katmak ve çalışmasını tarım proleteri ve yoksul köylüye dayandırmak zorundadır. Ama maocu bunu siyasi anlamda yapamaz.

4-İktisadi ve Siyasi Ajitasyon ve Propagandanın Diyalektik Birliği

İktisadi ve siyasi ajitasyon ve propagandanın iç içe geçmişliğini, birbirlerine nüfuz edişlerini Lenin, "Rus Sosyal Demokratlarının Görevleri" makalesinde şöyle açıklar:

"Devrimci harekete bayrak olarak hizmet edebilecek devrimci teorinin, şu anda sadece bilimsel sosyalizm ve sınıf mücadelesi öğretisi olduğu inancıyla Rus sosyal demokratları, bu öğretiyi var güçleriyle yayacak, yanlış yorumlardan koruyacak ve henüz genç olan Rus işçi hareketinin kaderini daha az sağlam doktrinlere bağlama yönündeki her türlü çabaya karşı koyacaklardır. Teorik mülahazalar kanıtlıyor ve sosyal demokratların pratik çalışması gösteriyor ki, Rusya'nın bütün sosyalistleri sosyal demokratlar haline gelmelidir.

Şimdi sosyal demokratların demokratik görevlerine ve demokratik çalışmasına geçelim. Bu çalışmanın sosyalist faaliyetle ayrılmaz biçimde bağlı olduğunu bir kez daha yineliyoruz. işçiler arasındaki propagandasında sosyal demokratlar, politik sorunlara yan çizemezler ve her türlü yan çizme, hele hele bir kenara itme çabasını ağır bir hata ve uluslararası sosyal demokrasinin temel ilkelerinden uzaklaşma olarak görülür. Bilimsel sosyalizmin propagandasının yanı sıra, Rus sosyal demokratları, işçi kitleleri içinde demokratik düşüncelerin de propagandasını yapma görevini önlerine koyarlar. Yaşamdaki bütün tezahür biçimleriyle otokrasinin özü konusundaki anlayışı yaygınlaştırmaya, onun sınıf içeriğini açığa çıkarmaya ve otokrasinin devrilmesinin kaçınılmaz bir zorunluluk olduğu, siyasi özgürlük kazanılmadan ve Rusya'nın siyasi ve toplumsal düzeni demokratikleştirilmeden işçi davası için başarılı bir mücadelenin olanaksız olduğu inancını yığınlara taşımaya çalışırlar. Sosyal demokratlar, doğrudan ekonomik talepler temelinde işçiler arasındaki ajitasyonlarıyla, işçi sınıfının doğrudan siyasi gereksinimleri, sıkıntıları ve talepleri temelinde ajitasyonu da ayrılmaz biçimde birleştirirler, her grevde, işçilerle kapitalistler arasındaki her çatışmada ortaya çıkan polis baskısına karşı ajitasyon; genelde Rus vatandaşı olarak ve özelde en çok ezilen ve haklardan yoksun sınıf olarak işçilerin haklarının kısıtlanmasına karşı ajitasyon; işçilerle yakın ilişki içinde bulunan ve bu arada işçi sınıfına siyasi köleleştirilmesini açıkça gösteren otokrasinin öne çıkan her temsilcisi ve uşağına karşı ajitasyon. Eğer işçilerin yaşamında, ekonomik ajitasyon için kullanılamayacak tek bir ekonomik sorun yoksa, siyasi alanda da, siyasi ajitasyon konusu olarak hizmet edemeyecek hiçbir sorun yoktur. Sosyal demokratların çalışmasında ajitasyonun bu iki türü, bir madalyonun iki yüzü gibi, ayrılmaz biçimde birbirine bağlıdır. Gerek ekonomik, gerekse de politik ajitasyon, proletaryanın sınıf bilincinin gelişimi için aynı şekilde vazgeçilmezdir (aç-SP): Rus işçisinin sınıf mücadelesinin rehberi olarak ikisi de aynı şekilde vazgeçilmezdir, çünkü her sınıf mücadelesi, politik bir mücadeledir. Ajitasyonun iki türü de işçilerin bilincini uyandırır, onları örgütler ve disipline eder, dayanışmalı çalışmaya ve sosyal demokrat idealler uğruna mücadeleye eğitir ve böylece proletaryanın en acil sorunları ve gereksinimlerinde güçlerini sınama olanağı verir" (C. 2, s. 333/335).

Toplumun ekonomik alt yapısı/tabanı ile üst yapısı (siyasi, hukuki, kurumları, eğitimi, ordusu vs.) diyalektik bir birliği oluştururlar; alt yapı, kendine tekabül eden üst yapıyı beraberinde getirir. Feodal alt yapıya feodal üst yapı, kapitalist alt yapıya kapitalist/burjuva üst yapı, sosyalist alt yapıya sosyalist üst yapı tekabül eder. Alt yapıyı değiştirme mücadelesi aynı zamanda üst yapıyı da değiştirme mücadelesidir. Burada yaşamın her alanında; ekonomik ve siyasi alanda mücadele söz konusudur; siyasi ve ekonomik ajitasyon söz konusudur ve bunlar, yukarıda Lenin'den uzun bir alıntıyla gösterdiğimiz gibi diyalektik bir birliği oluştururlar ve birbirlerini karşılıklı olarak etkilerler.

Bir toplumda alt yapı ve üst yapı, nesnel gerçekliği ifade ederler. Siyasi ve ekonomik ajitasyon, propaganda bu nesnel gerçekliğin çelişkilerini çözmeye yönelik faaliyettir. Bu nesnel gerçeklik, feodalizmi ifade edebileceği gibi, kapitalizmi de ifade eder. Neyi, hangi yapıyı/düzeni yıkmak istiyorsan ajitasyon ve propaganda, hitap edilen kitleyi o konuda uyandırmanın, bilinçlendirmenin ve mücadeleye sevk etmenin aracıdır.

Sonuç yerine:
Propaganda ve ajitasyonun araç ve yöntemlerini doğru belirlemek için bazı noktaların göz önünde tutulması gerekir. Bunlar:

-Hitap edilen kitlenin sosyal yapısı (işçi, köylü, emekçi, gençlik, ev kadınları vs.), mesleki durumu (çeşitli mesleklerden işçiler, çeşitli mesleklerden emekçiler) ve bilinç seviyesi (geri, orta, ileri) mutlaka ve mutlaka hesaba katılmalıdır.

-Somut durum mutlaka hesaba katılmalıdır, güncellik korunmalıdır.

-İyi anlatım adı altında içeriğin geri planda kalmasına, çarpıtılmasına, sulandırılmasına müsaade edilmemelidir. İçerik ile biçim arasındaki bağ doğru kurulmalıdır.

-En ağır/karmaşık sorunu/teoriyi dahi açık-seçik anlatmak ve yazmak kural haline getirilmelidir.

G. Dimitrov, komünist Enternasyonal'in VII. Kongresi'ndeki sonuçlandırma konuşmasında (15 Ağustos 1935) konuya ilişkin olarak şöyle der:
Yığınlar tarafından anlaşılır bir lisanda konuşmasını öğrenmezsek, kararlarımızın geniş yığınlar tarafından özümlenmesinin olanaksız olduğu dikkate alınmalıdır. Yığınlar tarafından anlaşılır ve kavranır, resim gibi konuşmasını henüz tam anlamıyoruz. Kendimizi, ezberlenmiş ve soyut formüllerden henüz tam anlamıyla kurtaramadık. Gerçekten de bildirilerimize, gazetelerimize, bildirgelerimize ve tezlerimize bakın ve göreceksiniz ki, sıradan işçileri bir kenara bırakalım, partimizin fonksiyonerleri için bile zor anlaşılır bir lisanda...kaleme alınmışlardır.

Yoldaşlar, bu bildirileri dağıtan ve okuyan işçilerin, özellikle faşist ülkelerde yaşamlarını tehlikeye attıklarını düşünürsek, fedakarlığın boşa gitmemiş olması için yığınlar açısından anlaşılır bir lisanda yazmanın gerekliliği daha da açık olmalıdır.

Bu, hiç de az olmayan ölçüde sözlü propaganda ve ajitasyonumuzu da kapsamına alıyor. Bu açıdan, açıkça teslim etmeliyiz ki faşistler, çoğu yoldaşlarımızdan daha usta ve yumuşaklar...

Raporumu sunarken, başkan yoldaş Kuusinen, salondan, bana yönelik bir mektup aldı...onu okumak istiyorum:

Raporumuzda, kongrede bir soruna değinmenizi rica ediyorum: gelecekte Komintern'in bütün kararları, sadece eğitilmiş komünistler tarafından anlaşılır bir şekilde değil, bilakis eğitimsiz her emekçinin Komintern'in belgelerini okuduğunda komünistlerin ne istediklerini ve komünizmin insanlar için ne türden yarar getirdiğini derhal anlayabileceği bir şekilde yazılmalıdır. Bazı parti önderleri bunu unutuyorlar. Komünizm için ajitasyonun anlaşılır bir lisanda yapılması onlara güçlü bir şekilde hatırlatılmalıdır’.

...Çoğu yoldaşlar, ne kadar çok tumturaklı sözler, yığınlar tarafından anlaşılmayan formüller ve tezler kullanırlarsa, o kadar daha iyi ajitasyon ve propaganda yaptıklarına inanıyorlar. Tabii, bu arada tam da, çağımızın işçi sınıfının en büyük önder ve teorisyeni olan Lenin'in sürekli, geniş yığınlar tarafından oldukça anlaşılır bir lisanda konuşmuş ve yazmış olduğunu unutuyorlar.

Her birimiz, aşağıdaki elementer kuralı, yasa olarak, Bolşevik yasa olarak özümsemeliyiz:

Yazıyorsan veya konuşuyorsan, sürekli, seni anlayan, çağrına inanan ve seni isteyerek takip eden sıradan işçiyi düşün. Kimin için yazdığını ve kime hitap ettiğini düşünmek zorundasın" (Georgi Dimitrov; Seçilmiş Eserleri, C.2, s. 115-117).

Propagandacı ve ajitatörün Dimitrov’un tanımladığı gibi hareket edebilmesi için sürekli bilgilendirilme olanağına sahip olmaları gerekir. Propagandacı ve ajitatör, kendi çabasının -parti faaliyetinin dışında olmayan çabasının ötesinde parti tarafından sürekli siyasi, ekonomik, ideolojik vs. sorunlar konusunda/üzerine sistematik olarak bilgilendirilmek zorundadır. Güncellik, güncel bilgilendirilmek, ajitasyon ve propaganda faaliyetinin "olmazsa olmaz" koşuludur.

Marksist Leninist komünist propagandacı, kolektif ajitatör ve propagandacı olarak gazete ve teorik organ, her ne kadar ilk hedef antiemperyalist demokratik devrimse de, bunun geçici bir hedef olduğunu, esas hedefin sosyalizm olduğunu unutmamalıdır. Propagandamız, sosyalizm perspektifi, ruhu ve rengini taşımalı, sosyalizm hedefine yönelik olmalıdır.

Her komünist mutlaka propagandacı veya ajitatör olmalıdır diye bir kural yoktur. Propaganda faaliyeti için, teorik derinlik ön koşuldur. Teoriye hakim olunmaksızın propaganda yapılamaz. Aynı şekilde her komünist, mutlaka başarılı bir ajitatör olamaz. İyi konuşma, lisana hakim olma, hitap ettiği kitleyi coşturma özelliği olmayan bir komünist başarılı bir ajitatör olamaz. Ama çok başarılı bir örgütçü olabilir.

Demek oluyor ki, propagandacı ve ajitatörün farklı özellikleri vardır, örgütçünün de kendine has özellikleri vardır. Komünist parti, kadroların yetiştirilmesinde/eğitiminde ve görevlendirilmesinde bunu dikkate almak zorundadır.

Sınıf Pusulası, Sayı 6, Mart-Nisan 2000