deneme

24 Haziran 2009 Çarşamba

DÜNYA EKONOMİK KRİZİ (I) GERÇEKLER VE KURGU DÜNYASI

24.06.2009
 DÜNYA EKONOMİK KRİZİ (I)
GERÇEKLER VE KURGU DÜNYASI

Yaşanmakta olan ekonomik kriz üzerine sayısız değerlendirme yapıldı.  Kriz değerlendirmesi, dünya görüşünden bağımsız olarak yapılamaz. Bu nedenle her bir çevrenin kriz değerlendirmesi, o çevrenin siyasi ve ideolojik olarak nerede durduğunu çok açık bir biçimde gösterir. Bu yazımızda krizin gelişme seyrini, ortaya çıkardığı bazı eğilimleri ve Nostradamus'u da gölgede bırakacak bazı “değerlendirme”leri ele alacağız. Ama önce bir durum tespiti yapalım.

1-Amerikan Ekonomisi
Amerikan sanayi üretimi son beş ay içinde sürekli mutlak küçülüyor. Mart ayı itibariyle sanayi üretimi Şubat ayına göre yüzde 1,5 ve 2008’in Mart ayına göre de yüzde 12,8 oranında mutlak küçüldü. Sanayi üretimi endeksi Mart 2009’da Ocak 1999’daki seviyesine geriledi. 
2009’un ilk çeyreğinde sanayi üretimi yüzde 20 oranında mutlak geriledi. 2008’in son çeyreğinde bu gerileme oranı yüzde 12,7 idi.
Toplam kapasite kullanımı sanayide 1968’den bu yana en geri seviyesine, yüzde 69,3’e;  imalat sanayinde ise 1948’deki seviyesine, yüzde 65,8’e düştü.
Fabrika üretimi 2008’in son çeyreğinde yüzde 17,7; 2009’un ilk çeyreğinde yüzde 22,5 ve 2008’in Mart ayına göre de 2009’un Mart ayında yüzde 15 oranında mutlak geriledi.  Mart ayında otomobil üretimi bir yıl öncesinin aynı ayına göre yüzde 45,3 oranında ve makine sanayi üretimi de yüzde 22,2 oranında mutlak geriledi.

Mayıs ayı itibariyle sanayi üretimindeki yıllık gerileme yüzde 13,4 oranında. Amerikan sanayi üretiminde bu denli bir gerileme yaklaşık 63 yıldan beri ilk defa görülmektedir. (Temmuz 1946'da sanayi üretimi yüzde 16 oranında gerilemişti).



Brüt yurt içi üretim 2009’un ilk çeyreğinde yüzde 6,1 oranında geriledi. Bu oranda bir gerileme en son 1982’nin ilk çeyreğinde gerçekleşmişti (yüzde 6,4). Bu türden istatistiklerin yapılmaya başlandığı 1947’den bu yana bu orandan daha yüksek mutlak gerileme beş kere görülmüştü. En büyük mutlak gerileme 1958’in ilk çeyreğinde yaşanmıştı; yüzde 10,5.

Toplam özel yatırımlarda gerileme yüzde 51,8; işletme yatırımlarında yüzde 37,9 ve işletmelerin teçhizat ve Software yatırımlarında da yüzde 33,8 oranındadır.
Amerikan işletmeleri 2009’un ilk çeyreğinde 103,7 milyar dolarlık stok erittiler. Üretimin bu denli mutlak düşmesinde stok eritme politikasının da belli bir rolü olmuştur.
2009’un ilk çeyreğinde ihracatın yüzde 30 ve ithalatın da yüzde 34 oranında mutlak gerilemesi dramatik bir gelişme olarak değerlendirilmektedir.
Kredi garantileri de dâhil Amerikan devletinin ekonomiyi desteklemek için harcadığı ve harcamayı planladığı miktar 12,8 trilyon dolara varmıştır. Ama buna rağmen bir sonuç alınamamış, ekonomide herhangi bir iyileşme eğilimi görülmemektedir; siparişler Mart ayında bir ay öncesine göre yüzde 0,8 ve bir yıl öncesine göre de yüzde 25,2 oranında gerilemiştir. 2009’un ilk üç ayında makine siparişleri, 2008’in aynı aylarına göre yüzde 28,1 oranında, otomobil aksamı siparişleri yüzde 32,6, nakliyat araçları siparişleri yüzde 39,7 ve uçak sanayi siparişleri de yüzde 75,2 oranında gerilemiştir.

Banka sektöründe durum:
ABD'de 2007'de 3; 2008'de 25 banka iflas etmişti. 2009'da da iflas eden banka sayısı şimdilik 40.   FDIC'ın (Federal Deposit Insurance Corporation) 26.02.2009 tarihli raporuna göre “sorunlu banka” listesinde yer alan bankaların sayısı da 2008’in üçüncü çeyreğinde 171’den dördüncü çeyreğinde 252’ye çıkmıştır. Bu, 1995’ten bu yana en yüksek sayıdır.

FDIC’te kayıtlı/sigortalı bütün bankaların (8305) 2008’in son çeyreğindeki zararlarının toplamı 26,211 milyar dolardı. En yüksek kar ise 2006’nın ikinci çeyreğinde elde edilmişti; 38,01 milyar dolar.

FDIC’te kayıtlı bütün mali kurumların elde ettiklerin karın toplamı 2007’de 99,991 ve 2008'de de 16,073 milyar dolardı; 2007’ye göre 2008’de yüzde 83,9 oranında bir zarar söz konusu. 1990’dan bu yana ilk defa yaşanan bir durum. 
FDIC’te kayıtlı/sigortalı mali kurum sayısı 2008’in üçüncü çeyreğinde 8354’ten dördüncü çeyreğinde 8305’e düşer.  Söz konusu bu 8305 mali kurumun toplam varlık değeri 13,853 trilyon dolardı; buna karşın bütün mali kurumların öz sermayesi ise sadece 1,303 trilyon dolardı.
1934’ten bu yana iflas eden banka sayısı:






Ekonominin bu durumu Amerikan tekellerinin kar artış oranlarının da dibe vurduğunu gösterir. Öyle ki, aşağıdaki grafikte de görüldüğü gibi, Amerikan işletmelerini karlarındaki artış oranı 1948'den bu yana ilk defa bu derecede dibe vurmuştur.





2-AB Ekonomisi
Avro Alanı ve AB toplamında brüt yurt içi üretim, son bir yıl içinde süreli, küçülme oranları büyüyerek mutlak gerilemiştir.
Sanayi üretiminin seyri de AB toplamında ve emperyalist ülkelerinde ekonominin sefil halini yeteri kadar açıklamaktadır.

  Sanayi üretimi yıllık karşılaştırması-Bir yıl öncesinin ayn ayına göre ve % olarak   
Toplam sanayi                   
2008-Kasım
2008-Aralık
2009-Ocak
2009-Şubat
2009-Mart
2009-Nisan
Avro Alanı (16 ülke)                                          
-9,1
-12,4
-16,5
-19,1
-19,3
-21,6
AB (27 ülke)
-9
-12,1
-16
-18,1
-18
-19,4
Almanya                                      
 -7,6 -
-11,8
-18
-21,3
-21,4
-23,2
Fransa                                      
-9,8
-10,6
-14,5
-16,7
-15,8
-19,4
İtalya                                  
-9,7
-13,8
-17,6
-21,2
-23,8
-24,2
İngiltere                                                   
-8,4
-9,2
-12,8
-13,6
-12,8
-12,3
Eurostat; 85/2009 – 12 Haziran 2009.
             
Bir yıl öncesi aynı aya göre Nisan 2009 itibariyle sanayi üretimi Avro Alanı'nda yüzde 21,6; AB toplamında yüzde 19,4; Almanya'da yüzde 23,2; Fransa'da yüzde 19,4; İtalya'da yüzde 24,2 ve İngiltere'de de yüzde 12,3 oranlarında mutlak küçülmüştür.
Sanayi üretiminde en güçlü gerileme yüzde 33,7 oranla Estonya'da; yüzde 24,9 oranla Litvanya'da ve yüzde 24,2 oranla da İtalya'da, en az gerileme ise yüzde 6,9 oranla Polonya'da ve yüzde 7,8 oranla da Romanya'da gerçekleşmiştir.
Sanayi üretimindeki gerileme sanayi ürünleri sipariş hareketinde de görülmektedir. Tüketim malları hariç
diğer sektörlerde siparişler yüzde 25,5 ila yüzde 30,2 arasında gerilemiştir.

Sanayide Sipariş Hareketi (Bir önceki yılın aynı ayına göre değişim, % olarak)

2008-Ekim
2008-Kasım
2008-Aralık
2009-Ocak
2009-Şubat
2009-Mart
Avro Alanı (16 ülke)
Siparişe bağımlı imalat sanayi
-15,2
-27,3
-24,6
-34,4
-34,2
-26,9
Yarı mamul mallar
-8,8
-23,2
-23,5
-348
-36,7
-30,2
Yatırım malları
-23,2
-35,3
-30,6
-39,3
-38
-29,9
Tüketim malları
-17,2
-12,7
-16,2
-25,4
-23
-17,6
AB (27 ülke)
Siparişe bağımlı imalat sanayi
-17,5
-26,5
-24,4
-32,7
-33,2
-25,5
Yarı mamul mallar
-8,8
-22,6
-22,4
-33,1
-34,7
-28,1
Yatırım malları
-26,3
-33,4
-30,4
-37,0
-37,4
-29,o
Tüketim malları
-14,4
-13,6
-14,7
-25,5
-24,4
-16,7
Eurostat;76/2009 – 26 Mayıs 2009.

3-Japon Ekonomisi

Japonya, krizin en etkili olduğu emperyalist ülkelerden biridir. Ekonomide mutlak küçülme 1974’ten beri ilk defa bu boyutlarda görüldü.  Bir sene öncesine göre 2008’in son çeyreğinde ekonomi yüzde 12,7 oranında mutlak küçüldü. 2001’den bu yana da ilk defa arka arkaya üç çeyrek gerilemesi yaşanıyor.
Sanayi üretimi 2009’un Şubat ayında Ocak ayına göre yüzde 9,4 oranında ve bir sene öncesinin aynı dönemine göre de yüzde 38,4 oranında mutlak küçüldü. Japon sanayi üretimi endeksi Şubat 2007’deki en yüksek seviyesinden (yüzde 108,9) Şubat 2009’da, 1983’ten bu yana görülen en dip noktasına geriledi (yüzde 67,1’e düştü).
Bu gelişmeye bağlı olarak Japon ihracatı da görülmemiş boyutlarda geriledi; Japon ihracatı bir yıl öncesi aynı döneme göre 2009’un Ocak ayında yüzde 45,7; Şubat ayında yüzde 49,4 ve Mart ayında da yüzde 45,6 oranında geriledi. Böyle bir durum, ihracatın arka arkaya bu boyutlarda gerilemesi, bu türden istatistiklerin tutulmaya başlandığı Ocak 1980’den beri ilk defa yaşanmaktadır.
Japon burjuvazisi 17 sene içinde 16 konjonktür programı uygulamıştır. Sonuçları ortada.

Sanayi üretimi karşılaştırması:
Aşağıdaki grafikte Alman imalat sanayi üretiminin yıllık ortalama bazda Ocak 2009'da yüzde 19,2; aynı dönemde Amerikan imalat sanayi üretiminin yüzde 33 ve Japon imalat sanayi üretiminin de yüzde 13 oranında mutlak küçüldüğünü görüyoruz. 



  
4-Çin Ekonomisi
Bir yıl öncesi aynı döneme göre Çin ihracatı 2008’in Ekim ayında yüzde 15,6 oranında artmıştır. Ama sonraki aylarda arka arkaya sürekli mutlak küçülmüştür:

2008’in Kasım ayında yüzde 2,2; Aralık ayında 2,8; 2009’un Ocak ayında yüzde 17,5, Şubat ayında yüzde 25,7, Mart ayında da yüzde 17,1 ve Nisan ayında da yüzde 22,6 oranında mutlak küçülmüştür. Böylece 7 seneden beri devam eden ihracat bazındaki sürekli büyüme Kasım 2008’den sonra sürekli küçülmeye dönüşmüştür. 




İhracattaki bu gerileme ekonomik büyümede oranların küçülmesine neden olmuştur. Örneğin 2008’in son çeyreğinde ekonomide büyüme oranı yüzde 6,8’de kalmıştır. Yüzde 10 ila 15 arasında büyümenin normal görüldüğü bu ülkede yüzde 6,8 oranında bir büyüme, büyüme oranlarında yarı yarıya bir daralmanın olduğunu gösterir.


5-Türkiye Ekonomisi




İsterseniz buna sanayi üretimi dibe vurdu, ekonomi çöktü diyebilirsiniz. İsterseniz Güngör Uras olup , “Şubat endeksi moralleri bozmasın” çağrısı yapabilirsiniz. Artık “hamdolsun teğet geçti”nin veya burjuva basında okuduğumuz gibi “Kriz damardan girdi, teğet geçtiği yok” demenin de pek anlamı kalmadı.
Durum oldukça açık: Türk ekonomisi, daha doğrusu Türkiye’de sanayi üretimi kendi çevrim hareketini oluşturduğu 1980’li yıllardan bu yana ikinci en derin krizini yaşamaktadır. 2001 krizi, 1979/1981, 1990-1994 krizlerini ve 1999 ara krizini gölgede bırakmıştı. Şimdi yaşanan krizin de 2001 krizini gölgede bırakacak derecede kapsamlı olup olmayacağı henüz pek belli değil. Her halükarda yukarıdaki tabloda toplam sanayi üretiminin ne denli mutlak küçüldüğünü görüyoruz. Tabii, istatistik verileri nasıl kullandığınıza göre sonuçlar da farklı olur. En yüksek değeri veri bazı olarak alıp en düşük değerle karşılaştırırsanız bir felaket senaryosu oluşturmuş olursunuz. Ama daha önceki en düşük değeri veri bazı olarak alırsanız, durumun o kadar kötü olmadığına dair hayaller de yayabilirsiniz. Her iki durumda da haklı olursunuz.
2005=100 bazında yukarıdaki üç tabloda farklı sonuçlar çıkmaktadır. Örneğin Ocak 2009’da sanayi üretiminin bir yıl öncesine göre gelişmesini tespit etmek isterseniz, üretimin yüzde 21,3 oranında mutlak küçüldüğü sonucuna varırsınız, ama iki yıl öncesine, yani Ocak 2007’ye göre ölçmek isterseniz mutlak küçülmenin yüzde 21,3 oranında değil de, yüzde 12,1 oranında olduğu sonucuna varırsınız; yani bir istatistik oyunuyla Ocak ayında sanayi üretimindeki gerilemeyi neredeyse yarı yarıya azaltabilirsiniz. Öyle ki Şubat ayındaki gerilemeyi de yüzde 23,7’den yüzde 17,3’e düşürebilirsiniz.
2008'in Aralık ayında Kasım ayına göre yüzde 15,2 oranında mutlak gerileyen sanayi üretiminin sonraki aylarda gerileme hızı Ocak ayında yüzde 5,3'e ve Şubat ayında da yüzde 4,4'e düşüyor, yani mutlak büyüme trendine giriş söz konusu. Nitekim Mart ayında sanayi üretimi Şubat ayına göre yüzde 13,4 ve Nisan ayında da Mart ayna göre yüzde 1,2 oranında mutlak artmıştır. Bu gelişme kapasite kullanımında da görülmektedir. 2009'un Ocak ve Şubat aylarında kapasite kullanımı yüzde 63,82'e düşerek dibe vurmuş, sonraki aylarda ise sürekli artarak Mayısta yüzde 70,4 oranına çıkmıştır.
  
Bu bir eğilim midir,   sanayi üretiminde mutlak küçülme hızı durma noktasına gelmiş midir; yani dibe vurma esprisi gerçekleşmiş midir, bunu önümüzdeki ayın verileri büyük ihtimalle gösterecektir. Her halükarda 2008 Kasım ayında üretimin mutlak gerileme hızı yüzde 13,3'ten, sürekli artarak 2009 Şubat ayında yüzde 23,8'e çıkıyor, ama Mart ayında yüzde 20,9'a düşüyor. Bu durum aylık üretim oranlarında da görülüyor. Örneğin aylık gerileme hızı Aralık 2008’de yüzde 15,2’den Ocak 2009’da yüzde 5,3’e ve Şubatta da yüzde 4,2’ye düşüyor. Mart ayından itibaren de üretimdeki gerileme duruyor. Bana öyle geliyor ki, Türkiye’de sanayi üretimi Şubat ayında dibe vurdu. Bu, üretimde hemen bir yükselişin başlayacağı anlamına asla gelmez.  

6-Dünya Çapında Ekonomik Kriz 

Dünya ekonomik kriz haritası:




Yukarıdaki grafiği şöyle okuyabiliriz:
1810-1890 arasındaki krizlerden dünya ülkelerinin ancak yaklaşık yüzde 5'i etkileniyor.
Krizler ortalama her on senede bir patlak veriyor.

1890-1930 arasındaki krizlerden dünya ülkelerinin yaklaşık yüzde 22'si etkileniyor. I. Dünya Savaşını da kapsayan bu dönemde krizler büyük siyasal altüst oluşlara neden oluyor veya ekonomik krizler siyasi krizlerin patlak vermesine maddi zemin oluşturuyor.

1940-1974/75 dönemi,   II. Dünya Savaşının yıkımından kaynaklanan kapitalist pazar genişlemesinden dolayı sonuç itibariyle nispeten iktisadi ve siyasi bir “istikrar” dönem oluyor. Bu dönemde uluslararası alanda yükselen antiemperyalist mücadelelere rağmen görece bir istikrar yaşanıyor. Ayrıca bu dönemde '40'lı yılların ikinci yarısında, '50'li ve 60'lı yıllarda başta ABD olmak üzere bazı emperyalist ülkelerde ekonomik krizler patlak vermesine rağmen bu krizler, dünya kriz olarak gelişmiyor; 1937/1938 krizini dünya krizi olarak kabul edersek bu tarihten 1974/75'e kadar dünya ekonomik krizi yaşanmıyor. 1974/75-2007/2008 arasında tek tek ülkelerde patlak veren krizlerin yanı sıra 1980/81-1983, 1990-1994, 2000-2004'te, bugünkü krizle karşılaştırıldığında oldukça “hafif” kalan dünya ekonomik krizleri yaşanıyor.

1920-1940 arasında olduğu gibi 1974/75'ten sonra da krizlerin patlak verme dönemi kısalıyor; her 10-12 senede bir değil, her 7-8 veya 6-7 senede bir patlak veriyor. (1920/21, 1929-32, 1937/38 ve 1974/75, 1980/81-1983, 1990-1994, 2000-2004 ve 2007/2008).

1974/1975, 1980/81-1983 ve 1990-1994 dünya krizlerinde dünya ülkelerinin yarıdan fazlası doğrudan etkileniyor. 2000-2004 krizinde ise krizde olan ülkelerin toplam ülkelere oranı ancak yüzde 30 civarında kalıyor.

1974/75'ten sonra krizlerin giderek şiddetlendiğini görüyoruz. Yaşanan kriz, kapsam ve derinlik bakımından ancak 1929 kriziyle karşılaştırılabilir.

Aşağıdaki haritalarda Şubat ortasından Mart sonuna dünya çapında krizin yayılması gösterilmektedir. Burada önemli olan, krizin verili zaman dilimi içinde ne kadar yaygınlaşmış olduğundan ziyade bugün gelinen noktada yaygınlık durumudur.
İlk haritada ”olumsuz eğilim” içinde olan; ekonomileri krize doğru gelişen; en azından ekonomik büyümenin küçülmeye başladığı ülkeler,  kısa bir zaman sonra riskli ülkelere dönüşüyorlar.  
Şubat 2009 itibariyle dünya ekonomik kriz haritası:




Mart 2009 sonu itibariyle dünya ekonomik kriz haritası:




Bütün ülkelerin yüzde 65'inden fazlası ya krizde ya da kriz riskli.  “Hatırı sayılır” burjuva ekonomistlerin de tespit ettikleri gibi, dünya çapında kasıp kavurucu etkide bulunan, mevcut verilere göre en azından 1929-1932 dünya krizi kadar etkili olan bu kriz, bütün dünyada kapitalist sisteme güvenirliği sarsmıştır. Bu kriz, on yıllardan bu yana; neoliberalizmin Keynescilik üzerine zaferinden bu yana, yani 1970' li yıllardan bu yana serbest piyasa üzerine burjuva ideologların ve ekonomi uzmanlarının propagandasını yaptıkları “kutsal öğreti”nin iflas ettiğini açığa çıkartmıştır.  Aynı zamanda küçük burjuvazinin teoride zavallılığını, tasfiyeciliğini de ortaya koymuştur.

Kriz derinleştikçe burjuvazi ve uzmanlarının sistemi nasıl kurtaracakları üzerine tartışmaları da derinleşmekte ve kapsamlaşmaktadır. Tabii ki sorunun esas nedeni üzerinde duran yok. Bunun yerine Amerikan konut sektöründe spekülasyon, dünya borsalarında hisse senetlerinin değer kaybı, kredi musluklarının kuruması, kapitalistlerin hırsı, yanlış politikalar vb. yaşanan krizin temel nedenleri olarak sayılmaktadır. “İrili-ufaklı” bu ve başka kriz unsurlarının arka arkaya sıralanmasıyla onun oluşumu ve ne türden bir kriz olduğu açıklanmış olmaz. Wall Street Journal'e göre “kredi yetmezliği” ve “batık kâğıtlar” krizin “derin nedenleri”ni oluşturmaktadır. Bunlar ancak ve ancak krizin ifade biçimidir; yansıyış biçimidir, ama asla ve asla krizin “derin nedenleri” değildir.

Burjuva cephede yaşanan krizin yansıma alanları ve krize vesile olan gelişmeler üzerine sayısız açıklama yapılmaktadır, ama krize vesile olan gelişmelerin ötesine geçen; krizin gerçek nedenini açıklayan bir yaklaşım beyhude aranmış olur. Böyle bir yaklaşım yok ve bunun olmaması da tesadüf değildir. Böyle bir yaklaşım kapitalist sistemi soru götürür hale getirir, tam da bundan dolayı burjuvazi, ne pahasına olursa olsun sistem sorgulanır hale getirilmemelidir anlayışındadır.

Mesaj oldukça açık: Pazar ekonomisinin; kapitalizmin alternatifi yoktur. Evet, bir kriz vardır, ama bu kriz farklı olguların bir araya gelmesinin sonucudur; bu farklı olguların -etkileri ne denli yıkıcı olursa olsun- sistemin karakteriyle; içsel yapısıyla bir ilgisi yoktur; bunlar dışsal; sistem dışı görüngülerdir vb.
Marksizm’in soruna yaklaşımı ise tamamen farklıdır: Marksizm, yukarıdaki türden açıklamaları, en fazlasıyla, krizin görüngüleri, yansımaları olarak görür ve krizin nedenini kapitalist sistemin; üretim biçiminin çelişkilerinde arar. Krize neden olan çelişkileri olmayan kapitalizm düşünülemez, dolayısıyla krizsiz kapitalizm olamaz. Ama burjuvazi ve konu uzmanları, kapitalist üretim biçiminde krize neden olan nesnel ekonomik yasaların varlığını inkâr ederler. 

“Krizleri yadsımak için kullanılan minareye kılıf arayıcı ifadeler, her zaman kanıtlanmak istediği şeyin tersini kanıtladığı için önemlidir. Krizleri yadsımak için, birliği vurguladıkları yerde çelişki ve karşıtlık vardır. Dolayısıyla, düşlemelerinden silip attıkları çelişkiler, fiili olarak bulunmasaydı herhangi bir kriz olmayacağını kanıtladıkları söylenebildiği ölçüde önemlidirler. Ama gerçekte krizler vardır, çünkü bu çelişkiler vardır. Krize karşı öne sürdükleri her mantık, karanlık ruhtan çekilip çıkarılarak dışarı atılan bir çelişkidir ve bu nedenle krizlere neden olabilen gerçek bir çelişkidir. Çelişkilerin var olmadığına kendini inandırabilme arzusu, aynı zamanda, gerçekten var olan çelişkilerin var olmaması gerektiğini yakaran bir imam ifadesidir” (Marks; “Artı Değer Üzerine Teoriler”, Marks-Engels; C. 26/2, s. 515).

Demek ki durum hiç de dünya burjuvazisinin anlattığı gibi değil.  Demek ki,   ekonomik kriz, kapitalist üretim biçiminin nesnel bir yasasıdır. Bu üretim biçiminin ekonomik krizle ilgili çelişkilerinin keskinleşmesi, belli bir süre sonra bu keskinleşen çelişkilerin kriz olarak açığa çıkmasına, patlak vermesine neden olacaktır. İşte kaçınılmaz olan da, engellenemez olan da budur. Alınan tedbirler krizin şiddetini ve süresini etkileyebilir, ama ötesinde bir anlam taşımazlar.

Krizi “düşlemelerden silip atmak” için burjuva medya, kapitalist sistemi birtakım unsurların kurbanı olarak göstermektedir: Gözünü para hırsı bürümüş menajerler, yeterli olmayan banka denetimi, olağanüstü borçlanmış Hedge-Fonlar, insafsız spekülatörler, yanlış karar alan politikacılar vb. Yani ne oluyor? Bütün bu öznel nedenler veya faktörler, krizin nedenleri oluyorlar. Demek ki bu faktörler olmazsa kriz de olmaz! Kapitalizme özgü olan nesnel faktörler; kapitalizmin nesnel çelişkileri yok sayılıyor.

F. Fukuyama, “tarihin sonu”na gelindiğinden bahsederken, sosyo-ekonomik formasyon olarak kapitalist üretim biçiminin tarihsel ilerlemenin son noktasını oluşturduğunu kastediyordu. Ona göre kapitalizmden öte bir sistemin yokluğu açığa çıkmıştı. Ama gelişmeler “tarihin sonu”nun gelmediğini; kapitalizmin alternatifsiz olmadığını bir kez daha gösterdi.

Bundan sonra ne olacak? Fukuyama'yı bir kenara koyalım. Tamam, kapitalizmin tarihinde insanlık her ekonomik kriz öncesinde yaşananları bu kriz öncesinde de yaşadı, yaşıyor:  Önce kriz yok dendi, saklanamayacak duruma gelince adı ekonomide olumsuz gelişme olarak açıklandı. Sonra krizden bahsedilmeye başlandı, ama önemsizdir, üstesinden geliriz türünden açıklamalar hiç eksik olmadı. Bankalar, başkaca mali kurumlar, fabrikalar kapanmaya, işçiler sokağa atılmaya başlanınca destek paketleri gündeme geldi. Kimine göre bu paketlerle kriz engellenecekti, kimine göre de derinleşmesinin, bütün sektörlere yayılmasının önü alınacaktı. Bazı ülkelerde paketlerin sayısı birden ikiye çıktı.   Türkiye’de ise destekleme paketi sayısında da rekor kırıldı.  Ama destekleme paketlerinden de bir sonuç alınamadı. Amerikan emperyalizminin mali sektördeki çınarları arka arkaya devrildi ve tek yatırım bankası kalmadı. Bütün dünyada mali sektör dibe vurdu. Sonra bu mali kriz banka ve kredi üzerinden sanayi sektörünü de etkiledi ve bugünlerde çokça dillendirildiği gibi 1929-1932 krizi gibi veya ondan daha derin bir dünya fazla üretim krizi veya ekonomik kriz patlak verdi. Bilinen bu gerçekleri de bir kenara koyalım.
Bundan sonrası gelişme nasıl olabilir?
Tabii bugün söz konusu olan ekonomik krizin, hani 2007 yılı ortalarında Amerikan konut sektöründe patlak veren spekülasyon krizinden bu yana ekonomik kriz olduğunu; spekülasyon biçiminde ekonomik kriz olduğunu daha başından beri bilenler de yok değildi. Bunlar her zaman, her koşul altında hep doğruyu görme yeteneğine sahip olanlardır. Hiç yanılmamışlardır. Dolayısıyla insanlığın geleceği üzerine düşüncelerinde de hiç yanılmamışlardır! Tabii bu türden teori dünyasının başka renkleri de var: Bunların bir kısmı, krizin şiddetli olmasından hareketle kapitalizmin kendiliğinden çökeceği teorisini; her kriz döneminde yinelenen bu teoriyi bu sefer de piyasaya sürdü. Bunları üç-beş kişiden ibaret sanıyorsanız fena halde yanılmış olursunuz. Wallerstein’dan Negri'ye kadar uzanan yelpazede yer alan bu unsurların bir kısmı kapitalizmi 1970'lerden başlayarak çoktan yok etmiştir, bir kısmı kapitalizme en fazlasıyla 30 sene ömür biçmiştir, bir kısmı da internet sayfasında havi fişek patlatarak kıyamet gününün geldiğini, kapitalizmin çöktüğünü ve “mübadele ekonomisi” sürecine girildiğini ilan etmiştir.

Kapitalizmin kendiliğinden çökeceği teorisi öyle tek yönlü savunulan bir teori değildir; kendi içinde akımlara ayrılır: Bu unsurların bir kısmı emperyalist küreselleşme çağında yaşar ve sermaye ve üretim artık uluslararasılaşacağı kadar uluslararasılaştığı için, sermayenin genişletilmiş yeniden üretim olanaklarının kalmadığından hareketle, kapitalizmin kendiliğinden çökeceğinin kaçınılmaz olduğunu işler. Bu unsurların başka bir bölüğü, iş gücünün zaten değersizleştiğinden hareketle, her ne kadar kapitalist ilişkiler içinde yaşasa da kafasında sistemi çoktan çökertmiştir. (Ama bu arada kendi ekonomilerini kurmak için devletten kaynak temin etmenin gerekli olduğundan da bahsetmeyi unutmazlar!).

Uluslararası arenada bir kısım aklı evvel de yaşanan krizi sistem krizi olarak açıklar. (Sistem krizi kavramına karşı olduğum için değil, bu kavramı ben de kullanıyorum. Önemli olan hangi bağlam içinde kullanıldığıdır). Biraz garip oluyor ama ne yapalım böyle diyorlar. Yani yaşanan herhangi bir ekonomik kriz değil, sistem krizidir. Sanki her ekonomik kriz bir sistem krizi değilmiş, sanki ekonomik kriz, kapitalizmin nesnel bir yasası değilmiş!

Aslında bu unsurların hepsi hayalcidir. Bir kısmı sağdan hayalcidir -sosyal demokratik hayal!- bir kısmı da “sol”dan hayalcidir. Sağdan hayalciler, kapitalizmin reforme edilebileceği, sermayenin demokratikleştirebileceği hayalini yayarlar. Dünya ve Avrupa Sosyal Forumu bu çizgidedir.

“Sol”dan hayalciler ise kapitalizmin kendiliğinden çökeceği düşüncesini yayarlar; bu unsurlar açısında sermayenin genişletilmiş yeniden üretimi artık imkânsızlaşmıştır; artı değer üretme kanalları tıkandığı için sermaye, P-M-P1 genel hareketini artık tamamlayacak durumda değildir. Bu nedenden dolayı da çökecektir; yani ister farkında olsunlar isterse de olmasınlar, özneye, sınıf mücadelesine gerek yok diyorlar.

İsterseniz bu söylemlerin hepsini bir kenara bırakalım. Son 10-15 seneden bu yana kapitalist ekonomi hakkından ileri sürülen teorilerin toplamının bir incir çekirdeğini dolduramadığını yaşamın kendisi göstermiştir. Bu teorilerin hepsi,  tekellere de dokunacak derecede şiddetli bir ekonomik kriz patlak verirse bunun ne anlama geldiğini hesaba katmayan teorilerdi. Yani devleti yok eden, dünya cumhuriyeti kuran, sermaye ve üretimin uluslararasılaşması yasasını ancak eğilimli gelişen bir yasa olmaktan çıkartan; yani burjuva deyimle ifade edecek olursak, küreselleşmenin, karşı nesnel faktörlerin etkisine rağmen geriye dönüşümsüz olduğu vaazını veren, uluslararasılaştığı için devletle sermaye arasındaki bağı kopartan, korumacılığı rafa kaldıran, hizmet sektöründe artı değer üreten vb. teorilerdir.

Şimdi bu teorileri savunanların süngüsü düştü. Bu teoriler güneş altında kalmış kar gibi eridi. Ama buna rağmen, krizin henüz dibe vurmadığı veya vurma sürecinde olduğu bugünlerde bir muhasebe yapmak gerekir. Bu muhasebeyi beraber yapalım. Bizi veriler yönlendirsin. Bakalım nereye varacağız. Belki, aynen kitaplarda yazıldığı gibi, günümüz koşullarında klasik bir ekonomik kriz yaşıyoruz, belki de bu klasiğe uymayan bir ekonomik kriz yaşıyoruz! (Bunda önceki de dâhil bu muhasebe için 7-8 makale düşünüyorum).

Uluslararası alanda sağdan ve soldan birtakım çevrelerin, bir kısım emperyalist burjuva ideologların, ekonomi uzmanlarının uzun sürecek bir krizden, belli bir dönem ekonomide büyüme oranlarının düşük olacağından bahsetmesi ve 1930’lu yılları örnek göstermesi pek ilginç değil. Yeni bir olgudan bahsetmiyorlar. O dönemde dünya kapitalizmini, ekonomik krizi analiz eden ve “özel tipten bir durgunluk”tan bahseden Stalin’i, bugünlerde geliştirmeye çalıştıkları “teori”leri için referans alırlar mı, bu pek bilinmez. Ama nispeten uzun süren “özel tipten durgunluk” olgusunun önce Engels ve sonra da Stalin tarafından analiz edildiğini belirtelim. 

Dünya ekonomisinde “özel tipte durgunluk”:
Kapitalist ekonomide kriz sonrası durgunluk olgusu ilk kez Engels tarafından tespit edilmiştir. 1873 kriz sonrasıyla ilgili değerlendirmesinde Kapital III’e yaptığı bir ekte şöyle der:
“Sanayi çevrimi...daha önceki 10 yıllık döngüleriyle, devresel süreçlerin had biçimi, yerini –çeşitli sanayi ülkelerinde çeşitli zamanlarda yer alan- işlerde nispeten kısa ve hafif bir iyileşme ve nispeten uzun ve belirleyici olmayan, daha kronik ve daha uzun süreli baskıya bırakmıştır”  (Kapital; C. III, s. 506). 

“Her on yılda bir sanayinin seyri, genel bir ticari krizle sert bir kesintiye uğruyordu. Bunu, kronik halsizliğin uzun bir döneminden sonra kısa, birkaç yıllık bir gönenç dönemi izliyor ve her zaman hummalı bir aşırı üretim ve onun sonucu olan yeniden çöküşle sona eriyordu... 
1866 krizini gerçekten de 1873 dolayında kısa süreli ve hafif bir ticari yükseliş takip etti, ama bu uzun sürmedi...1876'dan bu yana bütün başat sanayi kollarında süreğen bir durgunluğa girdik.  Ne tam çöküntü geldi ne de çöküntü öncesi ve sonrasında hak ede geldiğimiz özlenen gönenç. Öldürücü bir sıkıntı, bütün iş kollarında ve bütün pazarlarda süreğen bir mal fazlalığı - yaklaşık on yıldır yaşadığımız durum budur” (Engels; Vorwort zur zweiten deutschen Ausgabe (1892) der "Lage der arbeitenden Klasse in England" Marks/Engels; C. 22, s. 321, 322, 326).

Daha önceki krizlerde olduğu gibi 1873 krizinde ekonominin, kriz döneminde sermaye bakımından hemen sonra dik bir yükseliş içinde olduğunu görmüyoruz. Tersine, krizden sonra, ekonomi uzun bir dönem depresyon (buhran) safhasına giriyor. Bu, 1825’ten sonra, kapitalizmin fazla üretim krizlerinde ilk defa ortaya çıkan bir olgudur.

1930'lu yıllardaki kapitalist dünya ekonomisinde açığa çıkan eğilimlerden hareketle Stalin şu tespiti yapıyordu: ”Açık ki burada, sanayin çöküşünün derin noktasından, sanayi krizinin derin noktasından bir durgunluğa geçişle, ama mutat bir durgunluğa değil, bilakis sanayiyi yeni bir yükselişe, açılıp-gelişmeye götürmeyen, ama onu çöküşün derin noktasında geri götürmeyen özel cinsten bir durgunlukla karşı karşıyayız” (Stalin; XVII. Parti Kongresine rapor. C. 13, s. 259).
Durum böyle; burjuvazinin dillendirmeye çalıştığı bu eğilim daha önce kapitalist ekonomide yaşanmış ve Marksistler tarafından analiz edilmiştir.

Kapitalist ekonomi, nispeten uzun süren bir durgunluk döneminden geçerek krizden çıkma eğilimi içinde; çok sayıda faktör bu gelişmeye işaret etmektedir. Tabii bu eğilimi altüst edebilecek, başka yöne çevirebilecek gelişmeler de olabilir. Örneğin önde gelen emperyalist ülkelerin ekonomisini doğrudan ve güçlü olarak etikleyen bir savaş, bu ülkelerde ve genel olarak bütün dünyada askeri-sanayi kompleksini güçlendirecektir; bolca savaş ve onunla bağlam içinde olan sektörlerde yatırımları canlandıracak, bu da kaçınılmaz olarak ekonomide yapay ama etkili bir canlanmaya neden olacaktır. Böyle bir durumda kapitalist dünya ekonomisi mevcut krizinden hızla çıkmanın ötesinde belli bir dönem de, savaşın beraberinde getireceği yıkımdan kaynaklanan talebi karşılamak için bolca üretim yapacaktır. Tam tersi bir durum, dünya politikasını ve ekonomisini etkileyecek kapasitede olan şu veya bu ülkede devrimin veya bölgesel devrimlerin gerçekleşmesidir. Bu durumda kapitalist ekonomi açısından ölüm çanları çalmaya başlamış demektir. Kapitalizme/emperyalizme özgü toplumsal ve ekonomik çelişkilerin mevcut gelişmişlik durumu bu her iki ihtimalin yakın dönemin bir sorunu olmadığını göstermektedir. Tabii farklı gelişmelerin de olabileceğini; olabileceği ne demek, olduğunu savunan çevreler de var. Bu çevrelerin bir kısmının dünyanın geleceği hakkındaki söylemlerine, en azından bir kısım söylemlere bakacak olursak, mücadele etmenin bir anlamının kalmadığı sonucuna varırız. Onlar, kapitalizmi mücadelesiz çökertme yeteneğinde olanlardır.  Özellikle krizin şiddetli ve durgunluğun olduğu dönemlerde genellikle “sol” radikal çevreler, kapitalizmin sonundan, can çekişen kapitalizmden bahsederler, şimdi kapitalizmin sonundan çokça bahsedilmesi gibi.
Ama öznenin hesaba katılmadığı, onun eylemi dışında kapitalizmin her kriz döneminde, kriz sürecinde açığa çıkan çelişkilerini çözdüğü için dimdik ayakta kalmasına şaşıp kalırlar ve kapitalizmi kendiliğinden çökertme teorilerini bir dahaki krize kadar rafa kaldırırlar.

Siyasal sonuçları dikkate alınmadan salt ekonomi bazında sayısız senaryolar üretilmektedir. Birkaç örnek: Bir senaryo, 1929-1932 krizinin tekrarlanacağı üzerine kurulmuş. Başka bir senaryo, Japonya'nın 1990'dan buyana yaşadığı ekonomik koşullar yaşanacaktır anlayışı üzerine kurulmuş. Başka bir senaryoya göre enflasyon artacak. Bir başka senaryo da hiper enflasyon ve para kıyımı üzerine kurulmuş. Bu senaryoların hepsinde mutlaka bir parça gerçeklik vardır, ama her bir senaryo, senaryo olarak mı gerçekleşir, yoksa senaryoların karışımından oluşan başka bir gelişme mi söz konusu olur, bunu şimdiden tespit etmek için kâhin olmak gerekir. Tabii her şeyi daha baştan hep doğru bilenlerin olduğu dünyada yaşadığımıza göre, iradi tespitlerle dünyanın geleceğine yön verenler çıkarsa hiç şaşmam. Bu senaryolar gerçekçi değil, ama kendimi bir senaryoya göre hazırlamak istiyorum diyorsanız, geriye iki alternatif kalıyor: Birinci alternatif, Nostradamus’a başvurmaktır. 1503'de doğmuş olan bu Fransız kıyamet günü ustasının; bu “kutsal” kâhinin birkaç asırlık dağarcığında bugünlere ışık tutacak bir şeyler olabilir. Kim bilir!
İkinci alternatif de kıyamet günü tellallarına sormaktır!

Birinci alternatif:
Nostradamus araştırıcısı Ray O. Nolan'e göre kapitalizmin geleceği pek parlak değil: Ustasını şöyle yorumluyor: “Şaibesiz şöhret artık uzun bir süre ışın salmayacaktır ve tüccarlarla, rekabetçilerle ve kin duymaya değer kurtlarla güçten düşecektir”. Yani kapitalizmin geleceği hiç de parlak değil.

Başka bir Nostradamus uzmanı da, Manfred Dimde,  ustasını şöyle yorumluyor: Nostradamus'un yazılarına göre dünya, 2011/2012 yıllarında “paranın doruk noktasında” olacak. “Tam da bu nedenden dolayı görülebilir bir zaman içinde bütün zamanların en büyük iktisadi yükselişi başlayacak”. Yani kapitalizmin geleceği parlak!

İkinci alternatif:
Modern kıyamet günü tellallarını küçümsemeyelim. Ne de olsa bunlar, kapitalizmin kendiliğinden çökeceğini matematiksel olarak hesaplamışlar ve tarih bile vermişlerdir. Ama bunların değerlendirmesi Nostradamus'unki kadar isabetli değil. Nostradamus'u yorumlayanlara göre gelecekle ilgili olarak “iyi” ve “kötü”den oluşan iki olasılık söz konusudur. Üçüncü bir olasılık yok. Modern kıyamet günü tellallarında ise gelecek karanlık. Farklı çevrelerden oluşan modern kıyamet günü tellalları, “alternatif” bolluğundan dolayı insanlığın geleceğini karartıyorlar: Bir kısmı, Marksist kapitalizm analizine; Marks'ın Kapital'ine dayanarak kapitalizmi kendiliğinden çökertiyor. Bir kısmı, “işçi hareketi-Marksizmi” -yani normal dünyalının tanıdığı Marksizm- “emeğe” dayanan sömürü sisteminin ömrünü uzattı, “üçüncü sanayi devrimi” ile bu süreç sonlanmıştır diyerek; yani genellikle 1970'lerden sonra kapitalizm, “değer” yasası sonlanmıştır diyerek kapitalizmi yıkmış oluyor. Bir kısmı, küçük üretime geçmek için şimdiden “yerel ekonomiler” kurarak kapitalizmi saf dışı etmeye çalışıyor. Bir kısmı, Rosa Luksemburg'u öne sürerek kapitalizmin kendiliğinden çökeceğini savunuyor. Farkında mısınız, bilmiyorum ama Rosa'yı öne sürenlerin bir kısmı da kapitalizmin kendiliğinden çöktüğünü 4 Mart 2009'da açıkladı. Kapitalizme en fazlasıyla 30 senelik ömür biçenler de var. Kısacası: Kapitalizm kendi nesnel yasaları gereği çöküyor. Bu çökertme işinde öznenin (işçi sınıfının) herhangi bir rolü, misyonu yok. Bu unsurlar sınıftan değil, en fazlasıyla insanlardan; insan yığınından, “kalabalık”tan bahsediyorlar.  İşçi sınıfını dışladıkları için, çöken kapitalizmin yerini alacak olan sistemin sosyalizm olmayacağını da söylemiş oluyorlar. Gerçekten de önce, kapitalizmi kendi kendine çökerttikten sonra, “laf olsun” diye olsa gerek, Lenin’den alıntılarla devrimden, sosyalizmden, işçi sınıfından bahseden tasfiyeciler dışında kalan bu unsurların hepsi, bir biçimde kapitalizmi, sömürü düzenini yeniden alternatif olarak sunuyor.  Sadece bu belirtmeler dahi, kapitalizmi kendiliğinden çökertenlerin insanlığın geleceğini nasıl kararttıklarını ve aslında insanlığı boşluğa davet ettiklerini gösteriyor.

Bu kriz hangi yönde gelişebilir? İnsanlık ne türden gelişmelerle karşı karşıyadır? Bir de buna bakalım.  Esas itibariyle dört gelişme söz konusu olabilir.

Birinci gelişme:
Yaşanan krizden nispeten hızlı bir çıkış olabilir ve kriz daha bu sene içinde sonlanabilir. Bu durumda burjuvazi krizden pek fazla bir sonuç çıkartma gereği görmez ve „korktuğumuza değmedi“ der ve birtakım kaçınılmaz düzenlemelerle kaldığı yerden devam eder.
Ama böyle bir gelişmenin gerçekleşmesi pek mümkün gözükmüyor; bu, imkânsızın gerçekleşmesi anlamına gelir; krizin mevcut etkisi ve kapsamı böyle bir olanağı dışlıyor.

İkinci gelişme:
Yaşanan kriz, kapitalist sistemin temellerini sarsar. Uluslararası iktisadi ilişkilerde anarşi hâkim olur. Derinleşen ve kapsamlaşan kriz dünya çapında görülmemiş bir işsizliğe neden olur. Dünya çapında yoksulluk dayanılamaz boyutlara varır. Emperyalist ülkeler de dâhil dünyanın birçok ülkesinde siyasi krizler patlak verir; hükümet üstüne hükmet değiştirme süreci başlar. „Güçlü el“, „tek el“ sesleri yükselmeye başlar; otoriter rejimlerin yolu açılır. Her bir ülke kapıları kapar; korumacılık akıl almaz boyutlara varır. Sermaye ve üretimin uluslararasılaşması çöker. AB dağılır veya dağılma sürecine girer. Korumacılığı esas alan ve savaş hazırlığı içinde olan ülkeler, birçok uluslararası siyasi, ekonomik ve askeri anlaşmayı tanımadığını ilan eder.
Sosyal devlet olgusu tamamen rafa kaldırılır. Burjuva demokrasisinin yerini açıktan gerici, faşist veya faşizan rejimler almaya başlar.
Bazı ülkelerde kendiliğindenci ayaklanmalar gündeme gelir, örneğin 2000'li yılların başında Arjantin'de olduğu gibi.
Kapitalizm çökmez, ama geçerli olan mali sistem,; ulusal ve uluslararası düzenlemeleri çöker.
Dünyanın böyle bir gelişme ile karşı karşıya kalma ihtimali de oldukça zayıftır. Çin, Hindistan, Brezilya gibi ülkelerin krizde olmamaları, dünya ekonomisinde böyle bir ihtimalin gerçekleşmesi önünde engeldir; bu ülkelerde üretim dünya kapitalist sistemine nefes aldırır. Bunun ötesinde uzun da olsa belli bir zaman sonra emperyalist ülkelerde sanayiye yatırımlar yeniden başlar.
Bu, gerçekleşme şansı oldukça düşük bir ihtimaldir.

Üçüncü gelişme:
İşçi sınıfı ve müttefikleri kriz ortamının sunduğu olanakları da değerlendirerek iktidarı alma mücadelesine girişirler; daha doğrusu sınıf mücadelesini,  iktidara gelerek yeni bir aşamaya taşırlar; dünyanın şu veya bu ülkesi, şu veya bu bölgesi emperyalizmden, kapitalizmden arındırılmış olur. Bu ihtimalin gerçekleşebilmesi için bu mücadeleyi sürdürecek derecede güçlü komünist partilerin olması gerekir. Böyle bir durum dünya çapında söz konusu olmadığına göre bu ihtimalin gerçekleşmesini de beklenmemelidir. 

Dördüncü gelişme:
Ekonomik kriz derinleşerek devam eder, ama ikinci ihtimalde anlatılanlara yol açmaz ve durgunluk aşamasına girer; Stalin'in 1929 krizinden sonrası için tespit ettiği „özel tipten bir durgunluk“ söz konusu olabilir.
Mevcut temel eğilimler bunu gösteriyor:
Dünya burjuvazisinin, ekonominin yakında, 2009'un ikinci yarısında, olmazsa 2010'da krizden çıkacağı üzerine açıklamaları, karanlıkta korkanın ıslık çalmasına benziyor. Bu, aynı zamanda işçi sınıfı ve emekçi yığınlara „biraz daha sabredin“ mesajıdır. Yığınlardaki huzursuzluğun düzene güvensizliğe ve sokakta eyleme dönüşmesi engellenmek isteniyor. Daha şimdiden, özellikle ABD'nin kamu açıkları kontrolden çıkmış durumda. İngiltere'nin durumu da ABD'den pek farklı değil. ABD'nin iflas edebilir durumda olması, bu ülke ekonomisi ile sıkı ilişki içinde olan ülkeleri ve bolca Amerikan tahvilleri alan ve Amerika'nın en büyük alacaklısı durumuna gelen Çin'i düşündürmektedir. Bu durumu gören Rusya da, Çin'i zorlayarak, teşvik ederek dolardan bağımsızlaşmanın yolunu açmaya çalışmaktadır.

Dünya ekonomisinde iyileşme sürecine girileceğine dair hiçbir işaret yok aslında. Burjuvazi krizin nedenlerine karşı mücadele etmiyor. Böyle bir şeyi ondan beklemek de abesle iştigal olur. Krizin nedenlerine karşı mücadele etmek, sisteme karşı mücadele etmek demektir. Burjuvazinin yaptığı, krizin yansımalarına karşı mücadeledir ve aynı zamanda işçi sınıfı ve emekçi yığınların mücadelesini engellemenin tedbirlerini almaktır.
Gelişmeler, 2009'un ikinci yarısında dünya burjuvazisi ve ekonomisinin birkaç temel sorunla karşı karşıya kalabileceğini göstermektedir. Bu sorunların hiçbiri yeni değil, yaşanmaktadır; ama bunların esas etkisini önümüzdeki aylarda göreceğiz.
Sanayide ve mali sektörde uluslararasılaşmış tekellerin iflasları gündemde. Ama gelişmeler bunun, tek tek işletmelerin iflasıyla sınırlı kalmayacağını domino etkili bir iflaslar sürecine girileceğini göstermektedir: Kapitalist dünya, bir bütün olarak dünya ekonomisi,  bütün sektörlerinde irili-ufaklı işletmelerin, bankaların,  bunun ötesinde devletlerin, belediyelerin iflasla karşı karşıya kalacağı bir sürece doğru yuvarlanmaktadır.

Bu kriz, doları dünya parası olmaktan çıkartacak gibi gözükmektedir; en azından doların geriye dönüşümü olmayan bir çöküş sürecine girmesini sağlayacak kapasitededir.  Her şeyden önce Amerikan ekonomisinin durumu bu gelişmeye işaret etmektedir. Bunun ötesinde Rusya, Çin, Venezüella, İran ve başka ülkelerin dolardan bağımsızlaşmak için çabaları da bu süreci hızlandıracaktır.

İşsizler ordusun henüz önemli bir sorun olmadı. Şurada, burada tekil grevler ve protestoların dünya çapında kitlesel ve şiddetli eylemlere dönüşme olasılığını burjuvazi de hesaba katmaktadır ve ona göre hazırlanmaktadır. Siyasal, sınıf bilinçli önderliklerden yoksun olan dünya işçi sınıfı ve emekçi yığınları, bundan dolayı mücadele etmeyelim demeyecektir. Yoksulluğun, açlığın ve işsizliğin boyutları bu yığınları nesnel olarak mücadeleye sevk edecektir.
Şüphesiz ki, bu olguların şimdiye kadar tekil ülkelerde gündemde olması, onların etkisini göreceleştirmiştir. Önümüzdeki dönemde bu sorunların etkisi yine şu veya bu ülkede, bölgede güçlü olurken başka yerlerde nispeten güçsüz olabilir, ama burada sorun, bu sorunların uluslararasılaşmasıdır ve kapitalist dünya bu sorunların gerçek anlamda uluslararasılaştığı bir sürece girmektedir.
Dünya burjuvazisi böyle bir gelişmeye karşı hazırlıklı değildir. Olamaz da. (En fazlasıyla ayaklanmalara karşı ortaklaştırılmış tedbirler alabilirler). Gerçekler ortada: 

Bu krizin ne denli ağır olacağı ve şimdiki haliyle de olduğu kriz süresinden de anlaşılmaktadır. Amerikan kaynaklarına göre Aralık 2007'de patlak veren kriz, 17 aydır sürüyor ve tahribatının boyutları biliniyor. Kriz devam ettikçe tahribatı da derinleşecek ve kapsamlaşacaktır. Amerikan ekonomisi kapitalist dünya ekonomisinde hala motor konumunda olduğuna göre bu ülke ekonomisinde kriz süresi, dünya ekonomisinin ne denli kapsamlı ve derin olabileceği konusunda fikir verir. Aşağıdaki verileri bu anlamda değerlendirmek gerekir.



1900'den bu yana ABD'de ekonomik krizler ve süresi
Krizlerin başlangıcı
Süresi-Ay olarak
1902-Eylül
23
1907-Mart
13
1910-Ocak
24
1913-Ocak
23
1918-Ağustos
7
1920-Ocak
18
1923-Mayıs
14
1926-Ekim
13
1929-Ağustos
43
1937-Mayıs
13
1945-Şubat
8
1948-Kasım
11
1953-Temmuz
10
1957-Ağustos
8
1960-Nisan
10
1969-Aralık
11
1973-Kasım
16
1980-Ocak
6
1981-Temmuz
16

Diğer taraftan, Amerikan borçları ve GHS'sı karşılaştırıldığında, borçların GSH'yı katlayarak arttığı görülüyor. Özellikle 1980'li yıllardan itibaren Amerikan borçları GHS'yı birkaç misli katlayarak artıyor. Aşağıdaki grafikte bu gelişme görülüyor. Böyle bir ekonomi, kendi koşulları/olanakları üzerinde “yaşayan” bir ekonomidir; yani Amerikan ekonomisinde çarklar borçla çevrilmektedir.




Bu ve başka bir dizi neden Amerikan emperyalizminin dünya çapında önderliği tartışmalı yapmaktadır; özellikle Revizyonist Bloğun dağılmasından sonra dünyanın siyasi haritası değişmiş ve çok sayıda rekabet merkezinin oluştuğu ve bunların birbirleriyle dünya hegemonyası için rekabet ettikleri bir sürece girilmiştir.
Bunun böyle olduğunu uluslararası örgütlenmelerin toplantı sonuçlarında da görüyoruz: G-7 ülkelerinin, G-20 ülkelerinin, AB'nin krize karşı ortak tavır geliştirme toplantılarında alınan sonuçlar ortada.  IMF'yi reforme etmek de işe yaramadı. Her ülke kendi derdine düşmüş durumda. Bu kurumların toplantılarında ele alınan konulara yaklaşım, güçler dengesinden, rekabette ayrı düşünülemez. Yani her ülke kendi sermayesinin çıkarı için mücadele etmektedir. Kapitalizmin doğası böyledir.

ABD, borç bulabilmek için borç veren ülkeleri, öncelikle de Çin'i kızdırmamak, çıkarlarına dokunmamak derdine düşmüş durumda. ABD, dolara „havlu attıracak“ ülkenin Çin olduğunu biliyor. Ama Çin de henüz dünya ekonomisinde lokomotif rolünü oynayacak durumda olmadığını biliyor. ABD batıyor, ama Çin batmaması için direniyor. Çin, dünya çapında güç dengesinin kendi lehine döndüğünü görene kadar bu böyle gidecek.
İflasların önümüzdeki dönemde domino etkili bir sürece girmesiyle devletler, yeni iflasları önlemek için yeni „kurtarma paketleri“ hazırlamak zorunda kalacaklar, ama para bulamayacaklar. Zaten birçoğu borç krizi içindedir. Bu durumda işletme iflaslarının yanı sıra devlet iflasları da gündeme gelebilir. Veya bolca para basılır; bu da enflasyona davetiye çıkartmaktan başka bir anlam taşımaz.

Her bir ülke yurt dışındaki parasını (sermaye) geri çekiyor. Özellikle petrol zengini ülkeler, Asya'nın bazı ülkeleri Batı bankalarındaki paralarını her fırsatı değerlendirerek geri çekiyorlar. Sermaye uluslararasılaşmaya sırt çeviriyor, iç pazara avdet ediyor. Yani para bulmak ve iflaslara karşı yeni teşvik paketleriyle mücadele etmek, mantıksızlığının ötesine imkânsızlaşıyor.

Demek oluyor ki, bu süreçte emperyalist ülkeler arası ekonomik, siyasi ve askeri çelişkiler keskinleşecek ve gelecekteki kamplaşmalar için farklı güçler arasında ittifak arayışları yoğunlaşacaktır. Amerikan emperyalizminin sadece dünya hegemonyasına karşı olmaktan dolayı değil, Avrasya jeopolitikası doğrultusunda attığı adımlardan dolayı da Çin ve Rusya yakınlaşması derinleşecektir. Amerikan emperyalizmi, AB ile ilişkilerini kendi çıkarına hizmet edecek duruma yeniden getirmek için uğraşacaktır.
Emperyalist ülkeler krizin yükünü işçi sınıfı ve bağımlı, yeni sömürge ülkelerin sırtına yıkmaya çalışıyor. Bu da bir taraftan “emek ile sermaye”, diğer taraftan da emperyalist ülkelerle yeni sömürge ülkeler arasındaki çelişkileri keskinleştiriyor.

Daha şimdiden devasa boyutlarda sermaye kıyımı gerekleştiren uluslararası tekeller, kriz sonrası döneme; yeni bir konjonktüre rekabet gücüne sahip olarak girmek için teknoloji yenilemesine devam edeceklerdir; yani sabit sermaye kıyımı devam edecektir.

Sermaye ve üretimin uluslararasılaşması, burjuva deyimle ifade edecek olursak “küreselleşme” daha şimdiden, dünya ticareti, sanayi üretimi, borsa değerleri, doğrudan sermaye yatırımlar vb. biçiminde kapitalizmin tarihinde pek görülemiş derecede gerilemiştir ve bu gerileme belli bir süre daha devam edecektir. Dolayısıyla ekonomik kriz, sermaye ve üretimin uluslararasılaşma yasasının seyrinde nesnel bir faktör olarak etkisini göstermektedir; yani kapitalist dünya, rekabet ve ekonomik krizlerin var olduğu koşullarda hiçbir zaman Kautsky'nin hayal ettiği gibi bütünleşmeyecektir.

Kanımca böyle bir gelişme ile karşı karşıya kalacağız. Sınıf mücadelesinin seyri de böyle bir çelişkiler yumağının gündemleştirdiği sorunlardan bağımsız olarak ele alınamaz.  Öyleyse işçi sınıfı, Nelte gibi, kapitalizmin kendiliğinden çökeceği hayali yerine önüne çözebileceği görevleri koymak zorundadır.

Her halükarda her şeyi ta başından beri doğru bilenlerin; yani “leb demeden leblebiyi” anlayanların; Amerikan konut pazarında ilk kredi ödeme zorluğu baş gösterdiğinde bunun dünya ekonomik krizinin başlangıcı olduğunu ilan edenlerin, Rosa Luksemburg'u öne sürerek, onu karikatürleştirerek, işçi sınıfının tarihsel misyonuna, devrime, sosyalizme inançsızlığın kılıfı yaparak kapitalizmin, artı değer üretme olanağı kalmadığı için, sömüreceği “kapitalist olmayan çevre” kalmadığı için kendi nesnel yasaları altında kalacağını; kendiliğinden çökeceğini savunanların durumuna düşmenizi istemem. Kriz dönemi, kapitalizmin kriz olarak açığa çıkan çelişkilerini bir dahaki krize kadar çözdüğü dönemdir. Dolayısıyla kapitalizm, sermaye -öznel faktör olarak işçi sınıfının rolü belirleyici derecede oynamadığı koşullarda-   her krizinden, yeni konjonktüre hazırlandığı için güçlü çıkar. Bundan dolayı ekonomik kriz, sermayeyi dinamikleştirir. Ama Lenin'in deyimiyle ifade edecek olursak “filisten” küçük burjuva, dar kafalı küçük burjuva bunu anlamaz. O sadece kapitalizmin kendiliğinden çökeceğini düşünür.
Bakalım, gelişmeler bu “deli saçması”nı mı, yoksa Marksist-Leninist politik ekonomi öğretisini mi doğrulayacak?

Ekonomik krizin nedenleri veya genel anlamda söyleyecek olursak kapitalist sistemin çelişkileri üzerine aydınlatma çalışması günümüzün en önemli siyasal faaliyetlerinden birisi olarak görülmelidir. İşçi sınıfı ve emekçi yığınlar, yaşanan ekonomik krizin kapitalistlerin, politikacıların yanlış kararlarından kaynaklanmadığını, bu sistemin kendi çelişkilerinden dolayı kendiliğinden çökmeyeceğini anlamak, kavramak zorundadırlar. Kapitalizm kendi kendini dizgine vurmaz. Ancak sınıf mücadelesi sonucunda kapitalizme geri adım attırılabilir, ama bu da geçicidir. Son dönemlerde özellikle mali sektörde birtakım düzenlemelerin kaçınılmazlığından bolca bahseden burjuva politikacılar, sorunu salt politik kararlara indirgeyerek hayal yaymaktadırlar.
Hayal yayanlar sadece ve sadece burjuvazi değil. “Marksizm”i savunan küçük burjuvazi de hayal yaymaktadır. Hem kapitalizm sonrası toplumun ne olacağı konusunda; yani kapitalizmin yegâne alternatifinin sosyalizm olmadığı, bazılarında göre de hiç olmadığı konusunda ve hem de kapitalist sistemin mücadelesiz yıkılacağı konusunda. Dünya çapında sosyalizmin yeniden popüler olmaya başladığı, yeniden umut olmaya başladığı bu süreçte özellikle Dünya ve Avrupa Sosyal Forumlarında çöreklenmiş olan pasifist emperyalist burjuvazi ve küçük burjuva akımların “sosyal devlet”, güya sosyalizm talepleri doğrultusunda işçi sınıfı ve emekçi yığınları yanlış yönlendirmesine karşı mücadele kaçınılmazdır.
Herkese, her sınıfa göre bir sosyalizm yoktur. Dolayısıyla yaşanan krizle bağlam içinde güncelleşen teorik konularda, hangi biçimde ve renkte olursa olsun oportünizme ve revizyonizme karşı mücadele yaşamın her alanında sürdürülmesi gereken bir mücadeledir. Kautsky'nin, Buharin'in, karikatürleştirilmiş Rosa Luksemburg'un gündemleştirilmesi, kendini bilmez birkaç avanak küçük burjuvanın işi olarak görülmemelidir. Leninist emperyalizm analizini, Marksist-Leninist politik ekonomi ve devrim teorisini sulandırmak, tanınamaz hale getirmek, evet tamamen başkalaştırmak için “yeni koşullar”ı öne süren bu hayal yayma tüccarlarının arkasında burjuva ideologların; burjuva dünya görüşünün durduğu bilinmelidir. Bernstein, Marksizmden koparken “yeni koşullar”dan bahsetmişti. Yaptığı iş, Marksizmi revizyona uğratmaktan, başkalaştırmaktan başka bir iş değildi. Sonunda Kautsky'nin tarihsel misyonu da Leninist emperyalizm ve devrim anlayışına karşı mücadele oldu. Son dönemin “yeni koşulları” Negri'nin kaleminden “İmparatorluk”un kurulması anlayışına, işçi sınıfının yerini “çokluk”un alması anlayışına, devletin önemsizleşmesi anlayışına, Kautsky ve Buharin hortlatılarak emperyalistler arası çelişkilerin önemsizleştiği anlayışına, savaşsız, talansız bir emperyalist dünyaya doğru gidiliyor anlayışına, “kartal”ımız Rosa'nın karikatürleştirilerek, sınıf mücadelesi yerine kapitalizmin kendiliğinden çökeceği anlayışına hizmet edecek biçimde analiz edilmiştir. Marksizm dövülüyor, övütülüyor, her kalıba girecek hale getiriliyor. Bunu yapanlar Marksizm adına konuşan küçük burjuvazidir. Bunların hayal dünyası yıkılmadan, bu hayal dünyasını yıkmak için mücadele verilmeden sosyalizmin yegâne alternatif olduğunu anlaması gereken sınıf anlamaz. Kapitalizm kendiliğinden çökecek tasfiyeciliğine karşı mücadele edilmeksizin işçi sınıfı tarihsel misyonunu nasıl kavrar? Yani Nelte'lere, Kurz'lara karşı mücadele edilmeksizin işçi sınıfı nasıl sınıf bilinçli olur? İki yol var: Ya Nelte'lerin, Kurz'ların yolundan gidilerek kapitalizmin kendiliğinden çökeceği teorisi yapılır ve “barbarlık” alternatif olarak sunulur ya da bu akımlara karşı da m=ücadele edilerek işçi sınıfı ve emekçi yığınlar, yegâne alternatif sosyalizm için kazanılır.