deneme

31 Ekim 2008 Cuma

KAPİTALİST DÜNYA EKONOMİSİ YENİ BİR FAZLA ÜRETİM KRİZİNE GİRDİ


 
Her ne kadar tam bilinmese de geçen senenin Ekim ayından bu senenin Ekim ayına kadar borsalarda buharlaşan miktarın 26 trilyon dolar olduğu hesap ediliyor. İngiltere Bankası'nın hesabına göre sadece değersizleşen banka kâğıtlarından dolayı buharlaşan miktar 2,2 trilyon dolardır. 2007 yılının 2. çeyreğinde 1.726 trilyon dolar piyasa değeri olan 15 finans devinin piyasa değeri mali krizle birlikte 825 milyar dolar eridi ve 20 Ekim itibariyle 901 milyar dolara geriledi. En çok zarar edenler: Citigroup; 255 milyar dolar. HSBC; 215 milyar dolar;  JPMorgan; 165 milyar dolar;  RBS dördüncülüğü 120 milyar dolar; UBS; 116 milyar dolar (JPMorgan araştırmasından).

Yani borsa havası bulutlu olmanın da ötesindedir. Bir iniyor bir çıkıyor. Aynen zıpkın yemiş balık gibi. Satışa sunulan niyetin değerine göre hareket ediyor. Bugünlerde ise satışa sunulan niyet çok değil. Geleceği satın almak için de koşular hiç uygun değil. Bu nedenle en ufak bir “umut” borsanın tavan yapmasına neden olabiliyor. Açık ki,  kriz dönemlerinde borsa değerleri hareketinde süreklilik kazanan istikrarsızlık geçerlidir.   Burjuva basın dünya borsalarındaki BU durumu ancak „çöktü“ ile tanımlayabiliyor. Doğru bir tanımlama. Ama eksik.

Çökme sadece borsalardaki „değerler“de olmadı. Dünya mali sistemi altüst oldu. Kapitalist dünya mali sistemi çökmüştür, neoliberal sistem çökmüştür. Kapitalist dünyada mali sistemin neoliberal yapılanmasında önemli bir rol oynayan yatırım bankacılığı çökmüştür. En azından dünya mali sisteminin merkezi konumunda olan ABD'de çökmüştür. Dün mali pazarları düzensizleştirelim diyenler bugün mali pazarları yeniden kurallara bağlayalım demeye başlamışlardır. Dün kuralsızlaştırmadan bahsedenler bugün kurallardan bahsetmeye başlamışlardır. Artık önemli olan borsalardaki düşüşün ne kadar olduğu değil. Önemli olan, kapitalist dünya ekonomisinde kriz sorununun mali sektörü; banka ve kredi krizi karakterini kaybetmiş olmasıdır. Bu bakımdan borsalardaki endeks hareketi artık maddi değerlerin üretiminde; sanayide krizin; fazla üretim krizinin seyrini göstermesi bakımından bir anlam taşıyabilir.

Sanayi üretiminin gelişme seyri:
Dünya ekonomisinde durum tespiti yapmak için verilerin neyi gösterdiğine bakmak gerekir. Sanayi üretiminin seyri ekonominin durumunu analiz etmek için en önemli veridir. Biz de bu verilerden hareket edeceğiz.

OECD-Ülkelerinde Sanayi Üretimi, 2000= 100

2008
Ülkeler
2008'in 1. çeyreğinden
2. çeyreğine 
Ocaktan Hazirana 
 Ocaktan Temmuza 
Ocaktan Ağustosa 
Hazirandan Temmuza veya Temmuzdan Ağustosa  
Almanya
-1,3
-1,8
-3,7
-
-1,9......Hazirandan Temmuza
Fransa
-1,4
-3,0
-1,9
-
+1,2.....Hazirandan Temmuza
İtalya
-0,6
-1,2
-1,7
-
-0,8......Hazirandan Temmuza
İspanya
-3,7
-8,4
-3,1
-4,8
-1,8......Temmuzdan Ağustosa
İngiltere
-0,7
-1,0
-1,5
-2,0
-0,5......Temmuzdan Ağustosa
Japonya
-1,0
-1,6
-0,01
-3,7
-3,6......Temmuzdan Ağustosa
Kore
+1,3
+1,4
+0,9
-1,2
-2,1......Temmuzdan Ağustosa
ABD
-0,7
-0,9
-0,9
-2,0
-2,8......Ocaktan Eylüle
AB
-0,9
-1,3
-1,6
-
-0,3......Hazirandan Temmuza
Avro Alanı
-0,8
-1,6
-2,0
-
-0,4......Hazirandan Temmuza
G-7 ülkeleri
-0,8
-1,3
-1,2
-
 -
OECD-Avrupa
-1,0
-2,2
-2,2
-
0,0
OECD-Toplam
-0,8
-1,5
-1,2
-
0,0
Brezilya
+2,2
+4,0
+2,9
+2,7
-0,2.....Temmuzdan Ağustosa
Rusya
+2,2
+3,1
+3,7
-
+0,6.....Hazirandan Temmuza
Hindistan
+0,3
+1,4
+3,7
-
+1,4.....Hazirandan Temmuza

Alman sanayi üretimi son iki çeyrek ve aylar bazında sürekli mutlak küçülmüştür.
Fransız sanayi üretimi son iki çeyrek ve aylar bazında sürekli mutlak küçülmüştür. Ancak Hazirandan Temmuza üretim mutlak büyümüştür. Sanayi üretiminin gelişme yönü göz önünde tutulursa bu üretim artışı istisnai olarak görülmelidir.
İtalyan sanayi üretimi son iki çeyrek ve aylar bazında sürekli mutlak küçülmüştür. İtalyan sanayi üretimi 2007 yılı sonu itibariyle de 2000 yılındaki seviyesine ulaşamamıştı; 2007 itibariyle 2000 yılına göre yüzde 2 oranında mutlak küçülmüştü.
İspanya sanayi üretimi son iki çeyrek ve aylar bazında sürekli mutlak küçülmüştür.
İngiltere sanayi üretimi son iki çeyrek ve aylar bazında sürekli mutlak küçülmüştür. İngiltere'de sanayi üretimi 2007 yılı sonu itibariyle de 2000 yılındaki seviyesine ulaşamamıştı; 2007 itibariyle 2000 yılına göre yüzde 2,8 oranında mutlak küçülmüştü.
Japon sanayi üretimi son iki çeyrek ve aylar bazında sürekli mutlak küçülmüştür.
Amerikan sanayi üretimi son iki çeyrek ve aylar bazında sürekli mutlak küçülmüştür. Alım gücü zaten düşük olan Amerikan halkı kredi krizinden dolayı harcamalarını daha da sınırlandırmış ve bunun sonucu olarak perakende ciroları Eylül ayında üç sene önceki seviyesine düşmüştür. Amerikan gayri safi üretiminin yüzde 70'inin tüketimden oluştuğu düşünülürse tüketici harcamalarındaki gerilemenin anlamı daha iyi anlaşılır.
AB açısından durum: AB toplamında sanayi üretimi son iki çeyrekte ve aylar bazında sürekli mutlak küçülmüştür.
Avro Alanında sanayi üretimi son iki çeyrekte ve aylar bazında sürekli mutlak küçülmüştür.
G-7 Ülkeleri toplamında sanayi üretimi son iki çeyrek sürekli mutlak küçülmüştür. Aynı durum OECD-Avrupa ülkeleri toplamı ve OECD-genel toplamı için de geçerlidir.
Böylece dünya üretiminin çok büyük bir kısmını; yüzde 70'inden fazla bir kısmını oluşturan bu ekonomiler açık ki yeni bir fazla üretim krizi sürecine girmişlerdir. Çekilen kredi sıkıntısı; yaşanan kredi dar boğazı ve başka nedenlerin yanı sıra esas olarak maddi değerlerin üretiminin (Burada sanayi üretimi) arka arkaya birkaç çeyrek ve ay sürekli mutlak küçülmesi, yeni bir ekonomik krizin patlak vermesinin kıstası olarak görülmelidir. Yani süreklilik kazanmış bu mutlak küçülme, ekonomilerin yeni bir fazla üretim krizine girdiğinin açık ifadesidir. Bu kıstasa göre yukarıdaki verilere dayanarak dünya ekonomisinin 2008'in ikinci yarısından (ikinci çeyreğinden itibaren yeni bir ekonomik kriz (fazla üretim krizi) sürecine girdiğini söyleyebiliriz. Bu kriz, henüz başlangıç aşamasındadır ve ekonomi ve toplumsal yaşam üzerindeki etkisi giderek görülecektir.

Şüphesiz ki henüz ekonomik kriz içinde olmayan ülkeler de var. Bu ülkelerin başında Çin ve Hindistan gelmektedir. Bunların dışında Rusya, Brezilya ve Türkiye de ekonomik krizde olmayan ülkeler arasındadır. Ama bu ülke ekonomileri de dünya mali krizinden (banka ve kredi krizinden) etkilenmişler ve bu etkilenme üretimin seyrine de yansımıştır.

Küreselleşmenin nimetlerinden; demokrasiden, herkese işten, özgürlükten artık pek bahseden yok. Her ülke kendi sermayesini kurtarma derdine düşmüş durumda. Ekonominin küçük oranlarda da olsa büyüme dönemi artık geride kalmıştır.  Verilerin de gösterdiği gibi dünya ekonomisi, mutlak küçülme ve durgunluk (yerinde sayma) sürecindedir. 

Şu veya bu ülkede değil, kapitalizmin kalesi sayılan emperyalist ülkelerin sanayi sektöründe siparişler, durmanın ötesinde mutlak azalıyor. Kredi, yakıcı bir sorun oluyor; hem nakit yetmezliğinden hem de güven ortamının kalmamış olmasından dolayı büyük uluslararası tekeller de dâhil üretim birçok alanda durmuş ve işçilerin sokağa atılmaları gündeme gelmiştir.

Bankalar kredi koşullarını ağırlaştırıyorlar ve risk primlerini yukarı çekiyorlar. Bu da kaçınılmaz olarak kredi alma güvencesini ortadan kaldırmaktadır.
Bu gelişmeden öncelikle etkilenen sektörlerin başında inşaat, otomobil ve deniz nakliyatı gelmektedir. Özellikle konut alanında spekülasyonun yaygınlaşmış olduğu ABD, İngiltere, İspanya gibi ülkelerde inşat sektörü büyük bir darbe almıştır. İrlanda'da ise bu sektör tamamen çökmüş durumdadır.

Asya ülkelerinde durum:
Ekonomik kriz Asya'yı da sarsmaya başladı.   Hemen bütün Asya ülkelerinde sorun artık banka iflasları ve borsaların çöküşü olmaktan çıkmıştır. Bu ülkelerde de sorun artık doğrudan doğruya fazla üretim krizidir. Hemen bütün Asya ülkelerinde; daha doğrusu Güneydoğu Asya ülkelerinde ihracat ekonomide belirleyici öneme sahiptir. ABD ve Avrupa'da krizin patlak vermesi, talebi düşüreceği için Asya ülkeleri tekstil, oyuncak, elektronik ürünlerini satamayacaklar. Bunun sonucu işletmelerin iflası ve işçilerin sokağa atılması olacaktır.

ABD'den AB'ye emperyalist ülkeler Çin'e umut bağladılar. Çin ekonomisinin lokomotif rolü üstlenebileceğini ve böylece dünya ekonomisinin krizi teğet geçeceğini sanıyorlar. Ama yanılıyorlar. Her şeyden önce Çin ekonomisi, her ne kadar şimdiye kadar güçlü bir büyüm göstermiş olsa da dünya ekonomisini yönlendirecek derecede güçlü bir ekonomi değildir ve bu anlamda Amerikan ekonomisinin oynadığı rolü üstlenecek durumda değildir. 1,3 milyar nüfuslu Çin'de insanların tüketim için harcadıkları miktar 2007'de ancak 1,2 trilyon dolardı. Buna karşın 300 milyonluk ABD'de tüketim harcamaları 9,7 trilyon dolardı. Yani Çin ekonomisi iç pazardan ziyade dış pazara, öncelikle de ABD ve AB'ye yapılan ihracata bağımlıdır. ABD ve AB'nin krizde olması durumunda -şimdi böyle bir durum söz konusudur- Çin ekonomisinde kaçınılmaz olarak kapasite fazlalığı doğacaktır. Bu kapasite fazlalığı da kaçınılmaz olarak önce stoklanacak, fiyatların düşmesine ve sonunda da işletmelerin kapanmasına ve işçilerin sokağa atılmasına neden olacaktır.

2007 yılında yaklaşık yüzde 12 oranında büyüyen Çin ekonomisi elbette diğer ülkelerden daha az yıkımla bu krizden çıkacaktır. Ama Çin ekonomisinde de son bir kaç yılda büyüme oranları giderek düşmektedir. Çinli uzmanlar ekonomideki büyüme oranlarının düşmesinin bir eğilim olarak devam edeceğini söylüyorlar. 1978'den bu yana sürekli yıllık ortalama olarak yüzde 10 oranında büyümüş olan Çin ekonomisinde büyüme oranlarının küçülmesi, etkisini mutlaka dünya ekonomisinde de gösterecektir.

Çin ekonomisinin krize girmesi durumunda 67.000 ihracatçı işletmenin iflas edeceği hesap edilmektedir. Çin'de gayri safi üretimin üçte biri ihracat kaynaklı olduğu düşünülürse bu kadar ihracatçı firmanın iflas etmesinin Çin ekonomisine ağır bir darbe olacağı açıktır. 

Japonya ekonomisi 1990-1994 dünya ekonomik krizinden bu yana hep çelişkileriyle boğuşmak zorunda kalmıştır. Japonya büyük bir iflas dalgasıyla karşı karşıyadır. En azından uzmanları bu görüşteler. Eylül ayında iflas eden işletme sayısı 2007'nin aynı dönemine göre yüzde 34 oranında daha fazlaydı.
ABD ve AB'nin krizde olması, aynen Çin ihracatı gibi Japon ihracatını olumsuz etkileyecektir.
Dünyanın bu bölgesinde kriz, Çin, Japonya, Güney Kore ve 10 Asean devletinin (Brunay, Birma, Endonezya, Kamboçya, Laos, Malezya, Filipinler, Singapur, Tayland ve Vietnam) likidite sorununu çözmek için kredi fonu oluşturmalarına neden olacak kadar etkilidir.   

Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri de krizden dolayı sarsılıyor. Bu ülkelerde kriz etkisini kaçınılmaz olarak AB'ye yansıtacaktır. Rusya hariç bu ülkeler toplam olarak dışarından 1,6 trilyon dolarlık borç aldılar. Borç ve faiz ödemelerinde güçlüklerle karşılaşmaya başladılar.

500 milyar dolarlık döviz rezervi olan Rusya da kriz baskısı altında. Rus hükümeti bankalara 700 milyar dolar pompaladı. GSH'ya oranı bakımından bu miktar, AB'nin ve ABD'nin pompaladığı miktardan çok fazla. Rusya, zor durumda kalabilecek bir borçlanma limitinde. 

Latin Amerika'da da durum pek farklı değil. Batı Avrupalı bankaların Aysa, Orta ve Doğu Avrupa ve Latin Amerika ülkelerine („gelişen pazarlar“a) verdikleri kredinin toplam miktarı 4,7 trilyon dolar. İsviçre bankalarının „gelişen ülkeler“e ve Doğu Avrupa ülkelerine verdiği kredi miktarı GSH'sının yüzde 50'sine eşit. Bu oran İsveç açısından yüzde 25, İngiltere açısından yüzde 24 ve İspanya açısından da yüzde 23'tür. ABD'nin verdiği kredi ise GSH'sının ancak yüzde 4'üne eşit. İspanya'nın sadece Latin Amerika ülkelerine verdiği kredi miktarı 316 milyar dolar. ABD'ninki ise 172 milyar dolar. Şimdi sorun, bu paranın ödenmesinde ve bu ülkelerin hiçbiri bu miktarı ödeyecek durumda değil.
Emperyalizme bağımlı, „gelişen ülkeler“e sermaye akışı durmuş ve gelen sermaye de kaçmaya başlamıştır.

Ekonomik kriz ve işsizlik sorunu:
Mali ve şimdi patlak veren ekonomik krizden dolayı dünya çapında ne kadar işçinin sokağa atıldığı pek bilinmiyor. Ama daha Amerikan konut krizinin patlak verdiği dönemde Amerikan konut ve banka sektörlerinde çalışan on binlerce işçi ve banka çalışanı sokağa atılmıştı. Bu yılın başından bu yana ise ABD'de krizden dolayı işsiz kalanların sayısı 760 bindir. 

Wall Street'in mali şirketleri bu sene içinde 110 bin çalışanını sokağa atmıştır. 2009 ortalarına kadar da toplam 250 bin çalışanını işten atacağı hesap edilmektedir. Bu, 1929-1932 krizinden bu yana en büyük işten çıkarma dalgası olarak tanımlanmaktadır.
 
Ekonomik krizden oldukça etkilenen Amerikan otomobil sektöründe çalışan işçi sayısı 350.000. İlgili sektörlerle birlikte toplam çalışan işçilerin sayısı 4,5 milyon. Krizin derinleşmesi durumunda on binlerce iş yeri kapanma ve on binlerce işçi de sokağa atılma tehlikesiyle karşı karşıyadır.  

Özellikle Avrupa'da otomobil sektöründeki krizden dolayı 100 bin işçinin işsiz kalacağı tahmin edilmektedir. Avrupa'da otomobil sanayinin çekirdek sektörlerinde çalışan işçilerin sayısı 2,1 milyondur ve bu sektörlerle ilişki içinde olan diğer sektörlerde çalışanlarla birlikte işçi sayısı 12 milyonu geçiyor. Yani 12 milyondan fazla işçi, iş bakımından otomobil sektörüne bağımlı. Demek oluyor ki, otomobil sektöründe yaşanan kriz, bu kadar insanı doğrudan etkiliyor.  
Medyada çıkan haberlere göre sadece VW tekeli, 25 bin işçiyi işten atmayı planlamaktadır. 

Yahoo tekeli çalışanlarının yüzde 10'unu (1.500 kişi) işiten atmıştır. Bu senenin başında ise 1000 çalışanını işten atmıştı.

Çin her yıl 15-20 milyon insana iş bulmakla karşı karşıya. Çin'in krize girmesi durumunda bu kadar insan işsiz kalacak demektir.   

Sadece mali krizden dolayı dünya çapında işsiz kalanların sayısının 20 milyon olacağı tahmin ediliyor.

BM'in hesabına göre dünya çapında işsizlerin sayısı krizden dolayı 210 milyona çıkacak. Bu sayıya İLO'nun verileri de dâhil. İLO, bugünden 2009 sonuna kadar 20 milyon insanın işsiz kalacağını hesap ediyor.
Hemen bütün emperyalist ülkelerde işsizlik oranları yükseliş trendindedir.

Krizin yansıma alanları:
Otomobil sektörü: Dünya çapında otomobil üretimi tıkanmıştır. Otomobil ve yan sektörlerinde durum “felaket”e doğru gitmektedir: Almanya'da Opel, Ford, Daimler, BMW tekellerinde üretim kısmen durdurulurken, genel olarak düşürüldü. Neden olarak talep yetersizliği öne sürülmektedir. Bu işletmelerde henüz kitlesel işçi kıyımına başlanmadı. Şimdilik çareyi üretimi azaltmakta ve tatili uzatmakta arıyorlar.

Avrupa'da Eylül ayında alınan otomobil ruhsat sayısı geçen yılın aynı ayına göre yüzde 8,2 oranında gerileyerek 1,305 milyona düşmüştür.  Yeni ruhsat sayısı Almanya'da yüzde 1,5; İngiltere'de yüzde 21,2; İspanya'da yüzde 32,2 oranında gerilemiştir.

Toyota ve Daimler'den sonra PSA da (Peugeot, Citroën) sürümün dramatik gerilediğine dikkat çekmekte. Avrupa'nın ikinci büyük otomobil üreticisi olan PSA tekeli, üretimi yoğun bir biçimde düşürmüştür.

Otomobil pazarında kriz Asya'da da etkili olmaya başlamıştır. Özellikle Japon otomobil tekelleri dünya çapında sürüm sorunları olduğunu; satışların kısmen büyük oranlarda gerilediğini açıkladılar. Japon arabalarının en çok pazarlandığı Avrupa ve ABD'nin krizde olması, otomobil alımını olumsuz etkilemektedir.

ABD'de on yıllardan bu yana en ağır otomobil krizi yaşanmaktadır. ABD'de otomobil satışı, bir sene öncesine göre bu senenin Eylül ayında yüzde 27 oranında gerilemiştir. General Motors, Chrysler ve Ford gibi Amerikan otomobil devleri iflasın eşiğine gelmiş durumdalar. Aylardan beri sürekli ve milyarlarla ifade edilen zarar yapmaktalar.  General Motors ve Chrysler'in birleşmesi ise uzmanlar tarafından çaresizliğin bir sonucu olarak değerlendirilmektedir.

Devletten para koparma kuyruğuna otomobil tekelleri de girmiş durumdalar.

Elektronik sanayi de krizden etkilendi: Bu sektörün 3 dünya devi zararlarını açıkladı: Toshiba, bir çeyrek yılda 272 milyon dolar zarar etti. Fujitsu'nun karı yüzde 21 ve Sony'nin karı da yüzde 72 düştü.

Kriz etkisini taşımacılık sektöründe de göstermiştir: Beş seneden beri ilk defa Eylül ayında uçak yolcu sayısı azaldı. Yolcu sayısı geçen senenin Eylül ayına göre bu Eylül ayında yüzde 2,9 oranında geriledi.  Meta taşımacılığındaki gerileme de yüzde 7,7 oranındadır.
Dow Jones-taşımacılık şirketleri Mayıstan bu yana yüzde 35 oranında değer kaybetmişlerdir.  
Kriz, taşımacılıkta talebin düşmesine neden olmuştur.
Gemi üretiminde siparişler ya geri alınmakta ya da dondurulmaktadır.

*)Ekonomik kriz, süreç içinde sermaye merkezileşmesine; firma birleşmelerine, iflas eden veya iflasın eşiğine gelen tekellerin rakip tekel tarafından yutulmasına maddi ortam hazırlamaktadır.

*)Ekonomik kriz, mali kriz sürecinde görüldüğü gibi (bankaların devletleştirilmesi) iflasla karşı karşıya kalan üretim tekellerinin devletleştirilmesine de yol açacaktır.

*)Ekonomik kriz, emperyalist ülkeler arasındaki rekabeti, uluslararası tekeller arasındaki rekabeti keskinleştirecek ve devletlerin kendi sermayesini korumak için tedbirler almasına yol açacaktır. Ve bankalarını (mali sermayesini) korumak için tedbir alan emperyalist ülkeler sanayilerini de korumak için tedbirler alacaklardır. ABD, Almanya ve Fransa'nın bu konudaki tavrı bilinmektedir.

*)Bu kriz sürecinde devlet iflasları da yaşanabilir. Önde gelen emperyalist ülkeler başta olmak üzere devasa boyutlara varan banka kurtarma harcamaları, birçok ülkede devlet maliyesinde krize neden olabilir. Daha şimdiden bu kurtarma hareketi için dünya çapında harcanan miktar 3 trilyon doları aşmış durumda. Ve kurtarma paketi hazırlayan ülkelerin hiçbiri bu miktarı nereden temin edeceğini bilmiyor. Bilinen iki kaynak var: Vergi adı altında halkın uzun vadede soyulması -bu soygun mutlaka yapılacak- ve ikincisi de Çin'in borç para vermesi. Çin, mevcut döviz rezervlerini bu iş için kullanır mı, bu bilinmez, ama kullanırsa bunun ceremesi, borç alan ülkeler bakımında oldukça ağır olur.
Bu sefer iflasın eşiğinde olan emperyalizme bağımlı, yeni sömürge ülkeler değil veya henüz değil. İflasla karşı karşıya olan ülkelerin başında ABD gelmektedir. Doların güncel yükselmesi; değer kazanması da ABD'yi kurtaramaz. Doların son aylarda değer kazanmasının nedeni, hisse senedi değerlerinde görülen dünya çapındaki gerilemedir. Bu, geçici bir durumdur.

ABD'de kamu borçlanması artık kontrolden çıkmış bir şekilde artmaktadır. ABD'de kamu borcu miktarı GSH'nın yüzde 37'sine eşit. Buna yarı devlet, yarı özel işletme ve kurumlarınkini de eklersek borç oranı GSH'ının yüzde 66'sına eşit oluyor. Mali krizden kaynaklanan borçların GSH'ya oranı yüzde 20 ila yüzde 30 orasında. Bunların toplamı, ABD'nin borçlarının GSH'ya eşit olduğunu ortaya kor. Yani kapitalist dünya borç bakımından yeni bir İtalya veya Japonya ile karşı karşıya. Ama İtalya ve Japonya, ABD'nin dünya hegemonyası için yapmış olduğu harcamaları yapacak duruda değiller. ABD konumunu korumak için para bulmak ve harcamak zorunda!
Kısacası, Amerikan emperyalizminin işi zor!

(Gelecek yazıda kriz türleri ve nedenleri üzerine teorik bir açılım yapacağız).

22 Ekim 2008 Çarşamba

„HİSSEDİLEN“ SERMAYE BİRİKİMİ VE POLİTİK EKONOMİ ÜZERİNE “POTEMKİN KÖYÜ” TEORİLERİ (I)






„Potemkin Köyü“ kavramı, bir şeyi olduğundan daha iyi, daha güzel, göstermek için; gerçeği saklamak için kullanılır. Önemli olan özü yok olanı, koflaşmış, içi boşalmış, her şeyiyle döküleni konu ne ise onunla ilgili olarak “süsleyip-püslemek ” ve yüzeysel olarak etkileyici bir duruma getirmektir.

Rivayete göre Çariçe II. Katerine'nin sevgilisi Mareşal  Grigori Potemkin 1787'de yeni işgal edilmiş Kırım'da her şeyin yolunda olduğunu göstermek için Çariçenin geçeceği güzergah boyunca, gerçek durumu gizlemek için, evleri süslettirir, yeni boyanmış, her haliyle modern görünümlü köyler inşa ettirir. “Potemkin Köyü” kavramı buradan kaynaklanır. Günümüzün Mareşal Grigori Potemkin'i ise emperyalist, neoliberal ideologlardır; bilumum küreselleşme savunucularıdır. Bunlar aynen Mareşal Grigori Potemkin gibi hareket ederek neoliberal teorilerle de emperyalizmi; öncelikle de Amerikan emperyalizmini ve uluslararası sermayenin kurumlarını; köhnemiş kapitalizmi, 100 yıllık emperyalizmi yeni diye sundular; artık eski geride kalmıştı: Aynen Mareşal Potemkin gibi, çöken, her tarafı dökülen, döküldükçe de „yeni“ye sarılan uluslararası sermayeyi,  emperyalist sistemi, „küreselleşme“yle süslediler, bazı aksesuarlar eklediler; gözümüzü boyadılar ve gerçekten de çok şeyin değiştiğinden hareketle çok şeyin değiştiğine inanır olduk. Ama şu kriz yok mu, işte o her şeyi berbat etti; gerçekleri teker teker açığa çıkardı! 

Bütün dünyayı “Potemkin Köyü”ne dönüştüren neoliberalizm de döküldü; kapitalist sistem bütün çürümüşlüğüyle açığa çıktı.

Uluslararası küçük burjuvazi de bu „değişime“ bakarak teoriler üretmişti. Ne de coşkulu ve kendinden emin üretilmişti o teoriler. Ama yaşam bu teorileri de silip süpürdü.   Onların oluşturdukları teorilerin her birinin birer “Potemkin Köyü” teorisi olduğunu, ekonomik krizin patlak vermesine gerek kalmaksızın banka ve kredi krizi göstermeye yetti. 

Kapitalist ekonomi gerçekliğinin üstü örtülmeye çalışıldı. Her an yaşanan gerçekleri yok saymanın teorileri üretildi. Ebedi olduğu sanılan, ama gerçekte hayalden öteye gitmeyen bir sistem oluşturuldu. Bu rüyasal sistemin oluşturulmasına katkıda bulunan ve bu sistemi, yaşamasa da en azından “hissetmeye” çalışan “sol”lar da hiç az değildir. Bunlar gerçeği kabullenme adına neoliberalizmin tozu dumana katan, kapitalist cehennemi cennet göstermeye hizmet eden; çürümüşü dinamik gösteren teorilerinin etkisi altında teoriler üretmeyi Marksist-Leninist politik ekonomiye katkı olarak sundular. “Post modern” dünyanın, “post modern” kapitalist ekonominin sorunları da ancak ve ancak “post modern” Marksizm ve “post modern” Marksist-Leninist politik ekonomi tarafından çözülebilirdi. Aşağıdaki hikâye hikâyelerinin sadece birisidir. (Zamanla başka hikâyelerinden de bahsedeceğiz).

Bankalar, başkaca mali kurumlar,  spekülatörler borsalarda; genel olarak mali pazarlarda bolca „hissedilen“ para veya sermaye üretiyorlar. Bunun gerçek adı “hissedilen” para çoğalmasıdır, „hissedilen“ zenginliktir. Bu “hissedilen” sermaye ile maddi değerler üretilmez, ama bazılarının sıcağı sevdiği gibi, bazıları da „hissedilen zenginlik“ üzerine, yani spekülasyon üzerine ekonomi kurmayı seviyor!

“Potemkin Köyü” teorileri başlıklı birkaç makalede bu teorileri ve onlara inanma gafletini gösterenleri ele alacağız. Hani Marks  „Borsa krizinin pratik şokunu politik ekonominin teorik şoku takip eder“ demişti ya. Bu makalelerde o şoku ele alacağız.  

Aslında bu neoliberal ideologların ve uygulayıcılarının yaptıkları düpedüz bir „hınzırlık“tır.  
Bu hınzırlık, gerçek değerlerin üretimi ve mali sektör arasında farkın olmadığının anlatımıyla başlıyor. Öyleyse biz de orada başlayalım.

Dünya borsa pazarlarında kaybedilen, buharlaşan hisse senedi değerinin; genel olarak kağıt üzerindeki değerlerin toplamının ne kadar olduğu pek bilinmiyor. Son yapılan bir hesaplamaya göre geçen yılın Ekim ayının sonunda itibaren yaklaşık bir sene içinde buharlaşan değer miktarı 26 trilyon dolar. (Bu 26 trilyon doların dökümü şöyle: Wall Street'te buharlaşan miktar: Yaklaşık 7 trilyon dolar. Büyük Britanya'da buharlaşan miktar: 1,7 trilyon dolar. Çin'de buharlaşan miktar: 1,7 trilyon dolar. Japonya'da buharlaşan miktar: 1,5 trilyon dolar. Hongkong'da buharlaşan miktar: 1,5 trilyon dolar. Fransa'da buharlaşan miktar: 1,3 trilyon dolar. Almanya'da buharlaşan miktar: Yaklaşık bir trilyon dolar. Brezilya ve Kanada'da buharlaşan miktar: Her birinde yaklaşık 700-800 milyar dolar. Dünyanın geriye kalan borsalarındaki toplam kayıp: 8,7 trilyon dolar). Amerikan konut sektöründe patlak veren spekülasyon krizinin bu sektör ve ülke ile sınırlı kalmayacağının anlaşılmasından bu yana neoliberalizm savunucuları devleti yeniden hatırladılar ve yardım çağrısı kulakları sağır edercesine yüksek sesle dillendirildi. Ve devlet „ulusal“ sermayesini kurtarma derdine düştü. Batan bankaları kurtarmak için ne kadar harcandığı da pek bilinmiyor. Ama Amerikan emperyalizminin 850 milyar dolarlık paketten önce 900 milyar dolarlık bir harcama yaptığı, AB'de bu miktarın 2 trilyon dolar olduğu göz önünde tutulursa asalakları kurtarmak için vergi adı altında işçi sınıfı ve emekçi yığınlardan toplanan miktarların yaklaşık kapsamı görülür. Kurtarma operasyonları; devletleştirme için harcanan miktar, yaklaşık 7,8 trilyon dolara vardı.   Bu miktar dünya ekonominin yüzde 12’sine denk düşmektedir.

Bu para; buharlaşan, yok olan 26 trilyon dolar nereden geliyor? Kaynağı nedir? Bunu açıklayabilmek için reel sektörün ve mali sektörün ne olduğuna ve birbiriyle iç içe geçmişlik durumuna bakmak gerekir.

Mali sektördeki milyarların kaynağı-kar ve sanayi sermayesi

Açık ki zahmetsizce, “hınzırlık”la kazanılan ve kazanıldığı gibi de kaybedilen mali milyarların oluşum kaynağı veya çıkış noktası maddi değerlerin üretildiği sektördür, yani sanayi sektörüdür (Bu sektöre tarım, ulaşım vb. de dâhildir ama sorunu kolaylaştırmak için sadece sanayi ile sınırlı tutuyoruz).

Sanayi sermayesi hareketi:
Sanayi sermayesi hareketi iş gücü ve üretim araçları satın alımıyla başlar. Yani para (P) ile iş gücü ve üretim araçları biçiminde meta satın alınır. Bu üretim faktörleri üretim sürecinde eskisine nazaran daha fazla değer taşıyan yeni biçimdeki metalara dönüşürler (M1). Veya da şöyle diyebiliriz: P-P1. Para sermaye ile iş gücü ve üretim araçları satın alınıyor ve üretim süreci sonucunda üretilen ürünler satılarak yeniden para sermayeye dönüşüyorlar. Ama çıkış noktasındaki miktarından daha fazla bir miktar olarak.

Demek ki sanayi kapitalisti veya maddi değerler üreten herhangi bir işletme ürettiği bütün metaları satıyor ve böylece sattığı metaları yeniden para sermayeye dönüştürmüş oluyor. 

Paraya çevrilen bu artı değer, sermaye hareketinden (dönüşümünden) çıkıyor ve başlangıçtaki sermaye yeniden hareketine (dönüşümüne) başlıyor.

Üretim sürecinin devam etmesi için para sermayenin (P) yeniden iş gücüne ve üretim araçlarına dönüşmesi gerekir. Herhangi bir dış sorun yoksa; üretimi engelleyen bir sorun yoksa üretim hep böyle devam eder. Bu sermaye dönüşümünde sanayi sermayesi, yatırılan P'yi sürekli üreten ve aynı zamanda P1' i de üreten, yani artı değeri de üreten devridaim makinesidir.

Sermaye hareketi; sermayenin dönüşümü, iki aşamadan oluşur: Birincisi üretim aşamasıdır ve ikincisi de pazarlama aşamasıdır (dolaşım aşaması). Sermaye hareketinin birinci aşamasında para sermaye meta sermayeye dönüşür (P-M) ve ikinci aşamada da meta paraya dönüşür (M1-P1). 

Artı değerin başka bir biçimi olan karla ne yapılıyor? Kar, önce ikiye ayrılır: Bir kısmı kapitalist sınıfın özel harcamalarına gider. Buna „gelir“ denir. Karın diğer kısmı ise birikmiş sermaye olarak, ek sermaye olarak yeniden üretim sürecine dâhil edilir, sermaye sahibi tarafından.

Ek sermaye ve birikim sorunu:

Diyelim ki, mevcut ek sermayenin hepsi aynı işletmeye dönüyor. Bu durumda çıkış noktasını oluşturan sermaye artmış olur ve sanayi sermayesinin dönüşümü bir spiral biçiminde genişler.

Herhangi bir zaman öyle bir noktaya gelinir ki ek sermaye başka bir sektöre gitmesine neden olan bir karlılıkla karşı karşıya kalır. Yani sermaye başka bir sektörde veya ülkede daha fazla kar oranı elde edeceği için sektörünü veya ülkesini terk eder. Böylece sermaye ihracı başlamış olur. Ve ülke dışında daha fazla kar elde etme olanağı olduğu müddetçe de sermaye ihracı sürekli artar, genişler. Yani sermaye ülke içinde kendine ihtiyaç duyulmadığından dolayı değil, başka ülkelerde daha çok kar elde etme olanağı olduğu için yurt dışına çıkar; ihraç edilir. Aşağıdaki grafikte dünya çapında sermaye hareketinin (transferinin) kapsamını ve dağılımını görüyoruz.  
 


Bu veriler doğrudan sanayi yatırımlarının verili zaman içinde iki katından daha fazla arttığını göstermektedir. Grafik, yurt dışı ile para ticaretinin ve mali yatırımların doğrudan sanayi yatırımlarından daha çok arttığını da göstermektedir. Bu verilere göre 1980'den 2005'e dünya çapında mali yatırımlar dünya brüt üretiminin yüzde 4'üne tekabül etmekten yüzde 14'üne tekabül edecek oranda artmıştır. Burada söz konusu olan, ekonominin reel, gerçek büyümesine tekabül etmeyen, mali ekonominin aşırı genişlemesinden başka bir şey değildir: Sanayi sermayesi bazında karşılığı olmayan bir mali şişme.

„Paradan para kazanmak“-Mali milyarların çoğalması

Bankaların paradan para kazanmaları:
Bankaların aniden, hiçbir maddi nedeni olmaksızın az paradan daha çok para yapmaları; yani paradan para kazanmaları muammalı olduğu kadar oldukça da basittir. 

100 YTL'lik bir miktarın (buna dolar veya Avro da diyebilirsiniz) çok sayıda el değiştirmesiyle binlerce YTL'lik bir miktarın transaksiyonuna (mali muamelesine) neden olabileceği bilinir. Tam da bu nedenden dolayı dolaşımda olan para miktarı satın alınan ve satıla metaların ve hizmetlerin parasal miktarında sürekli daha azdır. Örnek verecek olursak:

Brüt yurt içi üretim bir ülkenin, bölgenin veya entegrasyonun bir yıl içindeki üretimini ve hizmet miktarını gösterir. Örneğin 27 ülkeli AB'de brüt yurt içi üretim miktarı 2006 yılında 11.580 milyar Avro'ydu. Ama aynı dönemde dolaşımda olan para (banknot) miktarı ancak 630 milyar Avro'ydu. Yani ortalama olarak AB içinde dolaşımda olan her bir Avro ile 18,38 Avroluk bir meta veya hizmet ödemesi yapılabilir (11.580:630=18,38). Banka sisteminden geçerek, nakitsiz ödeme ile veya kredi üzerinden ödeme ile dolaşımda olan paranın etkisi güçlenir. Öyle ki banka sistemine giren örneğin 10 bin YTL kısa zamanda iki, üç, dört misline çıkabilir. Bu aynen eski Yunan filozoflarının tartışmalarında söz konusu olan oka benzer: Hareket halindeki bir ok aynı anda sadece bir yerde mi bulunur yoksa birkaç yerde mi bulunur? Bu ok hikâyesinde olduğu gibi bizim bu 10 bin YTL'lik miktar anlaşılan o ki banka sistemi içinde bir yerde bulunurken, aynı zamanda birçok yerde de bulunmaktadır.

Serüvenin birinci aşaması:
Şimdi şöyle düşünelim: Diyelim ki, işletmeci A, ürettiği yeni değerin tamamını sattı ve böylece sermayesinin dönüşümünü tamamladı. Diyelim ki bu kapitalist 2.000.000 YTL'lik bir sermaye kullanmış ve sermayesinin her dönüşümünde de (çıkış noktasına geri dönmesinde de) 10.000 YTL'lik bir kar elde etmiş olsun. Diyelim ki bu miktarın yarısını kendi özel harcamaları için ve geriye kalan yarısını da -5.000 YTL'lik miktarı da- banka A'daki hesabına yatırmış olsun.

Bu durumda olan şu: Banka A, bu 5.000 YTL'lik miktarı hesabına (T cetvelini göz önüne getirelim) gelir olarak geçirir. Çünkü bu miktarı işletmeci A'dan; hesap sahibinden almıştır. Banka hesabının sahibi önce bu miktarla pek ilgilenmez. Çünkü kendisi açısından bir fazlalığı ifade ettiği için o miktarı bankadaki hesabına yatırmıştır. 
Merkez bankaları para miktarını ifade eden M1'i (nakit para + banka hesabındaki varlık), MX'in miktarıyla hesaplarlar. Bu 5.000 YTL'lik miktarın serüveninin bu aşamasında merkez bankası para miktarı hesabına (M1) göre: M1+5.000 olmuştur.

Serüvenin ikinci aşaması:
Diyelim ki banka A bu 5.000 YTL'lik miktarı banka B'ye kredi olarak versin. Bu durumda banka A'nın bilançosunda 5.000 YTL, artık gelir (işletmecinin sermayesi) olarak ve yine aynı 5.000 YTL banka B'ye verilen kredi (gider) olarak gözükür.  

Banka A'nın bilançosunda bu 5.000 YTL'lik miktar T cetvelinin hem gelir kısmında hem de gider kısmında gözükür; gelir kısmında işletmeci A'nın yatırdığı miktar olarak ve gider kısmında da banka B'ye verilen kredi olarak. Banka A, T cetvelinin gelir kısmında 5000 YTL'lik miktarı hesaba borç olarak ve 5.000 YTL'lik miktarı da (hep aynı miktar) bu sefer T cetvelinin gider kısmında hesaba geçirir. (Bu miktara sahip olduğundan dolayı).
Banka B de aynı miktarı T cetvelinin gelir kısmına geçirir.
Merkez bankası açısından da durum değişmiş ve para miktarı M1+ (2x5.000=10.000) olarak çoğalmıştır.

Serüvenin üçüncü aşaması:
Ve şimdi banka B'nin bu krediyi işletmeci B'nin hesap numarasına havale ettiğini ve bu işletmecinin de bu 5.000 YTL'lik miktarı bankadan çektiğini düşünelim. Bu durumda 5.000 YTL, banka B'de  gelir kısmına işlenir.

Merkez bankası açısından durum bir daha değişmiş ve para miktarı M1+ (3x5.000=15.000) olarak çoğalmıştır.

Aslında bütün bu yol şöyle de kısaltılabilir: İşletmeci A,  5.000 YTL'lik miktarını doğrudan işletmeci B'ye kredi olarak verebilir. Ama bu 5.000 YTL banka sistemi üzerinden verildiği için bu karmaşık yoldan geçmiş olur.

Her halükarda 5.000 YTL'lik miktar birkaç misli, örnekte de gördüğümüz gibi üç misli artmıştır. Ortaya bir „hissedilen“ zenginlik, “hissedilen” varlık veya “hissedilen” sermaye çıkmıştır.

İşletmeci A, kendini 5.000 YTL'nin sahibi olarak hisseder. Banka hesabında böyle gözüküyor. Gerçekte ise bu 5.000 YTL'si üzerine tasarruf hakkını bankaya vermiştir. Banka da ona muhtemelen düşük bir faiz öder.

Banka A gibi banka B de bilançosunda 5.000 YTL görüyor. Ama bu, aynı 5.000 YTL'dir. Ama bu miktar tam üç defa borç olarak hesaplara geçmiştir. Banka A'da, Banka B'de ve işletmeci B'de. Sadece işletmeci B, bu 5.000 YTL'lik miktara gerçekte sahiptir; para onun elindedir.

Bu miktar elden ele dolaşmıştır veya öyle gözüküyor. Vardığı, konakladığı her bir aşama bilinmektedir. 15.000 YTL borç olarak hesaplara geçmiştir. Buna bankalar „paradan para kazanmak“ derler. Gerçekte ise bu 5.000 YTL'lik miktar bir dirhem de olsa çoğalmamıştır. Ama kredi olarak elden ele dolaşmıştır. Bankaların „paradan para kazanmak“ dedikleri işte tam da budur.  Sonraki aşamasında bu kredinin geri dönmesi gerekir. Tabii Amerikan konut pazarındaki gibi bir “kaza" olmazsa!

Sadece bu üç aşamalı kredi işleminde kapitalist mali sistemin ne denli karmaşık olduğu görülüyor. Dünya çapındaki borçların büyük bir kısmı böylesi hesapların sonucudur. Yani bankaların „paradan para kazanma“ hayaline dayanıyor. Bu yolla mevcut para, artı değer üretimi veya maddi değerler hiçbir koşul altında çoğalmıyor. Sadece borç ilişkileri artıyor/çoğalıyor. Son kertede bir şekilde herkes birbirine borçlu oluyor ve kimin elinin kimin cebinde olduğunun bilinmediği bir ilişkiler ağı kurulmuş oluyor. Böyle oluyor ve başka türlü olmuyor.
Mali dünyada işletmeci A'dan işletmeci B'ye uzanan bütün yol, bütün mesafe değil,  sadece iki nokta arasındaki mesafe-yol kaydedilir.

Vay „hınzırlar“ vay demekten başka ne kalıyor ki geriye?!
Demek ki milyonları böyle milyar yapıyorsunuz!
Demek ki „paradan para kazanmak“ böyle oluyor!
Demek ki böyle „hissedilen“ zenginlik, varlık üretiyorsunuz!
Demek ki böyle „hissedilebilen“ sermaye birikimi oluşturuyorsunuz!
Ve küçük burjuvazi de sizin bu „hissedilebilir“ sermaye birikiminiz üzerine „hissedilebilir“ teoriler üretiyor ve sonra bu „hissedilebilir“ teorilerle “hissedilebilir” politika yapıyor.
Açık ki, “Potemkin Köyü” teorileri üretiyorsunuz.
Haydi, benim gibilerini kandırabildiniz, demagojilerinize inandırabildiniz, saflığımızdan yararlanabildiniz. Ama o, her şeyi zaten başından beri hep doğru bilenleri nasıl etkilediniz?
Nasıl etkilediniz de bazıları bu düzenin artık değişmeyeceğine, bazıları da kapitalizmin kaçınılmaz olarak (kendi kendine) yıkılacağına inanmaya başladılar?
Nasıl etkilediniz de maddi değerlerin üretimi sektörünün; yani sanayi sektörünün sermaye hareketinin seyrinde artık tali palanda kaldığına ve spekülatif sermayenin; “hissedilen” sermayenin sermaye hareketinin seyrini belirlediğine inanmaya ve bunun üzerine sermaye devreviliği teorileri geliştirmeye başladılar?  
Nasıl etkilediniz de “hissedilebilir” sermayeden oluşan mali sektörde kazanç değil de, kar ve kar oranı keşfetmeye başladılar?
Nasıl etkilediniz de mali sektörde görülen her sermayenin gerçek sermaye olduğuna inanmaya başladılar?
Nasıl etkilediniz de yeni bir mali ve ekonomik kriz patlak verirse teorilerinin kriz pratiğinde sınanmış olacağını unuttular!

Böylesi “hissedilebilir” politik ekonomi teorileri üretirken başkalarının görüşlerinden yararlanmıyorlar mı diye sorulabilir. Tabii ki yararlanıyorlar: Sağ taraflarında Amerikan üniversiteleri ve fikir üretme “fabrikaları” duruyor. Sol, daha doğrusu orta-sol taraflarında Avrupa merkezli üniversiteler ve fikir üretme “fabrikaları” duruyor. “Sol” taraflarında da hep yeniyi analiz etmekte üstat olan; Marksizm'i, Marksizm'in reddi temelinde, şu veya bu teorik açılımı günümüz koşullarına artık cevap vermiyor diyerek “geliştirmek” için yanıp-tutuşan uluslararası küçük burjuvazi, “sol” liberal unsurlar, “post Marksist”ler duruyor. İşte bu ortam “hissedilebilir” sermaye/varlık üzerinden ancak “hissedilebilir” teori üretebilenlerin üretim koşullarıdır.
Marksizm mi, Marksizm-Leninizm mi veya Marksist-Leninist politik ekonomi mi veya Leninist mali sermaye analizi mi! Tarih olmuştur!!

“Hissedilen” varlık buharlaşıyor. Yani yukarıdaki hesabın 2. aşamasındaki 5.000 YTL ve 3. aşamasındaki 10.000 YTL buharlaşıyor ve geriye gerçekten var olan 5.000 YTL kalıyor. Demek ki her şey gerçekten var olan başlangıçtaki bu 5.000 YTL'ye bağlı!

Bir mali kriz bütün hesapları, “hissedilen” zenginliği, “hissedilen” sermaye birikimini düzledi; “fazlalık” olanın; gerçekten var olanın ötesinde “var olan”ın gerçekten var olmadığını, hayali var olduğunu, kağıt üzerinde var olduğunu ortaya koydu.

Şu Marks da olmasaydı halimiz ne olacaktı!

Kredi çoğaltmak “sanatı” ve bankaların borçlanma limiti-öz sermaye ilişkisi:
Bilindiği gibi bankalar nihayetinde sermaye toplama ve toplanılan sermayeyi kapitalistlerin kullanımına kredi olarak sunma yeridir. Sanayi sermayesinin kısa zamanda büyük miktarları artı sermaye olarak biriktirmesi olanaklı değildir. Yani sanayi sermayesi sürekli görece az miktarları üretir ve ancak bu miktarlar toplandığında yatırıma değer bir miktara çıkar. Ama böyle bir birikimi hiçbir sanayi kapitalisti bekleyemez ve yatırım yapmak için bankalardan kredi alır. Bankalar da sayısız kaynaktan topladığı paraları kredi olarak verir. Böylece bankalar tek başına alındığına hiçbir önemi olmayan miktarları; potansiyel ve aktif olmayan sermayeyi aktif ve etkili sermayeye dönüştürür, kredi olarak vermekle. Yani küçük, tek başına önemli olmayan çok sayıda meblağlar, „potansiyel sermaye“   olarak sayısız hesap numaralarından geçerek-toplanarak gerçek sermaye olur; üretken sermaye olarak kullanılır. Bu miktarlar ancak bu duruma geldiğinde gerçek değer üretecek bir faktör olurlar. Bütün diğer hesap numaralarında bu sermaye sadece fiktiftir. Miktar olarak çoğalmıştır, ama bu çoğalma sadece ve sadece kâğıt üzerindedir. 

Buraya kadar normal: Yani bankalar başlangıçta kredi sunumunda şu veya bu biçimde pasif oyuncu konumundadır. Yani bankalar kredi sunumunu en fazlasıyla frenleyebilirler, ama hızlandıramazlar. Böylece bankalar, mevcut kredi talebine tepkide bulunmuş olurlar. Buraya kadar mali sermaye bildiğimiz mali sermayedir.

Ama günümüzde mali sermaye ve dolayısıyla bankalar, bununla, sadece kredi vermekle yetinemeyecek bir duruma gelmişlerdir. Artık pasif kredi sunucusu olmaktan çıkarak yatırım bankasına dönüşmüşlerdir ve böylece aktif oyuncu olmuşlardır; yabancı paralarla hisse senetleri veya değerli kâğıtlar satın almaya ve bunların ticaretini yapmaya başlamışlardır. Aşağıdaki grafik dünya çapındaki borçlanma durumunu göstermektedir.







Son yıllarda bankalar ve mali kurumlar giderek kredi alıcısı olarak faaliyet göstermeye başladılar. Maddi değerlerin üretimi sektörlerine kredi verme yerine kendileri için sermaye topladılar ve bununla spekülasyon yaptılar. Böyle hareket etmelerinin kendileri bakımından bir mantığı vardı: Maddi değerlerin üretimi alanına; sanayi sektörüne verilen kredilerin karşılığı olarak alınan faiz sermaye açısında azami kar değildi, başka alanlarda, mali sektörde sanayiden alacakları faizin çok çok üstünde kar elde etme olanakları vardı.

Grafiğin de gösterdiği gibi, dünya çapında kredilerin üçte birinden daha fazlası mali alana akmıştır. Şüphesiz ki, insanların banka hesaplarındaki, tasarruf cüzdanlarındaki birikimleri, yani bankalardaki bütün paraları, değerli kâğıtları vb. bankaya verdikleri kredi demektir. Ama bankalar bu miktarları sadece pasif konumda toplamışlardır ve bu miktarlar birçok banka açısından büyük oynamak için, ticari faaliyetlerini yürütmek için yeterli değildir; özellikle yatırım bankaları için hiç yeterli değildir. (Firma birleşmelerini, işletmelere katılımları, hisse senedi ile spekülasyonu finanse etmek vs.)

Günümüz koşullarında teorik olarak her banka, hesaba yatırılmış her bir YTL veya Avro ile 50 YTL veya Avro değerinde bir mali işlem yapabilir; bir Avro ile 50 Avro'yu harekete geçirebilir. Gerçekten de bugün her büyük banka hesaba yatırılan her bir Avro'yu 30 misli ve daha fazlası için kaldıraç olarak kullanabilmekteler. Buna LTCM (Long Term Capital Management) bir örnektir. LTCM'de spekülasyon çarkları şöyle dönüyor: LTCM, 2,3 milyar dolarlık öz kaynakla 120 milyar dolarlık banka kredisini harekete geçiriyor ve 120 milyar dolarlık banka kredisi ile de 1.200 milyar dolarlık (1 trilyon 200 milyar dolarlık) türevleri harekete geçiriyor. Böylece, kısa zamanda kontrol ettiği sermaye miktarı öz sermayesinin birinci aşamada (120 milyarlık kredi bazında) 52 misline ve ikinci aşamada da yaklaşık 522 misline çıkıyor. Bunun diğer anlamı da şudur: LTCM, birinci işlemde bir dolarla 52 dolarlık, ikinci işlemde de 522 dolarlık borç alınmış miktarı harekete geçiriyor. İsterseniz buna „borçlanma katsayısı“ da diyebilirsiniz. Öz sermayeyi büyük boyutlarda katlayan yabancı sermaye (Leverage Ratio).

2002-2007 arasında Leverage Ratio Merrill Lynch, Goldmann Sachs, Morgan Stanley, Bear Stearns ve Lehman Brothers gibi artık iflas etmiş ve devletleştirilmiş bankalarda 22'den 30'a çıkmıştı. Bu artışın nedeni, bu zaman dilimi içinde bu bankalara büyük oranda yabancı sermaye akımında aranmamalıdır. Bu artış, söz konusu bankaların aktiflerinin dibe vurmasından dolayıydı.

Hedge Fonlarda durum daha da değişiktir. Bu fonlar dışa kapalı mali kurumlardır; bankalarda olduğu gibi yasal herhangi bir hesap verme sorumlulukları yoktur. Sadece, 100 bin ve daha fazla Avro’su olanlar Hedge Fonların müşterisi olabilirler. Bu fonlar, en zenginlerin; süper zenginlerin kumar oynadıkları gazinodur. Ama aşağıdaki grafiğin de gösterdiği gibi, son bir kaç seneden bu yana süper zenginlerin paraları da bu fonların spekülasyonu için yeterli olmamaya başlamıştı.





Grafik, 2001'den bu yana öz sermaye-yabancı sermaye (borç) arasındaki makasın giderek sürekli borçlanma lehine açıldığını göstermektedir.

“Hissedilen” sermaye birikimi-Marks olmasaydı...!  

-Gerçek varlık ve „hissedilen“ varlık-Fiktif/hayali sermaye veya da sermaye olmaksızın her düzenli parasal gelir, fiktif/hayali bir sermayenin faizi olarak görülebilir:
 ”...Her belirli ve düzenli para geliri, bir sermaye üzerinden doğmuş olsun veya olmasın, bir sermayenin faizi olarak görünür” (K. Marks; Kapital, C. III, s. 482).

”Hayali sermaye oluşumuna, sermayeleştirme deniyor. Her devresel düzenli gelir, ortalama bir faiz oranı ile borç alınan bir sermaye tarafından gerçekleştirilebilecek bir gelir gibi, faiz oranı üzerinden hesaplanarak sermayeleştirilir...  Örneğin, yıllık gelir 100 YTL, faiz oranı %5 ise, 100 YTL, 2.000 YTL üzerinden yıllık faizi temsil eder ve bu 2.000 YTL'ye, yıllık 100 YTL üzerinden yasal mülkiyet hakkının sermaye-değeri gözüyle bakılır. Bu mülkiyet hakkını satın alan kimse için, 100 YTL'lik yıllık gelir gerçekten de, %5 faizle yatırılmış sermayesi üzerinden alınan faizi temsil eder. Böylece, sermayenin fiili genişleme süreci ile olan bütün bağları tamamen kaybolmuş ve dolayısıyla, otomatik olarak kendi kendisini genişletme özelliğini taşıyan bir şey olarak sermaye kavramı kuvvetlendirilmiş oluyor” (Agk, s. 484).

Sorun basittir. Yıllık ortalama faiz oranı %5 olsun. 500 YTL'lik bir miktar, bu durumda, faiz getiren sermayeye çevrilecek olursa, yılda 25 YTL getirir. Yıllık 25 YTL'lik her sabit gelire, öyleyse 500 YTL'lik bir sermaye üzerinden alınan faiz gözüyle bakılabilir demektir. Ne var ki, bu, 25 YTL'nin kaynağının, ister yalnızca bir mülkiyet ya da tasarruf hakkı olsun, ister taşınamaz mal gibi gerçek bir üretim öğesi olsun, doğrudan doğruya aktarılabilir olması ya da aktarılabilecek duruma gelebileceği bir biçime girmesi durumları dışında tamamen hayali bir tasavvurdur ve böyle bir görünüş olarak da kalır. Ulusal borçları... örnek olarak alalım” (Agk, s. 482)

-Gerçek varlık ve „hissedilen“ varlık-”Fiktif sermaye olarak devlet istikrazları:
“Devlet her yıl alacaklılarına, kendilerinden borç aldığı sermaye için belli bir miktar faiz ödemek zorundadır. Bu durumda alacaklı yatırdığı sermayeyi borçlusundan geri alamaz, ancak hakkını ya da mülkiyet hakkını satabilir. Sermayenin kendisi tüketilmiştir, yani devlet tarafından harcanmıştır. Artık mevcut değildir. Devlet alacaklısının elinde, 1) diyelim, 100 YTL tutarında bir borç senedi vardır ve 2) bu borç senedi, alacaklıya, devletin yıllık gelirinden, yani yıllık vergi gelirinden, belli bir miktar, örneğin 5 YTL ya da %5 tutarında bir hak sağlar; 3) alacaklı, 100 YTL'lik bu borç senedini dilediği bir kimseye satabilir. Faiz oranı %5 ve devletin verdiği güvence sağlamsa, alacaklı A, bu borç senedini kural olarak B'ye 100 YTL'ye satabilir; B için 100 YTL'yi yıllık %5 faizle vermek ya da 100 YTL ödemek suretiyle devletten yılda 5 YTL tutarında haraç sağlamak hiç fark etmez. Ne var ki, bütün bu durumlarda insanların gözünde bir sürgün (faiz) doğuran burada devlet ödemeleri kabul edilen bu sermaye, hayaldir, hayali sermayedir. Yalnız devlete borç verilen bu meblağ artık mevcut olmamakla kalmayıp, zaten hiç bir zaman onun sermaye olarak harcanması düşünülmemişti ve o ancak sermaye olarak yatırılmakla, kendisini koruyan değere dönüştürülebilirdi. İlk alacaklı A için, yıllık vergilerden kendisine düşen pay, sermayesi üzerinden faizi temsil eder; tıpkı mirasyedinin servetinden tefeciye düşen payın ona faiz olarak görünmesi gibi; oysa her iki durumda da borç verilen meblağ sermaye olarak yatırılmamıştır. Devlete ait borç senedinin satış olanağı, A için, kendi anaparasını geri almanın potansiyel aracını temsil eder. B'ye gelince, onun sermayesi kendi görüş açısından, faiz getiren sermaye olarak yatırılmıştır. ... B, devletin geliri üzerinden A'ya ait bulunan hakkı satın almakla, yalnızca A'nın yerini almış durumdadır. Bu işlem kaç kez yinelenirse yinelensin, devlet borcu sermayesi, tamamen hayali olarak kalır ve o borç senetleri satılamaz duruma gelir gelmez, bu sermaye hayali artık görünmez olur.”(Agk., s, 482/483).

-Gerçek varlık ve „hissedilen“ varlık-Hisse senetleri/fiktif sermaye:
“...Borç senedinin -değerli kâğıdın- devlet borçlarında olduğu gibi tamamen hayali bir sermayeyi temsil etmemesi halinde bile, bu gibi senetlerin sermaye-değerleri gene de tamamen aldatıcıdır...

...Demir yollarına, madenlere, deniz ulaşım şirketleri ve benzerlerine ait hisse senetleri gerçek sermayeyi, yani bu gibi girişimlere yatırılan ve işleyen sermayeyi ya da bu gibi girişimlerde sermaye olarak kullanılmak amacıyla hissedarlar tarafından yatırılan para miktarını temsil eder. Doğal olarak bu, bütün bunların düpedüz bir dolandırıcılığı temsil edebilme olasılığını da ortadan kaldırmaz. Ama bu sermaye, bir defasında, mülkiyet hakkının (hisse senetleri) sermaye-değeri, diğer bir defasında, bu girişimlere yatırılan ya da yatırılacak olan fiili sermaye olarak, iki kez var olamaz. Yalnız ikinci biçimde vardır ve bir hisse senedi yalnızca, artı-değerin, kendisi tarafından gerçekleştirilecek kısmına tekabül eden bir mülkiyet hakkıdır. A, bu hakkı B'ye ve B de C'ye satabilir. Bu alış verişler, sorunun niteliğinde hiç bir şeyi değiştirmez. (Bu durumda) A ya da B, mülkiyet hakkını sermaye biçiminde elde tutarken,  C, sermayesini, hisse senetli sermayeden gelmesi beklenen artı-değerden alacağı sırf bir mülkiyet hakkına çevirmiş olur.

Yalnız hükümet bonolarının değil, hisse senetlerinin de mülkiyet haklarının değerlerinin bağımsız hareketi, bunların üzerlerinde hak sahibi olabilecekleri sermaye ya da talebin yanı sıra, gerçek sermayeyi teşkil ettikleri hayaline kuvvet kazandırır ”(Agk.,s. 484/485).

Çünkü bunlar, fiyatları bağımsız olarak saptanan ve kendine özgü hareketleri olan metalar halini alırlar. Bunların piyasa değerleri, gerçek sermayenin değerinde (değerdeki genişleme değişse bile) herhangi bir değişme olmaksızın, kendi nominal değerlerinden farklı biçimde saptanır. Bir yandan bunların piyasa değerleri, yasal hak sağladıkları gelir miktarına ve güvenine bağlı olarak dalgalanma gösterir. Hissenin nominal değeri, yani başlangıçta bu hissenin temsil ettiği yatırılan meblağ 100 YTL ise ve bu kuruluş %5 yerine %10 faiz veriyorsa, hissenin piyasa değeri, diğer şeyler aynı kalmak üzere, faiz oranı %5 olduğu sürece 200 YTL'ye yükselir, çünkü, %5 üzerinden sermayeleştirilmiş iken, şimdi 200 YTL'lik hayali bir sermayeyi temsil etmektedir. Bunu 200 YTL'ye satın alan kimse, bu sermaye yatırımı üzerinden %5'lik bir gelir elde eder. Girişimin geliri azalınca, bunun tersi doğrudur. Bu senedin piyasa değeri kısmen spekülatiftir, çünkü bu yalnız fiili gelir ile değil, aynı zamanda, önceden hesaplanan, beklenen gelir ile de saptanmıştır.”(Agk., s, 485).

“Ama gerçek sermayedeki genişlemenin değişmez olduğu ya da devlet borçlarında olduğu gibi sermayenin mevcut olmadığı durumlarda yıllık gelirin yasa ile saptandığı ve güvenlik altına alındığı kabul edilirse, bu senetlerin fiyatı, faiz oranı ile ters orantılı olarak yükselir ya da düşer. Faiz oranının %5'ten %10'a yükselmesi halinde, 5 YTL'lik bir gelir garanti eden senetler şimdi yalnız 50 YTL'lik bir sermayeyi temsil eder. Tersine, faiz oranı %2½'ye düşecek olsa, aynı senetler 200 YTL'lik bir sermayeyi temsil eder. Bunların değerleri daima, yalnızca sermayeleştirilmiş gelir, yani hayali bir sermaye üzerinden o günkü faiz oranıyla hesaplanan gelirdir. Bu nedenle, para piyasasının daralması halinde, bu senetlerin fiyatı iki nedenle düşecektir: önce, faiz oranı yükseldiği için, sonra da, nakite çevirmek üzere daha büyük miktarlarda senet piyasaya sürüldüğü için”(Agk., s. 485). 

-Gerçek ulusal zenginlik-”Hissedilen”ulusal zenginlik:
“... Senetlerin değerindeki düşme ya da artmanın, temsil ettikleri gerçek sermayenin değerinin hareketinden bağımsız olması ölçüsünde, ulusun sahip olduğu servet, değerdeki düşme ya da yükselmeden sonra da gene eski büyüklüğündedir...

Bu değer kaybının, üretimde ve kanallar ve demir yolları üzerindeki gidiş-gelişte fiili bir durmayı ya da başlamış bulunan girişimlerin askıya alınmasını ya da sermayenin beş para etmeyen serüvenler peşinde çarçur edilmesini yansıtması dışında, ulus, nominal para-sermayenin bu sabun köpüğünün patlamasıyla zerre kadar yoksullaşmış olmaz”(Agk., s. 486).

“Bu senedin aslında temsil ettiği şey, ya devlet borçlarında olduğu gibi, parası ya da sermaye-değeri, sermayeyi hiç bir şekilde temsil etmeyen ya da temsil ettiği gerçek sermayenin değerinden bağımsız olarak yönetilen gelecekteki üretim üzerinden birikmiş alacaklar ya da yasal haklardan başka bir şey değildir” (Agk., s. 486).    

”Faiz getiren sermaye ve kredi sistemindeki gelişmeyle, bütün sermaye kendisini çiftleştirmiş ve bazen de üçleştirmiş gibi görünür; aynı sermaye ya da hatta belki de aynı alacak talebi, çeşitli şekillerde farklı ellerde, farklı biçimlerde görünürler. Bu "para-sermaye"nin daha büyük bir kısmı tamamen hayalidir” (Agk., s. 488).

Marks'ın bu tespitlerini burada teker teker yorumlamaya gerek yok. Anlayışı kolaylaştırmak için Sterlin yerine YTL yazıldı. Ama mutlaka söylenmesi gereken birkaç söz var. 

-Hisse senetlerinin, istikrazların, başkaca değerli kâğıtların dünya çapında en çok depolandığı ülke olan ABD'de depolanan miktarın değeri 56,1 trilyon dolar.
-Avro alanında depolanan aynı türden miktar 37,6 trilyon dolar ve
-Japonya'da depolanan miktar ise 19,5 trilyon dolar.

-Küresel özel para varlık miktarı 1999’da 71,5 trilyon dolardan 2006’da 97,9 trilyon dolara çıkarak 7 senede yüzde 37 oranında artar.  Bu miktarın 2007 yılında 105 trilyon dolara çıkmış olacağı tahmin ediliyor. 

-Dolar milyonerlerinin -en azından bir milyon dolarlık mali varlığı olan insanların- mali varlıkları 1997’de 19,1 trilyon dolardan 2007’de 40,7 trilyon dolara çıkarak yüzde 113 oranında, yani 10 senede iki mislinden fazla artar.

-Kurumsal yatırımcıların (Yatırım fonları, sigortalar vs.) yönlendirdikleri -kontrol ettikleri- sermaye miktarı 1995’te 21 trilyon dolardan 2005’te 56 trilyon dolara çıkarak 10 sene içinde yüzde 167 oranında artar.

-Sadece türevler pazarında dönen sermaye miktarı ABD'de 2007 yılında 180 trilyon dolara çıkar.

-Dünya çapında hisse senedi toplam değeri 1980`de 2,9 trilyon dolardan 2005’de 44,5 trilyon dolara çıkar.

-Hisse senedi ticareti 1980`de 0,3 trilyon dolardan 2005`te 51,1 trilyon dolara çıkar.

-Tahvil piyasası: Borsalarda işlem gören tahvillerin yılsonu itibariyle değer miktarı 1990`da 6,6 trilyon dolardan 2005`te 25,8 trilyon dolara çıkar.

-Bu tahvillerin ticari değeri de 1990`da 3,1 trilyon dolardan 2005`te 13,0 trilyon dolara çıkr.

-Dünya çapında her türlü mali varlıkların miktarı 1980 yılında 12 trilyon dolardan 2006’da 167 trilyon dolara çıkar. (Bu miktarın 54 trilyon doları hisse senetlerinden; 43 trilyon doları özel senetlerden; 26 trilyon doları tahvillerden ve 45 trilyon doları da mevduatlardan oluşuyordu).

Ama aynı dönemde, yani 1980'den 2006'ya dünya gayri safi hâsılanın tutarı 10 trilyon dolardan ancak 48 trilyon dolara çıkmıştır. Yani bütün mali varlıklar 1980'den 2006'ya yaklaşık 14 misli (13,9) artarken dünya gayri safi hâsılası ancak yaklaşık 5 misli (4,8) artmıştır.

Yani söz konusu bu mali varlıkların hepsi; bu 167 trilyon dolarlık miktar üretimden kaynaklanamaz. Çünkü aynı dönemde maddi değerlerin toplam miktarı bellidir. Bütün bu miktarlar, en azıdan maddi değerlerle kopuşma noktasından sonra -bunun nasıl olduğunu Marks'ı konuşturarak genel hatlarıyla yukarıya aktardık- “hissedilen” sermaye olarak biriken “sermaye”dir; hayalidir, sadece ve sadece kâğıt üzerinde vardır. Ve en önemlisi, maddi değerlerin üretim sürecini etkilediği oranda ekonomik kriz açısından etkili olabilir. Salt bu nedenden dolayı bu “hissedilen” sermaye üzerine kurulan politik ekonomi, günümüz kapitalizmini açıklamaya değil, ama olsa olsa “hissedilen” sermayeyi  “Potemkin Köyü” teorisi ile açıklamaya yarar.

Sonuç:
1-Ekonomik krizin (fazla üretim krizinin) bir görünümü haline gelen mali kriz (banka ve kredi krizi) çok büyük oranda spekülatif şişmenin sonucudur. Ortada dönen miktarın ne kadar olduğu kesinlikle bilinmemektedir.  Batık kredilerin, ödenmesi gereken kredilerin, türevlerin toplam değerinin ve başkaca fantastik, akıllara durgunluk veren „mali ürünler“in toplam miktarının ne kadar olduğunu bilen yok. Her halükarda; dillendirildiği kadarıyla da olsa bu miktarı karşılamak için dünyanın bütün parası; dünya gayri safi hâsılası dahi yetmez. Bir örnek olsun diye: 2006 yılında dünya çapında bütün mali varlıkların miktarı 167 trilyon dolar olarak hesap edilmişti. Aynı yılda dünya brüt üretimi tutarı da sadece 48 trilyon dolardı. Yani karşılığı maddi değer olan 48 trilyon doların 3 mislinden daha fazla bir miktar.

Açık ki bu miktarı veya mali kriz sürecinde buharlaşan miktarı (26 trilyon dolar olduğu söyleniyor) ABD dahi ödeyecek durumda değil. Bırakalım bu miktarı, kendi mali sektöründe yok olan trilyonları dahi ödeyecek durumda değildir. Mevcut devletleştirme ile ABD'nin borcu 10,6 trilyon dolardan 11,3 trilyon dolara çıkmış ve ABD böylece, bu krizle bağlam içinde 60 trilyon dolarlık bir çukura düşmüştür. Bu miktarlar göz önüne getirilirse aslında ABD'nin iflas etmiş olması gerekir. 

2-Şişirilmiş krediler ve akıl almaz „mali ürünler“ büyük bir oranda hayali, „hilenin, hınzırlığın” sonucu. Herkes bir şekilde birbirine borçlu durumda. İflas ve iflas tehlikesinden dolayı bazı emperyalist devletler bu batık miktarları halkın sırtına yıktılar; yani devletleştirme ile zararları sosyalleştirdiler ama karlar özel kaldı. Kredi çöplüğünün geriye kalan kısmı ise buharlaşmaya devam ediyor. Söz konusu olan, hayali varlıktı.  Kar hayalleri bir balon gibi patladı ve birçok hesap numarasından kayboldu.

3- Sorunun sadece mali sektörle, dev bankaların iflası ve devletleştirilmesiyle ve daha ziyade mali sektördeki çöküşü engellemek için hükümetlerin „kurtarma paketleri“ ile sınırlı kalmayacağı açık.  Şimdi kriz sanayide baş gösterdi ve bu sektörde de işletmeler, tekeller iflas edecekler ve devlet bunları da kurtarmak için devletleştirmeye, yeni „kurtarma paketleri“ne başvuracaktır. Öncelikle çok borçlanmış şirketler; giderek kredi kullanma olanağı tükenen şirketler, varlığını şimdiye kadar spekülasyon ilişkilerine dayanarak sürdüren işletmeler iflas edeceklerdir. Büyük tekellerin, uluslararası tekelleri; özellikle ABD'nin bir zamanlar medar-ı iftiharı olan General Motors ve Ford gibi otomobil tekelleri iflas topunun ağzındadır.

İşin „cılkı çıktı“, kapitalist üretim biçimi yeni bir fazla üretim sürecinin daha başında dökülmeye başladı. Hal böyle olmasına rağmen, daha doğrusu gelişmenin böyle olacağına ve başka türlü olmayacağına rağmen farklı düşünceler de olmuştur, olacaktır.  

4- Mali sektöre artı değer ürettiren, bu sektörün kapitalizmde sermaye hareketini yönlendiren sektör olduğunu vaaz eden; yani kapitalizmde ekonomik yasaların artık mali sektör kaynaklı olduğunu söylemeye çalışan, mali sektörü Lenin'in yorumladığı mali sermaye anlayışından kopartarak ele alan, kazanç ile artı değer, kar arasındaki farkı görmeyen veya görmek istemeyen, hayali sermaye üzerine teorik hayaller kuran bütün teoriler de aynen iflas eden mali kurumlar gibi iflas etmiştir.

5-Yukarıda gerçek sermaye ile  „hissedilen“ sermaye arasındaki farkı anlatmaya çalıştık. Aradaki fark „hissedilen“ sermaye ile politik ekonominin sorunlarının açıklanamayacağını; banka ve kredi krizinin, ekonomik krizin (fazla üretim krizinin) açıklanamayacağını göstermiştir. Kapitalizm dünya çapında bir „hissedilen“ zenginlik ve sermaye birikimi oluşturmuştur. Bu „hissedilen“ sermayenin 26 trilyon doları buharlaşmasına rağmen maddi değerlerin üretiminde zerre kadar bir yok olma, değer kaybı olmamıştır.

6-„Hissedilen“ zenginlik; hayali(fiktif) zenginliktir. Hayali zenginlik ise „hissedilen“ sermaye birikimidir. „Hissedilen“ sermaye birikimi ancak ve ancak mali sektörde söz konusu olabilir. Mali sektörde „hissedilen“ sermaye, genel anlamda ve özel olarak da spekülatif sermayenin sermaye hareketi devreviliğinin „hissedilen“ belirleyici faktörü olabilir. Bu sistemde her şey „hissetme“ üzerine kurulduğu için teorisi de „hissedilen“ teori olur. „Hissetme“ koşulları ortada kalkınca geriye bir şey kalmaz. Aynen bugün olduğu gibi.

„Hissedilen“ zenginlik-sermaye üzerinden ancak ve ancak „hissedilen“ politik ekonomi teorileri üretilebilir.
Teoriyi zavallılaştırmak isteyenler böyle zavallılaşıyorlar.

Veya bu konuyu bir soruyla kapatalım:

a) Gerçek değeri
b)“Hissedilen” değeri (borsa) olan,

a)Gerçek artı değer üreten
b)”Hissedilen” artı değer üreten ve

a)Gerçek sermaye birikimi ve
b)”Hissedilen” sermaye birikimi sağlayan bir işletme düşünelim.

Düşünemiyor musunuz? Düşünmek gerekir. Kapitalizmde bütün işletmeler; o dev tekeller hep böyledir. Önemli olan, hangisinin gerçeği yansıttığı ve hangisinin “hissedilir” olduğunu görmektir. Çünkü bu, yapılan analizin sonucunu belirler:
-Ya yanlış da olsa gerçek sermaye ilişkileri analiz edilir ya da “hissedilen” sermaye ilişkisi analiz edilir.
-Birinci durumda kapitalist ekonominin nesnel yasalarıyla uğraşmış oluruz.
İkinci durumda ise “hissedilen” sermayeye dayanan kapitalizmin “hissedilen” veya öznel yasalarıyla uğraşmış oluruz.
Birinci durumda yasalar nesnel olduğu için değiştiremeyiz, ancak ve ancak o yasaları tanıyarak hareket edebiliriz ve yok etmek için de sistemin yok edilmesi gerçeğiyle karşı karşıya kalırız.
İkinci durumda ise yasalar öznel olduğu için, “hissedilen”den kaynaklandığı için ancak ve ancak “hissedilen” yasalar olabilir ve burjuvazi bu yasaları el çabukluğuyla değiştirip yerine başka yasalar veya düzenlemeler getirebilir. Piyasaları düzensizleştiren, kuralsızlaştıran emperyalist burjuvazi, banka ve kredi krizinin etkisinden sonra piyasaları yeniden kurallara bağlayabilir, yeniden düzenleyebilir. Şimdi bunu tartışmıyorlar mı?
İşletme örneğiyle devam edelim:
(a) noktalarındaki özellikleri olan işletme, her tarafta gördüğümüz herhangi bir işletmedir. Elle tutulur, gözle görülür.

(b) noktasındaki özellikleri olan işletme ise gerçek dışıdır, ama kapitalistlerin hayalinde sanki gerçekmiş gibi vardır, “hissedilen” değer, artı değer, sermaye üretir; ulusal varlıkları çoğaltır!

Ve uluslararası alanda bir kısım küçük burjuva da (a) noktasındaki özellikleri olan işletmeyi değil, yani gerçekten var olan kapitalizmi değil, (b) noktasındaki özellikleri olan işletmeyi, yani hayali işletmeyi, “hissedilen” teoriler üretmek için esas alır.

Marks olmasaydı...!